3 Şubat 2015 Salı

Yardım Derneklerine Eleştiri


“Onların mallarında ihtiyaç sâhipleri ve yoksul olan için de bir hak vardır” (Zâriyat 19).

Tüm insanlar İslâm fıtratı ile yaratılmışlardır. Bu fıtrat merhâmetle inşâ edilmiştir. Aynı-zamanda tüm insanlar en nihâyetinde kardeştirler (A‘raf 189), bu gerçeği en azından genlerinde taşırlar. Bu durum mü’minler için ise kesinlikle böyledir: "Bütün mü’minler kardeştir” (Hucurât Sûresi 10).

Bu nedenlerden dolayı zor durumda olan bir insana karşı diğer bir insanın umursamaz bir tavır takınması düşünülemez. Sâdece vicdânını “son noktasına” kadar karartanlar bundan istisna tutulabilir belki. Son 150 yıldır devam ede-gelen ideolojiler bu durumu epey bir sarsmış ve değiştirmeye başlamıştır fakat fıtrat çok sağlam bir yapı olduğu için yine de insanlar merhâmetten tamâmen kopmamışlardır. Bunun sonucu olarak tüm insanlar diğer tüm canlı-cansız varlıklar gibi yardımlaşırlar. Nefsi istemese bile ağır basan vicdanları mazlum insanlara en azından bir duâ eder ya da “akıl” verir.

Hayvanlar âleminde de bu yardımlaşmanın örneğini bolca görüyoruz. Yavrularına merhâmetle davranıyorlar, hattâ bu yavrular başka hem-cinslerinin yavruları olsa bile onları koruyup kollayabiliyorlar. Birbirine düşman olan iki farklı hayvanların bile birbirine yardım ettikleri vakıadır. Çünkü tüm varlığın özüne işlenmiş bir merhâmet vardır. Akıl/şuur olmasa da bu durum kendini “güdü” olarak gösterir.

Cansız maddeler de birbirleriyle yardımlaşırlar. Hattâ kâinat/varlık bu “yardım” sâyesinde ayakta durur. Atom boyutunda gerçekleşen bu yardımlaşmanın bir-an dâhi kesilmesi kâinatın kaosa dönüp yıkılmasına neden olur. Kâinat “yardım”-”merhâmet” ile ayakta durur. Yerler ve gökler varlığını yardıma/merhâmete borçludurlar. En nihâyetinde de kâinat Allah’ın yardımıyla/tutmasıyla ayakta durur: “Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zevâl bulurlar diye (her-an) tutuyor. Andolsun, eğer zevâl bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim’dir, bağışlayandır” (Fâtır 41).

Atom boyutundaki bu yardımlaşma hârika bir destekleşmedir. Bu yardımlaşma “Kovalent” ve “İyonik” bağlarla/yardımla gerçekleşir. Atomlar arasında, son katmanlarda yer-alan elektronlardan bâzılarının ortaklaşa kullanılmasıyla oluşan bağa Kovalent Bağ denir. Elektronların iki atom tarafından ortaklaşa kullanılmasıyla oluşan ve koparılması için 50-110 kcal/mol enerji gereken kuvvetli kimyasal bağdır bu. İyonik Bağ; bir atomdan ötekine elektron göçmesi sonunda oluşan zıt yüklü iyonlar arasındaki elektrostatik çekim kuvvetidir. Evet; varlık bu bağların birbirini tutması/yardımı sâyesinde varlığını sürdürür.

İnsanlar arasındaysa bu yardım direkt ya da dolaylı yollardan yapılır. Kurumlaşmanın üst-seviyelerde seyrettiği günümüzde, yardımlar direkt elden-ele değil, yardım kuruluşları vâsıtasıyla oluyor. Bu kurumlar genelde dînî-insanî kaygılardan ve görev bilincinden kaynaklanarak kuruluyor. Dernek olarak teşekkül eden bu kurumlar, insanlardan çeşitli yollarla yardım talep ediyor ve onu ihtiyaç sâhibi kimselere ulaştırıyor. Bu kurumlar, muhtâç hâldeki insanların durumlarına/ihtiyaçlarına göre gereken yardımı düzenli olarak veriyorlar.

Bu yapılan şeyi samîmi buluyoruz (ya da bulmak istiyoruz). Ne de olsa muhtaçlara bir şekilde ulaşılıyor ve ihtiyaçlar gideriliyor. Burada sorun yok. Fakat bizim eleştirimiz farklı bir bakış-açısı nedeniyledir. Şöyle bir eleştirimiz var:

Yardım eden kişiler yâni yardımı ilk veren kişiler kime yardım ettiğini ve yardıma muhtâç kişilerin durumlarından haberdar olmuyorlar. Muhtâç insanlarla bire-bir bir temas kurmuyorlar ve onların hâllerini “yerinde” görmüyorlar. Onlarla mânâ alış-verişi yapmıyorlar. Onlarla uzaktan ilgilenmiş oluyorlar. Gerçekten uzak diyarlarda olanlar için bu durum normal olarak görülebilir fakat zengin, yanı-başındaki muhtâca bile yardım dernekleri aracılığıyla yardımı yaptığı için ulaşamıyor/ulaşmıyor. Yâni bu kuruluşlar bu nedenle zengin ile fakirin arasını açmak gibi bir görev de yüklenmiş oluyor. Toplumun “bölünme”sine neden oluyor. 

Abdurrahman Aslan eleştirel bir tarzda bu duruma şu şekilde değinir:

“İnsanlar dün kendileri yardım ederken, fakirlerin durumunu en azından kendileri yaşayarak görüyorlardı, kâlpleri belki o konuda daha da yumuşuyordu, belki daha gayret eder hâle geliyorlardı. Ama şimdi kurumsallaşma ile birlikte ne biz yoksulları görüyoruz, ne yoksullar bizi görüyor. Bu çok matah bir şey midir acaba?

“Meselâ biz şimdi durmadan yardım-kurumları kuruyoruz. Bence İslâm’a uygun şeyler değil. İslâm’a aykırıdır demiyorum. Ama İslâm’da aslolan, müslümanın bizzat diğer müslümana yardımıdır. Bu biraz daha yüz-yüze diz-dize göz-göze bir yardımın, kişisel bir sorumluluğun, belki de o duygusallığı da berâberinde getiren çok insâni bir ilişkinin de oluşmasına sebebiyet verir. Ama siz araya kurum koyarsanız bu olmaz.

Bu-gün yardım toplayan hiç-bir kurum insanlara hesap verme mecbûriyetini hissetmiyor. O parayı verenlere değil, devlete hesap vermekle meşguller. Bu bence müslümanlar için ciddî bir problem.

Şehir ahâlisi yardımları toplayıp güvendikleri insanlara veriyorlar ve onları gönderiyorlar. Onlar da gidiyorlar oraya, dağıtıyorlar, sonra geliyorlar, o şehrin içinden önemli adamlara yardımların hesâbını verip anlatıyorlar.

Oradaki muhtaç olanlar için ne gönderilse, ne yapılsa önemlidir onlar için. Bunu önemsiyorum. Ama ben usûl üzerinden konuşuyorum. Eğer siz toplumdaki sorunları kurumlar aracılığıyla ele alırsanız, bu-gün Batı’nın modern toplumu gibi bir toplum olursunuz. Sonra sizi kurumlar güder. İster devlet, ister kurumlar tarafından eğer güdülmek istemiyorsanız, o zaman bu kurumsal yapıları asgariye indirmeniz lâzım. Ve bu da benim irâdemle sizin irâdenizle olan bir şeydir. Sivilite budur” der.

STK`lar konusunda Arundhathi Roy, bu örgütlerin çoğunun fonlarını batılı kuruluşlardan sağladığını, sonunda bir düdüklü tenceredeki düdük görevini gören kuruluşlar hâline geldiklerini belirtir.

Yardım dernekleri yardımdan sâdece mîdeye giren, evi süsleyen ve biraz da sağlıkla ilgili şeyleri düşünüyor. Yâni parasal/maddî yardımı. Bunların da yardım olduğunu ve mutlaka yapılması gerektiğini tekrar-tekrar söylüyoruz. Fakat bu muhtâç insanlar mânevi olarak da çökmüş durumdalar. Maddî zorluk mânevi azalmayı da peşinden sürükler çünkü. Bu sebeple bu kişiler mutsuz hâle gelmişler ve belki de zor durumlarının birer sonucu olarak hayatlarında olduğu gibi inançlarında da çatlaklar oluşmaya başlamış olabilir. Bu yüzden yardım dernekleri maddî yardımların yanında mânevi/rûhi yardımları da düşünmeli ve bu konuda çalışmalar/uygulamalar yapmalıdırlar.

Ahmet Kalkan der ki:

“İnsanlara en büyük yardım, onların karınlarını doyurmak ve tok olarak, daha sağlam binâlarda ölümü beklemelerini sağlamak olmamalı; onların önce gönüllerini ve zihinlerini şirkten, küfürden arındırmak olmalı; bu konu yardım-severlerin pek umurunda değil”.

Yardım derneklerine yaptığımız eleştirilerin bizce en önemlisi de şudur: Bu kuruluşlar sürekli büyüyerek daha geniş kesimlere ulaşıyor ve bunu sistemli bir şekle sokuyorlar. Bu durumda her zaman bir, “yardım alan” ve “yardım veren” bulunuyor toplumda. Yıllarca hattâ bir ömür, yardım alan yardım almaya devâm ederken, yardım veren de yardım vermeye devâm ediyor ve bu durum hiç değişmiyor. Zamanla yardımın çıtası/kalitesi yükseliyor ama yardım alma ve verme özneleri  (nesne demek belki daha uygun) değişmiyor. Bir “etken” ve bir “edilgen” sürekli bulunuyor. “Edilgenlik” sürdürülüyor. Bir kişinin ömür-boyu yardım alırken, diğerinin de bir ömür-boyu yardım vermesi normâl görülüyor/normâlleştiriliyor. Yardım alanın durumu bir-zaman sonra düzelmiyor ve bu kişi “yardım edecek” duruma gelemiyor. “Veren el alan elden üstündür” hadîsi garibanlara hîtap etmiyor. Onları kapsamıyor. Oysa bu hadis garibanlar için de geçerlidir ve gariban da “alan el” olmaktan kurtulup “veren el” olmak ister ve de olmalıdır. Onun da “veren el” durumuna gelerek “üstün” olma hakkı vardır. (A’raf 32) Muhtâç kimseler de bir zaman sonra “veren el” konumuna gelmelidirler. Çünkü “alan el” olma sürecinin uzun zamanlara yayılması muhtâçta bir eziklik durumu oluştururken, zenginde de sürekli bir “veren el” olma durumu gizli de olsa bir kibrin oluşmasına neden olur. Böylelikle Şeytan’a alan açılır ve Şeytan da bu alanı kullanarak insanların arasını açar.   

Yardım kuruluşları bu muhtâç durumdaki kişilerin durumunun kalıcı bir şekilde düzelmesi için çok da bir şey yapmıyorlar. Meselâ diyelim ki bu muhtâç kişi asgarî ücretli bir kişi olsun.. Kirâda oturuyor olabilen bu kişinin gelirinin yetmeyeceğini tartışma-dışı bırakarak diyoruz ki: Bu yardım kuruluşları niçin bir-araya gelip patronları/iş-verenleri ve devleti bu konuda rahatsız etmiyorlar? Özellikle de “Asgarî Ücreti Belirleme Komisyonu da olan devleti niçin hiç rahatsız etmezler ve demezler ki: “Kardeşim, bu insanlara yazık değil mi? Kendinize gelince bol-kepçe dağıtırken neden bu insanların yarı-aç yaşamasına râzı oluyorsunuz? Bu kişiler sizin telefon konuşmalarına harcadığınız kadar bile bir gelire sâhip değiller. Çoğu kirâda oturuyor ve çocukları okullara gidiyor. Herkes gibi (sizin gibi) masrafları ve ihtiyaçları var. Bu insanlar niçin insan gibi yaşayamıyorlar? İnsan gibi; beslenme, eğitim, sağlık, ulaşım, giyim-kuşam vs. ihtiyaçlardan faydalanma hakları yok mu? Bunlar insan değiller mi? Nitekim bu asgarî ücretli insanlar sabahtan akşama kadar en ağır işlerde durup-dinlenmeden çalışıyorlar. Yan gelip yatmıyorlar ki. Neden bu insanlara 900 lira yerine en azından 1.500 lira vermiyorsunuz? (Aslında hiç bir eve 2.000 liradan az para girmemelidir) Emekliler neden “son günlerini” rahatça yaşayamıyor ve o yaşta çeşitli sıkıntıların yanında bir de geçim sıkıntısı yaşıyorlar? Yine engelliler niçin hayatlarını perişân eden “zorluklarının” yanında bir de geçim sıkıntısını taa iliklerine kadar yaşıyorlar, yaşamak zorunda kalıyorlar? (çünkü onların ekstra masrafları/ihtiyaçları vardır)”. Sanki devletin bunlara gücü mü yetmeyecek.. GSMH’dan bahsederken dilleri bir karış uzuyor ya! Buna göre devletin gücü yeter de artar bile. Neden insanların da katıldığı büyük kitleleri oluşturarak devleti eleştirmiyor, yürüyüşler, mitingler yapmıyor ve hattâ tepelerine binmiyorlar? Bunu yardım kuruluşları yapmayacaksa kim yapacak ki?

Ey yardım kuruluşları/dernekleri! Garibana bir yardım torbası, beş çuval kömür, üç kuruş para vermeyi pek matah bir şey mi zannediyorsunuz? Neden bu insanların durumunu kalıcı olarak değiştirecek işler düşünmüyorsunuz ve uygulamaya sokmuyorsunuz? Bu insanların bu durumu hoşunuza mı gidiyor? Yoksa bu durum sizin hayâtiyet noktanız mıdır? Memleket arap yarım-adasının İslâm’laşmasından sonra zekat verecek kimsenin bulunmadığı bir ortam gibi olursa işsiz kalırız korkusu mu yaşıyorsunuz? Yoksa “cihad” etmeye korktuğunuzdan mı tüm enerjinizi bu tür ıvır-zıvır işlere harcıyorsunuz? Yaptığınız iş ne kadar kendi alanında iyi ve önemli bir iş ise; daha fazlasını yapmamak da o kadar kötü/âdi bir iştir. Yardım kuruluşlarına ihtiyaç kalmayacak bir ortam/Dünyâ oluşturmak ise en önemlisidir. Evet ey dernekler! “Pasif iyiliğin zirvesi” olarak gördüğümüz bu yardımlaşma işini yapan kuruluşlar; yoksa bu zengin-fakir, varlıklı-muhtaç durumunu korumak için, ya da fakirin sesini kesmek için mi kurulmuş? Öyle olmadığını hissediyoruz ve düşünüyoruz.

Sâdece hizmet yetmez, fertten devlete kadar ıslah da olmalıdır ve ikisi aynı şey değildir.

Yanlış anlaşılmasın.. Biz yardımı (zekat/sadaka/hayır vs) “pasif müslümanlığın zirvesi” olarak görüyoruz. Fakat bu zirve yine de pasif alanın bir zirvesidir. Sâdece mallarla yapılan bir mücâdeledir ki, Allah “mallarınızla ve canlarınızla cihad edin” der: “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsa 75) “Gerçek şu ki, îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır” (Enfâl 72).

Yâni mallardan sonra düşünceler, vakitler ve hattâ canlar da ortaya konmalıdır. Zekat/yardım verecek kimse kalmayıncaya kadar..

Yardım kuruluşları ilmî yardımlar da yapmalıdırlar. Böylece ruhları da tezkiye etme vesîlesi olmalıdırlar. Meselâ demelidirler ki: Allah sâdece zengine değil, muhtâca da bâzı yükümlülükler verir ve nasıl davranması/ne yapması gerektiğine dâir şeyler söyler:

“Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha 4).

“Sabır ve namazla yardım dileyin. Hiç kuşkusuz bu, kâlbi ürperti duyanlardan başkasına çok ağır gelir (Bakara 45).

Hem zengine hem de garibâna sık-sık hatırlatır:

“(Yine) Bilmez misin ki, gerçekten göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Sizin Allah’tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur(Bakara 107).

“Hayır, sizin mevlânız Allah’tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır” (Al-i İmran 150).

“Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi “yapayalnız ve yardımsız” bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse mü’minler, yalnızca Allah’a tevekkül etsinler” (Al-i İmran 160).

Zenginleri/varlıklı olanları da âyetleriyle uyarır ve onları cimrilikten ve gösterişten, azarlayarak sakındırır:

“Hesap verme işini yalan sayanı gördün mü? Yetimi itip-kakan odur. Çâresizi doyurmak için teşvikte bile bulunmaz. İbâdet de eden bu gibi kimselerin çekecekleri var. Bunlar ibâdetlerini önemsemezler. Onlar gösteriş yaparlar. Küçük yardımlara bile engel olurlar” (Maun 1-7).

“(Mal, mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu,) mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü. Hayır; ileride bileceksiniz. Yine hayır; ileride bileceksiniz. Hayır; eğer siz kesin bir bilgiyle bilmiş olsaydınız, andolsun cehenneme doğru yuvarlanmakta olduğunuzu görecektiniz. Sonra onu, gerçekten yakîn gözüyle (Ayne'l Yakîn) görmüş olacaksınız. Sonra o gün, nimetten sorguya çekileceksiniz” (Tekâsür 1-8).

Hadislerde de yardım konusu çok gündeme getirilir ve dayanışma teşvik edilir:

“Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din-kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda îman etmiş olmaz” (Buhârî, Îmân 7; Müslim, Îmân 71–72).

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (düşmanına) teslim etmez Kim, (mü’min) kardeşinin bir ihtiyâcını giderirse Allah da onun bir ihtiyâcını giderir” (Buharî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr).

“Kim Müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyâmet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir Müslümanı(n kusurunu) örterse, Allah da Kıyamet günü onu(n kusurunu) örter” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr).

Yardım dernekleri öyle bir noktaya geldi ki, şirk konusu olmaya başladı. İnsanlar Allah’tan daha çok onlara güveniyor.

Özellikle muhtâç durumda olanlar olmak üzere insanlar yardım kuruluşlarını gözlerinde büyütmeye ve onları olağan-üstü görmeye başladılar. (Bunda yardım kuruluşlarının da katkısı var). Yardım kuruluşları ile şirk koşmaya başladılar. Allah’tan çok yardım kuruluşlarına/derneklerine güveniyorlar. Muhtâcın birine deseler ki “korkma Allah var”, muhtâç çok da rahatlamayacak; fakat deseler ki “korkma “falan yardım derneği var”, kişi daha çok rahatlayacak, çünkü onlara daha çok güveniyor. Yardım dernekleri , aynı-zamanda muhtâç kişiyi güden bir unsur oluyor. Ona ne ihtiyâcı olduğunu söylüyor. Yardım malzemesinin çıtası/kalitesi sürekli yükseliyor. Klimalar, akıllı telefonlar, lüks giyim-kuşam, ev eşyaları vs. Bunun sonunun nereye gideceği de belli değil. Böyle bir yol insanları tembelleştirir, uyuşturur. Yardım kuruluşlarının giyim-kuşam, yeme-içmekten başka iş-alanları açması ya da bunu teşvik edici paketler hazırlayıp ilgili kişilere/kurumlara ve devlete götürmesi ve tatlı-sert bir baskı yapması lâzım.

Yardım dernekleri çeşitli yollarla hem muhtâç hem zengin insanları hem de kendilerini pasifleştiriyor. Yardımı sanki mânevi sömürü yapıyorlarmış gibi gösterecek sözler/eylemler kullanıyorlar. Kendilerini de sürekli çok pasif isimlerle niteliyorlar. Meselâ kurumların isimlerinden biri Mazlumder’dir. Mazlumder diye isim mi olur? Bu isim geçici bir isim midir? Bu “mazlûm”iyet kıyâmete kadar mı devam edecek? Bu mazlûmiyet hiç mi bitmeyecek? Eğer bu isimdeki kurum 1.000 yıl devâm edecekse, bin yıl boyunca mazlumlar da olacak demektir. Bu isimle kurulan bir kurum mazlûmiyetin bitmesini isteyebilir mi? Müslüman bir kişi mazlûmiyetin kıyâmete kadar sürmesini isteyebilir mi?

Mâvi Marmara Filosu’na yurt-içi tüm yardım dernekleri ve yurt-dışından da dernekler/kuruluşlar katılmıştı. Sâdece “Cemaat”e mensup olan “Kimse Yok Mu” derneği katılmadı bu yolculuğa. Bu faaliyete herkes canla-başla hazırlanıp katılırken ve Gazze’deki siyâsi yönetim Hamas’ın kurucusu merhum Ahmet Yâsin’in “açık çağrı”sına rağmen Kimse Yok Mu Derneği’nin hâinliğini söz-konusu bile etmiyoruz.

Evet; mazlûmiyet pasif bir mücâdeleyle değil, aktif bir mücâdeleyle son bulur/bulmalıdır. Bitsin artık! zengin olmasın, fakir kalmasın. İnsanlar arasındaki büyük uçurumlar kalksın. Köprüler kurulsun. İnsanlar kaynaşsın. Kimse kimseyi küçük/düşük görmesin. Doğal farklılıklar elbetteki olur ama biri yerken diğerinin aç kalması ve bunun sonsuza kadar sürmesini kabûl etmek ve beklemek bir müslümana zinhar yakışmaz. Bir müslüman bunu kabûl edemez. İsteyemez.  

Yardım kuruluşları belli bir aşamadan fazla büyümemelidir. Dev şirketlere dönmemelidir. İstismâra açık hâle gelmemelidir. Şirketleşmemeli, holdingleşmemelidirler. Bunun yerine küçük de olsa çok sayıda yardım kuruluşu olmalıdır. Bu kurumlar kendilerini “geçici kurumlar” olarak görmelidir. Bu kurumlarda hizmet edenler maaşlı-sigortalı çalışanlardan değil, gönüllülerden oluşmalıdır. Adamın rızkından arttırdığı küçük miktarlar işçilerin sigortası-maaşı gibi gereksiz yerlere harcanmamalıdır. Yapılacak büyük işler (Mâvi Marmara filosu gibi) kurumların ortak çalışmalarının bir sonucunda yapılmalıdır. Yardımların kayıt işleri îtina ile yapılmalıdır. Yardım yapanlar da ellerinden gelen en iyi ve en çok yardımı yapmaya çalışmalıdırlar ki artık mazlûmiyet bitsin. İyi bilin ki zengin-yoksul arasındaki uçurum arttıkça aslında insanlar arasındaki uçurum artıyor ve bunun sonucunda tüm insanlar zarar görüyor.

28 Şubat sürecinden sonra müslümanlar vahiy-merkezli İslâm’ı iktidâr yapmaktan ve İslâm’ı kamusal alanda görünür kılmaktan çok büyük oranda vazgeçince, -en zirvesi de olsa-, pasif bir İslâm anlayışına yönelerek “yardım-merkezli İslâm” anlayışına yöneldiler ve bu yönde yardım kuruluşları kurdular yada bu kuruluşları destekleyerek, kısmen yararları da olan yardım kuruluşları yoluyla farklı bir İslâm’i anlayış yoluna girdiler. Böylece bu kuruluşlar kısa zamanda güçlendi. Öyle ki bu kuruluşlar içinde, büyüklükleri oranında yolsuzluklardan bile söz edilmeye başlandı. Demek ki aktif İslâm’ın siyâsi ve kamusal hedefi bir şekilde baskılandığında, pasif ve siyâsetten ve kamudan uzak olan farklı bir yola koyuluyor. İşte yardım kuruluşlarının ortaya çıkması ve çoğalması 28 Şubat döneminden sonra başladı. Böylelikle egemenlerle karşı-karşıya gelmekten kurtulmuş oldular ama bu tutum, “bir cezâ olarak” zamanla egemen kesimin “arka bahçesi” olmalarına yol açtı. Zârâ onların görüşleri ile egemen kesimin görüşleri paralelleşti. Hâlbuki bu kuruluşların yardım yaptıkları kesimlerin yardıma muhtaç hâle gelmelerinin başlıca sebepleri, yardım kuruluşlarının desteklediği egemenlerin uyguladıkları kapitâlist-liberâl-fâizci politikalarının bir sonucudur. Bu kuruluşları eleştirmedeki en önemli sebebimiz, bu kuruluşların, “bataklığı kurutma” hedeflerinin olmaması ve sürekli olarak “sineklerle mücâdele” etmeleridir.

Şükrü Hüseyinoğlu:

“Müslümanların teşkil ettiği bâzı oluşumların, 28 Şubat zorbalığı karşısında İslâm’i sorumlulukları daha sıkıca kavramak ve omuzlamak yerine, kendilerini egemen sistemle karşı karşıya getirmeyecek yeni uğraş alanları arayışı içerisine girdiği bir gerçek. Böylece hem kendilerince bir şeyler yapmaya devâm etmiş olacaklar, hem de zorbaların hiddeti karşısında kendilerini emniyette hissedebileceklerdi.

Makro-sömürü çarkları dönmeye devâm ederken, salt mikro bir çaba olan sosyâl yardımlarla sosyâl adâleti gerçekleştirmeye çalışmak ve bunu da başardığı zehabına kapılmak büyük bir yanılgıdır. Esaslı ve kalıcı sosyâl adâlet ancak, yeryüzünün kaynaklarını talan edip tekelleştiren küresel ve yerel kapitâlist sömürü çarklarını kırma potansiyeline sâhip yegâne güç olan İslâm’ın makro iktidâr mücâdelesine omuz vermekle gerçekleşebilir. İslâm’i mücâdeleden bağımsız ‘insâni yardım’, sadra şifâ değildir”. Bâzı İslâm’i kuruluşlar, 28 Şubat’la birlikte makas değişimine giderek kişisel gelişim eksenli konferans ve seminerler düzenlemeye başladılar. Bâzıları da, İslâm’i mücâdeleden bağımsız bir toplumsal yardımlaşma kurumu niteliğine büründüler. Ancak ve ancak İslâm’i bir toplumsal dönüşüm mücâdelesi bünyesinde anlamlı olabilecek eğitim ve yardımlaşma çabaları, ne yazık ki İslâm’i mücâdeleden kaçıp sığınılan bir liman işlevini görmeye başladı. İslâm evet toplumsal yardımlaşmayı, infâkı, sadakayı emretmiştir, bunda şüphe yok. Dolayısıyla müslümanlar yardım kuruluşları kurup fakir-fukaraya yardım çabası içerisine gireceklerdir, girmelidirler. Fakat, tüm bunlar “yeryüzünde fitnenin (Allah’ın nizâmından başka nizamların etkinliğinin) ortadan kaldırılıp Allah’ın hükümlerinin hâkim kılınması” doğrultusundaki İslâm’i mücâdelenin bünyesinde olduğunda bir anlam ifâde eder. İslâm’i mücâdeleden bağımsızlaştırılmış, salt bir sivil-toplum faaliyetine indirgenmiş bir insâni yardım faaliyeti aslâ sadra şifâ olamaz. Zîrâ, yüce Allah tüm canlılara rızıklarını tastamam bahşetmektedir. Yeryüzünde, canlılar için gerekli olan yiyecek, içecek, barınak, ısınma ve diğer ihtiyaçlar anlamında aslâ bir kaynak sıkıntısı bulunmamaktadır. Makro adâletsizlik, mikro alanlardaki çabalarla giderilemez Patates, kömür dağıtarak sosyâl adâlet gerçekleştirilmezder.

Dünyâ’da birileri yardıma çok muhtaç hâle gelmişse, o kişilere ilk elde âcil yardım yapılmalıdır fakat bilinmelidir ki böyle bir durum, Dünyâ’da bir zulmün olduğunu da gösterir. Sâdece âcil yardımlarla bu zulmün önün kesilemez. Âcil yardımlardan sonra bataklığı kurutmak anlamında kesin sonuçlar almak uğruna da mücâdele-mücâhede edilmelidir.  

Yardım dernekleri farkında olmadan(!), insanları aç-susuz, yoksul-garip ve bi-ilaç bırakanları perdelemiş ve aklamış oluyorlar. Yav bu insanları “birilerinin” düşünceleri-eylemleri-politikaları-hırsları-zulümleri vs. bu duruma düşürdü. Bunlardan hiç bahsetmeyecek misiniz?. Mücâdele etmeyecek misiniz bunlarla?. Yardım sâdece boğazdan geçen şeylerle mi olur?. Mazlumları zâlimlerden kurtarmak en büyük yardımdır.

Yoksulluğun nedeni rızkın azlığı ile ilgili değil, ahlâk ve politika ile ilgilidir. Adâletin kaynağı olan İslâm ekonomi-siyâsetinin yokluğu, mutlakâ yoksulluğu doğurur. Gerçek anlamda yoksulluktan kurtulmanın yolu, kişinin kendisinin ve âilesinin kendi ayakları üzerinde durabilecek hâle gelmesiyle olur. Yardımlar yoluyla yoksullukla mücâdele edilemez. Yardımlar ile ancak “âcil müdâhale” edilebilir yada a-normâl durum bir-süreliğine geçiştirilebilir.

Allah herkese yetecek nîmeti verdiğini söylediğine ve “yaratılacak olanın rızkı bize âittir” dediğine göre, yine de 1 milyar insan aç-susuz olarak feryât-figân ediyorsa, bunun nedeni, servetin birilerinin elinde devlete dönmüş olmasıdır. Oysa Kur’ân, “Servet birilerinin elinde tekelleşmesin” (Haşr 7) demektedir. Çünkü servet birilerinin elinde tekelleştiğinde, zamânımızda da çokça görüldüğü üzere, diğer birileri açlıktan-susuzluktan ölmeye başlayacaktır. Bunun çâresi ise büyük ve güçlü İslâm’i mücâhedelerdir. Yoksa “taşıma su ile değirmen -birazcık kıpırdatılsa da- döndürülemez”. Netîcede de değirmende açlığı bitirecek un hiç-bir zaman bulunmaz.

Şükrü Hüseyinoğlu:

“Müslümanların yardım kuruluşları her ay düzenli olarak yoksullara onbinlerce kumanya kolisi dağıtacak olsa, kapitâlist sömürü düzenlerinin bankacılık ve borsa sistemi üzerinden yapacağı yarım puanlık bir oynamanın zengin-yoksul uçurumunu derinleştirme konusundaki etkisini bile telâfi edemezler.

Evet, taşıma-suya ihtiyaç varsa su taşınacaktır. Yoksullara yardım etmek Rabbimizin de emridir. Fakat unutmamak lâzımdır ki Rabbimizin emirleri bir bütündür ve O'nun asıl emri zulüm ve sömürünün ortadan kaldırılıp hak ve ona dayalı adâletin hâkim kılınmasıdır. Taşıma-suyla değirmen dönmez. İnsâni yardım, kapitâlist sömürü düzenlerini yerle yeksan edecek İslâmî mücâdelenin bir parçası olursa anlamlıdır. Aksi-hâlde bu yönde ortaya konulacak çabalar, kapitâlizmin ve kapitâlist düzenlerin vicdânı olma işlevi görmekten öteye gidemeyecektir” der.

Fakirlere yardım etmek şarttır, fakat ondan çok daha önemlisi, fakirlikten kalıcı bir şekilde kurtulmak için mücâdele etmektir. Fakirleşmekle mücâdele etmektir.  

İhsan Eliaçık:

“Neden meselenin etrâfında dolanıyor, işin köküne inmiyorsunuz?. Yoksullara yardımı aşın, “yoksulluk neden var” onu sorun” der.

İHH’ya bir eleştiri:   

Biz Mâvi Marmara kâfilesinin yaptığı işi, -her ne kadar bâzı farklı yorumlar yapılsa da- bir “İslâm’i Hareket” olarak görüyoruz ve ölenlerin de (Allah onlara rahmet etsin) Allah’ın izniyle şehit olduğuna inanıyoruz. Zîrâ; Mâvi Marmara’nın, küresel güçlerin bir senaryosu olduğunu kabûl etsek bile, gemiye binenler bu senaryodan habersizdirler, yâni kişisel anlamda samîmiyet içeren bir hareket vardır ve bu samîmiyet sâdece sözde değil, eylemde de kendini göstermiştir. Bu, müslümanların, “icâbında eyleme geçme potansiyeli”nin hâlâ vâr olduğunun bir göstergesidir. Bu tarz hareketler çoğalmalı ve devlet-destekli olmalıdır.

İHH’nın öncülüğünde gerçekleşen Mâvi Marmara olayı iki bölümden oluşur. İlkinde kayıtsız-şartsız bu İslâm’i bir harekettir ve ölenler şehittir. (Kalanlar da gâzidir). Fakat işin bir de sonraki boyutu var ki bizi çok şaşırtmış ve umudumuzu söndürmüştür. Bu, bir-zaman sonra yapılan “hak arama” şeklidir. Buna îtiraz ediyoruz, çünkü İslâm’i bir hak arama ve eylem şekli değildir. Daha çok tağuti bir hareket şeklidir. (Tağut: Allah’ın koyduğu ölçüler dışında ölçüler koyan kişiler). İslâm’i bir hareketin sonu, laik/seküler/demokratik/neo-liberâl/modernist/konfomist/kapitâlist ideolojilerin bir sentezi olan, yâni İslâm’ı/dîni, dolayısıyla mânevi derinliği/ahlâkı işe karıştırmayanların kurup, kurallarını belirleyip yönettiği mahkemelerde hak-arama şeklinde olmamalıydı. Ya devleti de işin içine sokan büyük infiâller şeklinde olmalıydı ya da “iş” Allah’a havâle edilmeliydi. Çünkü “hak”kı tağutların düzeninde aramak İslâm’i bir hareket değildir. Âyetlerde bu, şu şekilde dile getirilir:

Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi? Bunlar, tağut'un önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsa 60).

“Oysa (bu şirk koştukları güçler ve nesneler) ne onlara bir yardıma güç yetirebilir, ne kendi nefislerine yardım etmeye” (A’raf 192).

Atasoy Müftüoğlu:

“Sömürgeleştirilen, şeyleştirilen, ötekileştirilen ve insan yerine konulmayan İslâm-dünyâsı toplumlarının bir kendilik bilinci oluşturmaları gerekirken, mağdûriyetlerini ırkçı ve ideolojik “insan hakları” söylemi aracılığıyla dile getiriyor olmaları büyük bir aymazlıktır” der.

Hakkı Allah’tan başkasından beklemek. Zorbayı zâlime şikâyet etmek. Köpeğin saldırışını ite şikâyet ermek gibi bir şeydir bu. Hakkı, laik, yâni işe dîni karıştırmayan mahkemelerde aramak da neyin nesi? Doğru hüküm vereceğini düşündükleri mahkemede dâvâ açıyorlar. Ya dâvâyı kaybederlerse ne olacak? O zaman İHH’yı haksızlıkla mı suçlayacağız? Denize düşen yılana sarılıyor.

Burada yapılması gereken şey, kısasa kısastır. Elinle olmuyorsa dilinle, o da olmuyorsa kâlbinle buğzdur ve dâvâyı huzûr-u mahşere havâle etmektir.

Ahmet Kalkan, hakkı gayr-i İslâm’i kurumlarda aramanın yanlışlığı için şunları söyler:

“Onların insan tanımının, hak-hukuk tanımının doğru olduğu nasıl zannedilir ve “ötekiler” hakkında, hele müslümanlar özellikle de İslâm söz-konusu olduğunda nasıl “adâlet”le hükmedeceği düşünülebilir? Saflığın bu kadarı, sâdece psikolojiyi değil; aynı-zamanda Akâidi de ilgilendirir.

Ne güne kaldı insanımız? Hakkı, bâtılın elinde/ilinde arıyor. Hakk’a hakkıyla inanmayanların hak dağıtacağını düşünüyor. Kendisini haklamak isteyenlerin hakkından geleceği yerde, hakkı onların yanında sanıyor ve hak edip-etmediği tartışılan kendi hakkını haksızlardan, hak-hukuk tanımayanlardan dileniyor. Bu tavrıyla onları, başkalarına dağıtmaya yetecek kadar hak-sâhibi, yâni “hak”lı, kendisini hakkı olmayan yâni “hak”sız konuma koymuş oluyor. Bir adı da Hak olan Cenâb-ı Hakk’ın hakkını tanımayan, ona hakkıyla kulluk yapma ihtiyâcı duymayan kimseler, nasıl olur da Allah’ın tüm insanlara doğuştan verdiği hakları âdilce dağıtır? Hakk’a teslim olmayan insanlardan hak terâzisi kullanıp hakşinaslık yapmaları nasıl beklenebilir? Sâdece bu tutarsız beklenti ve tavır bile haklarımızı ne kadar hak ettiğimizi, Hak dâvâya ne kadar sarıldığımızı hakkıyla göstermeye yeter. Her hakkı Hakk’ın yanında görmeyip, tüm insanî ve İslâm’i haklarını söke-söke almak için hakkı haykırıp haklı mücâdeleye atılmadığı sürece mazlum insan, haklı olduğunu kendisine bile ispatlayamayacaktır.

Haklı olmak, haklı olduğunu bilmek, haksızlığa tahammül etmeyip hakkını haklılara yakışır tarzda elde etmeye çalışmak, bir insanı bir orduya karşı bile güçlü yapar. Haksızlık karşısında susmak da dilsiz şeytanlığa aday olmaktır. Haksızlığı her kabûl ediş, daha büyüğüne dâvetiye çıkarır. Hz. Ali (r.a.) der ki: “Haksızlık önünde eğilmeyin. Çünkü, hakkınızla berâber şerefinizi de kaybedersiniz. Haksızlıklara baş kaldırmayanlar, zâlim haksızlardan gelecek her kötülüğe katlanmak zorundadırlar”. 
  
Allah'ın verdiği hakları, müslümanlardan ve mazlum tüm insanlardan almaya kimsenin hakkı yoktur. Ama, mazlumların dilenerek haklarını geri alabildiklerini târih kaydetmez. Hakları Allah vermiştir. Beşer, hakkın tanımında Hakk'ı ölçü kabûl etmediği müddetçe hakları hak-sâhibine dağıtmaz/dağıtamaz. Haklı isen korkma, hakkını almak için mücâdele et, Cenâb-ı Hak, haklıyı koruyacaktır. Bir şey, hakkın ise, verilmesini bekleme, almaya çalış! Çünkü hak verilmez, alınır. Zâlimlerden hakkı, söke-söke almak istiyorsak, Hakk'ın emri doğrultusunda cihad, hem hakkımız hem görevimizdir.

Unutmamak gerekir ki, "hak"dan önce "ödev" vardır, sorumluluk vardır. Görev ile hak, anneleri hürriyet/özgürlük olan ikiz kardeştir. Onlar aynı günde doğar, büyür, olgunlaşır ve birlikte kaybolurlar.

İslâm’a göre, insanlara veya yaratıklara âit hakların kaynağı insan irâdesi ve aklı değildir.

Hak ve hakîkat, Allah'a âit olduğuna göre, sürekli hak-hukuktan bahseden kimselerin, hakkı Allah'ın Kitabı dışında aramaları selîm aklın kabûl edemeyeceği bir iştir. Yalnız Allah hak olandır. "Allah, hakkın ta kendisidir, Hak sâdece O'dur. O, ölüleri diriltir; yine O, her şeye hakkıyla kaadirdir" (Hacc 6).

İnsan, hangi hüküm kaynağına inanıyor, onu kabûl ve tercih ediyorsa, onun hükmüne müracaat eder/etmelidir. “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Zîrâ tâğuta küfretmeleri (inkâr edip reddetmeleri) kendilerine emrolunduğu hâlde tâğutun önünde muhâkemeleşmek istiyorlar. Hâlbuki Şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor” (Nîsâ 60). Bu âyet, tâğutun huzûrunda muhâkeme olmak istemeyi ve tâğuttan adâlet beklemeyi haram kılmıştır. Çünkü tâğutlar, Allah’ın indirdiği hükümlerle değil; kendi hevâ ve heveslerinden kaynaklanan kânunlarla hükmederler. Bu ise adâlet değil; zulümdür. “Tâğutun mahkemesine müracaat” onun verdiği hükmü kabûl etmeyi, onun adâletle hükmedeceğine inanmayı içerdiğinden, akâidi ilgilendiren bir husustur.

“Tâğut nedir?” diye soranlar olursa özetin özeti olarak cevaplayalım: Tâğut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakîkatten sapan, taşkınlık gösteren ve “her sapıklığın başı”  gibi anlamlara gelir; Terim anlamı ise; Allah'ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tâğuttur. Bunun insan olması, put, Şeytan veya düşünce, ideoloji ya da düzen olması fark etmez. Tâğutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Tâğutu reddetmeden îman eksiktir, yarımdır; böyle bir îman geçerli olmaz:

Dinde çirkinlik (ikrah) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir” (Bakara 256).  

“Zulmedenlere (az da olsa) meyletmeyin; sonra ateş size de dokunur. Zâten sizin Allah’tan başka yardımcınız yoktur. Sonra (zâlimlere meylettiğiniz için) Allah’tan da yardım göremezsiniz” (Hûd 113).

“Kutsal küfür” nedir, bilirsiniz herhâlde. Her muvahhid mü’minin sâhip olması gereken küfür. Kur’ân, tâğutu reddedip inkâr etmek anlamında “küfür” kelimesini kullanır: “…Kim tâğuta küfreder (tâğutu inkâr edip onu reddeder) ve Allah’a îman ederse, hiç-bir zaman kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir” (Bakara 256).

“Sen onların dînine uyuncaya kadar Yahûdiler de Hristiyanlar da senden râzı olmazlar. De ki: “Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur”. Sana gelen ilimden/vahiyden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır” (Bakara 120).

“İnsanların, mü’minlere düşmanlık bakımından en şiddetlisini, yahûdiler ile şirk koşanları bulacaksın…” (Mâide 82).

"Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız" (Nesâi, Kitab 48, bab 52).

"Ben bir müşrikten yardım almam!" (S. Müslim).

Müslümanlar o hâle gelmiş ki, Allah’ın düşmanlarından merhâmet ve adâlet bekliyor, onların kurallarından râzı oluyor, tağûtî kânunların (tarafsızca) uygulanmasını istiyor.

Hak verilmez, alınır!..

“Hak Rabbindendir. Şu hâlde sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (Bakara 147).

Modern hukuk zâten yahudi kökenli bir sistemdir. Yahudilerin kurup şekillendirdiği ortamlarda yahudilerden dâvâcı olmak da neyin nesidir? Kim kime şikâyet edilip hak alınacak? İstediğiniz “göstermelik bir hak” ise korkmayın ve endişelenmeyin, onu size verirler. Laik/seküler/kapitâlist/neo-liberâlist/demokratik/modernist/konformist yâni içine dîni sokmayan, dolayısıyla mânevi derinliği ve ahlâkı da sokmadığı için bu derinlikten ve ahlâktan yoksun olarak yorumladıkları/hükmettikleri mahkemelerin hükümleri, bu tarz mahkemeleri ilk kuranları “defacto” olarak bağlamaz. “De jure” olarak da sâdece göstermelik olarak bağlar. Fakat unutmayın ki bu hak gerçek bir hak olmayacaktır. Siz nefsiniz için bir iş yapmadınız ki. Bu işte bir “çıkar” yoktu, fedâkârlık vardı. Ama hakkınızı kimden isteyeceğinizi şaşırdığınız için “Allah’ın yardımı”nın önünü tıkamış oldunuz. Hareketin sonu hayr olmadı.   

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2015



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder