Müslümanlar; Türkiye’de 12
Eylül ve 28 Şubat sürecinden sonra; Dünyâ’da ise 2. dünyâ savaşından; özellikle
“Soğuk Savaş”ın bitiminden ve 11 Eylül olayından sonra Liberâl, Demokratik,
Kapitâlist, Konformist, Ilımlı, Hoşgörülü, Muhâfazakâr, “Dindar” vs. gibi
tağutlar tarafından oluşturulan ve yürürlüğe konulan kavramların etkisiyle,
sosyâl-siyâsal İslâm’dan vaz-geçtiler ve bunun netîcesinde de Kur’ân’da geçen
savaş-âyetlerini bu kavramların doğrultusunda tam da tağutların istediği şekilde
meâllendirip tefsir etmeye başladılar. Artık medyanın ve diğer küresel
baskıların ve ondan doğan korkuların (haşyet-vâri korkular) da etkisiyle
müslümanlar (mü’minler değil), “savaş” denildiğinde sâdece “savunma-savaşı”nı
anlamaya ve konuşmaya yöneldiler ve Kur’ân’da/İslâm’da geçen
savaş-kavramlarının tamâmının sâdece savunma-savaşından bahsettiğini yoğun ve
mükerrer bir dille söylemeye başladılar.
Hâlbuki Kur’ân’a ve onun
fiîliyata dönük yüzü olan Peygamberimizin uygulamalarına baktığımızda durumun
hiç de öyle olmadığını görüyoruz ve anlıyoruz. Evet, Kur’ân’da ve Sünnette
“savunma-savaşı” vardır fakat İslâm’da savaş “sâdece savunma-savaşı”ndan ibâret
değildir. Zâten, “savunma-savaşı” tâbiri biraz abes bir tâbirdir. Kendilerine
savaş açan ve saldıran bir topluluğa karşı diğer toplumun da savaşmaması yada
kendisini savunmaması, patolojik bir vâkıa değilse eğer, a-normâl bir durum
olur. Kur’ân; “kendinizi savunun”, “size savaş açanlarla siz de savaşın” gibi
âyetleri “iki seçenekten birini (savaşma yada savaşmama) tercih edin” anlamında
değil, “izin” ve “teşvik” anlamında söyler.
Nüzûl sırasına göre Kur’ân’da
savaş âyetleri şu şekildedir:
Mekke
Dönemi:
Furkân 52
Neml 33
Nâhl 110
Enbiyâ 80
Ankebût 6,
69.
Medîne
Dönemi:
Hac 39,
40, 60, 78
Muhammed 4,
20, 21, 31, 35
Bakara 190,
191, 192, 193, 194, 216, 217, 218, 243, 244, 246, 249, 250, 251
Enfâl 1,
5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 14, 15, 16, 17, 18, 19, 24, 25, 26, 39, 40, 41, 42,
43, 44, 45, 46, 47, 48, 49, 56, 57, 58, 60, 61, 62, 63, 64, 65, 66, 67, 68, 69,
70, 71, 72, 74, 75
Hadîd 10
Nûr 53,
55
Âl-i İmran 13, 111, 121, 122,
123, 124, 125, 126, 127, 130, 131, 132, 139, 140, 141, 142, 143, 144, 145, 146,
147, 148, 152, 153, 154, 155, 156, 157, 158, 159, 160, 161, 164, 165, 166, 167,
168, 169, 170, 171, 172, 173, 174, 175, 186, 195, 200
Saff 2,
3, 4, 10, 11, 12, 13, 14
Haşr 2,
5, 6, 7, 8, 11, 12, 13, 14
Mücâdile 21
Ahzâb 9,
10, 11, 12, 13, 14, 15, 16, 17, 18, 19, 20, 21, 22, 23
Nîsâ 71,
72, 73, 74, 75, 76, 77, 78, 79, 80, 84, 88, 89, 90, 91, 92, 93, 94, 95, 96, 101,
102, 103, 104
Mâide 23,
24, 25, 26, 33, 34, 35
Mümtehine 8,
9, 11
Fetih 7,
11, 12, 15, 16, 17, 18, 19, 20, 21, 22, 23, 24, 25
Nasr 1
Hucurât 9,
10
Tahrîm 9
Tevbe 5,
6, 12, 13, 14, 15, 16, 20, 24, 25, 26, 27, 29, 36, 38, 39, 40, 41, 42, 43, 44,
45, 46, 47, 48, 49, 50, 51, 52, 53, 73, 80, 81, 82, 83, 84, 85, 86, 87, 88, 89,
90, 91, 92, 93, 94, 95, 96, 97, 98, 99, 106, 107, 112, 117, 118, 122, 123
272 tâne savaş ve bağlamı
ile ilgili âyet var ve bunların sâdece üçte biri savunma-savaşına atıf olarak
görülebilir. Bu âyetlerdeki “savaş” ifâde eden kelimeler; Be’si, Kâtele,
Harbin, Darabû, İdfeu, İnfirû, Kuffû, Mücâdihûne, Câhedû, Mevâtıne, Haracû gibi
kelimeler ve türevleridir. Kur’ân’daki savaştan söz-eden âyetler baskın bir
şekilde “savunma-savaşı” ile ilgili değil, “saldırı-savaşı” ile ilgilidir.
Hendek, Uhud ve Hattâ Bedir
savaşlarını savunma-savaşı olarak kabûl edebiliriz. Fakat Huneyn, Taif, Tebük
savaşları, Mekke’nin Fethi ve Gazze’lerin/Seriyye’lerin tamâmı saldırı-savaşıdır.
Peygamberimiz’in yaptığı savunma savaşları; Bedir, Uhud ve Hendek Savaşı’dır.
Bundan sonra ise saldırı savaşı başlamıştır. Hendek Savaşı müslümanlar lehine sonuçlanınca Mekke ile
Medîne arasındaki güç-dengesi onların lehine değişmeye başlamış, Kureyşliler de
artık savunma pozisyonuna geçmişlerdir. Peygamberimiz
hayâtı boyunca 62 tâne (bir rivâyete göre 65) Savaş/Gazve/Seriyye düzenlemiş,
bunların 27 tânesine baş-komutanlık etmiştir. 27 gazve, 60 civârında seriyye
ile yaklaşık 90 savaş olduğunu söyleyenler de vardır. Hattâ “hayâtının her kırk
gününe bir gün savaş/sefer düşmüştür” denir. Bunların da ezici çoğunluğu
savunma değil, saldırı-savaşıdır. Hattâ Peygamberimizin vefâtından sonraki
halifeler ve 20. yy.’ın başına kadar müslümanların yaptıkları savaşların
neredeyse tamâmı saldırı savaşıdır. Çünkü İslâm bir Fetih dînidir ve fazîlet
sâdece savunma-savaşında değildir.
“Öyleyse kim size saldırırsa, onun saldırdığı gibi
siz de ona saldırın. Allah’tan korkup-sakının ve bilin ki Allah, muhakkak ki
korkup-sakınanlarla berâberdir”
(Bakara 194).
“İslâm’da savaş savunma
savaşıdır” sözüne göre, “Peygamberimiz yaptığı 65 savaşın tamâmını Medîne’de
yapmıştır” demek gibi bir safdillikle karşı-karşıya kalırız. Peygamberimiz
“savaşçı” bir peygamberdir. Bir elinde Kur’ân, diğer elinde kılıç/demir vardır
ki “mîzan/düzen” ancak bunlarla birlikte sağlanabilir. Peygamberimizin ismi ile
anılan sûre olan Muhammed Sûresi de savaş sûresidir, zâten bir adı da “kıtâl
sûresi”dir bu sûrenin.
Ali Merad:
“Haçlı Seferleri Hristiyanlık için
olduğu gibi, askerî fetihler de İslâm’ın târihi imajından ayrılamaz. O kadar
ki; İslâm kimi-zaman “kılıç dîni” olarak görülmüştür” der.
İslâm’da kaynak; kitap ve
sünnettir. Kitap bilgi ve bilincin kaynağı iken, sünnet de eylemin kaynağıdır.
Kitap, Allah’ı; kılıç ise Peygamberi temsil eder. Biri bilinç-şuur (kitap),
diğeri de eylem (sünnet) olarak.
“Îman edenler Allah yolunda savaşırlar; inkâr edenler
ise tağut yolunda savaşırlar. Öyleyse evliyau’ş şeytan/şeytanın dostlarıyla
savaşın. Hiç şüphesiz, şeytan’ın hleli düzeni pek zayıftır” (Nîsâ 76).
İslâm’ın başlarında ve
peygamberimizden sonraki 15-20 yıllık dönemde çok hızlı fetih hareketleri
olmuştur ki, bu kadar kısa-zamanda yapılan fetihlerin savunma-savaşı yapılarak
gerçekleşmesi doğal olarak imkânsızdır. Nesîmi Yazıcı:
“Hz. Ömer ile Hz. Osman’ın hilâfetinin ilk altı yılını içeren kısa dönemde, İslâm-târihinin
olduğu kadar, belki de
dünyâ-târihinin en hızlı fetih
hareketlerinden biri gerçekleşmiştir. Bu cümleden olmak üzere, dönemin Bizans’la
birlikte en güçlü devletlerinden biri
olan Sasani Devleti, kısa-zamanda tamâmıyla ortadan kaldırılmıştır” der.
Son zamanlarda “Ilımlı İslâm Projesi”nin de
katkısıyla, İslâm’ı “layt” bir şekilde yorumlayarak; “İslâm’da savaş sâdece
savunma-savaşıdır” gibi asılsız sözler edilmesi ve diğer bâzı kesimler
tarafından da sürekli olarak, özellikle “kırmızı et” öne çıkarılarak proteinden
uzak durulması söylemleri, özelde Türk Müslümanları, genelde ise dünyâ-müslümanlarını
pasifleştirmiş ve pısırık-korkak-ürkek-çekingen vs. hâle getirmiştir yada müslümanlar
bu hâle getirilmek istemektedir. Tasavvuf-bâtıni söylemlerin aşırı öne
çıkarılması ve desteklenmesi ile birlikte, İslâm Dîni, Budizme dönüştürülmeye
çalışılarak, İslâm sanki “salt bir ahlâk dîni” gibi gösterilmeye
çalışılmaktadır. “Pasifliğin insanın ulaşabileceği en yüce makam olduğu
inancı”na dayanan Budizm, târihte başta Uygurlar olmak üzere bir-çok devleti
pasif bir hâle getirerek ve edilgen bir duruma sokarak ya diğer devletlerin
güdümüne sokmuştur yada yok olmalarına neden olmuştur. GökTürk hâkânı Bilge
Kağan’ın, veziri Tonyukuk’tan bir Budist mâbedi inşasını istediğinde, vezirin
ona verdiği cevap şöyle olmuştur: "Savaşı
ve hayvan eti yemeyi yasaklayan ve miskinlik telkin eden bu
dînin kabûlü, Türkler için felâket olur".
İslâm’da
her-şeyde olduğu gibi, savaş konusunda da bir ahlâk-anlayışı vardır ve
“savaş-ahlâkı”, aynı-zamanda bir “tebliğ”i de içinde taşımıştır târih boyunca.
Meselâ Türklerin müslümanlaşması ilk-kez, Arap-Türk savaşlarının sonucunda
başlamıştır. Savaş, insanlar arasında iyi ilişki biçimleri de doğurabiliyor
yâni. Hele ki İslâm’ın savaş-ahlâkı ile olursa tam bir tebliğ olur. Zâten,
İslâm’da savaş-fetih, yâni İslâm ile insan arasındaki engellerin kaldırılması
için yapılır.
İslâm, savaşı, Allah ile
insan arasındaki engelleri kaldırmak için yapar. Kendisini savunmak ve korumak,
adâletsizliği gidermek, zulmü kaldırmak için yapar. Bunun yolu da kâh savunma,
kâh saldırı-savaşı olarak tezâhür eder. Fakat çoğunlukla, amaç kötülükleri
kaldırmak olduğu için, saldırı-savaşı yapılır. Oturduğumuz yerde kötülükler
kendi-kendine kalkacak değil ya..
“Saldırı
savaşı” denildiğinde yanlış anlayarak saldırılan yerin “işgâl edilmesi ve insanlara
eziyet edilip sömürülmesinden bahsetmiyoruz. Peygamberimizin ve halifelerin
örnekliğinde de görüldüğü gibi İslâm “emperyâl” (emperyâlist değil) bir dindir.
Cihad-merkezli olduğundan yayılmacıdır yâni. Fakat bu emperyâlllik, işgâl için
değil, fetih için, dâvet için, tebliğ için, Allah’ın dînini âleme duyurmak için
yapılır ve zâten adına da işgâl/emperyalizm değil, “Fetih” denir. Hiç kimse
müslüman olmaya zorlanmaz/zorlanamaz. Sâdece, müslüman olmak istemeyenler cizye
ile mükelleftirler. Gerçi gayri-müslimler bu verginin karşılığını da fazlası
ile alırlar. “İslâm emperyâldir” derken; Batı’nın anladığı ve yaptığı tarzda
bir emperyâlizmden, “yıkıcı emperyâlizmden” değil, “yapıcı emperyâlllikten”
bahsediyoruz. Zâten bunun adını Batı’nın koyduğu gibi “emperyâlizm” olarak
koymak ve kullanmak zorunda değiliz. Bunun İslâmî dildeki adı “cihad/fetih”tir.
Evet; İslâm bir cihad/fetih dînidir. Ve fetih, bâzı küçük yıkıcılıklar
taşısa da, aslında ve sonuçta yapıcı bir faâliyettir. Çünkü dînî bir
faâliyettir.
“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve o ezilen
erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz?. Baksanıza: “Ey bizim
Rabbimiz!, bizleri zâlim olan bu memleketten kurtar!, bize bir yiğit, bir
bahâdır gönder!” diye yalvarıp duruyorlar” (Nîsâ 75).
R. İhsan Eliaçık bu âyetin
tefsirinde şöyle haykırır:
“Yâni: Ey Allah ile yürüyenler!, Ey müslümanlar!, size
ne oluyor da böyle eli-kolu bağlı oturup duruyorsunuz?. Siz şu kâlpsiz dünyânın
kâlbi, insanlığın geriye kalan son vicdânı değil misiniz?. Allah ile yürümenin
öyle oturarak mı olacağını sanıyorsunuz?. Bakın Mekke’de kalanlar (bugün de
Gazze’de, Mısır’da, Sûriye’de vs.) gözlerini dikmiş sizi bekliyor.
Çâresizlik içinde yalvarıp duruyorlar. Zulüm altında inleyen bu insanlar
için savaşmazsanız, “Allah ile yürüyen” birileri mutlaka çıkacaktır. O hâlde
kalkın ve yürüyün!. Ve siz, ey bu kitabı kendi çağında okuyan herkes!, kendi
çağınızın ezilen erkekleri, kadınları ve yavrularından sorumlusunuz.
Memleketlerinde zulüm altında inleyen ; baskıdan, zorbalıktan kurtulup
özgürlük ve adâlet arayan bütün insanlardan sorumlusunuz. Dünyâ’nın
neresinde bir mazlum varsa, neresinde bir “imdat” çığlığı duyuyorsanız, kim
olduğuna bakmadan yardımına koşmaya, el uzatmaya mecbursunuz. Dünyâ’nın
meydanında “Allah ile yürümek” budur!: Haydi kalkın!. Allah yolunda ve tüm
ezilenler uğrunda savaşın!”.
Savaş denince sâdece
ok-kılıç vs. gibi savaş aletleriyle yapılan ve ölme-öldürme ile sonuçlanan
savaşı anlamaz İslâm. Şeytan’ın ve tağutların işgâl ettiği zihinleri
özgürleştirmek için yapılan cehd de bir çeşit savaştır.
Zihinlerle/nefislerle/benliklerle/kâfirlerle/münâfıklarla vs. gerek savunmada,
gerekse merkez-dışında cehd/savaş yapılır. Bu, İslâm’ın en önemli başka bir
yönüdür. Bu “cehd” için de merkezden çok uzaklara bu “savaş”ı yapmak için
çıkılır. Tâbir-i câiz ise kâlplere//yüreklere/vicdanlara/zihinlere saldırılır.
Ee, İslâm/silm/selam
kelimeleri “barış” demek değil mi? diye sorulursa.. Evet, “barış” demektir.
Fakat bu barış, “savaştan sonraki barış”tır. (Enfâl 60-61). Peygamberlik
örneğinde bunu görüyoruz. Mekke, savaşmadıkça fethedilmedi. “İzâ câe nasrullâhi
vel feth, Ve reeyten nâse yedhulûne fî dînillâhi efvâcâ”.. “Allah’ın yardımı ve
fetih geldiği zaman, (işte o zaman) insanların Allah’ın dinine
dalga-dalga girdiklerini göreceksin”. Çünkü İslâm ancak bu şekilde hem
gönüllere hem de coğrafyalara yerleşir ve sâbitlenir. Aksi-hâlde sâdece
gönülleri fethetmek değildir îman. Îman, yüzdeyüz îmandır. Maddî/mânevi tüm
boyutları ile gerçekleştiğinde ancak tam anlamıyla gerçekleşmiş ve yaşanmış
olur. Îman/İslâm yaşanmak ister, yaşanmak için coğrafyalar ister. Mücâhidler
ile fethedilmiş coğrafyalar. Çünkü sâdece söz ile meydana gelen îman, sâdece
ahlâk ile toplanan kalabalık, başka bir sözle, başka bir ahlâkla(!) saf
değiştirir. Hemen gidebilir/değişebilir. Allah muhâfaza..
“Kur’ân’da savaş ile ilgili
âyetlerin bir-çoğu da savunma-savaşı ile ilgilidir” diyorlar. İyi de kardeşim
biz bu âyetlerin de gereğini yerine getirmiyoruz ki.. Meselâ “Mavi Marmara”
olayında 10 müslümanın/vatandaşın ölümüne neden olan olaya (savaş) karşı
hareket (savaş) etmedik. Yâni bize saldırıyorlar ama biz buna karşılık
vermiyoruz. Yâni savunma-savaşı yapmıyoruz. Savunma-savaşını da yapmıyoruz ki
be kardeşim.. Bunun nedeni, “Kur’ân’da savaş sâdece savunma-savaşıdır” bahânesi
değildir. Savaşmaktan korkmaktır. Saldırı-savaşına muhâlif/karşı olanlar,
zâten savunma-savaşından da korkanlardır. İslâm’daki savaşın sâdece
savunma-savaşı olduğunu söyleyenler, aslında savunma-savaşına da karşıdırlar.
Çok gerektiği hâlde bile. Savunma-savaşını ön-plâna çıkaranların ilk-hedefi Kur’ân’a
hizmet değildir; Lâik/kapitâlist/neo-demokratik/neo-liberâlist/neo-konformist/modernist/ekonomik/konjonktürel
sistemlerin etkileridir. Bu sistemlerin meydana getirdikleri korkaklıktır. Oysa
bu korku îman edenler için yersizdir. Bunu Kur’ân söylüyor:
“Onların kâlplerinde sizin korkunuz, Allah’ın
korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Onlar
müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu hâlde
savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli-toplu
sanırsın; Hâlbuki kâlpleri darma-dağınıktır” (Haşr 14).
“Îman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise
tâğut (bâtıl dâvalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O hâlde şeytanın dostlarına
karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır" (Nîsâ, 76)
Ramazan Kayan:
“Bir Moğol-askeri bir köye giriyor, tüm köylüleri esir
alıyor. O an kılıcı yanında yok, gidip kılıcını alıp getiriyor, bütün esirleri
kılıçtan geçiriyor. Köylülere niçin tepki vermedikleri sorulunca, cevap ilginç:
“Ama o bir Moğol!”. Moğol korkusu iliklerine işlemiş bir toplum. Yada
diktatörlerin, emperyâlistlerin korkusu ile mefluç kitleler. Evet, egemen
güçlerin yenilmezliğini kulaklarımıza üfleyen, Şeytâni fısıltılarla kâlpleri
ifsâd eden odaklar boş durmuyor. “Kuşkusuz Rabbimiz Allah’tır deyip sonra
istikâmet üzere olanlara korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de”. Ölüm korkusu,
rızk endişesi, cezâlandırılma tedirginliği terk edilmeden geleceğe yürüme takâtini
kendimizde bulamayız. Ahmet Feyyaz: “Toplumlar savaşlarla, silahlarla yok
olmazlar, halklar korkuları ile yok olurlar” der. Tedbir korkaklığın diğer
ismi olmuşsa orada durmak lâzım. Bu-gün fincancı katırlarını ürkütmemek
adına her-şeyden vazgeçme yanılgısı revaç bulabiliyor. Bu bakımdan
tedbirciliğimiz alanı terk etmek, sorumluluktan sıyrılmak anlamına gelmemeli
diye düşünüyorum. Çünkü aşırı tedbircilik, takıyyeciliğe, takıyyecilik de
zamanla ikiyüzlülüğe neden olabilmektedir” der.
Ve Resûlullah’ın uyarısı:
"Kim bir zâlime yardım ederse, (savaşmayarak H.G.) Allah Teâlâ, o zâlimi
ona musallat eder".
“Kendilerine savaş açılan kimselere (savaş) izni
verildi; çünkü onlar zulme uğradılar. Şüphesiz Allah onları zafere ulaştırmaya
gerçekten kâdirdir” (Hacc 39).
Muhammed Kutub:
“Müsteşrikler durmadan İslâm’a
saldırıyor ve “İslâm kılıç zoruyla yayılmıştır” diyorlar. Amaçlan bellidir.
Bâzı iyi niyetli insanların çıkıp; “kesinlikle... İslâm sâdece kendini savunmak
için savaşır” desin ve böylece kurulan tuzağa düşsünler. Yâni müslümanlar İslâm’ı yaymak için cihad etme
düşüncesini akıllarından çıkarsınlar. Çünkü İslâm düşmanları cihaddan
korktukları kadar başka hiç-bir şeyden korkmazlar. Kuşkusuz İslâm yüce Allah’ın
emri uyarınca kılıç kullanır. Fakat inanç sistemini insanlara zorla kabûl
ettirmek için değil, gerçeği insanlardan gizleyen câhiliye rejimlerini ortadan
kaldırmak için. Câhiliye düzenleri bertarâf edilince artık insanlar
özgürdürler, İslâm inancını kabûl etmeye zorlanmazlar” der.
Savunma-savaşı, savaşın ilk
aşamasıdır. Kur’ân’da savaş “ilk olarak” savunma-savaşıdır. Fakat burada
durmaz, fetihlere başlar. Âyetlerde savaşa, genellikle de saldırı savaşı
dediğimiz “Cihad/Fetih için bir teşvik vardır.
“Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i
Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın.
Kâfirlerin cezası işte böyledir”
(Bakara 191).
Bu âyete göre savunma-savaşı
“mutlak anlamda” sâdece Mescid-i Haram’da ve haram aylarda olur.
“Sana haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki:
Onda savaşmak büyük (bir günahtır). Ancak Allah katında, Allah’ın yolundan
alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram’a engel olmak ve halkını oradan
çıkarmak daha büyük (bir günahtır). Fitne, katilden beterdir. Eğer güç
yetirirlerse, sizi dîninizden geri çevirinceye kadar sizinle savaşmayı
sürdürürler; sizden kim dîninden geri döner ve kâfir olarak ölürse, artık
onların bütün işledikleri (amelleri) Dünyâ’da da, âhirette de boşa çıkmıştır ve
onlar ateşin halkıdır, onda süresiz kalacaklardır” (Bakara 217)
Görüldüğü
gibi Kur’ân, duruma göre haram aylarda bile savaşa izin vermiştir. Fakat bu
aylarda yapılacak savaş sâdece “savunma-savaşı” olabilir.
Mute ve
Tebük savaşları kesinlikle birer savunma-savaşı değildirler. 100.000 kişiye
karşı 3.000 kişiyle yapılmış kahramanca bir “saldırı-savaşı”dır bu savaşlar.
Kendisine “yeryüzünde sağlam
bir iktidâr” verilen (Kehf 84) Zülkarneyn’in doğudan batıya yaptığı seferler,
savunma-savaşı amaçlı değildir.
Daha Peygamberimizin
vefâtından 33 yıl sonra, Muâviye zamânında İstanbul’u fethetmek için gidilen
savaş savunma-savaşı değildir. Kıbrıs’ın fethi de bir savunma-savaşı değildir.
“Saldırı-savaşı” sözü ağır gelmiş olanlar bunu “fetih savaşı olarak”
değerlendirsin.
Yahudilik
ve Hristiyanlığın entegrist ve şiddete dayalı dinsel kabûlleri bu-gün bütün
şiddetiyle icrâ edilmektedir. Buna mukâbil, öteki yerel her bir dîni söylemden
ve husûsiyle müslümanlardan ise, çoğulcu (demokratik) bir yaklaşım
sergilemeleri istenmekte; bununla, siyâsaldan soyutlanmış protestan bir İslâm!
talep edilmektedir.
Askerlikte bir kâide vardır:
“Savaşı mümkünse düşman tarafında yapmak”. Böylelikle kendi taraflarındaki
yıkımla oluşacak zarârın azaltılması hedeflenir.
Peygamberimizin vefât
etmeden önce son yaptığı iş, Usame bin Zeyd’i komutan tâyin ederek Bizans’a
karşı savaşmaya göndermesidir.
Rabbimiz diyor ki: “Andolsun biz peygamberlerimizi açık
delillerle gönderdik ve insanların adâleti yerine getirmeleri için
berâberlerinde kitabı ve mizânı indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük
bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah’ın, dînine ve
peygamberlerine, gayba inanarak yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz
Allah kuvvetlidir, dâima üstündür” (Hadid 25).
Âyette de söylendiği gibi;
Allah Kur’ân’da sâdece mizânı değil, demiri de indirdiğini söyleyerek sâdece
yumuşaklığı değil, yerine ve zarûrete göre (ki bu, nerede olursa-olsun zulmü
ber-tarâf etmek demektir) demiri kullanarak sertliğe de baş-vurulabileceğini
söyler.
İslâm
savaş-süreci şu şekilde işler: Savaşmamak; savaş açanlara karşı savaşmak;
engelleri, zulümleri ortadan kaldırmak için saldırı-savaşı (cihad/fetih).
Seyyid Kutup der ki:
“İslâm’da savaş, ‘tahaffuz’dan çok ‘taarruz’dur”.
“Ey Peygamber!. Mü’minleri savaşa karşı
hazırlayıp teşvik et. Eğer içinizden sabreden
yirmi (kişi) bulunsa iki yüz kişiyi mağlûp edebilir. Eğer içinizden yüz
(sabreden kişi) bulunursa bunlar da kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar idraksiz
bir topluluktur. Şimdi Allah sizden (yükünüzü biraz) hafifletti ve sizde bir
zaaf olduğunu da biliyordu. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa (onların)
iki-yüzünü (kişi) bozguna uğratır. Eğer sizden bin (kişi) olursa Allah’ın
izniyle (onların) iki-binini yener. Allah sabredenlerle berâberdir" (Enfâl 66).
Bertolt Brecht:
“Savaşan kaybedebilir, savaşmayansa
çoktan kaybetmiştir” der.
“Gevşemeyin, üstün durumda olduğunuz hâlde antlaşmaya
dâvet etmeyin! Allah sizinledir; amellerinizi asla yitirmeyecektir” (Muhammed 35). Kaldı ki “eğer îman ediyorsanız üstün
olan sizsiniz” dedikten sonra, “üstünsünüz, barış yapmayın” diyor.
“Gerçekten (savaşsız
bir) dünyâ-hayâtı, ancak bir oyun ve
tutkulu bir oyalanmadır. Eğer îman ederseniz ve sakınırsanız, O, size
ecirlerinizi verir ve mallarınızı da istemez” (Muhammed 36). Bu âyette de,
savaşı olmayan bir Dünyâ’nın oyun ve eğlenceden ibâret olduğu yada oyun ve
eğlenceye dönüşeceği söylenir.
Sürekli savunma durumunda
kalan toplumların bir-gün gelir savunmaları delinir/yarılır. Sürekli olarak
savunma durumunda kalınamaz, çünkü sürekli olarak savunmada kalmak intihar
olur. Demek ki sâdece savunmayla olmuyor bu iş. Yerine göre saldırı
şart. Hayâtın her seviyesini/şartını/durumunu tespit ve kabûl etmeyen bir
yaklaşım onu iptal veya imhâ eder.
Mü’minlere
karşı merhâmetli, kâfirlere karşı ise sert olmayanlar ve ilgili âyetin
gereklerini yerine getirmeyenler, bir-zaman sonra tam tersi bir şekilde, “mü’minlere
karşı sert/acımasız, kâfirlere karşı merhâmetli” olmaya başlarlar. Bir cezâ
olarak kâfirlerle dost olup mü’minlerle savaşmaya başlarlar, değişik şekillerle
ve yöntemlerle. Çünkü bir emri yerine getirmeyenler, bir-zaman sonra o emrin
aksini yapmaya başlarlar sünnetullahın doğasından ve âyetin ters tepmesinden
dolayı. Böylece müslümanlar başlarlar birbirlerini yemeye.
Müslümanlar
kültürel/sosyal/siyâsal/askerî alanda sürekli savunma durumunda kaldıkları için
ve 200 yıldır bu bakış-açısı kâlplerine de işlediği için, savaşı da sâdece
savunma-savaşı olarak görmeye başladılar. Oysa demiri ancak yine demir
köreltir.
Peygamberlerin de zamânın
zâlim muktedirlerine saldırmışlardır. Ali Şeriati bunu şu şekilde anlatır:
“Hz. İbrâhim’in gönderilir-gönderilmez kalkan
kuşandığını görüyoruz. Hz. Mûsa’da çobanlık âsâsını kaldırıyor ve Firavun’un
sarayına yürüyor. Kârun’u toprağa gömüp, Firavun’u suda boğuyor. Ve İslâm
peygamberi bireysel oluşum biter-bitmez cihadı başlatıyor. On yıl boyunca
altmış beş savaşa katılıyor. Yâni her elli günde yeni bir savaş ve yeni bir
askerî harekat! Gerçekte bunların mûcizeleri, gönderiliş-gâyelerine işâret
eder. Mûcizeleri de çağrılarıyla bir uygunluk içerisindedir. Âsânın ejderhâ
oluşu ve büyünün bozulması, Firavun’un tahtına yönelik bir saldırı anlamı
taşır”.
Başlangıçta Medîne bölgesinin çeyreği veya ondan daha
azı müslümanların elinde idi. Devletin toprakları, 10 yıl sonra Hz. Peygamber’in
vefâtı sırasında 3 milyon km2’ye
ulaşmıştı ki, bu, günde ortalama 845 km2
demektir. Doğaldır ki bu rakamlara salt savunma savaşı ile ulaşmak imkânsızdır.
Zâten “fetih”, savunma ile olmaz.
Peygamberimiz: “Her dînin
ruhbâniyeti vardır, benim dînimin ruhbâniyeti ise cihattır” der. (İbn Kesir).
Sorunumuz “İslâm
medeniyetinin yokluğu” sorunudur ve bu medeniyet tekrar kurulmadıkça bir
şeyleri değiştirebilecek yeni fikirler ve eylemlerde bulunamayız. İslâm
medeniyetinin yıkılması, başka bir medeniyetin ona galebe çalmasının bir sonucu
değildir. İslâm medeniyetine ilmî anlamda kimse galebe çalamaz zîra. İslâm
medeniyetinin yıkılması; bir sinerji yakalamış savaşçı başka bir milletin İslâm
milletine savaşta üstün gelmesi ve İslâm topraklarını/insanlarını/medeniyetini/kültürünü
yıkması neticesinde gerçekleşti. Moğol istilâsından bahsediyorum. Selçukluların
çöküşünden sonra karşılarında güçlü bir devlet kalmayınca bu fırsatı
kaçırmadılar ve istilâya başladılar ve hemen-hemen tüm İslâm ülkelerini harâbeye
çevirerek bir medeniyeti çökerttiler. Memlüklülerin onları bir bölgede
durdurması da bu yıkımı durdurmaya yetmedi. Bu nedenle tekrar ayağa kalkmak ve
medeniyeti yeniden inşâ etmek için ilk-başta tüm İslâm âlemini kapsayan bir güç
oluşturmak şarttır. Daha sonra ilim ve medeniyet yolunda çalışılmalıdır.
Yıkıldığımız yerden kalkmak böyle olur. Biz, ilimde geri kalmaktan değil,
“birlik”in bozulmasından kaynaklanan askerî gücün zayıflaması nedeni ile
yıkıldık. Zâten medeniyet yıkıldığı için medeniyetin göstergesi olan ilim
geriledi. Zâten moğollar maddî-mânevi bir yıkım yapmışlardır. Kitâbî-İslâm’i
bilgiyi zayıflatıp-yıkıp, sezgisel-heretik bilgiyi-inançları bilerek-bilmeyerek
çoğalttılar ve sağlamlaştırdılar. Çünkü moğolların önünden kaçan heretik
topluluklar aynı yerde buluşunca bir-birlerini bilgi alanında
kuvvetlendirdiler. Moğollar ilimde sanki İslâm âleminden daha mı fazla
ilerlemişlerdi de İslâm medeniyetini yıkabilmişlerdi? Tabî ki de hayır.
Haçlıların savaş-gücü sınırlı idi. Müslümanlar bu saldırıyı püskürttüler. Fakat
çok daha güçlü ve savaşçı moğollar karşısında dayanamadılar ve medeniyet
yıkıldı/yakıldı. İslâm toprakları harâb oldu. Şimdi; mesele kültür/ilim/bilgi
vs. meselesi ise, “haçlılara yeten kültür moğollara mı yetmedi?” sorusu çok
yerinde bir soru olur..
İbn Hâldun, toplumların
yükseliş ve çöküşünü dîne bağlayıp din temelinde îzah etmenin çok da doğru
olmadığını söyler. İslâm’i bir medeniyeti kurmanın yolu, mevcut dünyâ-düzenine
aykırı radikâl kararlar almak ve eylemlerde bulunmakla gerçekleşir. Bu da ilmin
yanında savaşı da göze almakla olur. Hele müslümanların birleşerek kuracakları
ilmî/askerî bir güç, Dünyâ’nın gidişâtını ve görünümünü değiştirecek İslâm
medeniyetinin tekrar kurulmasını sağlayacaktır.
Cihad denince yüzlerinin
rengi atan, sesi titreyen, istemsiz bir yutkunmadan sonra cihadı çağ-dışı bir
terör gibi gösterecek şekilde konuşan sözde müslümanlar var. Oysa cihad îmânın
bir uzantısıdır.
Ahmet Kalkan:
“Savaşın, çok-yönlü bir hareketler serisine vücut
vereceği açıktır. Başlangıcı meşrû bir kıtâl devresine girildiğinde bunun
içinde saldırılar ve savunmalar ardarda gelir. Bunları bir-birinden ayrı
düşünemeyiz.
Şurası kesindir ki; Kur’ân, bağlılarının
silâhsızlanmasına gidecek bir yola onay vermez. Böyle bir şey, Kur’ân’ın insanını,
korumak ve yüceltmek zorunda olduğu değerleri savunmada yetersiz bırakır. Kur’ân’ın
insanı Allah yolunda savaşacak, ezilip itilen, yurtlarından edilen çocuklar,
kadınlar, ihtiyarlar için didinecektir. Böyle bir mukâtelede/savaşta yer almak
Allah’ın sevgisini kazandırır (Nîsâ, 75-76; Saff 4). Böyle olunca, Kur’ân
bağlısı, her-an kıtâle girebilecek hâlde olmak zorundadır. Çünkü onun görevi
evrensel bir görevdir. O, kendi nefsinin keyfini yerine getirmekle işini
bitirmiş olmuyor. Sırtında bir büyük emânet vardır.
“Allah yolunda seferber olun” dendiğinde, iğreti
hayâtın zebûnu olarak olduğu yere çakılıp kalmak îman adamına yakışmaz. Bu yolu
seçenler, rezil ve zelil olurlar ve nihâyet Allah onları siler süpürür ve
yerlerine, emâneti yüklenebilecek cihad eri başka topluluklar getirir. (Tevbe
38-39).
“Ey îman edenler, ne oldu ki size, Allah yolunda
savaşa kuşanın denildiği zaman, yer(iniz)de ağırlaşıp kaldınız? Âhiretten
(cayıp) dünyâ-hayâtına mı râzı oldunuz? Ama âhirettekine (göre), bu
dünyâ-hayâtının yarârı pek azdır. Eğer savaşa kuşanıp-çıkmazsanız, O sizi pek
acı bir azabla azablandıracak ve yerinize bir başka topluluğu getirip
değiştirecektir. Siz O’na hiç-bir şeyle zarar veremezsiniz. Allah, her şeye güç
yetirendir” (Tevbe 38-39).
Allah yolunda savaşı sevmeyen ve onu çirkin görenler
bilmelidirler ki zulme karşı mücâdele ve gerektiğinde savaştan kaçış, fitneyi
kökleştirir, yâni insanlığın dirlik ve düzenini bozar. İşte bu, kıtâlden çok
daha beter bir sonuçtur. Yâni, fitne, kıtâlden daha kötü ve yıkıcıdır (Bakara,
119, 217). İslâm’da savaş, zorla insanları dîne sokmak için değil; savunma ya
da düşmana misliyle mukabele için yapılır. Kur’ân’ın genel içeriğinden
anlaşılan budur.
Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın, İslâm akîdesi
ile çelişen her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın indirdiğine aykırı
tüm kânun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak olduğunu açıkça
bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki, gerçekten tüm ilâhları
reddetmiş olsun. Peygamber’in amcası Hz. Abbas’ın dediği gibi, lâ ilâhe
illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün (kâfir) Dünyâ’ya savaş açmış olduğunu
bilmelidir. Kâfirler bütün güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara
saldırırken, müslümanın sâdece gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması
düşünülebilir mi?. Çağdaş müslümanın öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve
keyfiyle meşgûl. Bahâneler de çok: “İmkânlarımız yok, itler salıverilmiş,
ama taşlar bağlı...” Filistin’li
çocuklardan öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın yolunu, îmânın en büyük
imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin destansı direnişini...
Bu-gün müslümanların kâfirler arasında bir selin
içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman
edinmeleri gereken kâfirleri dost kabûl etmeleri yatmaktadır. Dünyâ’da izzetin,
onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını
dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabûl etmek ve dostluk ve
düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.
Sulh (dâima) hayırlıdır...” (Nîsâ
128)
“İslâm” kelimesi, anlamı barış demek olan
"silm" kökünden türemiştir. Barış kökeninden ismi türetilmiş olan bir
dînin kitabında savaştan söz edilmesi derinlemesine akletmeyen kimseler
tarafından yadırganabilir. Ancak Kur’ân-ı Kerim, hayâller ve ütopyalar üzere
kurulu bir kitap değildir. Bir şeyin olmamasını istemek başka, onun
varlığını kabûl etmek başka bir şeydir. Savaş, insanlık târihiyle birlikte vâr
olmuş ve vâr olmaya devâm edecektir. Henüz insan yaratılmazdan önce melekler,
insanın yeryüzünde kan döken ve fesat çıkaran bir varlık olacağını söylemiş,
Yüce Allah da, bu iddialarının gerçekleşmeyeceğini belirtmemiştir. Târih de
bunu ispât etmektedir. (Halife olarak
atanmak, savaşçı olarak atanmak demektir. H.G.)
Din karşıtı tavır takınanların ileri sürdükleri
hususlardan biri de, dinlerin savaşlara sebep olduğudur. Ama hiç kimse,
dinlerin yönetimler üzerinde etkisinin bulunmadığı günümüzde ortaya çıkan
savaşların, hem yoğunluk, hem de tahribatları bakımından dinlerin yönetimler
üzerinde etkili oldukları dönemlerden daha az olduğunu söyleyemez.
İslâm’i savaş; sebebi, başlayışı,
cereyânı, bitişi ve yenilenlere yapılacak işlemler açısından tamâmen âdil ve
bâtıla karşı hakkı savunan, gerçekten İlâhî bir savaştır.
Savaştan korkanların her şeye rağmen bir barış
sağlanması dileği, bir bakıma emperyalizme boyun eğmek anlamına gelir. İslâm
barış dinidir. Ve biz onu cihadla koruyacağız. "Cihad" ve
"barış", birbirine karşıt değil; özdeş kavramlardır. Çünkü bu, barışı
yok eden saldırılara karşı bir barış savunusu, barışı hâkim kılma mücâdelesinin
adıdır.
Barış güzeldir, ancak barış için savaşılabilir. İslâm,
lügat ve terim anlamı olarak gerçek barıştır. Barışı tüm Dünyâ’da
gerçekleştirmek için İslâm’ı tüm Dünyâ’ya hâkim kılma gayreti gerekmektedir. Evet,
biz barış savaşçılarıyız. Ne zulmederiz ve ne de zulme boyun eğeriz.
İnsanlar inandıkları gibi yaşasınlar ve düşündüklerini özgürce ifâde etsinler
istiyoruz. Biz Hakk’a tâbîyiz ve hak-sâhiplerinin hakkını savunuruz.
Barış kula, ya da devlete, ya da servete boyun eğme;
onun rabliğini ve hükümranlığını kabûl etme olayı değildir. Nefsinin esiri
olanlar da aslında kaybedilmiş bir savaşı ifâde eder. Barış, bir esâret
stratejisi değildir.
Peygamberimizi: “Cihad, kıyâmete
kadar devâm edecek bir farzdır” der (Ebû Davûd, Cihad, 33).
Fazla uzun bir barışın dertlerini çekiyoruz. Lüks ve
dünyevîleşme kılıçtan beter eziyor bizi. Zâlime merhâmet, mazluma zulümdür.
Aç canavara karşı sevgi, merhâmetini değil, iştihâsını açar. Hem de diş ve
tırnağının kirâsını da ister” der.
“Batı’yla ancak yine onların
silahları gibi silahlarla mücâdele edilebilir” düşüncesi çok yanlıştır. Batı’nın
silahlarını edinirsem, ben de onlar gibi olurum. İslâm’ın yöntemi bu değildir.
Araç önemlidir fakat îman daha önemlidir İslâm’da. Batı bizi bilgiden ziyâde
silah ile sömürüyor. Bilginin arkasında silahlar var. Silahları olmasa
bilgilerini de takmayız.
Şeytan’a kulluk yapanlar Allah’a kulluk
yapanlara karşı dâima para ve makâmı kullanırlar, savaş-meydanını kullanmazlar.
Çünkü bu meydanda her-zaman yenilirler. Bu nedenle müslümanlar bu meydanı boş
bırakmamalıdır.
“Savaş hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı
(farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve
olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz
bilmezsiniz” (Bakara Sûresi 216).
“Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız,
tersine onlar yaşıyor ve Allah katında besleniyorlar” (Âl-i İmrân 169).
Sonuçta
“megâzi” denilen bir ilim vardır İslâm’da. Bu ilim de sâdece savunma savaşından
bahsetmez. Savaşmakla sıvışmayı karıştırmamak lâzım. Savaşmak sıvışmak demek
değildir. Şu âyet çok önemli:
“Yol, ancak insanlara zulmeden ve yer-yüzünde haksız
yere tecâvüz ve haksızlıkta bulunanların aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir
azab vardır” (Şûra 42).
Müslümanlar İslâm’i bir,
devlet-ülke-oluşum kurduğu anda Şeytan’ın uşakları olan tağutlar sana
saldıracakları için (çünkü onlar gayr-ı İslâm’i bir Dünyâ’dan geçiniyor ve
zengin oluyorlar) sürekli bir savaş hâlinde olur doğal olarak. Tâ ki gayr-ı
müslimler ezilmiş bir hâlde elleriyle cizyeyi verene kadar; din Allah’ın
oluncaya kadar:
“Kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a ve âhiret
gününe inanmayan, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak
dîni (İslâm’ı) din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle
verinceye kadar savaşın” (Tevbe 29).
“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi
Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vaz-geçecek olurlarsa, şüphesiz
Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl
39).
Bu âyetlerle söylenmek
istenen şudur: Din/İslâm Dünyâ’da “yaygın değer” olana kadar cihad!.
Salt savunma taktikleriyle
savaş kazanılamaz.
Sürekli
savunma-savaşından bahsedip de hiç zulmü önleme savaşları olan saldırı
savaşından (Fetih) bahsetmeyenlere
şu âyeti hatırlatmak isteriz: …“Yoksa
siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık
sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka
değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır.
Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).
Müslümanlar özellikle son
100 yıldır savaşmaktan çok korkar hâle geldi. Savaş sözünü duydukları anda
şöyle bir yutkunup renkleri değişiyor. Peygamberimiz müslümanların bu duruma
gelmesine sebep olan şeyin “vehn” olduğunu söyler:
Sevban’dan (r.a) rivâyet
edildiğine göre, Resûlullah (asm) şöyle buyurmuştur: “Yakında milletler yemek
yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) dâvet ettikleri gibi size
karşı (savaşmak için) bir-birlerini dâvet edecekler”. Birisi: “Bu, o gün bizim
azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi. Resûlullah (asm), “Hayır, aksine siz o
gün kalabalık fakat selin önündeki çör-çöp gibi zayıf olacaksınız. Allah,
düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze
de vehn atacak” buyurdu.
Yine bir adam: ya Resûlullah
Vehn nedir? diye sorunca: “Vehn, Dünyâ’yı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü
görmektir” buyurdu. Vehn hadisi olarak bilinen bu rivâyet sahihtir. (bk.
Ebu Davud, Melahim, 5) Hadisi Ahmed b. Hanbel de rivâyet etmiştir (el-Müsned,
2/359).
Yâni, dünyâ-hayâtını fazla
sevdikleri, âhiret hayâtını geri plâna attıkları ve bu sebeple de oraya gidecek
yol olan ölümden de korktukları için dirençlerini kaybederler, gereken
mücâdeleye ve mücâhedeye girmekten kaçınırlar ve asrın gereği olan maddî
imkânları kullanamadıkları için, nüfusça çok olmalarına rağmen uluslar-arası
câmiada hiç-bir kıymet-i harbiyeleri olmaz.
Düşmanları/zâlimleri böyle
bir işi yapmaya cesâretlendiren şey, müslümanların azlığı değil, aksine onların
takvâ bakımından güçsüzlüğü ve Dünyâ’ya aşırı düşkünlükleridir. Çünkü ölümden
korkan ve Dünyâ’ya fazlaca düşkün olanlar fedâkârlıklara katlanamazlar. Canları
ve malları ile katılmaları gereken cihâdı ihmâl ederler. Böylece eskiden olduğu
gibi düşmanlara karşı heybetli değildirler ve artık düşmanlar onlardan
korkmazlar, çekinmezler.
‘‘Biliniz ki, dünyâ-hayâtı oyundan, eğlenceden, süs
ve gösterişten, bir-birinize karşı övünmeden, mal ve evlâdı çoğaltma yarışından
ibârettir. Bu hayat, ekini ve bitkisi çiftçisinin yüzünü güldüren bol yağmura
benzer. Fakat bir-süre sonra kuruyan bu bitki-örtüsünün sarardığını görürsün.
Arkasından da ot kırıntılarına dönüşür. Âhirette ise bir yanda ağır bir azab,
öbür yanda Allah’ın bağışlaması ve hoşnutluğu vardır. Dünyâ-hayâtı, aldatıcı
bir hazdan başka bir şey değildir” (Hadid 20).
Hasan En Nedvi ümmetin
çöküşünü iki şeye bağlar: 1-İctihadsızlık, 2-Cihadsızlık.
Peygamberimiz “Mü’minlerin
dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir. Müslümanlardan imdat isteyen bir
mazlumun feryâdını işitip de karşılık vermeyen, müslüman değildir!” der.
Kur’ân’da savaştan
korkanlar/kaçanlar ağır bir şekilde eleştirilir ve onların namazının bile
kılınması yasaklanır:
“Bundan böyle, Allah seni onlardan bir topluluğun
yanına döndürür de, (yine savaşa) çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: ‘Kesin
olarak benimle hiç-bir zaman (savaşa) çıkamazsınız ve kesin olarak benimle bir
düşmana karşı savaşamazsınız. Çünkü siz oturmayı ilk defâ hoş gördünüz; öyleyse
geride kalanlarla birlikte oturun. ‘Onlardan ölen birinin namazını hiç-bir
zaman kılma, mezarı başında durma. Çünkü onlar, Allah’a ve elçisine (karşı)
inkâra saptılar ve fâsık kimseler olarak öldüler” (Tevbe 83-84)
İslâm’da savaş, “kutsal
savaş”tır. İslâm ordusu zulmün olduğu her yere saldırır. Zâten en iyi savunma,
saldırıdır.
Hüseyin Alan:
“Müslümanlar devlet organizasyonuna
sâhip oldukları her savaşta her zaman şu üç şartı ileri sürmüştür:
1-Bizimle savaşmayın, kardeşler
olalım.
2-Teslim olun, güvenlik, emniyet ve huzûrunuzu biz
têmin edelim, buna karşı bize haraç verin. Yönetiminize ve işlerinize
karışmayalım ama bizim, sizin aranızda vahyi yaymamızı engellemeyin.
3-Bunları kabûl etmezseniz, Allah ya
size ya bize zafer verene kadar savaşalım” der.
İncil’de Hz. Îsâ şöyle
konuşur: “Yeryüzüne barış getirmeye geldim sanmayın; ben selâmet değil, fakat
kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben adamla babasının ve kızla anasının ve gelinle
kaynanasının arasına ayrılık koymaya geldim. Ve adamın düşmanları kendi
ev-halkı olacaktır. Babayı veyâ anayı benden ziyâde seven bana lâyık değildir;
oğlu veya kızını benden ziyâde seven bana lâyık değildir…” Matta 10: 34-37.
Bünyamin Zeran:
“İçinde yaşadığımız Dünyâ’da müslümanların yaşadığı
dünyâyla savaşmaları, üzerlerine zâten farzdır. Küfrün kuşatmışlığı bu denli
artmışken, müslüman coğrafyalar kâfirlerin şirk düzenleri altında yağma
edilirken, insanlar hem bedenen hem zihnen zâlim efendilerin kölesi kılınırken,
bir mü’minin rahat olması zâten küfürdür. Bu-gün bize, İslâm barış dînîdir diye
vâzedenler aslında kendi rahatlarını bozmak istemeyenlerdir. Bunlar
atalar-kültü İsâm’ına inanan kimselerdir. Dillerini eğip bükerler ki
konuştuklarını kitaptan sanalım. Müslümanlar bir-bir yok edilirken yalnızca
efsunlu duâlar etmeyi önerirler. Onlara göre bu durum karşısında duâ etmekten
başka çıkar-yolumuz yoktur. Oysa Allah Nîsâ Sûresi 75. âyette; “Nasıl olur da
Allah yolunda savaşmayı ve ‘Ey Rabbimiz!, bizi halkı zâlim olan bu topraklardan
kurtar(ıp özgürlüğe kavuştur) ve rahmetinle bizim için bir koruyucu ve destek
olacak bir yardımcı gönder!’ diye yalvaran çâresiz erkekler, kadınlar ve
çocuklar için savaşmayı reddedersiniz?” buyuruyor. “İslâm, barış dînîdir” demek
yerine; “İslâm, gereksiz yere savaş açmayan, sömürgeleştirmeyi hedeflemeyen ve
insanları Allah’a kul etme dışında bir gâye ile savaşmayan bir dindir” demek
daha doğru bir tanımdır” der.
İslâm, ne savaş dîni ne de
barış dînidir. “Savaş ve barış dîni”dir. Savaştan sonraki barış dînidir. Tâ ki
Allah’ın sözü Dünyâ’da hâkim oluncaya kadar sürecek bir savaş ve kıyâmete kadar
sürecek bir barış. Tevhid budur.
Sürekli müdâfa hâlinde
bulunmak, sürekli saldırıya mâruz kalmakla sonuçlanır Çünkü sürekli müdâfâda
olanlara sürekli saldırılır ve bu saldırılar zamanla artarak çoğalır. En
sonunda da müdâfâ yapacak mecâliniz de kalmaz. En iyi savunma saldırıdır. Hücum
etmezseniz, savaşı asla kazanamazsınız.
Sürekli defansta kalanlar,
zorlukla önleyebildikleri ataklardan sonra mutlakâ gôl yerler. İlk gôlü yiyince
de diğer gôller arkadan peşi-sıra gelir. Çünkü sürekli defansta olan taraf gôl
atmayı unutmuştur ve artık berâberlikten başka bir-şey düşünmez-düşünemez
duruma gelmiştir. Zîrâ atağa geçme irâdesi ve cesâreti kaybolmuştur.
İslâm devlet anlayışı cihad
üzerine kuruludur ve doğal olarak da yayılmacıdır. Savunma durumunda fetih
olmaz. Fethin olabilmesi için saldırı da olmalıdır. Fetih bir işgâl ve sömürü
hareketi değildir. İmkânların ve îmanların önünü açmak için yapılan sefer
hareketidir. Fetihte ille de savaş, kıyım gerçekleşmesi gerekmez. Fakat oturup
durulan yerden de fetih olmaz. Peygamberimiz: "Ülkeler ve şehirler zorla
alınır: Medîne ise Kur’ân ile fethedilmiştir" dediği kaydedilir (Belâzûrî,
Fütûhu’l-Büldân, I/6). “Biz sana doğrusu
apaçık bir fetih ihsân ettik” (Fetih 1) meâlindeki âyet, askerî bir zaferin
değil; Mekke’li müşriklerle hicrî 6, milâdî 628 yılında yapılan Hudeybiye
Antlaşması’nın arkasından inmiştir.
“(Hüdhüd’ün mektubu götürüp bırakmasından sonra Saba
melikesi Belkıs dedi ki: “Ey önde gelenler!, gerçekten bana oldukça önemli bir
mektup bırakıldı. Gerçek şu ki, bu, Süleyman’dandır ve şüphesiz ‘Rahman ve
Rahim Olan Allah’ın Adıyla’ (başlamakta)dır. (İçinde de:) ‘Bana karşı büyüklük
göstermeyin ve bana müslüman olarak gelin’ diye (yazılmaktadır)”. ‘Ey önde
gelenler, bu işimde bana görüş belirtin, siz (her-şeye) şâhitlik etmedikçe ben
hiç-bir işte kesin (karar veren biri) değilim’. Dediler ki: ‘Biz kuvvet
sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar senindir, artık sen bak,
neyi emredersen (biz uygularız)’. Dedi ki: ‘Gerçekten hükümdarlar (krallar) bir
ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur-sâhibi
olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte onlar, öyle yaparlar” (Neml 29-34).
Ortada fiîli bir
savaş-durumu yokken, fakat bir yerde şirkin hükmü sürüyorsa, mü’minler bir
tebliğden sonra oraya savaş açmakla yükümlüdürler. Bunun örneği Hz. Süleyman’dır:
Hz. Süleyman’ın bulunduğu
Filistin ile, Sebe’lilerin bulunduğu Yemen/Mârib arası yaklaşık 2.000 km’dir
ve Hz. Süleyman onlara, “sâdece şirk
koştukları için” göz-dağı verip bu şirkten vazgeçmedikleri takdirde ülkelerini
işgâl edeceğini söylüyor. Şirk gerekçesi ile sefer hazırlığı yapıyor ki; Sebe’liler
alttan almasa 2.000 km. uzaklıktaki bu ülkeye savaş açacaktı.
Belkıs’ın mâiyetindekilerin;
“Biz kuvvet sâhibiyiz ve zorlu savaşçılarız” demeleri, Hz. Süleyman’ın
mektubunu savaş îlânı olarak anladıklarını gösterir. Hâlbuki onlar Hz. Süleyman’a
saldırmamışlardır ama buna rağmen Hz. Süleyman, “şirkten vazgeçmezseniz size
savaş açarım” demiştir. Buna göre; “İslâm’da savaş sâdece savunma-savaşıdır ve
saldırı-savaşı yoktur” sözü, geçersiz boş bir söz oluyor.
Şu âyetler, aykırı bir durum
karşısında açık saldırı-savaşı âyetleridir:
“Andolsun, eğer münâfıklar, kâlplerinde hastalık
bulunanlar ve şehirde kışkırtıcılık yapan (yalan haber yayan)lar (bu
tutumlarına) bir son vermeyecek olurlarsa, gerçekten seni onlara
saldırtırız, sonra orada seninle pek az (bir süre) komşu kalabilirler.
Lânete uğratılmışlar olarak; nerede ele geçirilseler yakalanırlar ve
öldürüldükçe (sürekli) öldürülürler. (Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında
(uygulanan) Allah’ın sünnetidir. Allah’ın sünnetinde kesin olarak bir
değişiklik bulamazsın” (Ahzâb
60-62).
“Burada da bir saldırı
vardır, çünkü bâzı aykırı işler yapmaktadırlar, o nedenle bu da bir
savunma-savaşıdır” diyorlar. İyi de, o zaman “savunma-savaşı olmayan savaş”
hangi durumda yapılır?.
Saldırı-savaşı İslâm
devletine yapılan bir saldırı sonunda olduktan başka, fitnenin kaldırılması;
Allah’ın dîninin yeryüzüne hâkim olması; mazlumların-ezilenlerin kurtarılması
ve İslâm’i değerlere ve Peygambere yapılacak sözlü saldırılar sonucunda da
yapılabilir.
İslâm’i saldırı-savaşı olan
fetih, bir terör hareketi değildir. Müslüman terör olmaz. Asıl terör, terör
olmayan müslümanları terör gibi göstererek onları Dünyâ’ya îlan edenlerdir.
İsrâil ve yandaşları, başta
Gazze olmak üzere Dünyâ’nın çeşitli yerlerindeki müslüman kardeşlerimize
saldırıyor. Gazze’liler başta merhum Şeyh Ahmet Yâsin olmak üzere tüm İslâm
âleminden yardım istiyorlar. Diğer kardeşlerimiz de aynı şekilde. Kur’ân da
diyor ki:
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi
halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhib)
gönder, bize katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan
zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).
Savunma savaşı diye-diye bir
yerlerini yırtanlar, niçin Gazze’yi savunmak için savaşmıyorlar?. Çünkü İsrâil
oraya saldırıyor. Kardeşlerimize saldırıyor. Onları savunsanıza!. Dünyâ’nın en
korkak insanları, “savaş yalnızca savunma-savaşıdır” diyenlerdir ve işte onlar
“savunma-savaşı”nı da yapamazlar. Hattâ belki de saldırganlar evlerine girip
mahremlerine el uzatsa bile savaşamayacaklar. Çünkü başta Gazze olmak üzere
Dünyâ’nın çeşitli yerlerindeki müslüman kardeşlerine sâhip çıkmıyorlar, onları
savunmuyorlar. Onlara her türlü tecâvüz yapılmasına rağmen.
Peygamberimiz bu konuda
bakın ne söylüyor: “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu
düşmana teslim etmez. Din-kardeşinin ihtiyâcını karşılayanın, Allah da
ihtiyâcını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyâmet
günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir müslümanın ayıbını örtenin, Allah
da kıyâmet gününde ayıplarını örter” (Buhârî, Mezâlim,3; Müslim, Birr,58).
“İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere
taşkınlık edenlere (savaşarak) karşı durulmalıdır. İşte can yakıcı azap
bunlaradır” (Şûrâ 42).
Sasani ordularını mağlup
eden İslâm ordularının başındaki kumandana sorulan “buraya neden geldiniz?”
sorusuna verilen târihi cevap şuydu: “Allah’ın kullarını kula-kul olmaktan
kurtarıp yalnız Allah’a kul olsunlar diye buradayız”. Yâni Îran’lılar
diyorlardı ki; Taa, Medîne’den kalkıp niye buralara kadar geldiniz?. Ne oldu
ki?. Fakat orada zulüm vardı, kula-kulluk vardı. İşte bu sebeple Medîne’den
kalkıp Îran’a, bu zulmü defetmeye gelmişlerdi. Ya güzellikle yada savaş ile.
Burada olan şeye “savunma-savaşı” denemeyeceği çok açıktır.
Putperest Moğollar’ın İslâm’a
girip müslümanlaşması, Memlüklüler’den aldıkları ilk yenilgiyle birlikte
başladı. Savaşın tebliğ yönü de vardır zîrâ. Çünkü fetih-zafer gerçekleşince
insanlar fevc-fevc Allah’ın dînine girerler:
“Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman, insanların
Allah’ın dînine dalga-dalga girdiklerini gördüğünde..” (Nasr 1-2).
Cihat olmadığından fitne
olur. Nasıl ki nifâkın zıddı infâk ise, fitnenin zıddı da cihaddır. Cihad
olmadığında fitne başlar. Müslümanlar düşmanlarıyla “cihad” etmediğinde fitne
başlamış ve bir-birleriyle didişmişler ve savaşmışlardır. Aynen günümüzde
olduğu gibi..
“Savaşın” denilen yerlerin
çoğunda “savaş açın” anlamı vardır.
“Onlarla savaşınız ki, Allah sizin elinizle onları
azaba çarptırsın, kendilerini perişân etsin, sizi onlara karşı üstün getirsin
de mü’minlerin kâlb-yaralarını iyileştirsin, su serpsin” (Tevbe 14).
“Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve
Peygamber’in haram kıldığı şeyleri haram saymayan ve gerçek dîni benimsemeyen
yahudi ve hristiyanlar ile, bunlar size boyun eğip kendi elleri ile cizye
verene dek savaşınız” (Tevbe 29).
“Ey mü’minler, size ne oldu da “Allah yolunda savaşa
çıkınız” dendiğinde yere çakıldınız. Yoksa dünyâ-hayâtını âhirete tercih mi
ettiniz?. Oysa dünyâ-hayâtının hazzı, âhiretin hazzı yanında pek azdır”. “Eğer
savaşa çıkmazsanız Allah sizi acıklı bir azâba uğratarak yerinize başka bir
toplum getirir. Siz Allah’a hiç bir zarar dokunduramazsınız. Çünkü Allah’ın
gücü her-şeyi yapmaya yeter” (Tevbe
38-39).
“Allah’ın elçisine muhâlif olarak (savaştan) geri
kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve
canlarıyla cihad etmeyi çirkin görerek: “Bu sıcakta (savaşa) çıkmayın” dediler.
De ki: “Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir”. Bir
kavrayıp-anlasalardı. Öyleyse kazandıklarının cezâsı olarak az gülsünler, çok
ağlasınlar” (Tevbe 81-82).
“Ey mü’minler en yakınınızdaki kâfirler
ile savaşınız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden
korkanlar ile berâberdir” (Tevbe
123).
“Eğer Allah size yardım ederse, artık
sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi yapayalnız ve yardımsız bırakacak
olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir?. Öyleyse mü’minler, yalnızca
Allah’a tevekkül etsinler” (Âl-i
İmrân 160).
Peygamberimiz, bir savaştan
dönerken güyâ; “Şimdi ‘küçük cihad’dan ‘büyük cihad’a döndük” demiş ve nefisle
cihadın, kâfirle yapılan cihaddan üstün olduğunu söylemiş. Bu, İslâm’ın askerî
gücünü kırmak ve İslâm’ın en büyük ibâdeti olan cihadı hafifletmek ve
etkisizleştirmek için uydurulmuş bir sözdür. Uydurmadır, zîrâ İslâm’ın ana
prensibine aykırıdır. Çünkü İslâm demek; îman, hicret ve cihad demektir.
“Öyleyse sen kâfirlere itaat etme ve onlara karşı
olanca gücünle (büyük bir cihadla) cihad et” (Furkân 52).
“Bizim uğrumuzda cihad edenlere, şüphesiz yollarımızı
gösteririz. Gerçekten Allah ihsan edenlerle berâberdir” (Ankebût 69).
“Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında
onlara mutlakâ cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar
Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta,
İncil’de ve Kur’ân’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaâddir. Allah’tan daha çok
ahdine vefâ gösterecek olan kimdir?. Şu-hâlde yaptığınız bu alış-verişten
dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur” (Tevbe 111).
İslâm hukukçularının formüle ettiği bir ilkeye göre;
cihad görevi, saldırı yapmak için sağlıklı müslüman erkeklerin tamâmına, savunma
durumundaysa toplumumun tamâmına düşer. Yâni İslâm’da bir “saldırı-savaşı
fıkhı” vardır. Bırakın İslâm’da saldırı-savaşının olup-olmadığını, bu konuda
bir fıkıh bile belirlenmiştir. İslâm’da
savaş fıkhı vardır ve hattâ ayrı-ayrı saldırı savaşı ve savunma savaşı fıkhı
bile vardır. Fıkha göre saldırı savaşında müslüman askerler görevliyken,
savunma savaşında tüm müslüman coğrafyasında, eli silah tutan herkes bu
savunmaya dâhil olur. İlk dönemlerden îtibâren, zorla alınacak topraklarla,
sulh yoluyla, yâni ateşkes yada barışçıl teslim olma yoluyla elde edilecek
topraklar arasında yasal bir ayrım yapılıyordu. Meselâ Fedek Arâzisi sulh
yoluyla alındığı için, arâzinin yarısı Peygamber’in özel mülkü olmuştur.
Savunma savaşı, İslâm’ın
daha doğrusu müslümanların batı ve bâtıl karşısında geri çekilmeye başladığı dönemde,
gücü ancak ona yettiği için yaptığı savaş çeşididir. Batı’nın ve bâtılın “ilerleme
târihi”ne âşık olanlar, bu nedenle “İslâm’da savaş savunma savaşıdır” deyip dururlar.
İyi vallâhi!; birileri müslüman coğrafyaya sürekli olarak Haçlı Seferleri
düzenlesin, biz de “modernist korkaklara” uyarak sürekli savunma durumunda
kalalım.
Zâlimlerle ve düşmanlarla
savaşmayanlar, -günümüz müslümanlarında da görüldüğü üzere- kendi aralarında
savaşmaya başlarlar.
Savaşmayanlar, savaşanların
kölesi olmaya başlarlar. Savaşanların “şamar oğlanı” olurlar. Savaşmayanlar
korkaklaşır, pasifleşir. Savaşmayanlar şerefsizleşir.
Peygamberimiz ve sahabe hiç-bir zaman
yağmalamak için “saldırı savaşı” yapmamıştır. Onun yaptığı saldırı savaşları,
bir hakkı ortaya koymak yada bir zulmü ortadan kaldırmak içindir. Fazlurrahman:
“Hz. Peygamber’in Medîne’den askerî harekât şeklinde aldığı tedbirler, ortada
fiili bir savaş durumu olduğu için, genellikle batı’lı yazarların düşündüklerinin
tersine, hiç-bir tahrike dayanmadan ortaya çıkan şeyler değildi. Öte-yandan son
zamanlarda İslâm savunucularının ileri sürdükleri gibi, Hz. Peygamber’in aldığı
her tedbir için Mekke’lilerin belli bir saldırgan fiilinin mevcut olması da
gerekli değildir. Genel bir savaş durumunda herhangi bir tarafın kendi askerî
harekâtını plânlayıp uygulaması tabîdir. Burada kabûl edilmesi gereken şudur:
Kendisine karşı savaşılmayıp, amacını barışla elde edebilseydi, Hz. Peygamber mutlak
sûrette savaşa başvurmak arzusunda değildi” der.
Talip
Kabadayı şöyle der:
“Devletler
kendilerini savunmak için haklı bir savaşa girebilir; açık ve mutlak tehdit
karşısında durup olacakları beklemektense karşı tarafın muhtemel saldırısını
engellemek amacıyla yapılan savaş haklı bir savaştır. İnsan-haklarının büyük
ölçüde ihlâl edildiği ve toplu katliamların yapıldığı bir ülkeye askeri
operasyonlar düzenlemek de haklı savaş kuramı içine dâhil edilmelidir. Ayrıca
haklı bir savaşa girilirken, örneğin bir soykırımı durdurmak gibi, iyi niyetli
olunmalıdır, zîrâ maddî kazanç, öç alma, zafer kazanma vb. kötü niyetler savaşı
tamâmen haksız kılar. İşgâl güçleri, işgâl ettikleri yerlerde yaşayan
insanların refah ve iyiliğinden sorumludur”.
“İslâm’da savaş sâdece savunma amaçlıdır” görüşü, oryântalistlerin “İslâm, kılıcı bir yayılma aracı olarak
kullandı” şeklindeki sözlerine
savunmacı/apolojik bir üslûpla reddiyede bulunma gayretinden
kaynaklanmaktadır. Tabi İslâm çok
gerçekçi bir din’dir ve yayılmacı bir din olan İslâm, gerektiğinde kılıcı
kullanmaktan da çekinmemiştir. Zîrâ bir zulmü önlemede kılıç, olmazsa-olmaz bir
araçtır.
Sâdece savunma-savaşı
yapmak, “savaşı düşmanların istediği sahada yapmak” demektir ki bu durum,
askerî metod ve strateji açısından kabûl edilebilir olmasa gerek. Ahmet Kalkan:
“İslâm'da savaşlar, kâfirlerin değil, müslümanların istediği sahalarda kabûl
edilir” der.
Sürekli savunma savaşı
durumunda kalmak, sürekli saldırı korkusuyla yaşamaya sebep olur. Birileri ne
zaman güçlenirse ve ne zaman isterlerse saldıracaklar ve biz de sâdece
savunmada kalacağız. Atasoy Müftüoğlu: “Hep edilgen ve savunma durumunda olmak,
özgürlükten yoksun olmak demektir” der.
Müslümanlar, 628 yılından
sonra savunma savaşı yerine saldırı savaşına başlamışlardır. Beni Kurayza
yahudilerinin bertarâf edilmesi, “son savunma savaşı”dır.
Savuma savaşı, yerleşik
toplumlar için geçerlidir. Yerleşik toplumlar, yerleşik oldukları yerde, meselâ
kalelerde yada yerleşmiş oldukları yere yakın bir alanda savunma savaşında
bulunurlar ve yerleşikliklerini korumaya çalışırlar. Göçebe, bozkır ve çöl
toplumları için ise savunma savaşı söz-konusu olmaz. Zîrâ canlarından başka
savunulacak bir şey yoktur. Bu nedenle meselâ göçebe Türklerde savunma savaşı
yoktur.
Şu da var ki,
modern savaşlar orantısız gücün kullanıldığı savaşlardır. Savunma-savaşı da
olsa modern savaşlar orantısız gücün kullanıldığı savaşlardır. Oysa
kılıç-kalkan ile yapılan savaşlarda saldırı yada savunma savaşı ayrımı anlamını
büyük oranda yitirir.
Savaş konusunda “misliyle
karşılık verme” de vardır ki bu karşılık verme elbette saldırı savaşı ile
olacaktır.
Tüm saldırı savaşları gasp
için değildir. İslâm’da saldırı savaşına “fetih” denir. Savunma savaşıyla fetih
olmaz.
Son söz olarak;
İslâm'da
savaşlar, kâfirlerin değil; müslümanların istediği sahalarda kabûl edilir. Her çeşit
İslâmî mücâdele ve hizmetlerin esasları, ancak müslümanların istediği
şekillerde ve İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün ise Firavunların tesbit
ve müsâde ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği alanda mücâdele ve
çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavun'lara açıkça cephe almadan onları
nasıl alt-edeceklerdir?.
İslâm’da
savaşın sebebi, “saldırıyı önlemek”tir. Saldırıyı önlemek bâzen saldırarak da olur.
Savaşın sâdece savunma
savaşı olduğu söylemi, “savaş” kelimesinin kendisine bile aykırıdır. Bu aynen,
karete sporunun sâdece savunma amaçlı olduğunu söylemek gibi bir şeydir.
İslâm’da “savunma savaşı” da vardır “saldırı savaşı”
da vardır. Hattâ savunma ve saldırı savaşlarının ayrı-ayrı fıkıhları vardır.
Buna göre; savunma savaşı, “sağlıklı müslüman erkeklerin tamâmına”, saldırı
savaşı ise, “toplumumun tamâmına” düşer.
Savunma savaşı sâdece,
mağlûbiyet yakın ise uygulanabilir ve iyi sonuç verebilir. Fakat eğer imkân
varsa savaş “hücum savaşıdır”, saldırı savaşıdır.
Savuma savaşı da bir savaştır.
Saldırı savaşında düşmana ok ve mermi atarken, savunma savaşında gül atılmaz.
İslâm’ın kendisi değil ama
kurduğu o muhteşem medeniyet; batı’dan Haçlı Seferleri ve doğu’dan da Moğol
İşgâli ile birlikte savunma durumundayken zayıflamış ve gerilemeye ve çökmeye
başlamıştır.
“İslâm’da saldırı savaşı yoktur, hep savunma savaşı
vardır” demek, zımnen, “İslâm Devleti’nde bulunan silahların hepsinin “savunma savaşı
silahları” olduğunu söylemektir. Buna göre İslâm Devleti’nde saldırı silahı
yoktur ve saldırı silahı bulunamaz. Bu ise, “İslâm Devleti’nde savaş uçağı,
silahlı hava araçları, uzun menzilli füze sistemleri gibi silahlar olmaz” demektir.
Bundan da, “İslâm Devleti’nde uçak olmaz fakat uçak-savar olur” sonucu çıkar.
Savaş “savunma savaşı”na indirgendiğinde ve savunma
savaşı söylemi abartıldığında, aynen Hristiyanlık’taki gibi “savunma savaşı
yapmak” bile kötü görülür. Hristiyanlık başlangıçta, “dîni savunmak için bile, hiç-bir
şartta öldürme hakkı yoktur” düşüncesindeydi. 11. yüzyıldan îtibâren Augustinus
tarafından geliştirilmiş olan “haklı savaş” bâzı durumlarda, belli şartlarda ve
sınırlar içinde hristiyanlara öldürme hakkı verir. En sonunda da savaşa “kutsal
savaş”a döner. Haçlı Seferleri bunun örneğidir.
İslâm’da “dâvet” vardır.
“İslâm’a girme” dâveti. Bu dâveti kabûl etmeyenler “cizye” vermelidir. Onu da
kabûl etmeyenlere ise savaş açılır. O hâlde cizye vermeyenlerle yapılan savaş
“savunma savaşı” mıdır?. Tabî ki de değildir. Cizye vermeyenlere açılan savaş,
“saldırı savaşı”dır.
Peygamberimizin vefâtından
hemen sonra zekât vermekten vazgeçenlere Hz. Ebubekir’in açtığı savaş “savunma
savaşı” değil “saldırı savaşı”dır. Bizans’a giden bir elçinin öldürülmesi bile
savaş nedeni olabilmiştir müslümanlar için.
Yine; İstanbul’u fethetmek için yaklaşık
3.000 km. yol kat-edip de savaşa-savaşa surların altında ölenler câhil midir?. Bir
sahabe olan Ebu Eyyûb El-Ensâri, İslâm’da -sözde- savaşın sâdece savunma savaşı
olduğunu bilmiyor muydu da tâ Hicaz’dan kalkıp İstanbul önlerine kadar geldi de
surların altında vefât etti?.
Ey “İslâm’da savaş, sâdece
savunma-savaşıdır” diyenler!. Allah aşkına söyleyin.. Sahabeler arasında
yapılan yada sahabelerin de katıldığı, kısmen Sıffin, ama özellikle Cemel
Savaşı’nda savunma-savaşını yapan kimdi, saldırı-savaşını yapan kimdi?. İslâm’da
savaşın sâdece “savunma-savaşı” olduğunu hangi taraf bilemedi ve idrâk
edemedi?. İslâm’daki savaşın sâdece “savunma-savaşı” olduğunu Hz. Ali mi
anlayamadı; yoksa Hz. Âişe mi?. Onlar anlayamadı da, siz mi anladınız?. Birebir
Peygamberimizle muhâtap olan insanlar olarak onlar anlayamadıysa, siz niye
anlamış olasınız?. Bu din sizin babanızın malı mı?.
Esâsen İslâm, Mekke’siyle-Medîne’siyle
baştan-sona savaştır. Mekke “soğuk savaş” ikeni Medîne ise “sıcak savaşlar”ın
yaşandığı dönemdir. İslâm; adâletsizliğe, eşitsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa,
şirke, küfre, içkiye, kumara, zinâya, iftirâya, yalana-dolana, yolsuzluğa, fâize
yâni kısaca zulmün her türüne ve tevhide karşı açılmış bir savaştır. Şeytana,
nefse ve tâğuta karşı açılmış bir savaştır. Bu nedenle İslâm’da savaşın sâdece
“savunma savaşı”na hasredilmesi söz-konusu bile olamaz. Savunmasıyla ve
saldırısıyla, İslâm baştan-sona savaştır. Tabi ki İslâm’da savaş her zaman “kıtâl”
içermez.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Mayıs 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder