Âhiret
Âhiret bilinci ve korkusu olmadığında, insanın yapmayacağı
pislik yoktur.
Âhireti
hesâba katmayan Dünyâ, bir “tiyatro salonu”dur.
Âhiretin
delîli bu Dünyâ ve kâinattır.
Âhiret-merkezli
yaşamayanlar, “Dünyâ ile cezâ”landırılırlar.
Âhirette “cennete kadar” sıçrayabilmek için, Dünyâ’da “1.400
yıl öncesine kadar” gerilmek gerekir.
Âhirette;
“modern-seküler devlete olan bağlılığımız”dan değil, “Allah’a olan
sorumluluğumuz”dan hesâba çekileceğiz.
Âhiretteki
“büyük gelecek” için hiç kaygı duymayanlar, Dünyâ’daki “küçük gelecekler” için
bunalımdan-bunalıma girmek zorunda kalırlar.
Âhiretteki
cennetten vazgeçmeden “cenneti Dünyâ’da kurma cinneti”ne kapılmak mümkün
değildir.
Çalışmak
bir araçtır. Modern zamanlarda insanlar onu amaç edindi. Bir de âhiretten
şüphesi olanlar amaç edindi.
İki
çeşit insan vardır. Bu insan tipleri, hayâtı hangi merkezde yaşadığına göre
ayrılır: 1-Dünyâ-merkezli yaşamayı seçenler. 2-Âhiret-merkezli yaşamayı
seçenler. Âhiret-merkezli yaşamayı seçenler Dünyâ’dan nasiplenebilirler, fakat
Dünyâ-merkezli yaşamı seçenler âhiretten olumlu faydalanamazlar.
Kul-hakkı
bu Dünyâ’da geçerlidir. Kul, bu Dünyâ’da iken affeder yada affetmez. “Kim sabreder ve bağışlarsa,
şüphesiz bu, azme değer işlerdendir” (Şûrâ 43). Âhirette söz Allah’ındır
artık. (Mâliki yevmiddin). Hak-Hakîkat O’nun elindedir.
Mutlak bilgi, hem Dünyâ’da hem de âhirette geçerli olan
bilgidir. O hâlde kâinâta âit olan bilgi mutlak değildir. Buna vahiy bilgisi de
dâhildir. Vahiy bilgisi, insanın kâinatta ulaşabileceği en doğru bilgidir?.
Rönesans
yâni “yeniden doğuş”, âhiretin yâni gerçek “yeniden doğuş”un inkârıdır. Bu
nedenle cenneti bu Dünyâ’da kurmak isterler. Fakat sâdece kendileri için.
“Diğerleri” için ise Dünyâ’da cehennemi kurmaktadırlar.
Terâzi burada bozulduğunda âhirette de
bozulur.
Ahlâk
Acısı
olmayanın ahlâkı da olmaz.
Ahlâk
eyleme geçmediğinde yapılan şey “ahlâk” değil, yavşaklıktır.
Ahlâk,
babadan-oğula geçen genetik bir aktarım değildir.
Ahlâk,
fedâkârlıkla ve vazgeçişle ilgilidir. Ahlâk, yaptıklarından çok,
yapmadıklarınla alâkalıdır.
Ahlâk,
halâk-hulûk, “yaratılış” ile ilgilidir. Allah’ın yaratılmış değildir ki “Allah’ın
ahlâkı” olsun.
Ahlâk, tam da Allah’ın istediği ve emrettiği gibi yaşamaktır.
Ahlâken
gerilemenin yaşandığı bir dünyâda hiç-bir “ilerleme”den bahsedilemez.
Ahlâkın olmadığı yerde “serbest piyasa ekonomisi” bir “kurtlar
sofrası”dır.
Ahlâki bir davranış, eğer “bilinçli olursa” ahlâki sayılır.
Aksi-hâlde otomat olur. Bir robotun da programlanarak, şeklen ahlâki davranış
göstermesi sağlanabilir.
Ahlâklı davranma plânı ahlâkî değildir. Ahlâk, içten gelen
bir yaptırım gücüdür.
Ahlâksızlıklar,
ahlâksızları rahatsız etmez.
Ahlâktan tâviz vermeden modernleşme olmaz.
Anlamsızlığın
sonu ahlâksızlıktır.
Birbirine zıt iki farklı ahlâk olmaz. Onlardan biri
“ahlâk(î)” değildir.
Birileri;
Kur’ân’ı çok iyi anlayınca ahlâklı bir insan-müslüman olacağını zannediyor.
Lâkin ahlâkın bilgisi ahlâk değildir.
Eğer
ahlâk yerlerde geziyorsa, ülkenin her-yanı betonun farklı şekilleriyle bezenmiş
olsa da, yine de büyük bir “gerileme” yaşanıyor demektir.
Hareket öncesinde, bilgi ve
bilinçlenme aşamasını tam olarak tamamlamış İslâmî bir toplum olamayacağı gibi;
“tamamlanmış bir İslâmî hareket metodu”ndan da bahsedilemez. “Kritik eşik”
aşıldıktan sonra “kervan” yolda düzülecektir. Zâten Peygaberimiz’in
örnekliğinde de bu vardır. Kur’ân’ın daha yarısı inmemişken yâni bilgi, bilinç,
ahlâk ve din henüz tamamlanmamışken, hicret-devlet-cihad-şehâdet aşamasına
geçilmişti.
Hz.
şeklinde yazılan “hazret” ifâdesi, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklananların titridir.
İsyân, bir ahlâkın sonucudur.
Potansiyel ahlâk, ahlâk değildir. Ahlâk, “kanıtlanmış olan”dır.
Ahlâk, “ortaya konulduğunda” ahlâk olur.
Tepeden-inme bir ahlâk olmaz.
Âile
Âile, en küçük devlet biçimidir.
Âile-içi
olarak seküler-modern hayâta karşı bir “devrim” yapılamıyorsa; toplum olarak
bir inkılâp ve devrimin yapılabilmesi imkânsızdır.
Âilenin
bozulması; kreşlerle başlar, kadının çalışmasıyla gelişir, huzur-evleriyle
sonuçlanır. Sonuçta ortada âile-maile kalmaz.
Hükümdârın
dîni halkın dînidir, halkın dîni âilenin dînidir, âilenin dîni çocuğun dînidir.
Akıl
Akıl ile din -sözde- uzlaştırılınca, din ortadan kalkar. Akla
bire-bir uygun olan bir vahiy varsa, vahye gerek yoktur. Çünkü akıl da bire-bir
vahye uygundur ve akıldan sâdır olan her-şey de vahiy gibi olur. Varılan yer
artık “deizm”dir.
Akıl
kullanılarak vahyin yorumu yapılabilir ve vahiy anlamlandırılabilir. Fakat
vahiy, akıl-üstü bir öğretidir. Aksi-hâlde akıl, “vahiyden üstün” yada “vahiy
ile aynı üstünlükte” olsaydı, akıl bir vahiy meydana getirebilirdi. Yâni
insanlar, akıllarını kullanarak gerçek bir peygamber olabilirdi ve hak bir din
kurabilir ve vahiy-merkezli bir kitaba sâhip olabilirdi.
Akıl
kullanılmadığında üzerimize “pislik” yağacağı (Yûnus 100) gibi; akıl
ilahlaştırıldığında da üzerimize “pislik” (modernite) yağar.
Akıl
sonsuzluktan bahsedemez. Çünkü onu kavrayamaz. Bu nedenle ona bir isim bile
verememiştir ve “sonsuz” yâni “sonu olmayan” demiştir. Fakat o sonu olmayanın
ne olduğunu idrâk edemez. Bu nedenle de ona bir isim bile veremez.
Akıl
ve deney ile deneyimlenmeyen şeyleri yok saymak, “modern küfür”dür.
Akıl
ve mantık yürütme, “teslîmiyet”in yâni “gayba îmân”ın önüne geçtiğinde tahrif
ve inkâr süreci başlar.
Akıl, Allah’ı bulmak için değil, dîni idrâk edip uygulamak
içindir.
Akıl, Allah’ı, “O’nun ne olduğunu bilerek” değil, “ne
olmadığını bilerek” idrâk edebilir.
Akıl,
kendisinin yâni aklın ne olduğunu bile açıklayamaz.
Akıl,
yaşam-tarzına tâbidir. En üstün akla, “İslâmî yaşam-tarzı”yla ulaşılabilir.
“Akleden kâlb”e ancak bu şekilde sâhip olunur.
Akıl;
doğu’da “Allah’ın kontrôlü”nde iken, batı’ya-Yunan’a gidince “nefsin
kontrôlü”ne girmiştir. “Akıl-merkezlilik” aslında, “nefis-merkezlilik”tir.
Akılcılık,
“vicdânı akla tâbi kılmak” demektir ki, böylece “vicdâna hapsedilmiş din” de,
aklın nesnesi yapılmaktadır.
Akıl-merkezlilik
bir “sapma”dır.
Akıl-merkezlilik,
Dünyâ yaşamı ile sınırlıdır.
Akıl-ötesine (gayb) îman, bir “şuur-kaybı” değildir.
Aklı
erdiği hâlde eli ermeyenler mi daha değerlidir, yoksa aklı ermediği hâlde eli
erenler mi daha değerlidir?.
Aklı
ve düşünceyi Allah’tan bağımsızlaştırmak, seküler aklı ve düşünceyi
ilahlaştırmak ve hatta “en yüce ilah yapmak anlamına gelir.
Aklın
ortaya çıkardığı teknoloji, aklı yok ediyor.
Aklın
yetersizliğinin delîli, Dünyâ’nın hâl-i pür melâlidir. İş Allah’a kalmıştır.
Bâzıları
“Kur’ân üzerinde akıl yürütme”yi, “Kur’ân’da açık aramak” zannediyor.
Bâzıları, nefislerini “akılları” zannediyor. Bunlara göre
akıllı yaşamak, “nefsine göre yaşamak”tır.
Bir
şey bir şeye uyarsa, uyan şey uyulan şeyin nesnesi olur. Bu bağlamda din için,
“akla uygun” demek yanlıştır; “akılla anlaşılabilir” demek gerekir. Zîrâ din,
aklın üstündedir.
Delinin
biri kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış. Niçin?. Çünkü akıllılar
kuyuya inmekten korkarlar. Bu nedenle o taşı yine bir “deli” çıkarabilir ancak.
İşte biz o “deli”den mahrumuz.
Mevcut
“akıl çağı”nda her-şeyin ifsâd olmuş olması, “aklın îmândan kopuk olması”
nedeniyledir.
Milletin
“üst akıl” zannettikleri kişilerin her zaman doğru davranacağını zanneden
ahmaklar var.
Yûnus
100. âyetin bahsettiği, “kullanılmadığında pisliğe gark olacağımız” akıl, nefis-merkezli
olan “modern akıl” değildir.
Ahlâk
Acısı
olmayanın ahlâkı da olmaz.
Ahlâk
eyleme geçmediğinde yapılan şey “ahlâk” değil, yavşaklıktır.
Ahlâk,
babadan-oğula geçen genetik bir aktarım değildir.
Ahlâk,
fedâkârlıkla ve vazgeçişle ilgilidir. Ahlâk, yaptıklarından çok,
yapmadıklarınla alâkalıdır.
Ahlâk,
halâk-hulûk, “yaratılış” ile ilgilidir. Allah’ın yaratılmış değildir ki “Allah’ın
ahlâkı” olsun.
Ahlâk, tam da Allah’ın istediği ve emrettiği gibi yaşamaktır.
Ahlâken
gerilemenin yaşandığı bir dünyâda hiç-bir “ilerleme”den bahsedilemez.
Ahlâkın olmadığı yerde “serbest piyasa ekonomisi” bir “kurtlar
sofrası”dır.
Ahlâki bir davranış, eğer “bilinçli olursa” ahlâki sayılır.
Aksi-hâlde otomat olur. Bir robotun da programlanarak, şeklen ahlâki davranış
göstermesi sağlanabilir.
Ahlâklı davranma plânı ahlâkî değildir. Ahlâk, içten gelen
bir yaptırım gücüdür.
Ahlâksızlıklar,
ahlâksızları rahatsız etmez.
Ahlâktan tâviz vermeden modernleşme olmaz.
Anlamsızlığın
sonu ahlâksızlıktır.
Birbirine zıt iki farklı ahlâk olmaz. Onlardan biri
“ahlâk(î)” değildir.
Birileri;
Kur’ân’ı çok iyi anlayınca ahlâklı bir insan-müslüman olacağını zannediyor.
Lâkin ahlâkın bilgisi ahlâk değildir.
Eğer
ahlâk yerlerde geziyorsa, ülkenin her-yanı betonun farklı şekilleriyle bezenmiş
olsa da, yine de büyük bir “gerileme” yaşanıyor demektir.
Hareket öncesinde, bilgi ve
bilinçlenme aşamasını tam olarak tamamlamış İslâmî bir toplum olamayacağı gibi;
“tamamlanmış bir İslâmî hareket metodu”ndan da bahsedilemez. “Kritik eşik”
aşıldıktan sonra “kervan” yolda düzülecektir. Zâten Peygaberimiz’in
örnekliğinde de bu vardır. Kur’ân’ın daha yarısı inmemişken yâni bilgi, bilinç,
ahlâk ve din henüz tamamlanmamışken, hicret-devlet-cihad-şehâdet aşamasına
geçilmişti.
Hz.
şeklinde yazılan “hazret” ifâdesi, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklananların titridir.
İsyân, bir ahlâkın sonucudur.
Potansiyel ahlâk, ahlâk değildir. Ahlâk, “kanıtlanmış olan”dır.
Ahlâk, “ortaya konulduğunda” ahlâk olur.
Tepeden-inme bir ahlâk olmaz.
Âile
Âile, en küçük devlet biçimidir.
Âile-içi
olarak seküler-modern hayâta karşı bir “devrim” yapılamıyorsa; toplum olarak
bir inkılâp ve devrimin yapılabilmesi imkânsızdır.
Âilenin
bozulması; kreşlerle başlar, kadının çalışmasıyla gelişir, huzur-evleriyle
sonuçlanır. Sonuçta ortada âile-maile kalmaz.
Hükümdârın
dîni halkın dînidir, halkın dîni âilenin dînidir, âilenin dîni çocuğun dînidir.
Akıl
Akıl ile din -sözde- uzlaştırılınca, din ortadan kalkar. Akla
bire-bir uygun olan bir vahiy varsa, vahye gerek yoktur. Çünkü akıl da bire-bir
vahye uygundur ve akıldan sâdır olan her-şey de vahiy gibi olur. Varılan yer
artık “deizm”dir.
Akıl
kullanılarak vahyin yorumu yapılabilir ve vahiy anlamlandırılabilir. Fakat
vahiy, akıl-üstü bir öğretidir. Aksi hâlde akıl, “vahiyden üstün” yada “vahiy
ile aynı üstünlükte” olsaydı, akıl bir vahiy meydana getirebilirdi. Yâni
insanlar, akıllarını kullanarak gerçek bir peygamber olabilirdi ve hak bir din
kurabilir ve vahiy-merkezli bir kitaba sâhip olabilirdi.
Akıl
kullanılmadığında üzerimize “pislik” yağacağı (Yûnus 100) gibi; akıl
ilahlaştırıldığında da üzerimize “pislik” (modernite) yağar.
Akıl
sonsuzluktan bahsedemez. Çünkü onu kavrayamaz. Bu nedenle ona bir isim bile
verememiştir ve “sonsuz” yâni “sonu olmayan” demiştir. Fakat o sonu olmayanın
ne olduğunu idrâk edemez. Bu nedenle de ona bir isim bile veremez.
Akıl
ve deney ile deneyimlenmeyen şeyleri yok saymak, “modern küfür”dür.
Akıl
ve mantık yürütme, “teslîmiyet”in yâni “gayba îmân”ın önüne geçtiğinde tahrif
ve inkâr süreci başlar.
Akıl, Allah’ı bulmak için değil, dîni idrâk edip uygulamak
içindir.
Akıl, Allah’ı, “O’nun ne olduğunu bilerek” değil, “ne
olmadığını bilerek” idrâk edebilir.
Akıl,
kendisinin yâni aklın ne olduğunu bile açıklayamaz.
Akıl,
yaşam-tarzına tâbidir. En üstün akla, “İslâmî yaşam-tarzı”yla ulaşılabilir.
“Akleden kâlb”e ancak bu şekilde sâhip olunur.
Akıl;
doğu’da “Allah’ın kontrôlü”nde iken, batı’ya-Yunan’a gidince “nefsin
kontrôlü”ne girmiştir. “Akıl-merkezlilik” aslında, “nefis-merkezlilik”tir.
Akılcılık,
“vicdânı akla tâbi kılmak” demektir ki, böylece “vicdâna hapsedilmiş din” de,
aklın nesnesi yapılmaktadır.
Akıl-merkezlilik
bir “sapma”dır.
Akıl-merkezlilik,
Dünyâ yaşamı ile sınırlıdır.
Akıl-ötesine (gayb) îman, bir “şuur-kaybı” değildir.
Aklı
erdiği hâlde eli ermeyenler mi daha değerlidir, yoksa aklı ermediği hâlde eli
erenler mi daha değerlidir?.
Aklı
ve düşünceyi Allah’tan bağımsızlaştırmak, seküler aklı ve düşünceyi
ilahlaştırmak ve hatta “en yüce ilah yapmak anlamına gelir.
Aklın
ortaya çıkardığı teknoloji, aklı yok ediyor.
Aklın
yetersizliğinin delîli, Dünyâ’nın hâl-i pür melâlidir. İş Allah’a kalmıştır.
Bâzıları
“Kur’ân üzerinde akıl yürütme”yi, “Kur’ân’da açık aramak” zannediyor.
Bâzıları, nefislerini “akılları” zannediyor. Bunlara göre
akıllı yaşamak, “nefsine göre yaşamak”tır.
Bir
şey bir şeye uyarsa, uyan şey uyulan şeyin nesnesi olur. Bu bağlamda din için,
“akla uygun” demek yanlıştır; “akılla anlaşılabilir” demek gerekir. Zîrâ din,
aklın üstündedir.
Delinin
biri kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış. Niçin?. Çünkü akıllılar
kuyuya inmekten korkarlar. Bu nedenle o taşı yine bir “deli” çıkarabilir ancak.
İşte biz o “deli”den mahrumuz.
Mevcut
“akıl çağı”nda her-şeyin ifsâd olmuş olması, “aklın îmândan kopuk olması”
nedeniyledir.
Milletin
“üst akıl” zannettikleri kişilerin her zaman doğru davranacağını zanneden
ahmaklar var.
Yûnus
100. âyetin bahsettiği, “kullanılmadığında pisliğe gark olacağımız” akıl, nefis-merkezli
olan “modern akıl” değildir.
AKP
AKP’nin
politikaları için hiç-bir eleştirisi-îtirâzı olmayan ve tam-aksine yanlış
uygulamalarını bile şiddetle savunanlar, AKP’yi Rab-İlah edinmiş olup Allah’a
şirk koşmaktadırlar.
AKP’ye
oy veriyor diye kendini “dindar” zannedenler var.
AKP’ye,
yâni liberâl demokrasiye oy veren müslümanlar, 28 Şubat’ın çözüp dağıttığı
kişilerdir.
CHP’nin
adamakıllı bir muhâlefet yap(a)mamasının nedeni; Erdoğan’ın, AKP’nin ve AKP’lilerin
de zâten lâik-seküler-demokratik-kapitâlist-liberâl ideolojileri benimsemiş
olmasındandır. Bu durumda CHP neye karşı çıkacak ki!.
Kendilerini
“FETÖ câhiliyesi”nden kurtaranlar, “Allah’a sığınmak” varken, “AKP câhiliyesi”ne
sığındılar. Buna, “bâtıldan bâtıla kaçmak” denir.
Allah
Allah
(sınırsızca) farklı-farklı yarattığında eşitlik; insan (sınırsızca) ayrı-ayrı
ürettiğinde eşitsizlik/adâletsizlik meydana gelir.
Allah
“amaç”ı da yaratandır. “Bir amaç ortaya Koyan”dır. Bu nedenle “Allah’ın amacı-hedefi”
olmaz. Bu durumda “Allah kâinatı niçin yarattı” sorusu sorulamaz.
Allah
“takvâda yarışın” derken, birileri, Allah’tan başkalarına “tapma”da
yarışıyorlar.
Allah
âlemi “yokluk”tan yaratmamıştır, “yok” iken yaratmıştır.
Allah
almadan verir; ama biz, vermeden alamayız.
Allah
bilin(e)mez. İnanılır.
Allah bizim rabbimizdir, -hâşâ- uşağımız değil.
Allah Dünyâ’ya iki şekilde müdâhale eder. 1-Rahmetiyle,
2-Azâbıyla..
Allah her insana özel bir yetenek-beceri vermiştir. Fakat
kapitâlist sistem, insanları tek-tipleştirip “işçisi” yaparak insanların bu
yeteneklerini baltalamaktadır. Sonuçta ortaya beceriksiz bir toplum-devlet
çıkıyor.
Allah
için yaşanmayan hayatlar “bereketsiz” olur.
Allah
iki kişiye acımaz: 1-Müşrik olana. 2-Aklını kullanmayana. İkisinin üzerine de
pislik yağdırır.
Allah
ile kul arasına hiç kimse ve hiç-bir şey giremez diye-diye insanları deist
yaptılar.
Allah kâinâtı örneksiz yaratmıştır âyetine binâen; Allah
kâinâtı öyle bir yaratmıştır ki, bu yaratılış, şuna-buna benzemez, “şunun gibi
olmuştur”, “bunun gibidir” gibi sözlere yer bırakmaz, çünkü bir şeye
benzetirsek “örnekli yaratma”dan bahsetmiş oluruz.
Allah
katında din İslâm iken (Âl-i İmran 19), modernizm katında din, demokrasidir.
Allah
katında tek geçerli din İslâm’dır. Modern-dünyâda tek geçerli din ise
kapitâlizmdir.
Allah katında üstün olanlar “takvâca üstün olanlar”dır, “akılca
üstün olanlar” değil.
Allah
Kur’ân’da; “namazlarınızı titizlikle yerine getirin”, “yalvara-yalvara duâ edin”,
“ana-babanıza “öf” bile demeyin” vs. gibi emirler verir. Peki bu emirleri %100
olarak değil de, %90 olarak yerine getirdiğimizde, yaptıklarımız kabûl edilmez
ve boşa mı gider?. Şöyle ki; teori, -bâzı sınırlı zamanlar hâriç- hiç-bir zaman
%100 pratiğe dökülemez. Kur’ân’ın gösterdiği “ulaşılabilir olan” bir “hedef”
vardır. Fakat o hedefe bir-anda ulaşılamadığı gibi, çokları ulaşmaz da. O hâlde
İslâm; o hedefe ulaşma yolunda tüm güçle samîmi bir şekilde gayret sarf
etmektir. Fakat.. bir de “tevhid” vardır ki, ya %100 olur, yada %0. Tevhid yâni
“şirksizlik”, yarım-yamalak olacak şey değildir. Tevhid %100 olmadığında Allah’ın
yardımının ulaşması söz-konusu bile olmadığı gibi, azâbı her yönden kuşatır
bizi.
Allah
nasıl ki vahyi bir insan (peygamber) üzerinden yayıyorsa, nîmetlerinin de insan
(zengin) üzerinden yayılmasını ister.
Allah
olmasaydı, herkes ve her-şey Allah olurdu. Allah vâr olduğu için, O’ndan başka
ilah-Allah yoktur.
Allah rızâsı için yapılmayan işler,
nefsin rızâsı için yapılır.
Allah
rızâsı için yapılmayan işlerin âhirette kişiye bir faydası olmaz.
Allah
rızâsına uygun yapılan en küçük bir amel-eylem; aklın ortaya koyduğu en ileri
“soyut” teoriden üstündür.
Allah
tarafından “seçilmiş millet”in olmadığı bir çağda yaşıyoruz
Allah, Dünyâ’daki “doğal düzen” dâhil kâinattaki her-şeye, her
işleyişe karışacak da; insanların hangi hükümlerle yönetileceğine mi
karışmayacak?.
Allah, her müslümanı tek-tek Peygamber gibi olmaya içten-içe
çağırırken, müslümanlar buna direniyor.
Allah, ilminin mahkûmu değildir.
Allah,
îmânın konusudur; bilmenin değil.
Allah,
İslâm’ı istemeyenleri İslâm’sız bırakarak cezâlandırır.
Allah, peygamberleri, Dünyâ’nın altını üstüne
getirsinler-çevirsinler diye gönderir.
Allah,
post-modern insanın “en yüce ilahı” olmaktan çıktı.
Allah, vahiy aracılığı ile peygamberler üzerinden; bir
şahsiyet modeli, bir ahlâk modeli, bir duruş ve direniş modeli, bir İslâmî
Hareket metodu-modeli, bir toplum modeli, bir devlet modeli ve bir medeniyet
modeli ortaya koymuştur. Kıssalar, bu örnek modellerin anlatılarıdır. Bu “örnek
model” son olarak Hz. Muhammed üzerinden ortaya konmuştur. İşte “usvetun
hasenetun” yâni “güzel örneklik” denen ve adına literatürde “sünnet” denilen
şey, bu örnek modeldir. Bu “örnek model”, yapılan yanlışların Allah tarafından
vahiyle düzeltilmesiyle meydana gelmiş en ideâl modeldir. “Allah kotrôlünde”
ortaya konmuş bir modeldir. En ideâl örneklik ve “yaşanmışlık”tır (Ahzâb 21).
Güzel örneklik, Kur’ân’ın ete-kemiğe ve söze bürünmüş hâlidir. Kur’ân’ın
pratiği gösterilmiştir bu örneklikle. Bu nedenle bu modelin-örnekliğin göz-ardı
edilmesi yanlıştır. Bu “güzel örneklik”, “amel ve eylemin kaynağı” olmak
bakımından kıyâmete kadar bağlayıcıdır. Kur’ân, “bilgi ve bilincin kaynağı”
iken, sünnet ise, “amel ve eylemin kaynağı”dır.
Allah,
varlığı yasalarıyla/ilkeleriyle yönetir. Kendisi bizzat ilke/yasa değildir.
Allah,
zamandan ve mekândan münezzehtir; fakat yasaları ve sanatı ile her yerde hazır
ve nâzırdır.
Allah:
“Cum’a günü alış-verişi bırakın (Cum’a 9)” derken; “Balack Friday”=”Kara Cuma”,
“sınırsız alış-veriş edin” diyor.
Allah;
samîmiyete, ciddiyete ve gayrete bakar. Lâyık bulursa yardım eder. Yardım
ettikleri gâlip olur.
Allah’a
“gönüllü teslîmiyet” göster(e)meyenler, sisteme “koşulsuz teslim” olmak zorunda
kalırlar.
Allah’a “mutlak itaat”in zorunlu sonucu, hayâtın
sosyâl-ekonomik-kültürel-siyâsî alanında İslâm’ın hâkim olmasıdır.
Allah’a
esir (teslim) olmadan, gerçek anlamda özgür olamazsınız.
Allah’a
îman varsa, zulme isyân da vardır.
Allah’a
şükretmenin en âlâsı, garibanı sevindirmektir.
Allah’a
teslim olana kadar “Allah’lık” iddiasından kurtulamazsınız.
Allah’a
ve âhirete inanmayanlar “sözünü tutmak” gibi bir sorumluluk duymazlar.
Allah’a,
âhirete, gayba îmandan anlık bir gaflette bile, îmâna aykırı, felsefî sözlerle
ifâde edilmiş bir sürü cümle kurulabilir. Bu sözleri Şeytan ilhâm
edecektir.
Allah’ı akıl değil îman görür. Akıl sâdece îmâna ulaştırır.
Akılla görmeye çalışma, boşuna yorulursun, Aklını, îmânını geliştirmek için
kullan ve îmânını arttır. İşte o zaman göreceksin ki, her yerde Allah var.
Allah’ı
hesâba katmayanlar, Allah’ın cezâsını da hesâba katmamaktadırlar. Sonra da “bu
başımıza nereden/neden geldi” derler. “Allah’ı hesâba katmadığınız için” geldi.
Allah’ı
inkâr etmeden kendi ilahlığınızı îlan edemezsiniz.
Allah’ı
inkâr, “Peygamber’i inkâr” ile başlar.
Allah’ın
“ne demek istediği”, “ne dediği”dir. Ne dediği ise Kur’ân’daki âyetlerle apaçık
gösterilmiştir. Allah’ın “dediği”ni yapmayanlar, “acaba ne demek istedi”nin
derdine düşmüşlerdir-düşmektedirler.
Allah’ın
açık emrine rağmen mantığa başvurmak şeytandandır.
Allah’ın
apaçık hükmüne rağmen akıl üretmek “akıllılık” değil “akılcılık”tır. Şeytan,
Allah’ın secde emrine “akılcılık” edip de uymadı ve “akılcılık” edip secde
etmekten kaçtı.
Allah’ın
bir şeye izin vermesi, kişinin canını almayarak, özgür irâdesini devâm
ettirmesidir.
Allah’ın
birleştirilmesini istediği iki şeyi ayırdığınızda, o iki şey de “tapınmanın
nesnesi” olur.
Allah’ın
bizden istediği şey, “gayba îman” ve Dünyâ’da, îmâna taâlluk eden aklın
vahiy-merkezli kullanılarak Dünyâ’yı bu minvâlde inşâ etmemizdir. Sorun; bir
kesimin hem gaybı hem de Dünyâ’yı “salt îman” ile, diğer kesimin ise “salt
akılla” idrâk ve idâre etme düşüncesidir.
Allah’ın
bizi “halife” seçmesinin nedeni, yeryüzünde nasıl davranacağımızı görmesi
içindir: “Sonra, nasıl yapıp-davranacaksınız diye gözlemek için, onların
ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık” (Yûnus 14).
Allah’ın
dışındaki sığındıklarınız, o bağlılığınızı mutlakâ istismâr eder.
Allah’ın
dînini hayâta hâkim kılmak adına vahiy-merkezli amel ve eylemde olunmadıkça, “temiz”
kalmak imkânsızdır.
Allah’ın
ehadiyetinden verdiğiniz tek bir tâviz, tüm varlığın -hâşâ- Allah olduğu
kabûlüne yâni “sınırsız şirk”e kadar gider.
Allah’ın
iktidârı karşısında başkalarının iktidârını desteklemek şirktir.
Allah’ın
istediği “değişik”liği yapmayanlar, “Allah’a rağmen” değişiklikler yapmaya
başlarlar.
Allah’ın
istediği gibi bir Dünyâ kurulabilmesi için, bir neslin kendini adaması-fedâ
etmesi gerekir.
Allah’ın
kânunları yerine beşerin çıkaracağı (sistem-içi) kânunlarla iyiliğe
gidileceğini sanmak, derin bir cehâlet ve ağır bir ahmaklıktır.
Allah’ın
kânunları, beşerin nefsine uyana kadar yorumlanıp değiştirilirken, beşerin
kânunlarının değiştirilmesi teklif bile edilemiyor. Şirk denen pislik budur
işte.
Allah’ın
kriterleri yerine, kişilerin-hiziplerin-devletlerin kriterlerini onaylamak ve
benimsemek şirktir.
Allah’ın
olmadığı bir yere gidilemez.
Allah’ın
peygamber gönderdiği kavimlerin tamâmı Allah inancına sâhipti. Sorun, “mutlak
hâkimiyeti Allah’a vermemek” idi.
Allah’ın
sana bir mesajı var: Kur’ân.
Allah’ın
seçtiği (Peygamber) konuşunca şirk oluyor, insanın seçtikleri (meclis)
konuşunca kânun oluyor.
Allah’ın
size rûh üflemesini istiyorsanız Kur’ân okuyun; o rûhun hayatta görünür
olmasını istiyorsanız, Kur’ân’ı amele-eyleme dökün.
Allah’ın
sünneti (sünnetullah), O’nun yasaları ve vahyidir. İnsanların sünneti ise,
sünettullaha göre yaşamak yada yaşamamaktır.
Allah’ın varlığına inanıp da yaşamında o îmânı hesâba
katmayanların îmânı sorunludur.
Allah’ın yarattıklarının içinde nîmet
olmayan bir şey yoktur. İnsanlar o nîmetleri külfete çeviriyorlar.
Allah’ın zâtı düşünüldükçe Allah inancı zayıflar, oysa
yaratılmış varlık düşünüldükçe inanç artar.
Allah’ın
zâtını aşırı kurcalamak, çok-tanrıcılığa kapı açar.
Allah’ın,
direkt Cebrâil ile vahyi bildirmemesinin nedeni, “bir meleğin örnek
alınamayacak olması”dır.
Allah’sız
değişimler, yakın-uzak vâdede mutlakâ insanın aleyhine olur.
Allah’sız zaferlerin sonu hüsrân olmuştur.
Allah’sız
zihniyet, insanın târifini târih boyunca şu şekilde yapmıştır: “İki ayak
üzerine kalkan hayvan; “âlet yapan-kullanan hayvan”; “düşünen hayvan”; “konuşan
hayvan”; vs. Modern zamanlarda ise dile getirmeseler de zımnen şunu
söylüyorlar: “İnsan, çalışan hayvandır”.
Allah’ta
yok olduğunu (fenâ) zannedenler, aslında
şeytanda yok (fenâ) olmuşlardır. Fenâfillah değil, “fenâfişşeytan”
durumundadırlar.
Allah’tan
bağımsız “iş yapma isteği” şirktir.
Allah’tan
başka mehdî yoktur.
Allah’tan
gayrı aşırı bağ(ım)lılıklar, idrâkı blôke eder.
Allah’tan
habersiz ölünemez.
Allah’tan şüphe ettiğimde, diğer varlıklardan niye şüphe
etmeyeyim?. Ey bu yazıyı okuyan kişi!; senden niye şüphe etmeyeyim?. Bir sınır
yoksa hiç-bir sınır yoktur.
Allah-bağının
dışındaki tüm bağlar, insan için ayak-bağıdır.
Allah-merkezli
olmayan her-şey, ancak bir oyalanmanın konusu olabilir.
Amel
Amel
ve eylemin zorluğunu göze al(a)mayanlar, “Kur’ân’ı anlayarak okuma”yı hayâtın
tek amacı yapıyor.
Amelden-eylemden
yoksun ve kopuk “salt ilmî çalışmalar”la bir şeyin düzeltilemeyeceğinin örneği,
“modern-entelektüel İslâmî çalışmalar”dır.
Amele-eyleme
dökmedikten sonra, Kur’ân’ı, dönüp-dönüp anlamayarak “arapça okumak”la dönüp-dönüp
anlayarak “türkçe okumak” arasında bir fark yoktur.
Amel-eylem
hâlinde olmayan din, hurâfelerle kuşatılır.
Ameli-eylemi
belirleyen Rabb’tir. Amelinizi-eyleminizi kim belirliyorsa, Rabbiniz odur.
Amelle yorulmadığımız için, bizde bir “inanç yorgunluğu”
oluştu.
Ameller
niyetlere göredir, peki niyetler neye göredir?. Îmâna göre.
Ateş
olmayan yerden duman çıkmayacağı gibi; îman olmayan yerden de amel çıkmaz. Yada
“amel çıkmıyorsa îman da yok gibidir”.
Belli
bir sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik hayat şekli, belli bir düşünce şekli
oluşturuyor ve o kişi artık ona göre düşünüyor ve hareket ediyor. Vahiy ise, müslümanlar için tüm durumlarda düşünce ve
amel-eylemin kaynağıdır.
Bir
düşüncenin sağlamasının doğru olarak yapabilmesinin tek yolu, o düşüncenin
amel-eylemde nasıl tezâhür ettiğine-edeceğine göre olabilir ancak. Yoksa bir
düşüncenin başka bir düşünceyle doğru olarak sınanması zordur. Zîrâ o
düşüncenin de sınanmaya ihtiyâcı vardır. O hâlde
amel ve eylemle sınanmamış düşüncelerin “kesin doğruluğuna” güvenilemez.
Biz Kur’ân’ı okuduktan sonra
amel-eylem olarak “güzel örneklik”i tâkip etmediğimiz için, Dünyâ’ya “güzel
örnek” olamıyoruz.
Bizim
söylemlerimizin doğruluğu yada yanlışlığı, amele-eyleme dönmediği için açığa
çıkmıyor.
Daha
ne zamâna kadar kelimeleri süsleyip-püslemeye devâm edeceğiz?. Ne olursa,
başımıza ne gelirse bu işten vazgeçip de amele-eyleme döneceğiz?.
Duâ,
“eylemin niyeti”dir. İlk önce niyet ile namaza başlanır. Sonra da amele-eyleme
geçmeden önce duâ ile eyleme niyet edilir.
En doğru söz Allah’ın sözüdür (Kur’ân), en doğru amel ise
Peygamber’in amelidir (Sünnet).
Etkinlik,
“amel-eylem” değildir.
Her bilginin içeriğinde bir bilinç vardır. O bilinçtir kişiyi
amele-eyleme sevk eden. O hâlde bilgilenmedikçe, sonra da bilgimiz bilince ve
nihâyet de amele-eyleme dönmedikçe bir şey değişmeyecektir.
İhtiyâcımız
olan şey, “kırılgan olmayan” sözler ve amellerdir.
Kâlpler
sâdece söz ile değil, söz ve amel bütünlüğü ile mutmain olur.
Kubbede
hoş bir sedâ bırakmak yetmez. Dünyâ’da “devâm eden bir amel” (sadaka-i câriye)
bırakmak önemlidir.
Mebzûl
miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan
bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve
eylemin kaynağı ise Sünnet’tir (hadis değil). O hâlde bize yetecek olan ne salt
Kur’ân, ne de salt Sünnet’tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda müslümanların
perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da sünnet örnekliği ile
amelde-eylemde bulunmamaktır. Kur’ân bize yeter ise neden yetmiyor da perişân
ve sefil bir hâlde yaşıyoruz?.
Muhkem
âyetlerin tefsiri-te’vili değil, ameli-eylemi yapılır.
Niyeti olmayanın, ameli-eylemi de yoktur.
Nutuk
ile amel etmek “in”, Kur’ân ile amel etmek “out”.
Sahih
sünnet, “Kur’ân makâmındaki amel”dir.
Tevrat’la
amel edeceğine söz verip de “Cumartesi Yasağı”nı çiğneyerek sözünden dönen
yahudiler, “maymun ve domuz” oldular. Şimdi müslüman(!) olarak sözümüzde
durmadığımız için, biz de “maymun ve domuz” mu oluyoruz acaba?. Allah’a
verdikleri “söz”ü tutmayanlar maymunlaşırlar ve de domuzlaşırlar.
Allah’ın Hükmü
Allah’ın
hükmü sâdece “fert” noktasında değil, “toplum” ve “devlet” noktasında da
geçerlidir.
Allah’ın
hükümleri “oylamaya sunulamayacak” olan hükümlerdir: “Allah ve Resûlü, bir işe
hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık
gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).
An
îtibârıyla Allah’ın hükümleriyle hükmediliyor olup-olmamak, câhillerin-müşriklerin-kâfirlerin-zâlimlerin-fâsıkların
umurunda bile değildir.
Ancak 2 maddeden oluşacak bir anayasa zulmü ber-tarâf edip
adâleti sağlayabilir: 1-Anayasa Kur’ân’dır. 2-Kur’ân’ın uygulaması Peygamber
örnekliğine (sünnet) göre olur.
Değiştirilmesi
teklif edilemeyecek ve hattâ düşünelemeyecek olan tek kânun, “Allah’ın
kânunları”dır.
Dünyâ’da
adâletsizlikten, eşitsizlikten ve dolayısı ile zulümden kurtulmanın tek yolu,
Allah’ın hükümleriyle hükmetmektir.
Dünyâ’da Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyenler, âhirette
Allah’ın ağır hükümlerine mâruz kalırlar.
Hukuğu yapanlarla “hayâtı
yapanlar” aynı olmadığında, adâletsizlik kaçınılmazdır.
Hukûkun üstünlüğü sözü, sâdece
“Allah’ın hukûku” söz-konusu olduğunda geçerlidir. Beşerî hukukta ise, hukuğu
hazırlayanlar, hukuktan da üstündür.
Hukûkunu
nereden alıyorsan, dînini de oradan alıyorsun demektir.
Hüküm
sâdece Allah’a âit olduğu için, insan için kullanılan “hükümdar”=”hüküm sâhibi”
kelimesi “şirk”tir.
Kamera
karşısında; “Kur’ân’ın tek bir âyeti bile iptâl edilemez” diyenler, mecliste
Kur’ân’a aykırı nice hükümler çıkarıyorlar.
Kânunlar
ikiye ayrılır: 1-Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın mutlak kânunları; 2-Bir-takım
kaprisli insanların, çıkarları için uydurdukları değişken yasalar.
Kânunları
tek bir kişinin belirlemesi “yanlış” görülürken, tek-tek kişilerden oluşan
çoğunluğun belirlemesi neden “doğru” görülüyor?. Ne değişiyor ki?.
Referandumlar;
halkın tümünün “hüküm koymaya” ortak olarak, “tanrılaştığı” şirk
faaliyetleridir.
Sâdece
Allah’a ibâdet etmek, “sâdece O’nun kânunlarıyla hareket etmek” demektir. “Hükmün
sâdece Allah’a âit olması” budur.
Şûra,
hüküm koymada değil, işleri yapmada (yürütme) geçerlidir/uygulanır.
Apartman
Apartman
denilen modern sözde evlerde kadını tutmak imkânsızdır.
Apartman
hayâtı, mahremiyetin kalktığı yaşam-biçimidir. Herkes herkesin kaç kere
yellendiğini bile bilir.
Apartman
mîmârisi, “mahalle arkadaşlığı”nı bitirdi. Yeni nesil, “mahalle arkadaşlığı”nı
bilmiyor.
Asgarî Ücret
Asgari
ücreti “açlık sınırı”nda bırakmak, “yoksulluğu modernize etmek” ve
“güncellemek” anlamına gelir.
Asgari
ücreti belirleyen, Allah değildir.
Asgari
ücretin miktârı (azlığı), bir “kader belirleme”dir.
Asgarî
ücretliler; lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-modernist-demokratik olamaz.
Konuşma
sırasında “asgari ücret çok yetersiz bir para” dediğimde, birileri de çıkıp;
“yetmiyorsa, o zaman daha çok çalışacak” diyor. İyi de adam zâten çalışıyor. Ne
yapacak yâni?; çalışacağım diye kendini mi paralayıp öldürecek?. Ah şu “tuzu
kuru” olanlar!..
Aşırılık
Aşırı
bağlılık, kişiyi 2+2’nin 5 olduğuna bile inandırabilir.
Aşırı bağlılıklar, bir çeşit “at gözlüğü”dür. Sâdece “bağlı”
olduğu yönü görür.
Aşırı
bağlılıklardan kaynaklanan körlükleri, yaşanacak “aşırı acılar” açabilir
ancak: “O pek acı azâbı görünceye
kadar ona inanmazlar” (Şuârâ 201).
Aşırı bir yurt-severlik duygusu, yurtta meydana gelen
adâletsizliklerin görül(e)memesine yada göz-ardı edilmesine neden olu(yo)r.
Aşırı
duygusallık, insanın psikolojisini bozar.
Aşırı
eleştiri, yanında haksızlığı da taşır.
Aşırı
fikir zehirler.
Aşırı
inceleme, incelenen şeyde mutlakâ bir hatâ açığa çıkarır. Zîrâ “aşırı
inceleme”, o şeyi “parçalayarak bütününden koparmak” demektir. Parçalanan şey
eksiktir. Çünkü “parça” eksiktir. İşte modernizm ve psikoloji, insanı da
çeşitli şekillerde aşırı bir incelemeye tâbi tuttu, yâni parçaladı. Artık
modernizm için “insan” demek, “hatâ ve eksiklik” demek oldu.
Aşırı
kâr, bereketi öldürür.
Aşırı
müslümanlık, “küresel sisteme çomak sokan müslümanlık”tır. Bu bağlamda tüm
peygamberler “aşırı müslüman”dırlar.
Aşırı
nezâket, insanlar arasındaki samîmiyeti öldürür/öldürüyor.
Aşırı
sorgulama, teslîmiyeti bozar.
Aşırı
sorgulamak, cevâbı öteler ve imkânsızlaştırır. Bâzı cevaplara, “sorgulamamakla”
ulaşılır.
Aşırı
yorum, mutlakâ belirsizlikle sonuçlanır.
Aşırı
yorumlamakla eşeği deve yapabilirsiniz.
Aşırı
yorumlanan “Kur’ân kavramları” üzerinden İslâm ve Peygamber düşmanlığı
yapılıyor.
Aşırı zenginlik insana mutlakâ şu
iki şeyi söyletir: “Bu bana Allah’ın bir hediyesidir”; “bu, aklımı
çalıştırmamın karşılığıdır”.
Her-şeyin
aşırısı zararlıdır. Buna “araştırma” da dâhildir. Doğruyu bulmak için yapılan
aşırı araştırma (yada didikleme), yanlış sonuçlar verir. Zîrâ araştırılan şeyin
rûhu parçalanmaktadır.
Ateizm
Ateist olsam bile, Evrim Teorisi gibi aptalca bir teoriyi
kabûl etmezdim.
Ateistlerin
kabûl etmediği tanrı “tek ilâh” olan tanrıdır. Yoksa ateistler, politeist/pagan
ve çok-tanrılıdırlar.
Ateizm,
bir şeyin açıklamasının yine sâdece o şeyin kendisi ile olduğunu savunan
görüştür.
Ateizm,
deizm, agnostizm vs. gibi akımlar, Allah’ın ve dînin Dünyâ’yı düzenlemesi
gerektiğine yapılan bir îtirazdır.
Ateizm,
kendini kandırmaktır.
Ateizmin,
sonra da modern-seküler-lâik düşüncenin ana dayanağı, insanların bir zamanlar “ilkel”
oldukları zannıdır. Fakat insan ilk baştan bêri “vahiy aldığı için” hiç-bir
zaman “ilkel” olmamıştır.
Batı
13. yy.’dan sonra batı, bizim dînimizi aldı, kendi dînini
bize verdi.
1789
Fransız Devrimi, insanlık târihinin en büyük gericiliğidir. Eski Roma’ya
dönüştür.
1950’den
sonra batı’nın; 1980’den sonra ise genelde doğu’nun, özelde müslümanların ve
Türkiye’nin “yeme-içme alışkanlığı” değiş(tiril)miştir.
Arkalarına
almışlar şerefsiz-zâlim batı’nın argümanlarını, sürekli olarak 1.400 yıllık
İslâm târihine vuruyorlar. Bunu da “iyi müslümanlık” zannediyorlar.
Avrupa’nın
çok övündüğü Rönesans-aydınlanma-sanâyi devrimi gibi zirve çağları, insanları
köle olarak alıp-sattığı yıllardı.
Aydınlanma Çağı denilen çağ, “dinden kurtulma çağı”dır..
Aydınlanma
denilen şey, Dünyâ’nın küçük bir bölümü hâriç, “tüm Dünyâ’yı karanlıkta
bırakmak” demektir.
Aydınlanma(!)
ve modernizm ile birlikte aklı aşırı yüceltmek ve onu dîn-üstü bir konuma
çıkarmak, “aklın yanılmazlığı” zannından dolayıdır.
Batı
düşüncesinin temel özelliği, peygamberleri yok saymasıdır.
Batı
gibi üretim-tüketim yapanlar, batı gibi sömürü de yaparlar.
Batı
gibi zengin olmak istiyorsanız; hırsızlık, sömürü ve köle ticâreti yapmanız
gerekir.
Batı
için en üstün değer “birey”dir. Batı’ya göre insan-birey demek “uygarlık”
demektir. Bu nedenle batı, insana yapılan saldırıyı, uygarlığına yapılmış bir
saldırı gibi görmektedir.
Batı
öne geçmedi, müslümanlar ağır davrandı ve geri kaldı.
Batı
uygarlığı, hristiyanlığın ve İslâm medeniyetinin “anti”sidir. Yâni “bâtılın
tersi”. Bâtılın “kaynak” sorunu yoktur. “Hakk”ın tersini yapar.
Batı
uygarlığı, ortaçağ düşüncesinin tam aksini yaparak kurmuştur düşüncesini ve
uygarlığını. Bu bağlamda Evrim Teorisi de; Hz. İsa’yı tanrılaştırmanın
zıddıdır. Batı bir dengesizlik uygarlığıdır. İnsanı ya tanrı yapar yada hayvan.
Bir türlü “insan” olarak kabûl edemez.
Batı
ve batı zihniyetine sâhip olanlar, ahlâken dibe vurmuşlardır ve bunalıma
düşmüşlerdir. Bu bunalımdan kurtulmak için de maddî gelişmeyi “tampon” olarak
kullanmaktadırlar. Fakat içten çürüme fazlalaştıkça dışarısı da çürümeye
başlayacak ve sistem günü geldiğinde -sünnetullah gereği- bir fiskeyle yıkılıvereceklerdir.
Çünkü batı, Hz. Îsâ’nın diliyle söylersek; “badanalanmış kabirler” gibidir.
Batı,
Dünyâ’da gerçekleştirdiği kötülükleri ve pislikleri, “İslâm’ı öcü gibi
göstermekle” kapatmaya çalışıyor.
Batı,
Dünyâ’nın bir yarısında, diğer yarısını perişân ederek kendine bir “cennet”
kurdu. O cennetten çıkmak istemiyorlar ve o cennetin yok olabileceği
düşüncesinden dolayı bunalıma giriyorlar.
Batı,
kendisi ile doğu arasındaki farkı ve karşıtlığı oryantâlizm ile sağlamıştır.
Batı;
“Hristiyanlık dîni”nden vazgeçti fakat, “Hristiyanlık kîni”ni sürdürüyor.
Batı’lılaşmak
(modernizm), “batı’nın hastalıklarını ithâl etmek” demektir.
Batı’nın
“karanlık çağ” dediği çağ aslında “aydınlık çağ” (asr-ı saadet); “aydınlık çağ”
dediği çağ ise aslında “karanlık çağ” (modern çağ) dır.
Batı’nın
“keşif” dedikleri şey “işgâl”; “kâşif” dedikleri kişiler ise “işgâlci”lerdir.
Batı’nın
ekmeğini yiyenler, demokrasinin düdüğünü çalarlar.
Batı’nın
geçtiği merhâlelerden geçenler, batı’nın geldiği noktaya varırlar. Zîrâ benzer
hareketler, benzer sonuçlar doğurur.
Batı’nın
ilmî serüvenini tâkip etmenin sonu, batı gibi ahlâksız ve zâlim olmaktır.
Batı’nın
kalkındığı gibi kalkınmak, batı’nın sömürdüğü gibi sömürmeyi de yanında
getirir.
Batı’nın
Osmanlı’yı yıktıktan sonraki plânı, cumhuriyet târihidir.
Batı’nın,
İslâm’ı sürekli olarak “öteki” olarak göstermesi bir nedeni de, kendisinde
bulunan yozlaşmış (b)ilimin “saf hâli”nin İslâm’dan kaynaklanmasıdır.
Batı’nın,
kadim bilimden koparak oluşturduğu modern-bilim anlayışı, Newton’un, “şu-anda
yanlış olduğu ispatlanan” sonuçlarına bakarak oluşturduğu bilim anlayışıdır.
Batı’nın,
müslümanları Endülüs’ten kovması, hem müslümanlardaki (b)ilimi kıskanmaları,
hem de batı’nın ürettiği modern-bilimin, “İslâm-kaynaklı (b)ilim” olduğu
gerçeğini örterek, modern-bilimi -sözde- “özgün(!)” kılmak içindi.
Batı’ya
karşı batı’nın silahlarıyla kesin bir başarı kazanıldığı vâki değildir.
Batı’ya
meftûn ve râm olanlar, İslâm’ı “kötülüğün kaynağı” zannetmeye başlarlar.
Batı’yı
“batı” yapan “İslâmafobi”dir.
Batı’yla
ancak yine onların silahları gibi silahlarla mücâdele edilebilir düşüncesi çok
yanlıştır. Batı’nın silahlarını edinirsem, ben de onlar gibi zâlim olurum. Batı
bizi bilgiden ziyâde silah ile sömürüyor. Silahı olmasa bilgisini de takmayız.
Batı’lılara
göre bir yeri keşfetmiş olmak demek, orayı “sömürgeleştirmiş olmak” demektir.
Celladına
(batı) âşık olmuşsa bir millet, önü de zillet, sonu da zillet.
Doğu’yla
şirk koşunca şirk oluyor da, batı’yla şirk koşunca şirk olmuyor mu?.
Dümeni
yerinde olan ilâhiyatçılar modernist oluyorlar. Artık yargılarını batı’ya göre
yapıyorlar. Dümenlerinin bozulmasını istemiyorlar çünkü.
Genel
anlamda batı: Siyâsette Roma, düşüncede Yunan’dır. Yunan düşüncesi pagan/çok-tanrılı;
Roma siyâseti de emperyâlisttir. Batı bu iki olguyu modernleştirmiştir. Fakat
sonuçları aynı olmuştur/oluyor.
Halifeliğin
kaldırılması batı’nın isteği ve zorlamasıyla olmuştur. “Çimento” işlevi gören halifelik
kalkınca Osmanlı/Türk’ün müslüman-dünyâ ile ilişkileri kesilecek, İslâm-dünyâsı
zayıflayacak ve sonunda da müslüman-coğrafyada bulunan yer-altı ve yer-üstü
zenginlikler bir baskı ile karşılaşılmadan batı tarafından kolaylıkla
sömürülebilecektir ve de aynen böyle olmuştur. Fakat bu projenin tutması için
milletleri bir-birine düşman etmek gerekiyordu ki bunu da çeşitli söylemler ile
gerçekleştirdiler. Meselâ Türklere: “Araplar sizi arkadan vurdu/vuruyor”
derlerken; Araplara da: “Bu Türkler de dinden çıktı ve sizi kendi hâlinizde
savunmasız bıraktı” dediler. Bunu uzun zamandır sünnî-şiî düşmanlığı olarak devâm
ettiriyorlar. İslâm-dışı (seküler) öğretiler ve kültürle bu düşünceler ve
düşmanlıklar çok kolay oluşturulabildi. İslâm-dünyâsının hâl-i pür melâlinin
nedeni budur (birliğin bozulması). Gerisi hikâye…
Hurâfeye; Kur’ân ve Sünnet-merkezli değil
de, modern seküler batı-merkezli eleştiri ve îtirazda bulunmak, “tersinden
hurâfe üretmek”tir. “Klâsik hurâfe” yerine, “modern hurâfe” ortaya çıkar
böylece. Modern müslümanların gittiği yön-yol budur.
İki
çeşit müslüman toplum vardır; batı modernitesini kabûl edenler ve etmeyip de
savaşanlar.
Küçük
yaşında batı’nın çizgi-filmleriyle; gençliğinde de sinema-filmleriyle
yetişenlerin, modern dünyâya bir eleştiri, îtirâz ve isyanlarının olmadığı çok
net görülen bir şeydir.
Muâsır
batı’ya yüzünü çevirmeyi yanlış anlayan cumhuriyetçiler, yüzlerini çevireceklerine
kıçlarını çevirmişlerdir. O kıç artık tekrar doğu’ya dönmüyor.
Protestanlık
yoluyla tahrif olmuş hristiyanlığı vicdanlara gömen batı’da, kiliseler “nikâh
sarayı”na dönmüştür.
Şahsî fikrim, M. Arabi’nin, felsefesini batı aklıyla ve
göreviyle yaptığıdır.
Tanzimat Fermânı ile başlayan ama cumhuriyet dönemi ile
birlikte yoğunlaşan bir, “arap-doğulu düşmanlığı” ve “batı hayranlığı” ortaya
çıktı. Lâiklik bunun üzerine mum dikti.
Tayyip ve AKP, Türkleri-müslümanları batı’nın yörüngesine
sokmakta CHP’den daha başarılı olmuştur.
Tek
bir din vardır: İslâm.. Dünyâ’nın merkezinde (ortadoğu) ortaya çıkmış ve
yaşanmıştır İslâm. İslâm Hz. Âdem’den bêri doğuya doğru gittikçe
mistikleşirken, batıya doğru gittikçe sekülerleşmiştir.
Ticâret,
“aldatıcılık” değildir. Batı, ticâreti aldatıcılık olarak görüyor. Müslümanlar
da onları taklit etmeye başladı.
Bâtıl
Bâtıl
dinlerin tapınakları, târih boyunca ekonomik ve siyâsi güç sağlamak için
kullanılmıştır.
Bâtıl
dinlerin tapınakları, târih boyunca ekonomik ve siyâsi güç sağlamak için
kullanılmıştır.
Bâtıl
üzre olanlar, hakkı “bâtıl”, bâtılı “hak” olarak görürler.
Bâtıla
meftûn olmuş çağımız müslümanı, doğrulardan rahatsız oluyor. Öyle ki, körü-körüne
aşırı bağlı olduğu yapıyı eleştirmek için “doğru” bir söz söylenince yüzünün
rengi atıyor.
Bâtıldan
geriye bir tek acılar kalır.
Bâtıldan
geriye bir tek acılar kalır.
Ben
bir sapığım. Bâtıldan sapmış.. Böyle bir sapış, sünnettir.
Bir devletin “adâlet devleti” olması için, “İslâm Devleti”
olması şarttır. “Yarı-adâlet”, “adâlet” değildir.
Bir
devletin “dinli” olması için, yasalarının dîne dayanması gerekir.
Bir devletin en önemli sac-ayağı, “siyâset, ticâret ve
ordu-asker”dir. Bunların üçü birden sağlamsa ancak, devlet sağlamdır.
Bir
dînin adının “İslâm” olması önemli değildir, eyleminin İslâm olması önemlidir.
Dört duvar arasına sıkıştırılan düşünceler, mutlaka bâtıla
meyleder.
Meşrûiyetini
İslâm’ın belirlemediği tüm alanlar bâtıldır.
Milliyetçilik,
ne lâik ne de “müslüman” olamayan kişilerin meylettiği bâtıl bir ideolojidir.
Sürekli
olarak iyi yönde bir ilerleme yoktur. Hak ve bâtıl arasında bir döngü ve
değişim vardır.
Beşerî Sistem
Beşerî anayasalara göre değil, Allah’ın yasalarına göre
hesâba çekileceğiz.
Beşerî
kânunlar ve kurallar; küresel güçleri, sermâyedarları yâni tâğutları “halktan
korumak için” hazırlanmış metinlerdir.
Beşerî
kânunlar, “ayrıcalıklı(!)” olanların, “ayrıcalıklarını korumak için” uydurduğu
metinlerdir.
Beşerî kurallara aşırı bağlılık, kişiyi aptallaştırır.
Beşerî
sistemler, “kula kulluk” sitemleridir.
Beşerî
sistemlerde adâlet, sâdece birileri” için adâlettir.
Beşerî
sistemlere oy vermek, “kânunları Allah’tan değil de, bâtıl batı’dan almaya
devâm etmek” demektir.
Gayri-İslâmî
bir yapı “inkılâp” ile değil, “devrim” ile İslâm’a çevrilebilir ancak.
Gayri-meşrû
cinsel ilişki “karşılıklı gönüllük”le yapılsa da zinâdır.
Gayri-İslâmî
düşüncelerle mücâdele etmeyen iktidarlar, bir zaman sonra, “gayri-meşrû
eylemler”le mücâdele etmeye başlarlar.
Gayri-İslâmî
düzenlerde, gariban hep “dış kulvarda” kalır ve “iç kulvar”dakiler ona sürekli
“tur” bindirir.
Gayri-İslâmî
sistemlerde devletlere düşen şey, “küresel güç”ün politikalarını çözmeye
çalışmaktan ibârettir.
Gayri-İslâmî
sistemlerde iktidarlar “düşman”sız yapamazlar. İslâm’da ise ebedî düşman
“şeytan”dır.
Gayri-İslâmî
sistemlerde kânunları çıkaranlar kânunlardan üstündür. Prens prensipten
üstündür.
Gayri-İslâmî
sistemlerde seçimler, “insanların kendilerini sömürecek olanları” seçmesidir.
Gayri-İslâmî
sistemlerde yaygın eğitim-öğretim(!), “sisteme ve sistemin taşeronlarına
kulluğun nasıl yapılacağı müfredâtı” programıdır.
Gayri-İslâmî
sistemlerde yönetici olmakla “zâlim” olmak arasında çok da fark yoktur.
Gayri-İslâmî
siyâsî târih, “âileler-hânedanlar mücâdelesi”nin târihidir.
İlâhi
sistemlerin dışındaki ve karşısındaki beşeri ideolojiler, “ölümlerden ölüm
beğenme”nin diğer adıdırlar.
Kimin
kânunlarına göre hareket ediyorsan, onun dînindensin. Türkiye’de Allah’ın
kânunlarına göre hareket etmek kânûnen yasak ve suçtur. (Anayasanın 24.
maddesi). Fakat Atatürk kânunlarına göre hareket etmek şarttır. Bu durumda
Türkiye’nin ilahı kimdir?.
Küfür;
“İlâhi metod” yerine, “beşerî metod”u hayat-tarzı (din) yapmaktır.
Mecliste
kânun çıkaran vekiller, “aleyhlerine olacak bir kânun” çıkarırlar mı?. Tabî ki
de çıkarmazlar. O hâlde çıkarılan kânunlar, “vekillerin lehlerine” olan
kânunlardır.
Tüm
beşerî sistemlerin kânunlarında “boşluk” varken, bir tek Kur’ân’ın kânunlarında
“boşluk” yoktur.
Bilim
Bâzıları
bilim-târihini bilmeyi “bilimsellik” zannediyor.
Beşerî bilim demek, “kesinlik” diye bir şey yoktur, “kesin
bilgiye ulaşılamaz” demektir.
Big-Bang
Teorisi, bilimsel bir mitolojidir.
Big-Bang
Teorisi, -hâşâ- Allah’ın estetikten anlamadığını söylemektir.
Bilim
adına ortaya atılmış manşetler “bilim” değildir. Modern yalanlardır.
Bilim
bir yorumdur. Dolayısı ile bir yorum olan bilim ile Kur’ân mutlak olarak
yorumlanamaz. Yorum ile yorum yapılamaz.
Bilim
denilen şeyin çoğu sapıklıktır.
Bilim
haz verir ama mutlu etmez.
Bilim
ile ispat edilemeyen bir şeyi yok saymak, “bilimi ilahlaştırmak” anlamına
gelir.
Bilim
ve felsefe, dîn etkisizleştiğinde etkili olur.
Bilim ve teknolojinin de “sevap” ve “günah” olanları vardır.
Bilim,
“eşyâyı konuşturmak”tır. Fakat doğasına aykırı bir şekilde konuşturmaya
kalktığınızda eşyâ kendisini yanlış tanıtır.
Bilim,
büyük oranda, doğaya meydan okuma küstahlığıdır.
Bilim, kırmızı rengin “kırmızı”
olduğunu ispatlayamaz.
Bilim-adamları, evrenin materyâlini incelemekle kâinâtı
incelediklerini zannediyorlar. Hâlbuki sâdece, kâinâtın içindeki maddeleri
incelemektedirler.
Bilimin bulmaya
çalıştığı “Her Şeyin Teorisi” (The Theory of Everything), İslâm’dır.
Bilimin
doğru sonuç alabileceği çalışma alanı çok dardır.
Bilimin her-şeyi açıklayabileceğini zanneden dindarın
varacağı yer “deizm”dir.
Bilimsel ilerleme denilen şey, bir isim değişiminden
ibârettir. Eskiden “rûh” dediklerine şimdi “kuvvet” diyorlar.
Bilmem
kaç milyon ışık-yılı uzaktan Dünyâ’ya bakınca, insan “toz zerresi” gibi görünür
diyorlar. Bu düşünce insanı “hiçleştirme” ameliyedir. Zirâ insan, “âlemlere
rahmet” olabilecek olan varlıktır.
Materyâlst-pozitivist bilim,
madde ile mânâyı, arasına derin uçurumlar koyarak ayırdı. Artık modern insana
göre madde başka bir şey, mânâ başka bir şey oldu. Hâlbuki bir ağaca
baktığınızda eğer “odun” görüyorsanız maddeyi, ağaca baktığınızda “hârika bir
sanat” görüyorsanız mânâyı görmüş olursunuz. İşte modern insan bu bakış-açısını
kaybetti.
Modern
bilim ve teknoloji, “bilinçsiz zekâ”nın (yapay zekâ) peşinde. Artık bilinçsiz
zekî insanlar daha popüler hâle gelecek.
Modern
bilim, “bilim çöplüğü”dür. Tüm teoriler, kısa bir zaman sonra bu çöplüğün çöpü
olmaya mahkûmdur. O hâlde modern bilim, “çöplük bilimi”dir.
Modern
bilim, “yalanlanma” üzerine kuruludur. O hâlde modern bilim, bir “yalanlar
târihi”dir.
Modern
bilim, Allah’a karşı bir meydan okumadır.
Modern
bilim, bir “anlamsızlaştırma ameliyesi”dir. Zîrâ modern bilim parçalayıcıdır.
Parçalanan şey anlamsızlaşır.
Modern
bilim, dîne savaş açtığı ve onu karaladığı ölçüde yıkılmaktan korunabilir.
Modern
bilim, hakîkati perdeliyor.
Modern
bilim, sâbitesini-ilkesini kaybettiği için krize girmiştir. Bu nedenle 1950’den
bêri örneği olmayan bir şeyin îcâdı yapılamıyor.
Modern
bilim, şeytanın fısıldadıklarıdır.
Modern
bilim; bir dönem tartışmasız kabûl edilen bir önermenin, bir sonraki dönemde
tartışmasız reddedilmesidir.
Modern
bilim-adamlarının çoğu, her-şeyi lâboratuvarda inceleyip deneyimleyebileceğini
zanneden, hayattan soyutlanmış ahmaklardır.
Modern bilim, “bilim için bilim”dir. Halbuki bilim, mânevî
olan için olmalıdır.
Modern
bilimin “bilindiği gibi” dediklerinin % 99’u, aslında “kabûl edildiği gibi”
anlamındadır.
Modern
bilimin en büyük destekçisi “emperyâlizm”dir.
Modern
bilimin hakîkate ulaşmak gibi bir derdi yoktur. Onun derdi, seküler
paradigmanın yalakalığını yapmaktan başkası değildir.
Modern bilimin temeli yoktur. Zîrâ modern bilim, “bilimin
ifsâd edilmiş şekli”dir.
Modern
bilimin yarısı filmdir.
Modern
bilimsel teoriler, “henüz çürütülememiş” teorilerdir.
Modern
bilimsel teorilerin çoğu, bilimsel değil, siyâsi teorilerdir. Seküler siyâset,
kendine nasıl bir teori lâzım ise, bilim-adamlarına o şekilde bir teori sipariş
ediyor.
Mutlak
gerçek olan Allah’ın varlığı bile sorgulanırken, modern bilim niçin hiç
sorgulanmıyor?.
Neden
“vahyin ışığında bilim” değil de, “modern bilimin ışığında vahiy”?. Niçin “vahyin
ışığında bilim üretmek”ten değil de, “modern bilimin ışığında vahyi anlamak”tan
söz ediyoruz?.
Rûhun bilgisine ilim, bedenin bilgisine bilim denir.
Şu-anda
ideolojiler üzerinden koşulan şirkin iki katı, bilim ve teknoloji üzerinden
koşuluyor.
Varlık
ve varlığın işleyişi (sünnetullah), “modern bilimin târif ettiği kadar”
değildir.
Yağmur
damlalarının bilimsel-rasyonel açıklaması, yağmur damlalarının her-birini
meleklerin indirdiğini söylemekten daha çarpıcı değildir.
Bilgi
Belli
bir seviyeden sonra bilginin artması için, insanın sosyo-kültürel alanda “değişmesi”
gerekir. Değişemiyorsa, bulunduğu ilmî seviye kişinin zirvesidir. Artık orada
yatay seyirler yapabilir ancak.
Bilgi,
“gözümüzün önündekini” görmemizi sağlar.
Bilgi,
hareketin bir sonucudur. Hareket değiştikçe meydana gelen şekil, bir bilgi
oluşturur.
Bilgiye
sâhip olmak yetmez, onu doğru istikâmette kullanmak gerekir. Aksi-hâlde bilgi
saptırır.
Bilgiye
ulaşmak, “bilince de ulaşmak” demek değildir.
Bilinçlenmek
için “bencil zamanlar” zarûridir.
Bilinçsiz kitleler, mîdelerini doldurmaktan ve hazlarını
arttırmaktan başka bir şey düşün(e)mezler. Eğer bunları yapabiliyorlarsa onlar
için “sorun” yoktur.
Bilinen
hiç-bir şey Allah’ın zâtı, yâni “mutlak varlığı” ile ilgili değildir. Bu
bağlamda “sevgi” de Allah’ın zâtı ile ilgili değildir. Allah sevgiyi de
yaratmıştır zîrâ. Allah’ın niteliğini yâni ayırıcı özelliğini bilemeyiz. Meselâ
yaratmanın nasıl olduğunu bilmiyoruz.
Bilmek
için bilmek gerçek bir bilme değildir. Gerçek bilme, eylem hâlindeyken olur.
Bilmenin
zirvesi îmandır.
Bir
bilgi eyleme geçirmiyorsa, o bilgi eksik ya da yanlış bir bilgidir.
Biriktirilmiş
bilgi bir işe yaramıyor. Eyleme geçmedikten sonra bilgi bir işe yaramaz, ha bi
eğlencedir. Oyun ve oyalanmacadır.
En doğru bilgi, inancın ışığında ulaşılan bilgidir.
Gereği yapılmayan bilgi, önemsiz bir mâlûmattan öteye gidemez.
Gerekli
yere bir çivi çakmak, bir milyon kitabın bilgisine sâhip olmaktan üstündür.
Güdümlü
bilgiler, güdümlü bombalardan daha güçlü ve tahripkârdır.
Halka
hitâp etmeyen bilgi eyleme dönüşemez; Eyleme dönüşmeyen bilgi devrime
dönüşemez; Devrime dönüşmeyen bilgi devlete dönüşemez; devlete dönüşmeyen bilgi
medeniyete dönüşemez.
Helva yapmanın bilgisi var, helvayı yapacak malzeme de var;
fakat ortada helva yok. Çünkü helvayı yapacak kimse yok.
Herkesin bilgisi kendine, vahyin bilgisi herkese.
İki
çeşit bilgi vardır: 1-Şartların oluşturduğu bilgi; 2-Vahyin vermiş olduğu
bilgi.
İki
tip insan vardır. 1- “Kesin ve değişmez bilgi yoktur” diyenler; 2-”Kesin ve
değişmez bilgi vardır” diyenler.
Karşılıklı
sohbet yazıdan daha etkilidir. Sohbet sırasında bâzen bilgi bir-anda tecelli
ediverir.
Kişi,
bilgisidir. Bilgi eylemin motorudur. Kişinin bilgisi neye göre ise, eylemi de
ona göre olur. Kişinin eylemi ise, o kişinin dînidir. Kişi, dînine göre eylemde
bulunur.
Kültürü
içinde yaşamadığınız şeyin, bilgisini de hakkıyla idrâk edemezsiniz. Bu nedenle
de onu gerçek anlamda benimseyemezsiniz.
Mâkûl
bir süreçten sonra “hareket”e geçirmeyen bilgi, yozlaşmaya ve yozlaştırmaya
başlar. “Hasat”a zamânında başlanmalıdır. Aksi-hâlde çürüme kaçınılmazdır.
Meleklerin
secdesi, Âdem’in bilgisineydi. Yoksa kara-kaşına kara-gözüne değil.
Ne
kadar çabalarsanız-çabalayın, şeytan kadar bilgili olamazsınız. Âdem, şeytandan
“secde etmekle” üstün oldu.
Sezgi ile ulaşılan bilgi eyleme dön(e)mez.
Siyâset bir “devrim” ile değişmedikçe;
bilgi bir şeyi değiştiremez.
Sürekli
okumak, kişisel bilgiyi sürekli güncellemek demektir.
Yanlış,
hattâ şirk içeren bilgi bile, “Allah’a îman”ı engellemiyor. Fakat yanlış ve
şirk içeren bilgi, kişinin ibâdetlerinde ve yaşayışında yanlışa ve şirke
düşmesine neden oluyor. Müşrikler de o “mutlak varlık” olan Allah’a îman
ediyorlardı. Fakat Allah, kişinin sâdece îman etmesine değil, îmânına şirk
bulaştırıp-bulaştırmadığına bakıyor. “Sırf inandık” demekle olmuyor yâni.
Cehâlet
Başınıza
gelen kötü şey iki nedenden biri sebebiyle gelmiştir: Garibanlık ve cehâlet.
Bunlar bir-birinin “neden-sonuç”udur.
Bir
kişiyi tekfir etmek için o kişinin sâdece cehâlet içinde küfür işlerle iştigâl
ediyor olması yetmez, küfrün azgın bir savunucusu ve uygulayıcısı da olması
gerekir.
Bir
şeyin bilinçli yapıldığının delîli, onun eyleme dökülmüş olmasıyla anlaşılır.
Eyleme döküldüyse bilinçlidir. Aksi-hâlde cehâlettir.
Câhil
halkın desteği olmadıkça, tâğutlar adım bile atamazlar.
Câhil
toplumları kontrol etmek için dâima yeni mitolojilere ihtiyaç duyulur. Her grup
ve devlet, kendi mitolojisini uydurarak varlığını devâm ettirebilir.
Câhilce,
“bana hiç kimse ne yapacağımı söyleyemez” diyenler, şeytanın her emrini yerine
getirdiklerinin farkında değiller.
Câhil,
bilgi ile değil, duygu ile yönetilir.
Câhil;
“kötü olan şey”i, “başına gelmedikçe” idrâk edemeyen kişidir. Dolayısı ile,
toplumun geneli (ekser-un nas) câhildir.
Câhil;
belâyı ancak, başına gelip de kendisini kuşatınca fark edendir.
Câhiller
idrâk edemese ve fâsık, zâlim, kâfir, müşrik, münâfık ve şerefsizler kabûl
etmese de, Dünyâ ancak vahyin hükümleriyle düzene kavuşabilir.
Cehâlet mutlulukmuş; hayır!; cehâlet, ahmaklıktan başka bir
şey değildir.
Cehâlet,
diploma ile giderilemez.
Cehâletten
kurtulmak demek, “entelektüel olmak” demek değildir; nice okuma-yazma
bilmeyenler vardır ki “irfân” sâhibidirler.
Çoğu
kişi için hayat, ya “hayâtın zorlukları”ndan yada “cehâletten” dolayı “ıskalanmış
hayatlar”dır.
Kirâsını
ödeyemediği hâlde “saray”ı desteklemek, aptal bir cehâlettir.
Sahabeler,
ateistliği terk edip mü’minliğe değil; cehâleti ve şirki terk edip mü’minliğe
geçtiler.
Ulus-devlet
adına ölmeyi kahramanlık ve şahâdet olarak görenler, din için ölmeyi yobazlık
ve cehâlet olarak görüyorlar.
Zorluk
iki çeşittir. “Doğal olan zorluklar” (sıcak-soğuk, ağır, mesâfe vb.) ve “insanların
çıkardığı zorluklar”. Doğal zorluklar kaderdir. İnsanların çıkardığı zorluklar
ise, cehâlet değilse mazlûmiyettir.
Cehennem
Cehennem
bir “durak” değil, bir “son durak”tır.
Cehennem, -yanlış bilindiği şekliyle- belli bir süreliğine
girip-çıkılacak bir yer değildir. Oraya giren ebedî olarak orada kalır.
Cehenneme
doğru keyifle yol alanlara hiç-bir îkaz tabelası fayda etmiyor/etmez.
Kendimizi o kadar cennetlik sayıyoruz ki, cehennemden
korkmuyoruz artık.
Neden cennet ve cehennem var?. Çünkü Dünyâ var.
Sapık bir yolda giden kişi, cehenneme girene kadar, gittiği
yolun doğru olduğunu zanneder.
Cennet
Asr-ı
saadet bir cennet-yaşamı değil, tevhid-merkezli bir mücâdele çağıdır.
Biz
cennetten kovulmadık, uzaklaştırıldık.
Biz
Dünyâ’ya cennetteymiş gibi yaşamaya değil, “cennette yaşamayı kazanmak için”
geldik.
Bu
dünyâ, müslüman için “imtihan dünyâsı”dır. “Zevk ve sefâ sürme yeri” değil.
Zevk ve sefâ cennete olacak inşaallah.
Bu
dünyâda “cennet-vâri bir yaşam isteği”nin karşılığı yoktur.
Cennet için yaşamayan, cinnet içinde yaşar.
Cennet, “yol geçen hanı” değildir.
Cennet,
birilerinin zannettiği gibi, bir kerhâne değildir.
Cennet,
bitki ve ağaçların bolluğundan dolayı dibi gözükmeyen bahçedir. İşte modern insan
bu bahçeden (cennet) mahrumdur.
Cennet,
elini-kolunu sallaya-sallaya gidilecek yer değildir.
Cennet,
materyâlizmin en yüksek seviyede yaşandığı mekân değildir.
Cennet,
nefsin değil, “rûhun tatmin olduğu yer”dir. Rûhun tatmin olmadığı her yer
cehennemdir.
Cennet,
stresin olmadığı yerdir.
Cennete
“ölünce” gidilir, ölmeden cennete gidilemez.
Cennete
gayr-ı meşrû yoldan girilemez.
Cennete sâdece “müslüman” olanlar girecektir. Fakat bu
müslümanlar, “yaşayışlarında müslüman olanlar”dır, nüfus kâğıtlarında “müslüman”
yazanlar değil.
Cennete; nüfus kâğıdında “müslüman” yazanlar değil, kâlbinde “müslüman”
yazanlar ve ona göre amel işleyenler girecektir.
Cennetle
müjdelenen sahabiler (aşere-i mübeşşere) Cemel Savaşı’nda birbirleriyle (Ali’ye
karşı Talha ve Zübeyr) savaşmışlardı.
Cennette
çok-katlı binâ (apartman) yoktur.
Cennette
hûrilerle sınırsız cinsel hayat yaşanılacağını düşünmekle; cehennemde
cehennemlik kadınlarla sınırsız cinsel hayat yaşanılacağını düşünmek arasında
ne fark var?.
Cennette
para geçmez.
Cennetten
kovulmadıkça, “idrâk edilmesi gereken şey” idrâk edilemez.
Çok söylenegelen; “müslümanlardan başkası cennete girmeyecek”
sözü kesin doğru bir sözdür. Fakat bu, “gerçek müslümanlık” için geçerlidir; “kimlik
müslümanlığı” için değil. O hâlde bu sözün Muhammedî, Îsevî, Mûsevi olmakla
alâkası yoktur.
Hiç
kimse, cennetten daha iyi bir teklif sunamaz.
İlle
de bir şeyin milliyetçisi olunacaksa, ben cennet milliyetçisiyim.
Mars’ta
su mu varmış?. Uzayda başka yaşanacak yer var mıymış?. Dünyâ’yı ifsâd edenler,
başka dünyâlar arıyorlar. Bulsalar kısa sürede orayı da ifsâd edecekler. Dünyâ’ya
zarârı dokunmayanlar ise, “Dünyâ’yı nasıl yeniden “cennet”e çeviririm” derdinde
olanlardır.
Ölene
kadar “anlama” ile uğraşacağına, ölene kadar cihad (yapma) ile uğraş daha iyi.
Amacın cennet değil mi?.
Cemaat
Cemaatin
bereketi, çözüm-noktasında açığa çıkar.
Cemaatler,
yaptıkları modern etkinlikleri, “dînî faaliyetler” zannediyorlar.
Cemaatler;
tek-başına -gücümüz yetmediği için- yapamayacağımız şeyleri, “birlikte yapma”
yerleri olmalıdır. Aksi hâlde cemaat toplanması ha bi eğlencedir.
Ehl-i
sünnet vel cemaat yolu, kendisinin “0” yanlışı
olduğunu iddiâ eden akımdır.
Ey
cemaatler-vakıflar-dernekler!; lâik-seküler “sistem” tarafından rahatsız
edilmediğiniz oranda, -İslâm’a göre- yanlış yoldasınızdır.
Kurumlaşma,
devlet tarafında teftiş edilme, denetlenme ve kontrôl edilmeyi gerektirir.
Devlet tarafından denetlenmek ise, “devlete göre hareket etmek” demektir. O
hâlde kurumlaşmak -devlet İslâm devleti değilse- şirktir. Zâten İslâm’da “kurum”
değil “cemaat” vardır.
Cumhuriyet
Cumhuriyet
dönemi, 1950’ye kadar İngiltere ve Fransa’ya, 1950 sonrası ise ABD’ye domalma
dönemidir. Zâten iktidar ve muhâlefetin çekişmesi de, kime domalınacağı ile
ilgilidir.
Cumhuriyet
Târihi, “batı uygarlığı”na girişin târihi” değil, “İslâm Medeniyeti”nden
çıkışın târihi”dir.
Cumhuriyet
târihi, “dînî olan”dan uzaklaşıp, “uygar olan”a (medenî değil)
yönelmenin-yöneltilmenin târihidir. Fakat Türk insanı uygar (muâsır) olamadığı
gibi, dindarlığı da epey bir zayıflamıştır.
Cumhuriyet
târihi, “İslâm dînine açılmış savaşın târihi”dir ve bu süreç hâlen devâm ediyor.
Cumhuriyet târihi, “İslâm’la hesaplaşma”nın târihidir.
Cumhuriyet târihi, İslâm’a karşı açılmış savaşın târihidir.
Cumhuriyet
târihini anlatan pek kitap yoktur. Zîrâ yazılanlar gerçek değil, yalandır.
Cumhuriyet
târihini öve-öve bitiremeyenler; -câhil değillerse- dîni sevmeyenler ve
özgürce/şeytanca yaşamak isteyenlerdir.
Cumhuriyet,
demokrasi, lâiklik dâhil tüm ideolojiler, İslâm’a karşı kurulmuş “paralel
dinler”dir.
Cumhuriyet, korkular üzerinde duran bir ideolojidir: “Geriye
dönme” korkusu. Bu nedenle sürekli olarak; “geriye dönmeyelim” söylemi yapılır
ve bu sürekli güncel tutulur.
Cumhuriyetin
10 yılda yetiştirdiği 15 milyon gencin bakiyesi, günümüzdeki “bozuk gençlik”tir.
Deizm
Deistler, deizmden yola çıkarak
dinleri terk etmemişlerdir; “dinleri terk ettikleri için” deist olmuşlardır.
Deizm
çoğaldı diyorlar. “Allah; sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsi hayâta karışmasın”
diyen herkes deisttir zâten.
Deizm, “sözde- “Allah’ı göklere
hapsetmek”tir.
Deizmin
tanrısını inkâr ediyorum!.
Demokrasi
1930-1945 yılında 6 yılda 60 milyon insan öldü. Bunların
ölümüne neden olanlar, demokrasiyle başa gelenlerdi.
An
îtibârıyla Dünyâ’da “sayılar”ın (demokrasi) iktidârı var.
Bir
şeyi demokrasiyle çözemediklerinde “daha fazla demokrasi” diyorlar. Bu nasıl
bir ahmaklıktır!.
Birilerini
F-16’larla bombalayıp öldürünce “demokrasi getirmek/silah gücü/savunma hakkı vs
oluyor; fakat kişi kendisini (mecbûren) canlı bomba yapıp patlattığında ve
karşı taraftan birilerini öldürdüğünde “terör” oluyor. Ve kendisine müslüman
diyenlerin büyük çoğunluğu buna inanıyor ve bunu kabûl ediyor. İşte
medya/teknoloji büyüsü bu. Bu oyuna ancak câhillerle ahmaklar inanır ve
katılır.
CHP’nin
“altı ok”u, lâik-seküler-profan demokrasi ve liberâl-kapitâlist sömürü yine
yürürlükte.. Eee, ne değişti ki?
Demokrasi
“at gözlüğü”dür. Görmekten çok görmemeyi sağlar.
Demokrasi
bir “din”dir.
Demokrasi
bir “fırsat eşitsizliği”dir. Gariban hiç-bir zaman zenginler gibi fırsat
yakalayamaz.
Demokrasi
bir “hırs kavgası”dır.
Demokrasi
bir “mutlu azınlık” sistemi ve yönetimidir.
Demokrasi
bir “sürü sistemi”dir. Baştaki çoban, binlerce “koyunu” güder.
Demokrasi bir “uyandırma” değl,
“uyutma projesi”dir.
Demokrasi
hiç-bir zaman iyi bir Dünyâ kuramaz. Çünkü herkes aynı olamaz.
Demokrasi
kapsamında verilen oylar, gayr-ı ilâhi sistemlere ve onun taşeronluğunu
yapanlara gider.
Demokrasi
ve onun eylem şekli olan oy kullanma, İslâm’ın hükümleri göz-ardı edilmeden
savunulamaz.
Demokrasi
ve oy kullanma, “mutlu azınlık değişimi” savaşıdır.
Demokrasi,
“%49’u iplememek”tir. Zîrâ %49, -demokrasiye îman etmiş olsa da-, sonucu aslâ
kabûl etmeyecektir.
Demokrasi,
“Allah’a îman” iddiâsına bir şey demiyorsa da, “Allah’a itaat” edilmesine
zinhar izin vermeyen bir sistemdir.
Demokrasi,
“beyaz müslümanlar”ın ve “mutlu azınlıklar”ın sigortasıdır.
Demokrasi,
“birileri” tarafından kullanılan bir puttur. O “birileri”, demokrasiyi paravan
yaparak ilahlık taslayanlardır.
Demokrasi,
“devlet yükü”nün halkın omuzlarına yüklendiği sistemdir.
Demokrasi,
“gündemi İslâm’ın belirlemesine izin vermeme” ideolojisidir.
Demokrasi,
“halkın kendi-kendini yönetmesi” değil, “halkın kendi-kendini uyutması”dır.
Demokrasi, “halkların afyonu”dur.
Demokrasi,
“hayâl kırıklıkları toplamı”dır.
Demokrasi,
“hevâ ve heves oy-unu”dur.
Demokrasi,
“kula kulluk sistemi”dir.
Demokrasi, “küçük devletler”in yönetim şeklidir.
Demokrasi,
“mücâhit”leri “müteahhit” yapar.
Demokrasi,
“oligarşi”yi gizleyen bir paravandır.
Demokrasi,
“vahiy-merkezli dîni işlevsiz bırakmak” ve yerine, “kâlplere-vicdanlara ve
zihinlere hapsedilmiş bir din yapmak” demektir.
Demokrasi,
batı’nın ve küresel güçlerin, yeni pazarlar arama projelerinin ideolojisidir.
Demokrasi,
bir “derin devlet” yönetimidir.
Demokrasi, bir “iç savaş”tır.
Demokrasi,
hakka-hakîkate, adâlete-eşitliğe düşmandır.
Demokrasi,
halkın kendi-kendini yönetmesi değil, halkın kendi-kendini kandırmasıdır.
Demokrasi,
ilk düğmenin yanlış iliklenmesidir.
Demokrasi,
insanı pasifleştirme ideolojisidir. Artık 5 yıl boyunca insanın “gık”ı bile
çıkmaz.
Demokrasi, insanları monarşiden kurtarıp(!), “çok erk”li bir
yapıya mahkûm etmiştir.
Demokrasi,
İslâm’a “yama” yapılmaya çalışılan “paralel bir din”dir. Oysa İslâm yama kabûl
etmez.
Demokrasi,
İslâmî-fıtrî kânunların iptâli; şeytânî-tâğûtî-nefsî arzuların ikâmesidir.
Demokrasi,
kapitâlizmin maşasıdır.
Demokrasi, monarşiye karşı oluşturulmuş bir “çoğunluk sistemi”dir.
Demokrasi, nazarî (teorik) seviyede kalmaya mahkûmdur.
Hiç-bir zaman tam anlamıyla pratiğe dökülemez.
Demokrasi, Samîri’nin biraz ordan biraz burdan katarak ortaya
çıkardığı böğüren bir buzağıdır.
Demokrasi,
şûrâ’nın kanserleşmiş hâlidir.
Demokrasi,
tüm insanlara demokrat bir düşünme şekli dayatan baskıcı bir yönetim şeklidir.
Demokrasi:
Herkesin aynı düşündüğü, davrandığı bir ideolojidir.
Demokrasi;
“körler”in ve “sağırlar”ın birbirini ağırlamasıdır.
Demokrasi;
küresel tâğutların, liberâl-kapitâlist sömürü sistemini sürdürmek için
kullandıkları bir maşadır.
Demokraside
orman kânunları hâkimdir, her zaman “güçlüler” kazanır.
Demokraside
şirkten kurtulmak mümkün değildir.
Demokrasiden
en çok demokratik ülkelerin lîderleri nefret eder. Onlar alttan-alta monarşiye
hayrandırlar çünkü.
Demokrasilerde
çıkarılan kânunlar her zaman zenginlerin lehine, fakirlerin ise aleyhinedir.
Demokrasilerde
hep, ilâhi yasalara ters yasalar çıkarılır.
Demokrasilerde
her zaman iki kesim kazanır: 1- Demokrasiyi kuran küresel tâğutlar ve onların
yerel taşeronları. 2- Tevhîdî bilinçle oy kullanmaktan uzak duranlar.
Demokrasilerde
kimse kimseye karışamaz; İslâm’da ise, herkes birbirinden sorumludur.
Demokrasilerde makam ve mevkîler, ehliyet ve liyâkat ile
değil; parayla alınır.
Demokrasilerdeki
iç-çatışma, “bâtıl-bâtıl çatışması”dır.
Demokrasinin
istediği vatandaş tanımı: “Ben sâdece demokrasiye uyarım” diyen insandır.
Demokrasinin
lîderlerinin otoritesi o kadar ileri ki, hiç-bir padişah ve kral bu derece
otorite değildi. Çünkü padişahları ve kralları “din” sınırlıyordu.
Demokrasinin
şeytan-işi bir pislik olduğunu herkes biliyor da... Kabûl etmek istemiyor.
Demokrasinin
tutarlı olabilmesi için halkın tamâmının entelektüel olması gerekir. Fakat bu
sefer de ortalık çöpten geçilmez hâle gelir.
Demokrasiye
“kız” giren “dul” çıkar.
Demokratik
sisteme oy vererek destek olanlar, seküler post-modern sisteme göre düşünüp
hareket ediyorlar.
Demokratik-beşerî
yönetimler, Peygamberimiz’in vahiy-merkezli yönetiminin yanında fiyaskodur.
Diyorlar
ki “oy kullanmayanlar ikinci sınıf vatandaştır”. Bu söz liberâl-demokrasiye
göre doğrudur. Evet; oy kullanmayanlar ikinci sınıf vatandaştır. Fakat oy
kullananlar da “üçüncü sınıf kuldur”lar.
Îtikatta
tek kaynak olarak Kur’ân’ı kabûl edenler, amelde de tek kaynak olarak
demokrasiyi kabûl ediyorlar.
Rabbim!;
bizi seçimlere ulaştır da, oy kullanmayarak “şirk sistemi olan demokrasi”den
berî olduğumuzu gösterelim.
Şehitlik,
Allah için ve Allah yolunda olur. “Demokrasi şehidi” olmaktan Allah’a sığınırım.
Zannederler
ki demokrasi vahyin himâyesinde; oysa muhâfazakâr için demokrasinin îtibârı AKP
sâyesinde.
Devlet
Bâzı
arkadaşlar bana; “sosyâl medyadaki paylaşımların çok tehlikeli, başına belâ
alırsın” diyorlar. Merâk etmeye gerek yok. Devlet sosyâl medyaya; “insanlar
içindekilerini -sözleriyle- döksünler de rahatlasınlar diye bir şey demez.
Facebook, Twitter vs. gibi sosyâl ağlar, insanların “gazlarını almak” için tam
da devletin aradığı şeydir.
Devlet
Başkanı’nı ihtâr etmeyenler “âlim” değildirler; “entelektüel”dirler sâdece.
Devlet düzeni, tüm târih boyunca hiç-bir zaman “çok sağlam”
olmamıştır.
Devlet;
yaptığı isrâfın, kötü yönetimin ve beceriksizliğin faturasını, her-şeye en az
%25 zam yaparak halka çıkarmaktadır. Bu bir zulümdür.
Devlet-bütünlüğü
kaybolunca, dînî bütünlük de kayboluyor. Tersi de geçerli.
Devlete
karışmayan din, bir din değil, bir felsefedir.
Devleti
batı’ya göre dizayn etmek, “batı’ya domalmak” demektir.
Devleti
dinsiz bırakmak, dîni de devletsiz bırakmak demektir. Lâiklik bu nedenle
çift-yönlü bir zarâra yol açar.
Devletin
“değiştirilmesi teklif dâhi edilemeyecek kânunları”na laf edemeyenler,
Kur’ân’ın hükümlerinin, “modern zamâna uymuyor(!)” diye değiştirilmesi
gerektiğini savunuyorlar.
Devletin
dar gelirli vatandaştan kolayca vergi toplamasının bir yolu da, şans
oyunlarının çeşidini arttırması ve bu oyunları, vergi alarak desteklemesi ve
teşvik etmesidir.
Devletlerin
de gençlik ve yaşlılık dönemleri vardır. Yaşlılık dönemlerinde gençlik
dönemlerindeki gibi davranmalarını bekleyemezsiniz.
DİB,
Türkiye’de din ve devletin ayrılmadığının ispâtıdır.
Edirne’deki
hutbe ile Hakkâri’deki hutbenin aynı olması, diyânetin-devletin, müslümanları
sürüleştirdiğinin bir göstergesidir.
Eğer
“sivil” olunmuşsa ve kurumlaşılmışsa, o toplum devlet tarafından denetim
altında tutuluyor demektir.
Ey
müslümanlar!, samîmice cevap verin; devletlerin yasaları mı daha üstündür;
yoksa Kur’ân’ın yâni Allah’ın yasaları mı?.
Fâiz
gelirlerinin devlet kasasına girerek “yarar(!) sağlaması, fâizin “şeytan işi bir
pislik” olduğu gerçeğini değiştirmez.
Hangi
sorunu konuşsak, iş “İslâm Devleti’nin yokluğuna” varıp dayanıyor.
Hiç
kıvırmaya gerek yok. İslâm elbette;
kâlplere-vicdanlara-zihinlere-ülkeye-devlete-dünyâya-hayâta hâkim olmak isteyen
bir dindir.
Huzur
İslâm’dadır sözünün tam metni; “Huzur İslâm Devletindedir” şeklindedir.
İki
ortak bile bir iş üzerinde anlaşamazken, devletin yönetiminde yüzlerce ortağın
(parlamento) anlaşabileceğini düşünmek safdillik olur. Bunların
anlaşamamazlığının cezâsını halk çekecektir.
Kurumsallaşıldığında,
devletin denetimine/kontrolüne ve güdümüne girilir. Seküler devlet içinde kurumsallaşmak,
“devlete bağlanmak”tır ki, bu İslâm’a aykırıdır.
Mürcie;
devleti ve lîderi aşırı yüceltmenin ve körü-körüne tâbi olmanın bir sonucudur.
Nasıl ki sağlık konusunda hastalığı tedâvi etmekten ziyâde
hastalıktan korunmak önemli ise; suç konusunda da, suçu cezâlandırmaktan
ziyâde, suçu önlemek ve önlemeye çalışmak önemlidir. İyi devlet, suçu
cezâlandırmaya değil, önlemeye çalışan devlettir.
Paralel’in ihâneti, Türk Devleti’ne olan ihânetten çok, İslâm
Dîni’ne olan ihânettir.
Sivil-toplum
kuruluşları, devletin kendilerine teorikte tanımladığı ama pratikte vermediği
hakları almak için oluşturulmuş toplumsal yapılardır. Fakat “Allah’ın verdiği
hakları kullanmak” düşünceleri yoktur. Böyle olunda da Allah’a değil, devlete
tapma şekli ortaya çıkıyor.
Şerefsizliğin zıddı, Kur’ân-merkezli İslâm Devleti’dir.
Tepeden-inme
devletler, yine ancak bir “tepeden-inme” ile bertarâf edilebilir.
Totaliter
devlet, “farklı” olana imkân ve söz-hakkı vermeyen devlettir.
Ulus-devletler
“medeniyet” üretemez.
Din
Ağızdan
çıkan her sözü kaydetmek, bir zaman sonra o sözün “din” hâline gelmesine neden
olabilir.
Arkeoloji,
aynı-zamanda bir “dîne karşı din” projesidir. Eski uygarlıkları İslâm
medeniyetinin yerine ikâme etme projesi.
Bedir, Uhud vs. savaşları, bir “din savaşı”dır.
Bir
şeyin din ile alâkasının olmaması demek, Allah ile alâkası olmaması demektir.
Allah’tan bağımsız bir şey olamayacağına göre, din ile alâkalı olmayan bir şey
de olamaz.
Bozulmanın
nedeni din ise, düzeltmenin sebebi de “din” olacaktır.
Çanakkale’de
savaşanlar, Kur’ân ve din uzmanı değillerdi.
Çâresizlik, hurâfeyi din hâline getirir. Çâresizlik sırasında
insanlar her türlü hurâfeye kolayca inanabilirler.
Çelişkiden
din olmaz.
Din
“duygusal” değil aklîdir. Zâten aklî olan, insanı kendine getirirken; duygusal
olan ise, insanın aklını başından alır.
Din
“kutsal” değildir. Yada din kutsaldır fakat kâinat da kutsaldır, insan da
kutsaldır.
Din
azalınca milliyetçilik başlar. İnsan “değer”siz duramaz çünkü. Gerçeği yoksa
sahtesine sarılır.
Din
bir “hayat felsefesi” değil, “hayat tarzı”dır.
Dîn bir “mal” hâline gelince, “mallardan bir mal” oldu. Artık
o malı alıp-almamak arasında fark kalmadı.
Din
devleti yoktur diyenler, “devletin dîni”ne uyanlardır.
Din
düşmanlarını rahatsız etmeyenler “âlim” değildir.
Din
hayâta hâkim değilse, kötülüklerin-yanlışlıkların faturası dîne çıkarılamaz.
Din
hayattan uzaklaştırılıp zihinlere ve vicdanlara hapsedilince, “küresel bir
bunalım” sardı Dünyâ’yı.
Din ile ilgisi olmayanlara bu ilgisizliği hatırlatıldığında
neden bozulurlar ki?.
Din
ile modern-bilim arasında çatışma var mı? diye tartışılıyor. Yav çatışma zâten
din ile modern-bilim (ilim değil) arasındadır.
Dîn
mevcut dünyâya göre değil, mevcut dünyâ dîne göre yorumlanıp değiştirmelidir ki
bu, eleştirel bir yorum ve değiştirme olacaktır.
Din
ve devlet işlerinin ayrılması (lâiklik), “dînin göz-ardı edilmesi ve Dünyâ’ya
öncelik verilmesi” projesidir.
Din
ve devlet işlerinin ayrılması lâikliğe yetmez, lâiklik, dînin devlet güdümüne
sokulmasını ister.
Din,
“en doğru olarak”, okumakla değil, yaşamakla öğrenilir.
Din,
“kırmızı çizgi” (sınır) demektir
Din,
“neyse o”dur.
Din,
“Peygamber’in yaşadığı”dır.
Din,
bir disiplindir. Ne kadar disiplinli iseniz, o kadar dindar olursunuz.
Din, bir yönetim-şeklidir; iç âlemin ve dış âlemin yönetimi
için.
Din,
devletten soyutlanınca, insanların kâlbinden de soyutlanıyor.
Din,
ilim ve ameldir. İnsan rûhu, ancak ikisi birlikte olursa mutmain olur.
Din,
inattır; dinsizlik gibi.
Din, siyâset, para.. Bu üçünün uyumu, iyi bir yönetimin ve
güçlü bir devletin varlığını sağlar.
Din,
tâğutların sömürüye ara verdikleri dönemde ilgilenilecek bir konu değildir.
Din
yâni İslâm vicdanlarda kalmalıysa; Atatürkçülük niye vicdanlarda kalmıyor da
hayâtın jandarmalığını yapıyor?.
Din/İslâm
muhabbeti, geyik-muhabbeti değildir.
Din/İslâm,
neyin söylendiği ile değil, neyin göze alındığı ile ilgilenir.
Din-adamlarının
elinden kurtulup, tahrif olmuş dinlerine dönen batı’lılar, Dünyâ’yı şimdiki
mevcut hâle getirdi. Demek ki tahrif olmuş metinler, din-adamlarından bile daha
tehlikelidirler.
Dinde
muhâfazakâr, Dünyâ’da modern olmak, “modern-muhâfazakâr müslümanlık” denilen
şeydir.
Dinde
zorlama yoktur, ama dinsizlikte zorlama vardır.
Dinden
nefret eden müslümanlar var.
Dinden
neş’et etmeyen tüm fikirler ya hatâlıdır, ya eksiktir, yada yanlış.
Dîne düşmanlık, doğal-fıtrî olana düşmanlıktır.
Dîne
karşı din, “şeytanın vahiyleri”nden oluşur.
Dîne
teslim ol(a)mayanlar; dîni teslim almaya kalkarlar.
Dîne
zulmeden cemaatlere karşı bir “cemaat” lâzım.
Dîni
“çağa uygun olarak” yorumladığınızda, artık “çağ” özne, “din” ise nesne olur.
Oysa din çağa değil; çağ dîne uymalıdır. Müslümanların görevi çağı dîne
uydurmaktır.
Dînî
bir sapıklığın cezâsı, “dünyevî sapıklık”tır.
Dîni
değerler yitirildiğinde, kör bir milliyetçilik başlar.
Dîni
devletin içinden uzaklaştırmak (lâiklik), “Allah’ı (dolayısıyla da adâleti)
devletten uzaklaştırmak” anlamına gelir.
Dîni
doğru anlamanın ilk şartı, “îman”dır.
Dîni
hayattan koparmak, “sünneti hayattan koparmak” ile olu(yo)r.
Dîni kaldırdığınızda, geriye sapıklıktan başka bir şey
kalmaz.
Dînî
olana, hiç sorgulamadan-araştırmadan, yâni körü-körüne bağlanmak nasıl dogma
ise; lâik-seküler-demokratik-liberâl-kemalist-kapitâlist-konformist sistemlere
de hiç sorgulamadan körü-körüne bağlanmak dogmadır.
Dîni
olmayanın, îmânı da olmaz.
Dîni
sapıklığın şamarını yemiş olanlar, dünyevî sapıklığa sığınmak zorunda kalı(yo)rlar.
Dîni
sekülerleştirdiğinizde yâni dîni dinden-Kur’ân’dan bağımsız yorumlamaya
başladığınızda ortaya felsefe-tasavvuf çıkar. Felsefe-tasavvuf, dînin fesada uğratılmış
şeklidir.
Dîni
vicdanlara hapsetmek “vicdansızlık”tır.
Dînî
yada dînin geçerli olduğu bir devirden, dînin terk edildiği bir devire geçmek,
“ilerleme” değildir.
Dîni,
hayattan uzaklaştırıp vicdâna hapsedenler, “bir cezâ olarak” mutlakâ
sapıtırlar.
Dînî-İslâmî
şiddet, seküler şiddetin yankısı-yansımasıdır. Bu seküler şiddet çok fazla
sofistike (karmaşık, yanıltmalı) olduğundan, insanlar onu şiddet olarak görmüyor.
Dînin aleyhine verilen her tâviz, şirkin lehine kapı
açar.
Dînin
değerlerine aykırı olan “doğru”lar “kötü”dür. Dînin değerlerine uygun olan
“yanlış”lar “iyi”dir.
Dînin en güzel şekilde nasıl uygulanacağı, “Kur’ân’a
bakarak” değil, “Peygamber’e bakarak” anlaşılır ve öğrenilir.
Dînin
fıkhını Kur’ân’dan değil de mezhepten/târikattan alırsanız, zulüm yapmanız
kaçınılmaz olur.
Dînin
gönderiliş nedeni, “dînin nedeni” değildir.
Dînin
hayattan bağımsızlaşması, “dînin Dünyâ’dan bağımsızlaşması” anlamına gelir.
Dînin kânûnen yürürlükten kaldırılması olasılığından rahatsız
olmayacak olanlar, sâdece “psikolojik müslüman”dırlar.
Dînin
meşrûiyetini bilime bağlamak, “dîni bilimin nesnesi kılmak” anlamına gelir.
Dînin
olmadığı bir yerde medeniyetin ne işi var?.
Dînin
tahrifi ve tahribi, “dindar(!)”ın dönüşümü ve tahrifiyle başlar.
Dînin;
sosyâl, ekonomik, kültürel ve siyâsal olarak hayâta yansımasını istemeyenler,
aslında “dîni çok da takmıyorlar” demektir.
Dîniniz,
“kabûl ettiğiniz”dir.
Din-kültürü
ile ilgili etkinlikler yapmak, din ile ilgili işler yapmak demek değildir.
İslâmî hareket ise hiç değildir.
Dinler-arası
diyaloğa gerek yok, Müslümanlar-arası diyalog gerekli.
Dinsiz siyâset, “halkı kandırma sanatı”dır.
Evrensellik
iddiâsı olan tek din İslâm’dır.
Herkese hitap etmeyen şey din olmaz.
İki
çeşit din vardır: 1-Uydurulan ve yönlendirilen din. 2-İrticâ da denen
(indirilen) gerçek din.
Milliyetçilik,
“dinden verilen tâvize” yapılan “yama”dır.
Muâsır
medeniyet seviyesine ulaşmanın şartı, dinden tâviz vermektir.
Tüm zamanlarda insanlar, dîni hayatta uygulamayı bırakıp,
hayatta “uygulanmakta olan”ı “din” olarak kabûl etmiştir.
Uygulanmayan
din, birileri tarafından “babalarının malı” gibi kullanılı(yo)r.
Yaratılışı
değil de evrimi savunmak, “biyolojiyi din edinmek”le sonuçlanır.
Diyânet
Diyânet
de “dîne karşı din”dir.
Diyânet
İşleri Başkanlığı’na ayrılan bütçe 6.5 milyar (2018 îtibârıyla 6.5 Katrilyon)
TL’dir. Bu para aslında, “İslâm’ı hayattan uzaklaştırıp, vicdanlara hapsetme”ye
ayrılan paradır.
Diyânet,
lâik bir kurumdur.
Diyanetin
görüşleri vahiy değildir. Buna rağmen insanların o görüşlerle kesin vahiy gibi
inanmalarının nedeni, resmiyete olan güvenlerinden dolayıdır.
Doğallık
Bir
şeyin etkisi varsa yan-etkisi de vardır. Her-şeyin yan-etkisi zararlı değildir.
Doğal şeylerin yan-etkileri zararsızdır. Zîrâ Allah’tan “kötü” sâdır olmaz.
Doğal
olan ev, “sâhibiyle birlikte ölen ev”dir.
Doğal
olan, “sürdürülebilir” olandır.
Doğal olmayan eşyâ stres yapar.
Doğal
sesler bizi rahatsız etmez, çünkü müslümandırlar.
Doğal
ve normâl toplum, “tarım-hayvancılık ve küçük esnaf şeklindeki toplum”dur.
Doğala,
normâle ve fıtrata aykırı olan her-şeyin bereketi azalır ve mutlakâ bir sıkıntı
yapar.
Fıtrata-doğala-normâle
aykırı bir iş yapılacak ve bir sorun çıkmayacak.. Bu imkânsızdır.
Gariban,
hem doğal yaşamdan, hem de modern yaşamdan mahrumdur.
Kafeste kuş, akvaryumda balık beslemek doğru değildir. Çünkü
bu “onların alanlarını daraltmak ve onları doğal ortamından koparmak” demektir.
Buna, saksıda çiçek yetiştirmek bile dâhildir. Çiçek, saksıdayken alanı daralır
ve doğal ortamından kopmuş olur.
Kanserin
en önemli belirtisi “büyüme”dir. Doğal olmayan ekonomik büyümeler de “sosyâl
kanser”dir.
Normâlde ve doğallıkta insanların her-birinin kokuları
farklıdır. Modernizm, ürettiği parfümlerle insanların kokularını bile benzer
hâle getiriyor.
Son
250 yılık târih, “doğal-fıtrî olan” üzerine, “doğal-fıtrî olmayan”ın
tahakkümünün târihidir.
Şu koca evrende bir tek Dünyâ’da kötülük var. O da doğal
değil.
Uzun
zorunlu eğitim süreçleriyle insanlara bir beceri kazandırmaya çalışıyorlar.
Oysa bu uygulama “doğal beceri”leri köreltmektedir.
Zararlı
olan şeyler aşırı bağımlılık yapar. Tüketimleri de “doğal” değildir. 20-30
sigarayı arka-arkaya içebilirsiniz ama 20-30 bardak ayrını arka-arkaya
içemezsiniz.
Doğru
Bâzı doğruları söylemek “itici” olabilir. İtici olması o
doğrunun “doğru” olduğu gerçeğini değiştirmez, fakat doğruyu da doğruca ve
güzelce söylemek gerekir.
Bir
fikrin doğru-olup-olmadığı, hayâta geçirildiğinde görülüp bilinebilir.
Bir
teori oluşturduğunuzda, artık tüm hayâtı o teoriyle yorumlayabilirsiniz. Fakat
bu yorumlar genelde yanlıştır. En doğru yorumlama ancak İslâm-merkezli
yorumlama ile olur.
Birbirine zıt olan doğrular olmaz. Fakat birbirine aykırı
olmayan bir doğrudan daha doğru olan doğrular vardır.
Doğru bilgi kendini belli eder.
Doğru
yolda gittiğinin delîli, peygamberlere yapılan suçlamaların benzerinin sana da
yapılmasıdır.
Doğru,
herkese göre değişen bir değer ölçüsü değildir. Doğru, “Allah’a göre doğru”
olandır.
Doğrunun
bir ağırlığı ve dolayısıyla bir yükü vardır. O yükün altına girmek istemeyenler
yalanlara sığınırlar.
Doğruyu tatlı dilden ziyâde öfke daha
iyi dile getirir. İki kere ikinin dört olduğunu sert bir şekilde söylersiniz
meselâ.
Herkesin “kendi doğrusu”nun olduğu bir toplumda, hakîkati
anlatmak ne kadar da zor.
Hiç-bir
şeyin tam karşısında ve tam yanında olmamak lâzım. Çünkü hiç-bir şey %100 doğru
ve %100 yanlış değildir. Zulümler hâriç tabî ki. Ancak Kur’ân/vahyin %100
yanında olmak lâzım ki, Kur’ân, Hak-Hakîkat ve Adâlet-eşitlik yanındadır. Böyle
olunca Kur’ân’ın “birilerinin” tarafında olmadığı ortaya çıkar.
Sınavlarda 3 yanlış 1 doğruyu götürür. İslâm’da ise, tek bir
şirk, tüm doğruları götürür.
Sürekli
döngü ve değişim hâlinde olan evrene bakarak “doğru”ya ulaşılamaz, ancak “şüphe”ye
ulaşılabilir. Doğruyu aramak isteyen, vahye bakmalıdır.
Şu-anda
insanların en büyük doğruları, insanlık târihinin en büyük yalanlarıdır.
Varlık,
araştırdıkça karmaşıklaşan bir özelliğe sâhiptir. Zîrâ en doğrusunu sâdece
Allah bilir.
Doğu
Doğu
medeniyeti ile Dünyâ’ya yüzlerce yıl hâkim olan Türkler-Müslümanlar, batı
uygarlığı ile, hatırı sayılır bir başarı bile yakalayamadılar.
Doğu, batı tarafından târih boyunca “öteki” olarak
görülmüştür.
Doğu’da
ve İslâm ülkelerinde savaştan kaynaklanan “zulüm nedeniyle” babasız kalan
çocukların “bir cezâ olarak” karşılığı; batı’daki, “evlilik-dışı” doğumdan
dolayı yâni “ahlâksızlık nedeniyle” babasız olan çocuklardır.
Doğu’nun batı karşısında (modernizme göre) gerilemesinin
nedeni, “doğu’nun gerilemesi” değil, “batı’nın hızlı ilerlemesi”dir. Doğu’nun o
“hızlı ilerlemeye” ayak uydur(a)mamasının nedeni ise, batı’nın ilerleme
tarzının din-merkezli olmadığından dolayı zulüm üretecek olmasıydı ki bu modern
ilerlemenin faturasını mazlumlar ağır bir şekilde ödemişlerdir-ödüyorlar. Yâni
doğu, batı tarzında ilerleseydi, batı gibi zâlim olurdu.
Doğu’yla
şirk koşunca şirk oluyor da, batı’yla şirk koşunca şirk olmuyor mu?.
Orta-doğu’da
olan şey, bir sömürgeleştirme ve sömürge olmaya direnme mücâdelesidir.
Son
2.000 yıllık ortadoğu târihi, “Haçlı Seferleri” târihidir.
Dünyâ
Barışın
olmadığı bir Dünyâ, “savaş” meydanıdır.
Bâzıları,
felsefe ve sosyolojiyi gereksiz alanlar olarak görüyorlar ve matematiğe
yönelinmesini savunuyorlar. Bilmiyorlar ki, Dünyâ şu-anda, 1.700 ve 1.800’lü
yıllarda yaşayan filozof ve sosyologların düşünceleriyle yönetiliyor.
Bir
günahın Dünyâ’daki cezâsı, “daha fazla günah”tır.
Bir
nesli tam “düzelttik” ve “yetiştirdik” derken, düzeltilecek ve yetiştirilecek yeni
bir nesil yetişmiş olur. Böylece insanı düzeltmenin ve yetiştirmenin sonu
gelmez. Sonuçta da Dünyâ düzeltilmeden kalmış olur. Ne Dünyâ’yı düzeltmeden
insanı, ne de insanı düzeltmeden Dünyâ’yı düzeltebilirsiniz. İkisinin berâber
düzeltilmesi şarttır. Nitekim Peygamberimiz de Kur’ân (düzeltici) tamamlanmadan
yâni daha yarısı inmemiş iken Dünyâ’yı düzeltme işine (hicret) başlamıştı.
Biz bu Dünyâ’ya ölmeye değil, yaşamaya geldik.
Kur’ân-merkezli yaşayanlara selâm olsun!.
Bu
Dünyâ/âlem ile yetinen insan, zavallı bir insandır.
Bu
Dünyâ’ya bir format atmak lâzım. Bu format, “vahiy penceresi” (Windows Vahiy)
işletim sistemi olmalıdır.
Buhranlar
içindeki Dünyâ’nın tek çâresi, “çıtayı düşürmek”tir.
Dünyâ
80-90’lı yıllarla birlikte üretim-merkezli olmaktan çıkıp tüketim-merkezli bir
yola girdi. Çünkü bu süreci başlatan Avrupa ülkelerinde tarım yapacak alan ve
iklim müsâit olmadığından, ticârete yöneldiler. ABD ise zâten bir tüketim
kültürüdür.
Dünyâ
aslında bir törpüdür.
Dünyâ
bir “imtihan dünyâsı” olduğu için, târih boyunca “aydınlık dönemler”den ziyâde,
daha çok “karanlık dönemler” yaşanmıştır.
Dünyâ
bir “maskeli balo salonu”dur, “maske” takmayı kabûl etmeyenler salona
alınmazlar.
Dünyâ
bir imtihan dünyâsıdır ve bundan kurtuluş yoktur. Fakat müslümanlara ne oluyor
ki, dünyevileşerek imtihanı zorlaştırıyorlar ve hayâtı çekilmez bir hâle
getiriyorlar?.
Dünyâ
cenneti, İslâm Devleti’dir.
Dünyâ
egemenliği döngüseldir. Doğu’dan başlar, batı’ya doğru kayar; daha sonra daha
da batı’ya kayar ve en sonunda en batı’ya kayarak yeniden doğuya gelir.
Dünyâ
genelinin mevcut genel politikası, “ABD’nin çıkarlarını korumak” üzerine
seyrediyor.
Dünyâ
hayâtını âhirete tercih etmek günah ve suçtur. Bu suçun bir cezâsı vardır ve bu
suçun cezâsı bizzat o şeyin kendisidir. Yâni âhirete rağmen Dünyâ’yı tercih
etmek bir cezâdır.
Dünyâ
kronik bir hastalığa yakalanmıştır, ilaç tedâvisi işe yaramıyor. “Ameliyat”
(operasyon) şart oldu.
Dünyâ
seni kesmiyorsa, sen Dünyâ’yı kes.
Dünyâ
son 150 yıldır “modernizm seli”nde boğulmaktadır.
Dünyâ
şu-anda, “hırs”ın kuşatması altındadır.
Dünyâ
târihi, “iktidar mücâdelesi” târihidir.
Dünyâ ve madde “karanlık” gibidir, karanlığın aslî varlığı
yoktur, karanlık ışığın yokluğudur, ışık gelince karanlığın olmadığı anlaşılır,
ölüm gelince de maddenin “el hak” olmadığı anlaşılır, hak gelince bâtıl yok
olur. Yada “el hak” gelince “hak” yok olur.
Dünyâ,
“reel politik”in cenderesinde sömürülüyor.
Dünyâ,
“yaşanmışlık” manzarasını, “kirlenmişlik” manzarasına bıraktı.
Dünyâ,
-çok azı müstesnâ- 8 milyar “fabrikasyon insan” ile doldu.
Dünyâ’da
bir “bereketsizlik” var.
Dünyâ’da
bir eşitlik oluşturulmak isteniyor. Fakat bu eşitlik, “adâletsiz bir eşitlik”tir.
Dünyâ’da
çoğu zaman insanın “gönlüne göre” olmaz, zîrâ Dünyâ “cennet” değildir.
Dünyâ’da
hak-hakîkat ve adâlet-eşitlik ancak, Allah’ın kânunları olan Kur’ân ile
hükmedildiğinde gerçekleşir.
Dünyâ’da
iki tür insan vardır: 1-Onurlu ve orta-hâlli bir hayat yaşamak isteyenler.
2-Refah ve zevk içinde yaşamak isteyenler.
Dünyâ’da sınırsızca yaşamanın bir
karşılığı yoktur.
Dünyâ’da
ütopya kurmaya çalışmak, distopya ile sonuçlanır.
Dünyâ’da
ve kâinatta ilkel bir şey yoktur ve hiç-bir zaman bir ilkellik yaşanmamıştır.
Mükemmellikten bir-önceki hâl hiç-bir zaman yaşanmamıştır.
Dünyâ’da,
“değiştirilemez” zannedilen ne “beşerî kânunlar” çıkartıldı ki, şu-anda esâmisi
bile okunmuyor.
Dünyâ’daki
bütün bilgileri toplasanız, “sahih bir îman”ın yerini tutmaz.
Dünyâ’daki
savaş, silah üreticileri ile, teknoloji-yazılım-internet üreticileri arasında
sürüyor. Biri savaş isterken diğeri barış istiyor. İkisi de, “kendi istedikleri
ortam olduğunda” zenginliklerine zenginlik katabiliyorlar çünkü.
Dünyâ’daki
sorunların ana nedeni, “ilâhi sistem” yerine, “beşerî sistemler”e uymaktır.
Dünyâ’daki
sözde çözülemeyen ve tartışılıp duran dîni sorunların çoğu hristiyan dîninden
kaynaklanır. İslâm’ın sorunları değildir o sorunlar.
Dünyâ’dan
ferâgat etmeden cennet hak edilemez. Peygamberlerin içinde göbeğini kaşıya-kaşıya
yaşayan bir peygamber örneği yoktur.
Dünyâ’dan
kısmadan, İslâm’ı-Müslümanlığı yükseltemezsiniz.
Dünyâ’lık
dertlerin çâresi, mânevi dertlerdir.
Dünyâ’nın %99’u, Dünyâ’nın %1’ini memnun etmek için
çalışıyor.
Dünyâ’nın
“büyük bir feth”e ihtiyâcı var.
Dünyâ’nın
altını üstüne getirmeye cesâret edemeyenler, “altın”ı üstün hâle getirirler.
Sonra da başlarlar ona tapmaya.
Dünyâ’nın
çok azı “yaşamak” için değişiklikler ararken, büyük çoğunluk ise “hayatta
kalma”nın peşinde.
Dünyâ’nın
demokratik eksende olmasının nedeni, 2. Dünyâ savaşı’nı “demokratik cephe”nin
kazanmış olmasıdır. 3. Dünyâ Savaşı’ndan sonra ise ne olacağı belli olmaz.
Dünyâ’nın
en kolay şeyi “yalan söylemek”tir.
Dünyâ’nın
en zengin ve en güçlü(!) ülkesi, “en çok tüketen”lerin ülkesidir.
Dünyâ’nın
geçici bir imtihan alanı, âhiret ve cennetin ise ebedî bir saadet yurdu
olduğuna inanan bir mü’minin “kaybedeceği” bir şey yoktur.
Dünyâ’nın
güç dengeleri, savaşların sonucunda oluşur ve değişir.
Dünyâ’nın
güç dengesi ya ekonomik krizler ile, yada savaşlar ile değişir.
Dünyâ’nın
hem kendisi hem de içinde yaşayanlar boşlukta yüzüyor.
Dünyâ’nın
kaynaklarını dibine kadar tüketmek isteyen zihniyet, doğal olarak evlenmek ve
çocuk yapmaktan korkuyor ve kaçınıyor.
Dünyâ’nın
konumunun mükemmelliği, tüm kâinâtın konumunun mükemmelliğinden 2 kat daha
fazladır. Çünkü Allah gökleri 2 günde düzenlerken, yeri 4 günde düzenlemiştir.
Yâni yere ayrıca bir önem vermiştir.
Dünyâ’ya
“nefsin penceresinden” bakmaya alışmış olanlar, nefse uygun olmayan şeyleri
idrâk edemezler.
Dünyâ’ya
bağlılığın derecesi, “âhirete îmân”ın zayıflığıyla ters orantılır.
Dünyâ’ya
istikâmet veren modern bilim, “hırsızlık”ın yanlış olduğunu dinden bağımsız
olarak delillendiremez.
Dünyâ’ya
tamah etmeme düşüncesi aşırıya kaçınca ters teper.
Dünyâ’yı
“mal” toplamakla geçirenler, âhireti “nal” toplamakla geçirirler.
Dünyâ’yı
dibine kadar yaşama hırsı, âhiret şüphesinden kaynaklanır.
Dünyâ’yı
İslâmî yönde değiştirmek çok zor bir şeydir. Fakat bunun bir kısa-yolu da
vardır: “Allah’ı râzı ederek O’nun yardımını celb-etmek”. İşte ancak O’nun
yardımı ile başarabilirsiniz bu işi. O yardım ederse mutlakâ olur. Aksi-hâlde
aslâ!.
Dünyâ’yı
kaosa çevirmiş olanların, bizi kaostan kurtaracağını beklemek ahmaklığın
kemâlidir.
Dünyâ’yı
keşfetmekten ziyâde, Dünyâ’yı fethetmek önemlidir.
Dünya’yı siyâsî alanda Fransa, felsefî alanda Almanya,
ahlakî alanda İngiltere, askerî alanda da ABD bozmuştur/bozuyor.
Dünyâ’yı
sorgulamayanlar, âhireti sorgulamaya başlarlar. Haz-merkezli mevcut Dünyâ’dan
şüphelenmeyenler, âhiretten şüphelenmeye başlarlar.
Dünyâ-dışı uzay “modern” değildir. Bu nedenle orada bir “uygunsuzluk”
görülmez.
Dünyâ-konforu
yerinde olanların, kafa-konforları da yerindedir. Fakat kafa-konforları yerinde
olanlar, yâni hiç-bir şeyi kafaya takıp da konforunu bozmayanlar, insan
görünümlü hayvanlardır. Belki de onlardan daha aşağıdırlar.
Dünyevî
haz, dinden verilen tâvizlere bağlıdır. Dinden ne kadar tâviz verirseniz,
Dünyâ’dan o kadar haz alırsınız.
Dünyevileşmenin
bir göstergesi de, “yapma”yı bırakıp “bilme” peşinden koşmaya başlamaktır.
Eğer
Dünyâ’da İslâm hâkim değilse, Dünyâ, çeşitli senaryoların oynandığı bir tiyatro
salonudur.
Ey
Dünyâ’yı değiştirmeyi düşünenler!.. Bilin ki, yaşadığınız ülkenin/Dünyâ’nın
kânunlarına ters hareket etmeden yâni “suç işlemeden” o değişimi
gerçekleştiremezsiniz.
Ey
mü’min; sen hem Allah’a ve Peygambere râm olmayı; hem de bu Dünyâ’da “gönlünce” yaşayabilmeyi mi
istiyorsun?
Garibanlık,
“Dünyâ’nın hızına yetişememek” demektir.
Haz
ve “hız”ın dinleştiği Dünyâ’da, yüksek hızda giderken bir şeyleri görüp fark-edebilmek
çok zorlaştı. Dünyâ’nın “acı bir fren”e çok ihtiyâcı var.
Her-şeyin
çok kırılgan olduğu bir Dünyâ’da en kırılgan olacak olan insandır tabî ki.
Kahramansız
bir Dünyâ’da yaşamak ne kadar da zordur.
Kandil
mesajı atmayı dindarlık zanneden insanların olduğu bir ülkede-Dünyâ’da yaşıyoruz.
Kırmızı
ışıkta geçmeyi bile göze alamayan insan, Dünyâ’yı kurtarma hayâlleri kurmasın
boşuna. Dünyâ “kurallara uyularak” kurtarılamaz çünkü.
Mazlum,
Dünyâ’yı yaksa günaha girmez.
Ne
yapmak gerektiğini mi soruyorsunuz: “Herkes bir başkası için yaşayacak”. Ancak
bu şekilde Dünyâ “barış yurdu” olabilir.
Şu-an
Dünyâ’da, Greko-Romen hâkimiyeti var.
Şu-anda
Dünyâ’daki politika ve modern insandaki düşünce: “Güçlüysen haklısın”
anlayışıdır.
Şu-anki
Dünyâ’nın (2015) her yaptığının/söylediğinin %90’ına îtiraz
etmeyen/eleştirmeyen kişiler, İslâm dîninin ne olduğunu hiç anlamadıkları gibi,
Kur’ân’dan da bi-haberdirler.
Tüm
kâinat Allah’ın akorduna göre güzel bir ses çıkarır. İnsan ise Dünyâ’yı bir-türlü
akord edememekte ve acının sesinden başka bir ses çıkmamaktadır.
Tüm
mü’minlerin şöyle bir hayâli olmalıdır: “Keşke tüm Dünyâ’yı bir “barış yurdu”na
(Dâr-üs Selam) çevirebilsem”.
Eleştiri
Bir
düşüncenin, sözün, eleştirinin; pratiğe döndüğünde teorik etkisi azalır, pratik
etkisi artar.
Eleştiri
yapmak için bilginin kırıntısına bile sâhip olmayanlar, işi mecbûren şova
dökerler.
Eleştiri,
îtiraz ve isyân bilinci olmayan toplumlarda hükûmetler, zamanla şirketleşmeye
başlar.
Eleştirilmekten
nefret edenler, övülmeyi çok sevenlerdir.
Eleştirilmeyen düşünce sapmaya başlar.
Eleştirmemek,
“leş”leşmektir.
Eleştirmeyen
adam câhildir.
Ey
dostlar! Beni söylemlerimle değil, eylemlerimle yargılayın ve eleştirin.
Kurulacak
İslâmî sistem, üzerinde mutâbakata varılmış ve halk tarafından da
eleştiriye-öneriye açık olan vahiy-merkezli bir sistem olunca, halk artık bu
sisteme ya seve-seve, yada sike-sike uyacak.
Küfre
ve şirke karşı “gık”ları bile çıkmayan ”medyatik hocalar”, sıra hadis ve
rivâyet eleştirisine gelince “bülbül” kesiliyorlar.
Tüm
zamanlarda ilâhi mesaj ve tebliğ-dâvetler, “servet eleştirisi” ile başlamıştır.
Erkek
Anne
ol(a)mayan kadınlar erkeksileşiyor.
Doğurganlığı
olanlar dişi, olmayanlar erkek, bu duruma karşı olanlar da sapıktır. Bu kadar
basit.
Erkeğin
tâciz-tecâvüzü, çoğu-zaman kadının tahrikinin bir sonucudur. Tâciz suç olduğu
gibi, tahrik de suç olmalıdır.
Erkek
çocuğu olmayanların soyları kesilmez, “soyları zirveye ulaşmış” olur.
Erkek
ve kadın arasında yaşanan, evlilik dışındaki hiç-bir ilişki “mâsum” değildir.
Erkek, “sen yaparsın” şeklinde “gaz vererek”; kadın, “süper
yapmışsın be!” şeklinde “yağ çekerek” motive olup harekete geçer. Yâni erkek
yapacaklarıyla; kadın ise yaptıklarıyla övülmelidir.
İyi
kadın, içinde Allah, dışında erkek korkusu olan kadındır: Nîsâ 34.
Şimdiki kadınların çoğu cinsini değiştirmiştir.
Erkeklere-özgü işlere ve hareketlere sâhip çıkarak anneliği ve kadınlığı terk
etmiş oldular. Kadınlığı erkekliğe tebdil ederek Allah’ın yaratışını
değiştirmişler ve Allah’ın sünnetine karşı gelmişlerdir.
Eskiden
Bir
düşünceyi ve hedefi, eskide yaşanmış bir ideâle bağlamayıp da, mevcut
pisliklerden birine mi bağlayacağız?.
Eski
devletler “çok dinli” idi. Şimdiki devletler ise “hiç dinli” (dinsiz) dir.
Eski
gelenekten kurtulma isteği, “yeni geleneğe kolayca bağlanma durumu”ndan
kaynaklanır.
Eski
putperestlik, bâzı kadınları “tanrıça” yapmıştı; modern putperestlik ise, tüm
kadınları “tanrıça” yapma yolunda.
Eski savaşlarda iki taraftan biri kesin gâlip gelirdi. Modern
savaşlar, netîcelen(e)meyen savaşlardır.
Eski
slogan olan “Türkiye lâiktir, lâik kalacak” sloganı öldü; yaşasın(!) “Türkiye
sekülerdir, seküler kalacak” sloganı.
Eski
Türk’lerin Tanrı inancı “Gök Tanrı” inancıydı. Yeni Türk’lerin Tanrı inancı da
aynıdır.
Eski
Türklerin dîni, “gök-tengri” dîni idi. Bu dindeki tanrı; adı üstünde; “gök-tanrı”=“göğün
tanrısı” idi, “yerin tanrısı” değildi. “Yerin tanrısı”, sonu “han” ve “kan” ile
bitenlerdi. Bu nedenle de eski türk dîni, lâikti. Lâikliğe geçiş, “batı lâikliği”nden
çok, “eski türklerin lâikliği”ne bir geçiştir. Türkiye’de farklı bir lâikliğin
olmasının nedeni budur.
Eskiden
“usta”lar vardı, şimdi ise “uzman”lar var. Ustalar işine-söylediklerine “rûh” da
katarlarken, uzmanlar işin sâdece maddî-mekanik yönünden anlıyorlar. Bu nedenle
de sorunu tamâmen ortadan kaldıramıyorlar.
Eskiden gecekondu üzerinden yapılan rant, şimdi de apartman
üzerinden yapılıyor. Değişen bir şey yok, şehirler yine keşmekeş.
Eskiden
Güneş’in ve gezegenlerin, Dünyâ’nın çevresinde döndükleri söylenirdi. Güneş ve
gezegenler Dünyâ’nın çevresinde dönmezler ama bunların yerleri-konumları
Dünyâ’ya göredir. Bu nedenle Dünyâ tüm kâinâta göre “merkez” konumdadır.
Eskiden İslâm Devleti, haksız vergi koyanları îdam ile
cezâlandırıyordu. Şimdi ise bizzat devletin kendisi haksız vergi uygulayarak
halkı cezâlandırıyor. Böylece devletler, insanlara “ömür-boyu Dünyâ hapsi”
vermiş oluyor.
Eskiden
kadın ve erkekler birbirlerinin gözlerinden etkileniyorlardı. Şimdi ise
elbiselerinden etkileniyorlar. Böyle olunca da “marka” tekstil ürünlerine
rağbet artıyor ve bunları üretenlere gün doğuyor.
Eskiden
Kur’ân’ın bir yorumu için “sünnete uygun mu” diye araştırılırken, şimdi ise, “şu
hoca nasıl çevirmiş” diye araştırılıyor. Hocalar Peygamber’in yerine geçmiş-geçirilmiş.
Eskiden
niçin çok Tanrı vardı?. Çünkü eskiden yöneticilere Tanrı deniyordu. Tanrı “yönetici”dir
çünkü.
Eskiden
tek kanal vardı. Aynen şimdi olduğu gibi. Bakmayın bir-sürü farklı frekansların
olduğuna, hepsi aynı şeyi söylüyor, tek-kanallı yıllarda olduğu gibi.
Geçmişteki
bir savaşın kutsallığı, yeni savaşla(rla) azalıp biter. Yeni savaşlar
yap(a)mayanlar, eski savaşları kutsallaştırarak avunurlar.
Gelenek
ve görenekler, aslında o halkın eski dinlerinin uygulamalarıdırlar.
Ev
Bahçe
evin tesettürüdür. Bahçesi olmayan evden Allah’a sığınırım.
Bir
sokağı temizlemek istiyorsanız, ilk önce kendi evinizin önünü süpürmek
zorundasınız.
Ev
(Dünyâ)deki hesap (matematik), çarşıya (evren) uymaz.
Ev,
kadının doğal ortamıdır.
Evi-mekânı
dar olanın, gönlü de dar olur doğal olarak. Peygamber bu nedenle “evlerinizi
geniş yapın” demiştir.
Eviniz;
işyerine, okula, hastâneye, eczâneye, câmiye, pazara, marketlere,
anneye-kaynanaya vs. yakın ise, siz o bölgeye “haps-olmuşsunuz” demektir.
Evrim
Baba tarafından rahme boşaltılan meni içindeki spermlerin en
güçlülerinin yumurtayı delip içine girmeyi başardığı bu-gün empoze edilen bir
düşüncedir. Dikkatlerden kaçan ise, bu düşüncenin Evrim Teorisi’ni destekler
mâhiyette olmasıdır. Bu-yüzden bu düşüncenin evrimciler tarafından ortaya
atıldığından şüphelenilmelidir. Bizim düşüncemize göre ise, en güçlü olan sperm
değil, mâneviyata en uygun spermin yumurtayı döllediğidir. “Ben sizin Rabbiniz
değil miyim” sorusuna, fiziksel olarak en güçlü olan değil, mâneviyata en
yatkın sperm, “kâlû belâ = evet” diye cevap verebilir.
Evrim
Teorisi “küresel evrim” iken; Big-Bang Teorisi ise, “kâinatsal evrim”dir.
Evrim
Teorisi masalı, Big-Bang Teorisi masalının devâmıdır.
Evrim
Teorisi, “güçlünün hayatta kalması” (Sosyâl Darwinizm) prensibini savunur. Bu
bağlamda; garibanların Evrim Teorisi’ni kabûl etmesi ahmaklıktır.
Evrim
Teorisi, eşitsizliği ve adâletsizliği normâlleştirme ameliyesidir.
Evrim
Teorisi’ne göre Dünyâ, güçlünün zayıfı yediği “küresel bir orman”dır.
Evrimcilerle evrimci müslümanlar ortak bir yerde
buluşuyorlar. Birileri evrim sürecine “tesâdüf” derken; diğeri de aynı sürece “tasarım”
diyor. Fakat süreç aynı süreçtir. Yâni evrimci müslümanların savunduğu teori
farklı değildir.
Evrim
Teorisi’ne inananların maymun kadar aklı yoktur.
Eylem
Altı çizilecek sözler etmekten daha çok, altı çizilecek
eylemlerde bulunmak önemlidir.
Bir düşünce ve inanç kişiyi eyleme yönlendirmiyorsa, o
düşünce ve inanç sahtedir.
Cinsellik,
bir çeşit şiddet eylemidir. Hayvanca olmadan cinsellik olmaz.
Dâvâsından
tâviz verenler, kısa bir süre sonra, tâviz verdikleri düşünceyi, hizbi, ideolojiyi
ve eylemi savunmaya başlarlar.
Diller
ile kâlpler ve sonra da eylemler arasındaki “çelişki” ortadan kalkmadıkça
hiç-bir şeyin düzelmesi mümkün değildir.
Eylemden
vazgeçenler, sonsuz tâvizler vermeye başlarlar.
Eyleme dönmediğinde dile vurur.
Eyleme dönmediğinde, bilgide çelişki kaçınılmazdır.
Eyleme
dönmeyen hiç-bir şey İslâmî değildir/olamaz.
Eyleme
dönmeyen söylemlerin bir nefeslik canı vardır.
Eyleme
dönük olmayan Kur’ân çalışmaları, “dostlar alış-verişte görsün” türündendir.
Eyleme dönüşmeyen bilgi, kuru bir
mâlûmattır.
Eyleme
dönüşmeyen Kur’ân ilmi, “âyetleri yalanlama” ilmidir.
Eyleme
geçmeyen düşünce ve bilgi, sonsuz soruların kuşatmasından kurtulamaz.
Eyleme
geçmeyen Kur’ân, mü’mine belâ olmaya başlar.
Eylemin
tohumu sözdür. Kötülük ve iyilik, konuşarak başlar.
Eylemin
yorumu olmaz, zîrâ eylemin kendisi fiîli bir yorumdur.
Felsefe
“eylemi olmayan şey”dir. Vahiy de eylemden koparıldığında felsefeye döner.
Fikirde farkındalıktan ziyâde, eylemde farkındalık önemlidir.
Kendinde
olanı elden çıkarmadan, başkasının elinde olması gereken şey için
kaygılanamazsın. Bu nedenle de eyleme geçemezsin.
Samîmiyet,
söz ile değil, eylem ile belli olur.
Sıra-dışı
durumları değiştirmek için, sıra-dışı bilinç sâhibi olup, sıra-dışı eylemler
yapmak gerekir.
Vâr-olmak
eylem hâlinde (aktif) olmak demektir. “Eylem gösterebiliyorum, öyleyse varım”.
Fakat bu sözün daha da doğrusu şu şekildedir: “Ümmetçe eylemdeyiz, öyleyse
varız”.
Zihinlerin
ve kâlplerin inşâsı, Kur’ân ile başlayıp eylemlerle tamamlanmadıkça, müslümanlık
da tamamlanmış olmaz.
Gerçek
Acı
gerçek şu ki; acı gerçektir.
Acı
mı daha gerçektir, acının yokluğu mu?. İlki daha gerçektir, o acıyı her an
yaşarsın çünkü.
Alışkanlıklarınızdan
doğan sûni ihtiyaçlarınız, gerçek ihtiyaçlarınız değildir.
Bir
haberi gerçek olarak öğrenmek için, olayın olduğu yerde bulunmak gerekir.
Gerçek
anlamda “bir arpa boyu” bile yol almamış olanlar, “uzun ince bir yoldayım”
türküsü söylüyorlar.
Gerçek
hayâl, imkân dâhilinde kurulan hayâllerdir. İmkânsız hayâller kurmak, Şeytan’ın
oyuncağı hâline gelmek demektir.
Gerçek hayatlar yaşa(ya)mayanlar, boş hayâllerle avunurlar.
Gerçek isyân “alttakilerin” yaptığı
isyandır.
Gerçek
özgürlük, ibâdet etmekle açığa çıkar. “Sâdece Allah’a ibâdet” etmekle. Çünkü “sâdece
Allah’a ibâdet” etmek, başka şeylere ibâdetten koruduğu için kişiyi özgür
kılar. Bu bağlamda; “Ben insanları ve cinleri “sâdece Bana” ibâdet etsinler
(ki özgür olsunlar) diye yarattım” (Zâriyât 56) der Allah.
Gerçek sevgi bencil olamaz.
Gerçek, Şeytan’ın söylediklerinden
başkadır.
Gerçeklik
en yoğun şekilde, savaş meydanlarında yaşanır.
Gerçekten
vâr olan; yok olmayacak olan (bâki) Allah’tır. Çünkü, her-şey yokken vâr olur
ama bir tek O, yokken vâr olmamıştır. Zîrâ O, “başlangıcı olmayan var”dır.
Gölgenin
bağımsız gerçek bir varlığı yoktur, fakat o bile Allah’ın büyük bir nîmetidir.
İlkel
gerçekler (postulat, konut, koyut) modern gerçeklerden! daha gerçektirler.
Kâğıtlarda
yazılanlar, gerçekliklerin önüne geçiriliyor.
Noktanın
gerçek bir varlığı yoktur.
Roman-merkezli
kitap okuyanlar İslâm rûhuna uygun davranmıyorlar. Zîrâ romanlar genelde “gerçek”
ile ilgili değildirler.
Sanal
dünyânın değil, gerçek dünyânın “fenomen”i olmak önemlidir.
Sen
domalmışsan eğer, arkana kimin geçtiğinin ne önemi var?. Gerçek sorun senin “domalmış”
olmandır.
Sûni-sanal
para, gerçek paranın değerini düşürüyor.
Günah
Bâzı
günahların cezâsı daha Dünyâ’da iken ödenmeye başlanır. Meselâ fâizle para
alanlar, fâiz ödemekle cezâlandırılırlar.
Günah
aynı-zamanda bir cezâdır.
Günah
işleyemeyecek olma olasılığı insanları korkutuyor.
Günah, “profesyonelce” işlendiğinde “günah” olmaktan çıkmaz.
Günah,
suç, haram, ayıp, kötü, çirkin, çirkef vs. gibi gayrı-meşrû olan şeyler; aşırı
izlenmeyle, okumayla, dinlenmeyle, konuşmayla meşrûlaştırılıyor.
İki
çeşit günahkâr vardır: Tok günahkârlar, aç günahkârlar. Aç günahkârları tok mü’minlere
çeviremiyorsak, tok günahkârlara çevirmek gerekir.
Lüks, günaha dönüktür.
Sana
interneti ve sosyâl medyayı sorarlar. De ki: İkisinde hem büyük bir günah, hem
de bâzı yararlar vardır. Fakat günahları yararlarından daha büyüktür”.
Suç,
günahtan, hattâ şirkten bile üstün tutuluyor.
Şefaat istemek günahkârlara yakışır.
Bir suçu var ki şefaat istiyor.
Yasaklar,
günahlardan daha çok etki ediyor. Oysa yasağın cezâsı kolay, günahın cezâsı
zordur.
Günümüz
Günümüz
müslümanları; kapitâlist, liberâl, milliyetçi, muhâfazakâr, demokratik ve
modernite içinde kendilerini kaybetmiş durumdadır.
Günümüzde
(2015) mü’min olup da “huzurluyum” diyen, münâfıktır.
Günümüzde
artık sağlıklı beslenebilmek için yeniden “avcılık ve toplayıcılık” yapmak
gerekiyor.
Günümüzde
İslâm’ın “inkılapçı-devrimci” kavramlarından “naftalin kokusu” gelmektedir.
Günümüzde köyler mi taşra, şehirler mi taşra tartışılır.
Günümüzde
lâik-seküler-demokratik sistem, “Kur’ân’cılık” ile korunuyor.
Günümüzde, “tam müslümanca yaşamak”, “mal gibi yaşamak”
olarak görülüyor ve gösteriliyor.
Günümüzdeki
(2016) cemaatler, “yarı-İslâmî” topluluklardır.
Günümüzdeki
müslümanların sohbet mekânları, vicdanların tokatlandığı yerlerdir.
Günümüzdeki
müslümanların tek bir sorunu vardır: “Çeşitli sebepler-korkular-çıkarlar
yüzünden, vahyin ne dediğini açıkça ortaya koy(a)mamak”.
Günümüzdeki
müslümanlık, “müslümancılık oyunu”dur, “evcilik oyunu” gibi.
Hak-Hakîkat
Hak
dinden sapanlar, Allah’ın da iktidardan yana olduğunu zannederler.
Hak
düşünceden sapma, kişilerin yüceltilmesi ve ilahlaştırılmasıyla başlar.
Hak
ile bâtıl arasındaki farkın anlamsızlaşması, bâtıla alan açarken, hakkı blôke
eder.
Hak
olanı “halk” değil, “Hak” tâyin eder.
Hak
olanı bilip-bilmemekten ziyâde, hak olanın, kişinin işine gelip-gelmemesi
önemlidir. Hakkı göze alıp-alamama önemlidir. Eğer göze alamıyorsan.. bırak
gitsin.
Hak,
“Hak”tan gelendir, şeytânî bir ideoloji olan demokrasiden değil.
Hakîkat,
“apaçık olan”dır. Hakîkat, “bâtın”da falan değildir.
Hakîkati
sâdece bilmek yetmez, onu dile getirmek de şarttır. “Emine Şahin” gibi..
Hakîki
dertleri olmayanlar, her-şeyi dert ederler.
Hakîki
İslâm, siyâset bölünmesiyle (sünnî-şiî) bölündü ve zayıfladı, yine siyâsetle
dirilecektir.
Hakkı
apaçık bir şekilde ortaya koymadıktan sonra, sürekli olarak bâtıldan
bahsetmenin bir yararı olmaz.
Hakkı
söyleyen 1 kişi, bâtılı söyleyen 1 milyar kişiden üstündür.
Hakkın ortaya konması “kânun” ile mümkün olmayınca, devreye
“orman kânunu” girer.
Hakkın
yolu birdir. Tüm peygamberler o yolu tâkip etmiştir.
Hakkıyla
yapılan secdenin izi kişinin alnında değil, hayat-tarzında görülür.
Haklı gibi görülenler, “haklı olanlar” olmayabilir.
Haklı
olmak, “duruma göre” önemini kaybedebilir. Artık orada başka şeyler önemli ve
değerli olur.
Hastâne-Hasta
Bir
besinin sâdece organik olması yetmez. Aynı-zamanda “helâl” de olması gerekir.
Aksi-takdirde bedenler sağlıklı olsa da ruhlar hastalıklı olur. (Bakara 168)
Check-up, “hastalık üretme mekanizması”dır. Böylece sağlam
adam bir-anda hasta(!)” hâline getirilir.
Doktorlar,
hastayı değil de tahlil kâğıdını tedâvi ederken, öğretmenler de öğrenciyi değil
karneleri eğitiyor. İnsana değil de kâğıda bakılıyor.
Hastânede (âcil, yoğun-bakım) ölmek, “modern bir ölme
biçimi”dir.
Hastân”ler,
“hasta-hâneler” ve “hastalık-hâneler” hâline geldi.
Hastalık,
günahın dışa-vurumudur. Bir hastalık bâzen, toplumsal günahların bir kişi
üzerindeki görünümü olur.
Hastâneler
“bataklık” hâline geldi; bir giren bir daha kurtulamıyor.
Hastâneler
arttı, hastalıklar-hastalar arttı; Adliyeler arttı, adâletsizlik ve suçlular
arttı; Okullar arttı, cehâlet arttı;
Para arttı, ahlâksızlık arttı; Kur’ân okuyanlar arttı, Kur’ân’ı hayât
rehberi yapmayanlar arttı. Zulüm arttı, zulmü destekleyenler arttı.
Kendini
“rakipsiz” ve “vazgeçilmez” sanmak bir hastalıktır: Kibir hastalığı..
Kesme
de bir düzeltme şeklidir. Hastanelerde keserek (cerrâhi) düzeltme işlemleri
yapılmaktadır.
Polis-sayısının artması, “toplumsal bozukluğun” bir göstergesiyken;
hastâne-sayısının artması, “toplum sağlığının bozukluğu”nun bir göstergesidir.
Toplumun sağlığı bozuk ve huzûru yoksa, “güzel” olan ne vardır ki?.
Hayâl
Alternatif için hayâl kurmaya bile cesâret
edemeyenler, mevcudun yalakalığını yapmaya mahkûmdurlar.
Bir
insanın değişmesi, ilk önce hayâllerinin değişmesiyle başlar. İnsanın hayâli,
onun “ne” olduğunu gösterir.
Hayâl
ile gerçek arasındaki fark, var ile yok arasındaki fark kadardır.
Hayâl
kurmak bana gerçekliği hatırlatıyor. Çünkü hayâl gerçek değildir.
Hayâl
kurmasını bilmeyenlerin işleri iyi ve kaliteli olmaz, en azından eksik yada
hatâlı iş yaparlar.
Hayâl
kurmaya mecbûrum, çünkü gerçeklikler bana yetmiyor, beni kandırmıyor.
Mars’a
gitmek istenmesinin gerçek nedeni, tâğutların Mars’ın da sömürülebilecek bir
yer olduğu hayâli ve umûdudur.
Sıradanlık,
insanların hayâllerini yarı-yolda bırakır. Çünkü hayâl ettiği şey kısa bir
zaman sonra sıradanlaşır.
Sinirli
adam, hayâlleri olan adamdır.
Hayat
Eğer siz hayâtın içinde adım-adım
yer almaktan kaçarsanız, gün gelir hayat üzerinize çöker.
Hayat
(yada Kur’ân) tarafından eleştiriye uğramamış olanlar, hiç-bir eleştiriye
katlanamazlar.
Hayat,
iki gözyaşı arasındaki kısa-yoldur. Doğarken biz ağlarız, ölürken başkaları.
Hayâta
geç başlayanlar, doğal olarak hayâta geç kalırlar.
Hayâta
hitâp etmeyen İslâm “dinlerden bir din”; hayatta uygulanmayan Kur’ân ise
“kitaplardan bir kitap”tır.
Hayâtı
kışa çevirmektense bahara çevirmek daha iyidir. Fakat bahar, “kış”ın ardından
gelir.
Hayâtın
kazâsı olmaz.
Hayâtın
tam ortasında yaşama geçirilerek sindirilmeyen bilgiler, şirke alan açar.
Hayatınızı
neye göre programlıyorsanız, dîniniz odur.
Ses
çıkarmak, hayatta olunduğunun kanıtıdır. Hayâtı dibine kadar yaşamak ise, zulme
isyân etmekle (ses çıkarmak) olur.
Televizyon
ile yaşanan hayat, birbirinin aynasıdır. Birbirlerini şekillendirirler.
Hayvanlar
Çıplaklık,
hayvanlıktır.
Hayvanın
dîni olmaz. Buna göre dîni olmayanlar hayvandır.
Hayvanın, taşın-toprağın, suyun vs. bir dili vardır.
Bitkilerin dilini botanikçi, taşın dilini jeolog anlar. İşte Hz. Süleyman da
karınca ve kuş-dilini, hayvan-dilini bu şekilde biliyordu. Meselâ ben de bir
elektrikçi olarak elektriğin dilini bilirim.
Hayvanlar
insandan önce yaratıldıysa, koyun ve keçilerin kılları-yünleri uzadıkça ne oluyordu?.
Hayvanlara karşı duyulan “aşırı sevgi”, insanlara
gösterilmesi gereken şefkati azaltıyor.
Hayvanlarda
“kıdemcilik” vardır.
Haz-merkezli
yaşamayı (hayvanlık) seçenlerin en iyi arkadaşı, yine bir hayvan olan “domuz”
olacaktır.
Kurnazlık, hayvanlara özgüdür.
Vejetaryenizm (et yemeyi içi almamak değil) reenkarnasyonun
bir sonucudur. Çünkü ruh-göçünde, ölen kişinin rûhu bir hayvana da geçebilir ve
o hayvan avlanıp/kesilip yendiğinde, kişi belki de anasının-babasının etini
yemiş olacaktır. J
Hicret
Hicret
bir “kültür değişimi”dir.
Hicret
etmeden medenî olmak, yâni göçmeden bir devlet-medeniyet kurmak mümkün
değildir.
Hicret
etmeyen hayvan yoktur.
Hicret,
insanlığın kaderidir.
Hicret;
“İslâm’ı hayâta hâkim kılma”nın başlangıcıdır.
Hicreti
göze al(a)mayanlar, put kıramazlar.
Hicri
takvim, İslâm Devleti’yle başlar.
Hümanizm
Hümanizm
“insana inanma dîni”dir. İlâhi sisteme karşı beşerî sistemlerin din edinilmesi
bu yüzdendir.
Hümanizm,
Homo Sapiens’in doğasında “kendine has bir kutsallık” olduğuna inanmanın
sonucunda, insanın ilahlaştırılmasıdır.
Hümanizme
göre kâinatta bir “anlam” yoktur. Kâinâta o anlamı “modernleşmiş Homo Sapiens”
verir.
Hümanizme
göre, yapılan kötü-çirkin-ahlâksız bir şey insanı rahatsız etmiyorsa, “sorun”
yoktur.
Hz. Muhammed
Hz.
Muhammed; “Medîne İslâm Devleti” başkanıydı.
Hz.
Muhammed’den sonra peygamber gelmeyecek olmasının nedeni, vahyin ışığında
numune bir kültür ve medeniyetin oluşmuş olmasıdır. Artık müslümanlara düşen
şey, o kültür ve medeniyeti vahiy ve sünnet merkezli olarak yeniden
diriltmektir.
Hz.
Muhammed’in “Resûl-Nebî olarak” 23 yılda yaptıklarına “sünnet” denir.
Hz.
Muhammed’in “son peygamber” olarak gönderilmesi, Allah’ın zımnen, “bu sizin son
şansınız” demesidir.
Hz. Muhammed’in, “Kur’ân’ın birebir uygulaması” olan
sünnetini (yâni hayat tarzını) inkâr edenler, eski-yeni önderlerinin yada
lîderlerinin bâtıl batı’dan ilhamla ortaya koyduğu sünnetini (yâni hayat
tarzını) harfiyyen yerine getirmekten geri durmuyorlar. Zâten Resûl-Nebi’
ayrımı yapılıp, “Nebi’nin -güyâ- örnek alınmasına gerek olmadığı”nı kabûl
ederek sünnetinin inkâr edilmesinin nedeni de budur.
Hz.
Muhammed’in “güzel örneklik” denilen “en ideâl vahiy pratikliği” olan sünneti,
“aşılamaz bir örneklik”tir.
Modeli Allah îlan ederse “âlemlere rahmet” olur. Mustafa
Kemal’i insanlar, Muhammed Mustafa’yı Allah model göstermiştir.
Muhammed-i
Arâbi varken, Muhyiddin-i Arabi’ye uyma!.
İktidâr
Bir
müslüman için, şeytanın iktidârını çok sağlamca kurduğu modern dönemde yada
özellikle son 50 yılda yaşıyor olmaktan memnun olmak çok büyük bir ârızadır.
İktidar
kavgaları eski târihlerde yapılıp bitmiş olaylar değildir.
İktidar,
“gayri-İslâmî düşünceler”e karşı çıkmazsa, o düşünceler bir zaman sonra “gayri
siyâsî eylemler”e dönüşür.
İktidâra
yaklaştıkça “iştah” artar. İştah arttıkça “hırs” artar, hırs arttıkça “din”
azalır.
Medyatik
hocalar, “iktidârı eleştirecek cesârete sâhip olmadıkları için”, mevcut bir
yanlışlığın faturasını dîne kesiyorlar.
İlerleme
İlerleme
demek “değişme” demektir. Yoksa ilerleme diye bir şey yoktur. Çünkü onun da
bir-ilerisi, “ileri”nin “ileri” olmadığını gösterecektir. O hâlde döngüden
kaynaklanan değişimler vardır sâdece.
İlerleme
zannedilen şey, insanın doğal, fıtrî ve normâl olana dönme çabasıdır. O hâlde
normâl, fıtrî ve doğal olmayan bir yönde yol almak gericilik ve ilkelliktir.
İlerleme,
işlerin insan yerine makineler tarafından yapılmasıdır. Yâni ilerleme, işlere
“rûh” katmaktan vazgeçilmesidir.
İlerlemenin
çok hızlanması, düşüşün giderek daha da hızlanıyor olmasındandır. Hızlı olan
düşüştür, çıkış yavaş olur. İnsanlar bu hızlı düşüşü “ilerleme” zannediliyor.
İlim
Bir
ilmin değerini takdir edebilmek için yine bir ilim gerekir.
Edebe
yöneltmeyen ve ulaştırmayan ilim, “ilim” değildir.
Gerek
ilköğretimde gerekse de üniversitelerde öğretilen temel şey “şüphe”dir. Fakat artık
her-şeyden şüpheleniliyor ve ilim, “şüphe etmek” zannediliyor. Yeni nesil ne
kadar da şüpheci.
Hikmet,
ilim ve ferâsetin seviyesini, “güzel davranışlar” yükseltir (Yûsuf 22).
İlim
(dînî olan) ile bilim (dünyevî olan) ayrıldığında, bilim vahşîleşir.
İlim
süreci uzadığında, ilim ile eylem arasına sürekli “başka şeyler” girer ve bir
türlü eyleme geçilemez.
İlim,
önemsiz zannedilen şeylerin önemli olduğunu, önemli zannedilen şeylerin önemsiz
olduğunu ortaya çıkarır.
İlmî
yetersizlik giderilmediğinde, dalâlet başlar.
İlmin
doğru sonuç alabileceği çalışma alanı çok dardır.
Zulme
karşı “dik bir duruş” sağlamayan ilim(!), lakırtıdan ibârettir.
Îman
Apaçıktır
ki, îmanlı bir yaşam, îmansız bir yaşamdan daha anlamlıdır.
Bâzı
şeyleri anlayabilmek için îman etmek şarttır.
Fazlası
“dert” olmayacak tek şey “îman”dır.
Îman
“gayba îman”dır. Gaybı ise sâdece Allah bilir. Gayb bu nedenle sorgulanamaz. O
hâlde îman, “sorgusuz-suâlsiz olan bir teslîmiyet”tir; Allah’a teslîmiyet.
Îman
ediyorum!, öyleyse varım..
Îman
etmeden önceki eski kötü alışkanlıkları îmandan sonra da devâm ettirmek; müslüman
olmadan önceki eski dinlerinin âdetlerini İslâm’a taşıyıp devâm ettirmek
gibidir.
Îmân
etmek demek, “kabûl etmek” demektir.
Îman
etmek, “âhiret kaygısı duymak” demektir.
Îman
etmek, “îmâna göre yaşamak” demektir. Neye/kime/nasıl îman ediyorsanız, ona ve
o şeye göre yaşarsınız.
Îman etmek, “îmânın gereğini yapmak”
demektir.
Îman
etmenin ve îmânın gereğini yerine getirmenin bedelini ödemeye yanaşmayanlar,
rûhun tatmini için nâfile bir şekilde “bilgi”ye yumuluyorlar.
Îman
ile sınırlanmayan akıl, nefsin güdümüne girer ve ancak fitne üretir ve ifsâd
eder.
Îman
kardeşliği, “kavim kardeşliği”ni yenmedikçe İslâm hayâta hâkim olamaz.
Îman
sınırsız, akıl ise sınırlıdır. Modernizm bunu tersine çevirerek; aklı
sınırsızlaştırıp, îmânı sınırlandırdı.
Îman
umdeleri “sorgulanacak” türden değildir.
Îman
ve inanç ayrı(lmalı)dır. Çünkü inanç eyleme yöneltmezken, îman ancak
amele-eyleme döndüğünde ispatlanır.
Îman
ve sâlih amel üzre olmak, “hakîkatin bulunmuş olması” durumudur.
Îman
zaafiyetinin en önemli göstergesi, “Dünyâ’yı ıskalama korkusu”dur.
Îman,
“Allah’tan başka bir ‘ilah’ın olmadığı”na îmandır.
Îman,
“imtihanı kabûl etmek” demektir.
Îman,
“uğruna çabaladığın şey”dir.
Îman, aynı-zamanda bir “bilgi”dir.
Îman,
bedel ödemeye zorlayan şeydir. Seni bedel ödemeye ve harekete geçmeye
zorlamıyorsa, îmânında sorun var demektir.
Îman,
bilişsel bir mesele değil, eylemsel bir dinamiktir.
Îman,
dikiş kabûl etmez. Îman, “dikişsiz îman”dır.
Îman,
gerekçelenmeye ihtiyaç duymaz.
Îman,
Kur’ân; İslâm, Peygamber’dir.
Îman,
masa-başında değil, mücâdele meydanında artar.
Îman, pasif bir kabûlden ibâret bir şey değildir.
Îman,
riske girmektir.
Îman,
sorgulan(a)maz.
Îman;
“Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve âhiret gününe kayıtsız-şartsız
teslim olmak ve hayatta da buna göre amelde-eylemde bulunmak” demektir.
Îman; “uğruna ne yaptığınla” alâkalıdır. ,
Îman;
her-şeyiniz elinizden alındığında geriye kalan şeydir.
Îmâna
taâlluk etmeyen akıl ve mantık, hevâ ve heves üretir.
Îmâna
taâllûk etmeyen akıl, nefsin güdümünde olacağından dolayı, ancak ifsâd eder.
Îmânın
denetiminde olmayan akıl, “şeytanın oyuncağı” hâline gelir.
Îmânın derecesi, Allah için yapılan işle (amel) belli olur. “Bu-gün
Allah için ne yaptın?” demek, “îmânında bir artma var mı?” demektir.
Îmânın
ispâtı “sâlih amel”dir.
Îmânın
ispâtı ve bilginin sağlaması, ancak amel-eylem ile yapılabilir.
Îmânın kendisi en büyük kanıttır.
Îmânın
şartı 6’dır: Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe îman
etmek ve “cihad etmek”.
Îmânın ve dolayısı ile amelin önündeki en büyük engel,
şirktir.
Neye-kime
göre hareket ediyorsanız, ona îman ediyorsunuz demektir.
Sağlık
her-şeyin başı diyorlar. Fakat “îman” ondan daha önemlidir. Îmanlı ölmek,
sağlıklı ölmekten değerlidir.
Süper
îman, “süper-men”den üstündür
İmtihan
Başına
gelen kötü bir şeyin sebebini bulduğunda yada anladığında, o şey “imtihan”
olmaktan çıkar.
İmtihan
dünyâsında değil de, sanki cennetteymiş gibi davranıyoruz.
İmtihan;
gâlip gelmek yada mağlûb olmaktan ziyâde, direnip-direnmemek ile alâkalıdır.
İmtihanın
şiddeti, îmânın şiddeti ile orantılıdır.
İmtihanınızı
kendiniz seçersiniz. Eğer “Allah’ın sözünü Dünyâ’ya hâkim kılma” yolunda
olursanız tüm dünyevî imtihanlarınız önemsizleşir. Fakat bu yolda olmazsanız,
önemli-önemsiz bir-çok dünyevî imtihanlarla boğuşur durursunuz.
Sürekli
“imtihan”da olmak, “sürekli olarak imtihana çalışmak” anlamına gelir.
İnanç
Bir
şeye karşı yapılan fedâkârlık artınca, o şeye olan inanç da artar.
Gözümle görmediğime inanmam diyorlar. Ben de: “Gözümle
gördüğüme inanmam” diyorum. Çünkü inanç zâten görünmeyene olur. Görüp
durduğumun nesine inanayım?. İnanmak için, bir de “inanmama durumu” olması
gerekir. Görüp durduğum şeyin gördüğüm gibi olduğuna inanmama durumu yoktur?.
İnançta
başlayan küçük bir gerileme; tasavvurda, düşüncede, sözde ve amel-eylemde
krizlere neden olur.
İnandığınız
şeyin ne olduğunu bilmiyorsanız, o inanç körü-körüne olan bir inançtır.
İnanılan
her-şey “din”dir. İşte bu dinlerin en üstünü ve tek “hak” olanı, Allah’ın dîni
olan İslâm’dır. Sâdece hak din olan İslâm, insanları hem Dünyâ’da hem de
âhirette gerçek kurtuluşa götürebilir.
İnanmanın
bizzat kendisi, sonsuz problemleri çözecek formüle sâhiptir. Îman, problem
çözme potansiyeline sâhiptir.
İnanmaya hazır olduğunuzda, inanmayacağınız şey yoktur.
İnanmayacak
olana delil yetmez; körü-körüne inanacak olana da hurâfe yetmez.
İnfâk
Asr-ı saadette, maddî infâk yapacak adam bulmak zor iken,
modern câhiliye devrinde mânevi (sözel) infâk yapacak adam bulmak zor.
İnfâk
ile tüketmeyenler, isrâf ile tüketirler.
İnfâk
kâlpte başlar, niyette devâm eder, elde sonlanır.
İnfâk
olmayınca israf başlar.
İnfâk,
aslında kendine infâk etmektir. Vermek “kendine vermek”tir.
İnfâk, isrâfın panzehiridir.
İnfâkın
hesâbını yapmak ayıptır. Bu nedenle de 40’da1 vermek ayıp olur.
İnsan
90
öncesi ile 90 sonrası, sanki M.Ö. ile M.S. gibi farklılaştı. 90 öncesi insanlar
“küçük hedefler” ile mutlu olabilirlerken, 90 sonrasında yaşayan insanlar,
“sonsuz hedefler” nedeniyle buhrâna girmekte.
Âlemleri
ve kişinin kendisini yaratan Allah’a göre yaşamayanlar “ikinci sınıf insan”dır.
Artık
insanları tanımak için, sosyâl(!) medyadan tâkip etmek gerekiyor.
Ben
Allah’ım demek, “mutlak anlamda bir Allah yoktur” demektir. Çünkü insan mutlak
değildir.
Bir
insan âlemlere rahmet olabilecek potansiyele sâhiptir: “Biz seni âlemler
için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107).
Bir
insanın değeri, “halkın gözündeki kadar” değil, “Hak’kın katındaki kadar”dır.
Bir insanın dîne mi, Dünya’ya mı oynadığı, “neci” olduğunu
belli eder.
Bir
insanın en üst-düzeyde yaşayabileceği hâl, “kulluk hâli”dir.
Bir
insanın gerçekten dostunuz olup-olmadığını öğrenmek istiyorsanız, onun size bir
“sır” verip-vermediğine bakın. Bir insanın güvenilir olup-olmadığını anlamak
istiyorsanız da, verdiğiniz bir sırrı tutup-tutmadığına bakın.
Bir
insanın hayâtı ne ise, dîni de odur.
Bir
şey insana dayanırsa, her insana göre farklı olur. O hâlde insan-merkezli olan
mutlakâ fitne üretir.
Daha
çok ihtiyaç sâhibi olmak değil, “daha yüce ihtiyaç sâhibi olmak” değerli yapar
insanı.
Ey
insan!; Allah’ın dînini kendine uydurmayı bırak; Allah’ın dînine uy!..
Hiç-bir
insan başka bir insana “hak” veremez-sunamaz. Hakkı bir insana ancak Allah
verir. Hak, o zaman “hak” olur.
İki çeşit insan vardır: 1-Değer-merkezli
yaşayanlar; 2-(Seküler) kural-merkezli yaşayanlar.
İki
tür insan vardır: 1-Savaşanlar. 2-Sıvışanlar.
İki
tür insan vardır: 1-İslâm’dan yana olanlar; 2-“Sistem”den yana olanlar.
İnsan “sentez” bir varlık değildir; “orijinâl” bir
varlıktır.
İnsan
“yarı-mahrûmiyete uygun” yaratılmıştır. Refah onu hasta eder. Hele “sahte refah”
(aslında refah içinde olunmadığı hâlde refah içindeymiş gibi yaşama) ise, “aptal
hasta” eder. Dünya şu-anda bu durumdadır. İnsan, “özlem odaklı” yaratılmıştır.
Bu özlem “cennet özlemi”dir. Dünyâ’da hiç-bir zaman oluşamayacak ve tatmin
edemeyecek olan cennet. Âhirete has olan. Mahrûmiyet insanın fıtrî bir
terapisidir. Refah, insanları hasta etti. “Yalancı refah” ise insanları perişân
etti. İnsanlar mahrûmiyetten mahrumdur.
İnsan aklı ve irâdesi, dînî ve siyâsi lîderler tarafından yok
sayılıp aşağılanıyor.
İnsan
bildiklerini bilmez-bilmeyen durumuna gelebilir, ama yaptıklarını “yapmamış”
durumuna gelemez.
İnsan
bildiklerinin değil (çünkü bilmez durumuna gelebilir), yaptıklarının
toplamıdır.
İnsan
bir sanattır; En Mükemmel Sanatçı tarafından yaratılan.
İnsan
boş bırakılmaya gelecek bir varlık değildir.
İnsan
değersizleştirilip, Dünyâ yüceltiliyor. Hâlbuki tam tersi olması gerekir.
İnsan
en çok bir şey hakkındaki “zan”nından korkar. Çünkü zannettiği şey aslında o kadar
korkunç değildir. Zihnini ele geçiren şeytan, onunla “billur” geçmektedir.
İnsan
hakları, çocuk hakları, kadın hakları, hasta hakları, işçi hakları, hayvan
hakları, doğa hakları, düşünce hakkı, mülkiyet hakkı, yaşama hakkı, işçi
hakları vs. vs. bir-çok haklar vardır. Aslında bu durum, “hakk”ın
parçalanmasıdır. İslâm’da “hakk” böyle parçalanıp ayrılmaz. “Hak” deyince
önüne-arkasına bir ek koymaya gerek duymaz İslâm. İslâm’da hak, tam mânâsıyla “hak”tır.
İnsan
hareketsiz olamayacağına göre, ya hakka göre hareket eder, yada bâtıla göre.
İnsan
için kullanılan “hiç kimseye muhtâç olmasın” (Samed) düşüncesi şirktir. Zîrâ kimseye
muhtâç olmayan tek varlık Allah’tır.
İnsan
iki şeyden dolayı İslâm’ı özümseyemez: 1- Cehâlet. 2- İnad.
İnsan
iki yoldan beslenir: 1-Ağızdan ve cinsel organından; 2-Zihninden ve kâlbinden.
İnsanların çoğunluğu ilk beslenme çeşidinin peşine düşmüşlerdir.
İnsan
öleceğini anlasa bile öldüğünü anlayamaz.
İnsan
târih boyunca “hisleri” aracılığıyla şirk koşmaktadır. İnsanlık târihi,
“Allah’a îman” karşısında, “hislere tapma”nı târihidir.
İnsan
vahiy-merkezli İslâm’a uymuyorsa, ya cehâlette yada dalâlettedir.
İnsan
vazgeçemediği şeyin (mal-can) kölesi olur.
İnsan ya düşüncelerine göre, ya duygularına göre yada
dürtülerine göre yaşar.
İnsan
yalnız kalınca doğal olarak Allah’ı düşünmeye başlar. Bu nedenle modernizm,
insanı hiç yalnız bırakmak istemez. Televizyon, biraz da bu nedenle vardır.
İnsan
yapı olarak “profesyonellik”e uygun değildir.
İnsan yetiştirmek çok önemlidir. Ama çok daha önemli olan, “adanmış
insan” yetiştirebilmektir. Bu kişileri yine “adanmış” olanlar yetiştirebilir
ancak. Böyleleri çok azdır.
İnsan,
“Dünyâ’yı ıskalamamak uğruna Dünyâ’yı yakabilecek” varlıktır.
İnsan,
“şartları değiştirebilen” demektir. Mevcut şartları değiştirmeyi, hayvanlar
düşünmez/düşünemez.
İnsan,
“tecrübeye müteâllik” yaratıldığı için, hiç-bir modeli “tam” olarak
“masa-başında” üretemez.
İnsan, “anı biriktiren” bir varlıktır. İşte âhirette biz o
anılardan (yâni yaptıklarımızdan) sorulacağız.
İnsan,
bilgisinin nesnesi olmaktan kurtulup bilgisinin öznesi oluncaya kadar hiç-bir
şey düzelmeyecek.
İnsan, birbirini gömen varlıktır. Siz birini gömersiniz, sizi
de birisi..
İnsan,
isyân eden bir varlıktır. Bu isyân ilk-insanla başlamıştır.
İnsan,
kişinin et ve kemik tarafı değil, rûh ve bilinç tarafıdır. Et ve kemik tarafına
“beşer” denir.
İnsan,
yapmadığı şeyin muhabbetini yapar.
İnsan,
zamânı uzağa atmayı sever. Der ki; “insanın yaşı 2 milyon yıldır, Dünyâ’nın
yaşı 4.5 milyar yıl, kâinâtın yaşı ise 13.8 milyar yıl”. Hâlbuki bir
zaman-makinesiyle meselâ 4 milyar yıl geriye gitsek, Dünyâ’nın yaşı için “500
milyon yıl yaşındadır” denmezdi ve yine “4.5 milyar yıl yaşındadır” denilirdi.
İnsan; iç-âlemi ile dış-âlemi sürekli çatışan bir varlıktır.
İslâm (barış), iki âlemi barıştırma dînidir.
İnsana
kıyasla büyüklenmek, şeytandandır.
İnsana
tapma şirkinin bedelini ağır bir şekilde ödeyenler, Allah’a sığınmak yerine,
ahmakça davranıp tâğutlara sığınıyorlar.
İnsandaki
“desinler diye” duygusu ne kadar da güçlü. “Desinler” diye savaşmayı bile göze
alabilenler var.
İnsandan rûhu, bilinci, mâneviyatı çıkarırsanız, geriye “çamur
mâmûlü” kalır.
İnsanı
“evliyâ” yapan şey, bilgisi değil eylemidir. Hiç kimse oturduğu yerde evliyâ
olamaz.
İnsanı
gerçek anlamda mutmain edecek tek şey, Allah yolunca yapılan “cihad”tır.
İnsanı
ilah edinenler, evrensel anlamda “bir toz zerreciği”ni ilahlaştırmış olurlar.
İnsanı
mutmain edecek olan şey “bilgi” değil, “îman”dır.
İnsanı
öldüren, günahlarıdır. Günahsız olanlar ise ölmezler. Meselâ şehitler ölmez.
Onlar diridirler.
İnsanı
sapıklıktan alıkoyacak tek şey, kişinin rûhen ve bedenen hak dâvâya
adanmasıdır.
İnsanı
Tanrı gibi görürseniz (hümanizm), insanın hatâ yapmasını yada mükemmel
olamamasını kabûl edemezsiniz.
İnsanı;
okunmuş prinç, okunmuş su, okunmuş sakal, okunmuş muskalar vs. değil; “okunmuş
Kur’an” kurtarır ancak.
İnsanın
(hâşâ) Allah olduğunu söylemek, egonun/bencilliğin zirvesidir. Narsizmin
zirveleşmesidir. Kendini o kadar sever ve önemser ki, sonunda kendini Allah
îlan eder.
İnsanın
Allah olduğunu söylemek, materyâlizmi zirveye çıkarmaktır.
İnsanın anılarında kalan “hazlar” değil, “mutluluklar”dır.
İnsanın cüz-i irâdesi, İslâm’ı seçmeye meyyâldir.
İnsanın davranışlarına da yansıyan öyle
günahlar vardır ki, onları “bilgi” değil, ancak “sürekli yapılan ibâdet”
affettirebilir.
İnsanın
dîni, “bildikleri” değil, “uyguladıkları”dır.
İnsanın
dîni, varlığı onunla anlamlandırdığı “şey”dir.
İnsanın düşüncesi, amaçladığı
hedef ile şekillenir. Hedefi olmayanın ise, zâten düşüncesi de yoktur.
İnsanın görüp durmadığı bir kâinat hiç-bir zaman vâr
olmamıştır. Kâinat insan ile yaşıttır.
İnsanın
ilerlemesi, bilimin sözde ilerlemesine dayalıdır. Hâlbuki bilim ilerledikçe(!),
insan gerilemektedir.
İnsanın kendini bilmesi, ilim ile değil, kendini tutmasıyla
olur. “Kendini bilmek”, “kendini tutmak” demektir.
İnsanın
ne olduğu, önceledikleri ve öteledikleri ile belli olur.
İnsanın
ne zaman tepki vermeye başladığı, ne olduğunda ve ne olunca isyân edip harekete
geçtiği, onun dînini-inancını ortaya çıkarır. Neyi ilahlaştırıp taptığını belli
eder.
İnsanın
Tanrı olma olasılığı sıfırdır.
İnsanın
ulaşamadığı şey, gözünde büyür.
İnsanın,
doğuştan gelen özelliklerini değiştirme şansı ve hakkı yoktur.
İnsânî
yasalar tabulaştırılmadan, ilâhi yasalar göz-ardı edilemez.
İnsanlar
“akıllarına göre” düşünceler ürettiklerini sanırlar. Oysaki ürettikleri bu
düşüncelerin büyük bir çoğunluğu, “nefislerine göre” ürettikleri düşüncelerdir.
İnsanlar
“kendini yaşatmak” için değil de, “karşıdakini yaşatmak” için uğraşırsa, herkes
mutlu olur. Çünkü “kendini yaşatmak” isteyen kişi, kendini yaşatabilmek için
icâbında karşısındakini öldürebilir. Fakat herkes karşısındakini “yaşatmaya”
çalışınca kimse kimseyi öldürmez. Gerçek güvenlik ortamı ancak bu şekilde
kurulabilir.
İnsanlar
“önemli” olanları; Allah, “değerli” olanları sever.
İnsanlar
“özne” olmaktan korkuyor ve “edat” (kendi başına bir şey ifâde etmeyen) olmayı
seçiyor. Böyle olunca da birilerine yada birşeylere yaslanmak zorunda
kalıyorlar.
İnsanlar 2’ye ayrılır: 1- Mevcut durumu “görüşü” olarak
sunanlar; 2- Temennisini “görüşü” olarak savunanlar.
İnsanlar
2’ye ayrılır: 1-Başkası için kendi canını verenler; 2-Kendi canı için
başkasının canını alanlar.
İnsanlar
2’ye ayrılır: 1-Dînin (Kur’ân) hizâya soktukları insanlar; 2-Seküler-lâik
demokrasinin hizâya soktukları insanlar.
İnsanlar
2’ye ayrılır: 1-İlhâmını “hayattan” alanlar; 2-İlhâmını “Kur’ân’dan” alanlar.
Bu ikinciler ne kadar da az.
İnsanlar
2’ye ayrılır: 1-Yanlışı hemen görenler, 2-Yanlışı iş işten geçtikten sonra fark
edenler.
İnsanlar
algılarını kapattılar. Başkalarının algılarıyla hareket ediyorlar.
İnsanlar
ama özellikle müslümanlar bir karar vermelidir. Küresel güçlere göre mi kendini
konumlandıracak, yoksa sonsuz kudret sahibi olan Allah’a göre mi?.
İnsanlar
artık “niçin yaşıyorum” sorusunu değil, “nasıl yaşıyorum” sorusunu sorup
duruyorlar. Îmanlı bir “niçin” sorusuyla, ahlâklı bir “nasıl” sorusuna
ihtiyâcımız var.
İnsanlar artık yüce fikirlere inanmıyor; sâdece katılıyor.
İnsanlar cennete gitmeye korkuyorlar.
İnsanlar
daha önce hiç-bir zaman, zamânımızdaki kadar; tembel, korkak, uykucu, konformist,
alıngan, israfkâr, yalancı vs. olmamıştı.
İnsanlar
doğaya egemen olamazlar. Doğaya egemen olma düşüncesi, aslında “insana egemen
olma” isteğidir.
İnsanlar
fotoğraf makineleriyle, cep telefonlarıyla sürekli fotoğraf çekip duruyor.
Hâlbuki gözler, sınırı olmayan ve kaybolmayacak olan bir hard-diske yapılan
kayıtla sürekli fotoğraf çekip duruyor.
İnsanlar
gerçekleri duymak istemiyor. Çünkü gerçekler eyleme dönüktür ve bir bedeli
vardır.
İnsanlar
için çok önemli olan o kadar çok şey vardır ki, bunlar kâinat döngüsü için hiç
önemli değildir. Meselâ biz şu-anda milenyum çağında yaşıyoruz ya, bu kâinâtın
umurunda bile değildir.
İnsanlar
iki çeşittir: Yük olan ve yük alan.
İnsanlar
2’ye ayrılır. 1- “Alarak” kendini iyi hissedenler; 2-“Vererek” kendini iyi hissedenler.
İnsanlar
2’ye ayrılır: 1-“İslâm ahlâkıyla yaşama”yı savunanlar; 2-“Kapitâlist etik ile
yaşama”yı savunanlar.
İnsanlar
2’ye ayrılır: 1-Bilinç ile düşünüp hareket edenler. 2-Bilinç-altı ile düşünüp
hareket edenler.
İnsanlar
2’ye ayrılır: 1-Zorbalar; 2-Zorbalıklara mâruz kalanlar.
İnsanlar
kişileri, îmânına, ihlâsına, ameline göre yada düşüncelerine-zihnine göre
değil, malına-mülküne, parasına ve makâmına göre değerlendiriyor.
İnsanlar
masalları ve hurâfeleri daha çok ve çabuk benimser ve ezberler.
İnsanlar
modern-dünyâda teoriye göre ölçüp biçiyorlar. Hâlbuki bir şey teoride ayrı,
pratikte ayrı sonuç verir. De Facto her zaman farklıdır. Modern insanlar bunu
göz-ardı ediyor ve teori ile pratiği aynı zannediyorlar. Soyut ile somut
birbirine tam benzemez.
İnsanlar
o kadar ağır bir gaflet hâlindeler ki, onları güzellikle ve hafif-tatlı
sözlerle uyandırmanız mümkün değildir. Dürtmeden uyandıramazsınız.
İnsanlar
o kadar çok “maddeye kesmiş” ki, hiç-bir madde o derece “madde” değildir.
İnsanlar
otomatlaştırıldıkça ilerlediklerini zannediyorlar.
İnsanlar
öyle bir noktaya gelmiş ki, “iki taraftan biri”ni seçmekten başka bir şey
düşünemiyor.
İnsanlar
paraya güvendikleri kadar hiç-bir şeye o kadar güvenmezler. Bu güven “îman”a
dönüşmüştür.
İnsanlar
seküler kânunların “suç” dediğinden korkuyorlar da, Allah’ın “günah” dediğinden
korkmuyorlar.
İnsanlar
son 200 yıldır, ekonomik büyüme (modernite-kapitâlizm) ile kandırılıyor.
İnsanlar
târihte hiç-bir zaman evsiz yaşamamışlardır. İlk defâ modern dönemde evsiz
kalınmaktadır.
İnsanlar
tüketme şekline göre düşünürler ve hareket ederler.
İnsanlar
yaptıkları şeylerle tanınırlar.
İnsanlar
zamânın çarçabuk geçtiğini, doğanlar ve ölenler üzerinden ne kadar zaman
geçtiğine bakarak anlayabiliyor.
İnsanlar,
“alışkanlıklarının köleleri”dirler.
İnsanlar, “modern dünyâ yükü”nün ağırlığı altında bitâp
düşmüş durumdalar. Bellerini doğrultamıyorlar.
İnsanlar,
bırakın Allah’ı görmeği; Allah’ı görmenin ne demek olduğunu bile bilemezler.
İnsanlar,
boşa giden geçmişlerine yanacaklarına, ileride yaşayacakları hazlara
kanıyorlar. “En ilerisi”ni düşünmeden.
İnsanlar, Dünyâ’daki “uzun yaşamı”, cennetteki “ebedî yaşama”
tercih ediyorlar.
İnsanlar, kendilerini Yaratan’ın değil de, sömürenin
dinlerine uyuyorlar.
İnsanlar, modern tıbbın sunduğu “hastalıkların kontrôl
altında sürdürülmesi” tuzağına râzı oldular.
İnsanlar,
resmî olan; uyuşturucu, alkôl, sigara, fâiz, kumar, fuhuş, yalan, yolsuzluk,
israf, hırsızlık, şiddet, ölme-öldürme vs.ye göz yumuyor.
İnsanlar,
tek bir ümmetten başka değildi; sonra anlaşmazlığa düştüler. Eğer Rabbinden
geçmiş (verilmiş) bir söz olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri şey konusunda
mutlakâ aralarında hüküm verilmiş olurdu (Yûnûs 19). Sürekli olarak “ileri” gidildiğinden bahsedilir
hep. “Sürekli olarak bir ilerleme vardır” denir. Oysa bu yanlıştır. İlerleme
olduğu gibi, (günümüzde yaşandığı şekilde) gerilemeler de vardır. İlerleme
neyde ilerleme, gerileme neyde gerileme?. Modern insan bu soruya, “hazda
ilerleme-gerileme” diye cevap vermeye meyyâldir. Eğer sürekli bir “ilerleme”
olsaydı, o zaman peygamberlere/kitaplara (vahye) gerek kalmazdı.
İnsanlar; “Dünyâ’da ne kadar rahat edersem, âhirette de o
kadar rahat ederim” zannediyor.
İnsanlara
kölelik yapanlar “köle” olarak kabûl edilirken, sisteme kölelik yapanlar “köle”
olarak kabûl edilmiyor da onlara “vatandaş” deniliyor.
İnsanlar-arası
ilişkiler hâriç, Dünyâ’da ve kâinatta herhangi bir uygunsuzluk (tevâfüt)
yoktur. O hâlde sorun, insanlar arasındaki yönetim ve düzenleme sorunudur.
İnsanlarda
“gözetleyen ilah” duygusu vardır. Modern insanın “gözetleyen ilah”ı ise
kameradır. Onu görünce kendine bi çeki-düzen veriyor.
İnsanları harekete geçiren şey, bilgiden ziyâde, öfkelerdir.
Öfkenin en hayırlısı “kerîm öfke”dir.
İnsanları
mırıltılar uyandırmıyor. Ama artık maalesef feryatlar da uyandırmıyor.
İnsanların “geyik muhabbetleri”ne olan düşkünlüğü, aslında ne
kadar da mutsuz olduklarını gösterir.
İnsanların
“yasama yetkisi” yoktur. Yasama yetkisi sâdece Allah’a âittir. İnsanlar Allah’ın
yasalarına göre “yargı” ve “yürütme” yapabilirler ancak.
İnsanların
ana-yanlışı, “En Büyük Güç” varken, “sözde güçlüler”den medet ummasıdır.
İnsanların çoğu fâizle iştigâl ediyor diye fâiz meşrûlaşmış
olmaz.
İnsanların
çoğu kendilerine putlardan bir put bulmuş tapıp duruyor; üstelik o puta kendisi
gibi tapmayanları “kâfir” îlan ediyor.
İnsanların
demokrasiyi matah bir şey zannetmesi, vahiyden ve İslâmî yönetimden ve İslâm medeniyetinden
bi-haber olmalarındandır.
İnsanların
ekserisi, tüketememenin ızdırâbını yaşayan insanlardır.
İnsanların
kötü alışkanlıklarından/yanlışlarından vazgeçmesi ve kendine gelmesi için, “ağır
belâlara uğramaları”ndan başka yol yoktur.
İnsanların savunduğu ve izinde gittiği yollar, “yaşadıkları
hayâta uygun olan” yollardır. Fakat İslâm’a uygun olmayan yollar “yol”
değildir.
İnsanların
siyâsetleri ne kadar ciddiyse, dinleri ve inançları da o kadar ciddîdir.
İnsanların
zihnî değişimi, “duymak istedikleri”nden farklı şeyler söylemekle gerçekleşir.
İnsanların,
“Allah’ın doğal saati”ne (Güneş) göre değil de, “insanların ürettiği yapay
saat”e göre hareket etmek zorunda kalması zulümdür.
İnsanların/müslümanların
sorunları bir-birleriyle yakınlık kuramamaları, bir-birleri için fedâkârlık
yapamamaları ve bir-birleri için zorluğa katlanmamaları nedeniyledir. Çünkü bir-birleri
için yapacakları fedâkârlıklar ancak onları bir-birlerine yakınlaştıracaktır.
“Meşakkat ile yakınlık hâsıl olunur” denir.
İnsanların-Müslümanların
büyük çoğunluğu artık şunu deme noktasına geldi: “Artık Dünyâ bildiğimiz mevcut
durumda. Bu dünyâyı sorgusuz-suâlsiz ve seve-isteye kabûl edelim, modern
dünyâyı “kazanımımız” olarak görelim ve İslâm’ı da mevcut modern Dünyâ’ya göre
yorumlayalım ve yaşayalım. Modern dünyâya karşı çıkmanın bir anlamı yok”.
İnsanların-Müslümanların
büyük çoğunluğu, İslâm’ı “namaz ve oruçtan ibâret bir din” zannediyor.
İlginçtir; bu düşüncede olanlara namaz ve oruç çok zor geliyor.
İnsanlığın bu çağda en büyük sorunu,
bedeninin=nefsinin hoşuna giden şeylerin “doğru” olduğunu zannetmesidir. Tabi
bedene sıkıntı veren şeylerin de “kötü” olduğunu zannetmesidir.
İnsanlığın kadim yanlışlarından biri de; Allah’ın, “güçlü
olan”ın yanında olduğu zannıdır.
İnsanlık
bir-zaman sonra mecbûren doğal-ilâhi sisteme dönmek zorunda kalacaktır.
Sünnetullah bunu gerektirir. Fakat bunun ne zaman olacağını bilmediğimizden,
müslümanlar bu doğal-ilâhi durumu bir-an önce ortaya koymak zorundadırlar.
İnsanlık
dönemleri 2’ye ayrılır: 1-Allah’ın merkeze alındığı dönem; 2-İnsanın merkeze
alındığı dönem.
İnsanlık
târihi, “göç târihi”dir.
İnsanlık târihi, “pasta”dan pay kapma târihidir. İslâm
târihi ise, “pasta”yı, adâletli şekilde bölüştürmenin gayretinin verildiği
târihtir.
İnsanlık
târihi, ayrıcalık (imtiyaz) isteyenlerle eşitlik (adâlet) isteyenlerin
çatısmasının târihidir.
İnsanlık târihi, bâtılın “hakîkat” diye gösterilmesi ve
mü’minlerin buna karşı çıkmasının târihidir.
İnsanlık târihi, Hâbil ile Kâbil’in mücâdelesinin tekrârıdır.
İnsanlık
târihi, tâğutların, “İslâm’ı sınırlandırmaya çalışması”nın târihidir.
İnsanlık târihi, zenginlerin, “çıkarlarını koruma” târihidir.
İnsanlık
târihi; “dînin sâdece vicdanlarda mı, yoksa hayâtın her alanında mı hâkim
olacağı” tartışmasının ve savaşının târihidir.
İnsanlık târihinde hiç-bir zaman Dünyâ’da şu-anda olduğu
kadar para-kapitâl olmadı ama bu para bereketsiz bir paradır.
İnsanlık
târihinde zengil ile yoksul arasındaki servet farkı, hiç-bir zaman modern
dönemde olduğu kadar açılmamıştı.
İnsanlık târihinde, (İslâm hâriç), mazlum ve mahrum-merkezli
bir anayasa hiç yapılmamıştır, hiç-bir zaman da yapılamaz. Zîrâ hiç kimse Allah
gibi merhâmetli olamaz.
İnsanlık
târihinde, ilk defâ “ultra modernizm” döneminde “tek-adam”ların karşısına “hakîki
bir âlim” çıkmamaktadır.
İnsanlık
târihindeki hiç-bir düşmanlık, “dîne yapılan düşmanlık” kadar şiddetli
olmamıştır. Dîne olan düşmanlık, kişinin tüm Dünyâ’yı yakmasına bile yol
açabilecek kadar şiddetli olabilir.
İnsanlık
târihinin en büyük devrim sloganı, “Lâilâheillallah” sözüdür.
İnsanlık,
yeniden Kur’ân ile yapılandırılıp güncellenmedikçe, zilletten
kurtulamayacaktır.
İnsanoğlu;
en nihâyetinde “kötek”i yemeden aklı başına gelmeyen varlıktır.
İşgâl edilen yerdeki insanlar,
bir-süre sonra işgâlcilerin dînine inanmaya başlarlar.
İyi
insanların göstergeleri, büyük dertlerle karşılaşmalarıdır.
Kelimelerin
rûhu yüreğe hitâp etmedikçe, anlamları insanı harekete geçirmez.
Kör
inat, insanı olmadık te’villere götürür.
Makinelerin,
insan elinden daha “kıymetli” eserler ortaya çıkarabilecekleri inancı,
sapıklıktır.
Mekke
müşrikleri İslâm üzerinden müslümanlara düşman oluyorlardı. Modern insan ise,
müslümanlar üzerinden İslâm’a düşman oluyor.
Mesele,
“bir insanın parası cebinde mi, yoksa gönlünde mi” meselesidir.
Mevcut
zaman ve mekân, “insan” olarak kalmanın neredeyse imkânsız olduğu bir zaman ve
mekândır.
Ne ilginçtir ki insan göklere bakarak içindeki Allah’ı
bulur.
Rasyonâlizme
göre vahiy, insanın Tanrı’ya ilişkin arayışının bir sonucu oluşan “bilgiler
bütünü”dür.
Sözler
iki yolla karşıdaki insana geçer. 1- Dilden dile. 2- Kâlpten kâlbe. Bir söz, insanın
neresinden çıkarsa, karşıdaki insanın da orasına gider.
Sürekli
relâks durumda olmak, insanı aptallaştırır.
Tanrının
inkâr edilmesinin bir sonraki aşaması, tanrı yerine konan insanın inkâr
edilmesidir. Yapay zekâ yaygınlaştıkça insan inkâr edilecektir.
Testler,
insanları “bir-örnek” hâle getirir.
Tüm
insanlar üzerinde aynı etkiyi yapan şey, “gelişme” değildir.
Tüm
sapık düşüncelerin arkasında, “insanı ilahlaştırmak” yatar.
Tüm
zamanlar boyunca, insanlar ya vahye uymuştur, yada nefsine.
Varlık
âleminde düzensizlik, sâdece insanın idâre ettiği alanlarda oluyor. İslâm’a
göre idâre etmediği için.
Vicdânını
yitirmiş olan modern insan, “dîni vicdanlara hapsetmek”le(!), aslında dîni yok
saymaktadır.
İslâm
ABD’nin
Türkiye’de uyguladığı “Ilımlı (sınırlı) İslâm Projesi” başarılı olmuştur.
Altın
çağ, robotların değil, İslâm’ın-tevhidin hâkim olduğu-olacağı çağdır.
Artık
bir şey, müslümanlar(!) tarafından bile; “İslâm’a uyup-uymaması” ile değil;
“moderne uyup-uymaması” ile ölçülüp değerlendiriliyor.
Başkalarına
göre “daha az kötü” olanlar “iyi” değildir. Sâdece “daha az kötü”dür. Başkaları
nasıl kötüyse, onlar da kötüdür. “Az kötü”, “iyi” demek değildir. “Az kötü”dür
sâdece. İslâm’da ehven-i şer yoktur, iyi ve kötü vardır. Azı-çoğu olmaz. Kötü
kötüdür, iyi de iyidir.
Ben
şahsen İslâm Ülkesi yetimiyim.
Ben, “İslâmî ön-yargı”ya sâhip biriyim. Bu ön-yargıya
uymayan şeyler benim için zırvalıktan başka bir şey değildir.
Bir
yerde İslâm’ın olması demek, o yerde İslâm medeniyetinin-kültürünün
olması/yaşanması demektir. Halkının müslüman olmasına rağmen o yerde İslâm
medeniyeti-kültürü geçerli değilse, yâni yaşanmıyorsa, orası Dâr-ül İslâm/İslâm
Yurdu değildir.
Bu dînin nasıl anlaşılacağı ve yaşanacağının güzel bir
örnekliği olan Peygamberimiz varken; bu örnekliğe zıt düşünceler ve yaşayışlar
İslâm’dan değildir.
Bu-gün
bir-çok müslümanın uygarlık olarak algıladığı/bildiği şey, İslâmî gelenekte
câhiliye diye bilinen değerlerin uyanışıdır.
Çiğ-köfte
yerken, çay-kahve içerken ortaya atılan fikirlerle İslâm adına hiç-bir şey
yapılamaz.
Çok
kullanılan Türk-İslâm” sözü, “İslâm’ı kültüre indirgemek” anlamına gelir.
Ekonomik
ve sosyâl zorluklar İslâm’ı “hakkıyla” öğrenip uygulamaya engel olur ve bu
zorluklar içinde olanlar hurâfelere sığınırlar.
Emr-i bil mâruf ve nehy-i anil münker=“iyiliği emir ve
kötülüğü kaldırmak” İslâm’ın ana kuralıdır. Bu nedenle İslâm’da lâiklik olmaz;
müslüman da lâik olamaz.
Ezan,
İslâm’ın “evrensel bildirisi”dir.
Ezanın
Türkçeleştirilmesi İslâm’dan bir kopuşken, “yeniden arapçalaştırılması” da farklı
bir kopuştu.
Gemileri
yakabilmeyi göze alabilecek bir toplum oluşmadıkça, İslâm hayâta hâkim
olmayacaktır.
Gönüllü
olarak İslâm kimliğini seçmeyenler, “dayatılmış kimlikler”e mahkûm olurlar.
Her gün İslâm-merkezli olmayan yeni bir anayasa yapsanız da,
adâletsizlik ve eşitsizliği yine de değiştiremezsiniz.
Hiç-bir
ilmî tartışma netîcelenemez. Son karârı her-zaman ancak siyâset verir. Bu siyâset
İslâm siyâseti olursa ne âlâ.
Ilımlı
İslâm, “kapitâlist bir proje”dir.
İçtihad
demek “devrim” demektir. Bir şey üzerinde içtihad yapmak, o şeyi (anlayışı)
devrim ile devirerek yerine yenisini (yeni bir anlayışı) koymak demektir. İslâm’ı
devirmekten (hâşâ) değil, artık işe yaramayan eski İslâmî anlayışı devirmekten
söz-ediyoruz. İslâm devrimci (içtihâdÎ) bir dindir. İçtihad kapısının sözde
kapatılması, İslâmî devrimin durdurulması demektir ki, bunun sonucunda İslâm’ın
Dünyâ’daki lîderliği durdurulmuştur. Bu devrim/içtihad tekrar diriltilmedikçe
de müslümanların hâl-i pür melâli devâm edecektir.
İçtihad
kapısını açmak, kafaları moderniteyle sulanmış olanların, İslâm’ı modernize
etmeleriyle sonuçlanacaktır.
İslâm
(vahiy-sünnet) merkezli bir hayâta tüm zamanlarda yapılan ortak eleştiri ve
korku: “İslâm’a göre yaşarsak aç kalırız”.
İslâm
“kendini tutma dîni” iken; modernizm ise “kendini salma dîni”dir.
İslâm
“layt” bir din değildir.
İslâm
“olağanüstü” bir din değildir. Bu nedenle de “uygulanamaz” bir din değildir.
İslâm
“sâdece bir din” değildir.
İslâm
“vazgeç” derken, modernite ise “vazgeçme” diyor; hiç-bir tutkundan vazgeçme..
İslâm 1.000 yıl boyunca hiç devletsiz olmamışken, “İslâm
devlet ister mi?” tartışması yapmak, ağır bir ahmaklıktır.
İslâm âleminde din, en iyi Türkiye’de yaşanıyormuş..
diyorlar! Türkiye’de “yaşanan” bir din (İslâm) var mı ki?.
İslâm
âleminde-ülkelerinde, hayatta olanlara; İsviçre, Almanya, İngiltere, Fransa ve
İtalya’nın lâik kânunları; ölenlere ise İslâm’ın kânunları uygulanıyor.
İslâm’ın kânunları bir-tek ölüler için uygulanıyor.
İslâm
bir “dünyâ dîni”dir, “cennet dîni” değil. “Doğal bir din”dir. Bu nedenle İslâm’ı
aşırı ideâlleştirmek ve mükemmelleştirmek yanlıştır.
İslâm
bir kültür üretebilir fakat İslâm, salt bir kültürden ibâret değildir. Yüzü
devlete ve medeniyete dönüktür.
İslâm bir tâviz dîni değildir. Tâvizin olduğu yerde tevhid
olmaz.
İslâm
bizim çağrımıza uymayacak, biz İslâm’ın çağrısına uyacağız.
İslâm coğrafyasında Kur’ân’ı ve
Sünneti “tam anlamıyla” merkeze alamama sorunu var.
İslâm
coğrafyasındaki sorunlar, “yeterince bâtı’lılaşamamak”tan değil; “yeterince
İslâm’laşamamak”tandır.
İslâm coğrafyasının en büyük sorunu, örnek alabilecekleri
bir devlet, bir siyâset ve topluluğun olmamasıdır.
İslâm
çok kıskanç bir dindir. Yanına başka bir din/görüş/ideoloji istemez ve kabûl
etmez.
İslâm
demek “sınır” demektir. Sınırsızlık düşüncesi şirktir. Müslüman, “Allah’ın
sınırlarına göre hareket eden” demektir.
İslâm demek, “sınır” demektir.
Bu, “haddini bilmek” sözüyle ifâdesini bulur.
İslâm
devlet-dîni değildir ki; devlet İslâm-devletidir. Devlet-dîni değil;
din-devleti.
İslâm
Devleti konusunu çıkardığınızda, seküler-lâik devlette din adına konuşulacak
çok da fazla bir konu kalmaz. Zâten konuşulsa ne olacak ki?.
İslâm
devleti, içinde müslümanların olduğu devlet değil, müslümanlığın “yaşandığı”
devlettir. Müslümanlık yapmadıktan sonra müslüman olmanın bir önemi yoktur. Bir
berberin berberlik yapmamasına rağmen berber olduğunu söylemesinde olduğu gibi.
İslâm
Devleti’nde, İslâm’ın toplumsal kurallarının çiğnenmesine izin verilmez.
Kişisel kurallarıysa, “tâkip edilemeyeceği için” çok da sorgulanamaz.
İslâm
Devleti’ni-medeniyetini bilmeyenler, modern demokratik devletleri ve
uygarlıkları bir bok zannediyorlar.
İslâm Devleti’nin olmadığı yerde İslâm Fıkhı da yoktur.
İslâm
dîni “sunum dîni”ne dönüştü, herkes bir şeyler anlatıyor ama kimse yapmıyor.
İslâm
Dîni adına yaptığınız şeyler nefsinize zor gelip de sizi zorlamıyorsa, yada
İslâm, hayâtınızı dîne göre programlamaya yönlendirmiyorsa, yaptıklarınız
“dinden” değildir.
İslâm
dîni sâdece bir haber değildir, olaydır da.
İslâm
dîni ve Kur’ân, klâsik veyâ modern, hiç-bir zamanda ve mekânda
sınırlandırılamaz.
İslâm
dîni, pasifliği sembôlize eden bir felsefe değildir.
İslâm
dîni; anti-cehâlet, anti-şirk ve anti-zulüm sistemidir.
İslâm Dîni’nin târih boyunca amansız düşmanı, “çıkar dîni”dir.
İslâm
dîninin gelişmeye ihtiyâcı yoktur. Zîrâ İslâm, ilkel bir din değildir.
İslâm
doğu’da ortaya çıkmıştır. Müslüman doğu’ludur. İslâm’ın kültürü doğu
kültürüdür. Batı’lı olan biri müslüman olduğu anda doğu’lu olmuş olur. Işık
doğudan yükselir, batı’dan batar.
İslâm
fantastik bir din değildir.
İslâm Fıkhı’nın olmadığı yerde, “isyân fıkhı” olmalıdır.
İslâm
hakkında modernizm ile uyumlu öyle yorumlar yapılıyor ki, günaha girmek mümkün
değil.
İslâm
hatır-gönül dîni değil, îman ve eylem dînidir.
İslâm hayâta hâkim kılındığında, her tarafa: “İnsanlık, ilâhi
sistemden ayrılmanın bir sonucu olarak ciddî bir sapmadan kurtarıldı” diye yazılacaktır.
İslâm
hayâta karışmayarak sâdece vicdanlarda kalmalıymış. Hâlbuki Allah, dînini,
vicdanlara hapsolmaktan kurtarıp, İslâm’ı hayâtın tam ortasında hâkim kılmak
için göndermiştir. Peygamber-örnekliği de bunu gösterir. İslâm bir “hayat dîni”dir.
Hayatta hâkim ol(a)mayan bir din, “ölmeye başlamış” demektir. Dîni hayâta hâkim
kılmak için çalışmayanlar da, dinden-îmandan haberleri olmadığından dolayı “ölü”dürler.
İslâm
için “nefret dîni” diyorlar. Evet; İslâm zulümden nefret eder.
İslâm
için, mevcut seküler modern sapmanın “eski sapmalar”a göre farklılığı,
kullandığı araçların daha kompleks olmasıdır.
İslâm
içinde yaşarken birbirlerinin kılına bile dokunmayan müslümanlar, modernite ve
milliyetçilik içinde yaşarken birbirlerinin boğazına sarılmış durumdadır.
İslâm
ilâhi bir “tez”dir. Anti-tezlerle hiç-bir zaman senteze girmez.
İslâm
ilerlemez ve gerilemez. Müslümanlar ilerler ve geriler.
İslâm kânunları olmadığında, yasalar, “zenginleri koruma
kânunları”dır.
İslâm
kânunlarının olmadığı yerde, her zaman “orman kânunları” vardır.
İslâm
kısaca; “gözü ve götü zorlamak” demektir.
İslâm
medeniyeti, müslümanların “tezâhür etmiş ibâdeti”dir.
İslam Medeniyeti’nden bi-haber
olanlar, Avrupa’yı-Batı’yı; bilimin, insânî değerlerin, gelişmenin vs. beşiği
zannederler. Oysa bunları başlatan İslâm, ifsâd eden ise Avrupa-Batı’dır.
İslâm medeniyetinde yaşamanın huzûrundan ilmel-yakîn de olsa
haberi olamayanlar; modern yaşamın hazlarıyla büyülenmiş durumdadırlar ve
modern dünyâyı “cennet” zannetmektedirler.
İslâm
medeniyetinin hâkim omadığı şehir, şeytanın iktidâr alanıdır.
İslâm
modern çağa “uygun” değildir; çünkü modern çağ İslâm’a uygun değildir.
İslâm
modernizme tepki olarak değil, modernizm İslâm’a tepki olarak doğmuştur.
İslâm
olmak, “başını ‘belâ’ya sokmak” demektir.
İslâm
pragmatist bir din değildir. Bâzen “devlete yararlı” olduğu hâlde İslâm’a göre
“yanlış” olan şeyler vardır.
İslâm sâdece, “kötü-yanlış-çirkin olan şeyi yapmamak” demek
değildir. İslâm; “kötü-yanlış-çirkin” olan şeyi yapmaktan uzak durduktan sonra;
“iyi-doğru-güzel” olan şeyi de yapmak demektir. Ancak o zaman Allah’ın emri “tamam”
olur ve hakkıyla müslüman-mü’min olunur. Peygamberimiz peygamberlikten önce de;
“kötü-çirkin-yanlış” olan şeyi yapmıyordu. Fakat, Allah için bu yeterli değildi.
Bu nedenle de Peygamberimiz’e “ağır bir yük” yükledi. Allah, mü’minleri,
kötü-çirkin-yanlış olan şeyleri yapmadıktan sonra; “iyi-doğru-güzel” olan
şeyleri de yapmaya sevk-eder ve bunu emreder.
İslâm
şeriatını takmayanlar, gidip-gidip Allah’ın zâtıyla uğraşırlar.
İslâm târihinde ahlâka dönme teşebbüsleri ne yazık
ki hemen her zaman ters tepmiştir. Çünkü İslâm salt ahlâk-sistemi değildir. İslâm
bölünme kabûl etmez.
İslâm
târihinde “hadis” adı altında uydurulmuş olan bir-çok söz, rivâyet ve
zırvalıkların ortaya çıkmasının nedeni; Peygamberimiz’in, Kur’ân’ın pratik
temsilciliği olan sahih sünnetinin yaşanmamasıdır.
İslâm
târihinden kopuk Kur’ân okumaları insanı sapıklaştırır.
İslâm
târihinden tüm -sözde- evliyâları kaldırsanız, İslâm yine aynı İslâm olurdu.
İslâm toplumlarında, ideâl olanı arayıp gerçekleştirmektense,
mevcut olan’ı “normâl” ve “makbûl” sayma alışkanlığı oluştu.
İslâm
toplumu-devleti-medeniyeti, “akıntıya karşı kürek çekmek”le başlayan bir
süreçtir.
İslâm
ülkeleri, hicretten önceki Evs ve Hazrec gibiler ve birbirlerini öldürmekle
meşgûller. Yâni “ateş çukuru”nun tam kenarında duruyorlar.
İslâm
ülkelerine matbaanın geç gelmesini “yobazlık” olarak görenler!; son bir yılda
kaç kitap tâne okudunuz?. (Kitap bir matbaa ürünü ya!).
İslâm
ve Kur’ân, sakinleştirici bir ilaç gibi kullanılamaz. Tam-aksine Kur’ân,
okuyucusuna “kerîm bir öfke” kazandırır.
İslâm
yolunda ölmek, “pisipisine ölmek” demek değildir.
İslâm,
“ataların sünneti”nden, sünnetullaha ve Peygamber sünnetine (güzel örneklik)
dönüştür.
İslâm,
“çoğulculuk-merkezli” değil, “tevhid-merkezli”dir.
İslâm,
“dînin ‘dar’ olduğu yerde” değil, “dînin ‘dâr’ (yurt) olduğu” yerde hakkıyla
yaşanır.
İslâm,
“hayâta hâkim kılınamaz” ve “yaşanılamaz” bir din değildir.
İslâm,
“insanı değiştiren” şeydir. Hem müslüman olunacak, hem de hayat-tarzı ve
davranışlar değişmeyecek.. bu mümkün değildir.
İslâm, Kitap-merkezli bir dindir.
İslâm,
“lüks mal”a artı bir vergi koyarak, onu dolaylı yönden iptâl eder.
İslâm,
“türedi bir din” değildir.
İslâm,
“vahye uyarlanmak” demektir. “İdeolojiye-devlete-ırka-hizbe-şeyhe-lîdere
uyarlanmak” değil.
İslâm,
alt-yapısını hazırlamadığı şeyi emretmez. Böylece emrettiği şey gayri-meşrû bir
şekilde gizlice yapılmaz.
İslâm, ancak îman-amel-eylem ile birlikte açığa çıkar.
Amel-eylemden kopuk olan inanç-şekline müslümanlıktan ziyâde “haniflik” demek
daha doğrudur. Hanif: “İslâmiyetten evvel Allah’ın birliğine inanan ve Hz.
İbrâhim’in dîninden olanların vasfı”dır.
İslâm,
bilgiden çok daha fazlasıdır.
İslâm,
bir “ölme yolu”dur. Ne zaman ve ne şekilde ölüneceğini sâdece Allah bilir.
Müslüman, “İslâm yolunda ölen” kişidir.
İslâm, bireysel alanda “akîde ve inanç”, toplumsal alanda ise
“din ve şeriat”tır.
İslâm, doğaya ve fıtrata en uygun
ve en “normâl” olandır. Onu moderniteye göre normâlleştirmek, İslâm’ı
“laytlaştırmak” anlamına gelir.
İslâm, gizli-gizli yaşanacak bir din değildir.
İslâm,
göze alamadığınız şeylerin toplamıdır.
İslâm,
hak ile bâtılı kaynaştıran değil; hak ile bâtılın arasını “uzlaşmaz bir şekilde”
ayıran bir dindir. Zîrâ hak geldiğinde bâtıl yok olur gider: (İsrâ 81).
İslâm,
insanı “kendinden geçirmek” için değil, “kendine getirmek” için gönderildi.
İslâm,
insanın vâroluşunu siliklikten ve siniklikten kurtarır-kurtarmıştır.
İslâm,
kâğıt üzerinde kalan soyut bir teori değildir.
İslâm,
kapitâlist-liberâl sistemin isim değiştirmiş şekli değildir.
İslâm,
konjonktüre uydurulabilecek bir din değildir. İslâm, mevcuda uymak için değil,
mevcudu kendine uydurmak için vardır.
İslâm,
kuru bir laf değil, bir hayat-tarzıdır.
İslâm,
kuru bir mâneviyat dîni değildir.
İslâm,
Mekke’nin Fethi’nden sonra Roma’yla cedelleşmeye başlamıştır. Bu cedelleşme
“modern Roma” şeklinde hâlen devâm ediyor.
İslâm,
romantizmin konusu değildir.
İslâm,
sâdece “özel şartlar”da ve “özel alanlarda” yaşanacak bir din değildir.
İslâm,
salt bir “ahlâk dîni” değildir. İslâm Dîni, sosyâl ve siyâsal bir “hayat tarzı”dır.
İslâm,
salt bir “mânevî alan dîni” değildir. Kâlplerden sonra, sosyâl, ekonomik ve
siyâsal alana da hitâp eder.
İslâm,
târih boyunca “hâkim ideolojik zırh”a karşı savaşmıştır. Bu, “İslâm’ın
kaderi”dir.
İslâm,
uzak-doğu dinleri gibi salt soyut “düşünce dîni” değildir. Aksine İslâm, “somut”a
dönüşmeyi hedef edinen bir dindir.
İslâm;
“müslümanların temel esasları”ndan ayrılıp, “İslâm’ın temel esasları”na
dönmeden hâkim olamaz.
İslâm; “zenginden alıp fakire vermeyi (zekât)” esas alırken;
kapitâlizm; “fakirden alıp zengine vermeyi” esas alır.
İslâm;
anti-tez ve sentez kabûl etmeyen bir “tez”dir.
İslâm;
modern müslümanların elinde “kültürel ve aklîlikten”; tasavvuf ve târikatın
elinde ise “yanlış tevekkülden” kaynaklanan bir miskinliğe dönüşmüş
durumdadır.
İslâm;
özel anlamda “kıtâl”, genel anlamda ise “cihad dîni”dir. Kıtâlsiz cihad olmaz.
İslâm;
yürürlükteki mevcut işleyen sisteme çomak sokan bir dindir. Çomak sokması için
gönderilmiştir.
İslâm;
zulme, adâletsizliğe, şirke ve küfre eleştiri-îtirazla başlar, süreç isyanla
devâm eder ve “hak” ile sonuçlanır.
İslâm’a
adanmaya yanaşmaktan bile korkan müslümanlar, büyük bir şevk ile kapitâlizme
adandılar/adanıyorlar.
İslâm’a
birebir aykırı olan modern yorumlar, Kur’ân’a “etimolojik işkence” altında
söylettirilen sapık sözlerden oluşur.
İslâm’a
düşman olan bir-çok müslüman(!) var.
İslâm’a
en büyük zarârı “Dünyâ’nın yuttuğu müslümanlar(!)” veriyor.
İslâm’a
girenler, hemen ertesi gün “kavga”ya başlamalıdır.
İslâm’a
göre “üstünlük” takvâda iken; lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-bireyci-demokratik-emperyâlist
sistemde üstünlük “tüketim”dedir.
İslâm’a
göre yaşamayan toplumların kaderini, “küresel sermâyedarlar (bankalar)”
belirler.
İslâm’a
göre, Allah’ın kânunlarına rağmen bir kânun, teklif bile edilemez.
İslâm’a göre; alt-yapısı hazırlanmamış olan şey emredilemez.
Zîrâ İslâm’ın emirleri “uygulanamaz” olan emirler değildir.
İslâm’a
hakkıyla sâhip çıkanlar olmazsa, hakka aykırı şekilde sâhip çıkanlar olacaktır.
İslâm’a
inanıyor fakat demokrasiye hizmet ediyor.
İslâm’a
rağmen kurulan tüm sistemler İslâm’ın düşmanıdır. Çünkü onlar İslâm’a
düşmandır.
İslâm’a
yapılacak en büyük hakâret, onun kuru-kuruya “sâdece îman edilecek” bir din
olduğudur.
İslâm’cılık,
İslâm’ın tüm zamanlardaki ideolojisidir.
İslâm’da
“günah işleme özgürlüğü” vardır ama, Dünyâ’da ve âhirette o günaha cezâ kesmek
de vardır.
İslâm’da
aklın kullanılması, “aklın İslâm-merkezli kullanılması”dır. Bunun aksi ise
günümüzde olduğu gibi, “aklın nefis-merkezli kullanılması”dır. Bu tür akıl(!)
ancak fitne üretir ve ifsâd eder.
İslâm’da
besmele sâdece mânevi değil, sosyâl-siyâsal-kültürel-ekonomik alanın da ilk
adımıdır.
İslâm’da
halk, yanlış yolda olan hükümdârı “istediği zaman” azl edebilir. Bunun için 4-5
sene beklemesine gerek yoktur.
İslâm’da
ruhbanlık olmadığı gibi, “ilâhiyatçılık” da yoktur.
İslâm’da
savaşın sâdece “savunma savaşı” olduğu düşüncesi, cihadı blôke eder-ediyor.
İslâm’da
seçim vardır. Bu seçim “Lâilâheillallah” sözünde ifâdesini bulur.
İslâm’da
tefrikanın ilk ortaya çıkmasının nedeni, Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci
yarısında, devlet-içi görevlendirmelerde ehliyet ve liyâkatin göz-ardı edilmesi
ve görevlendirmelerde hatır-gönül ve yakınlığın aranmasıydı. Bu durum ileride
çok daha büyük sorunlara yol açmıştır.
İslâm’da
tüketmek, “Allah yolunda tüketmek” iken (infâk), modernizmde tüketmek, “isrâf
yolunda tüketmek”tir.
İslâm’da,
“temel ihtiyaç ürünleri” devletin tekelinde yada sıkı denetimindedir.
İslâm’da, bâtıla ve zulme hoşgörü olmaz. Modern
müslümanların hoşgörüsü ise, “zulme ve bâtıla”dır.
İslâm’da,
dünyevî kavramların içi boşaltılarak içi İslâmî anlamlarla doldurulurken;
sekülerizmde ise, İslâmî kavramların içi boşaltılarak içi dünyevî anlamlarla
doldurulur.
İslâm’da;
gayri-müslimlerle bir-arada yaşamak, ancak “cizye” ve “zımmî” kuralına göre
mümkün olabilir.
İslâm’dan
başka bir yerde şeref arayanlar, şerefsizin önde gidenleridir.
İslâm’dan
verilen tâviz(ler), kişiyi yakın-uzak vâdede “İslâm düşmanı” yapar.
İslâm’ı
“İslâm düşmanları”ndan öğrenenler “İslâm düşmanı” oluyorlar. Oysa İslâm, Kur’ân’la
öğrenilir, Sünnet ile uygulanır.
İslâm’ı
“olduğu gibi” anlayın, “olması gerektiği” gibi değil.
İslâm’ı
bilmek, onun “dâvâsını anlamak” demektir.
İslâm’ı
hayâta hâkim kılma amacı ve hedefi olmadığında, Dünyâ bir oyun ve oyalanma
alanıdır.
İslâm’ı
hayâta hâkim kılma direncini gösteremeyenler; “çağ sana uymuyorsa sen çağa uy”
terânesini tekrarlayıp dururlar.
İslâm’ı
hayâta hâkim kılmak “suç”; kılmamak ise “şirk”tir.
İslâm’ı
hayattan dışlayan tüm ideolojiler tâğuttur.
İslâm’ı
hayattan uzaklaştırmak(!), “tek ilah inancını (tevhid) hayattan uzaklaştırmak”
anlamına gelir.
İslâm’ı
işlevsiz bırakmanın en popüler yollarından biri de, “resûl-nebî ayrımı yapmak”tır.
İslâm’ı
kabûl etmek, İslâm’ın zıddını terk-etmek demektir.
İslâm’ı Kitap ve Sünnet-merkezli olarak öğrenip
benimseyemeyenler ve İslâm’ı bir hayat-tarzı yapamayanlar, önlerine çıkan
klâsik yada modern her sapıklıktan etkilenirler.
İslâm’ı seçerek “ben müslümanım” diyenler, İslâm’ın yüklediği
sorumlulukları kabûl etmiş olurlar. Müslümanlık iddiâsının ispâtı, bu
sorumlulukları yerine getirmekle olur.
İslâm’ı
sürekli olarak “zamâna uydurmaya” çalışıyorlar. Hiç, “zamânı İslâm’â uydurma”ya
çalışan yok.
İslâm’ın
“belirleyici” olmadığı yerde, “şeytanın vahiyleri”ne göre hareket edilir.
İslâm’ın
“devrimci rûh”unu diriltmeden, İslâm’ı hayâta hâkim kılmanız mümkün değildir.
İslâm’ın
“kendini tutmak”tan kaynaklanan “medeniyet”i, batı’nın “kendini tutmamak”tan
kaynaklanan “uygarlığı”ndan kat be kat üstündür.
İslâm’ın
“modern seküler çağ”a uymaması, onun “geriliği”nden değil, “şerefinden”dir.
İslâm’ın
“yaşanmadığı” her yerde sürekli bir kriz vardır.
İslâm’ın
anti-modernistliği, moderniteden üç farklı özelliği ile ayrılır: 1-Meşrû
cinsellik, 2- Meşru para kazanma şekli, 3- Irkçılık yapmamak.
İslâm’ın baskısı olumlu, câhiliyenin baskısı olumsuz
sonuçlar doğurur.
İslâm’ın
belirmediği bir dünyâ, tâğutların cirit attıkları seküler bir alandır.
İslâm’ın
bir “hayat tarzı” olduğunu göremeyenlerin, vahyi hakkıyla anlayabilmesi mümkün
değildir.
İslâm’ın
devlet talebi vardır. Zîrâ İslâm, “sığıntı” olabilecek bir din değildir.
İslâm’ın
devlet talebi yoktur, adâlet talebi vardır diyorlar. Peki İslâm olmadan
adâletin olamadığını görmüyorlar mı?.
İslâm’ın
devleti, “devletin İslâm’ı” demek değildir.
İslâm’ın
dışındaki seküler kânunlar, “çifte standart”a sâhip kânunlardır.
İslâm’ın
emirlerinden birine bile düşman olan, “İslâm’a düşman olmuş” demektir.
İslâm’ın en ağır yükümlülüğü, “dâvet”tir.
İslâm’ın
evrensel değerleri seküler bir yorumlamaya tâbi tutularak ve nefse uygun hâle
getirilerek, “beşerî değerler” olarak sunuluyor.
İslâm’ın
hâkim olduğu bir yerde insanlar ikiye ayrılır: 1-Mü’minler; 2-Münâfıklar.
İslâm’ın
hâkim olmadığı bir ülkede-dünyâda yaşamak, insanca bir yaşama değildir.
İslâm’ın
hâkim olmadığı Dünyâ, bir “fitne ve fesat yuvası”dır.
İslâm’ın
hâkim olmadığı ve hayâtı belirlemediği târih, “saçmalıkların târihi”dir.
İslâm’ın
hâkim ve iktidâr olmadığı ülkeler, “kleptokrasi” (hırsızlık) rejimi ile
yönetilir.
İslâm’ın
hâkimiyeti “meşrû” yoldan olmalıdır, zîrâ “yasal” yoldan olmaz.
İslâm’ın
hükümleri coğrafyadan-coğrafyaya değişmez; coğrafyadan-coğrafyaya, imtihanlar
değişir.
İslâm’ın
hükümleri, Dünyâ’nın “sâdece bir kısmında uygulanması” için gelmemiştir.
İslâm’ın
Hz. Âdem’den bêri ana görevi, Dünyâ’yı; “insan-merkezlilik”ten,
“Allah-merkezlilik”e çevirmektir.
İslâm’ın
ideolojisi demokrasidir diyenler, “İslâm’ın özgün olmadığını” söylemiş olurlar.
İslâm’ın
iktidâr olmadığı yerde Cum’a namazı kılınmaz. Zîrâ anlamsız olur.
İslâm’ın
kânunları yerine beşerî kânunlarla Dünyâ’nın bir “barış yurdu”na döneceğini
beklemek, “boşuna bir bekleyiş”tir.
İslâm’ın
kavramları, modernite nedeniyle “anlam genişlemesi”ne uğratılmakta ve bu da
mânâyı değiştirmektedir.
İslâm’ın
kavramlarının hakîki mânâsına ulaşmak için, o kavramların anlamları İslâm’ın
kendi iç-dinamiklerine göre belirlenmelidir.
İslâm’ın
keffâretleri (oruç, fakir doyurma-giydirme, köle azad etme) “cezâ” gibi değildir.
Kişiye zevk verir çünkü.
İslâm’ın mesajı tüm zamanlar ve
mekânlar için net ve kesindir. Fakat müslümanların çoğu bu mesajı, “zamânın
telâkkisi”ne uyarlamaya çalışıyor.
İslâm’ın
modern dünyâdan geri(!) kalması, beceriksizliğinden değil, “moderniteye
inanmadığından ve onu istemediğinden” dolayıdır.
İslâm’ın
modernite içinde kurumsallaşması, “İslâm’ın kültüre indirgenmesi”ne neden
oluyor.
İslâm’ın
onaylamadığı “vazgeçilmezleriniz”, ateşinizdir.
İslâm’ın
simgesi olan hilâl, doğal bir simgedir.
İslâm’ın
siyâsî yönünü savunmak, “devlet kurumlarının İslâm’ın referanslarına göre düzenlenmesi”ni
savunmaktır. Yoksa “kamusal alanda İslâm’ın simgelerinin yozlaştırıldıktan
sonra görünmesini savunmak” değil.
İslâm’ın
sosyâl, siyâsal ve ekonomik yönlerininin de olduğunu konuşmak “aşırılık” olmuş.
Rivâyet ve tasavvuf eleştirisi ile yetiniliyor.
İslâm’ın
sosyâl-siyâsal-ekonomik yönüne en çok karşı çıkanlar, yerleşik düzenden
nemalananlardır.
İslâm’ın
zıddı, tüm zamanlarda ve mekânlarda uygulanan beşerî sistemler ve
yönetimlerdir.
İslâm’ın,
“şirk ortamı fıkhı” yoktur.
İslâm’ın;
îman, câhiliye, tâğut, şirk, infâk, hicret, cihad ve şehâdet gibi ana
kavramları, modernitenin etkisiyle “yeniden yorumlama”ya tâbi tutularak
unutturuluyor yada yok sayılıyor.
İslâmî
olmayan bir ülkede-Dünyâ’da, insanlar her mekânda ve her alanda farklı rôllere
bürünürler. Lâiklik budur işte!. İslâm’da ise, insanlar nerede olursa-olsun,
aynı ve benzer hâl ve tavırlarda olurlar.
İslâmcılık;
Kur’ân’ın anayasa olduğu İslâmî bir yönetim şekli ve bir “İslâm Medeniyeti
istemek” demektir.
İslâm-devleti
olmadığında Dünyâ’yı tâğutların iktidârı kuşatır.
İslâmî
“tez”in karşısındaki tüm anti-tezler bâtıldır. İslâm, bâtıl anti-tezlerle
senteze izin vermez.
İslâmî
devrim yap(a)mayanlar “evrim” geçirerek “sistem”e uyarlar.
İslâmî hareket, “akıntıya karşı
yüzmek”le başlar.
İslâmî hareketin bir reçetesi yoktur-olmaz. İslâmî hareket,
adı üstünde; “hareket” ile başlar.
İslâmî
hayat ve modern hayat karşısında ikilimde kalan müslümanlar, İslâm iddiâlarına
rağmen modern hayâtı seçtiler. Böylece “îtikatta İslâm”, “amel ve eylemde modernite”
olarak absürd bir durum ortaya çıktı.
İslâmî
ilim, Kur’ân’ın anlaşılmasından çok (zîrâ Kur’ân kolay anlaşılır bir kitaptır),
Kur’ân’ın hayâta aktarılması için gereklidir.
İslâmî
kânunların dışındaki tüm kânunlar, deneme-yanılmayla çıkarılır. Fakat
yanılgılar hiç-bir zaman bitmez.
İslâmî
olmayan sistemlerde her dâim olan şey, “mutlu azınlık”ın, “kazan-kazan
oyunu”dur.
İslâmî
olmayan tüm yönetim-şekillerinde, halk, sistemin ve yöneticilerin “gayri resmî
köleleri”dir.
İslâmî sistemden gayrı tüm sistemler, “dikiş tutmaz birer
yama”dır.
İslâmî
siyâsetten kaçmanın cezâsı, “seküler siyâset”tir.
İslâmî
siyâsetten vazgeçildiğinde, seküler siyâsete râm olunur.
İslâmî
toplum ve hareket (cemaat), “tek başıma evimde yapamayacağım şeyi birlikte
yapmak için” olmalıdır.
İslâmî
yaşam-tarzı, modern yaşam-tarzına boğduruluyor.
İslâmiyet,
seküler batı’nın ve bâtılın ortaya çıkardığı sorunlara cevap üretemiyorsa, o
hâlde bâtılı alaşağı etmek gerekir.
İslâm-merkezli
hadiselere dayalı olmayan hadisler “hadis” değildirler.
İslâm-müslüman
dünyâsında, “düalizm” hâkimiyeti var.
İslâm-öncesi
Türkler, Çin ve Îran medeniyetlerinin etkisindeydi.
İşe İslâm’ı karıştırmadan sağlanacağı zannedilen adâlet ve
eşitlik beklentisi, ahmaklığın daniskasıdır.
İzzetinizi
ve şerefinizi İslâm’dan-Kur’ân’dan almazsanız, onu size hiç kimse veremez.
Şerefsizlerden şeref beklemeyin.
Kerîm
öfkelere sâhip olmadan hiç-bir düzeltme yapılamaz, dolayısıyla İslâm hayâta
aktarılamaz.
Korku
ile İslâm’ın bir-arada bulunması biyolojik olarak mümkün ise de, teolojik
olarak söz-konusu olamaz.
Kriter olarak Allah’ı-Peygamber’i-Kur’ân’ı yâni İslâm’ı
kriter almayanların kriterleri “nefs”tir.
Mantık
çok basit: Eğer İslâm yeryüzüne hâkim değilse, Kur’ân okunuyor olsa da
“uygulanmıyor” demektir.
Mekke’yi
fethetmedikçe insanlar akın-akın İslâm’a girmeyeceklerdir.
Müteahhitlikle
İslâm aynılaştırıldı. İslâm müteahhitlik değildir.
Ortada
bir İslâm medeniyeti yokken yada böyle bir yola girilmemişken, İslâm adına
yapılan tutarlı bir şey olamaz.
Platon
felsefesinin İslâm’casına “tasavvuf” denir.
Resûlün
vahiy-merkezli örnekliğini (Ahzâb 21) hesâba katmayanlar, İslâmî yönetim
şeklini idrâk edemiyorlar.
Son
moda trend, “İslâm’a Kur’ân ile düşmanlık etmek”tir.
Sosyo-ekonomik ve kültürel farklar, İslâm’ın farklı
yorumlanmasına neden oluyor. Fakat bu durum zamanla çatışmaya dönüşecek oranda
farklılaşıyor. O hâlde ekonomik farklılıklar İslâm’a büyük zararlar veren
nedenlerin başındadır.
Sükülerizm, İslâmî hareketler “sosyâl hareketler”e dönünce;
“İslâmî taleplerin sosyâl taleplere dönüşmesi”dir.
Uygulanmayan
İslâm, müslümanları geriletir.
Yeni
bir İslâmî hareket için, yeni Ammar’lara, yeni Bilal’lere ihtiyaç vardır.
Yeni
müslümanlar; anlayışta İslâm, yaşayışta moderndir.
Kadın
Birer
Yûsuf olup kadınların ayartmasından zindana sığınacağımıza, kadınlar
kendilerine çeki-düzen versinler.
Genel-evler,
kadınların “pazarlandığı” yerlerdir.
İstisnâlar
hâriç modern kadın, “götü kaldırılmış” kadındır.
Kadın
evden dışarı adımını attığı anda kapitâlizmin kucağına düşer.
Kadın,
önce Allah’a, sonra da erkeğe karşı haddini bilmedikçe bu Dünyâ düzelmez.
Kadının
değişimi, Dünyâ’nın değişimidir.
Kadının
erkeğe üstün olduğu tek şey anneliktir. Cennet “annelerin” ayakları altındadır.
Kadının
kariyerinin zirvesi “annelik”tir.
Kadının,
aptallıktan (saflık) kurtuldukça merhâmeti azalır.
Kadınlar
gençken güzellikleriyle, yaşlanınca da hastalıklarıyla uğraşırlar. Sonuçta
hayatları boyunca hep bedenleriyle uğraşmış olurlar.
Kadınlara
çiçek yerine bir bardak su vermek daha iyidir. Çünkü kadınlar zâten çiçektir,
çiçeğe çiçek verilmez, su verilir.
Kadınları
ne kadar mutlu etmeye çalışırsanız, o kadar mutsuz olursunuz.
Kadınların
hayâtı erkek-merkezli bir hayattır. Bu durumun doğal olanı fıtrîdir. Allah
kadınları mûnis olarak yaratmıştır çünkü.
Milenyum
sonrası nesil, “çalışan kadınlar”ın eseridir.
Tesettür,
kadının dîninin direğidir.
Kâinât
Kâinâtın
imamı Allah’tır, “başkası” değil.
Kâinâtın
tek hükümdârı (hüküm sâhibi) Allah’tır.
Kâinâtın
yaratılmasını ve idâre edilmesini Allah’tan başka üstlenen yoktur.
Kâinatta
“sünnetullah”a uymayan tek varlık “insan”dır.
Kâinatta
insanın alâkalı olmadığı hiç-bir şey yoktur.
Kâinatta
kaos (kargaşa), sâdece insanlar-arası ilişkilerde görülür. Yoksa Allah, kaotik
bir durum yaratmaz.
Kâinatta,
insanın karışmadığı her alanda muazzam bir düzen ve âhenk vardır. İnsan ne
zaman ki İlâhi-merkezli olmayan bir düşünce ve eylemle bu âhenge el atıyor,
işleyiş hemen bozulmaya başlıyor.
Kâinâttaki her-şeyin doğal işleyişi, onun secdesidir.
Kapitâlizm
Başörtülü,
kapitâlist-demokrat-liberâl-konformist-lâik ile; başörtüsüz,
kapitâlist-demokrat-liberâl-konformist-lâik arasında bir fark yoktur.
Bir ülkenin kapitâlist olup-olmadığı, en düşük gelire sâhip
olan işçilere bakarak anlaşılabilir.
Bireycilik,
seküler-kapitâlist sistemi beslemek için topluma giydirilmiş bir “deli
gömleği”dir.
Fâizcilerin kurduğu
lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik sisteme îtirâzı ve isyânı
olmayanların fâiz karşıtlığı samîmi değildir.
Kapitâlist
sistem önce “sûni ihtiyaçlar” üretir, sonra da o sözde ihtiyaçlara uygun
üretimler yapar.
Kapitâlist-liberâl ticâret,
İslâmî duruşun ve kişiliğin solmasına sebep oluyor.
Kapitâlizm çok çalışıp üretenlerin değil, şeytânî zekâya
sâhip hırsızların sistemidir.
Kapitâlizm ve modernizm, umûdu bitirdi.
Kapitâlizm
yiyip, liberâlizm içenler, Allah’ı -hâşâ- kendileri gibi “modernist”
zannediyor.
Kapitâlizm,
“israfla kalkınmak” demektir.
Kapitâlizm,
“tüketmek için rekâbet etmek” demektir.
Kapitâlizm, bir “bereketsizlik
ekonomisi”dir.
Kapitâlizm, herkesin kazanması için, zenginlerin
(üsttekilerin) çok-çok daha fazla kazanması gerektiğini söyleyen şerefsiz bir
sistemdir.
Kapitâlizm, hristiyanlığın “kapitâlizme karşı sesini kısma”
sürecidir. Şimdi de “kapitâlizme karşı İslâm’ın sesini kısma” süreci işliyor.
Kapitâlizmde,
parayı veren düdüğü çalar.
Kapitâlizme
göre âhirette ilk sorulacak soru: “Dünyâ’da kaç para kazandın?” sorusudur.
Kapitâlizme göre insanın en iyi yapabileceği şey “almak”tır.
Kapitâlizmin
“tuzak” sözlerinden biri de şudur: “Zenginin kârı senin de kârındır”.
Kapitâlizmin
âyeti: “Paranız yoksa kıymetiniz yoktur”. Kur’ân’ın âyeti: “Duânız yoksa kıymetiniz yoktur” (Furkân 77).
Kapitâlizmin bir görünümü de, bilgiyi (hayâta geçirmek
yerine) biriktirmektir.
Zarar
dosttan yapılır. “Para dosttan kazanılır” sözü kapitâlist bir sözdür. “Dost”lar
arasında paranın lafı olmaz.
Kent
Büyükşehirler/kentler
“memleket” değildirler.
Kent
demek, rant demektir.
Kentlerde
ölüm bir trajedi gibi görlür. Zîrâ kentlerde, ölüm pek görülmez ve gösterilmez.
Doğal ortamlarda yaşayanlar ise, ölümü kanıksamışlardır. Çünkü doğanın sürekli
doğup-doğup öldüğünü gözleyip dururlar.
Kentlerin
ve şehirlerin de kâfiri-müslümanı vardır. Bir de müşrikleri.
Kentsel
dönüşüm projesi aslında “kente dönüştürme” projesidir. Şehrin kente dönüşümü.
Kentsel
Dönüşüm, yoksulları kent-merkezlerinden “siktir etme” projesidir.
Şu
taşlaşmış modern kentlere (şehir değil) bakıyorum da, neyini seveceğim
ki?.
Kitap
Ana-teması yanlış olan birinin, ne kadar
çok olursa-olsun tüm bildikleri boşa çıkar. Bu aynen; içinde milyonlarca
e-kitap barındıran bir bilgisayarın, bir virüs yüzünden çökerek, tüm kitapların
silinmesi gibidir.
Bir
yanda “kitap yüklenmiş eşekler” varken; diğer yanda “Kitab’ı yüklenmeyen
eşekler” var.
Eğer
Kur’ân; “iç-âlemleri aydınlattıktan sonra”, siyâsal, sosyâl ve ekonomik hayâta
karışmayacak bir Kitap’sa, olsa da olur, olmasa da olur.
E-kitaplar
çıktı, hâlâ “matbaa geç geldi” muhabbeti yapılıyor. Okuyan mı var?.
Kitap
okumaktan daha zor olan şey, “okunacak” kitap bulmaktır.
Kitap okuyabilmek için ilk yapılması gerken şey “oturmak”tır.
Oturamayanlar okuyamazlar.
Kitap, kişiyi sanata ve kültüre zorlar.
Kitaplar
yeni baskı yaptıkça canlılıklarını/ruhlarını kaybederler. Zamanla da
etkisizleşirler. Fakat buna vahiy kitapları ve en önemlisi Kur’ân dâhil
değildir.
Kitaplar,
makâleler, “yazılı düşünme”nin birer sonucudur.
Kitaplardaki
vahiy mushaf, hayattaki vahiy Kur’ân’dır .
Kitapta
(ve yazılarda); kitabın tertibi ve imlâ kuralları, kitabın anlaşılması için çok
önemlidir.
Tek
dikey kitap Kur’ân’dır ve diğerleri yataydır. Yatay olanlar dikey olanlara her
zaman gıcık olur.
Klâsik
Gerek
klâsik dönemde gerekse de modern dönemde bâzı müslümanlar, Kur’ân’ın bâzı
âyetlerinin nesh edildiği için, yaşadıkları dönemde geçerli olmadığını
söylemişlerdir.
Klâsik
“kader” anlayışı, yaşanmış olaylara senaryo yazmaktan ibârettir.
Klâsik
dönemde dîne “klâsik isrâiliyat” sızmıştı; Modern dönemde ise dîne “modern
isrâiliyat” (Darwin, Freud, Marx, kapitâlizm, liberâlizm) sızıyor.
Klâsik
döneme âit “uydurma rivâyetler” olduğu gibi, modern döneme âit “uydurma
rivâyetler” de vardır.
Klâsik
insan “geçmiş”in daha iyi olacağına inanırken, modern insan ise “geleceğin”
daha iyi olacağına inanıyor.
Klâsik insan, “borçluluk bilinci”ne (deyn) göre yaşarken,
modern insan, “kredi-borçlanma-fâiz” bilinçsizliğine göre yaşıyor.
Klâsik
olana yapılan aşırı düşmanlık, klâsik olanı iyi bilmekten değil, modern olana
meftûn olmaktan kaynaklanıyor.
Klâsik,
“yerde kökleşmek ve yer etmek” isterken; modern, “yerden olabildiğince yükselme”nin
peşindedir.
Klâsikten
nefret edenler, modern olana râm oldu.
Kötülük
Bir
kötülüğe yapılan îtiraz, ancak “iyi” tarafından olursa anlamlı ve tutarlı olur.
Yoksa kötüye, diğer bir kötülük tarafından yapılan îtiraz hem anlamsız, hem de
tutarsızdır.
Hayra
çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir
topluluk bulunmadığında, müslümanların parçalanması kesindir: Âl-i İmran
104-105
İyi
olmak için “kötülük yapmamak” yetmez, kötülük yapmadıktan sonra bir de “iyilik
yapmak” gerekir.
İyiliği
istiyorsanız, kötülükten uzak durmanız gerekir.
Kötü
eylem, eylemsizlikten iyi değildir. Kötü söz de sükûttan iyi değildir.
Kötü
ve zâlim yönetimler, çeşitli fraksiyonlar/hizipler ve gruplar ortaya çıkarır. Bu,
fitnenin başlamasıdır.
Kötü
yönetimler, sapık fikirler doğururlar.
Kötü
yönetimlerin sopası ihtilâl, seküler yönetimlerin sopası ise İslâmî devrimdir.
Kötülük
fazla araştırılırsa, ya o kötülüğün şiddeti görece düşer yada o şey görece “kötülük”
olmaktan çıkar.
Kötülük, insanın nefsi ile ilgilidir, fıtratı ile değil. Zîrâ
insanın fıtratı İslâm’la birebir örtüşür.
Zerdüştlükteki
Ehrimen ve Ahura Mazda ikiliğindeki “kötülük tanrısı”, “şerrin Allah’tan
gelmeyeceği” inancından kaynaklanır. “Şer Allah’tan gelmiyorsa, o hâlde şer de
ilahtır” düşüncesidir bu ikiliğin sebebi. Hâlbuki şer ârızidir ve beşerden
kaynaklanır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder