“Onların
mallarında ihtiyaç sâhipleri ve yoksul olan için de bir hak vardır” (Zâriyat 19).
Tüm insanlar İslâm fıtratı ile
yaratılmışlardır. Bu fıtrat merhâmetle inşâ edilmiştir. Aynı-zamanda tüm insanlar
en nihâyetinde kardeştirler (A‘raf 189), bu gerçeği en azından genlerinde
taşırlar. Bu durum mü’minler için ise kesinlikle böyledir: "Bütün mü’minler kardeştir” (Hucurât Sûresi 10).
Bu nedenlerden dolayı zor durumda olan
bir insana karşı diğer bir insanın umursamaz bir tavır takınması düşünülemez.
Sâdece vicdânını “son noktasına” kadar karartanlar bundan istisna tutulabilir
belki. Son 150 yıldır devam ede-gelen ideolojiler bu durumu epey bir sarsmış ve
değiştirmeye başlamıştır fakat fıtrat çok sağlam bir yapı olduğu için yine de
insanlar merhâmetten tamâmen kopmamışlardır. Bunun sonucu olarak tüm insanlar
diğer tüm canlı-cansız varlıklar gibi yardımlaşırlar. Nefsi istemese bile ağır
basan vicdanları mazlum insanlara en azından bir duâ eder ya da “akıl” verir.
Hayvanlar âleminde de bu yardımlaşmanın
örneğini bolca görüyoruz. Yavrularına merhâmetle davranıyorlar, hattâ bu
yavrular başka hem-cinslerinin yavruları olsa bile onları koruyup
kollayabiliyorlar. Birbirine düşman olan iki farklı hayvanların bile birbirine
yardım ettikleri vakıadır. Çünkü tüm varlığın özüne işlenmiş bir merhâmet
vardır. Akıl/şuur olmasa da bu durum kendini “güdü” olarak gösterir.
Cansız maddeler de birbirleriyle
yardımlaşırlar. Hattâ kâinat/varlık bu “yardım” sâyesinde ayakta durur. Atom
boyutunda gerçekleşen bu yardımlaşmanın bir-an dâhi kesilmesi kâinatın kaosa
dönüp yıkılmasına neden olur. Kâinat “yardım”-”merhâmet” ile ayakta durur.
Yerler ve gökler varlığını yardıma/merhâmete borçludurlar. En nihâyetinde de
kâinat Allah’ın yardımıyla/tutmasıyla ayakta durur: “Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zevâl bulurlar diye (her-an) tutuyor.
Andolsun, eğer zevâl bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları
tutamaz. Doğrusu O, Halim’dir, bağışlayandır” (Fâtır 41).
Atom boyutundaki bu yardımlaşma hârika bir
destekleşmedir. Bu yardımlaşma “Kovalent” ve “İyonik” bağlarla/yardımla
gerçekleşir. Atomlar arasında, son katmanlarda yer-alan elektronlardan
bâzılarının ortaklaşa kullanılmasıyla oluşan bağa Kovalent Bağ denir.
Elektronların iki atom tarafından ortaklaşa kullanılmasıyla oluşan ve
koparılması için 50-110 kcal/mol enerji gereken kuvvetli kimyasal bağdır bu.
İyonik Bağ; bir atomdan ötekine elektron göçmesi sonunda oluşan zıt yüklü
iyonlar arasındaki elektrostatik çekim kuvvetidir. Evet; varlık bu bağların
birbirini tutması/yardımı sâyesinde varlığını sürdürür.
İnsanlar arasındaysa bu yardım direkt ya da dolaylı
yollardan yapılır. Kurumlaşmanın üst-seviyelerde seyrettiği günümüzde,
yardımlar direkt elden-ele değil, yardım kuruluşları vâsıtasıyla oluyor. Bu
kurumlar genelde dînî-insanî kaygılardan ve görev bilincinden kaynaklanarak
kuruluyor. Dernek olarak teşekkül eden bu kurumlar, insanlardan çeşitli
yollarla yardım talep ediyor ve onu ihtiyaç sâhibi kimselere ulaştırıyor. Bu
kurumlar, muhtâç hâldeki insanların durumlarına/ihtiyaçlarına göre gereken
yardımı düzenli olarak veriyorlar.
Bu yapılan şeyi samîmi buluyoruz (ya da bulmak
istiyoruz). Ne de olsa muhtaçlara bir şekilde ulaşılıyor ve ihtiyaçlar
gideriliyor. Burada sorun yok. Fakat bizim eleştirimiz farklı bir bakış-açısı
nedeniyledir. Şöyle bir eleştirimiz var:
Yardım eden kişiler yâni yardımı ilk veren kişiler
kime yardım ettiğini ve yardıma muhtâç kişilerin durumlarından haberdar
olmuyorlar. Muhtâç insanlarla bire-bir bir temas kurmuyorlar ve onların
hâllerini “yerinde” görmüyorlar. Onlarla mânâ alış-verişi yapmıyorlar. Onlarla
uzaktan ilgilenmiş oluyorlar. Gerçekten uzak diyarlarda olanlar için bu durum
normal olarak görülebilir fakat zengin, yanı-başındaki muhtâca bile yardım
dernekleri aracılığıyla yardımı yaptığı için ulaşamıyor/ulaşmıyor. Yâni bu
kuruluşlar bu nedenle zengin ile fakirin arasını açmak gibi bir görev de
yüklenmiş oluyor. Toplumun “bölünme”sine neden oluyor.
Abdurrahman Aslan eleştirel bir tarzda bu
duruma şu şekilde değinir:
“İnsanlar dün kendileri yardım ederken, fakirlerin durumunu
en azından kendileri yaşayarak görüyorlardı, kâlpleri belki o konuda daha da
yumuşuyordu, belki daha gayret eder hâle geliyorlardı. Ama şimdi kurumsallaşma
ile birlikte ne biz yoksulları görüyoruz, ne yoksullar bizi görüyor. Bu çok
matah bir şey midir acaba?
“Meselâ biz şimdi durmadan
yardım-kurumları kuruyoruz. Bence İslâm’a uygun şeyler değil. İslâm’a aykırıdır
demiyorum. Ama İslâm’da aslolan, müslümanın bizzat diğer müslümana yardımıdır.
Bu biraz daha yüz-yüze diz-dize göz-göze bir yardımın, kişisel bir
sorumluluğun, belki de o duygusallığı da berâberinde getiren çok insâni bir
ilişkinin de oluşmasına sebebiyet verir. Ama siz araya kurum koyarsanız bu
olmaz.
Bu-gün yardım toplayan hiç-bir kurum
insanlara hesap verme mecbûriyetini hissetmiyor. O parayı verenlere değil,
devlete hesap vermekle meşguller. Bu bence müslümanlar için ciddî bir problem.
Şehir ahâlisi yardımları toplayıp
güvendikleri insanlara veriyorlar ve onları gönderiyorlar. Onlar da gidiyorlar
oraya, dağıtıyorlar, sonra geliyorlar, o şehrin içinden önemli adamlara
yardımların hesâbını verip anlatıyorlar.
Oradaki muhtaç olanlar için ne
gönderilse, ne yapılsa önemlidir onlar için. Bunu önemsiyorum. Ama ben usûl
üzerinden konuşuyorum. Eğer siz toplumdaki sorunları kurumlar aracılığıyla ele
alırsanız, bu-gün Batı’nın modern toplumu gibi bir toplum olursunuz. Sonra sizi
kurumlar güder. İster devlet, ister kurumlar tarafından eğer güdülmek
istemiyorsanız, o zaman bu kurumsal yapıları asgariye indirmeniz lâzım. Ve bu
da benim irâdemle sizin irâdenizle olan bir şeydir. Sivilite budur” der.
STK`lar
konusunda Arundhathi Roy, bu örgütlerin çoğunun fonlarını batılı
kuruluşlardan sağladığını, sonunda bir düdüklü tenceredeki düdük görevini gören
kuruluşlar hâline geldiklerini belirtir.
Yardım dernekleri yardımdan sâdece mîdeye
giren, evi süsleyen ve biraz da sağlıkla ilgili şeyleri düşünüyor. Yâni parasal/maddî
yardımı. Bunların da yardım olduğunu ve mutlaka yapılması gerektiğini
tekrar-tekrar söylüyoruz. Fakat bu muhtâç insanlar mânevi olarak da çökmüş
durumdalar. Maddî zorluk mânevi azalmayı da peşinden sürükler çünkü. Bu sebeple
bu kişiler mutsuz hâle gelmişler ve belki de zor durumlarının birer sonucu
olarak hayatlarında olduğu gibi inançlarında da çatlaklar oluşmaya başlamış
olabilir. Bu yüzden yardım dernekleri maddî yardımların yanında mânevi/rûhi
yardımları da düşünmeli ve bu konuda çalışmalar/uygulamalar yapmalıdırlar.
Ahmet Kalkan der ki:
“İnsanlara en büyük yardım, onların karınlarını doyurmak ve
tok olarak, daha sağlam binâlarda ölümü beklemelerini sağlamak olmamalı;
onların önce gönüllerini ve zihinlerini şirkten, küfürden arındırmak olmalı; bu
konu yardım-severlerin pek umurunda değil”.
Yardım derneklerine yaptığımız eleştirilerin
bizce en önemlisi de şudur: Bu kuruluşlar sürekli büyüyerek daha geniş
kesimlere ulaşıyor ve bunu sistemli bir şekle sokuyorlar. Bu durumda her zaman
bir, “yardım alan” ve “yardım veren” bulunuyor toplumda. Yıllarca hattâ bir
ömür, yardım alan yardım almaya devâm ederken, yardım veren de yardım vermeye
devâm ediyor ve bu durum hiç değişmiyor. Zamanla yardımın çıtası/kalitesi
yükseliyor ama yardım alma ve verme özneleri
(nesne demek belki daha uygun) değişmiyor. Bir “etken” ve bir “edilgen” sürekli
bulunuyor. “Edilgenlik” sürdürülüyor. Bir kişinin ömür-boyu yardım alırken,
diğerinin de bir ömür-boyu yardım vermesi normâl görülüyor/normâlleştiriliyor.
Yardım alanın durumu bir-zaman sonra düzelmiyor ve bu kişi “yardım edecek”
duruma gelemiyor. “Veren el alan elden üstündür” hadîsi garibanlara hîtap
etmiyor. Onları kapsamıyor. Oysa bu hadis garibanlar için de geçerlidir ve
gariban da “alan el” olmaktan kurtulup “veren el” olmak ister ve de olmalıdır.
Onun da “veren el” durumuna gelerek “üstün” olma hakkı vardır. (A’raf 32) Muhtâç
kimseler de bir zaman sonra “veren el” konumuna gelmelidirler. Çünkü “alan el”
olma sürecinin uzun zamanlara yayılması muhtâçta bir eziklik durumu
oluştururken, zenginde de sürekli bir “veren el” olma durumu gizli de olsa bir
kibrin oluşmasına neden olur. Böylelikle Şeytan’a alan açılır ve Şeytan da bu
alanı kullanarak insanların arasını açar.
Yardım kuruluşları bu muhtâç durumdaki
kişilerin durumunun kalıcı bir şekilde düzelmesi için çok da bir şey
yapmıyorlar. Meselâ diyelim ki bu muhtâç kişi asgarî ücretli bir kişi olsun..
Kirâda oturuyor olabilen bu kişinin gelirinin yetmeyeceğini tartışma-dışı
bırakarak diyoruz ki: Bu yardım kuruluşları niçin bir-araya gelip patronları/iş-verenleri
ve devleti bu konuda rahatsız etmiyorlar? Özellikle de “Asgarî Ücreti Belirleme
Komisyonu da olan devleti niçin hiç rahatsız etmezler ve demezler ki: “Kardeşim,
bu insanlara yazık değil mi? Kendinize gelince bol-kepçe dağıtırken neden bu insanların
yarı-aç yaşamasına râzı oluyorsunuz? Bu kişiler sizin telefon konuşmalarına
harcadığınız kadar bile bir gelire sâhip değiller. Çoğu kirâda oturuyor ve
çocukları okullara gidiyor. Herkes gibi (sizin gibi) masrafları ve ihtiyaçları
var. Bu insanlar niçin insan gibi yaşayamıyorlar? İnsan gibi; beslenme, eğitim,
sağlık, ulaşım, giyim-kuşam vs. ihtiyaçlardan faydalanma hakları yok mu? Bunlar
insan değiller mi? Nitekim bu asgarî ücretli insanlar sabahtan akşama kadar en
ağır işlerde durup-dinlenmeden çalışıyorlar. Yan gelip yatmıyorlar ki. Neden bu
insanlara 900 lira yerine en azından 1.500 lira vermiyorsunuz? (Aslında hiç bir
eve 2.000 liradan az para girmemelidir) Emekliler neden “son günlerini” rahatça
yaşayamıyor ve o yaşta çeşitli sıkıntıların yanında bir de geçim sıkıntısı
yaşıyorlar? Yine engelliler niçin hayatlarını perişân eden “zorluklarının”
yanında bir de geçim sıkıntısını taa iliklerine kadar yaşıyorlar, yaşamak
zorunda kalıyorlar? (çünkü onların ekstra masrafları/ihtiyaçları vardır)”.
Sanki devletin bunlara gücü mü yetmeyecek.. GSMH’dan bahsederken dilleri bir
karış uzuyor ya! Buna göre devletin gücü yeter de artar bile. Neden insanların
da katıldığı büyük kitleleri oluşturarak devleti eleştirmiyor, yürüyüşler,
mitingler yapmıyor ve hattâ tepelerine binmiyorlar? Bunu yardım kuruluşları
yapmayacaksa kim yapacak ki?
Ey yardım kuruluşları/dernekleri! Garibana
bir yardım torbası, beş çuval kömür, üç kuruş para vermeyi pek matah bir şey mi
zannediyorsunuz? Neden bu insanların durumunu kalıcı olarak değiştirecek
işler düşünmüyorsunuz ve uygulamaya sokmuyorsunuz? Bu insanların bu durumu
hoşunuza mı gidiyor? Yoksa bu durum sizin hayâtiyet noktanız mıdır? Memleket arap
yarım-adasının İslâm’laşmasından sonra zekat verecek kimsenin bulunmadığı bir
ortam gibi olursa işsiz kalırız korkusu mu yaşıyorsunuz? Yoksa “cihad” etmeye
korktuğunuzdan mı tüm enerjinizi bu tür ıvır-zıvır işlere harcıyorsunuz?
Yaptığınız iş ne kadar kendi alanında iyi ve önemli bir iş ise; daha fazlasını
yapmamak da o kadar kötü/âdi bir iştir. Yardım kuruluşlarına ihtiyaç kalmayacak
bir ortam/Dünyâ oluşturmak ise en önemlisidir. Evet ey dernekler! “Pasif
iyiliğin zirvesi” olarak gördüğümüz bu yardımlaşma işini yapan kuruluşlar;
yoksa bu zengin-fakir, varlıklı-muhtaç durumunu korumak için, ya da fakirin
sesini kesmek için mi kurulmuş? Öyle olmadığını hissediyoruz ve düşünüyoruz.
Sâdece hizmet yetmez, fertten devlete
kadar ıslah da olmalıdır ve ikisi aynı şey değildir.
Yanlış anlaşılmasın.. Biz yardımı
(zekat/sadaka/hayır vs) “pasif müslümanlığın zirvesi” olarak görüyoruz. Fakat
bu zirve yine de pasif alanın bir zirvesidir. Sâdece mallarla yapılan bir mücâdeledir
ki, Allah “mallarınızla ve canlarınızla cihad edin” der: “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zâlim
olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize
katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan
zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsa 75) “Gerçek şu ki, îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla
ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım
edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır” (Enfâl 72).
Yâni mallardan sonra düşünceler, vakitler
ve hattâ canlar da ortaya konmalıdır. Zekat/yardım verecek kimse kalmayıncaya
kadar..
Yardım kuruluşları ilmî yardımlar da
yapmalıdırlar. Böylece ruhları da tezkiye etme vesîlesi olmalıdırlar. Meselâ
demelidirler ki: Allah sâdece zengine değil, muhtâca da bâzı yükümlülükler
verir ve nasıl davranması/ne yapması gerektiğine dâir şeyler söyler:
“Biz
yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha 4).
“Sabır
ve namazla yardım dileyin. Hiç kuşkusuz bu, kâlbi ürperti duyanlardan başkasına
çok ağır gelir” (Bakara 45).
Hem zengine hem de garibâna sık-sık
hatırlatır:
“(Yine)
Bilmez misin ki, gerçekten göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Sizin Allah’tan
başka veliniz ve yardımcınız yoktur” (Bakara 107).
“Hayır,
sizin mevlânız Allah’tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır” (Al-i İmran 150).
“Eğer
Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi “yapayalnız
ve yardımsız” bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse
mü’minler, yalnızca Allah’a tevekkül etsinler” (Al-i İmran 160).
Zenginleri/varlıklı
olanları da âyetleriyle uyarır ve onları cimrilikten ve gösterişten,
azarlayarak sakındırır:
“Hesap verme işini yalan sayanı gördün mü?
Yetimi itip-kakan odur. Çâresizi doyurmak için teşvikte bile bulunmaz. İbâdet de
eden bu gibi kimselerin çekecekleri var. Bunlar
ibâdetlerini önemsemezler. Onlar gösteriş
yaparlar. Küçük yardımlara bile engel
olurlar” (Maun 1-7).
“(Mal, mülk
ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi. Öyle
ki (bu,) mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü. Hayır;
ileride bileceksiniz. Yine hayır; ileride bileceksiniz. Hayır; eğer siz kesin
bir bilgiyle bilmiş olsaydınız, andolsun cehenneme doğru yuvarlanmakta
olduğunuzu görecektiniz. Sonra onu, gerçekten yakîn gözüyle (Ayne'l Yakîn)
görmüş olacaksınız. Sonra o gün, nimetten sorguya çekileceksiniz” (Tekâsür 1-8).
Hadislerde de yardım konusu çok gündeme
getirilir ve dayanışma teşvik edilir:
“Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği
şeyi, din-kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda îman etmiş
olmaz” (Buhârî, Îmân 7; Müslim, Îmân 71–72).
“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu
(düşmanına) teslim etmez Kim, (mü’min) kardeşinin bir ihtiyâcını giderirse Allah
da onun bir ihtiyâcını giderir” (Buharî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr).
“Kim Müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah
da onu kıyâmet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir Müslümanı(n
kusurunu) örterse, Allah da Kıyamet günü onu(n kusurunu) örter” (Buhârî,
Mezâlim, 3; Müslim, Birr).
Yardım dernekleri öyle bir noktaya geldi
ki, şirk konusu olmaya başladı. İnsanlar Allah’tan daha çok onlara güveniyor.
Özellikle muhtâç durumda olanlar olmak
üzere insanlar yardım kuruluşlarını gözlerinde büyütmeye ve onları olağan-üstü
görmeye başladılar. (Bunda yardım kuruluşlarının da katkısı var). Yardım kuruluşları
ile şirk koşmaya başladılar. Allah’tan çok yardım kuruluşlarına/derneklerine
güveniyorlar. Muhtâcın birine deseler ki “korkma Allah var”, muhtâç çok da
rahatlamayacak; fakat deseler ki “korkma “falan yardım derneği var”, kişi daha
çok rahatlayacak, çünkü onlara daha çok güveniyor. Yardım dernekleri , aynı-zamanda
muhtâç kişiyi güden bir unsur oluyor. Ona ne ihtiyâcı olduğunu söylüyor. Yardım
malzemesinin çıtası/kalitesi sürekli yükseliyor. Klimalar, akıllı telefonlar,
lüks giyim-kuşam, ev eşyaları vs. Bunun sonunun nereye gideceği de belli değil.
Böyle bir yol insanları tembelleştirir, uyuşturur. Yardım kuruluşlarının
giyim-kuşam, yeme-içmekten başka iş-alanları açması ya da bunu teşvik edici
paketler hazırlayıp ilgili kişilere/kurumlara ve devlete götürmesi ve
tatlı-sert bir baskı yapması lâzım.
Yardım dernekleri çeşitli yollarla hem muhtâç
hem zengin insanları hem de kendilerini pasifleştiriyor. Yardımı sanki mânevi
sömürü yapıyorlarmış gibi gösterecek sözler/eylemler kullanıyorlar. Kendilerini
de sürekli çok pasif isimlerle niteliyorlar. Meselâ kurumların isimlerinden
biri Mazlumder’dir. Mazlumder diye isim mi olur? Bu isim geçici bir isim midir?
Bu “mazlûm”iyet kıyâmete kadar mı devam edecek? Bu mazlûmiyet hiç mi
bitmeyecek? Eğer bu isimdeki kurum 1.000 yıl devâm edecekse, bin yıl boyunca
mazlumlar da olacak demektir. Bu isimle kurulan bir kurum mazlûmiyetin
bitmesini isteyebilir mi? Müslüman bir kişi mazlûmiyetin kıyâmete kadar
sürmesini isteyebilir mi?
Mâvi Marmara Filosu’na yurt-içi tüm yardım
dernekleri ve yurt-dışından da dernekler/kuruluşlar katılmıştı. Sâdece
“Cemaat”e mensup olan “Kimse Yok Mu” derneği katılmadı bu yolculuğa. Bu
faaliyete herkes canla-başla hazırlanıp katılırken ve Gazze’deki siyâsi yönetim
Hamas’ın kurucusu merhum Ahmet Yâsin’in “açık çağrı”sına rağmen Kimse Yok Mu Derneği’nin
hâinliğini söz-konusu bile etmiyoruz.
Evet; mazlûmiyet pasif bir mücâdeleyle
değil, aktif bir mücâdeleyle son bulur/bulmalıdır. Bitsin artık! zengin olmasın,
fakir kalmasın. İnsanlar arasındaki büyük uçurumlar kalksın. Köprüler kurulsun.
İnsanlar kaynaşsın. Kimse kimseyi küçük/düşük görmesin. Doğal farklılıklar
elbetteki olur ama biri yerken diğerinin aç kalması ve bunun sonsuza kadar
sürmesini kabûl etmek ve beklemek bir müslümana zinhar yakışmaz. Bir müslüman
bunu kabûl edemez. İsteyemez.
Yardım kuruluşları belli bir aşamadan
fazla büyümemelidir. Dev şirketlere dönmemelidir. İstismâra açık hâle
gelmemelidir. Şirketleşmemeli, holdingleşmemelidirler. Bunun yerine küçük de
olsa çok sayıda yardım kuruluşu olmalıdır. Bu kurumlar kendilerini “geçici
kurumlar” olarak görmelidir. Bu kurumlarda hizmet edenler maaşlı-sigortalı
çalışanlardan değil, gönüllülerden oluşmalıdır. Adamın rızkından arttırdığı
küçük miktarlar işçilerin sigortası-maaşı gibi gereksiz yerlere
harcanmamalıdır. Yapılacak büyük işler (Mâvi Marmara filosu gibi) kurumların
ortak çalışmalarının bir sonucunda yapılmalıdır. Yardımların kayıt işleri îtina
ile yapılmalıdır. Yardım yapanlar da ellerinden gelen en iyi ve en çok yardımı
yapmaya çalışmalıdırlar ki artık mazlûmiyet bitsin. İyi bilin ki zengin-yoksul
arasındaki uçurum arttıkça aslında insanlar arasındaki uçurum artıyor ve bunun
sonucunda tüm insanlar zarar görüyor.
28 Şubat
sürecinden sonra müslümanlar vahiy-merkezli İslâm’ı iktidâr yapmaktan ve İslâm’ı
kamusal alanda görünür kılmaktan çok büyük oranda vazgeçince, -en zirvesi de
olsa-, pasif bir İslâm anlayışına yönelerek “yardım-merkezli İslâm” anlayışına
yöneldiler ve bu yönde yardım kuruluşları kurdular yada bu kuruluşları destekleyerek,
kısmen yararları da olan yardım kuruluşları yoluyla farklı bir İslâm’i anlayış
yoluna girdiler. Böylece bu kuruluşlar kısa zamanda güçlendi. Öyle ki bu
kuruluşlar içinde, büyüklükleri oranında yolsuzluklardan bile söz edilmeye
başlandı. Demek ki aktif İslâm’ın siyâsi ve kamusal hedefi bir şekilde
baskılandığında, pasif ve siyâsetten ve kamudan uzak olan farklı bir yola
koyuluyor. İşte yardım kuruluşlarının ortaya çıkması ve çoğalması 28 Şubat döneminden
sonra başladı. Böylelikle egemenlerle karşı-karşıya gelmekten kurtulmuş oldular
ama bu tutum, “bir cezâ olarak” zamanla egemen kesimin “arka bahçesi” olmalarına
yol açtı. Zârâ onların görüşleri ile egemen kesimin görüşleri paralelleşti. Hâlbuki
bu kuruluşların yardım yaptıkları kesimlerin yardıma muhtaç hâle gelmelerinin
başlıca sebepleri, yardım kuruluşlarının desteklediği egemenlerin uyguladıkları
kapitâlist-liberâl-fâizci politikalarının bir sonucudur. Bu kuruluşları
eleştirmedeki en önemli sebebimiz, bu kuruluşların, “bataklığı kurutma”
hedeflerinin olmaması ve sürekli olarak “sineklerle mücâdele” etmeleridir.
Şükrü
Hüseyinoğlu:
“Müslümanların teşkil ettiği bâzı
oluşumların, 28 Şubat zorbalığı karşısında İslâm’i sorumlulukları daha sıkıca
kavramak ve omuzlamak yerine, kendilerini egemen sistemle karşı karşıya
getirmeyecek yeni uğraş alanları arayışı içerisine girdiği bir gerçek. Böylece
hem kendilerince bir şeyler yapmaya devâm etmiş olacaklar, hem de zorbaların
hiddeti karşısında kendilerini emniyette hissedebileceklerdi.
Makro-sömürü çarkları dönmeye
devâm ederken, salt mikro bir çaba olan sosyâl yardımlarla sosyâl adâleti
gerçekleştirmeye çalışmak ve bunu da başardığı zehabına kapılmak büyük bir
yanılgıdır. Esaslı
ve kalıcı sosyâl adâlet ancak, yeryüzünün kaynaklarını talan edip tekelleştiren
küresel ve yerel kapitâlist sömürü çarklarını kırma potansiyeline sâhip yegâne
güç olan İslâm’ın makro iktidâr mücâdelesine omuz vermekle gerçekleşebilir.
İslâm’i mücâdeleden bağımsız ‘insâni yardım’, sadra şifâ değildir”. Bâzı İslâm’i
kuruluşlar, 28 Şubat’la birlikte makas değişimine giderek kişisel gelişim
eksenli konferans ve seminerler düzenlemeye başladılar. Bâzıları da, İslâm’i
mücâdeleden bağımsız bir toplumsal yardımlaşma kurumu niteliğine büründüler.
Ancak ve ancak İslâm’i bir toplumsal dönüşüm mücâdelesi bünyesinde anlamlı
olabilecek eğitim ve yardımlaşma çabaları, ne yazık ki İslâm’i mücâdeleden
kaçıp sığınılan bir liman işlevini görmeye başladı. İslâm evet toplumsal
yardımlaşmayı, infâkı, sadakayı emretmiştir, bunda şüphe yok. Dolayısıyla müslümanlar
yardım kuruluşları kurup fakir-fukaraya yardım çabası içerisine gireceklerdir,
girmelidirler. Fakat, tüm bunlar “yeryüzünde fitnenin (Allah’ın nizâmından
başka nizamların etkinliğinin) ortadan kaldırılıp Allah’ın hükümlerinin hâkim
kılınması” doğrultusundaki İslâm’i mücâdelenin bünyesinde olduğunda bir anlam
ifâde eder. İslâm’i mücâdeleden bağımsızlaştırılmış, salt bir sivil-toplum
faaliyetine indirgenmiş bir insâni yardım faaliyeti aslâ sadra şifâ olamaz.
Zîrâ, yüce Allah tüm canlılara rızıklarını tastamam bahşetmektedir.
Yeryüzünde, canlılar için gerekli olan yiyecek, içecek, barınak, ısınma ve
diğer ihtiyaçlar anlamında aslâ bir kaynak sıkıntısı bulunmamaktadır. Makro
adâletsizlik, mikro alanlardaki çabalarla giderilemez Patates, kömür dağıtarak sosyâl adâlet
gerçekleştirilmez” der.
Dünyâ’da
birileri yardıma çok muhtaç hâle gelmişse, o kişilere ilk elde âcil yardım
yapılmalıdır fakat bilinmelidir ki böyle bir durum, Dünyâ’da bir zulmün
olduğunu da gösterir. Sâdece âcil yardımlarla bu zulmün önün kesilemez. Âcil
yardımlardan sonra bataklığı kurutmak anlamında kesin sonuçlar almak uğruna da
mücâdele-mücâhede edilmelidir.
Yardım
dernekleri farkında olmadan(!), insanları aç-susuz, yoksul-garip ve bi-ilaç bırakanları
perdelemiş ve aklamış oluyorlar. Yav bu insanları “birilerinin”
düşünceleri-eylemleri-politikaları-hırsları-zulümleri vs. bu duruma düşürdü.
Bunlardan hiç bahsetmeyecek misiniz?. Mücâdele etmeyecek misiniz bunlarla?.
Yardım sâdece boğazdan geçen şeylerle mi olur?. Mazlumları zâlimlerden kurtarmak
en büyük yardımdır.
Yoksulluğun
nedeni rızkın azlığı ile ilgili değil, ahlâk ve politika ile ilgilidir. Adâletin kaynağı olan İslâm ekonomi-siyâsetinin
yokluğu, mutlakâ yoksulluğu doğurur. Gerçek anlamda yoksulluktan kurtulmanın yolu,
kişinin kendisinin ve âilesinin kendi ayakları üzerinde
durabilecek hâle gelmesiyle olur. Yardımlar
yoluyla yoksullukla mücâdele edilemez. Yardımlar ile ancak “âcil müdâhale” edilebilir yada a-normâl durum bir-süreliğine geçiştirilebilir.
Allah
herkese yetecek nîmeti verdiğini söylediğine ve “yaratılacak olanın rızkı bize
âittir” dediğine göre, yine de 1 milyar insan aç-susuz olarak feryât-figân
ediyorsa, bunun nedeni, servetin birilerinin elinde devlete dönmüş olmasıdır.
Oysa Kur’ân, “Servet birilerinin elinde
tekelleşmesin” (Haşr 7) demektedir. Çünkü servet birilerinin elinde tekelleştiğinde,
zamânımızda da çokça görüldüğü üzere, diğer birileri açlıktan-susuzluktan
ölmeye başlayacaktır. Bunun çâresi ise büyük ve güçlü İslâm’i mücâhedelerdir.
Yoksa “taşıma su ile değirmen -birazcık kıpırdatılsa da- döndürülemez”. Netîcede
de değirmende açlığı bitirecek un hiç-bir zaman bulunmaz.
Şükrü Hüseyinoğlu:
“Müslümanların yardım kuruluşları her ay
düzenli olarak yoksullara onbinlerce kumanya kolisi dağıtacak olsa,
kapitâlist sömürü düzenlerinin bankacılık ve borsa
sistemi üzerinden yapacağı yarım puanlık bir oynamanın zengin-yoksul uçurumunu
derinleştirme konusundaki etkisini bile telâfi
edemezler.
Evet, taşıma-suya ihtiyaç varsa su
taşınacaktır. Yoksullara yardım etmek Rabbimizin de emridir. Fakat
unutmamak lâzımdır ki Rabbimizin emirleri bir
bütündür ve O'nun asıl emri zulüm ve sömürünün ortadan kaldırılıp hak ve
ona dayalı adâletin hâkim kılınmasıdır.
Taşıma-suyla değirmen dönmez. İnsâni yardım,
kapitâlist sömürü düzenlerini yerle yeksan
edecek İslâmî mücâdelenin bir parçası olursa
anlamlıdır. Aksi-hâlde bu yönde ortaya konulacak
çabalar, kapitâlizmin ve kapitâlist düzenlerin vicdânı olma işlevi görmekten öteye gidemeyecektir” der.
Fakirlere
yardım etmek şarttır, fakat ondan çok daha önemlisi, fakirlikten kalıcı bir
şekilde kurtulmak için mücâdele etmektir. Fakirleşmekle mücâdele etmektir.
İhsan
Eliaçık:
“Neden meselenin etrâfında
dolanıyor, işin köküne inmiyorsunuz?. Yoksullara yardımı aşın, “yoksulluk neden
var” onu sorun” der.
İHH’ya bir eleştiri:
Biz Mâvi Marmara kâfilesinin yaptığı işi,
-her ne kadar bâzı farklı yorumlar yapılsa da- bir “İslâm’i Hareket” olarak
görüyoruz ve ölenlerin de (Allah onlara rahmet etsin) Allah’ın izniyle şehit
olduğuna inanıyoruz. Zîrâ; Mâvi Marmara’nın, küresel güçlerin bir senaryosu
olduğunu kabûl etsek bile, gemiye binenler bu senaryodan habersizdirler, yâni
kişisel anlamda samîmiyet içeren bir hareket vardır ve bu samîmiyet sâdece
sözde değil, eylemde de kendini göstermiştir. Bu, müslümanların, “icâbında
eyleme geçme potansiyeli”nin hâlâ vâr olduğunun bir göstergesidir. Bu tarz
hareketler çoğalmalı ve devlet-destekli olmalıdır.
İHH’nın öncülüğünde gerçekleşen Mâvi
Marmara olayı iki bölümden oluşur. İlkinde kayıtsız-şartsız bu İslâm’i bir harekettir
ve ölenler şehittir. (Kalanlar da gâzidir). Fakat işin bir de sonraki boyutu
var ki bizi çok şaşırtmış ve umudumuzu söndürmüştür. Bu, bir-zaman sonra
yapılan “hak arama” şeklidir. Buna îtiraz ediyoruz, çünkü İslâm’i bir hak arama
ve eylem şekli değildir. Daha çok tağuti bir hareket şeklidir. (Tağut: Allah’ın
koyduğu ölçüler dışında ölçüler koyan kişiler). İslâm’i bir hareketin sonu, laik/seküler/demokratik/neo-liberâl/modernist/konfomist/kapitâlist
ideolojilerin bir sentezi olan, yâni İslâm’ı/dîni, dolayısıyla mânevi
derinliği/ahlâkı işe karıştırmayanların kurup, kurallarını belirleyip yönettiği
mahkemelerde hak-arama şeklinde olmamalıydı. Ya devleti de işin içine sokan
büyük infiâller şeklinde olmalıydı ya da “iş” Allah’a havâle edilmeliydi. Çünkü
“hak”kı tağutların düzeninde aramak İslâm’i bir hareket değildir. Âyetlerde bu,
şu şekilde dile getirilir:
“Sana indirilene ve senden önce
indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi? Bunlar, tağut'un
önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır.
Şeytan
onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsa 60).
“Oysa
(bu şirk koştukları güçler ve nesneler) ne onlara bir yardıma güç yetirebilir,
ne kendi nefislerine yardım etmeye” (A’raf 192).
Atasoy
Müftüoğlu:
“Sömürgeleştirilen,
şeyleştirilen, ötekileştirilen ve insan yerine konulmayan İslâm-dünyâsı
toplumlarının bir kendilik bilinci oluşturmaları gerekirken, mağdûriyetlerini
ırkçı ve ideolojik “insan hakları” söylemi aracılığıyla dile getiriyor olmaları
büyük bir aymazlıktır” der.
Hakkı
Allah’tan başkasından beklemek. Zorbayı zâlime şikâyet etmek. Köpeğin saldırışını
ite şikâyet ermek gibi bir şeydir bu. Hakkı, laik, yâni işe dîni karıştırmayan
mahkemelerde aramak da neyin nesi? Doğru hüküm vereceğini düşündükleri
mahkemede dâvâ açıyorlar. Ya dâvâyı kaybederlerse ne olacak? O zaman İHH’yı
haksızlıkla mı suçlayacağız? Denize düşen yılana sarılıyor.
Burada
yapılması gereken şey, kısasa kısastır. Elinle olmuyorsa dilinle, o da
olmuyorsa kâlbinle buğzdur ve dâvâyı huzûr-u mahşere havâle etmektir.
Ahmet
Kalkan, hakkı gayr-i İslâm’i kurumlarda aramanın yanlışlığı için şunları
söyler:
“Onların insan
tanımının, hak-hukuk tanımının doğru olduğu nasıl zannedilir ve “ötekiler”
hakkında, hele müslümanlar özellikle de İslâm söz-konusu olduğunda nasıl
“adâlet”le hükmedeceği düşünülebilir? Saflığın bu kadarı, sâdece psikolojiyi
değil; aynı-zamanda Akâidi de ilgilendirir.
Ne güne kaldı
insanımız? Hakkı, bâtılın elinde/ilinde arıyor. Hakk’a hakkıyla inanmayanların
hak dağıtacağını düşünüyor. Kendisini haklamak isteyenlerin hakkından geleceği
yerde, hakkı onların yanında sanıyor ve hak edip-etmediği tartışılan kendi
hakkını haksızlardan, hak-hukuk tanımayanlardan dileniyor. Bu tavrıyla onları,
başkalarına dağıtmaya yetecek kadar hak-sâhibi, yâni “hak”lı, kendisini hakkı
olmayan yâni “hak”sız konuma koymuş oluyor. Bir adı da Hak olan Cenâb-ı Hakk’ın
hakkını tanımayan, ona hakkıyla kulluk yapma ihtiyâcı duymayan kimseler, nasıl
olur da Allah’ın tüm insanlara doğuştan verdiği hakları âdilce dağıtır? Hakk’a
teslim olmayan insanlardan hak terâzisi kullanıp hakşinaslık yapmaları nasıl
beklenebilir? Sâdece bu tutarsız beklenti ve tavır bile haklarımızı ne kadar
hak ettiğimizi, Hak dâvâya ne kadar sarıldığımızı hakkıyla göstermeye yeter.
Her hakkı Hakk’ın yanında görmeyip, tüm insanî ve İslâm’i haklarını
söke-söke almak için hakkı haykırıp haklı mücâdeleye atılmadığı sürece
mazlum insan, haklı olduğunu kendisine bile ispatlayamayacaktır.
Haklı olmak, haklı
olduğunu bilmek, haksızlığa tahammül etmeyip hakkını haklılara yakışır tarzda
elde etmeye çalışmak, bir insanı bir orduya karşı bile güçlü yapar. Haksızlık
karşısında susmak da dilsiz şeytanlığa aday olmaktır. Haksızlığı her kabûl
ediş, daha büyüğüne dâvetiye çıkarır. Hz. Ali (r.a.) der ki: “Haksızlık
önünde eğilmeyin. Çünkü, hakkınızla berâber şerefinizi de kaybedersiniz.
Haksızlıklara baş kaldırmayanlar, zâlim haksızlardan gelecek her kötülüğe
katlanmak zorundadırlar”.
Allah'ın verdiği
hakları, müslümanlardan ve mazlum tüm insanlardan almaya kimsenin hakkı yoktur.
Ama, mazlumların dilenerek haklarını geri alabildiklerini târih kaydetmez.
Hakları Allah vermiştir. Beşer, hakkın tanımında Hakk'ı ölçü kabûl etmediği
müddetçe hakları hak-sâhibine dağıtmaz/dağıtamaz. Haklı isen korkma, hakkını
almak için mücâdele et, Cenâb-ı Hak, haklıyı koruyacaktır. Bir şey, hakkın
ise, verilmesini bekleme, almaya çalış! Çünkü hak verilmez, alınır. Zâlimlerden
hakkı, söke-söke almak istiyorsak, Hakk'ın emri doğrultusunda cihad, hem hakkımız
hem görevimizdir.
Unutmamak gerekir ki,
"hak"dan önce "ödev" vardır, sorumluluk vardır. Görev ile
hak, anneleri hürriyet/özgürlük olan ikiz kardeştir. Onlar aynı günde doğar,
büyür, olgunlaşır ve birlikte kaybolurlar.
İslâm’a göre, insanlara veya yaratıklara âit
hakların kaynağı insan irâdesi ve aklı değildir.
Hak ve hakîkat, Allah'a âit olduğuna göre, sürekli hak-hukuktan
bahseden kimselerin, hakkı Allah'ın Kitabı dışında aramaları selîm aklın kabûl
edemeyeceği bir iştir. Yalnız Allah hak olandır. "Allah, hakkın ta
kendisidir, Hak sâdece O'dur. O, ölüleri diriltir; yine O, her şeye hakkıyla
kaadirdir" (Hacc 6).
İnsan, hangi hüküm
kaynağına inanıyor, onu kabûl ve tercih ediyorsa, onun hükmüne müracaat
eder/etmelidir. “Sana indirilene ve
senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Zîrâ
tâğuta küfretmeleri (inkâr edip reddetmeleri) kendilerine emrolunduğu hâlde
tâğutun önünde muhâkemeleşmek istiyorlar. Hâlbuki Şeytan onları büsbütün
saptırmak istiyor” (Nîsâ 60). Bu âyet, tâğutun huzûrunda muhâkeme
olmak istemeyi ve tâğuttan adâlet beklemeyi haram kılmıştır. Çünkü
tâğutlar, Allah’ın indirdiği hükümlerle değil; kendi hevâ ve heveslerinden
kaynaklanan kânunlarla hükmederler. Bu ise adâlet değil; zulümdür. “Tâğutun
mahkemesine müracaat” onun verdiği hükmü kabûl etmeyi, onun adâletle
hükmedeceğine inanmayı içerdiğinden, akâidi ilgilendiren bir husustur.
“Tâğut nedir?” diye
soranlar olursa özetin özeti olarak cevaplayalım: Tâğut, kelime olarak haddi
aşan, azan, hakîkatten sapan, taşkınlık gösteren ve “her sapıklığın başı” gibi anlamlara gelir; Terim anlamı ise;
Allah'ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere
hükümler koyan her varlık tâğuttur. Bunun insan olması, put, Şeytan veya
düşünce, ideoloji ya da düzen olması fark etmez. Tâğutun hükümlerine râzı
olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Tâğutu reddetmeden îman eksiktir,
yarımdır; böyle bir îman geçerli olmaz:
“Dinde çirkinlik (ikrah) yoktur.
Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu
tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması
yoktur. Allah, işitendir, bilendir” (Bakara
256).
“Zulmedenlere (az da
olsa) meyletmeyin; sonra ateş size de dokunur. Zâten sizin Allah’tan başka
yardımcınız yoktur. Sonra (zâlimlere meylettiğiniz için) Allah’tan da yardım
göremezsiniz” (Hûd 113).
“Kutsal küfür” nedir,
bilirsiniz herhâlde. Her muvahhid mü’minin sâhip olması gereken küfür. Kur’ân,
tâğutu reddedip inkâr etmek anlamında “küfür” kelimesini kullanır: “…Kim tâğuta küfreder (tâğutu inkâr edip onu
reddeder) ve Allah’a îman ederse, hiç-bir zaman kopmayan sağlam kulpa
yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir” (Bakara 256).
“Sen onların dînine uyuncaya kadar Yahûdiler de Hristiyanlar da senden
râzı olmazlar. De ki: “Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur”. Sana gelen
ilimden/vahiyden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan,
andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır” (Bakara 120).
“İnsanların, mü’minlere düşmanlık bakımından en
şiddetlisini, yahûdiler ile şirk koşanları bulacaksın…” (Mâide 82).
"Müşriklerin
ateşiyle aydınlanmayınız" (Nesâi, Kitab 48, bab 52).
"Ben
bir müşrikten yardım almam!" (S. Müslim).
Müslümanlar
o hâle gelmiş ki, Allah’ın düşmanlarından merhâmet ve adâlet bekliyor, onların
kurallarından râzı oluyor, tağûtî kânunların (tarafsızca) uygulanmasını
istiyor.
Hak verilmez, alınır!..
“Hak
Rabbindendir. Şu hâlde sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (Bakara 147).
Modern hukuk zâten yahudi kökenli bir sistemdir. Yahudilerin
kurup şekillendirdiği ortamlarda yahudilerden dâvâcı olmak da neyin nesidir? Kim
kime şikâyet edilip hak alınacak? İstediğiniz “göstermelik bir hak” ise
korkmayın ve endişelenmeyin, onu size verirler. Laik/seküler/kapitâlist/neo-liberâlist/demokratik/modernist/konformist
yâni içine dîni sokmayan, dolayısıyla mânevi derinliği ve ahlâkı da sokmadığı
için bu derinlikten ve ahlâktan yoksun olarak yorumladıkları/hükmettikleri
mahkemelerin hükümleri, bu tarz mahkemeleri ilk kuranları “defacto” olarak
bağlamaz. “De jure” olarak da sâdece göstermelik olarak bağlar. Fakat
unutmayın ki bu hak gerçek bir hak olmayacaktır. Siz nefsiniz için bir iş
yapmadınız ki. Bu işte bir “çıkar” yoktu, fedâkârlık
vardı. Ama hakkınızı kimden isteyeceğinizi şaşırdığınız için “Allah’ın yardımı”nın
önünü tıkamış oldunuz. Hareketin sonu hayr olmadı.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder