Son zamanlarda
yapılan tartışmalarda ve araştırmalarda, Kur’ân’da mûcize ve namazın olmadığı;
mûcizeden bahsedilen şeyin “Kur’ân âyetleri”, namazdan bahsedilen şeyin ise “salât”
olduğunu söylüyorlar ama “olmayan şey”in ne olduğunu tam olarak ortaya koyamıyorlar.
Bu kavramların “çatı-anlamı”nı esas alarak fiîliyattaki görünümlerini-işlevini
blôke ediyorlar ve eylemsel anlamlarını neredeyse yok sayıyorlar. “Küresel
Ilımlı İslâm Projesi”nin önemli bir ayağını oluşturan bu kavramları tam da
küresel tâğutların isteği doğrultusunda sonsuz-sınırsız yorumlamalara tâbi
tutarak anlam kaymasına uğratmaya çalışıyorlar ve lafızda olmasa da anlamda
tahrifat meydana getiriyorlar. Bunu kötü-niyetle yapanlar olduğu gibi,
modernizmin etkisiyle câhillikle yapanlar da var. Ha bu-arada bu tarz
çalışmaları yapanlar iddialarını bilgisayarlara borçludurlar. Bilgisayar olmasa
zâten o kadar araştırma zahmetine gireceklerini sanmıyorum. Küresel Ilımlı İslâm
projesiyle paralel olarak çalışan aşırı-anlama çalışmalarının bir sonucu olan görüşlerin
sonucunda yok sayılan bu kavramları teker-teker inceleyelim ve bu kavramların Kur’ân’da
gerçekten olup-olmadığını ortaya koymaya çalışalım..
1-Mûcize
Mûcizeyi kabûl
etmeyenler, Kur’ân’da “mûcize” şeklinde okunan bir kelime bulamamaları
nedeniyle bu kavramı yok sayıyorlar. Hâlbuki Allah mûcize kelimesini “âyet” kelimelerinin
içinde mündemiç olarak kullanır. (Meselâ
Kur’ân’da “sigara” kelimesi de yoktur fakat sigara ile ilgili yerinde ve doğru
hükümler verilebiliyor. Sigara, “içki âyeti”nin içinde mündemiç olarak vardır
çünkü).
Kur’ân’daki,
insandaki ve tabiattaki âyetlerin tamâmı mûcizedir. Kur’ân mûcize bir kitaptır.
1.400 yıldır okunmasına rağmen bize hâlâ yeni şeyler söylüyorsa, o kitabın
mûcizevî bir yanının olduğunu anlarız. “Son nokta”nın konulmadığı bir kitap
mûcizevî bir kitaptır. Zîrâ ancak mûcizevî bir kitap bunu başarabilir. Şimdi; birilerinin,
Kur’ân’da mûcize kelimesinin geçmediğini zannetmesi nedeniyle, Kur’ân’ı
mûcizevî bir kitap olarak görmeyeceksek ne olarak göreceğiz?. Kur’ân-ı Kerim
diğer sıradan kitaplar gibi midir yâni?. Bu durumda Kur’ân’ın sonsuz nûrunu
nasıl îzah edeceğiz?.
Kur’ân’da “âyât”
kelimesi sâdece Kur’ân âyetleri için kullanılırken, “âyet” kelimesi ise Kur’ân
dâhil tüm varlık için kullanılır. Hüseyin Bülbül: “Kur’ân’da “âyet” ifâdesi ‘tekil
olarak’ zikredildiği zaman ‘mûcize’ ve ‘burhan’ anlamında kullanılır. Kur’ân âyetleri
kastedildiği zaman ‘çoğul olarak’ “âyât” şeklinde ifâde edilir” der. Mûcize
kelimesi “âyet” kelimesinin içinde mündemiç olarak bulunur. Tüm varlık bir
“âyet” yâni bir mûcizedir. “Âyet” kelimesi genele hîtap ederek tüm varlığın
mûcizevî oluşundan bahsederken; “âyât” kelimesi ise özel anlamda “Kur’ân’a has
olan âyetler”i ifâde eder. Evet; Kur’ân’daki “âyât”lar, “âyet=mûcize”lerden
bahsediyor.
“Göklerde ve yerde nice âyetler vardır
ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler” (Yûsuf 105) âyeti bunu ifâde eder. Âyet
kelimesi sâdece Kur’ân’ın âyetlerinden bahsetseydi, meselâ bir kağıda yada taşa
yazılı o âyetleri bulunduğu yerde görmeden geçemezdik. “Farkına varmayarak yanından
görmeden geçip gittiğimiz âyetler”den ve “gökteki âyetler”den bahsediliyor. O
hâlde burada “Kur’ân âyeti olmayan âyetler”den bahsediliyor.
Mûcize şu bölümlere
ayrılır:
1-a)
Tekvinî (yaratılış) mûcize
Mükemmel
düzendeki kâinâtın yaratılışının rasyonel bir açıklamasının olmaması-yapılamaması
nedeni ile mûcizevi olan yaratılış. Nasıl yaratıldığı yada var-olduğu net bir
şekilde açıklanamayan ve de kıyâmete kadar da açıklanamayacak olan bir
yaratılış ve vâr-oluştan bahsediyorsak, bir mûcizeden bahsediyoruz
demektir.
1-b)
Canlı mûcize
“Hareket eden mûcize”
diyebiliriz buna. Hareket bizzat bir mûcizedir. Hem bir varlık olacak hem de o
varlık hareket edecek. Bunun nasıl olduğu, meselâ “ilk hareket”in nasıl
başladığı bilenemediği ve bilinemeyeceği için, hareket de bir mûcizedir.
1-c)
Şuurlu mûcize
Tek şuurlu
varlık olduğundan dolayı sâdece insan için kullanılabilecek olan bir mûcizedir.
Şuurun ne olduğu bilinmediği ve bilinemeyeceği için, şuuru ancak mûcize ile
açıklayabiliriz. Meselâ desek ki şuur nedir?, yada, “insan” nedir, “insan”
neresidir?, yâni bir kimse dese ki “ben neremim?”. İşte bu soruya
kesin bir cevap verilemez. Bu nedenle şuur-bilinç bir mûcizedir ve şuur sâdece
insanda bulunduğu için insan bir mûcizedir. Şuurlu bir mûcize.
1-d)
Lafzî mûcize
Burada
kastettiğimiz ise Kur’ân’ın mûcizeviliğidir. Çünkü Kur’ân her ne kadar bize
şuur kazandırıp eyleme soksa da onun öz-niteliği “lafız”dır. Fakat sâdece lafız
olmasına rağmen mânen ölmüş olan insanlığı dirilterek onlara bilgi, bilinç,
eylem, devlet ve medeniyet kurdurarak Allah’ın murâdını gerçekleştirecek bir
kulluğu yapmalarını sağlayabiliyor. Bunu ancak mûcizevî özelliği olan ve
gönüllerin en derin yerlerine dokunabilen bir lafız yapabilir.
1-e)
Olağan-üstü mûcize
Bu mûcize Kur’ân
da bahsi geçen ve bâzen de târih kitaplarında karşılaşılan mûcizelerdir.
Genelde büyük yıkımlarla gerçekleşen bu mûcizeler, normâl olanın dışında seyreden
tabiat-olayları sebebiyle olur. Meselâ normâlde deniz med-cezir etkisiyle belli
ve küçük bir sınırdan fazla alçalıp yükselemezken, a-normâl durumlarda Hz. Mûsa
örneğinde olduğu gibi, denizin yarılan parçaları “dağlar yüksekliğine” ulaşabilir.
“Bunun üzerine Mûsa’ya: ‘Âsanla denize
vur’ diye vahyettik. (vurdu ve) Deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası
kocaman bir dağ gibi oldu”
(Tavd= Büyük dağ, tepe) (Şuâra 63). Normâl bir el,
koyna girip çıktığında ışıklar saçan beyaz bir ele dönebiliyor (yed-i beyzâ). Kanımca
bu-tür olağan-üstü mûcizeler îmânın şiddeti ile ve eylemin önemi ile ilgili
olduklarından dolayı olağan-üstü bir şekilde gerçekleşiyor. Îmânın ve
eylemin şiddeti arttıkça mûcizenin şiddeti de artıyor ve normâl olan a-normâle
dönüyor. Tabi zamânımızda “yüce îmanlar” olmadığı için olağan-üstü
mûcizeler de pek yaşanmıyor. Mûcizeleri “yüce îmanlar” celb ediyor çünkü. Modern
araştırmacılar ve müslümanlar Kur’ân’da mûcize kavramını bulamadıklarından,
bu-tür âyetleri sonsuz-sınırsız yorumlara tâbi tutarak ve modern-bilimlere baş-vurarak
normâle indirgemeye çalışıyorlar ki bu, “Allah’ın nûrunu/mûcizesini ağızlarıyla
söndürmeye çalışmak” demektir.
Evet;
bilinemeyen ve bilinemeyecek olan; idrâk edilemeyen, kavranılamayan,
açıklanamayan ve hattâ üzerinde doğru-düzgün bir fikir bile yürütülemeyen her-şey
mûcizedir. Mûcizeyi sâdece Allah’ın bildirdiği kadar bilebiliriz. Allah Kur’ân mûcizesini
bize bildirdiği için bilebiliyoruz. Aksi-takdirde bilemeyecektik. Şunu da söyleyelim ki âciz olanlar mûciz olanı
göremez.
“(Onları) Apaçık deliller ve
kitaplarla (Bilbeyyinâti
ve-zzubur) (gönderdik). Sana da zikri (Kur’ân’ı)
indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice
düşünsünler diye” (Nâhl
44). Bil beyyinâti vez zubur, ve enzelnâ ileykez
zikre. Bu âyette “mûcize” ile “vahiy” ayrı-ayrı ifâde edilmiştir.
“Ve elini koynuna sok, kusursuz olarak bembeyaz
çıkıversin, (bu,) Firavun ve kavmine olan dokuz âyet (mûcize) içinde(n
biri)dir. Gerçekten onlar, fâsık olan bir kavimdir” (Neml 12). Çok açık olan bir âyet ki, te’vile bile
gerek yok.
“Bilgisizler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı veyâ
bize de bir mûcize gelmeli değil miydi?. Onlardan öncekiler de onların bu
söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Kâlpleri birbirine benzedi. Biz,
kesin bilgiyle inanan bir topluluğa mûcizeleri apaçık gösterdik” (Bakara 118).
“İsrâiloğullarına elçi kılacak (O, İsrâiloğullarına
şöyle diyecek:) Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir mûcizeyle geldim. (Bu mûcizeler şu şekildedir): Ben size çamurdan kuş biçiminde bir şey oluşturur, içine üfürürüm, o
da hemencecik Allah’ın izniyle kuş oluverir. Ve Allah'ın izniyle doğuştan kör
olanı, alaca hastalığına tutulanı iyileştirir ve ölüyü diriltirim.
Yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi size haber veririm. Şüphesiz, eğer inanmışsanız
bunda sizin için kesin bir mûcize vardır” (Âl-i İmran 49).
“Allah şöyle diyecek: ‘Ey Meryemoğlu Îsâ, sana ve
annene olan nîmetimi hatırla. Ben seni Rûhû’l-Kudüs ile destekledim, beşikte
iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı, hikmeti,
Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şeyi)
oluşturuyordun da (yine) iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan
kör olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun, (yine) benim iznimle ölüleri
(hayâta) çıkarıyordun. İsrâiloğullarına apaçık belgelerle (mûcizelerle)
geldiğinde onlardan inkâra sapanlar, şüphesiz bu apaçık bir sihirdir demişlerdi
(de) İsrâiloğullarını senden geri püskürtmüştüm” (Mâide 110).
Demek ki Hz. Îsâ olağan-üstü
bir şey yapmış ve İsrâiloğulları mûcizeyi sihir/illüzyon zannetmişler. Normâl
olmayan bir şey gördükleri için öyle diyorlar. Yoksa onlara yazılı/sözlü âyet
okusaydı sihir demezlerdi, “eskilerin masalları” derlerdi.
“Ona Rabbinden bir mûcize indirilmeli değil miydi?
dediler. De ki: Şüphesiz Allah, mûcize indirmeye güç yetirendir. Ama onların
çoğu bilmezler” (En-âm 37).
Âyette Allah’tan bir mûcize
indirmesi isteniyor, âyet değil. Çünkü sözlü âyetler zâten inip duruyor ve
söylenen şey zâten âyet. Onlar, âyetlerden farklı bir delil, mûcize istiyorlar.
“Ey kavmim, size işte bir âyet/mûcize olarak Allah’ın
devesi; onu serbest bırakın, Allah’ın arzında yesin. Ona kötülük (vermek
niyeti)yle dokunmayın. Yoksa sizi yakın bir azab sarıverir” (Hûd 64).
Hz. Sâlih’in devesi mûcizedir.
Deveden sözlü-yazılı âyet olmaz çünkü. Ama mûcize olabilir.
“Andolsun, biz Mûsâ’ya apaçık dokuz âyet (mûcize)
vermiştik; işte İsrâiloğullarına sor; onlara geldiği zaman Firavun ona:
Gerçekten ben seni büyülenmiş sanıyorum demişti” (İsrâ 101).
Buradaki “âyet”i sözlü-yazılı
âyet olarak alırsak, Hz. Mûsâ’ya sadece dokuz âyet vahyedildiğini söylemiş
oluruz ki bu yanlış olur. Hz Mûsâ’ya sâdece dokuz âyet gelmedi ki!; o yüzden “dokuz
mûcize”dir bu. Firavun bu mûcizeler karşısında sihirbazlıkla suçladı Mûsâ’yı.
Demek ki olağan-üstü/a-normâl bir durum var ortada. Yoksa ona âyet okunsaydı, o
âyetlere şiir yada “eskilerin masalları” derlerdi. Hz. Mûsâ Firavun’a şu cevâbı
veriyor: “Mûsâ; Göklerin ve yerin Rabbi’nden
başkasının bu delilleri indirmediğini iyi biliyorsun. Firavun, seni mahvolmuş
biri olarak görüyorum!” (İsrâ 102).
“Bunun üzerine büyücüler secdeye kapandılar: Hârûn’un
ve Mûsâ’nın Rabbine îman ettik dediler” (Tâ-hâ 70).
Sihirbazlar Hz. Mûsâ’nın
yaptığının sihir olmadığı anladılar. Zâten sihir olmadığını en iyi yine
sihirbazlar anlayabilir. Gördükleri şeyin olağan-üstü bir şey olduğunu, mûcize
olduğunu anladılar ve secdeye kapandılar.
“İffetini koruyan (Meryem); ona kendi rûhumuzdan
üfledik, onu ve çocuğunu insanlığa bir âyet/mûcize kıldık. (Enbiyâ 91). (Mü’minûn 50. âyette de aynı şey
söylenir).
Hz. Meryem’in mûcizevi
doğumu ve Hz. Îsâ’nın mûcizelerinden bahsettiği için böyle diyor âyet. Yoksa
insanlar sözlü-yazılı-okunacak âyet değildirler. Fakat mûcizedirler.
“(Mûsâ) dedi ki: Sana apaçık bir şey getirmiş olsam
da mı?. (Firavun) Dedi ki: Eğer doğru söylüyorsan, onu getir. Bunun üzerine
âsâsını bırakıverdi, bir de (ne görsünler) o, açıkça bir ejderha oluverdi.
Elini de çekip çıkardı, bir de (ne görsün) o, bakanlar için parlayıp
aydınlanıvermiş. (Firavun,) çevresindeki önde gelenlere: Bu dedi, doğrusu
çok bilen bir büyücüdür” (Şuâra
30-34).
Hz. Mûsâ’nın apaçık olarak
gösterdiği şey okunan-yazılan bir cümleler grubu değildir. Öyle olsaydı bu-tür
şeyler okunurdu Firavun’a. “Apaçık delil göstereyim mi” dedikten sonra
a-normâl/olağan-üstü şeyler yapıyor ki Firavun da onu sihir zannederek “büyü”
diyor. Aksi-hâlde Kur’ân’da bir-çok yerde söylendiği gibi “eskilerin masalları”
derdi.
“Fakat onlara kendi katımızdan hak geldiği zaman:
Mûsâ’ya verilenlerin bir benzeri buna verilmeli değil miydi? dediler. Onlar,
daha önce Mûsâ’ya verilenleri inkâr etmemişler miydi? İki (farklı) büyü
bir-birine arka çıktı dediler. Ve: ‘gerçekten biz hepsini inkar edenleriz’
dediler” (Kasas 48).
Hz. Mûsâ’ya da, Hz. Muhammed’e
de âyet verildi ama mûcize başka. Yazılı-sözlü âyetler de mûcizevîdir. Hz.
Muhammed’e Allah’ın belli bir hikmeti gereği sâdece yazılı-sözlü âyet-mûcizeler
verilmiştir. Hz. Mûsâ’ya ise zamânın gereği olarak a-normâl olan âyetler
(mûcize) de verilmiştir. İki çeşit âyet vardır: Okunan türden âyet, mûcize
türünden âyet.
“Dediler ki: Ona Rabbinden âyetler (bir-takım
mûcizeler) indirilmeli değil miydi?. De ki: Âyetler yalnızca Allah’ın
katındadır. Ben ise, ancak apaçık bir uyarıcıyım. Kendilerine okunmakta olan Kitabı
sana indirmemiz onlara yetmiyor mu?. Şüphesiz bunda îman eden bir kavim için
gerçekten bir rahmet ve bir öğüt (zikir) vardır” (Ankebût 50-51).
Bu âyetlerden açıkça
görüldüğü gibi; müşrikler Peygamber’den, indirilen vahiylerden ayrı olarak
mûcize (âyet) istiyorlar. Allah da onlara “âyetlerimiz yetmiyor mu?” diyor.
Burada yazılı-sözlü âyetlerden başka, bir olağan-üstü durum (mûcize)
beklentisine verilen cevap söz-konusudur. Peygamberimiz’in tek mûcizesi Kur’ân
olduğu için ve İslâm, ilim-merkezli bir din olduğu için, Peygamberimiz’e bir
mûcizenin gelmeyeceği söyleniyor.
“Eğer seni yalanlıyorlarsa, senden öncekiler de
yalanlandı; elçileri ise; kendilerine apaçık âyetler, sâhifeler ve
aydınlatıcı kitaplar getirmişlerdi. (Fâtır 25).
“Sâhife ve “kitaplar”dan
ayrı olarak zikredildiği için altı çizili olan “apaçık âyetler” sözünün mûcize
anlamına gediği açıktır.
“Eğer gökten bir parçanın düşmekte olduğunu görseler
bile: ‘Üst-üste yığılmış bir buluttur’ derler” (Tûr 44).
Mûcizeye karşı takınılan
tavır budur. Çağımızda mûcizelere karşı bilimsel veriler kullanılarak zorlama
yorumlar yapılıyor ve mûcizeler rasyonâlize edilmeye çalışılıyor. Mûcizeler
“büyü”, “sihir” olmadığı için, bilimsel terâneler mûcizeleri hiç-bir zaman net
bir şekilde açıklayamaz.
“Kur’ân’da mûcize
kelimesi yok” diyorlar. İlle de mûcize kelimesi görmek isteyenler; En-âm 134;
Yûnus 53; Hûd 20, 33; Nâhl 46; Nûr 57; Ankebût 22; Zümer 51; Şûrâ 31 ve Ahkâf
32’ye bakabilir. Ahkâf 32 şu şekildedir: “Ve men lâ yûcib dâiyallâhi fe leyse bi mu’cizin
fîl ardı ve leyse lehu min dûnihî evliyâu, ulâike fî dalâlin mubîn”. “Kim Allah’a
dâvet edene icâbet etmezse, artık o, yer-yüzünde (Allah’ı) âciz bırakacak
değildir ve onun O’ndan başka velileri yoktur. İşte onlar, apaçık bir sapıklık
içindedirler”. Mûcize “âciz bırakan” demektir. Kur’ân’da mûcize
kelimesi “hak” olarak da geçer. Diğer kullanımlar da; “apaçık âyet”, “bi
sultânun mübin”, “beyyine” şeklindedir. “Âyetinâ” kelimesi âyetler (çoğul)
olarak geçer. Bu gibi yerlerde hem âyetler hem de mûcizeler anlaşılmalıdır.
Hanefi fıkhında “şarap
dışındaki içkileri sarhoş olmayacak kadar içmek günah değildir” denir. Fakat
şarap öyle değildir. Çünkü “şarap” kelimesi zikrediliyor. “Diğer içkilerin adı
zikredilmiyor” diye böyle bir hükme varmışlardır. Şimdi; şarap dışındaki
içkilerin de aynen şarap gibi hattâ daha fazla sarhoş edici etkisi olmasına
rağmen, sâdece “ismi geçmiyor” diye günah olma durumundan çıkarmak yada
cezâsını şarta bağlayarak hafifletmek ne kadar yanlış ise, olağan-üstü durum
(mûcize) ifâde eden kelimeleri kabûl etmeyerek ille de “mûcize” diye bir kelime
aramak abesle iştigâl etmektir. Caner Taslaman:
“Mûcizeleri inkâr iki tâne kibri içinde taşır; bu kibirlerden birincisi
Tanrı’nın katındaki tüm yasaları bildiğimize dâir teolojik bir kibirdir, ikincisi
ise doğa yasaları ile ‘kendi içinde evrene’ dâir her-türlü bilgiye sâhip
olduğumuzu iddia eden bilimsel bir kibirdir ki, bu ikincisi özellikle 19.
yüzyılın yaygın bir hastalığıydı” der.
“Mûcize
îmânın dış yüzüdür” der Feuerbach. Îman azaldıkça, mûcizeye olan inanç da
azalır.
2-Namaz
Namaz kelimesi Kur’ân’da
tabî ki de geçmez.. Çünkü bu kelime Kur’ân dili olan Arapça bir kelime değil, Farsça
bir kelimedir. Zâten bu kelimeyi de sâdece Îran’lılardan başka, başta Türkler
olmak üzere Türkî cumhuriyetler kullanıyorlar ve salâta “namaz” diyorlar. Diğer
müslümanlar “salât” kelimesini kullanmadıkları için bu-tür tartışmalar olmuyor oralarda.
Kur’ân’da geçen “salât” kelimesi ne modern âlimlerin! söylediği gibi 18 anlama
sâhiptir, ne de sâdece tek bir anlamı vardır. Küresel ılımlı İslâm projesi
kapsamında yapılan “aşırı-anlama” çalışmalarının sonucunda ortaya çıkan ve bâzı
gereksiz tartışmaların ve araştırmaların yanlış sonuçlarıdır bunlar. Böyle
yapmakla hem tefrikayı (fesat) çoğaltıyorlar hem de boş-yere oyalanıp
duruyorlar ve zaman da bu-arada geçip gidiyor. Yâni zaman isrâf olurken fesat
yaygınlaşıyor: “Onlara, yer-yüzünde
fesat çıkarmayın denildiğinde: Biz sâdece ıslah edicileriz derler” (Bakara
11).
Aslında salât
kelimesi sâdece üç anlama gelebilir ve zâten aşırı zorlama yorumlarla bulunan diğer
anlamlar bu üç anlamın değişik versiyonlarıdır. Yâni ha Hasan Ali, ha Ali Hasan.
Bu üç anlam şunlardır:
2-a) Yardım, Destek ve Rahmet
Bu
anlamı Kur’ân’da en iyi: “Şüphesiz,
Allah ve melekleri Peygamber’e salât (Rahmet, Yardım ve Destek) ederler. Ey îman
edenler!, siz de ona salât (Rahmet, Yardım ve Destek) edin ve tam bir teslîmiyetle
o’na selam verin” (Ahzâb 56) âyetiyle ifâdesini ve delîlini bulur. Âyette
bahsedilen şey net bir şekilde yardım-destek-rahmet olarak anlaşılır.
Destek,
“Allah’ın dînine yardım etmek ve destek olmak” demektir: “Ey îman edenler!, eğer siz Allah’a (Allah adına İslâm’a
ve müslümanlara) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı
sağlamlaştırır” (Muhammed 7).
2-b) Namaz
Şekilli
hareketlerden oluşan (ikâme edilen) ibâdettir bu. Vakitli olarak yapılan,
hareketli olan ve duâ ile biten salât. Şu âyet bu anlamı iyi ifâde eder:
“Onlar, namazı dosdoğru kılarlar, (ekımıs
salâte) zekatı verirler. Ve onlar kesin bir bilgiyle âhirete
inanırlar” (Lokman 4)
2-c) Duâ (şekilsiz ve vakitsiz)
“Onların mallarından sadaka al, bununla
onları temizlemiş, arındırmış olursun. Onlara duâ et (salli aleyhim). Doğrusu, senin duân, (salâte-ke) onlar için bir sükûnet ve
huzûrdur. Allah işitendir, bilendir” (Tevbe 103).
Bu anlamdaki
salât/salli bu âyette iyi bir şekilde ifâde ediliyor. Peygamber hîtap ettiği
kişilere namaz kılamayacağına göre, âyet duâ etmekle alâkalıdır.
“Rablerinden bağışlanma (salâvat) ve rahmet
bunların üzerinedir ve hidâyete erenler de bunlardır” (Bakara 157).
Bu âyette de duânın
karşılığında gelen “af”tan bahsediliyor. Yâni âyetin duâ ile ilgili olduğu
kesinleşiyor.
3-Anlama
“Küresel Ilımlı İslâm
Projesi” kapsamında yapılan lâik/seküler/kapitâlist/neo-liberâlist/konformist/modernist/demokratik/zulüm-sistemiyle
uyumlu olarak ve desteklenerek yapılan “aşırı-anlama çalışmaları” ilk iki kavramı
yok sayarken, neredeyse göklere çıkardıkları “anlama” kelimesini “merkez-kelime”
olarak kullanıyorlar. Hattâ dîni sâdece “anlama”dan ibâret sayıyorlar ve bu
nedenle de Kur’ân’ın yarısını görmezden gelerek ona zulmediyorlar. Bu zulüm
daha sonra müslümanların mazlûmiyetine dönüşüyor.
Kavramlar, kelimeler, kendi başlarına sözlük anlamlarıyla tam
olarak idrâk edilemezler. Cümle içindeyken anlamlı olurlar. Ali Şeriati: “Kelimeler, cümlelerde anlamlı ve canlı birer
varlık iken, sözlüklerde âdeta birer leş gibidirler” der.
Şimdi; yukarıda
bahsettiğimiz iki kavrama “Kur’ân’da yoktur” diyenlere karşın, biz iki kavramın
da Kur’ân’da olduğunu/bulunduğunu gösterdik. Onların “Kur’ân anlamadan ibârettir”
dedikleri “anlama” konusuna gelince.. Kur’ân’da “anlama” kelimesi sâdece ve
sâdece tek bir yerde (Enbiyâ 79) geçer. Burada da “anlayın”, “anlamaya çalışın”
gibi bir mânâda değil, “Hz. Süleyman’a bir konunun anlaşılır kılınmasını”
söylemek için kullanılan ve “fehhemma” ile ifade edilen kelimedir. İşte; Kur’ân’da
anlama mânâsındaki “fehemma” ya da “fehîme” kelimesi sâdece tek bir yerde
kullanılır:
“Biz bunu (hükmü) Süleyman’a kavrattık (Fe fehhemnâhâ Süleymân). Her-birine hüküm ve ilim verdik. Dâvud
ile birlikte tesbih etsinler diye, dağlara ve kuşlara boyun eğdirdik. (Bunları)
yapanlar biz idik” (Enbiyâ
79).
Yâni Kur’ân
anlamayı dert edinmez. Çünkü onun derdi “anlama” değil, “okuma ve yapma”dır.
Anlama, okumanın içinde mündemiçtir zâten. Okuduktan sonra bir de anlamaya
çalışmak abesle iştigâldir. Kur’ân, okunduğunda anlaşılmayan ve anlaşılamayacak
olan bir kitap değildir ki!. Disiplinli, ciddî, samîmi ve gayretli okumalar
yapıldığında ve buna bir-süre (bence en az 5 yıl) sebat edildiğinde, yâni sıkı bir
okuma sürecinden geçildiğinde zâten anlamalar da yapılmış/oluşmuş demektir. Bu-bağlamda
Kur’ân’ın bir “anlama sorunu” yoktur, “okuma sorunu” vardır. “Kur’ân’ı anlama
usûlü ve yöntemi” olamaz, “Kur’ân’ı okuma usûlü ve yöntemi” olabilir.
Anlama çalışmaları oyalama ve oyalanma çalışmalarıdır. Bu tarz çalışmalar can
ve mal ile yapılması gereken cihadtan kaçınmak için sığınılan bir çalışma
şeklidir ve kişiyi doğru-düzgün müslüman bile yapmaz/yapamaz.
Dikkat edilirse
anlama çalışmalarına yoğunlaşanlar, yukarıdaki iki kavramı (namaz ve mûcize)
yok sayıyorlar. Çünkü bu kavramlar anlamayla ilgili değil, eylemle ilgilidir.
Anlama çalışmaları ise “sâdece anlama çalışması” olduğu için eylemle bir alâkası
yoktur. Alâkası olmadığı için de eyleme dönük işleri “anlama”ya vuramıyorlar ve
bu nedenle bu tür kavramları yok sayıyorlar. Zâten fiîli şeyleri
anlamak/anlamaya çalışmak abestir. Yapıla-gelen, yapıla-duran şeyin anlaşılmasına
çalışmak anlamsızdır. O eylemi yapmamak ve fiîliyata dönmemek için sâdece “anlama”
ile uğraşmak ise ciddiyetsizliğin göstergesidir.
En doğrusunu sâdece
Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Nîsan 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder