3 Şubat 2015 Salı

AKP’nin Gerçek Bilançosu



“Bu-gün göz yumduklarımız, yarın bize göz açtırmayacak olanlardır” (Uygur Doğu Türkistan Atasözü).

29 Ekim 1923 târihinde Meşrûti Monarşi olan yönetim-şekli değiştirilerek “Cumhuriyet” yönetim-şekline geçilmişti. Cumhuriyet yönetim-şeklinin uygulaması olan demokrasi ise cumhuriyetten önce de vardı. Cumhuriyet öncesi ile sonrası arasında 1950 yılına kadar demokrasi açısından bir fark yoktur.

Türkiye Cumhuriyeti'nin çok-partili dönemi, 1945 yılından îtibaren Türk siyâsi hayâtının CHP dışında 2. bir partinin (Milli Kalkınma Partisi) kurularak seçimlere çok-partili olarak gidilmesi ile başlamıştır. Çok-partili hayat bundan önce Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası ve 1945 yılında kurulan Milli Kalkınma Partisi ile başlamıştır. Ancak bu partilerin ömürleri çok kısa-soluklu olmuştur.

Türkiye’de demokrasiyi kurma çabalarının yaklaşık 200 yıllık bir târihi gelişim süreci vardır. 1808’de Sened-i İttifak ile başlayıp, 1876’da Kanûn-i Esâsi’nin ilânı ile gelişen süreç, cumhuriyetin bir eseri olarak günümüze kadar devâm etmiştir. Bu süreç içinde cumhuriyetin kuruluş-dönemi olan 1923-1938 arasında çok-partili sistem denemeleri yapılmış ise de başarılı olunamamıştır.

İkinci Dünya-Savaşı’nı demokratik ülkelerin kazanacağı belirmeye başlayınca iktidardaki parti, çok-partili sistemi kurmak için iç ve dış dinamiklerin uygun olduğunu görerek bu karârı yürürlüğe koymuştur. Nitekim 4 yıl sonra da 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimler sonucunda demokratik yöntemlerle Türkiye’de iktidar değişimi gerçekleşmiştir.

Bu-zamân aralığında (1923-1950) müslümanlar kendilerini yenik görmüş, iktidârı kaybettiklerini düşünmüş ve 27 yıl boyunca muhâlefette kalmışlardı. Nihâyet Adnan Menderes başkanlığında yapılan seçimleri Demokrat Parti kazanınca, bu parti ile birlikte artık iktidârı yeniden aldıklarını ve başta din olmak üzere her şeyin daha güzel olacağını düşünmüşlerdir. Ezanın yeniden türkçeleştirilmesi gibi düzenlemeler de bu düşünceye destek olmuştur. 1960 yılına kadar süren bu süreçten sonra darbeler dönemi başlamış ve 1983 yılında Turgut Özal tarafından kurulan Anavatan Partisi’nin kazandığı seçimlere kadar bu süreç devâm etmiştir. Türk milleti 1950’den başlayan dönemden bêri demokratik hakları! olan oy vermeyi sürekli yapmışlardır. İslâm’i kesim ise sürekli “sağ” partilere oylarını vermişlerdir. Fakat bu “seçmeyi sağlayan etkenler” çok da fazla tartışılmamıştır.

David Rockefeller ve Rothschildin (kurgusal) “sözde îtiraflar”ı, “gerçekleri büyük ölçüde yansıtan” bir yazıda şu şekilde anlatılır:

“Meselâ Türkiye’yi ele alalım. Türkler de yıllar-boyu komünizme karşı savaşmıştır. 1950’lerde ülke yönetimine bize desteğimizle Adnan Menderes gelmişti. Aslında Menderes bizimle başta gâyet güzel bir diyalog kurmuştu. Bizden seçimde aldığı destek karşılığında, Marshall yardımı adı altında devamlı borç alıyor ve ülkesinde yatırımlar yaparak sanâyi yapısını geliştiriyordu. Fakat o kadar plansız ve programsız harcama yapıyordu ki ödeme günleri geldiğinde, bizden, borç ödemek için tekrar-tekrar borç istemeye başladı. Biz de kendisinden ülkesini yabancı sermâyeye açmasını ve bizim şirketlerimize özel imtiyazlar tanımasını, diğer bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılan kapitülasyonlar benzeri şeyler talep ettik Menderes bize bunu hiç-bir zaman kabûl etmeyeceğini söyledi ve bizden uzaklaşamaya başladı. Ülke insanı ilk defâ asfalt yollarla tanışıyor, fabrikalar arka-arkaya dikiliyordu. Ülkenin çoğunluğu müslüman olduğu için ülkenin her yerine câmiler yaptırıyordu. Menderes bu şartlarda iktidardaki yerini uzunca bir süre için, sağlamlaştırdığını sanıyordu. Bir darbe ile bu işe bir son verildi ve sonunun öyle bitmesini istemediğimiz hâlde, çalışma arkadaşlarıyla berâber îdâm edildi. Sadece Celal Bayar kurtuldu, çünkü bir masondu ve yakın arkadaşı Papa Roncalli ya da diğer adıyla 23. John, Vatikan’ın baskısıyla onu îdâmdan kurtardı.

Aynı ülkede gerçekleşen 1980 darbesi de bizim isteklerimiz doğrultusunda yapıldı. O zamanlar ülkede bir solcular, bir sağcılar iktidâra geliyor ve bizim isteklerimiz doğrultusunda ülke ekonomisini yönlendiriyorlardı. Fakat Amerika ve Avrupa’da gelişmiş ülkelerin piyasaları doyuma ulaşmışlar ve biz yeteri kadar mal satamaz olmuştuk. Bunun üzerine diğer az gelişmiş ülkelere uyguladığımız plânı onlara da uygulamak istedik ve serbest piyasa ekonomisine geçmelerini ve ithâlâtın serbest bırakılmasını talep ettik. Bu istediğimizi kabûl etmiş görünüyorlar, fakat işi uzatıyorlardı.

En sonunda bu ikilem yine bildiğimiz yollarla, Ordo Ab Chaos ile çözüldü. Yâni önce kaos, sonra düzen. Provokatörlerimiz aracılığıyla sağ ve sol ideoloji kavgaları başlatıldı. Aslında başında onay vermiş gibi göründüğümüz Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ülkeye uygulanan ambargo sâyesinde halk canından bezmiş, ülkede yağ ve tuz bile bulunamaz olmuştu. Karaborsacılar zenginleşirken halk iyice sefâlete düşmüştü. Ülkeye gönderilen provokatörlerimiz için bu halkı kışkırtmak hiç zor olmadı. Ülke halkı sağcı ve solcu olarak iyiye bölündü ve çatışmaya başladılar. Olaylar öyle bir dereceye geldi ki, her gün elli-altmış kişi sokak çatışmalarında ölmeye başlamıştı. Bütün ülke terör korkusu altında eziliyordu. İnsanlar akşamları sokağa çıkamaz olmuştu. Her-an bir serseri kurşuna hedef olmak vardı. Binlerce Türk genci uydurma ideolojiler uğruna can vermişti. Hükümetler birbiri arkasına iktidâra geliyor fakat olayları önleyemiyorlardı. Sonra darbe geldi ve bütün olaylar bıçak gibi kesiliverdi. Zavallı ülke-halkı bu sözde başarıyı darbenin bir netîcesi olarak gördüler. Çünkü nihâyet terörizm sona ermiş, ülkeye huzur gelmişti. Aslında provokatörlerin görevi bitmiş, sahneden çekilmişlerdi. Burada oynanan oyun, halkı umutsuz ve çâresiz bir duruma düşürmek ve onlara bir “kurtarıcı” sunmaktır; ondan sonra bu kurtarıcı ne yaparsan yapsın hemen kabullenecektir.

Askerî hükûmet bir-süre devlet yöneticiliği yaptı ve bizim belirlediğimiz bir kişiye yönetimi devretti. Bu Turgut Özal’dı. Özal, tam da bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim şirketlerimiz bu bâkir piyasaya kurtlar gibi saldırdılar. İlk önceleri fiyatları çok düşük tutarak yerli sanâyinin rekâbet gücünü düşürdüler. Ülke artık Amerikan ve Avrupa yapımı mallarla dolmuştu. Sanâyi şirketlerimiz stoklarını eritirken finans şirketlerimiz de ülkeyi artan ithâlâtı karşılayabilmeleri için yüksek fâizlerle borç batağına sürüklüyorlardı. Böylece, gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırdığımız bu ülkelerin hemen-hemen hepsinde uygulanan ve 80’li yıllarda başlatılan bu proje ile bütün ülkeler, hem bizlerden aldıkları mallarla sanâyi şirketlerimizi zenginleştirmeye devâm ediyorlar, hem de bu malların karşılığı olan ödemelerini yapabilmek için bizim finans şirketlerimizden aldıkları yüksek fâizli kredilerle, her sene artan bir borç batağına sürükleniyorlar.

Bu-arada, Özal bütün bunların yapılabilmesi için gereken kânunları yavaş-yavaş çıkarmıştı. Bu ülke vahşî kapitalist sistemle o kadar çabuk uyum sağladı ki, bizim bile düşünemediğimiz hayâli ihrâcat gibi vurgun yöntemleri keşfettiler. İnsanlar artık en kısa ve en kolay yönden servet yapmanın peşine düştüler. Rüşvet, devlet-bankalarının çeşitli entrikalarla soyulmaları, banker skandalları bir-kaç örnek. Arkadaş, dost, âile gibi kavramlar unutuldu ve sâdece parası olanlar îtibar görmeye başladı. Bu-arada, yerli sanâyi can çekişiyor, küçük işletmelerden başlayarak yavaş-yavaş büyük işletmelere doğru bir iflas-dalgası yayılıyordu. Devlet işletmeleri ise bizim istediğimiz yöneticilerin atanmaları sağlanarak zarar ettiriliyordu. Sonunda bu işletmeler ya kapatılıyor, ya da özelleştirme hikâyesiyle, ucuz fiyatlarla şirketlerimiz tarafından ele geçiriliyordu”.

Bu süreç ANAP’tan sonra Refah Partisi; bir dönem sol-milliyetçi iktidar ve en nihâyet günümüzde de iktidârını sürdüren Adâlet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile devâm etmiştir. 28 Şubat sürecini ağır bir şekilde yaşayan müslümanlar, AKP’nin iktidârı ile “mutlu-mesut”(!) bir döneme girmişlerdir. 28 Şubat sürecine kıyasla AKP’nin iktidar dönemi tabî ki de özgürlükler açısından iyidir. Özellikle ilk 5-6 yıllık yönetimleri başarılıdır. Fakat bundan sonraki yönetimleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.

Peki yeni seçimlere (2015 Hazîran) 2 aylık bir süre kala Ak Parti hükûmeti yaklaşık 13 yıllık iktidarları süresince doğru ve yanlış neler yapmışlardır? Doğru gibi görülen yanlışları nelerdir? AKP’nin gerçek bilançosu nedir? Bu yazıda bunu madde-madde eleştirel bir dille tartışacağız. Bunu yaparken adâletten ayrılmamayı temenni ediyoruz: “Ey îman edenler, âdil şâhidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kîniniz-kızgınlığınız, sizi adâletten alıkoymasın. Adâlet yapın. O, takvâya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır (Mâide 8).

1- Eğitimde AKP

2002’den bu-yana eğitim konusunda sürekli yeni şeyler yapılmış, ama bir türlü net bir model ortaya konamamıştır. Böyle bir modelin ortaya konulamamasından oluşan bir başarısızlık söz-konusudur. Sürekli ilk-orta-lise-üniversite düzeyinde yeni okullar yapılmış/açılmış olması eğitimin de “iyi” olduğunu göstermez. Eğitim demek binâ demek değildir çünkü. Binâların yenilenmesi ve yeni okulların açılması tabî ki de iyidir ama daha önemli olan, o binâların içinin en iyi şekilde doldurulmasıdır. Okullara baktığımızda öğretmen-öğrenci-yönetim kadrosunun durumunun içler-acısı olduğunu görürüz. Yönetim niteliksiz olunca öğretmenler ve dolayısıyla da öğrenciler niteliksiz bir hâle gelmiş durumdadırlar. 20 sene önce aynı-notlarla sınıfta kalınırken, şimdi aynı notlara “teşekkür” ve “başarı” belgeleri veriliyor. Çocuklar da kendilerini başarılı zannediyor. Tâ ki “büyük sınav” zamânına kadar. Bu sınavda (yüksek öğretime giriş sınavı) öğrencilerin büyük bir bölümü çöküyor. (2014’te 2 milyon kişinin katıldığı YGS’de 43 bin kişi sıfır çekti. Matematikten ise 870 bin kişi sıfır çekti). Meslek-lisesi gibi okullara gidenlerin bir iş imkânı olabiliyor ama yüksek-okulları kazanamayanlar vasıfsız bir lise-mezunu olarak ortada kalıyor.

1 milyon 260 bin kişi fenden, 870 bin kişi matematikten 1 soru bile çözemediler ÖSYM'den yapılan açıklamaya göre, sınava 1 milyon 895 bin 476 aday başvurdu, bu adaylardan 57 bin 742'si sınava girmedi. Sınavı geçerli sayılan aday sayısı 1 milyon 837 bin 344 olarak belirlenirken, 50 bin 805 adayın ise puanları 0,5'ten küçük olduğu için hesaplanmadı. Bu yıl 870 bin aday puanı hesaplanacak kadar bile matematik yapamamış. YGS'de sorulan matematik müfredâtı lisede öğretilen matematik değil, ilköğretimde öğretilen matematik. Ama buna rağmen ilkokul matematiğini yapamıyoruz. Bunun sebebi de ezberci sistem. Öğrenci, matematiği ezberlemeye çalışıyor, çalıştıkça da sonuç âşikâr oluyor.?

OECD tarafından yapılan, tüm üye ülkelerdeki eğitimin kalitesini ölçmeyi amaçlayan PISA eğitim yeterliliği testi sonuçlarına göre, Türkiye’de öğrenim gören öğrenciler 65 ülke arasında: Matematikte 44’ncü; Okuduğunu anlama ve anlatmada 42’nci; Fen Bilgisinde 43’ncü oldular.

Prof. Dr. Ali Baykal (Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eski Dekanı): “Hiç-bir şey bilmiyor değiller. Sorular zor gelmiş bâzı adaylara. Türkçe sorularının uzunluğunun da etkisi olabilir. Bir-çok aday Türkçe'ye çok vakit harcadığını söylüyor. Adaylar çalışırken büyük bir yılgınlık ve vazgeçmişlik içindeler. Adaylar umutsuzluktan yeterince çalışmıyor. Bu rakamlar çok korkutucu. Üstelik bu YGS yâni hafif ve basit olanı. Türkiye boşuna eğitim veriyor. Ne okul ne dershâne hiç-bir işe yaramıyor demek ki. Liseleri adam etmek lâzım. Liseden mezun olmayı ve değerlendirmeyi ciddiye almak lazım. Lisenin öğretmenin dersinden kurul-kararıyla geçmek olmamalı. Milli Eğitim Bakanlığı bilgisizliği, başarısızlığı, tembelliği affediyor. Yıllardır böyle devâm ediyor. Öğretmenlerin îtibârını geri vermek lâzım. Sıfır çekenlerin sayısını ilk duyduğumda inanamadım buna. Hâlâ da inanamıyorum. 870 bin kişi matematikte sıfır çekiyorsa alârm üstüne alârm vermek gerekir. Bilim okur-yazarlığı olmayan bir toplumun geleceğinden endişe etmek lâzım.

AKP döneminde eğitim konusunda iyi yönde ne oldu? Hiç kendimizi kandırmayalım. İyi bir şey olmadı. Sanki AKP döneminde yetişen insanlar dünya-çapında bilim-kültür-sanat adamları mı oldular? AKP’nin yetiştirdiği-yönlendirdiği dünyâ-çapında bir bilim-adamımız mı var? Biz sanat-adamımız (müzik-sinema-resim vs.) mı var? Hattâ AKP’nin din-kökenli olduğunu düşünürsek, dünyâ-çapında dînî bir insan mı yetiştirildi. Dünyâ-çapında bir âlimimiz mi oldu? “Eğitim-alanında AKP ne yaptı? Ne gibi başarılar elde etti” diye sorduğumda “koca bir hiç”ten başka cevap bulamıyorum.

Bedâva dağıtıldığı söylenen kitaplar, bir işe yaramadığı ve öğretmenlerin talebelerden, farklı kitaplar istemesi nedeniyle kullanılmıyor. Eğitimde Asrın Projesi” olarak nitelendirilen “Fatih Projesi”nin ürünü olan tablet bilgisayarlar da dandik çıktı ve %90’ı bozuldu. Zâten kullanılamadı da. Tabletler öğrencilerin başarısını % 20 azalttı. Talebelere birer oyuncak vermiş oldular. Allah’tan, verilen tabletler hemen bozuldu da çocuklar ellerinden attılar. Dağıtılan o kadar tablet boşa gitti.

Okullardaki ahlâki durum daha da vahimdir. Öğretmen-öğrenci ilişkileri laçkalaşmış, saygı-sevgi yok olmuştur. Okullar sigara, içki ve uyuşturucu maddelerinin başlama yeri, modanın tâkip-merkezleri hâline gelmişlerdir. Aynı-yaşta 1.000-1.200 kızlı-erkekli öğrencilerin olduğu bir ortamda başarıya-ahlâka-İslâm’a-îzâna aykırı ne varsa görülebilmektedir. Meselâ eskiden okula sigaranın sokulması bile gündem olabilirken, şimdilerde öğrenciler sigaralarını teneffüslerde okul-bahçesinde, öğretmenlerinin karşısında bacak-bacak üstüne atarak içebiliyorlar ve her-hangi bir rahatsızlık da duymuyorlar. Öğretmenler bu-durumda öğretmekten çok, maaş-sigorta-emeklilik gibi düşüncelerle işlerini yapıyorlar.

Eğitime en az harcama yapma noktasında 109 ülkeden 105. sıradayız. Ulusal gelirden eğitime ayrılan pay Dünyâ ortalaması %5.2 iken, bizde %2.2’dir. Bu-durum AKP öncesinde de çok iyi değildi ama biz AKP’nin eğitimde her-hangi bir başarısının olmadığını söylemeye ve bir şeyin değişmediğini göstermeye çalışıyoruz. Bu-konuda AKP sınıfta kalmıştır. Eğitim çökmüş vaziyettedir ve düzelmesi için parlak bir proje de yoktur.    

2- Sağlıkta AKP

Ak Partiyi destekleyenlerin ve savunanların en çok baş-vurduğu başarı-göstergesi sağlık konusundadır. Bir-kaç konuda gerçekten haklılar. Fakat sağlık konusuna bütünsel bir açıdan baktığımızda Türkiye’nin sağlık konusunda da iyi bir hâlde olmadığı görülür. Bu-konuda büyük bir yanılsama var. (Bunu 21 yıllık kronik hastalıkları olan, ve 21 yılda 100’ün üzerinde doktorla muhâtap olmuş; 100.000 adet ilaç kullanmış; 500 kez tahlil-tetkik yaptırmış; 2 kez ameliyat olmuş; 30 değişik hastahâneye yüzlerce kez gitmiş; 100 kez rapor çıkarmış bir kişi olarak söylüyorum).  

Sağlık konusunda Ak Partinin yaptığı gerçekten iyi şeyler şunlardır:

a- Hasta-hânelerde oluşan uzun ve sonu bir türlü gelmez ilaç-kuyruklarını, reçetelendirilen ilaçların Türkiye genelindeki her-hangi bir eczâneden alınmasını sağlayarak kolaylaştırmış ve böylece zâten sıkıntısı-rahatsızlığı hâd safhada olan hastaların ayakta akşama kadar beklemesini sonlandırmıştır. Yalnız bu-konuda, eskiden müşterisizlikten şikâyet eden eczânelerin “poposunu kaldırarak” onlara fazla yüz vermiştir. İşleri, 30-40 kat artan eczâneler bir de farklı katkılar istemiş ve AKP hükûmeti de bunu sağlamıştır. Bundan sâdece vatandaş zararlı çıkmıştır/çıkıyor.

b- Eskiden SSK’lılar, Bağ-Kur’lular ve Emekli Sandığı mensupları ayrı hasta-hânelere gitmek zorundaydılar. Bir SSK’lı evinin hemen yanında bir devlet hasta-hânesi olsa bile o hasta-hâneye gidemiyor, devletin kendisine gösterdiği, çoğunlukla iki vesâitte gidebildikleri hasta-hânelere gitmek zorunda kalıyorlardı. Şimdi ise artık devlet hasta-hânelerini seçebiliyor ve istedikleri hasta-hâneye gidebiliyorlar. Hele ki ilaç-raporlu hastalar bilir; en iyi şey ise hastaların evlerinin yakınlarındaki Sağlık Ocaklarına gidebilip muâyene olabilmeleri ve hattâ en çok da raporlu ilaçlarını âile-hekimlerine yazdırıp hemen yandaki eczânelerden têmin edebilmeleridir.

Yalnız burada şu eleştiriyi ve yanılsamayı (kandırmacayı) da dile getirelim: Hükûmetin dediğine göre artık sâdece devlet-hasta-hânelerine değil, özel hasta-hânelere de gidilebilecek!. Bu bir yanılsamadır ve hattâ bir kandırmacadır. Çünkü bu hasta-hânelerin kurulmasının amacı zenginlerin faydalanması içindir ve zâten her-zaman da zenginler faydalanıyor. Gariban vatandaşlar o hasta-hânelere tabî ki gedebiliyor. Kapıdan sokmayacak hâlleri yok. Kimse geri çevirmez zâten. Fakat parası ile gidiyor. Parasını ödüyor da muâyene oluyor. Değişen bir şey yok yâni. Zâten AKP’den önce de herkes bu özel hasta-hânelere gidebiliyordu ki!. “Aa, sen SSK’lısın girme” diyen yoktu. Herkes gidiyor, parasını ödüyor ve muâyenesini oluyordu. Tabi parası varsa. Ha ne oldu? Muâyene-ücretini ödeyebilenler oraya gidip muâyene olup reçetesini yazdırdığında o reçeteyi devlet katkısıyla alabilmeye başladı. Değişen tek şey budur özel hasta-hâneler konusunda. Ameliyatlara gelince.. Özel hasta-hâneler yapılan ameliyatın parasını normâl olarak alıyorlar. Hiç öyle “sigorta indirimi oluyor” falan demeyin. Olmuyor. Sâdece kâlp ameliyatlarını ve “anjiyo” gibi masrafları almıyorlar ki bu zâten AKP öncesi de geçerli olan bir durumdu. Vel hâsıl kelam vatandaşın parası yok ki bu özel hasta-hânelere gidebilsin. Ya da gidebiliyorsa zâten eskiden de gidebiliyordu. Bu-konuda bir başarıdan söz edilemez.

Ak Parti hükûmeti zamânında başlayan bir şey var. AKP öncesi; sigortalılar ve diğer çalışanlar %20, emekliler %10 olmak üzere sâdece ilaç katkı-payı öderlerdi ve başka da bir masrafları olmazdı. Şimdi ise vatandaş randevu almaktan tutun da eve gelene kadar tam 14 kalem katkı-payı ödemek zorundadır. Bu kalemler şunlardır:

1- Alo 182 randevu ücreti: 4 lira.
2- Âile hekimi muâyenesi: 3 lira.
3- Âcil serviste yeşil-alan uygulaması: 5 lira.
4- Uzman doktor ücreti: 8 lira.
5- Üniversite hasta-hânesinde uzman doktor ücreti: 15 lira.
6- Laboratuar ve tetkikler için farklar alınıyor.
7- İlaçlar yazıldığında yüzde 20 fark ödeniyor.
8- Muâdil ilaç-farkı alınıyor.
9- 3 kutuya kadar ilaç için 3 lira alınıyor.
10- 4 ilaçtan sonra ilaç-başına 1 lira fark ödeniyor.
11- Ameliyat malzemesi için ücret farkı ödeniyor.
12- Hasta-hânelerde özel oda farkı alınıyor. 50 liradan başlıyor.
13- 10 gün içinde aynı branşta farklı hasta-hâneye gidip muâyene olmanın bedeli ilâve 5 lira.
14- Âcil Serviste ilaç yazdırılması durumunda alınan ücret 5 TL.

Yâni artık sağlık paralı hâle gelmiştir. Bir haberde şöyle denir. “2014 yılının ilk 10 ayında 3 milyar 100 milyon TL katkı-payı ödendiğini belirten Türk Sağlık-Sen Genel Başkanı Önder Kahveci, Türkiye'nin toplam sağlık harcamalarının 50 milyar lira olduğu düşünülürse nerdeyse yüzde 5'lik kısmı vatandaştan katkı-payı olarak tahsil ediliyor”. 

Peki tüm bunlara rağmen Türkiye’nin sağlığında bir düzelme var mı? 22 milyon kronik hastası olan bir ülkenin sağlının iyi olduğunu söylemek dangalaklıktır. Diyabet Cemiyeti Başkanı Prof. Dr. Hasan İlkova, Türkiye'deki diyabet hastası sayısının 7 milyona yaklaştığını belirtti, "Son 10 yılda diyabet hastası sayısında yüzde 100’lük artış oldu" dedi. Kişi-başı yıllık ilaç-tüketimi 25 kutu, toplam ilaç-tüketimi ise 2 milyar kutu olan bir ülke hastalıktan kırılıyor demektir. Hastalıklar olanca hızıyla artıyor. Hastalıktan korunma politikası yok. Sağlık alanında devlet para kazanıyor ve SGK’nın kâra geçtiğinden bahsediliyor ki sosyal devletlerde SGK’nın kâr etmesi söz-konusu bile olmaz. Kapitâlist ülkelerin politikasıdır bu.

Hasta-hâne=hasta evi. Hastaneler; hasta-hâneler, yâni ”hastaların evi” hâline geldi. Şu istatistikler, insanların sağlığının bozulduğunun ve sağlık sisteminin istismâr edildiğinin çok net göstergesidir:

“2014 yılında, hasta-hânelerde toplam 392 milyon muâyene yapıldı. Hasta-hânelerde yapılan toplam muâyenenin ise 292 milyonu Bakanlığa bağlı hasta-hânelerde, 32 milyonu üniversite hasta-hânelerinde, 68 milyonu da özel hasta-hânelerde gerçekleştirildi. Bakanlığa âit hasta-hânelerde 2013 yılında 274 milyon muâyene yapılmıştı. Bu da muâyene sayısının yüzde 7 oranında arttığı anlamına geliyor.

Ameliyat olan hasta sayısı da artıyor. Yurt genelinde yataklı tedâvi kurumlarında ameliyat edilen hasta sayısı 7 yıl içinde yüzde 260 arttı.

Sağlık Bakanlığı verilerine göre, küçük, orta ve büyük olarak sınıflandırılan ameliyat sayıları toplamında 7 yıl içinde yüzde 260 artış gözlendi. 2000 yılında yapılan toplam ameliyat sayısı 1 milyon 638 bin 98 olmasına karşın, 2006 yılında ameliyat olanların sayısı 4 milyon 267 bin 423 oldu.

2000-2006 yılları arasında sınıflamalarına göre ameliyat sayıları şöyle:

Yıl          Büyük              Orta                 Küçük              Toplam

2000       743.100            549.183            345.815            1.638.098
2001       844.512            397.577            849.293            2.091.382
2002       933.009            665.353            455.289            2.053.651
2003       1.065.986         627.483            511.031            2.204.500
2004       1.346.649         731.014            632.467            2.710.130
2005       1.676.560         857.336            810.696            3.344.592
2006       2.001.323         1.071.982         1.194.118         4.267.423

Sağlık Bakanlığı’nın istatistik yıllığına göre, Türkiye’de 12 yılda tam anlamıyla bir ameliyat patlaması yaşandı. 2002’de 1 milyon 598 bin 362 olan ameliyat sayısı, 2014’te 14 milyon 742 bine yükseldi. Türk Tabipleri Birliği artışı “performans” sistemi ve “ciro” kaygısına bağladı. Verileri değerlendiren Türk Tabipleri Birliği Genel Başkanı Beyazıt İlhan, ''Veriler her 5 kişiden birinin ameliyat olduğunu gösteriyor'' dedi.

Hasta-hânelerin âcillerine baş-vuranların sayısında da artış kaydedildi.

Sağlık Bakanlığı'na bağlı hasta-hânelerin âcillerinde 2008 Kasım ayında 4 milyon 561 bin 860 muâyene yapılırken, aralık ayında bu oran yüzde 12,3 artarak 5 milyon 201 bin 371'e ulaştı. 2009 Ocak ayında ise yüzde 3,4 artarak 5 milyon 383 bin 489 oldu. Özel hasta-hânelerin âcillerinde ise 2008 Aralık ayında 329 bin 169 muâyene yapıldı. Ocak ayında bu oran yüzde 11 artarak 369 bin 858 olarak gerçekleşti.

2008 yılında (2009 Ocak ayı dâhil) Sağlık Bakanlığı'na bağlı hasta-hânelerde toplam 66 milyon 319 bin 138 âcil muâyene yapıldı. Bu sayı özel hasta-hânelerde aynı dönemde 3 milyon 506 bin 132 olarak gerçekleşti.

Sağlık Bakanlığı, Kamu hasta-hâneleri İstatistik Yıllığı 2014 rakamlarına göre 2014’te hasta-hânelerde 392 milyon muayene yapıldı. Âcillere baş-vuru, geçen yıllardaki yüzde 30 oranını korudu. Yıllıkta, “ameliyat artışı” da göze çarptı. 2002’de sâdece Bakanlık hasta-hânelerinde yapılan ameliyatlar 1 milyon 72 bin 417 iken, bu rakam 2010’da 5 milyon 658 bin 819’a, 2014’te ise 10 milyon 269 bin 694’a yükseldi. Tüm hasta-hânelerdeki ameliyatların sayısı 1 milyon 598 bin 362 iken, 2014’te 14 milyon 742 bin oldu.

Yeni modern hasta-hânelerin yapılması; hasta-hâne konforunun artması; tıbbî cihaz teknolojisinin gelişmiş olması hastalıkların da düzelmesi anlamına gelmiyor. Tam-aksine, bu yollarla yeni hastalıklar üretiliyor. Değişen şey hastalıkların azalması ve düzelmesi değil, hasta-hâne konforu ve tıbbî cihazlar teknolojisidir. Fakat bunlar tedâvi aşamasında hiç-bir işe yaramıyor. Hattâ çok da önemli olmayan hastalıkları belirlediği için hasta ve ilaç sayısını arttırarak küresel ilaç tüketimine katkı yapılıyor. Bu konuda o kadar çok zorluklar var ki bu yazının kapasitesini kat-kat aşar. Netîce olarak Ak Parti sağlık politikasında 100 üzerinden 40 ile sınıfta kalmıştır.

3- Ulaştırmada AKP

İşte! Ak Partinin yaptığı en iyi şey budur. Eski hükûmetler bir-kaç otobandan başka doğru-düzgün bir yol yapamamışken, Ak Parti bu-konuda büyük bir başarı yakalamıştır. Türkiye’nin her-yerine duble ve otoban olmak üzere kaymak gibi yollar yapmıştır ve yapıyor. (“Yollar yapıldı” derken, aslında daha çok yollar genişletilmiştir). Bu-durum yolculuğun daha risksiz ve keyifli hâle gelmesine sebep olmuştur. Geniş ve düzgün yollarda çok daha az kazâ-belâ yaşanmaya başlamıştır. Yeni projeleri de heyecan vericidir. Medeniyet için yapılan başarılı işlerdir ulaşım konusunda AKP’nin yaptıkları. Yine kara-yolarından başka; deniz ulaşımında bâriz gelişmeler görülmese de hava-yolu ulaşımında büyük başarılar vardır ve yeni projeler cesur kararların bir sonucudur. Ulaşım bir milletin medeniyetini gösteren ilk göstergelerden biridir. Bunlardan başka, şehir-içi metro ağları ulaşımı bir hayli kolaylaştırmıştır. Marmaray güzel ve başarılı bir projedir. Şehirler-arası hızlı tren ulaşımı gâyet iyi ve yerinde işlerdir. Yapılması düşünülen yeni otoyollar takdire şâyandır.

Bu-konuda da bir eleştirimiz olacak ki şudur: AKP liberâl-kapitâlist bir ideolojiye sâhip olduğu için ulaşım konusunda yapılan bâzı hizmetleri ücretlendirmiştir. Meselâ İzmir-Aydın otoyolu için ilk yapıldığında, “masrafları bitene kadar ücretli olacak, yapılan masraf toplandığında ücretsiz hâle getirilecek” denmesine rağmen böyle bir uygulama yapılmamış ve hattâ özelleştirilmek istenerek halkın tepkisi bloke edilmeye çalışılmıştır. (devletin beklentisinin daha yüksek olması nedeni ile ihâle iptâl edildi). Ayrıca İslâm fıkhında yollar hiç-bir şekilde ferdî mülkiyet yapılamaz.

  Netîcede AKP’nin gözle görülen bâriz iyi işi bu-konuyla ilgilidir.

4-Sosyâl Alanda AKP (Adâlet/Ekonomi/Siyâset/Din)

Türkiye’de bir adâletin olduğundan bahsedilemez. Adâlet yoktur Türkiye’de. Zâten İslâm-hukûkundan başka hiç-bir şey adâleti tam olarak sağlayamaz. Kapitâlist adâlet anlayışı kast sistemine sâhiptir. Gelire göre olan bir adâlet anlayışı vardır. Kendini maddî-mânevî savunamayacak olan gariban halk, “sözde adâlet” olan adâletsizlikten en çok olumsuz etkilenen kesimdir. Bir-türlü ideâl seviyesine getirilemeyen adâlet-sistemi, güvenliksiz, haksız, endişeli, eşit olmayan bir Türkiye meydana getirmiştir. Ak Parti politikaları bunu düzeltmek bir-tarafa daha da derinleştirmiştir. Nasıl bir yol izleyeceğini bilememektedir. Mahkemelerde verilen kararlar bir deliyi bile güldürecek/korkutacak/şaşırtacak niteliktedir.

Genelde hemen-hemen tüm Dünyâ’da, özelde Türkiye’de adâlet “mülkün temeli” olmaktan çıkmış, zulme dönüşmüştür. Bunun acısını en çok da her-zamanki gibi alt-sınıftaki halk çekmektedir. Adlî/hukûki/ekonomik/sosyâl adâlet yerlerde gezmektedir Türkiye’de. Asgari ücret ile cumhurbaşkanı maaşı arasında 40 kat fark varken (949 ile 40.000); asgari ücret emeklisi ile cumhurbaşkanı emeklisi arasındaki fark 16 kattır (1.000 ile 16.000).

“Ki onlar, insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar. Onlara ölçtüklerinde veya tarttıklarında eksiltirler” (Mutaffifîn 2-3). Faturaları/vergileri alırken ve bunlara zam yaparken bol-bol yaparlar ve tam alırlar, ama iş vermeye gelince nasıl kısacaklarını şaşırırlar. Meselâ bir zam yaparken üç-beş kuruşu zor verirler.

20-25 liralık zammı matah bir şey zanneden hükûmet ve diğer vekiller, kendilerine gelince tam 30 kat farkla 750 lira zam yapabiliyor. Emeklilerine kezâ öyle. AKP döneminde ekonomik alanda adâletsizlik “pik” yapmıştır ve zulme dönüşmüştür. Bu-kadar bâriz adâletsizlik olmaz. Yine; parası olan istediği gibi sağlıktan faydalanabilirken, gariban halk, sağlık-ocaklarından ilerisine gidemiyor. Zenginler, çocuklarını özel-okullarda okutarak ve özel dersler aldırarak istediği yüksek okulu kazanmasını sağlayıp iyi ve bol kazançlı bir iş edindirebilirken, fakir halk, lise-sonda yolda kalıyor. O da zorunlu olduğu için. Zenginlerin zenginliği her geçen gün artarken, gariban daha da yoksullaşmakta ve düzelecek bir durum da gözükmemektedir. Gariban (gerçi gezmeye gidemiyor ya) bir yere giderken ya bisiklet ile ya da halk-otobüsleri ile gitmek zorundayken, zengin, son-model arabalarıyla istediği gibi gezmektedir.

Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, Türkiye'deki hane sayısı 19 milyon 481 bin 678, ortalama hane-halkı büyüklüğü ise 3,8 oldu.

TÜİK’in 2006 ve 2013 yılı verileri karşılaştırıldığında AKP döneminde ekonominin kimin lehine büyüdüğü ortaya çıkıyor. Türkiye’de maaş ve yevmiyeyle evini geçindirenlerin sayısı 2006 yılında 9 milyon 88 bin 235 iken, 2013’de bu sayı 12 milyon 11 bin 360 kişiye çıktı. Ancak bu artışa paralel ülkede aylık olarak ödediği borcu bulunanların sayısında da artış yaşandı. 2006’da 36 milyon 47 bin 323 kişi borç taksiti öderken, 2013’te bu sayıda 12 milyon 224 bin 555 kişilik artış yaşandı ve borçlu sayısı 48 milyon 694 bin 878 kişiye çıktı. Çalışan yoksulluk var.

Türkiye’de 46 bin kişi ayda 73 lirayla, 1.6 milyon kişi ise ayda 146 lirayla yaşıyor.

TÜİK verilerine göre; ülkede 21 milyon 815 bin 901 kişi ısınma ihtiyacını kendi gücüyle karşılayamıyor. İki günde bir beyaz veya kırmızı et yiyemeyenlerin sayısı 58 milyon 448 bin 745. Mobilya ihtiyâcı olmasına rağmen 56 milyon 215 bin 35 kişi de mobilyasını yenileyemiyor. Evinden uzakta tâtil yapamayanların sayısı 58 milyon 448 bin 745.

Konut satışlarının rakamı 2013 yılında 1 milyon 157 bin 190’ı bulmasına rağmen, hâlen kirâda oturanların kişi sayısı 45 milyon 195 bin 399. Evinde  sızdıran çatı, nemli duvarlar, çürümüş pencere çerçevesi gibi sorunları olanların sayısı 29 milyon 559 bin 429, izolasyondan dolayı ısınamayanlar da 31 milyon 420 bin 854 kişi.

Türkiye’de en yüksek gelire sâhip yüzde 20 ile en düşük gelire sâhip yüzde 20’lik dilime sâhip kesimler arasında 8 kat fark olduğunu anımsatan Şükrü Erkoca “Bilimsel araştırmalara göre en yüksek gelirli grup ile en düşük gelirli grup arasındaki fark 8 katı aştığında sosyal patlamalar yaşanıyor. Türkiye son yıllarda sosyal patlama eşiği sınırında seyrediyor” dedi.

Erkoca, “Türkiye’de hane-halkı başına düşen ortalama yıllık kullanılabilir gelir, yüzde 20’lik geliri en yüksek kesimde 27 bin 624 lira iken yüzde 20’lik geliri en düşük kesimde yıllık ortalama 3 bin 468 liradır. Yâni Türkiye’de yaklaşık 15 milyon 200 bin kişi aylık ortalama 289 lira ile geçimini sağlamak zorundadır. Bu durum yoksulluk sınırının boyutlarının çok daha büyük olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’de illere göre değerlendirme yapıldığında yıllık geliri ortalama 79 bin 523 lira olan kişiler bulunmaktadır. Buna karşın aylık 289 lira ile bütün ihtiyaçlarını karşılamak zorunda kalan 15 milyon 200 bin vatandaşımızla en zengin kesim arasındaki ekonomik bağlar kopma noktasına gelmiş, yaşam tarzı, toplumsal kesimler arasında çok büyük farklılıklar göstermeye başlamıştır” diye konuştu.

2002 yılında Türkiye’de “milyar-dolar zengini” sayısı sâdece 5 iken, 2013 sonunda bu rakam 36’lara kadar çıkmıştır. Üstelik 2013-2014 yılı arasında bu kesim servetlerini % 25 arttırmıştır. Gariban ise o yıl sâdece %6 zam alabilmiştir ki çok da işe yaramayan bir paradır bu. Demek ki AKP hükûmeti garibanı ezerken, zenginleri daha da zenginleştiren bir politika benimsemiştir.

Credit Suisse, en tepedeki yüzde 1’in, servetin yüzde 54’üne sâhip olduğunu söylüyor. Ama daha ilginci, 2000’li yılların başında bu oran yüzde 40 kadarken 10 yılda 14 yüzde puan yükselmesi. Araştırılan ülkeler içinde yüzde 1’in servet payının çok hızlı artan az sayıdaki ülkeden biri olduğumuz görülüyor.

Adliyeler, alacak-verecek-iflâs ve hakaret dâvâlarından geçilmiyor.

Adlî durumlarda zenginler avukat ve avukatlar tutarak kendilerini en iyi şekilde savunabilirken, gariban halk birilerinin olmayan vicdanlarına ve sonsuz duâlara sığınmak zorunda kalıyor. (Duâya sığınmak yüce bir yönelmedir). AKP hükûmeti zenginlere ve kendi adamlarına özel davranıyor. Kendi vekillerinin-bakanlarının yolsuzlukları çok açık olduğu hâlde yargılanmasına bile izin vermiyor.

Bu konuda bir hadis ve bir âyet verelim:

Rivâyete göre bir-gün Kureyş asillerinden Fâtıma adında bir kadın hırsızlık yapmıştı. Cezâsı elinin kesilmesi olan bu suçun affı için Üsâme bin Zeyd araya girip kadının affını istedi, çünkü o bir “asil-zâde”ydi. Bu istek kendisine çok ağır gelen efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ise şöyle karşılık vermişti:

“Ey insanlar! Sizden evvel yaşamış toplumların neden dolayı yollarını şaşırıp saptıklarını biliyor musunuz? Asil-zâdeleri bir hırsızlık, haksızlık yaptığı zaman onu affeder, zayıf ve kimsesizleri bir suç işler, bir şey çalarlarsa onları cezâlandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, böylesine kötü bir hırsızlığı, suçu, Mahzum kabilesine mensup Fâtıma değil, kendi kızım Fâtıma yapmış olsaydı, kesinlikle onun elini de keserdim” (Tirmizî, Hudûd: 6; Ebû Davud, Hudûd: 15).

“Ey îmân edenler! Haktan yana olup var-gücünüzle ve bütün işlerinizde adâleti gerçekleştirin. Allah için şâhitlik eden insanlar olun. Bu hükmünüz ve şâhitliğiniz isterse bizzat kendiniz, anneniz, babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun; çünkü Allah her ikisine de sizden daha yakındır. Onun için, sakın nefsinizin arzusuna uyarak adâletten ayrılmayın. Eğer dilinizi eğip bükerek gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büs-bütün şâhitlikten kaçarsanız, iyi bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır” (Nîsa 135).

Yine, “seçme ve seçilme hakkı var” denmesine rağmen zenginler bundan istedikleri zaman faydalanabiliyorlar ama gariban halk daha milletvekili olmak için ödenen adaylık parası olan (haraç) 5.000 lirayı bulamıyor ki aday olsun da kazâ ile de olsa vekil olabilsin ve yönetime katılabilsin. Siyâsete 4-5 yılda bir oy vermek için katılmaktan başka hiç-bir dahli olmuyor ve bu oyu da öz-irâdesiyle vermiyor aslında. Oyunu kendisine dayatılan ve sunulan kişilere vermek zorunda.   

Geriye garibana sâdece “din” kalıyor ki o da devletin izin verdiği kadar. Devlet izin verse de baş-örtüsü takabilse. Dikkat edin! taktığı-takacağı baş-örtüsü Allah’ın emri olan baş-örtüsü değil, AKP’nin izni ve emri olan baş-örtüsüdür. Allah’ın emri olan örtü değil, Tayyib’in ve kapitâlizmin müsâde ettiği örtüdür. Çünkü dînini de istediği gibi yaşama hakkı yok kişinin. Allah’ın izin vermesi ve emretmesi yetmiyor. Esas devletin izin vermesi gerekiyor. Kısaca, adâletin şirâzesi kaymış olduğundan hiç-bir yerde işlemiyor. Söke-söke almadan devlet hiç-bir hakkı vermiyor. AK Parti hükûmeti de bu konuda “iyi” olarak bir şey yapmadığı gibi bu zorluğu daha da derinleştirmiştir. Liberâl, kapitâlist, “Demokratik Ilımlı İslâm Projesi”nin Türkiye ayağı olan Ak Parti merkezli bir din ve Kur’ân anlayışı hâkim oldu. Allah Kur’ân’da: “Ey îman edenler, Allah'tan sakının ve eğer inanmışsanız, fâizden arta-kalanı bırakın. Şâyet böyle yapmazsanız, Allah'tan ve Resûlünden size karşı savaş başladığını bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermâyeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz” (Bakara 278-279) derken; Tayyib Erdoğan “fâiz bir Dünyâ gerçeğidir” diyerek fâizi meşrûlaştırabiliyor ve Kur’ân’ın açık hükmünü göz-ardı edebiliyor. Yine AKP’li bir milletvekîli Tayyib Erdoğan için: “Allah'ın bütün vasıflarını toplamış bir lider” diyerek onu ilahlaştırabiliyor. Tayyib Erdoğan’ın “üç çocuk” tavsiyesine (ya da emrine) inanın binlerce kişi uydu. Hattâ komik bir durum; aralarında husûmet başlamadan önce “cemaat”ten bâzı kişiler de bu “üç çocuk” tavsiyesine uymuşlardı. Kendilerini ona uymak zorunda hissetmişlerdi demek ki. Evet; AKP bu-gün din-dışı kutsallığın konusu olmuş durumda.

Günümüzde müslümanlar “sünneti uygulamak” konusunda çok zayıf kalıyorlar. Bunun nedeni; târikatlarda şeyhlerinin; cemaatlerde hocalarının; partilerde ise lîderlerinin sünnetini uyguluyor oluşlarıdır. Günümüz müslümanlarının büyük çoğunluğu Peygamberimizin sünnetini uygulamazlarken, hattâ sahih hadis-sünnetleri bile eleştirirken, “Erdoğan-AKP sünnetini” uygulamak için bir-birleriyle âdeta yarış içindeler. Bunun nedeni, Peygamberimizin sünnetinin “bedel” istemesi, modern hayattan ferâgat beklentisi nedeniyledir. Peygamberimizin sünneti uygulanmazken, Erdoğan-AKP sünnetinin uygulanıyor olması, Erdoğan-AKP sünneti ile Peygamberimiz’in (sav) sünnetlerinin bir-biri ile çelişiyor olmasındandır. Böylece “gerçek sünnet”e karşı bir mesâfe koyuyorlar.

AKP “gömlek değiştirdiği” için ve İslâm’a göre davranmayacaklarını söyledikleri nedeniyle onun yaptıkları-yapmadıkları İslâm’a mâl edilemez. AKP’ye sâdece: “Siz eski İslâm’cı olduğunuz ve eski söylemleriniz bu yönde olduğu hâlde niçin İslâm’a göre davranmıyorsunuz?” diye sorulabilir.

Türkiye, 1980’de başlayan bir projenin liderliğini yapıyor. Ilımlı İslâm Projesi. Bu proje AKP döneminde de sürâtle devâm ediyor. Bu lânet projeye en büyük katkıyı AKP ve Erdoğan veriyor. Bunun ne denli zararlı bir anti-İslâm projesi olduğunu fark edememiş olacak ki, bu desteği gururla anlatıyor ve açıkça diyor ki: “Türkiye’nin orta-doğuda bir görevi var. Nedir o görev?. Biz geniş orta-doğu ve Kuzey Afrika projesinin eş-başkanlarından bir tânesiyiz ve bu görevi yapıyoruz biz” demişti bir-çok kez.

AKP, politikalarıyla ve tedbirsizlikleriyle dîni ve dindarları yozlaştırdı. Adem Çaylak şöyle der:

“İçsel ve zihinsel arınma yaşanmadığı, kendinden öncekileri milliyetçi, devletçi ve pragmatist refleksle hareket edildiği müddetçe Türkiye, post-Kemalist din soslu “Akkurt”çu muhâfazakârlığın pençesinde, müslümanlığın izzetli duruşunu ortadan kaldıracak gelişmelere gebedir.

İbn Hâldun’un sözleri ile söyleyecek olursak; maalesef “yenilenler, yenenleri taklit etmektedir”. “Seküler Kemalizm”in jakoben ve otoriter içerikli “Çankaya”sı ilgâ edilirken, post-Kemalist muhâfazakârların eliyle, biçimsel anlamda olmasa da mâhiyet îtibâriyle kendisinden önceki muktedirlere özenen “Aksaray” inşâ edilmesi, devletleşen CHP zihniyetinde olduğu gibi “devletleşen bir AK Parti” gerçekliğine ideolojik ya da çıkar gereği râm olan bir tür “İslâm’cılık” ortaya çıkarmıştır. İslâm’cılığın muhâlefette iken iktidâr ve devlete ilişkin söylemi, iktidâr güç ve nîmetleri ile buluştukça erimiş ve “Saray” tarafından yutulan bir tür tatlı-su İslâm’cılığı ortaya çıkarmıştır. Bu bakımdan aslına bakılırsa, 28 Şubat darbesinin zılgıtını yemiş başta müslüman ve muhâfazakârlar olmak üzere pek-çok toplum-kesiminin desteğini yaptıkları araştırmalarla fark eden küresel güçlerin Ortadoğu’ya ilişkin çıkarları muvâcehesinde Ak Parti’ye “oy”namasını, iktidârı güçlendikçe kendileri için bir fırsata çevirmek isteyen müslüman kesimin, Ak Parti’nin yarattığı ve yol açtığı “saray” kültürüne teslim olduğunun bir karînesidir. Ak Parti’yi var eden daha özgürlükçü yönelimden, devleti ele geçirdikçe kendi durumunu muhkem hâle getirmek amacıyla vaz-geçen “Ak Parti iktidârı”, kamu düzeni adına “atın izinin itin izine” karıştırılacağı “güvenlikçi” bir atmosfere salınmakta ve aslına bakılırsa ilerisi adına kendi ayağına kurşun sıkmakta ve dinamit yerleştirmektedir”.    

Fâruk Köse:

“AKP döneminde İslâm’i duyarlılıklar son-derece zayıfladı. Öyle bir ortam oluştu ki; İslâm’i duyarlılıklar hem inanç, hem ibâdet, hem yaşantı açısından bozuldu. Meselâ baş-örtüsü serbest kaldı ama tesettür ortadan kalktı. Öyle bir tür gelişti, başı kapalı, ama af-edersiniz, kıçı açık ahlâksızlar türedi. Bence tamâmen açık olan bir kişi bu tür kişilerden daha saygındır.

CHP iktidarda olsaydı, bizlere bu kadar hak vermeyebilirdi ama, müslümanların hayâtında da bu kadar yozlaşma olmazdı. AKP’yle birlikte bizim kitle şöyle bir rehâvete kapıldı: “Biz AKP’yi iktidâra getirdik, her-şeyi onlar halletsin.” İnsanlar kimliklerine sâhip çıkmak için karşı çıkabilecekleri bir şey bulamadı, çünkü karşılarında kendilerinden gördükleri insanlar vardı. Bunların (AKP’nin) hâlledemedikleri de, hâlledilmiş hânesine yazıldı. Algılar değişti. Gerçi Erdoğan “İslâm’i bir parti değiliz” ifâdesini sık-sık kullandı, insanları kandırmadı aslında. Ama toplum kendini kandırdı. Zamanla parti de bu söyleminden vazgeçti” der.

“Böylece biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hîleli- düzenler kursunlar diye- oranın suçlu-günahkârları kıldık. Oysa onlar, hîleli-düzeni ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna varmazlar” (En-âm 123).

“Sosyâl alanda iyi politikalar ve uygulamalar yapıldı” gibi gösterilen AKP hükûmetinin politikaları ulaşım ve sağlık alanında bir-kaç iyi şeyle sınırlıdır. Bunun dışındakiler aslında iyi paketlenmiş kötü politikalardır. İnsanlar psikolojik olarak güce karşı meyillidir ve onu desteklemek ister. Bu-durum aşırı bir hâle geldiğinde halk artık neyi savunduğunun bile farkına varamayacak duruma düşer. Her-zamanki küçük ve mutlu kesim için işler zâten her-zaman yolundadır ama gariban halk AKP’yi niçin desteklediğini aslında bilmez. Kulaktan-dolma bilgilerle aynı terâneler ve replikler tekrarlanarak bir sinerji oluşturulur ve devran dönmeye devâm eder. Liberâl, kapitâlist,  konformist zihniyete sâhip olan AKP’yi (sâdece AKP değil, demokratik sistem bu şekilde olmaktan kurtulamaz) bu partinin başta ekonomik olmak üzere genel ideolojisinden yararlanan ve memnun olan zengin varlıklı kesim hadi destekliyor. Bunu gâyet iyi anlayabiliriz. İyi de gariban halka ne oluyor? Neden destekliyorsunuz? Sizin için ne değişti ve değişiyor ki? Yaşam-standartınızda bir değişiklik yok ki! Size ne oluyor? İşte bunun sebebi aslında CHP’dir. Tek-parti döneminde kötü durumun suçlusu olarak gördükleri için, özellikle İslâm’i kesimi öyle bir bunalttılar ki, Menderes’le başlayan “furya” hâlâ kesilmedi. Gariban-emekçi halk hâlâ o günleri hatırlayarak bu zihniyetteki partileri destekliyor. Halk oldum-olası hiç-bir zaman sıkıntıdan kurtulup hayâtı doğru değerlendirme durumuna gelemediği için bu furyanın etkisiyle desteğe devâm ediyor. Bir-iki çok da fazla önemli olmayan nedenden dolayı bu kadar bağlılık mı olur? Hele ki müslümanlar! adâleti merkez almanız gerekirken, ismi adâlet olan ama aslında adâleti sağlayamayan bu partiyi hangi kıstasları ölçü alarak destekliyorsunuz? Bu partiden maddî fayda elde edenleri anlıyoruz. (AKP ve bu gibi partiler sermâyenin çıkarlarını korumayı en birinci görev bilirler). Bu faydayı sürdürmek için destekliyorlar. Ama başta müslümanlar olmak üzere mazlum halkın desteği ölçüsüz, kritersiz bir destektir. 13 yıllık AKP politikaları, bu politikaların hayattaki karşılığına bakmadan yapılan desteklerdir.

Bâzı istatistikler vererek AKP’nin politikalarının hayâta nasıl yansıdığını, hayatta nasıl mâkes bulduğunu görelim:

a- Ahlâk

İktidardaki parti olan AKP her-şeyi iyi(!) yapıyor da, iyi yapmadığı şeyler ne olacak?. Bâzıları değerlendirmelerini sâdece “maddî olan” üzerinden yapınca, yapılan onca işlerin kötü sonuçlarını göremiyorlar ve de görmek istemiyorlar. İstatistiği sâdece ekonomik yönden değerlendirmek bir hastalık hâline geldi. Bir değerlendirme yapılacağı zaman hemen, yapılan maddî şeylerin hesâbı ve bilançosu ortaya atılıyor. İyi de bu yapılanların bedeli nedir, faturası kime çıkarılmıştır ve bunlar yapılırken gözden kaçanlar nelerdir?. Meselâ İslâm’a göre insanın ayırıcı özelliği olan “ahlâk”tan ne haber?.

Başbakanlık İnsan Hakları Kurulu’nun 2010 yılında yaptığı bir araştırma var. Bu araştırma ve sonuçları mecliste ateşli bir şekilde tartışılmıştı. Buna göre; 2002 yılında 25.000 (yirmibeşbin) olan “hayat kadını” sayısı 100 bini geçmiş durumdadır. Ekonomide pembe tablolar çizmek, rakamlara takla attırmak gittikçe artan fuhuş sektörünün bu hükûmet döneminde ulaştığı zirveyi gizlemeye yetmiyor. Daha da vahimi, 40 bin kadın da vesîka alabilmek için genelevlerin kapısında bekliyor. Bunlar resmî veriler. Bu rakamlar devletin telaffuz ettiği rakamlar. Ekonomi bozuldukça “hayat kadını” sayısı da artmış.

AKP’nin başa geldiği 2002 yılında ülke nüfusu 68-69 milyon iken, vesîkalı hayat-kadını (fâhişe) sayısı 25.000 idi. 2014 yılında nüfus 78 milyona ulaşmasına yâni %12-13 artmasına rağmen, 2014 yılında vesîkalı hayat-kadını sayısı %400-500 artarak 100.000 sayısını aşmıştır. Bu rakam gayr-ı resmî olarak 300.000’dir. Bu kadınlar sâdece zevk nedeniyle mi bu işi yapıyorlar?. Tabî ki de hayır!. İnsanlar ya yaşamak için ya da kıyas yaptıkları görece iyi yaşama ulaşmak için bu seviyesiz işi yapıyorlar ve yapmak zorunda bırakılıyorlar. Bir kadının fâhişelik yapmasının iki nedeni olabilir; ya ahlâkı bozulmuş ve mâlûm yollara düşmüştür, yada geçim zorluğuna düşmüş ve mecbûren o yola girmiştir. Bülent Arınç’ın da dediği gibi; “AKP mânevî alanda başarılı olamamıştır. Eğer AKP hükûmeti iffet kavramına otoyol, demiryolu, gökdelen yapımı kadar önem vermiş olsaydı, şüphesiz tablo bu denli vahim olmayacaktı”.


Bir ülkede ahlâk bozulmuşsa, her-şey bozuk demektir. Ahlâkın bozuk olduğu yerde hiç-bir şey iyi ve düzgün olmaz. 

b- Âile

Özellikle ekonomi politikaları yüzünden evlenmeler bâriz azaldı ve boşanmalar ise katlanarak arttı/artıyor. 10 yıl önce Türkiye Dünyâ’da boşanma sıralamasında son sıradaydı. Şimdi ise neredeyse başa güreşiyor. Adâlet bakanı Sâdullah Ergin, boşanma dâvâsı sayısının 2002'de 153 bin 409, 2012 yılında ise 190 bin 564 olduğunu açıkladı. Türkiye’de evlenme–boşanma araştırmasının sonuçlarını açıklayan Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’nun tespitine göre, 2011 yılında İzmir’de 31.756 evlenmeye karşın 11.149 boşanma gerçekleşmiştir. Araştırmaya göre İzmir, 2011 yılında Türkiye’de en fazla boşanma olaylarının yaşandığı il olmuş. Hâlbuki AKP iktidârı döneminde nüfus sâdece % 10 artmıştır.

Türkiye’de huzur-evi sayısı yüzde 500 arttı. Başbakanlık Sosyâl Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan derlenen verilere göre, 2000 yılında Türkiye’de özel sektöre âit yalnızca 19 huzur-evi varken, bugün özel sektöre âit huzur-evlerinin sayısının 119’a yükseldiği tespit edildi. SHÇEK verilerinden derlenen bilgilere göre, ticâri bir sektör hâline gelen özel huzur-evlerinin, Türkiye’de 1990 yılından îtibâren hizmet vermeye başladığı görüldü. Türkiye’de 2000 yılına kadar sadece 19 özel huzur-evi vardı. Bu huzur-evlerinin sayısı 2000 yılından îtibâren artmaya başladı. 2004 yılının sonunda açılan huzur-evi sayısı 52’ye ulaştı. Bugün ise bu rakam 154 olarak kayıtlara geçti.

c- Tutuklu ve hükümlü sayısı

Adâlet bakanı, cezâ infaz kuramlarında 31 Aralık 2002 târihi îtibârıyla 24 bin 621 tutuklu, 34 bin 808 hükümlü; 31 Aralık 2012 târihi itibârıyla da 31 bin 707 tutuklu, 104 bin 313 hükümlü bulunduğunu söyledi. Hâlbuki AKP iktidârı döneminde nüfus sâdece % 10 artmıştır.

İyi durumda olan bir ülkede hırsızlık olmaz. Hırsızlık konusundaki veriler ülkenin iyi bir durumda olmadığını gösteriyor: İç-işleri Bakanlığı verilerine göre, yurt genelinde 2008'de 256 bin 562 olan hırsızlık suçu, 2009'da 304 bin 570'e, 2010'da 344 bin 87'ye, 2011'de 351 bin 838'e ve 2012'de 405 bin 405'e yükseldi.

İnsanlar yaşadıkları ülkede refah içinde yaşamış olsa, bâzı hastalık durumları hâriç (kleptomani), kimse hırsızlık yapmaz. Hırsızlığın artması, ülkenin durumunun kötüye doğru gittiğini göstergesidir.

d- Esnaf ve sanatkârın durumu

AKP iktidârının son 9 yılında toplam 1 milyon 145 bin 641, yılda ortalama 135 bin esnaf ve sanatkâr mesleği bırakarak sicil-kaydını sildirdi. Sayıları 1 milyon 510 bin 945 olan mevcut esnaf ve sanatkârlar, âileleriyle birlikte düşünüldüğünde ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 10’unu oluşturuyor.

e- Sigara, âlkôl, uyuşturucu

Ülkemizde 18 milyon civârında insanın sigara içtiği belirtildi. Ülkemizde yetişkin her 100 erkeğin 65’i sigara tiryâkisidir. Türkiye Sigarayla Savaş Derneği Genel Başkanı Dr. Mustafa Aydın, okul dönemi başlarken ebeveynleri uyarıyor. Alınan yasal tedbirler sâyesinde ülkemizde sigara tüketimi her geçen yıl düşüş gösteriyor. Ancak sigara kullanım yaşı ortaokul seviyelerine kadar indi. Kadınlarda sigara içme oranının %100 arttığını aktaran Aydın, sigara tiryakiliği artış hızında kadınların erkeklerden önde olduğunu belirtiyor.

Dünyâ Bankasının 1999-2000 yıllarında yaptığı sigara araştırmasının sonuçlarına göre, sigara kullanımı son on yılda Dünyâ’da % 4,12 azalırken, Türkiye'de ise % 52,18 oranında arttı.

AKP döneminde uyuşturucu kullanım yaşı 15’e kadar düştü. Uyuşturucu illetinden kurtulmak için AMATEM’e baş-vuranların sayısı, 2004 yılından bu yana yüzde 1.781 arttı. Bonzai, lise ve ilkokullara kadar girdi.

Alkol kullanımı arttı. Bu artış eski ulaştırma bakanı Binali Yıldırım’ın “Tekirdağ’da rakı fabrikası sayısını 2’den 18’e çıkardık” açıklamasıyla doğrulanmış oldu. Hâlbuki AKP iktidârı döneminde nüfus sâdece % 10 artmıştır.

f- İntihar oranları

AKP döneminde intihar olaylarında yüzde 40’lık artış yaşanmıştır. Ülkemizde intihar edenlerin sayısı her geçen yıl artarken bu sayı ürkütücü boyutlara ulaşmıştır. İstatistiklere göre ülkemizde intihar olaylarının nedenleri arasında banka borçları, âile geçimsizliği, geçim zorluğu, ticari başarısızlık gibi nedenler ilk sıralarda yer almaktadır. 2012 yılı verilerine göre kredi-kartı borcu sebebiyle son 8 yılda 200 kişi canına kıymıştır. 10 yılda ise 934 asker, 325 polis ve 34 öğretmen intihar etmiştir. Türkiye’nin intihar olaylarında Dünyâ’daki sıralaması ise 79’dur. Uzmanlar, genel şiddetin artması, ekonomik sebepler ve meslekî sıkıntıların intiharı tetiklediğine dikkat çekmektedir.” "2002-2012 yılları arasında 30. 587 kişi intihar etti. İyi yönetilen ve halkın da mutlu olduğu ülkede intiharlar bu kadar artar mı? Hâlbuki AKP iktidârı döneminde nüfus sâdece % 10 artmıştır.

g- Yoksulluk

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Türkiye’de hiç yoksul yokmuş gibi göstermeye çalışırken durumun tam tersi olduğu belirlendi. AKP döneminde yoksul sayısının en az 545 bin ile 1.5 milyon kişi arasında arttığı saptandı.

Türkiye’de korkunç boyutlarda bir gelir-dağılımı adâletsizliği yaşanıyor. TÜİK’in en son Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması 2012 yılındaki durumu yansıtıyor. Buna göre en üstteki yüzde 20’lik nüfus-diliminde yer alan hâne halkları, toplam gelirin yüzde 46.6’sını alırken, en alttaki yüzde 20, gelirden sadece yüzde 5.9 pay alabiliyor. En üstteki ile en alttaki arasında 8 katlık bir gelir farkı var. En varlıklı yüzde 20’lik nüfus gelirin yarıya yakınını elde ederken, nüfûsun yüzde 80’i kalan yarısını paylaşıyor.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Fâruk Çelik’in verdiği bilgiye göre; Türkiye’de yaklaşık 5 milyon kişi asgarî ücretle çalışıyor. Çalışma Bakanı, MHP Ankara Milletvekili Özcan Yeniçeri’nin 2002-2014 yılları arasında asgarî ücretle çalışan vatandaşların sayısına ilişkin soru önergesini yanıtladı. Çalışma Bakanı’nın verdiği bilgiye göre asgarî ücretle çalışan kişi sayısı 2002’de 2 milyon 795 bin 745, 2014 Temmuz ayı îtibârıyla 4 milyon 970 bin 737 oldu. Yâni AKP döneminde köle (asgarî ücretli) sayısı 2 milyon kişi (% 80-90) arttı. Hâlbuki nüfus sâdece % 10 arttı bu zaman-aralığında.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, asgarî ücret 800 TL iken: "800 lira büyük para. Geçinilmez diye bir şey yok. Geçinirsiniz. Geçinemez diye bir şey yok, tabi geçinirsiniz. Niye geçinemeyeceksiniz? Eğer ona mahkûmsanız 800 lira da büyük paradır. Geçinirsiniz. Netîce îtibârıyla peynirin kilosunun fiyatı belli, ekmeğin fiyatı belli, yediğiniz zeytinin fiyatı bellidir. Bunu istismar etmemek gerekir” demişti. Bunu söyleyen kişiye ne denir ki?

Gelirin yarısı nüfûsun yüzde 20’sine âit 2012 îtibâriyle yoksul zengin arasındaki fark 14 katın üzerinde gerçekleşti. Yâni gelir dağılımı bu dönemde düzelmek bir-yana, biraz daha bozuldu.

Nüfûsun yüzde 40.6’sının konutunda “sızdıran çatı, nemli duvarlar, çürümüş pencere çerçevesi” gibi sorunlar var. Konutunda izolasyondan dolayı ısınma sorunu yaşayanların oranı önceki yıla göre 5 puan artarak yüzde 46.6’ya ulaştı. Nüfûsun yüzde 27.4’ü oturduğu konutta odaların karanlık olması veya yeterli ışık alamaması gibi sorunlar yaşıyor. Nüfûsun yüzde 61.3’ü hânesinin taksit ödemeleri ve borçları (konut alımı ve konut masrafları hâriç) bulunuyor. Nüfûsun yüzde 85.9’unun “evden uzakta bir haftalık tâtil” yapacak parası bulunmuyor. Nüfûsun yüzde 61,8’i “beklenmedik harcamalarını” ve yüzde 78,8’i “yıpranmış ve eskimiş mobilyalarını yenileme” ihtiyâcını ekonomik nedenlerle karşılayamayacak durumda. İki günde bir et, tavuk ya da balık içeren yemek masrafını karşılayamayanların oranı yüzde 43.9’a ulaşıyor. Hâne-halklarının yüzde 35.1’i kendisine yeni giysiler alamıyor.

Gelir-dağılımındaki bu dengesizliğin yıllardır neredeyse hiç değişmediği dikkati çekiyor. En yoksul yüzde 10’luk nüfûsu barındıran hâneler, AKP’nin iktidarda ilk yılı olan 2003 yılında toplam gelirden yüzde 2.3 pay almıştı. Bu pay 2006’da yüzde 1.8’e kadar düştükten sonra izleyen dönemde yüzde 2’nin biraz üzerinde seyretti, 2010, 2011 ve 2012 yıllarında yüzde 2.2 olarak gerçekleşti. Buna göre en yoksul yüzde 10’luk nüfusun toplam gelirden aldığı pay 2003’tekinin de altında bulunuyor. 2003-2012 döneminde en varlıklı yüzde 10’luk kesimin gelirden aldığı pay ise neredeyse hiç değişmeyerek yüzde 33.2’den yüzde 31.1’e geldi.

AKP’nin, gelir-dağılımını iyileştirmek, yoksul sayısını azaltmak gibi bir hedefi de olmadı, aslında bu çarpıklık onun işine de yaradı. Çünkü AKP, yoksulluktan beslendi, yoksul milyonların bu durumunu istismâr edip, oya tahvil etmeyi tercih etti. Yoksul halkı erzak-kömür yardımlarıyla kendine bağımlı yapıp oylarını almaya devâm eden AKP, onun hep yoksul ve kendine bağımlı kalmasını, iktidârının devâmının garantisi olarak gördü.

AKP döneminde zenginler zenginliklerine zenginlik katmışlardır. Bu, fakirlerin daha da fakirleştiği anlamına gelir. Zîrâ zenginlere doğru kayan para uzaydan gelmiyor. Bu konuda en çok da zenginlerin “modern tefecilik kurumları olan bankalar”ın zenginleşme istatistiği dikkat çekicidir. İbrâhim Kahveci:

“2003’de Türkiye’nin millî geliri 455 milyar lira; aynı târihte bankaların serveti ise 66 milyar lira idi. 5 yıl sonra 2008’de Türkiye’nin millî geliri 950 milyar liraya ulaşırken; bankaların serveti 367 milyar liraya ulaşmıştır. Milli gelir sâdece 2,1 kat artarken bankaların serveti 5,5 kat artmıştır. Bu ne demektir?. Artık ekonomik güç bankaların eline geçiyor. Artık düzenimiz fâizci bir yapıya bürünüyor” der.

İşte AKP’nin politikası budur. Şimdi birileri dese ki; “zâten AKP bunun için seçilip iktidar yapılmıştır”; diyecek bir şey bulamam doğrusu. İstatistikler ortada çünkü. O hâlde AKP, Robin Hood’un aksine olarak, garibandan alıp zenginlere vermiştir.

Zâten Tayyib Erdoğan Cidde Ekonomi Forumu’nda yaptığı konuşmada şunları söyleyebilmişti:

İslâm Ortak Pazarı, zaman-zaman Arap Ortak Pazarı gibi ifâdelere biz yaklaşımımızı biz çok açık, samîmi ve net bir şekilde ortaya koyduk. O da neydi?. Nasıl ki paranın dîni, îmânı yoksa, ekonominin de dîni, Îmânı olmaz. Eğer böyle bir yanlışın içine düşecek olursanız o zaman bir defâ Dünyâ’dan bir kopuşu yaşarsınız. (Aksi hâlde de âhiretten bir kopuş yaşanır. H.G.) Bugün aldığınız her üründe tâ Dünyâ’nın bir ucundan bakıyorsunuz ülkenizde bir ürün var. Kopabilir misiniz?. “Hayır biz bunu almayacağız” diyebilir misiniz?. Eliniz mahkûm. Öyle bir an geliyor ki, almak istiyorsunuz ama alamıyorsunuz. Neden?. Eğer bir kamplaşmaya vesîle olduysanız ambargoyla karşı-karşıyasınız. Böyle bir Dünyâ’yı yaşamak mümkün değil. Bu yaşadığınız ülkedeki insanlarınıza da zülm etmek olur. Öyleyse bunu aşmaya, bunu başarmaya mecbûruz, mecbursunuz. Yâni alt değerleri, üst değerler olarak takdim etme yanlışına düşmemeliyiz. Öyleyse burada öyle bir üst değer bulunmalıdır ki bu bizim ortak paydamızı oluşturmalıdır ve bu ortak paydayla da inanıyorum ki güçlü bir dayanışma, güçlü bir yardımlaşma mümkün olabilsin”.

Yukarıdaki sözler şirkten başka bir şey değildir. Tayyib Erdoğan, herkesi kendisi gibi kapitâlizm tarafından büyülenmiş zannediyor. Elimiz mahkûm falan değil. Rızkı Allah verir. Ambargoyla karşı-karşıya kalmamak için değerlerimizi terk edecek değiliz. Bizim üst-değerimiz İslâm’dır, kapitâlizm değil. “Ortak payda” falan da tanımayız. Bizim tek paydamız İslâm’dır.

Bu sözlere bir zamanlar Nûman Kurtulmuş da karşı çıkmıştı; “Bizim kültürümüzde “sakın haram lokma yeme!” anlayışı vardır. “Paranın dîni de îmânı da olur”. Bu sözün “kapitâlizmin dîni, îmânı paradır” sözünü örtmek için söylenmiştir” demişti. Maalesef daha sonra o da eleştirdiği o kapitâlizm kervanına katıldı.

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah'ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

Tarım ve hayvancılık konusunda neredeyse hiç-bir olumlu durum olmadığı için bunu tartışmak bile istemiyoruz. Tarım ve hayvancılık bitme noktasına gelmiştir. Bir-sonraki nesil kesinlikle bu işi yapmayı düşünmemektedir ki bu nedenle çok aşırı bir “köyden-kente göç” yaşanmaktadır. Tarım ve hayvancılık alanları azalmış ve câzibesini yitirmiş olduğundan dolayı çiftçilerin çocukları şehirlere asgarî ücretle çalışmaya geliyorlar.

Tema Vakfı, son 13 yılda tarım topraklarının %10’unu kaybettiğimizi açıkladı. Bu durum, AKP’nin üretim-merkezli değil de, ticâret-merkezli bir ekonomi politikası izlemesindendir. Fakat üretim olmadığında al-sat ile nereye kadar gidilebilir?. 

Köylerde genç nüfus her geçen yıl azalıyor. 2008-2012 yılları arasında köy ve beldelerde, 0-44 arası yaş-gruplarının nüfûsu büyük oranda azaldı. Buna karşın, 44 yaş üstü nüfûsta artış görüldü. Çünkü kentte yaşayan emekli/yaşlılar, köylerde hem ekonomik olarak daha rahat yaşıyor, hem de artık kendilerine uymayan şehirlerdeki kültürel durumdan kurtulmak için köylere kaçıyor. Türkiye'nin 34 yılda tarım ürünleri ihrâcâtı iki katına çıkarken ithalat yaklaşık 100 kat büyüdü. Dünyâ’da tarım-nüfûsu artarken Türkiye'de düşüyor. 1999 yılı ile 2001 yılı arasında Dünyâ’da tarım-nüfûsu yüzde 2 arttı. Türkiye'de ise tarım-nüfûsu 2001 ile 2010 arasında 2.7 milyon kişi azalarak 15 milyonun altına indi. 

Bir yazıda şu istatistikler verilir:

“2002 yılı sonunda, 1 milyon lira ve üzeri mevduat hesaplarının payı “yüzde 24.2” idi. 2016 yılında ise bu sayı 100.000 kişiye ulaşmıştır.

Yabancı şirket sayısı 2002 yılında 7.000 civârında iken, 2015 yılında bu rakam 45.000 e ulaştı.

Süper-marketler küçük esnafı bitirdi. 2002 de 2.500 olan süper-market sayısı 2015’te 18.000’e ulaştı.

AKP iktidâra geldiğinde sendikalı işçi oranı yüzde 58’ler düzeyindeydi. Çalışma Bakanlığı’nın son açıkladığı verilere göre ise bu oran % 10.65’e kadar geriledi.

Samsun’da iki buçuk aylık Kübrâ bebek açlıktan öldü.

Sosyal Güvenlik Kurumu bir-çok ilacı ödeme listesinden çıkarttı. Bu ilaçların parasının tamâmını vatandaşlar ceplerinden ödüyor. Üstelik SGK hesaplama yaparken benzer, eşdeğer ilaçların en ucuzunu esas alıyor. Aradaki fark da hastaların cebinden çıkıyor.

Türkiye’de 2012 yılında gerçekleşen 72 milyar 820 milyon lira toplam sağlık harcamasının yüzde 79,5’i 57 milyar 892 milyon lirası kişiler tarafından prim ödemesi ve cepten ödeme olarak yapıldı. Kişi-başına yıllık 1009 lira olan sağlık harcamasının, 785 lirası kişilerin kendisi tarafından yapılırken, yalnızca 224 lirası devlet tarafından yapıldı. 2014 Yılı İnsani Gelişme İndeksi’nde Türkiye, 187 ülke arasında 69. sırada yer aldı. Oysa aynı ülkeler arasında zenginlikte 59. ülke. 2013 yılındaki 258 yolsuzluk operasyonundan 59’u sağlık alanında gerçekleştirildi. Artık devlet hasta-hânelerinde yazılan her bir reçete için 8 lira, özel hasta-hânelerde yazılan her bir reçete için 15 lira muâyene ücreti ödeniyor. Üstelik daha önce muâyene ücreti ödemeyen SSK’lı aktif çalışanlar, yeşil kartlılar, kamu çalışanları ve emeklileri ile âile bireyleri de artık ücret ödemek zorunda. “Bıçak parası” kalkmadı, özel hasta-hânelerde “ilâve ücret”e dönüştü. Üstelik de kasatura parası oldu. Yüzde 20’yi geçmeyecek dediler; önce yüzde 30, sonra yüzde 70, daha sonra yüzde 100, en son yüzde 200 oldu. Zâten denetlenmediği için özel hasta-hâneler vatandaşlardan ne tutturabilirse alıyor. Sosyal Güvenlik Kurumu’nun verilerine göre 2012 yılında özel hasta-hâneler sigortalı yurttaşlardan 14,5 katrilyon bıçak parası aldılar. Hasta-hâneler faturayı ödemeyen hastaları artık rehin almıyor. Hastaya senet imzâlatılıyor, sonra icrâ memurları geliyor. Ödeyemeyenlere de hasta-hâne yolu görünüyor. Bu şekilde hasta-hâne borcu olan vatandaş sayısı o kadar arttı ki Hükûmet seçim öncesi hasta-hâne borçlarına af getirmek zorunda kaldı.

AKP’nin sağlık “reformundan” faydalanan tek kesim özel hasta-hâne patronları oldu. AKP döneminde Sağlık Bakanlığının hasta-hâne sayısı yüzde 10 artarken, özel hasta-hâne sayısı yüzde 102, Sağlık Bakanlığının yatak sayısı yüzde 13 artarken, özel hasta-hâne yatak sayısı yüzde 207 arttı. Asıl büyük “patlama” ise hasta mürâcaatlarında gerçekleşti. Sağlık Bakanlığında yüzde 153, özel hasta-hânelerde yüzde 1152 artış oldu. Artık hepimiz özel hasta-hânelere mahkûm haldeyiz. Sağlık hizmeti alabilmek için Genel Sağlık Sigortası primi ödemek yetmiyor. Ayrıca telefonla randevu alırken başlayıp muâyene ücreti, reçete bedeli, ilâve ücret, istisnâi sağlık hizmeti diye devâm ediyor. Tam 12 kalem “katılım payı” ödemek gerekiyor. Çalışma Bakanının açıkladığına göre, 2014 yılında sâdece muâyene ücreti, ilaç ve reçete katılım payı olarak cebimizden 3,5 katrilyon lira çıktı. Özel hasta-hânelerde “ilâve ücret” adıyla ödettikleri hâriç...

İstanbul Büyükşehir Belediyesi zâbıta ekiplerinin 2004 yılında müdâhale ettiği dilenci çocuk sayısı bin 657 iken 2009’da bu rakam 2 bin 334’e çıktı. Bir yılda müdâhale edilen toplam dilenci sayısı ise 8 bin 425 olarak kayıtlara geçti. Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı'nın vâlilikler aracılığıyla 2010 yılında yaptırdığı bir araştırmaya göre Türkiye genelinde sokakta zorla çalıştırılan ve dilendirilen çocuk sayısı 41 binin üzerinde. 30 bin 891 çocuk ise sokaklarda yaşıyor. ATO’nun “Dilenen Türkiye Dosyası”na göre, dilenci sayısı yaklaşık 50 bin. Murat belge:

“Tayyip Erdoğan “Türkiye AB kapısında dilenecek ülke değildir” türünde bir retorik kullanmaktan hoşlanıyor. Ama memleket içinde dilenciliğin en yaygın meslek olmasından, çok büyük sayılarda insan için (türlü işleyiş biçimleriyle) bir vâroluş biçimi olmasından tedirgin olmuş bir hâli yok” der.

AKP döneminde israf da alabildiğine çoğalmıştır. “İleri gelenler” hiç-bir konfordan mahrum değildir. İsrafta zirve ise “Ak-saray” ile olmuştur. Mâliye Bakanı Mehmet Şimşek: Ak Saray'ın mâliyeti 1 milyar 370 milyon lira dedi.

4 Kasım 2014 târihinde bütçe görüşmelerinde muhâlefet milletvekillerinin sorularını cevaplayan mâliye Bakanı Mehmet Şimşek, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın maliyetinin 1 milyar 370 milyon lira olduğunu açıkladı. Bu para 685 okul, 680 öğrenci yurdu, 1000 yataklı 55 devlet-hastânesine eşit.

Mîmarlar Odası Ankara Şubesi'nin açıkladığı verilere göre Cumhurbaşkanlığı Sarayı'na giden yollar için 60 milyon lira harcandı. (Kaynak: Fortune Turkey) Bu parayla 40 derslikli 6 tâne okul yapılabileceği gibi, 200 yataklı bir devlet-hastânesi de yapmak mümkün. Örneğin 200 yataklı İzmir Bornova Devlet Hastânesi’nin ihâle bedeli 45 milyon 947 bin lira idi. (Kaynak: Cumhuriyet) 20 kişinin hayâtını kurtaracak bir yaşam-odasının mâliyeti ise güncel kurdan 625.000 lira. Bu parayla Ermenek'teki maden ocaklarına 180 kişinin hayâtını kurtaracak tam 9 tâne yaşam-odası alınması da mümkündü.

Saray’da kullanılan döşemeler için 3.2 milyon lira harcandı. Toplamda 4 bin metrekare alana döşenen ahşap parkelerin metrekare fiyatının 800 lira olduğu anlaşıldı.

EMO Ankara Şûbe müdürü İbrâhim Saral, Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda 63 asansör olduğunu söyledi. Saral, “63 Asansöre ek olarak 18 asansör de yapılma aşamasında. 63 asansörün toplam mâliyeti 17 milyon 500 bin artı KDV. Yeni yapılacak asansörün mâliyetleri 5 milyon Türk Lirası üstüne KDV’si olacağı tahmin ediliyor. Hâli hazırda var olan asansörlerin aylık 200 TL bakım mâliyeti var. 12 bin 600 TL bakım masrafı oluyor. Ayrıca 24 saat orada hazır tutulan iki firma elemanı olduğunu duyduk".  Saral'ın açıklamasının ardından KDV hesâbı yapan Candan, “Kaçak Saray”da asansör mâliyetlerine KDV’si eklendiğinde mâliyet 30 milyon liraya çıkıyor. Toplam asansör bakım mâliyeti aylık personel giderleri dâhil 18 bin lira, yıllık bakım mâliyeti  216 bin lira yapıyor” dedi.

Muâviye, vâlilik döneminde bir Kasır yaptırmıştı ve adına da Kasr-ı beyzâ (Beyaz-Ak Saray) koymuştu. Zihniyet hep aynı. Muâviye’nin zihniyeti ile ABD’nin zihniyeti mülkiyet konusunda tıpa-tıp aynıdır. ABD’nin “iyi bir taklitçisi” olan AKP zihniyetinin lîderi de, biraz da ABD’deki “Beyaz Saray”dan mülhemle “Ak-Saray”ı yaptırmıştır. Üstelik Muâviye yaptırdığı sarayı, halk içinde açlık çekenler varken yaptırmıştı. Beyaz Saray da 50 milyon insanın karnını doyurmak için yardım aldığı Amerika’dadır. İşte Ak-Saray da, insanların ayın sonunu getiremediği ve karnını zor doyurduğu bir ülkede yapıldı ve sefâsı sürülüyor. Zâten “insanların aç olmadığı” toplumlarda bu tarz leş-hâneler (saray) yapılmaz. Allah bu tarz yapılara gıcık olur ve Kur’ân’da bu yapıları şu şekilde kınar:

“Her tepede cehâlet eseri, anıtlar, tapınaklar (köşkler) mı yükselteceksiniz ve sonsuza kadar yaşayacağınız kuruntusuyla, sapasağlam mâlikaneler mi edineceksiniz? (Şuârâ 128-129). “Ve dağlarda/tepelerde hep böyle ustalıkla evler yontabileceğinizi mi sanıyorsunuz? (Şuârâ 149).

Bülent Arınç, “İsrâfın önünü alabilseydik, sizden vergi toplamamıza gerek kalmazdı” demişti.

İbn-i Hâldun, yerinde tesbiti ile toplumların çöküş ve tükenişini yöneticilerin lüks, gösteriş ve yolsuzluklara yönelişinde olduğunu söylemektedir.

Peygamberimiz : “İki sınıf insan var ki, onlar düzelirse bütün insanlar düzelir; onlar bozulursa herkes bozulur; Ümerâ ve Ulemâ der.

Celâl Topkan şöyle der:

“İyi eğitilmiş nitelikli insan-gücüne sâhip olan ülkeler, zengin ülkeler olarak kabûl ediliyorlar. Sorunlarını bilgi temelinde tartışan, bilgiye dayalı sorun çözen kurum, kuruluş ve ülkeler, başarılı oluyorlar. Hızla kalkınıyor ve zenginleşiyorlar. Toplumsal ve sosyal huzura kavuşuyorlar.

Bir iktidârın başarı ya da başarısızlığı: O iktidar döneminde toplumsal, ekonomik ve sosyal göstergelerdeki gelişmeler, aynı dönemde diğer ülkelerin toplumsal, ekonomik ve sosyal göstergelerindeki gelişmelerle karşılaştırıldığında, ülkenin yeri ve sırasındaki değişim ve gelişmelerle ölçülmektedir. Ülkenin toplumsal, ekonomik ve sosyal göstergelerinde iyileşme olmuş ve ülke üst sıralara yükselmişse; ülke iyi yönetilmiş, ülkeyi yöneten parti başarılı işler yapmıştır, demektir. Bu bağlamda AKP’nin 8 yıl süren iktidârında Türkiye’nin toplumsal, ekonomik ve sosyal göstergelerindeki gelişmelere bakıldığında:

8 yıldır ülkeyi yöneten Başbakan Erdoğan, AKP sözcüleri ve milletvekilleri: Ülkeyi iyi yönettiklerini; Halkın aş-iş sorunu, eğitim ve sağlık sorununu çözdüklerini; Halka daha iyi bir yaşam sunduklarını iddia ediyorlar. İddialarını yüksek sesle dile getiriyorlar. “AKP iktidarında Türkiye’nin ekonomisi büyümüş, Türkiye dünya’nın 17. büyük ekonomisi olmuştur” deniyor. Beklenti, ekonomideki bu büyümenin halka yansımasıdır. Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlikte iyileşmeler olması; İşsizliğin ve yoksulluğun azalması; Gelir-dağılımındaki bozukluğun ve dengesizliklerin düzelmesi; Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin azalması; Toplumun yaşam-kalitesinin iyileşmiş olmasıdır”.  

Yıllara Göre Türkiye’nin İnsânî Gelişme Düzeyi

Yıl          Araştırma yapılan ülke sayısı      Türkiye’nin sırası

1975                   102                                          56
1980                   113                                          64
1985                   121                                          68
1990                   136                                          79
1995                   145                                          75
2001                   175                                          96
2002                   177                                          88
2003                   177                                          94
2004                   177                                          88
2005                   179                                          94
2006                   177                                          92
2007                   177                                          79
2008                   179                                          76
2009                   182                                          79
2010                   169                                          83

Kaynak: Human Developman Report

Tablo’da Türkiye’nin yıllara dayalı “İnsani Gelişme Endeksi” dikkatlice incelendiğinde; AKP iktidârında 2002-2010 târihleri arasında Türkiye’nin İnsâni Gelişme Endeksinde daha öncekine yıllara göre bir iyileşme olmamıştır.  2003, 2005, 2006 yıllarında 2002 yılına göre daha kötüleşmiştir. 2007,2008, 2009 yıllarında 2002’ye bir iyileşme olmuştur. Ancak 2010 yılında, 2002 yılındaki düzeye geri dönülmüştür. 

2002 seçimlerine giderken Recep Tayyip Erdoğan, halkın gündemini iyi okudu. 3 Y diye tanımladığı Yolsuzluğu, Yoksulluğu ve Yasakları kaldırma sözü vererek halkın karşısına çıktı. Ekonomik ve sosyal sorunlarının ağırlığı altında ezilen halk, Recep Tayyip Erdoğan’ın Yolsuzluğu, Yoksulluğu ve Yasakları ortadan kaldırma sözüne inandı. AKP’ye oy verdi. 2002 seçimlerinden 16 ay önce kurulmuş olan AKP, seçimlerde % 34.3 oranında oy aldı. 363 milletvekili kazandı. Büyük bir parlamento çoğunluğuyla tek-başına iktidâra geldi. 2007’de yapılan seçimlerinde % 46.7 oranında oy aldı. 341 milletvekili kazandı. Büyük bir parlamento çoğunluğuyla ikinci defâ tek-başına iktidâra geldi.

“Türkiye büyüdü de büyüdü. Dünyâ’nın en hızlı büyüyen ülkesi oldu. Kişi-başına düşen milli geliri 3.500 dolardan 11.000 dolara çıkardık” vs. diyorlar. Tablo şöyle:

Yıllar
Kişi başına düşen GSYİH (cari fiyatlarla)
Kişi başına düşen GSYİH (sabit fiyatlarla)
IMF
TÜİK
IMF
TÜİK
2002
-
3492 $
-
1099 TL
2003
-
4565 $
-
1143 TL
2004
5791 $
5775 $
1232 TL
1235 TL
2005
7040 $
7036 $
1319 TL
1322 TL
2006
7627 $
7597 $
1394 TL
1396 TL
2007
9206 $
9247 $
1442 TL
1443 TL
2008
10276 $
10444 $
1433 TL
1434 TL
2009
8527 $
8561 $
1346 TL
1347 TL
2010
10020 $
10003 $
1450 TL
1448 TL
2011
10476 $
10428 $
1557 TL
1552 TL
2012
10523 $
10459 $
1571 TL
1565 TL
2013
10815 $
10782 $
1604 TL
1609 TL
2014
9920 $
-
1623 TL
-

Peki bu nasıl bir ekonomik büyümedir ki, işsizliğin azalmasına bir katkı sağlamıyor. Aksine işsizlik artıyor. Bu nasıl bir ekonomik büyümedir ki, İnsânî gelişmeye bir katkı sağlamıyor. Bu nasıl bir ekonomik büyümedir ki, yolsuzluğun ve yoksulluğun azalmasına bir katkı sağlamıyor. Soru şudur: peki büyüyen ekonomi nereye harcanmıştır?  Kimin ya da kimlerin cebine akmıştır? 

Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, toplam sigortalı sayısının 12 milyon 253 bin 137 kişi olduğunu, bunun 5 milyon 659 bin 607 kişisinin asgarî ücretli olduğunu belirterek, "böylece asgarî ücretlilerin toplam sigortalıların yüzde 46,19'unu oluşturmaktadır" dedi. 6 milyon asgarî ücretli; 11 milyon emeklinin de 8 milyonu asgarî ücret ekmelisi, toplam 14 milyon kişi ki bunlar 3-4 kişilik âileleriyle berâber 50-55 milyon kişi yapar ki bu 55 milyon kişi, temel ihtiyaçları bile karşılaması mümkün olmayan 1.000 TL ile geçiniyorlar. Âileleri ile birlikte yaklaşık 10 milyon işsizi de buna eklersek 65 milyon kişi buluyor rakam. 65 milyon insanının, temel ihtiyaçları bile karşılayamayan bir para ile geçinmek zorunda olduğu bir ülkenin “iyi” bir durumda olduğunu söylemek dangalaklıktır. Büyüyen ekonomi ise zâten keyfi gıcırında olan “mutlu azınlık”a akıyor.

Türkiye aslında 2007’den sonra pek büyümedi. Değişen şeyler ve yenilikler Dünyâ’nın değişmesi ile berâber değişen şeylerdir. Dünyâ değiştiği için Türkiye de değişti ve bu büyüme gibi geldi insanlara. Büyümeden halk faydalanamadı/faydalanamıyor. Zâten zengin olanlar faydalanıyor ve servetlerini kat-kat arttırıyorlar. İşte tablo:

2004-201Târihleri Arasında Dolar Milyarderi ayısındaki Gelişme

Yıl          Dolar milyarderi sayısı      Artış oranı (%)

2004                   6         
2005                   8                                  33.3
2006                   21                                136.5
2007                   26                                23.8
2008                   35                                34.6
2009                   13                                -169.2
2010                   28                                92.3

2004-2010 arasındaki artış                      272.7

Kaynak: Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDKK)

Tablo-6’da görüldüğü gibi, AKP’nin iktidarının 2 yılında 2004’de Türk dolar milyarderi sayısı 6 iken;

2005’de 8’e,
2006’da 21’e
2007’de 26’ya,
2008’de 35’e çıkmıştır.

2009’da yaşanan ekonomik krizin etkisiyle 13’e inen Dolar Milyarderi sayısı, 2010 yılında 28’e çıkmıştı.

1-Eylül 2005’de bankalarda 1 milyon TL’nin üstünde hesâbı bulanan mûdi sayısı, 11.784 kişidir. Eylül 2010’de bankalarda 1 milyon TL’nin üstünde hesâbı bulanan mûdi sayısı, 31.591 kişiye çıkmıştır. 5 yılda bankalarda 1 milyon TL’nin üstünde hesâbı bulanan mûdi sayısı 12.539 kişi artmıştır. 5 yılda % 107’lik bir artış olmuştur. 

AKP iktidarında yoksulluk ve işsizlik artarken, toplumsal cinsiyet eşitsizliği durum daha kötüleşirken, hem zengin sayısı hızla artmış hem de zenginleşenlerin mevduatları (bankadaki paraları) artmıştır. 

AKP’nin 2002-2015 arasındaki görece büyüme topluma yansımamıştır. “Zâten büyüyen zenginlerin” ekonomisini katlayarak büyütmekten ve yeni zenginler yaratmaktan başka bir “büyüme” söz-konusu değildir.

Bir de, AKP’nin 2002’den bu-yana ekonomide görece iyiye doğru gittiğinin söylenmesi ve verilerin görece “iyi” çıkmasının nedeni, Türkiye’nin yaşadığı 2002’ye kadarki krizden kaynaklanıyor. 2002’ye kadarki aşırı bozulmanın olduğu dönemdeki veriler baz alınarak yapılan ölçümlere göre değerlendirme yapılıyor. Kriz ortamına göre yapılıyor değerlendirme. Kriz dönemine göre değil de, normâl döneme göre yapılan değerlendirmelerde sonuç pek de iyi gözükmeyecektir. Meselâ millî borcun 2001-2002 yılına göre %70’lerden %30’lara gerilediğini söylüyorlar, fakat dediğimiz gibi; baz alınan yıl 2001-2002 yılıdır ve 2001 yılı krizin zirve yaptığı yıllardır. Fakat daha önceki yıllara göre bir değerlendirme yapılsa; meselâ Refah Partisi’nin de iktidarda olduğu yıllara bakılsa, değişen bir şeyin olmadığı, hattâ millî borcun millî gelire oranla o zamana kıyasla daha kötü olduğu görülür:

Yıllar
Toplam borç (milyon TL)
İç borç / GSYİH (%)
Dış borç / GSYİH (%)
Toplam borç / GSYİH (%)
1990
133
14,5
19,4
33,9
1991
236
15,5
22,0
37,5
1992
437
17,8
22,2
40,0
1993
812
18,0
22,9
41,0
1994
2083
20,7
33,2
53,8
1995
3430
17,5
26,7
44,2
1996
6641
21,3
23,6
45,0
1997
12756
21,8
22,4
44,2
1998
21759
16,5
14,5
31,0
1999
41626
21,9
17,9
39,8
2000
63636
21,9
16,3
38,2
2001
177911
50,9
23,2
74,1
2002
242665
42,8
26,5
69,2
2003
282808
42,7
19,4
62,2
2004
316529
40,2
16,5
56,6
2005
331520
37,7
13,4
51,1
2006
345050
33,2
12,3
45,5
2007
333485
30,3
9,3
39,6
2008
380321
28,9
11,1
40,0
2009
441508
34,6
11,7
46,3
2010
473561
32,1
11,0
43,1
2011
518350
28,4
11,5
39,9
2012
532199
27,3
10,3
37,6
2013
585837
25,8
11,7
37,5

BDPS (Borca Dayalı Para Sistemi) ve KRS’ye (Kısmî Rezerv Sistemi) göre oluşan bir sûni büyüme var. Üretime dayalı değil, tüketime dayalı bir “sözde büyüme” var yâni. Ali Babacan: Sâdece iç tüketim yoluyla büyümenin sürdürülebilir büyüme getirmediğini ve ihrâcata dayalı bir büyümenin zorunlu olduğunu söyler:

“Ne kadar üretiyorsak, ne kadar ihraç ediyorsak ancak onunla orantılı bir tüketimi hak ediyoruz. Hak ettiğimizin üzerinde bir tüketim ve bunun getirdiği sûni refah kalıcı olmaz. Özellikle Dünyâ’da likiditenin pahalanacağı bir dönemde iç tüketime dayanan bir büyüme modeli Türkiye’nin ancak ve ancak câri açığını artırır. O câri açığın finansmanının da daha zor olacağı bir döneme girerken, Allah korusun ülkemizi farklı risklerle karşı-karşıya bırakabilir” der.

Mete Gündoğan:

“BDPS/KRS'yi bilmeyen milletim Türkiye'nin ekonomisi büyüdü diye sevinir. Bu kadar büyüyoruz da bunun etkisi neden halka yansımıyor?” der.

AKP’lilerde kibirli, terbiyesiz bir duruş-davranış ve ölçüsüz bir konuşma-giyinme şekilleri oluştu. AKP hem kendisi şımardı, hem de kendi tarafında olanları şımarttı. Öyle ki anlaşılmaz ve mîde bulandırıcı bir büyüklenme ile karşı-karşıyayız. Bu durumun sonu Allah’ın süre-gelen yasası ile bellidir: “Bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, oranın varlık ve güç-sâhibi önde gelenlerine emrederiz, böylelikle onda bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz” (İsrâ 16).

“Böylece biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hîleli- düzenler kursunlar diye- oranın suçlu-günahkârları kıldık. Oysa onlar, hîleli-düzeni ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna varmazlar” (En-âm 123).

AKP iç-siyâseti ve dış-siyâseti insanları bir-birlerine düşman etti. “Komşularla sıfır sorun” dedi, tümüyle sorunlu hâle geldik. Görüldüğü gibi; AKP büyük bir balondur. Hava kaçırmaya da başlamıştır. Bu zâten kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü adâlet yoktur. Dünyâ/Türkiye, iyi yapılmış reklâmlarla değil, adâletle ayakta durur.

Ülkemiz %68 okullaşma oranı ile Dünyâ’da 177 ülke içinde 110. sırada yer alabilmektedir. Ülkemiz eğitime ayırdığı %3.6 pay ile 109 ülke içinde eğitime en az pay ayıran 5. ülke konumundadır. Türkiye’de iyi eğitim görmüş nitelikli insanların %59’u başka ülkelere beyin-göçü yapmaktadır.

Türkiye Dünyâ’da beyin göçü yapan 5. ülke. O kadar gelişen ve bilgiye/niteliğe değer veren bir ülke olsaydı bunun tersi olurdu. Kendisi batıya hayranlık derecesinde âşık olduğu için, vatandaş da buna uyup batı ülkelerine kaçıyor. Beyin-göçünün nedenleri bir kaynakta şu şekilde sıralanıyor:

Beyin göçünün nedenleri 6 grupta toplanabilir:

1-Ekonomik Nedenler

Düşük ücret politikası varlığı,
Vergi oranlarının yüksek olması,
Ekonomik istikrarsızlık varlığı,
Gelecek endişesi olması.

2-Politik/Siyasal Nedenler

Etnik köken farklılığı/ayrılığı oluşumu,
Siyasal istikrarsızlık oluşumu,
Siyasetin/Kayırmacılığın iş hayatına girip, onu kontrol etmesi.

3-Bilim ve Teknoloji Politikalarındaki Yanlışlıklar

Ar-Ge’ye önem vermeme,
Bilim ve teknolojiye değer vermeme,
Fikir üretiminin ve buluşun para etmemesi ve desteklenmemesi,
Ar-Ge alt yapı ve teşvik eksikliği,
Ar-Ge yatırım yardımı ve vergi indirimi azlığı,

4-Eğitim Sistemindeki Çarpıklıklar

Kişi başına (142 $) en az eğitim harcaması yapan 5. ülke olmamız,
Eğitim harcamasında 109 ülke içinde 105. sırada yer almamız,
Ulusal gelirden eğitime ayrılan pay Dünya ortalaması %5.2 iken bizde %2.2 olması,
Kalıcı milli eğitim politikası yokluğu,
Eğitimde fırsat eşitsizliği oluşu.

5-İşsizlik

Üniversite mezunlarının %70’inin meslekleriyle ilgisiz işlerde çalışması,
En fazla işsizliğin Üniversite mezunları arasında olması,
İş bulamama.

6-Yabancı Dilde Eğitim ve Teknolojideki Gelişmeler

Yabancı dilde eğitim beyin göçünde katalizör görevi görmesi,
Yabancı dilde eğitim batıya bedavaya (hibe) insan kaynağı üretmeye yardımcı olması,
İletişim olanaklarının (bilgisayar, internet, fax, cep telefonu vs) sağladığı kolaylıklar.

Yine AKP döneminde “özelleştirme” haddini aşmıştır. AKP döneminde Türkiye’nin 50 milyar dolarlık en değerli ve yaşamsal iktisâdi kurumları piyasaya (ve yabancılara) satılmıştır. Bunların bir bölümünü “yabancı kamu kuruluşları” aldılar.

Bir de istatistiğe vurulamayacak olan bir-şeyi söyleyelim ki bu daha çok gariban tarafından hissedilen bir şeydir: “Bereket belirgin bir şekilde azaldı!”.

İşsiz sayısı 3 milyon 250 bin kişi. Fakat bu, işçi bulma kurumuna baş-vuranların sayısıdır. Baş-vurmayanlar ve pazarcı, işportacı, simitçi vs. bunlar işsiz sayısına dâhil değildir. Bunlar sigortasızdırlar. Bunlarla berâber sayı 5 milyonu aşıyor. Âilelerini, çoluk-çocuklarını da sayıya dâhil ettiğimizde 10 milyonluk bir rakama ulaşılabilir.

Son 24 yılın en düşük işsizliği 1996, 1997 ve 2000 yıllarında, en yüksek işsizlik yüzde 14 ile 2009 yılında yaşandı Son 24 yılın (TÜİK verilerinde 1988-2011 dönemi var) en düşük işsizliği, yüzde 6,6 ile 1996, yüzde 6,8 ile 1997, yüzde 6,9 ile 1998 ve yüzde 6,5 ile 2000 yıllarında yaşandı. En yüksek işsizlik ise yüzde 14 ile 2009 yılında görüldü. 1988-2001 döneminde yüzde 6,5 (2000 yılı) ile yüzde 8,9 (1993 yılı) arasında değişen işsizlik oranları, 2002-2010 döneminde çift hâneli rakamlara çıktı. 2002’de yüzde 10,3, 2003’de yüzde 10,5, 2004’de yüzde 10,8, 2005’de yüzde 10,6, 2006’da yüzde 10,2, 2007’de yüzde 10,3, 2008’de yüzde 11, 2009’da yüzde 14, 2010’da yüzde 11,9 işsizlik görüldü.

1988 yılında işsiz sayısı 1,6 milyonken, 1989’da 1,7 milyona yükseldi. 1990 yılında yeniden 1,6 milyona inen işsiz sayısı 1991’de 1,7, 1992’de 1,8, 1993’de 1,8, 1994’de 1,9 milyona çıktı. 1995 yılında 1,7 milyona inen işsiz sayısı 1996’da 1,5 milyona kadar geriledi. 1997’de 1,55, 1998’de 1,6, 1999’da 1,8 milyonu aştı. 2000 yılında 1 milyon 497 binle 1,5 milyonun altına gerileyen işsiz sayısı, 2001 yılında 2 milyona dayandı.

2002-2007 döneminde 2,3-2,5 milyon arasında seyretti, 2008’de 2,6 milyonu geçti, 2009’da 3,5 milyon yaklaşarak rekor kırdı. 2010 yılında 3 milyon 46 bin olan işsiz sayısı geçen yıl 2 milyon 615 bine indi.

TÜİK verilerine göre, 15 yaş ve üstü nüfusta 1988-2011 döneminde yıllar îtibârıyla iş-gücü ve işsiz sayıları ile işsizlik oranı şöyle:

Yıl          (Bin Kişi)         (Bin Kişi)         (Yüzde)

1988       19.391              1.637                8,4
1989       19.930              1.709                8,6
1990       20.150              1.611                8,0
1991       21.010              1.722                8,2
1992       21.264              1.805                8,5
1993       20.314              1.814                8,9
1994       21.876              1.870                8,5
1995       22.286              1.700                7,6
1996       22.697              1.502                6,6
1997       22.755              1.551                6,8
1998       23.385              1.606                6,9
1999       23.878              1.829                7,7
2000       23.078              1.497                6,5
2001       23.491              1.967                8,4
2002       23.818              2.464                10,3
2003       23.818              2.493                10,5
2004       22.016              2.385                10,8
2005       22.454              2.388                10,6
2006       22.751              2.328                10,2
2007       23.114              2.377                10,3
2008       23.805              2.611                11,0
2009       24.748              3.471                14,0
2010       25.641              3.046                11,9
2011       26.725              2.615                9,8

Ülkemizde fakirliğin bir belirtisi olan yeşil kartlı sayısı da 13.7 milyonu geçmiştir.



Bir yazıda AKP’nin 12 yıllık bilançosu (kazığı) şu şekilde belirtilir:

“İlk AKP Hükûmeti 18 Kasım 2002’de kuruldu ve AKP iktidârı ile 12 yıla yakın bir zaman geçti. “AKP, 12 yılda Türk ekonomisine 12 büyük kazık attı”.

18 Kasım 2002 târihinde bir dolar, 1.5852 TL idi. 18 Temmuz 2014 îtibâriyle dolar, 2.1266 TL oldu. (2015 Temmuz’da 3.50 TL) Dolar TL karşısında, “yüzde 34.1” değer kazandı.

2002 sonunda câri açık, 0.6 milyar dolardı. 2013 sonunda ise 65 milyar dolar oldu. Câri açık 2014 yılında 5 aylık 19.9, yıllık bazda da 52,6 milyar dolar oldu. Türkiye, 2003 yılı ile 2014 Mayıs sonuna kadar yaklaşık “419.2 milyar dolar câri açık” verdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923 yılından 2002 yılına kadar geçen 80 yılda toplam 57 milyar dolar câri açık verildi!.. Yâni AKP dönemi câri açığı 80 yıllık dönemdeki açığın, yüzde 730’u kadar arttı!..

Cumhuriyet târihinin en fazla dış-ticâret açığı AKP döneminde verildi. AKP döneminde verilen dış-ticâret açığı toplamı “718.5 milyar dolar”. AKP öncesi 80 yıllık Cumhuriyet dönemi dış-ticâret açığı ise 247 milyar dolardı!.. 2002 sonunda ihrâcatın ithâlâtı karşılama oranı “yüzde 70.2” iken, 2013 sonunda “yüzde 60.3’e düştü”.

AKP, özelleştirme adı altında ülkenin gözbebeği kârlı işletmelerini yok pahasına sattı, AKP iktidârında, yaklaşık “52 milyar TL özelleştirme” yapıldı.

Brüt iç borç 2002 sonunda “155.2 milyar TL” iken, 2014 Mayıs sonunda “412.4 milyar TL” oldu. 2002 yıl sonu îtibâriyle Türkiye’nin brüt dış borcu 129.6 milyar dolardı. 2014 Mayıs sonu îtibâriyle ise brüt dış borç, “386.8 milyar dolar” oldu.

Dış borçta en fazla artış ise özel sektörde yaşandı. 2002 yılında “43 milyar dolar” olan özel sektör dış borcu, 2014 Mayıs sonunda “265 milyar dolara” çıktı.

Buna göre toplam iç ve dış borç 2002’de 222 milyar dolar iken 2014’de 581 milyar dolara tırmandı.

AKP döneminde toplanan vergilere ve özelleştirme gelirlerine rağmen, hem borçlar arttı, hem de 12 yılda toplam “273 milyar TL’den fazla bütçe açığı” verildi.

1988-2002 döneminde işsizlik yıllık ortalama “yüzde 8” olarak gerçekleşti. İşsizlik sadece 2002’de yüzde 10’u aştı ve “yüzde 10.3” oldu. AKP iktidârında ise işsizlik ortalama “yüzde 10.7” oldu. AKP döneminde işsizliğin çift haneyi, yâni yüzde 10’un üzerini gördüğü yıl sayısı 9.

2002 sonunda vatandaşın “6.4 milyar TL bireysel kredi ve kredi kartı borcu” vardı. 2013 sonunda ise vatandaşın “bireysel kredi ve kredi kartı borcu 316 milyar TL’yi aştı”.

Basit usule tabi esnaf ve sanatkâr sayısı 12 yıl öncesine göre, yüzde 10 azaldı. Gerçek usule tâbi gelir vergisi mükellefleri, 12 yıl öncesine kıyasla yüzde 0.5 azaldı.

KDV mükellefi sayısı yüzde 18 azaldı.

Buna karşılık, 12 yıl öncesine göre kirâ geliri elde eden mükellef sayısı yüzde 327 arttı. Fâiz, repo, eurobond vs. geliri elde edenlerin sayısında patlama yaşandı.

2002’de “karşılıksız çek tutarı” 2.2 milyar TL idi, 2013 sonunda 14 milyar TL oldu.

2002’de “protestolu senet tutarı” 816 milyon TL idi, 2013 sonunda 7.5 milyar TL oldu.

2002’de “icrâdaki dosya sayısı” 10 milyondu, 2014’de 19 milyon oldu.

2002 sonunda benzinin litresi 1.66 TL, motorinin litresi 1.23 TL idi. Şimdilerde ise benzinin litresi 5.13, motorinin litresi de 4.45 TL oldu. Bu durumun en önemli nedeni, “dünyâ rekoru vergiler”…

2002’de borsada yabancı payı “yüzde 37” idi, 2014’te “yüzde 68” oldu. 2002’de sigorta sektöründe yabancı payı “yüzde 20” idi, 2014’de “yüzde 60” oldu. 2002’de bankacılıkta yabancı payı “yüzde 3’tü”, 2014’de “yüzde 62” oldu. İşte size 12 yılda AKP’nin ekonomiye 12 kazığı!..

AKP muhâlefette kalsa ve Erdoğan genel başkan olmuş olsa ve bu istatistikleri bire-bir söylese, inanmayan AKP’li kalmaz.

Yanlış ve uydurma istatistikleri ise Ockham'lı William’ın usturasıyla tıraş etmek lâzım.

“Ey îman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı, Peygamberi ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösteriyorsunuz? Oysa ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur” (Mümtehine 1).

AKP, yüzünü müslümanlardan/doğudan batıya çevirmiş ve gayr-ı müslimlerle iş tutmaya başlamıştır. Ki bu durum müslümanların zorluklarının devâm etmesine neden oluyor. Bu durum âyetin de söylediği gibi, kabûl edilmesi mümkün olmayan bir durumdur.

AKP yüzünü; bir-çok şeyi paylaşabileceği ve anlaşma yolları bulabileceği müslümanların yaşadığı “doğu”dan çevirip, mü’minlere düşman olan “batı” toplumlarına çevirmiştir. Hâlbuki böyle yapmak Kur’ân’da yasaklanmıştır: “Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri veliler/dostlar edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah'tan hiç-bir şey (yardım) yoktur. Ancak onlardan korunma gâyesiyle sakınma(nız) başka. Allah, sizi kendisinden sakındırır. Varış Allah'adır” (Âl-i İmran 28).

“Onlar, mü'minleri bırakıp kâfirleri dostlar (veliler) edinirler. Kuvvet ve onuru (izzeti) onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, bütün kuvvet ve onur, Allah'ındır” (Nîsâ 139).

“Ey îman edenler, mü'minleri bırakıp kâfirleri veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz?” (Nîsâ 144).

“Ey îman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden her-hangi bir gruba (veya bir gruba) boyun eğecek olursanız, sizi îmânınızdan sonra tekrar küfre döndürürler” (Âl-i İmran 100).

“Ey îman edenler, sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışırlar, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sînelerinin gizli tuttukları ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz. Sizler, işte böylesiniz; onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler. Siz Kitabın tümüne inanırsınız, onlar sizinle karşılaştıklarında 'inandık' derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, size olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak-uçlarını ısırırlar. De ki: Kin ve öfkenizle ölün. Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. Size bir iyilik dokununca tasalanırlar, size bir kötülük isâbet ettiğindeyse buna sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların hîleli düzenleri size hiç-bir zarar veremez. Şüphesiz, Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır” (Âl-i İmran 118-120).

“Ey îman edenler, yahudi ve hristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar bir-birlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler-topluluğuna hidâyet vermez” (Mâide 51). “Eğer Allah'a, peygambere ve ona indirilene îman etselerdi, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fâsık olanlardır” (Mâide  81).

“Allah'a ve âhiret gününe îman eden hiç-bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşîretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kâlplerine îmânı yazmış ve onları kendinden bir rûh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orada süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan râzı olmuş, onlar da O'ndan râzı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir” (Mücâdile 22).

Müslümanlar tutturmuşlar: “önceki kötü zamâna göre iyi değil mi?” terânesine. Mü’minler mevcut durumu dîni hiç hesâba katmadan önceki yönetime/iktidâra/zamâna göre değil, İslâm’ın en parlak zamânına göre değerlendirmelidirler. Ne yâni; şimdiki durum İslâm’ın en parlak zamânından daha mı iyi ki? Gerçi bu sarhoşlukla ona da “tabî ki de iyi” diyenler de çıkar. AKP’nin hemen öncesine göre bâzı şeylerde iyileşme olmuştur fakat müslümanların dînî durumlarında iyileşme değil, bozulma olmuştur. Çünkü artık îtiraz edemez, eleştiremez duruma gelmişlerdir. Çünkü AKP ve Tayyip Erdoğan, onların “sivri uçlarını törpülemiştir”. AKP, müslümanları Ali Şeriati’nin deyimiyle eşekleştirmiştir (istihmar). AKP, halka ve yandaşlarına, “ölümü göstererek sıtmaya râzı etme” politikası oynuyor ve bağlıları da bunu yiyor ve yemeye de devâm ediyor.

Adem Çaylak:

1980 darbesinden sonra Özal’la birlikte başlatılan küreselleşmeci neo-liberâl ve kapitâlist iktisâdi politika, MNP, MSP ve RP geleneği ile “siyâsi İslâm’cılığın” tipik örnekliğini veren İslâm’i kesimin çoğunluğu, mevcut hâlleri ile kendilerine geçit verilmeyen siyâsi arenada, Özal’lı Türkiye’nin açtığı neo-liberâl, modernleşmeci ve kapitâlist politikaların yarattığı iklimde var olmak ve yılların getirdiği “güce susamışlık” ve “sınıfsal açlıktan” kurtulmak adına, “muhâfazakârlıkla” zehirlenerek AK Parti kanalıyla sisteme entegre edilmiş ve süreç içinde “devletleşen AK Parti”nin koltuklarında devlete “mûti” ve “bekçi” hâle getirilmiştir. Gasp edilen haklarını elde etmenin yanında “güç”lenmek ve sınıfsal açlıklarını gidermek isteyen müslüman/muhâfazakârlar, sistemin gerekleri doğrultusunda kendini dizayn eden “güçlü” ve “karizmatik” Tayyip Erdoğan liderliğinde süreç içinde “devletleşen AK Parti” ile târihsel devlet aklı için “sakıncalı” unsur olmaktan çıkarılmıştır” der.

Dillerine pelesenk olmuş söz şu: “Daha öncekine göre iyi değil mi?” Daha önceki? CHP, 28 Şubat süreci mi? Neden daha da önceye, en önceye gitmiyorsunuz? Benim/bizim ölçümüz AKP’den bir-önceki değil. Çünkü önceki de bâtıl, sonraki de. İki bâtıldan birinin biraz daha az-bâtıl olması onun da bâtıl olduğunu değiştirmez. Bizim ölçümüz peygamber örnekliğidir. “Andolsun, sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” (Ahzab 21). Peygamber zamânının, ya da Hz. Ömer zamânının ortalamasına göre olacak ölçü. Orantı ona göre yapılacak. İşte o zaman görülecek ki AKP, bâtılı devâm ettiren bir partidir. Bir kapkaranlık var, bir de karanlık var. İkisi de karanlıktır. Birinin daha az karanlık olması onun da karanlık olduğunu değiştirmez. AKP işte bu karanlığı temsil ediyor, aydınlığı değil.

AKP, sözde yükselişini ve uzatmalı iktidârını, “gömleği” çıkarmasına, “İslâm’ı referans olarak almak”tan vazgeçmesine (“din” değiştirmesine) borçludur. Evet; AKP, enfüste müslüman olmasına rağmen, âfakta İslâm-dışı ideolojilere (din) göre hareket etmektir.

Adem Çaylak şöyle der:

“Yüzyıla yakındır Kemalist rejim tarafından baskılanan muhâlif İslâm’cı siyâsi hareket, Erbakan’ın Millî Nizam, Millî Selâmet ve Refah Partisi gelenekleri ile İslâm’i dönüşümün iktidârı ve devleti ele geçirmekten geçtiğine ilişkin bir yanılgı (Bu yanılgı değildir. Devlet olmadan İslâm olacak olsaydı, bunu Peygamber yapardı H.G.) ile hareket etmişse de, “sistem” tarafından “hadım” edilmemiş tarafları olduğu için bu yanılgının üstesinden gelememiş ve sistem buna izin vermemiştir.

İslâm’cı siyâsi hareketin yanılgısını, sözüm ona “milli görüş gömleğini” çıkararak ve İslâm’ı referans almaktan uzaklaştığını iddiâ ederek yükselişe geçen ve bu “güçlü” yönüne “oy”nayan “üst aklın” projesinin bir ürünü olarak iktidâra gelen Ak Parti “başarmıştır”. 1980’lerde Özal’ın açtığı Batı-tipi modernitenin öncülleri ekseninde kendini var eden ve içselleştiren Ak Parti, “hizmetkâr” şebekenin dümen suyunda yıkanarak iktidârı ele geçirmiş ve siyâsi sistem ve devletin zihin kodları ile uyumlaştıkça muktedirleşmiştir. Patrimonyal bürokratik devlet ve tepeden inmeci nizam eksenli sorunlu Türk-İslâm imparatorlukları geleneğini ihyâ ve inşâ etmenin yolunun devleti ele geçirmekten geçtiğine inanan Ak Parti ve ona destek veren İslâm’cıların çoğunluğu, post-Kemalist bir mâhiyet ve karakterde bir tür “iktidarcı İslâm’cılık” yaratmayı başarmıştır. İktidâr yönelimli İslâm’cılığın devleti ele geçirmesi ve muhâfazakâr bedende sorunlu devlet rûhunun tâze kanla yenilenmesi, ahlâk, adâlet, ilke, değer ve hakkaniyet adına büyük bedeller ödenerek gerçekleştirilmiş bir zihniyet tutulması ve amelî savrulma yaratmıştır. Bununla övünmek, ne uğruna ne kaybedildiği ve ne bedeller ödendiğinin farkında olmamak anlamına gelmektedir”.

Başta AKP’li yöneticiler olmak üzere ona oy verenler Türkiye’yi cennet gibi görüyorlar, Dünyâ’nın en iyi düzeyde ülkesi olduğunu zannediyorlar. Hele ki “dümeni” iyi olanlar bu durumu mutlak doğru bir din gibi kabûl ediyorlar ya da kabûl etmek istiyorlar. Öyle işlerine geliyor çünkü. Etraflarına hiç bakmıyorlar mı bunlar? Ya da baksalar da görmüyorlar mı? Vicdanları mı körelmiş?. Şu âyet zamânımızda onların üzerinden tecelli etmiş: Summun bukmun umyun fe hum lâ yerciûn. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı dönmezler (yönlerini değiştirmezler) (Bakara 18).

Kur’ân okuyup da oy vermekten rahatsızlık duymamak da nedir? Yeminle söylüyorum: Vallâhi, billâhi, tallâhi, Kur’ân ve demokrasi-oy vermek ve hele ki AKP’nin şu-anki tutumunun uyuşması-uzlaşması ve yan-yana gelmesi söz-konusu bile olamaz. Bunu kabûl etmeyenlerin Kur’ânî-İslâm’i bir dayanakları yoktur. Dayanakları hevâ ve hevesleri, çıkarları, gereksiz ve aşırı bağlılıklarından başka bir şey değildir.

Müslümanların yapması gereken şey AKP’ye oy vermek değildir; Nâziat 17-19’un dediğini yapmaktır: “Firavun'a git; çünkü o, azdı. Ona de ki: Temizlenmek ister misin?. Seni Rabbine kılavuzlayayım da gönülden ürperesin!” (Nâziat 17-19).  Zîrâ “ben sizin en yüce rabbinizim diye bağırmaya başladı. Firavun gibi; “şunlar-şunlar benim değil mi? Şunları-şunları yapmadım mı?” diye bağırıyor. Allah’ın verdiğini kendisine mâl ediyor. Allah’ı perdeleyerek şirke düşüyor.

“Biraz da biz yiyelim” havasındalar. Yandaşları ve oy verenler de aynı.

Kapitâlist batı ile dost oldukları için kapitâlizme, dolayısı ile paraya kitlendiler. Paranın peşinden gidiyorlar. Para ile bu kadar içli-dışlı olunca da onu çok sevmeye ve ulaşmanın yollarını aramaya başladılar ve ulaştılar da. 1999 yılında Tayip Erdoğan şöyle demişti:

"Eğer bir gün duyarsanız ki Tayyip Erdoğan çok zengin olmuş, bilin ki haram yemişimdir".

Tabi bunları yandaş medyayı tâkip ederek göremezsiniz. Malcom X şöyle der:

“Dikkatli bakarsanız gazeteler yâni medya, mazlumlardan nefret etmenizi, zâlimleri ise çok sevmenizi sağlar. Kimse sana özgürlüğünü vermez. Kimse sana eşitliği, adâleti ve başka hiç-bir şeyi vermez. Eğer gerçekten adamsan, bunları kendin alırsın!”.

7 Hazîran 2015 seçimleri var. Bu seçimlerde araştırma şirketleri AKP’nin oy-oranını %45-52 arasında gösteriyor. Benim tahminime göre oy verenlerin azalacağı ve HDP’nin barajı aşacağı düşüncesine göre % 40 ve aşağısı olması lâzım. Aksi-takdirde HDP’nin de barajı aşamaması neticesinde AKP % 52’lik bir oya ulaşırsa, artık bu; Türk-milletinin laik-seküler-kapitâlist-neoliberâlist-demokratik-muhâfazakâr-konformist-modernist dîni kabûl etmesi, seçmesi ve benimsemiş olması anlamına gelir. Bu “bâtıl dînin” Türkiye temsilciğini yapan AKP’ye oy vererek bu dîni kabûl etmiş demektir. Evet, bu bir “din”dir. Müslümanlar dinlerini bırakıp bu bâtıl dîne geçmişlerse artık söylenecek bir söz kalmamış demektir. Tâ ki acı azâbı görünceye kadar..

Ahmet Kalkan:

“En yıkıcı fesat, insanın saltanat ve sâhip olma uğruna sergilediği fesattır” der.

“Dedi ki: Gerçekten hükümdarlar (krallar) bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur sâhibi olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte onlar, öyle yaparlar” (Neml 34).

“İnsanlardan öyle kimseler vardır ki; onun dünyâ-hayâtına âit sözü hoşunuza gider ve o kimse kâlbinde olana Allah'ı şâhit tutar. Hâlbuki o, düşmanların en amansızıdır. O, iktidâra (velayete) geldiğinde, yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesilleri helâk etmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez" (Bakara 204-205).

Son pişmanlığın âyeti şudur:

"İnsanlardan kimi de vardır ki, Allah'tan başkalarını O'na denk tutar (eş koşar) onları Allah'ı sever gibi severler. Îman edenlerin ise Allah'a olan sevgisi daha kuvvetlidir” (Bakara165).

“Ey Rabbimiz! Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (lîderlerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbimiz! Onlara azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır)” (Ahzab [Partiler Sûresi] 67).

Sonuç ve Hüküm

Kunut duâsında:

"Allâhumme inna nesteînuke ve nesteğfiruke ve nestehdîke ve nu'minu bike ve netûbu ileyke ve netevekkelu aleyke ve nusnî aleykel-hayra kullehû neşkuruke velâ nekfuruk ve nahla'u ve netruku men-yefcuruk"…

“Allah’ım! Senden yardım isteriz ve senden günahlarımızı bağışlamanı isteriz, râzı olduğun şeylere hidâyet etmeni isteriz. Sana inanırız ve sana tevbe ederiz. Sana tevekkül ederiz. Bize verdiğin bütün nîmetleri bilerek seni hayır ile överiz. Sana şükrederiz. Hiç-bir nîmetini inkâr etmez ve onları başkasından bilmeyiz. Nîmetlerini inkâr eden ve sana karşı geleni bırakırız. “Hâl’ederiz”. (nahlu)” denir.

Bu duâda “ve nahlau ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yâni diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyân eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, lîderlikten) hâl’edip al-aşağı ederiz, onu kendi hâline terk ederiz”. Böyle söz veriyor, geceyi bu sözle kapatıyoruz. İsyân eden, fâcirlik ve fâsıklık yapan kişileri makamlarından indirme sözü veriyoruz da, ya milyonlarca insanı cehenneme doğru sürükleyen, onların şirke girmesine, Allah’a isyân etmesine sebep olan ve hattâ bunu dayatan tâğutlara karşı ne yapmamız gerektiğini düşünmek zorunda değil miyiz?

Nahlau (hâl’ederiz) derken kullandığımız “hâl” kelimesi, “ehl-i hâl’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” hâl’etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dâir bir ahid ve söz verme, bir siyâsi bilinçtir.

Adâlet ve Kalkınma Partisi 13 yıllık yönetimlerinde ilk 5 yıl hâriç iyi bir yönetim gösterememiştir. İlk 4-5 sene hadi iyiydi ama daha sonra demokrasi, liberâlizm ve kapitâlizmin bataklarına saplandılar ve siyâsetin kirli câzibesine kapıldılar. 2S 2Ş (servet-siyâset, şehvet-şöhret) AKP’lileri de kuşattı. Bunun sonucunda son 8 yıllık yönetimi kötü bir yönetim oldu. Zâten yaptığı iyi işlerin %90’ı da bu ilk beş yıllık zamanda yapılmıştır. Her liberâl-kapitâlist partinin yapacağı gibi AKP döneminde de, zenginler daha da zenginleşirken ve refah içinde görece mutlu bir hayat yaşarlarken; halkın geneli olan garibanların durumu ya aynı kalarak ve yerinde sayarak gerilemiş ya da direkt olarak biraz daha gerilemiştir. Yâni gariban halk Ak Parti’den bir fayda görmemiştir. Memleketin hâli böyleyken, bir de kalkmışlar “biz ıslah edicileriz” diyorlar
Başkalarına göre “daha az kötü” olanlar “iyi” değildir. Sâdece “daha az kötü”dür. Başkaları nasıl kötüyse, onlar da kötüdür. “Az kötü”, “iyi” demek değildir. “Az kötü”dür sâdece. İslâm’da ehven-i şer yoktur, iyi ve kötü vardır. Azı-çoğu olmaz. Kötü kötüdür, iyi de iyidir. AKP kötünün iyisi yâni az-kötü değildir. Kötüdür. Kötü, kötüdür ve kötü, iyi değildir. AKP kötülerden bir kötüdür. Daha az kötü olması onun kötü olduğunu değiştirmez. AKP, adının aksine adâletsiz bir yönetim göstererek “Ak Parti” iken, “Ah Parti” hâline dönüşmüştür. Tiz yerinden edile!
Bütün bu olumsuzluklar AKP’nin şekillendirdiği ve meydana getirdiği bir yapı ve ortam içinde olmuştur, olmaktadır. Ortaya konan politika bu sonuçlara yol açmıştır.

Ey AKP’liler!, kendinizi bir şey zannetmeyin. Sizden büyük Allah var.

“Siz ölçüyü aşan bir kavimsiniz diye, şimdi o zikri (öğüt ve hatırlatma dolu Kur’ân’ı) sizden (uzaklaştırıp) bir yana mı bırakalım?” (Zuhrûf 5).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2015



 

 

1 yorum: