Aşk’ın
sözlük anlamı; “aşırı sevgi ile bağlanma”, “şiddetli sevme”, “şiddetli ve
yakıcı sevgi” anlamlarına gelir. Arapça “aşaka”, “sarmaşmak”, “sıkıca sarılmak”,
“sarmaşık” anlamına geliyor. Aşk’ın farsçada, avesta dilinden, ‘işka/işk’ kelimesinden
geldiği ve anlamının “istemek”, “şiddetli muhabbet”, “candan sevmek” anlamına
geldiği söylenir. Farsçada “eşgh” olarak okunmaktadır. Türkçeye de “aşk” olarak
geçmiştir. “Nişanyan sözlüğü”nde aşk; “şiddetle sevme”, “şiddetli ve yakıcı sevgi”, “sarmaştı”, “sıkıca
sarıldı” anlamlarındadır. Aşk, arapça kökenli
olup kökeni “ışk”tır. Işk ise “sarmaşık” demektir. Yâni nasıl ki sarmaşık
bulunduğu ortamı veya tutunduğu şeyi sarıp sarmalar, işte aşk da öyle sarıp
sarmalar âşık olan insanı. Lütfi Bergen bu konuda
şöyle der:
“İbn-i
Kayyım’a göre aşk/ışk, aşırı sevgidir, ifrattan türemedir. Aşk’ı kabûl etmez
Kayyım. Der ki: “Ne Allah ve ne de kul, aşkla nitelenemez”. Hattâ Muhammed b.
Abdulvahhab’dan “Takat getirilemeyecek şey aşktır” sözünü nakleder. Bu nedenle
biz de sevgi meselesini “aşk”tan ziyâde hubb, vela, meveddet, rahmet, hamd,
rızâ, mahviyet gibi kavram-dünyâsına âit görüyoruz.
Âbid
için kulluk yolunun sâbitesi Allah’ın kuluna muhabbetidir. Tâbi oluş muhabbet
ve mahbûbiyetin birlikteliğini îcap ettirir. Yâni kulun Allah’ı sevmesi
boşlukta ve eylemsiz değildir. “Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi
sevsin/fettebiûnî yuhbibkumullâhu” (Âl-i İmrân 31) âyeti sülûkun mührü gibidir.
“İnanıp sâlih amel işleyenler için Rahman (gönüllerde) bir vüdd (meveddet-sevgi)
yaratacaktır/İnnellezîne âmenû ve amilus sâlihâti se yec’alu lehumur rahmânu
vuddâ(vudden)” (Meryem 96) denmiş. Bir taabiyet istenmektedir. Kendinden geçme,
çöle düşme değil. Mecnûn’un serapa sarhoşluğunu değil”.
Aşk, havf ve haşyetin yerine ikâme edilmiştir. Böylelikle sûni bir
sevgi oluşturularak kimi sorumluluklar da göz-ardı edilebilmiştir. Her türlü
korkudan emin olanlar için bir şeyin sorumluluğunu almak çok zordur. Sevgi
boşlukta bir olgu değildir. Aslında “korku”nun bir sonucudur. Eyleme-amele
dönüktür ve ferâgat ile ispatlanır. Almaktan çok vermek ile alâkalıdır. Erich
Fromm:
“Sevgi
bir verme etkinliğidir, çok şeyi olan değil, veren zengindir. Yaşamını ötekine
harcayarak değil, kendi iç canlılığından-yaşattıklarından vererek vâroluşunu
kazanır. Yaşamından bir şeyler vermekle onu zenginleştirir, karşısındakinin
canlılığını arttırır. Sevgi, sevdiğimiz şeyin yaşaması, gelişmesi için
duyduğumuz etkin ilgidir” der.
Hikmet Ertürk de aşk hakkında şunları
söyler:
“Aşk kelimesi “hapsetmek”, bir anlamı da “sarmaşık”
demektir. Nasıl ki bir sarmaşık bir ağacı çepe-çevre sarıp onun dış-dünyâ ile
ilişkisini keser ve sardığı ağacı bir süre sonra kurutursa, aşk da sardığı
(tuttuğu) kişiyi çevresinden koparır ve bir-süre sonra o ağaç gibi kurutur. Aşk;
Ali Şeriati’nin deyimi ile “görme engelli bir coşku, görmezlikten kaynaklanan
bir bağdır. Sevgi ise çok daha başka bir şeydir. Sevgi, bilinçlice bir bağ;
apaçık, duru bir görmenin sonucudur”. Gerçekten de, aşk görme engellidir.
Kişinin dış-dünyâ ile ilgisini keser. Sevgi ise bilinçli bir bağdır. Sevginin
kontrôl etmediği aşk aklın devre-dışı bırakılmasıdır ki İslâm buna aslâ izin
vermez”.
“İslâm’da aşk var mıdır”?
sorusuna kısaca “İslâm’da aşk yoktur, sevgi vardır” diye cevap verebiliriz. Bir
şeyin İslâm’da olması demek, “Kur’ân’da kaynağının bulunması” demektir. Kur’ân’da
ise aşk kelimesi yoktur. Çünkü aşk normâl olmayan bir durumun göstergesidir.
Bir a-normâllik durumudur. Bu nedenle bahsedilseydi bile olumsuz anlamda
kullanılabilirdi.
Allah, bırakın aşkı, kuru-kuruya
olan sevgiye bile değer vermiyor ve bu sevginin hayattaki karşılığını eylemsel
anlamda görmek istiyor: “Ey
îman edenler, içinizden kim dîninden geri döner (irtidât eder)se, Allah
(yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü’minlere
karşı alçak-gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad
eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın
bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir” (Mâide 54).
Sevgiyi bile abartmamak lâzım.
“Sevgiyi (meveddet) ilahlaştırdınız” der âyet: “Dedi ki: ‘Siz gerçekten, Allah’ı bırakıp dünyâ-hayâtında aranızda bir
sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz, (putlaştırıcı bir sevgi
edindiniz). Sonra kıyâmet günü, kiminiz kiminizi inkâr edip-tanımayacak ve
kiminiz kiminize lânet edeceksiniz. Barınma-yeriniz ateştir ve hiç-bir
yardımcınız yoktur” (Ankebût 25).
Ramazan Kayan:
“Sevgi
insanoğlunun en asil ve en aziz erdemlerinden biri olduğu gibi aynı-zamanda
onun en sarsıcı ve en muhâtaralı (zarar, tehlike) sınav alanlarından da
biridir. Sahih bir kulluğun en sağlam boyutu, sınırlarını Allah’ın belirlediği
bir sevgidir. “İnsanlardan kimi de vardır ki, Allah’tan başkalarını O’na denk
tutar (eş koşar) onları Allah’ı sever gibi severler. Îman edenlerin ise Allah’a
olan sevgisi daha kuvvetlidir” (Bakara165). Bu âyet-i kerime muhabbetin
ulûhiyet ve ubûdiyet boyutuna vurgu yapmaktadır. Anlaşılan o ki; her ne
olursa-olsun Allah gibi sevmek şirktir. Allah için sevmek sevaptır.
İnsanlık-târihi
boyunca bir-çok şirkin ve sapkınlığın menşeinin sevgi olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Allah’a rağmen bir sevgi, hüsrân ve hicrândan gayrı nedir ki?. Allah’ı
sevme seviyesinde seyreden sevgilerin kim için olursa-olsun mahzâ şirk
olduğunda kuşku yok. Velev ki bu bir peygamber bile olsa. Değil mi ki;
Hristiyanların Hz. Îsâ’ya (a.s.) olan sevgileri onları nasıl bir şirke
sürükledi?. Nice kahraman, ahbar, ruhban, meşâyih, ekâbir, şah, sultan, kral,
lîder, üstad, dilber, meşhûr, sanatçı, eser, eşyâ, meta, sistem, ideoloji,
kurum, kuruluş, parti, devlet, otorite, yapı, kavim, kabîle, ırk, ülke, ulus,
asâlet, aşîret, mezhep, meslek, meşrep, kariyer, süreç içersinde sevgi putunun
öznesi olmadılar mı?.
Sevgiyi
vâr eden Allah sevgiye bir sınır getiriyor. Kimse kimseyi Allah gibi sevmeyecek.
Sevgi de, buğz da Allah için olacak. Sınırsız sevgi tutsaklıktır. Köleliktir. Her-şeye
bir ölçü belirleyen Rabbâni disiplinde sevgi konusunda da başı-boşluğa yer
yoktur. Sevginin süflîleşmesine İslâm izin vermiyor, ulvî sevgilere bizi
yönlendiriyor. Sevgi üzerinden gelen sefâlete, sefâhete, şehvete ve şirrete “dur”
demek durumundayız. Bu-gün modernizm üzerinden gelen “sevgi sömürüsü”,
kapitâlist sistemlerin besleyici en güçlü damarı. Sevgi istismârı o kadar güçlü
ki, bir-çok isyânın, haramın, kirliliğin, pisliğin, pespâyeliğin pazarlanması
sevgi üzerinden estetize ediliyor. Çıkara, şehvete, hazlara, kodlanmış
sevgiler değer, doğru, ahlâk, iffet tanımıyor. Sevgi, karargâhı olan kâlbi terk
etti, ayağa düştü. Rûhun elçisi olan sevgi gitti, hevânın habercisi olan sevgi
türedi. Bu-gün sevgi medeniyetinin çocukları sevgi savrulmasına mâruz kaldılar.
“Sevgi yetmezliği” en ciddî maraz. Sevgisizliktir rûhumuzu daraltan. Mat, ham,
çiğ, sığ, çorak, kurak, bencil, bireyci hayatların bir sebebi de sevgi
yoksunluğu değil midir?. Şâyet Allah bizden sevebilme duygusunu almışsa bundan
daha büyük bir musîbet olabilir mi?. Kaldı ki bir-birimizi sevmedikçe îman
etmiş bile sayılmıyoruz. Bize “ama”sız sevgi lâzım. Yâni pazarlıksız, garazsız,
ivazsız. Her-şeyden önce sevgi dürüstlük ister. Sevgi (4S) ile desteklenmedikçe
sâhici ve kalıcı değildir. Sadâkat. Samîmiyet. Sorumluluk. Sabır. Gözü Leylâ’dan
başkasını görmeyenlerin Mevlâ ile bir ilgileri kalmaz” der.
Şiirde de şöyle deniyor:
Sevgi
kaldırım çiçeği olmuş düşmüş ortaya,
Ne
kadar çok ve ne kadar hor kullanılmış vah vah!.
Kimi
görsem “sevgi” denen bir yem takıyor oltaya,
Kâh
balık diyor yakalarsa, “sevgilim” diyor kâh.
Sevdâ “kara” (siyah)
demektir, yâni sevdâ “kara-sevdâ”dır ve bir-zaman sonra insanın hem içini hem
de dışını karartır.
“Allah
sevgisi”nden çok “Allah korkusu”na ağırlık veren ilk zâhidler de aşktan söz
etmemişlerdir. İlk defâ 8. yüzyılda Allah ile kul arasındaki sevgiyi anlatmak
üzere nâdiren de olsa aşk kelimesinin kullanılmaya başlandığını gösteren
rivâyetler vardır. ”Kulları içinde ise Allah’tan ancak
âlim olanlar içleri titreyerek-korkar”(haşyet)
(Fâtır 28) diyen Kur’ân, Allah karşısında aşktan-sevgiden ziyâde korkuyu
öne çıkarmıştır. Bu nedenle “Allah korkusu”ndan bahsedilebilir fakat “Allah
aşkı”ndan bahsedilemez. “Kulun Allah’ı sevmesi” anlamında bir Allah sevgisinden
bahsedilebileceği bile bizce tartışma konusudur. Çünkü ne de olsa seven “etken”,
sevilen “edilgen”dir. Kulun Allah’ı sevmesi O’nu hâşâ “edilgen” durumuna sokmak
anlamına gelebilir. Allah bizi sever, fakat kulun Allah’ı sevmesi konusu
üzerinde konuşulmalıdır. “Hubb” kelimesi “sevgi”den ziyâde “bağlılık” anlamına
gelir/gelmelidir. Bu yüzden sevgi için daha derin anlam olan “Vedûd” kelimesi
belki daha uygundur.
Kur’ân’a göre; “Allah’ı sevmek” demek,
“Peygambere uymak” demektir: “De ki:
Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Âl-i İmrân 31)
Sevgi
bile “maddî olan”a olur. Maddî olmayana nasıl sevgi duyulabilir?. Maddî
olmayana duyulan şey “saygı”dır. Sevilen şey-kişi-varlık bilinmediğinde, ona
duyulan duyguya nasıl sevgi denebilir?. O’nun yaratışına karşı duyulan
hayranlık başkadır. O yaratışa saygı duyulur ve hayret edilebilir. Dolayısı
ile, sâdece yaratılmış olana sevgi duyulabilir. İnsan, dağ, deniz, toprak,
çiçek, böcek vs. gibi şeylere karşı sevgi olabilir ve bu doğaldır. Fakat bunlar
maddî olanlardır. Allah’ı sevmek demek, “O’nun yarattıklarını-yaratışını
sevmek” demektir. O hâlde O’na (Allah) sevgi duyulmaz, îmân edilir. Fakat
Allah kullarını sevebilir. Sevgi, “üstün” olanın “düşük” olana, yada “aynı
değerde” olanların bir-birlerine gösterdiği merhâmetten kaynaklanan bir
duygudur. (Şehvetten kaynaklanana “aşk” denir). “Düşük” olanın “üstün” olana
göstereceği duygu ise saygı, korku-haşyet ve îmandır. Îmân ise fiili olarak
gösterilmedikçe ispatlanamaz. O hâlde Allah, kendisi için/adına bir şeyler
yapıldığında “râzı” olur. İşte bu nedenlerle Allah’a aşk/sevgi duyulmaz, îmân
edilir ve bu îmânın bir gereği olarak insana sevgi duyulur/duyulmalıdır.
Özellikle mü’minlerin bir-birlerini sevmeleri gerekir. Gerçi kâfirlere karşı da
şedid olmalıdırlar: (Mâide 54).
İnsanın bir varlığa sevgi duyması için
o şeyi “bilmesi” gerekir. Bir-şeyi “bilmek” demek ise, “o şeyi sınırlarını görebilmek” demektir. İnsan
ancak, “sınırlarını
görebildiği”
şeyleri bilebilir ve o şey hakkında duygu geliştirebilir. Sınırlarını
göremediği şeyi ise “bilmiyor” demektir ki insan bilmediği
bir-şey için ancak
korku-haşyet-saygı duyabilir. İşte Allah da, sınırları
olmayan bir Varlık
olduğundan, bilinemez. Bu nedenle Allah’a sevgi duyulmaz ama O’na îman edilir, saygı duyulur, korkulur
(havf-haşyet). İnsanın
sevebileceği şey, “Allah’ın
mutlak varlığı” değil, yaratışı-yarattıklarıdır.
İnsan,
Allah’ın yarattıklarını
sevebilir, insanlar arasından seçtiği peygamberleri
sevebilir, gönderdiği vahiyleri sevebilir; zîrâ bunların sınırlarını görebilir, onlarla âşinâlık kurabilir. Fakat Allah’ın Mutlak
Varlığını bilemeyeceği için O’ndan
ancak haşyet duyar. Bu nedenle Allah kulunu sever ama kul Allah’a îman eder, haşyet duyar. Zâten bitkiler ve hayvanlar da
“cevher farkı” nedeniyle insanı sevemez; fakat onlar insanın emrine âmâde kılınmıştır. Biz Allah’a “bağlılık”
(hub) gösterdiğimiz gibi; eşyâ da insana “bağlılık” gösterir. Çünkü eşyâ,
insana musahhar (emre âmâde) kılınmıştır:
“Göklerde ve yerde
olanların hepsini kendinden bir lütuf olarak size âmâde kıldı. (Ve sahhara lekum mâ
fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu). Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim
için deliller vardır.
(Câsiye 13).
İslâm’i kaynaklarımızda,
Kitapta ve Sünnet’te “aşk” kelimesi kullanılmamıştır. Hele Allah için hiç
kullanılmamıştır/kullanılamaz. Çünkü âşık olmak bir zaafın, eksikliğin ve
başkasına ihtiyaç duymanın ifâdesidir. Sevgi böyle değildir. Allah aşık olmaz,
ama sever. “Işkullah” diye bir kelime yoktur ama “hubbullah” diye bir kelime
vardır. Süleyman Çelebi’nin mevlitte Allah’a: “Gel habîbim, sana âşık olmuşam”
cümlesini kullandırması bir hezeyandır. Allah için böyle bir ifâde
kullanılamaz. Çünkü bu ifâde bir âcizlik ifâdesidir ve -hâşâ- Allah için bir
âcizlikten bahsedilemez. Aslında âşıklık bir mü’min için bile
kullanılmamalıdır. Mü’minin böyle bir hâle düşmesi onun için bir felâket olur.
Zâten mü’min Allah korkusuyla/haşyetiyle dolu olduğu için böyle hezeyanlara
müptelâ olması söz-konusu da değildir. Aşk, aklı blôke eden/örten bir dürtüdür
ve İslâm’da aklı örten her-şey haramdır, yasaktır. Erich Fromm der ki:
“Ergin bir erkekle ergin bir kadın arasında sevgide
çoğu-zaman narsisist özellikler vardır. Bir kadına âşık olan erkek, “onun”
olduktan sonra narsisizmini kadına aktarabilir. Kadında bulunmayan, kendisinin
ona yüklediği niteliklerden dolayı kadına hayrân olur, ona tapar; kadın, salt
bir parçası olduğu için, o erkeğin gözünde olağan-üstü niteliklerin sâhibi
olur. Böyle bir insan çoğu-zaman sâhip olduğu şeylerin olağan-üstü güzellikte
olduğuna inanacak, onlara “âşık olacaktır.
Freud’a göre bir kadına âşık olan erkek, kadını kendi
narsisizminin nesnesi yapar; bu yüzden erkeğin bir parçası olan kadın
olağan-üstü bir güçle arzulanan bir varlık olur. Kadın da erkek karşısında
aynı tutumu izleyebilir; böylece “sevgi” değil de bir tür “iki kişilik
çılgınlık” olan “büyük aşk” ortaya çıkar. Her iki kişi de narsisizmlerinden
kurtulmuş değillerdir; -başkaları şöyle dursun- birbirlerine karşı bile gerçek,
derin bir ilgi duyamazlar; alıngan ve kuşkuludurlar; büyük bir olasılıkla ikisi
de kendilerine tâze, narsisist doyumlar sağlayacak yeni kişilere gereksinme
duyacaklardır. Narsisist kişinin gözünde eşi hiç-bir zaman kendi hakları
olan yada kendi gerçekliği içinde var-olan birisi değildir, yalnızca eşinin
narsisist bir biçimde yüceltilmiş benliğinin bir gölgesidir. Oysa “hastalıklı
olmayan sevgi” iki insanın karşılıklı narsisizmine dayanmaz. Hastalıklı olmayan
sevgi, kendilerini iki ayrı varlık olarak algılayan ama genelde birbirleriyle
açılıp bütünleşen iki kişi arasında kurulan sürekli bir ilişkidir”.
Aşk aslında zannedildiği
gibi mânevi bir olay değil, maddî bir olaydır. Çünkü beden ile ilgilidir, yâni şehevî
bir olgudur. Sâdece cinsel bir şehvet değildir, her türlü “aşırı-isteme”
hâlidir. Aşırı-istemenin bir sonucudur. Şehvetin oluşmasına aşk denir. Bu
istek/şehvet giderilmediğinde adamı zıvanadan çıkarır. Ne yapacağını bilemez
hâle getirir. Artık o kişi, mantıklı düşünemez/konuşamaz/edip-eyleyemez duruma
gelir. Bu yüzden bu istek/şehvet bir-an önce giderilmelidir ki kişi mevcut
delilikten kurtulsun. Bu şehveti/isteği doğal ve helâl yoldan giderenlerin
böyle bir sorunu olmaz zâten. Âşıklık en çok cinsel meselelerde kendini
gösterir. En çok cinsel istekle ilgilidir. “Vallâhi öptürmem, ölürsün aşkından”
denir şarkıda. Gerçekten de öyledir. Öpemedi ya.. deli olur, çıldırır. Bir öpse
aşk-meşk kalmayacak. Aklı başına gelecek. Çünkü tatmin edilmemiş şehvet, insanı
şeytanı aratır hâle bile getirebilir. Bu yüzden bu tarz şehvetin/aşkın en iyi
tedâvisi “yatakta” olur. (Yatak-istirahatı şarttır).
Aşk
ve sevgi anlamına geldiği bilinen “love” kelimesi aslında sevişmek, cinsel
ilişki, cinsel ilişkiye girmek, seks yapmak” anlamlarına da gelir. “Make love”
dediğiniz zaman sevişmekten ve cinsellikten bahsetmiş olursunuz.
Filolog
el-Esmâi aşk hakkında şunu anlatır: ”Bir Bedevi kadına,
‘sizde aşk nasıldır?’ diye sordum, şöyle cevap verdi: ‘Kucaklama,
sarılma, göz kırpma ve sohbet etme’. Sonra bana sordu: ‘Siz şehirde yaşayanlarda nasıldır?’. ‘Erkek kadının kolları ve bacakları arasına oturur ve sonuna kadar bastırır’ diye cevap verdim. ‘Yeğenim!’ diye haykırdı, ‘bu bir âşık
değil, çocuk isteyen bir adam”.
Aşk denilen şey eğer cinsellik değilse niçin karşı cins ile
yaşanıyor. Aynı cinsten kişilerin yaşadığına ise ancak bir “sapık”
denebilir.
Aşk, üremeyle ilgili bir şeydir. Zâten
tasavvufa göre “Allah’ın yaratması” demek, yarattıklarını sevmesi, onlara aşk
duyması ve üretmesi demektir. Bu üretmeyi insanlar da yapar, bu bağlamda
çocuklar aşkın yâni cinsel birleşmenin meyveleridirler.
Çocuklar için “aşkın meyvesi” denir.
“Aşkın meyvesi” çocuksa, o hâlde aşk “cinsel ilişki” anlamına gelir. Çünkü
çocuk cinsel ilişkinin sonucunda olur. Hâlbuki çocuk, “sevginin meyvesi” olarak
anılmalıdır. Böylece çocuklar, sâdece cinselliğin bir sonucu olarak görülmemiş
olurlar.
“Evlilik aşkı öldürür” derler. Çünkü
evliliğin doğal ve normâl bir işlevi olan cinsellik devreye girer ve
aşk-ateşini yâni şehveti söndürür yada kontrôl altına alarak ortada aşk falan
bırakmaz.
Aşkta bir doyumsuzluk vardır. Bu
doyumsuzluk şehvetten gelir. Zîrâ şehvet doyumsuzdur ve sâdece anlık doyumlara
ulaşabilir. İşte aşk, bu doyumsuzluğun ifâdesidir ve meftûn olunan şeye karşı
doyumsuzdur. Doyum ancak meşrû tatmin ile olur ve meşrû tatmin ile doyuma
ulaşıldığında ortada aşk-maşk kalmaz.
Aşk, erotik bir durumu/hâli
ifâde eder. TDK sözlüğünde “erotik” kelimesinin anlamı için şunlar söylenir:
1-Aşkla ilgili olan, aşkı anlatan, kösnül
(şehvâni), erosal, şehevî, şehvâni.
2-Cinsel aşkla, cinsiyetle
ilişkisi olan, kösnül, erosal.
Aşk, “erotizm”
ile ilgilidir. Cinsellik ve şehvet ile ilgilidir. Eros
için “aşk tanrıçası”
denir fakat aslında “cinsellik
ve şehvet tanrısı”dır, “erotizm tanrısı”dır. Eski
Yunanca “éros, erot, έρος, εροτ”, “cinsel
sevi, cinsellik tanrısı” sözcüğünden alıntıdır.
Zâten “erotik”
kelimesi de “Ero-s”tan gelir.
Eros “erotik” ve “ereksiyon” ile
ilgilidir. Yunanlıların “aşk” için iki sözcüğü vardır: 1- Agape; “derin ve
rûhânî aşk”ı ifâde eder; 2- Eros; “fiziksel arzu ve ihtiyaçlar”ı ifâde eder.
“Erotik” sözcüğü bu tür bir aşktan gelir. Eros için şunlar söylenir: “Yunan
sanatında çoğunlukla kanatları, gümüşten yayı ve okuyla resmedilen Eros’un
cinsel arzuyu ateşlediği düşünülür. Eros’a plastik sanatlarda ve edebiyatta
yakıştırılan karakter özellikleri zaman içinde değişir. Erken Yunan
tasvirlerinde ‘iri-yarı genç bir adam’ olarak resmedilirken sonraları daha
oyunbaz, ele-avuca sığmaz bir karakter olur. Roma sanatında (ve sonrasında) ise
Tanrılara ve ölümlülere onları âşık edecek oklar fırlatarak dolaşan tombul bir
bebek olarak resmedilir. Eros ve “kâlbe saplanan ok” ikonografisi, bugün de
yaygın olarak kullanılmaktadır”.
Eros (canlıların elini-ayağını çözen,
insanların akıllarını başından alan), arzu ve aşk tanrıçası Afrodit’in Hermes’ten
olma oğludur. Aphrodite güzellik ve sex tanrısıdır. Paganizm aşkı
tanrılaştırmıştır ve ona tapmaktadır.
Sümer tanrıçalarından İştar, Sümer şehirlerinden Uruk’un
“aşk ve tenâsül” tanrıçasıdır.
Aşk her zaman karşı cinse karşı
duyulan arzu değildir. Aşk düşüncesine göre aynı cinsten olanlara karşı da aşk
duyulabilir. “Çıplak, yakışıklı ve kanatlı gençler” olarak tasvir edilen ve Eros’un
çoğulu olan eroteler, genellikle aynı cinse arzu duyarlar. Eros, genellikle “erkekler
arasındaki eş-cinsel sevginin koruyucusu” olarak kabûl edilmiştir. Zâten
Hermafrodit de Hermes ile Afrodit’in çift-cinsiyetli çocuklarıdır. Hermafrodit,
hermafroditlerin ve kadınsı erkeklerin tanrısıydı. Eros’un kardeşidir. Aşk bir
travma ve kendinden geçme hâli olduğu için, o durumda cinsiyete bakılmaz. Aşk
cinsiyet tanımaz yada aşk için cinsiyet farketmez.
İlginçtir; “karşılıksız” olunca bile
aşk olabiliyor ve karşılıksız olana bile aşk deniyor. Yâni aşk, tek-başına
olunca da oluyor. Karşılık veren birinin olmasına bile gerek yok. Fakat
karşılıksız aşk kötülenen bir şeydir. Antéros “zorunlu aşk tanrısı”dır ve
karşılıksız aşkın intikâmını alır. Kontrôl edilemeyen arzu arzuyu ve
karşılıksız sevgiyi temsil eder.
Aşk denilen şeyin bir gerçekliği yoktur. Schopenhauer aşk hakkında şunları söyler:
“Rochefoucauld, üzerine konuştuğumuz, ama aslâ gözümüzle göremediğimiz bir şey olduğu
için aşkın bir hayâletle
karşılaştırılabileceğini söyler, Lichtenberg de Ueber die Macht der Liebe isimli denemesinde aşkın gerçekliğini ve doğallığını tartışır ve reddeder. Ne kadar
yüksek ve ulvî görünürse-görünsün, her türlü aşk
bütünüyle cinsiyet güdüsünden kaynaklanır”.
Aşkın kaynağı olarak kâlp gösterilir
ama aslında beyindir. Zâten aşk, beyinde yaşanan şehvetli bir arzu ve travma
hâlidir. Akıl bu travmadan dolayı blôke olmuştur ve mantıklı kararlar
verememeye başlar, doğru yargılarda bulunamaz. Bu travma hâlini yaşayan âşık,
mâşukunun tüm olumsuz yönlerini göremez hâle gelir. Onu melekler gibi tertemiz,
hatâsız, kusursuz ve olağan-üstü görmeye başlar. Aşk göz ile başlar. Gördüğüne
kavuşana kadar da durulmaz. Ten temâsı ile zayıflar ve halvet ile durulur.
Aşk bir travmadır, körlüğü bundan
dolayıdır. “Aşkın gözü kördür” derler. Bu travma beyinde bir-çok noktanın
çalışmasını durdurur yada doğru çalışmasını engeller. Âşık kişinin saçmalamasının
hattâ hareketlerindeki düzensizliğinin nedeni budur. Bir araştırmanın
sonuçlarında şunlar söylenir:
“Âşık
insanların beyinleri üzerinde yapılan görüntüleme çalışmalarının ortaya koyduğu
en ilginç sonuçlardan biri, beynin ön (frontâl) bölgelerinde yer alan ‘akıl
yürütme’ ve ‘planlama’ ile ilişkili bölgelerde izlenebilen baskılanmadan dolayı
akılcı ve eleştirel düşünmeyle ilgili ön-beyin bölgeleri büyük oranda devreden
çıkar”.
Ubeydullah Toprak, aşk
hakkında şunları söyler:
“Aşk
‘aşırı sevgi’ yâni ‘sevgide ölçüyü aşma’ anlamına gelir. Allah için böyle bir
aşırılık düşünülemeyeceğinden O’nun kuluna olan sevgisine aşk denemez.
Öte-yandan kulun Allah’a duyduğu sevgi ne kadar güçlü olursa-olsun yine de O’nu
yeterince ve lâyık olduğu ölçüde sevemeyeceğinden dolayı kulun Allah sevgisi de
aşk diye adlandırılamaz.
Aşk, insanı
insan yapan aklı, fikri ve muhâkemeyi yok eder. Çünkü aşk bir çeşit ‘cinnet
hâli’dir. Bu sebeple aşk yolunu tutan mutasavvıflar çoğunlukla akıl ve mantığa
meydan okumuşlar, düşüncenin ürünü olan ilmi hiçe saymışlardır. Düşünce hâliyle
aşk hâli bir birine zıttır. Düşünce yok olduğu nisbette aşk hâkim olur. Onun
için şuur ve idrak hâlini yok eden aşk bir fazîlet olamaz. Aklın duyguya hâkim
olmasına fazîlet, duygununun akla hâkim olmasına rezîlet denir. Şuuru yok eden
ve hissî bir hâl olan aşk bu bakımdan makbûl bir şey değildir. Gerek
irâdelerine hâkim olamayıp arzuların esîri olmaları bakımından, gerekse şuur ve
idrak hâlini kaybetmeleri bakımından âşıklar hayvanların seviyesine, hattâ daha
da aşağılara düşerler. Aşk bir ifrat hâlidir. Hâlbuki fazîlet ifratla tefrit
arasında bulunan îtidâl hâlidir. Şu-hâlde aşk bir fazîlet değildir; zîrâ
hiç-bir şeyin ifratı makbûl değildir. Aşk ölçüsüzlüktür, âşık da dengesizdir.
Ölçüsüzlük ve dengesizlik hiç-bir zaman iyi bir şey değildir.
Aşk büyük
bir belâ, korkunç bir âfettir, kâlbi tahrip eder. Rûhu Allah’tan başkasının
kulu ve kölesi hâline getirir, esârete düşürür. Bunun için âşık mâşukuna
‘kulun-kölen olayım, kurbânın olayım’ diye hitâp eder. Böylelikle aşkını ve
mâşukunu ilâhlaştırarak ona tapar. Bir şeyi taparcasına sevmek kişiyi o şeye
bağımlı kılar, hürriyetini elinden alır. Sâdece Allah’ın kulu olan ve sâdece
O’nun huzûrunda boyun eğen bir kimseyi kendisi gibi bir insanın kölesi hâline
getiren ve kayıtsız-şartsız onun irâdesinin ve hâkimiyetinin altına sokan aşkın
hiç-bir faydası yoktur.
Zemahşerî;
ilâhî aşktan bahseden mutasavvıfları insanların en câhili, ilmin ve âlimlerin
azılı düşmanı, şeriat yolunun en menfur ve en rezil kişileri olarak tavsif
eder. Ona göre aşk ve muhabbeti kendi dinleri olarak ilân eden mutasavvıflar,
vaaz meclislerinde ve raks meydanlarında ‘şâhid’ adını verdikleri oğlanlar
hakkında söylenen bir-takım şarkılar okunursa vecde gelmiş gibi kendilerinden
geçerek nâralar atarlar. Zemahşerî bunlara, ‘Allah, meclislerini ve raks
ettikleri yerleri târumâr ederek virâneye çevirsin’ diye bedduâ eder.
İslâm’ın
çok kesin olarak yasakladığı ve büyük günahlardan saydığı içki, bir fazîlet
unsuru olarak sunulmuş ve ilâhî aşk anlamında kullanılmıştır. Tasavvufî
kitaplarda, tasavvufî şiirlerde ‘şarap, bâde, mey, meyhane, sâkî’ gibi
kelimeler ilâhî aşkı anlatmak için kullanılan en güzel kelimeler olarak
değerlendirilmiştir. ‘Aşk ve âşık olmak’ denilince, insan zihninde tümüyle
dünyevî ve nefsî özellikler çağrıştığı hâlde, bunu yaratıklara hiç-bir yönüyle
benzemeyen Allah için hiç tereddüt etmeden kullanabilmişlerdir.
Râbia’yı
diğer sûfîlerden ayıran husus onun zühd anlayışını ilâhî aşk fikriyle
tamamlamasıdır. Hac’dan sonra Basra’ya yerleşen Râbia kendisine yapılan evlenme
tekliflerini reddetmiştir. Râbia’nın bu tavrının kökeninde zühd anlayışı ve
evliliğin ilâhî aşkın önünde perde olması düşüncesi vardır. Dünyevî nikâhın
kişiyi Hak’tan uzaklaştırdığını söyleyen Râbia, Hak ile dâimî berâberliğe
işâret eden mânevî ve rûhânî nikâh anlayışını benimsemiştir”.
Sözde Allah aşkıyla tutuşan Râbia’nın
şu sözlerine bir bakın: “Her yerde Sen’in aşkını arıyorum, sonra âniden On’unla
doluyorum, ah kâlbimin önderi, göğsümdeki arzunun parlak gözleri, aslâ senden
bağımsız olmayacağım, yaşadığım süre boyunca, benimle tatmin ol, aşkım, ben de
tatmin olayım”.
İlhami Güler aşk hakkında şunları söyler:
“Her türlü ilişkide koşullu bir değer olan ve bir
emek-ürünü olması gereken sevgiy ve muhabbeti
savunmak ahlâk ve akıllılıktır; insânî bir durum olarak aşkı savunmak ise ahlâksızlık ve deliliktir.
Hastalık savunulamaz. Aşk, ateştir; insanı yakar. Bir insanı ateşe atmak, ateşte yakmak nasıl günah ise, kişinin kendini ateşe atması da aynı-şekilde
günahtır. Aşık olmak, irâdenin bir zaafı olarak günaha girmektir, yâni haramdır. Bir
insanın Allah’a âşık olması ile bir
kadına/erkeğe âşık olması arasında bir fark yoktur. Aşk’ın yüce bir şey olduğuna inananlara
duyurulur”.
Sufiler
için mükemmel sevgili ve aşkın örneği İblis, ya da Şeytan’dır. Vâr oluşuna,
Allah’a hizmete adanma yolunda bir melek olarak başlamıştır ama Âdem’in önünde
eğilmeyi reddettiği için Allah’ın huzurundan kovulmuştur. Celâleddin Rûmi;
“İblis’in, Allah’a itaat etmeyi reddetmesinin itaatsizlikten değil, Allah
aşkından kaynaklandığını” söyler.
Kadın ve erkeğin yapıları,
karbon-temelli olma bakımından aynıdır. Aradaki fark, erkeklerin vücutlarının
daha kıllı ve kaslı olmasına karşın, kadının vücûdunun çok daha kılsız ve
kassız/yumuşak olmasıdır. Kadının vücûdunda erkeğe göre fazladan bâzı kıvrımlar
ve dolgunluklar da vardır. Bir de erkekte bir “çıkıntı” bulunurken, kadında bir
“girinti” vardır. Aradaki farklar aşağı-yukarı bu şekildedir. Rûh noktasında
ise ikisi arasında fark yoktur. Çünkü rûhta cinsiyet olmaz. Kadında bir de
erkekten farklı bâzı salgılar salgılanır ve farklı bir hormon yapısı oluşur. Bu
hormonâl yapı kadının erkekten daha farklı özellikler kazanmasına sebep olur.
Meselâ “annelik” gibi.
Şimdi; Erkek, kadının
neyine ve neresine âşık olur?. Aynı-şekilde; kadın da erkeğin neyine ve
neresine âşık olur?. Yâni, bir-birlerinin neyi ve neresi yüzünden kendilerini
kaybedecek kadar sersemleşirler?. Kadınlar erkeklerin kıllı ve kaslı vücûduna
ve “çıkıntı”sına mı; yoksa erkekler kadınların yumuşak ve kılsız vücûduna ve “girinti”sine
mi?. Yada birbirlerinin hormonlarına mı?. Rûhlarına olamaz, çünkü ikisinde de
aynı rûh var. Eğer âşık olunan nokta bu saydığımız özelliklerden her-hangi
birine yada tamâmına ise, deriz ki: “Bu saydıklarımız maddî şeylerdir”. O hâlde
âşık olanlar, kişilerin maddî yanlarına âşık olmuşlardır. Maddeye âşık
olmuşlardır ki bu, aşkın mâneviyatla alâkasının olmadığını gösterir. Yâni aşk
mânevi değildir, maddîdir, bedenîdir, şehevîdir. Kendisinde olmayanı
karşısındakinden “isteme” ile alâkalıdır. Ölçüyü kaçırmış aşırı bir istektir
bu. Hâlbuki “sevgi”de böyle sapıklığa varan aşırı duygular olmaz. Seven kişi
karşısındakini canlı yada cansız, şuurlu yada şuursuz olsun sever ve onunla
ilgilenir. Sâdece canlıyı değil, cansızı da sever, Peygamberimizin bir dağı
sevdiği gibi:
Enes b.
Mâlik (r.a)’tan rivâyet edilmiştir: Resûlullah (s.a.v.), Uhud dağına bakıp: “Doğrusu
Uhud, bizi seven bir dağdır. Biz de onu severiz” buyurdu. Buhârî, Cihad 71;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/140.
Aşk
çok bencildir, sevgi ise çok cömert. Çünkü sevgi paylaşır-paylaşılır ama aşk paylaşmaz-paylaşılmaz.
Leylâ ile Mecnûn’un hikâyesi
-birileri ne kadar mâsum gösterse de- aslında bir zavallılığın hikâyesidir. Mecnûn’u
mecnûn yapan yâni “cinlerin oyuncağı” hâline getiren, (Mecnûn, “cinlerin
oyuncağı olmuş” demektir) onu âşık eden, Leylâ’ya (yada geceye/sükûna)
ulaşamamış olmasıdır. Aşk, ulaşamamanın bir tezâhürüdür. “Allah aşkı” denilen
sapıklığın kaynağı da budur zâten: Ulaşamamak. “Allah aşkı” denen şey
ulaşamamaktan doğan bir yorumdur. Hâlbuki Allah bizden kendisine ulaşmamızı
değil, “kul” olmamızı ister. Böylelikle kurtuluruz delirmekten yada âşık
olmaktan.
“Aşk”ın anlamlarından biri de
“sarmaşık”tır. Sarmaşık, “sarılmak”, “sarmaş-dolaş olmak”la alâkalıdır. Allah’a
âşık olmak, -hâşâ- “Allah’la sarmaş-dolaş olmak” anlamına gelir ki, bundan daha
büyük bir terbiyesizlik olmaz. Sarmaş-dolaş olmak, kadın-erkek arasında, cinsi
münâsebet sırasında olur ancak. O hâlde âşık olmak, Sonsuz Kudret Sâhibi Olan
Allah ile kul arasında değil, iki “denk” arasında yâni insan-insan arasında
meydana gelebilir. Zâten dediğimiz gibi; aşk cinsî münâsebetle nötralize
edilmediğinde, bir travma hâli olarak tezâhür eder.
Âdem
Güneş: “Travma, kişinin başa
çıkabilme yeteneğini aşan olaylar karşısında, rûhsal kilitlenmişlik hâlidir, geçici bir şok
durumudur” der. Aşk bir travma hâlidir. Öyle bir travma hâlidir ki,
bir-zaman sonra “ulaşamamak” daha çok hoşlarına gitmeye başlar. Âşık olunan şey
travma hâlinin kendisi olmaya başlar. Kafayı yemiş olmayı hoş görmeye başlar
âşık. Eğer Mecnûn, Leylâ’yı görüp sevdiğinde hemen istetip evlenebilselerdi,
böyle bir hikâye olmayacaktı. Mecnûn da Leylâ da “murâda” erecekti ve her-şey
yoluna girecekti. Böyle bir travmadan da kurtulacaklardı. Çünkü
birbirlerinin ulaşılamayacak bir varlık olmadığını görüp anlayacaklardı. Nevzat
Tahran:
“Âşık
olmak ile ‘Obsesif-kompulsif kişilik bozukluğuna sâhip olmak’ vücutta aynı
biyokimyâsal etkiyi yaratıyor” der.
Aşk
travması sırasında ön-beyin blôke olur.
Aşk aslında bir takıntı
hâlidir. Ömer Hakan Yavaşoğlu:
“Nörologların, birbirine sırılsıklam âşık
onsekiz çiftin beyinleri üzerinde yaptıkları fonksiyonel-MRI sonuçları çok
şaşırtıcı sonuçlar vermiştir. Sonuçlarına göre, çiftlerin özellikle bazal
ganglionlarında yoğun saptanan hareketlilik, bu tutkulu-aşırı bağlılığının bir
nevî obsesif kompülsif bozukluk ile benzeşir. Çünkü Obsesif vâkâlarda da bu
çiftlerin beyinlerinde de aynı şekilde bazal ganglionlarda hareketlilik vardır
ve her iki çalışma grubunun özellikle parieto-oksipital loblarında eş-zamanlı
de-aktivasyon saptanmıştır. Bunun anlamı bilindiği gibi hem obsesiflerde hem de
tutkulu âşıklarda kortikal aktivasyonun azalmasıdır. Zâten âşıkların aklının
başından gitmesi, kadim medeniyetlerin ünlü aşk hikâyelerinde asırlardır
kelâm-ı kibar ile vurgulanır” der.
Âşık olmuş bir peygamber-örneği
yoktur. Bir kadın yüzünden divâne olup çöllere düşmüş, pespâye bir duruma gelmiş,
yanıp-yıkılan bir peygamber-hikâyesi yoktur. Peygamberimizin hayâtı boyunca 11
hanımı olmuştur (aynı-anda/zamanda dokuz hanımı bulunmuştur ölümlerinden
dolayı) ama hiç-birine âşık olmamıştır. Lâkin hepsini de sevmiştir ve onlarla
ilgilenmiştir. Peygamberimiz için âşık kelimesi halkın bir yakıştırması olarak
sâdece Hira inzivâları için söylenmiştir, “Hira’ya âşık oldu” şeklinde. Oysa
kendisini oraya çıkaran ve uzun zamanlar kalmasına neden olan şey “aşk” değil “dert”
idi. Peygamberler ve onların vârisleri aşka değil, derde tâlip olanlardır. Aşka
“boş” insanlar tâlip olurlar.
Aslında âşık (aşırı tutku)
olmak için karşıdakinin insan olmasına bile gerek yoktur. Kişi kedisini-köpeğini,
atını-eşeğini bile deli gibi sevebilir ve “onsuz yapamaz” duruma düşebilir.
Yâni onlara âşık olabilir. Hattâ karşıdakinin canlı olmasına bile gerek yoktur.
Saatlerce arabasını/motosikletini/bisikletini silip-süpüren, yağlayıp-yıkayanlar
vardır ve bu aşktır. Zâten âşık olmasa o kadar zahmete girmez ve emek veremez.
Aşk şehevî olduğu için şeytandandır.
Şeytanın “sürekli vesvesesi”dir aşk. Şeytanın kişiyi oyuncak etmesidir. İnsanı
kör-kütük âşık eden şeytandır. “Kör-kütük âşık olmak”la kör-kütük sarhoş olmak
arasında fark yoktur. İki hâlde de kişiler aynı eylemlerde bulunurlar ve aynı
tepkiyi verirler. Haram işlemişlerdir zîrâ.
Şeytan tarafından üretilen
ve tâğutlar tarafından kışkırtılan aşkın bu kadar gündemde tutulmasının sebebi,
insanların aşk-sarhoşluğu ile hayâtın gerçeklerinden koparılmak istenmesidir. Ne
yapacağını bilemez hâlde olan insanların en çok yaptığı şey, hem kendini hem de
eşyâyı tüketmek olacağı için bu durumdan en çok kapitâlist tâğutlar kârlı
çıkarlar. Tam da kolayca kullanacakları bir model-insan bulmuşlardır. Âşık olan
ne yapmaz ki?. Âşık olana ne verseler gider, ne üretseler satar. Sarhoşlara
olduğu gibi.
Aşk bir tapınma hâlidir. Eski çağlarda kadınlara tapılırdı
(Artemis, İsis, Afrodit vs.). Kadına tapınma şimdi de “aşk, âşık olmak”
üzerinden yapılıyor.
Îman ile aşk bir-arada bulunamaz. Aşk şirktir çünkü. Aşk bir çeşit
şirk üretir. Âşıklar birbirlerini ilâhlaştırmadan âşık olamazlar. Birbirlerini
hatâsız kabûl ederler meselâ. “En iyisi” zannederler. Âşıklar birbirlerine
Allah’ı anmayı unuttururlar en başta -ki bundan büyük bir felâket yoktur-. İnsanların
âşık olan kişilere yarı-gülümseme hâlinde bakmaları bir imrenmeden değil,
alışkanlıktandır. Tâğutlar alttan-alta böyle yönlendirirler toplumları. Buna
bir de tasavvufçuların sapıkça “Allah aşkı”nı da katarak destek olmaları bu
işin toplumsal bir travma/hastalık hâline gelmesine yol açar. “Allah aşkı” diye
bir saçmalık hâşâ ve kellâ yoktur, olamaz da. “İlâhi
aşk” söylemi, insanın ürettiği en büyük terbiyesizliktir. İlâhi aşk kavramı,
müslümanların yozlaşmasına neden olan etkenlerin ilk başta gelenlerindendir. Âşık olan kişi tevbe edip
uzaklaşmalıdır bu belâdan. İyi bir gusül abdestiyle işe başlamak yararlı
olacaktır. Bu bağlamda
bir yazıda şunlar söylenir:
“Aşk
duygusunun alevlendiği ilk dönemler, dopamin, NGF ve vazopressin gibi
kimyâsalların arttığı, serotoninin azaldığı ve beyin kimyâsının köklü bir
biçimde değiştiği bir garip durumu karşımıza çıkartıyor. Peki, yıllar süren
birlikteliklerden sonra bu duygular nasıl normale dönüyor yâhut zaman geçtikçe
aşk ölüyor mu?. Şu bir gerçek ki, bu tip kuvvetli duyguların bir ömür-boyu
insanları etki altına alması biyolojimiz açısından pek faydalı bir durum
değildir. Âşık olan insan, âşık olduğu kişiyle kalıcı bir birliktelik sağlamaya
ve cinsel itkilerden kaynaklanan arzularını tatmin etmeye başladıktan sonra,
aşkı dönüşmeye başlar. Uzun süre devâm eden birlikteliklerde ve başarılı
evliliklerde, ‘âşık beyin’ bulgularından bir-çoğunu bulamıyoruz. Ama
görebildiğimiz bir şey var: Bu insanlar, birbirleri olmadan yaşamayı
düşünmüyorlar. Erkek ve kadın, uzun süreli ve başarılı bir birlikteliğin
ardından tek bir bütünün parçaları olarak davranmaya başlıyorlar. Kısacası aşk
ölmüyor ama dönüşüyor. İlk dönemlerdeki hislerin etkisi, yâni limbik sistemin
komutları altında gerçekleşen ‘aşkın bacayı sardığı’ hâller, yıllar içinde
beynin daha üst merkezleri tarafından yönetilen akılcı, insânî, üst-seviyeli
bir birlikteliğe dönüşüyor. Bu dönüşümün gerçekleşmediği durumlarda ‘aşkımız
bitti’ gibi gerekçelerle çiftlerin birbirlerinden ayrıldıklarını sıklıkla
görebiliyoruz. Bunun en muhtemel nedeni, insanların çoğunun mâşukuna değil,
aşkın o ilk safhalarındaki heyecâna âşık olmalarıdır. Aynen tehlikeli sporlara
tutkun adrenalin bağımlıları gibi, insanların önemli bir kısmı, beynin bu
çocuksu itkilerine gem vurma konusunda isteksiz davranıyor ve her yaşta o
‘liseli aşk heyecânı’ diyebileceğimiz heyecânı aramaktan kendilerini
alıkoyamıyor”.
Tasavvufçuların Allah’a olan aşkı,
cehennem korkusunu, cennet arzusunu ve şeytana karşı duyulan kini bir yana atan
mutlak bir aşktır. Sözde öyle bir âşık oluyorlar ki, Allah’ın “uzak durun” ve
“düşman edinin” diyerek uyardığı şeytana bile âşık olurlar da onu candan dost
olarak görürler. Yine, Allah’ın bizi kendisinden korkuttuğu cehenneme bile
aşkla bağlanırlar. Azap kelimesine “tatlılık” anlamı verirler. “Cehennemde
çır-çır otu bitecek ve cehennem cennet gibi yemyeşil olacaktır derler. Bu aşk
sapkınlığı, insana ne kadar saçma-sapan şey varsa yaptırır ve sonunda kişiyi Dünyâ’da
rezil eder, âhirette ise cı azapla pişman eder.
Filozof=Filozofi-filosofya; tasavvuf=“tasofi”.
Bu kavramlardaki “sofi”nin kaynağı “Sofya”dır ki, Sofya dişidir. Bu nedenle
sofilik, dişil prensipleri öne çıkarır. Tasavvufun, ana düşünme prensibi olan “aşk”ı
aşırı öne çıkarması, hattâ aşk-merkezli ilim ve düşünme anlayışı, “sofi” yâni “dişil
prensip”ten kaynaklanır. Filozofların düşünceleri ve hattâ Fransız Devrimi’nden
sonraki, kadınlara=dişi-dişil söylemleri ve uygulamalarının kaynağı da budur.
Sofi=sofya, dişil, aşk-merkezli bir düşünüş şeklidir. “Aya Sofya” bu düşünüşün
mîmâri şeklidir.
Ali Şeriati “ilâhi aşk” bağlamında
şunları söyler:
“Hallac’a
gelince... O da, alev-alev yanan bir adamdı. Alevlerin içindeki adamdan
sorumluluk beklenmez. Onun işi de, yanmak ve çığlık atmaktır. Hallaç niye
yanıyordu?. Tanrı’ya, duyduğu şiddetli aşktan. Başını ellerinin arasına alıp,
Bağdat sokaklarında, “bu kafamı kırın... Bana isyân etti!.. İçimdeki yangından
kurtarın beni, .. Ben hiçim... Ene’l-Hakk’ım!” diye bağırarak koşuyordu. “Artık
ben yokum, vârolan ancak ve ancak Tanrıdır” demek istiyordu. Hallaç, sürekli
Tanrı ateşiyle yanıyordu ve onun gerçek esrikliğinin kaynağı buydu. Fakat Îran
toplumunda, yirmi-beş milyon Hallac’ın bir-araya geldiğini bir düşünün.
Herkesin “Gelin beni öldürün... Artık dayanamıyorum... Ben hiçim... Cübbemin
içinde Tanrı’dan başka bir şey yok!”, diye sokaklara fırladığını bir düşünün...
Bu-tür ateşli tutkular, bir-tür mânevî veya mistik divâneliği gösterir. Eğer
bir toplumda, herkes Hallaç gibi olacak olursa; sefâlet ve yıkım ortalığı
kaplar”.
Aşk, “sınırı olmayan bir
şey”dir. Hâlbuki sınırı olmayan tek şey Allah’tır ve aşk (hâşâ) Allah değildir.
Aşk, sınırsızlığın da bir göstergesi olduğundan, âşık olan kişi de sınırsızca
işler yapabiliyor ve nerede duracağını bilmiyor. Kırmızı çizgileri siliniyor
âşık olanın. Hem kendini hem de karşısındakini sınırsızlaştırarak
ilâhlaştırıyor ve artık âşık olduğu kişi yanına gelse bile kâr etmiyor, fayda
vermiyor ve kendine gelemiyor. O sınırsızlığın şeytâni tadını aldığı için artık
âşık olduğu kişi de yetmiyor ona. Hikâyede de
anlatıldığı gibi; Arapçada “deli” anlamına gelen “Mecnûn” mâlûm sevda yüzünden
çöllere düşer. Mecnûn’a bir-çok kişi Leylâ’yı unutmasını söyler; ancak onun
için kâinât artık Leylâ’dan ibârettir ve hiç-bir şekilde bu aşktan vazgeçmez. Mecnûn
çöldedir ve aşkın bin-bir türlü cefâsıyla yoğrulmaktadır. Dünyâ’yla bütün
bağlantısı kesilir ve sâdece rûhuyla yaşar hâle gelir. Leylâ’nın vücûdu da dâhil
olmak üzere bütün maddî varlıklarla ilişkisi bitmiştir. Bir-gün Leylâ çölde onu
bulur ama Mecnûn onu tanımaz ve; “Leylâ benim içimdedir, sen kimsin?” der.
Hayâtın doğal zorluğunun
üstesinden gelmekte zorlananların yaptığı şey,
sigara/uyuşturucu/içki/kumar/zîna gibi pisliklerden başka bir de âşık olma pisliği/lânetidir.
İcâbında zorla âşık olurlar, yada âşık olma rôlü yaparlar. “Güdümlenmiş” bir
olaydır çünkü aşk biraz da. Âşık olmayan kişileri küçük görme vardır toplumda.
Bu, kendi küçüklüklerinden doğan bir küçük-görme kompleksidir. Âşık olan kişi
bu “dert”ten tez-elden kurtulmalı ve iyi bir gusül abdesti alarak normâl
hayâtına geri dönmelidir. Gusül-abdesti şarttır, zîra âşık olmak bir cünüb/cenâbetlik
hâlidir. Cenâbet “uzak olmak” demektir. Mânâdan, akıldan ve kendinden uzak olma
durumu. Bu negatif durumu en iyi, su ile alınan abdest değiştirir ve insanı
kendine getirir. Mü’minler de bu insanlara hem duâ etmeli hem de îcâbında
tedâvi edilmelerine ön-ayak olmalıdırlar. Bu hem insânî hem İslâm’î
vazîfeleridir müslümanların.
“Aşkın
gözü kördür” denir. Gözü kör olan bir şey insanları nasıl doğru bir
yere götürsün ki?. Götüreceği yer bir uçurum olabilir ancak. Bu nedenle, bırakın âşık
olmayı, aşka yaklaşmamak gerekir. Çünkü yaklaşınca muhakkak bu belâya bulaşılır.
Zîna gibidir: yaklaşırsan yaparsın/olursun.
Âşık olandan dengeli bir
söz ve hareket sâdır olmaz. Saçmalama hâlindedir âşık. Bu durumdan keyif
almasının nedeni ise aşkın “şekerli-tatlı bir zehir” olmasıdır. Tatlı bir
haramdır aşk.
Âşık kendini bir şey
zanneder, herkesten üstün görür kendisini. Sarhoşlar gibi; Dünyâ’yı kendi
ekseninde dönüyor zanneder. Zanneder ki âşık, kimse onunla aşık atamaz.
Yine aşk, sağlığı da çok olumsuz yönde
etkileyen bir travmadır. Yâni sâdece rûhî değil, maddî-bedenî yapıyı da bozar.
Aşk, insanlığın neredeyse tamâmının taptığı bir puttur. Gerçekliği
olmayan bir şey (aşk) îcad ediyorlar ve bunun üzerine de edebiyat
parçalıyorlar: Aşkın gücü; aşkın gözyaşları; aşkın büyüsü vs. vs. Aşk diye bir
şey yok ki gücü-gözyaşları-büyüsü olsun.
Aşk
biraz da tembel/aylak insanlar içindir. Hayâtını disiplinli bir şekilde
sürdüren, bir ilkesi olup da o yolda gayret içinde olanlar için “âşık olma”
diye bir durum olamaz.
Aşk,
bir başarısızlık konusudur. Bir-şey başaramayan yada başarmak için bedel
ödemeyi göze alamayanlar, kendilerini göstermek ve bir-nevi ispatlamak için
âşık olma düşüncesine kapılırlar ve tiyatro başlar. Bir de “karşılıksız aşk”
vardır ki bu, “katmerli başarısızlık” olsa gerektir.
Bâzı
travmatik kişilerin yaşadıkları aşırı kendinden geçme hâlleri dışındaki
aşkların çoğu, “susamadan içmek” yada “acıkmadan yemek” gibidir ki gösterişten
başka bir şey değildir. İlginçtir ki en çok inandırılan şey “âşık olma numarası”dır.
Âşık numarası yapmak kolaydır zîrâ.
Aşk
“geçici” olandır. Boşanmaların çoğalmasının bir nedeni de, âşıkların(!)
sayısının çoğalmasıdır. Bedeli ödenmeyen şeyin bereketi de olmuyor. Bedelsiz-zahmetsiz,
geçici bir heves olarak aşkın kışkırtmasıyla bir-araya gelenler yada
evlenenler, o duygu doğal olarak kısa-zamanda bitince ayrılıveriyorlar. “Büyük
aşklar(!)” bile bir-kaç senede bitebiliyor. Çünkü iş bedel ödemeye, katlanmaya
gelince ortada aşk-meşk kalmıyor. O hâlde “aşk zehiri”nin panzehiri, “katlanma
ve bedel ödeme”dir. Sevgi, fedâkârlık-merkezli olduğundan bunu kolaylıkla
göğüsleyebilir fakat aşkta o dirâyet yoktur, olamaz da.
Aşk
pragmatisttir. Sevgi ise ilkesel. Bu nedenle sevgi aşka göre çok yücedir. Çünkü
aşk gibi boş bir söz değildir. Âşıklar o kadar âşık olmalarına rağmen âşık
oldukları kişi için kendilerine zor gelecek şeylere katlanamazlar. Sevgi ise
öyle değildir. Sevgi eyleme ve emeğe dönüktür. Ne diyordu “Al Yazmalım”
filminde Türkân Şoray: “Sevgi neydi?; Sevgi iyilikti; Sevgi dostluktu; Sevgi
emekti”.
“Aşk
evliliği” denilen şey çok zayıf bir birlikteliktir ve bu şekilde evlenenler
genelde kısa sürede ayrılırlar. Âilelerin bulduğu kimseler arasındaki evlilik
yâni “görücü usûlü” ile yapılan evlilikler ise çok daha sağlam olur. Üstelik
çoğu-zaman aşk evliliklerinden daha mutlu olurlar. Bir İspanyol atasözünde:
“Âşık olup evlenen üzüntü içinde yaşar” denir.
Bir de
toplumda çok matah bir şeymiş gibi görülen ve üstelik çok yanlış anlaşılan aşk
çeşitlerinden biri de “Plâtonik aşk” denilen saçmalıktır. Plâtonik aşk aslında;
Bir kadınla bir erkek arasında “yalnız güzel duygular ve soyut
bir sevgi” olarak kalan ve cinsel birleşmeye dönüşemeyen ilişki-biçimidir.
Zâten cinsel birleşmeye döndüğü anda ortada ne Plâtonikliği kalır ne de
Aristonikliği.
Çağımızda
aşk o kadar kutsallaştırıldı ki, artık mîde bulandırıcı, tiksindirici bir hâl
aldı. Şahsen ben âşık yada “âşıkmış gibi” birini görmekten, onunla
karşılaşmaktan korkuyorum. Hattâ o kişi hakkında olumlu düşünemiyorum.
Günümüzde “aşk” kelimesi, mîde
bulandırıcı ve tiksindirici şekilde gereğinden çok-çok fazla kullanılması
sonucunda iyice sulanmıştır.
Modern insana bakarsanız “her
yer aşk”tır. Romanlar, filmler ve diziler hep aşkla ilgili yada en azından
“aşk” kelimesi geçiyor. Zîrâ modernizm bir sorumsuzluk uygarlığıdır ve
modernlerin “aşk” dediği
şey de aslında “sorumluluk almadan sevmek(!)” demektir. Aşk kişiye geldiği anda
sorumluluk ortadan kaybolur. Bir kelime gerekli-gereksiz çok fazla
kullanıyorsa, bilin ki aslında o kelimenin ifâde ettiği şey ya ortada yoktur
yada yozlaşmıştır.
Peki
insanlar bu kadar kötü bir şey ise neden severek-isteyerek aşk yaşıyorlar.
İnsanlar alışabilme yeteneği olan varlıklardır ve zamanla rezâletlere ve iğrençliklere
bile alıştıklarını her-yerde görebiliyoruz.
Kur’ân’da “aşk” kelimesi
yoktur ama aşkın olumsuz tezâhürü “Yûsuf kıssası” örneği üzerinden anlatılır. Bâzıları
Yûsuf kıssasının aşk kıssası olduğunu söylerler ama bunu bizzat kıssanın
kendisi yalanlar. Yûsuf kıssası aşk kıssası değil, “aşktan kaçma”
kıssasıdır. Yakasını bir delinin (âşığın/aşkın) elinden zor-bela kaçarak
kurtarmıştır Hz. Yûsuf. Gömleği yırttırmak pahasına; uzun yıllar zindanda
kalmak pahasına. Hz. Yûsuf’un kaçışı Züleyhâ’dan değil, aşktan bir kaçış idi.
Çünkü daha önceleri yıllarca Züleyhâ’dan kaçmamıştı. Ne zaman ki Züleyhâ şeytanın
vesvesesi ile zıvanadan çıkarak âşık oldu, işte o zaman Allah resûlü Yûsuf ondan
kaçmaya başladı.
Üstün olan aşk değil,
mücâdeledir. Bu durum Yûsuf kıssasında incelikli bir şekilde anlatılır:
“Erginlik
çağına erişince, kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte biz, iyilik yapanları
böyle ödüllendiririz. Evinde kalmakta olduğu kadın ondan murâd almak istedi ve
kapıları sımsıkı kapatarak: “İsteklerim senin içindir, gelsene” dedi. (Yûsuf) “Allah’a
sığınırım” dedi, “çünkü o benim efendimdir, yerimi güzel tutmuştur. Gerçek şu
ki, zâlimler kurtuluşa ermez”. Andolsun kadın onu arzulamıştı, -eğer Rabbinin
(zinâyı yasaklayan) kesin kanıt (burhân)ını görmeseydi- o da (Yûsuf’da) onu
arzulamıştı. Böylelikle biz ondan kötülüğü ve fuhşu geri çevirmek için (ona
delil gönderdik). Çünkü o, muhlis kullarımızdandı. Kapıya doğru ikisi de
koştular. Kadın gömleğini arkadan çekip yırttı. Kapının yanında kadının
efendisiyle karşılaştılar. Kadın dedi ki: “Âilene kötülük isteyenin zindana
atılmaktan veya acı bir azaptan başka cezâsı ne olabilir?”. (Yûsuf) Dedi ki: “Onun
kendisi benden murâd almak istedi”. Kadının yakınlarından bir şâhid şâhitlik
etti: “Eğer onun gömleği ön taraftan yırtılmışsa bu durumda kadın doğruyu
söylemiştir, kendisi ise yalan söyleyenlerdendir. Yok eğer onun gömleği arkadan
çekilip-yırtılmışsa, bu durumda kadın yalan söylemiştir ve kendisi doğruyu
söyleyenlerdendir”. Onun gömleğinin arkadan çekilip-yırtıldığını gördüğü zaman
(kocası): “Doğrusu bu, sizin düzeninizden (biri)dir. Gerçekten sizin düzeniniz
büyüktür” dedi. “Yûsuf, sen bundan yüz çevir. Sen de (kadın) günahın
dolayısıyla bağışlanma dile. Doğrusu sen günahkârlardan oldun”. Şehirde (bir-takım)
kadınlar: “Aziz (Vezir)’in karısı kendi uşağının nefsinden murâd almak
istiyormuş. Öyle ki sevgi (aşk) onun bağrına sinmiş. Doğrusu onu açıkça bir
sapıklık içinde görüyoruz” dedi. (Kadın) Onların düzenlerini işitince,
onlara (bir dâvetçi) yolladı, oturup dayanacakları yerler hazırladı ve her-birinin
eline (önlerindeki meyveleri soymaları için) bıçak verdi. (Yûsuf’a da:) “Çık,
onlara (görün)” dedi. Böylece onu (olağan-üstü güzellikte) görünce (insan-üstü
bir varlıkmış gibi gözlerinde) büyüttüler, (şaşkınlıklarından) ellerini
kestiler ve: “Allah’ı tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak üstün bir
melektir” dediler. Kadın dedi ki: “Beni kendisi dolayısıyla kınadığınız (erkek)
işte budur. Andolsun onun nefsinden ben murâd almak istedim, o ise (kendini)
korudu. Ve andolsun, eğer o kendisine emrettiğimi yapmayacak olursa mutlakâ
zindana atılacak ve elbette küçük düşürülenlerden olacak”. (Yûsuf) dedi ki: “Rabbim,
zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir.
Kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara (korkarım) eğilim gösterir,
(böylece) câhillerden olurum”. Böylece Rabbi, duâsını kabûl etti ve onların
hîleli düzenlerini kendisinden uzaklaştırdı. Çünkü O, işitendir, bilendir” (Yûsuf 22-34).
Kıssanın ilerideki bölümlerinden bir-kısım
âyetler de şu şekildedir:
“Hükümdar
dedi ki: “Onu bana getirin, kendime bağlı kılayım”. Onunla konuştuğunda da
(şöyle) dedi: “Sen bu-gün bizim yanımızda (artık) önemli bir yer sâhibisin,
güvenilir (bir danışman-yönetici)sin”. (Yûsuf) dedi ki: “Beni (bu) yerin
(ülkenin) hazîneleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir
koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim”. İşte böylece biz yer-yüzünde
Yûsuf’a güç ve imkân (iktidâr) verdik. Öyle ki, orada (Mısır’da) dilediği yerde
konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasip ederiz ve iyilik yapanların
ecrini kayba uğratmayız”
(Yûsuf 54-56).
Evet; Hz. Yûsuf ergenlik çağına yâni
artık bir kadına ilgi duyma yaşına gelince, genç/güçlü/yakışıklı bir delikanlı
olduğundan, evinde kaldığı Aziz’in karısı (Züleyhâ) onunla bir ilişki yaşamayı
istemeye başladı. Bunu çeşitli yollarla da belli etti. Ve bir-gün Yûsuf’u bir
odaya çağırıp kapıları kapattı ve isteğini açıkça söyledi. Kadın Yûsuf’a
kendini kaptırmıştı, gözü bir-şey görmüyordu, çünkü karşısında henüz “ulaşamadığı”
bir hedef vardır. Ona ulaşamadıkça büyüyen bir ateş sarmıştı her-yerini.
Yanıyordu. Ne yapacağını şaşırmış bir hâldeydi, kendinde değildi, eşine ihânet
ettiğini hiç düşünmüyordu bile. Makâmını, şânını, şöhretini unutmuştu. Öyle ki,
kimsenin ayıplamasından bile çekinmez duruma geldi. Neden böyle yapıyordu peki?.
Kendisine bunu yaptıran, onu böylesine ezik ve rezil bir hâle düşüren, kepâze hâline
getiren neden ne idi?. Evet: AŞK. Züleyhâ âşık olmuştu. Aşk
bir saplantıdır çünkü.
Züleyhâ, güzel ve çekici bir kadındı.
Onu kim istemezdi ki!. Doğal olarak sağlıklı ve genç bir “insan” olan Yûsuf da
onu arzulamıştı fakat Allah korkusu çok-çok daha baskındı. Sürekli Allah ile
irtibatlı olduğu için dik durabildi ve arkasını dönüp odadan çıkmak için koştu.
Kadın da “hedefin” uzaklaşmasına dayanamayacağı için o da aceleyle arkasından
koştu ve (aşkın yâni şehvetin ateşlemesiyle nasıl koştuysa) ona yetişti ve
gömleğinden tuttu çekti, gömlek arkadan yırtıldı. Gömleğin arkadan yırtılması
Yûsuf’un mâsumiyetinin göstergesiydi. Akıllı olan herkes bunu anlayabilirdi ve
öyle de oldu.
Gel-gelelim bir-zaman sonra olay
herkes tarafından duyuldu. Fakat âşık Züleyhâ buna rağmen hâlâ vazgeçmiyordu.
Vaz-geçemezdi ki. Çünkü hâlen âşıktı. Hedefine ulaşamamıştı, o günahı
işleyememişti, şeytan o günahı işlemeden onu rahat bırakmazdı. Âşık olmasını meşrû
göstermek niyeti ile üst-düzey kadınları çağırıp Yûsuf’u onlara da gösterdi.
Kadınlar onu görünce şehvetleri ayyuka çıktı ve onlar da o anda şeytanın
oyununa gelerek âşık oldular ve onu hemen ilâhlaştırırcasına övmeye başladılar.
Ellerini kestikleri hâlde farkında olmayacak kadar kendilerinden geçtiler ki
bunu kendilerine yaptıran şey Allah’ın zinhar yasakladığı ve hattâ cezalandıracağını
söylediği bir kendini “kaybetme ve cinnet hâli” olan aşktan başka bir şey
değildi. Kadınlar Yûsuf’u ilâhlaştırırcasına sözler söylemeye, en azından
onunla şirk koşmaya başladırlar: “Allah’ı
tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak üstün bir melektir” dediler”. Kadınlar
Züleyhâ’yı haklı buldular. Züleyhâ bu sözlerden haklılık payı çıkardı ve
şehveti yâni aşkı depreşip: “Ve
andolsun, eğer o kendisine emrettiğimi yapmayacak olursa mutlakâ zindana
atılacak ve elbette küçük düşürülenlerden olacak” dedi. Züleyhâ, Yûsuf’un
artık kendisine teslim olacağını düşünüyordu fakat bir-şeyi ıskalıyordu: Allah
korkusu. Şehvetten, aşktan, hattâ sevgiden bile önce gelen korku. Haşyetten
kaynaklanan bir tedirginlik. “Havf” değil, “haşyet”. Bu yüzden Yûsuf: “Rabbim, zindan, bunların beni kendisine
çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir” dedi ve aşk yerine zindanı
seçti. Tercihini birilerinin çok
matah bir şeymiş gibi gösterdiği bir sapıklık hâli olan aşk lehine değil, “Yûsuf
Medresesi” denilen zindan lehine kullanmıştı. Aleyhine gibi görünse de..
İşte peygamber örnekliği ve dik duruşu
böyle olur. Zindan bedelini göze alamayanlar, bir bedel gibi gösterdikleri aşk
saçmalığına sarılırlar. Evet bir peygamber, bir Allah resûlü aşk yerine
zindanı seçmişti.
Bir-zaman sonra hükümdar bir rüyâ
nedeniyle Hz. Yûsuf’tan haberdar oldu. Rüyâya yapılan hârika yorum nedeniyle hükümdar
ona güvendi ve ona önemli bir görev vermek istedi. Yûsuf, mâliye/hazîne/ülke
yöneticiliği talebinde bulundu. Dikkat edin!, aşk yerine hazîne/ülke
yöneticiliği. Bir sorumluluk almak istedi yâni. Eğer aşkı seçseydi böyle
bir sorumluluk alamazdı, çünkü aşk buna engel olurdu. Ülke yöneticiliğini
seçti. Çünkü ülkede gelir adâletsizliği en üst seviyeye ulaşmış, bu uçurum
zulüm hâline gelmişti. Yûsuf bu adâletsizliğin/eşitsizliğin giderilmesi/düzeltilmesi
gerektiğini çok iyi görüyordu ve Hz. Yûsuf, aşkı/şehveti/sarhoşluğu/kendinden
geçmeyi/şirki/şeytanı/tâğutu terk-edip; devlet yöneticiliğini, halka hizmeti,
işi, eylemi, mücâdeleyi seçti. Zulmü ber-tarâf edip
adâleti/eşitliği/hakkı-hakîkati diriltip yüceltmeyi seçti. “Aşk”a değil, “iş”e
tâlip oldu.
Aşk şirktir. Zîrâ âşıklar birbirlerine
kayıtsız-şartsız teslim olurlar. Oysa kayıtsız-şartsız teslim olunacak tek
varlık Allah’tır.
Aşk diye bir şey yoktur, o bir travma
hâlidir.
Evet;.. bir peygamber; Allah’ın, “resûlüm/elçim”
dediği ve örnek gösterdiği bir peygamber, aşk yerine zindanı; aşk yerine “görev”i
seçti. Tüm peygamberler gibi..
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak
2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder