Dere
“Genellikle yazın kuruyan küçük akarsu ve
bunların yatağı” diye geçer TDK sözlüğünde. Yâni her zaman akmayan, sürekli
yağmurlara muhtâç olan su-yollarıdır dereler. Genelde sığdırlar. Bâzı yerleri
biraz genişlese ve derinleşse de dizin/belin üstünü geçip kâlbe-vicdâna/akla
ulaşacak “derinliğe” varamaz. Bu özelliklerinden dolayı da sessizdirler yada
çok az sesli. Derinliği olmayandan ses çıkmaz çünkü. Derinliği olmayan,
deli-dalgalar olup hırçın-hırçın sağa-sola gürültülü haykırışlarla çarpmaz. Ne
insanları ne de gemileri yüzdürebilirler üzerlerinde. Tatlı-tatlı sesler
çıkarır ve uyumaya meyilli ve niyetli olanları uykuya daldırıverirler. Sâkin ve
huzurlu yaşamayı sevenlerin; -başkalarının çektiği sıkıntılara/acılara üzülse
de- önemli olanın kendi hayâtı olduğunu düşünenlerin bulunmak istediği su birikintileri
ve tercih ettiği yerlerdir dere kenarları. Korkutmazlar kimsecikleri. Şırıl-şırıl
derenin sesi.. bir de yanlarındaki ağaçtan kuş sesleri geliyorsa.. deme
keyfine. Artık derin bir uykudan başka ne beklenebilir ki oranın sâkininden?. Bir
taş atsan, zâten taşa alışmış ve alt-yapısı “taş” olduğundan umursamaz bile
atılan taşları dereler. O, doğduğu yerden, denize dökülüp öleceği yere kadar
sürekli sâkin bir akış içinde olmak ister hep. Kurumamışsa eğer, denize döktüğü
su, deniz için ancak bir damla hükmündedir. Suyu tatlıca olsa da az olduğundan
dolayı kişiyi kandıramayacağından suyuna pek güvenilmez. Her ne kadar “akıyor”
olsa da, aslında akmaktan ziyâde “sürünüyor” görüntüsü verir. Destek olmadan
hayâtını sürdüremez. Öyle nârindir ki, kuruyup ölüverir. Bu nedenlerden ötürü
mazlumun susuzluğunu gideremez ve ona derman olamaz dereler. İçindeki balıklar
yiyenleri doyurmaya yetmez. Lâkin “ayartıcı”, sürekli dere gibi olmayı telkin
eder. Sağına-soluna karışmadan sessizce kendi hâline akıp gitmeyi söyler durur.
Fakat aklı/rûhu/vicdânı vahiy ile inşâ olmuş olanlar için bunu kabûl etmek imkânsızdır.
Arada bir soluklanmak ve yanı-başlarında
biraz dinlenmek için dursalar da, dere gibi olmak zül/zulüm demektir onlar
için.
Göl
“Oluşması genellikle tektonik, volkanik
vb. olaylara bağlı olan, toprakla çevrili, derin ve geniş, tuzlu veya tuzsuz
durgun su örtüsü” şeklinde târif edilir TDK sözlüğünde. Dereler gibi her-hangi
bir yere akmazlar ama onlar gibi sığ da değillerdir. Yağmura ne kadar
verirlerse ancak o kadarını geri alırlar. Küçük ve sığ olanlar olsa da çok
büyük ve “derin” olanları da vardır. Hattâ bâzen kendisine dalanları alıkor. Büyüklüklerine
ve derinliklerine rağmen göller de dereler gibi sessizdirler yada çok az sesli.
Ama biraz büyükçe ve derince olanları güçlü olmasa da seslenirler âleme. Ne de
olsa kendilerine göre bir derinlikleri vardır. Ne kadar “derin” ise o kadar ses
çıkarırlar. İnsanları da gemileri de yüzdürebilirler üzerlerinde. Lâkin kendi
hâllerinde inzivaya çekilmiş olarak dururlar hep. Ancak yakın çevresine
seslenebilirler ve duyurabilirler seslerini. “Rahatsız etmeyen ses”leri
yüzünden insanlar sever etraflarında bulunmayı. Hattâ onu seyre dalanları bir
gaflet basar. Kendilerinden geçirir seyredenlerini. Göl-kenarları da sâkin ve
huzurlu yaşamayı sevenlerin; -başkalarının çektiği sıkıntılara/acılara üzülse
de- önemli olanın kendi hayâtı olduğunu düşünenlerin bulunmak istediği su
birikintileri ve tercih ettiği yerlerdir. Korkutmasalar da ürkütürler
seyredenleri. Kendilerine atılan taşı umursarlar ve onu geniş açıdan ele alırlar.
Atılan taş, dipleri kum olduğu için kaybolmaz diğer taşların arasında. Deniz
ile bir türlü buluşması/kavuşması mümkün değilse de hisseder kendinden büyük
olanı. Suyu bâzen tatlı, kimi-zaman da tuzlu/acı olabilir. Suyunun bolluğu
güven verir ve misâfir eder nicelerini çevresinde yıllarca, asırlarca. Her ne
kadar heybetli gibi dursa da aslında hapsolmuştur doğal sınırlarına. Sık-sık
misâfirleri ziyâret eder onu; kâh avlanmak, kâh da ulaşmak için bir yerden
diğer bir yere. Hayâli “büyük” olsa da, derdine tam ilaç olmasa da, göl ile
kanaât etmesini bilir mazlum. Genişliği ve derinliği ile göller kendini
hissettirir ve hatırlatırlar sürekli. İçindeki balıklar nicelerini geçindirmiş
ve doyurmuştur. Ne var ki sınırı vardır; sesi, çapı, derinliği sınırlıdır. Bu
yüzden durgundur, sessizdir mecbûren ve haykırıp işitemez göklere sesini.
“Sessiz yaşamayı sevenler yoldaş olurlar ona, kanaatkâr olanlar da. Fakat
aklı/rûhu/vicdânı vahiy ile inşâ olmuş olanlara yeterli gelmez göller. Arada
bir soluklanmak ve yanı-başlarında biraz dinlenmek için dursalar da, göl gibi
olmak zül/zulüm demektir onlar için.
Deniz
“Yer-kabuğunun çukur bölümlerini kaplayan,
birbiriyle bağlantılı, tuzlu su kütlesi” diye yapar târifini TDK sözlüğü. Fakat
umman ismi daha uygundur, daha yakışıklıdır denizi târif etmek için. Denizlere
dereler gibi akmak gerekmez. Akmanın yapıldığı yerlerdir zâten denizler.
Akmıyor gibi görünse de aslında altı-üstü sürekli akış hâlindedir. Belli
etmeden akmak onun özelliğidir. Fakat her-hangi bir yere akmaz. Akacak yer
yoktur çünkü. Kendi içinde akar. Yağmura muhtaç oldukları gibi, yağmurun
ana-kaynaklarıdırlar. Kenarında/kıyısında duranlara sığ gibi gelse de, en derin
yerini gören de, oraya kadar giden de yoktur. Mahremidir, izin vermez ve
göstermez derinliğini öyle ayan-açık herkese. Ona ancak “derin olanlar”
ulaşabilir. O derinliği ise ancak temiz olanların dokundukları “kaynak”
sağlayabilir. Nicelerini içinde tutmuş ve geri koy-vermemiştir ki içlerinde ne
fâsıklar/kâfirler/zâlimler ve ne tevvablar/mü’minler/mazlumlar vardır. Nice
yananları da içinde serinletir. Hemen her gün hırçınlaşır, haykırır Dünya’ya ve
âleme. Ardı-arkası kesilmeyen dalgalarla kayaları bile yerlerinden sökerler.
Yaklaştırmazlar yanlarına kimseleri ve gezdirmeler üstlerinde ne insan ne de devâsâ
gemileri. Kızgın/hırçın adlarıyla anılırlar hep. Korkutur tüm varlığı
uçsuz-bucaksızlığıyla, derinliğiyle, çığlığıyla. En sessiz hâllerinde bile korkutmasalar
da ürküntü verir herkese. Kuşatmak isterler tüm Dünya’yı, kara-kuru yer
kalmasın diye. Herkes hayat bulsun diye. Yer-yüzünde tek bir kişi bile aç/susuz
kalmasın diye çırpınır dururlar. Bu kadar gür seslenmelerinin nedeni,
uçsuz-bucaksız derinlikleridir. Çapı ve derinliği onun sessiz-sedâsız
durmasına müsâde etmez. Aslında başka bir yönden de çok barışıktırlar. Bunu
Güneş ve Ay-ışıklarının sebep olduğu pırıltılarla/yakamozlarla kanıtlamak ister
gibidirler. Lâkin bu barış, “savaştan sonraki barış”tır. Dalgalanmadan
sonraki durulmadır. Selâmete kavuşmuş olmanın verdiği huzur ve sessizliktir bu.
Onun delicesine dalgalanıp çalkalanması ve âlemlere haykırması hayat verir
içindeki ve dışındakilere. Sâdece insanları/hayvanları ve gemileri değil, tüm Dünya’yı
gezdirirler üzerlerinde. Nice güzellikleri ve nîmetleri barındırırlar
içlerinde. Bâzı kaçamak yapan “ölü”leri müstesnâ, inzivâ nedir bilmezler.
Varlık ile berâberdirler sürekli. Tüm Dünya’dan haberdardırlar. Kendilerine
atılan taşlar ona çok zarar vermez. Büyüklüğünün/derinliğinin içinde kaybolur
çünkü. Önemsemez ufak-tefek taşları. Hattâ o taş yok-olur içinde, erir gider.
Hırçınlığının yanında sessizliği olduğu gibi, tuzlu/acılığının yanında
tatlılığı da vardır. Suyunun sonsuzmuş gibi oluşu ona tam bir güven duyulmasına
sebep olur. Hem içindekileri hem de dışındakileri besler. Hem maddî, hem de mânevi
derinlikleri vardır. Öyle ki mâneviyat onun adıyla ifâde edilir. Nice sular ona
kavuşmak için uzun yollar katederler. Bir yerden diğer yerlere ulaştırır hasret
çekenleri/sevenleri/özleyenleri. İsterse bu yerler dünyanın diğer ucu olsun.
Nice yükleri/eşyâları götürür kolayca üzerinde, Yüce Yaratıcı’nın kendine
verdiği yasalarla. Sessiz yaşamayı sevenlerden çok “ses yapma”yı sevenler etkilenirler
ondan. İyiliğe doğru sürekli hareket, sürekli değişim ve devrim isteyenler
ondan alırlar ilhamlarını. Aklı/rûhu/vicdânı vahiy ile inşâ olmuş olanlar ancak
denizle tatmin/iknâ olurlar. Özgür ruhların yer ve gök derinliği içinde
kaybolmak istedikleri yerdir denizler. Sorumluluk bilincine sâhip olanların sorumluluklarını
yerine getirdikten sonraki özlemidir bu..
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder