3 Şubat 2015 Salı

Aşk Travması


Aşk’ın sözlük anlamı; “aşırı sevgi ile bağlanma”, “şiddetli sevme”, “şiddetli ve yakıcı sevgi” anlamlarına gelir. Arapça “aşaka”, “sarmaşmak”, “sıkıca sarılmak”, “sarmaşık” anlamına geliyor. Aşk’ın farsçada, avesta dilinden, ‘işka/işk’ kelimesinden geldiği ve anlamının “istemek”, “şiddetli muhabbet”, “candan sevmek” anlamına geldiği söylenir. Farsçada “eşgh” olarak okunmaktadır. Türkçeye de “aşk” olarak geçmiştir. “Nişanyan sözlüğü”nde aşk; “şiddetle sevme”, “şiddetli ve yakıcı sevgi”, “sarmaştı”, “sıkıca sarıldı” anlamlarındadır. Aşk, arapça kökenli olup kökeni “ışk”tır. Işk ise “sarmaşık” demektir. Yâni nasıl ki sarmaşık bulunduğu ortamı veya tutunduğu şeyi sarıp sarmalar, işte aşk da öyle sarıp sarmalar âşık olan insanı. Lütfi Bergen bu konuda şöyle der:

 

“İbn-i Kayyım’a göre aşk/ışk, aşırı sevgidir, ifrattan türemedir. Aşk’ı kabûl etmez Kayyım. Der ki: “Ne Allah ve ne de kul, aşkla nitelenemez”. Hattâ Muhammed b. Abdulvahhab’dan “Takat getirilemeyecek şey aşktır” sözünü nakleder. Bu nedenle biz de sevgi meselesini “aşk”tan ziyâde hubb, vela, meveddet, rahmet, hamd, rızâ, mahviyet gibi kavram-dünyâsına âit görüyoruz.

 

Âbid için kulluk yolunun sâbitesi Allah’ın kuluna muhabbetidir. Tâbi oluş muhabbet ve mahbûbiyetin birlikteliğini îcap ettirir. Yâni kulun Allah’ı sevmesi boşlukta ve eylemsiz değildir. “Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin/fettebiûnî yuhbibkumullâhu” (Âl-i İmrân 31) âyeti sülûkun mührü gibidir. “İnanıp sâlih amel işleyenler için Rahman (gönüllerde) bir vüdd (meveddet-sevgi) yaratacaktır/İnnellezîne âmenû ve amilus sâlihâti se yec’alu lehumur rahmânu vuddâ(vudden)” (Meryem 96) denmiş. Bir taabiyet istenmektedir. Kendinden geçme, çöle düşme değil. Mecnûn’un serapa sarhoşluğunu değil”.

 

Aşk, havf ve haşyetin yerine ikâme edilmiştir. Böylelikle sûni bir sevgi oluşturularak kimi sorumluluklar da göz-ardı edilebilmiştir. Her türlü korkudan emin olanlar için bir şeyin sorumluluğunu almak çok zordur. Sevgi boşlukta bir olgu değildir. Aslında “korku”nun bir sonucudur. Eyleme-amele dönüktür ve ferâgat ile ispatlanır. Almaktan çok vermek ile alâkalıdır. Erich Fromm:

 

“Sevgi bir verme etkinliğidir, çok şeyi olan değil, veren zengindir. Yaşamını ötekine harcayarak değil, kendi iç canlılığından-yaşattıklarından vererek vâroluşunu kazanır. Yaşamından bir şeyler vermekle onu zenginleştirir, karşısındakinin canlılığını arttırır. Sevgi, sevdiğimiz şeyin yaşaması, gelişmesi için duyduğumuz etkin ilgidir” der.

 

Hikmet Ertürk de aşk hakkında şunları söyler:

 

“Aşk kelimesi “hapsetmek”, bir anlamı da “sarmaşık” demektir. Nasıl ki bir sarmaşık bir ağacı çepe-çevre sarıp onun dış-dünyâ ile ilişkisini keser ve sardığı ağacı bir süre sonra kurutursa, aşk da sardığı (tuttuğu) kişiyi çevresinden koparır ve bir-süre sonra o ağaç gibi kurutur. Aşk; Ali Şeriati’nin deyimi ile “görme engelli bir coşku, görmezlikten kaynaklanan bir bağdır. Sevgi ise çok daha başka bir şeydir. Sevgi, bilinçlice bir bağ; apaçık, duru bir görmenin sonucudur”. Gerçekten de, aşk görme engellidir. Kişinin dış-dünyâ ile ilgisini keser. Sevgi ise bilinçli bir bağdır. Sevginin kontrôl etmediği aşk aklın devre-dışı bırakılmasıdır ki İslâm buna aslâ izin vermez”.

 

“İslâm’da aşk var mıdır”? sorusuna kısaca “İslâm’da aşk yoktur, sevgi vardır” diye cevap verebiliriz. Bir şeyin İslâm’da olması demek, “Kur’ân’da kaynağının bulunması” demektir. Kur’ân’da ise aşk kelimesi yoktur. Çünkü aşk normâl olmayan bir durumun göstergesidir. Bir a-normâllik durumudur. Bu nedenle bahsedilseydi bile olumsuz anlamda kullanılabilirdi.  

 

Allah, bırakın aşkı, kuru-kuruya olan sevgiye bile değer vermiyor ve bu sevginin hayattaki karşılığını eylemsel anlamda görmek istiyor: Ey îman edenler, içinizden kim dîninden geri döner (irtidât eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü’minlere karşı alçak-gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir” (Mâide 54).

 

Sevgiyi bile abartmamak lâzım. “Sevgiyi (meveddet) ilahlaştırdınız” der âyet: “Dedi ki: ‘Siz gerçekten, Allah’ı bırakıp dünyâ-hayâtında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz, (putlaştırıcı bir sevgi edindiniz). Sonra kıyâmet günü, kiminiz kiminizi inkâr edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lânet edeceksiniz. Barınma-yeriniz ateştir ve hiç-bir yardımcınız yoktur” (Ankebût 25).

 

Ramazan Kayan:

 

“Sevgi insanoğlunun en asil ve en aziz erdemlerinden biri olduğu gibi aynı-zamanda onun en sarsıcı ve en muhâtaralı (zarar, tehlike) sınav alanlarından da biridir. Sahih bir kulluğun en sağlam boyutu, sınırlarını Allah’ın belirlediği bir sevgidir. “İnsanlardan kimi de vardır ki, Allah’tan başkalarını O’na denk tutar (eş koşar) onları Allah’ı sever gibi severler. Îman edenlerin ise Allah’a olan sevgisi daha kuvvetlidir” (Bakara165). Bu âyet-i kerime muhabbetin ulûhiyet ve ubûdiyet boyutuna vurgu yapmaktadır. Anlaşılan o ki; her ne olursa-olsun Allah gibi sevmek şirktir. Allah için sevmek sevaptır.

 

İnsanlık-târihi boyunca bir-çok şirkin ve sapkınlığın menşeinin sevgi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Allah’a rağmen bir sevgi, hüsrân ve hicrândan gayrı nedir ki?. Allah’ı sevme seviyesinde seyreden sevgilerin kim için olursa-olsun mahzâ şirk olduğunda kuşku yok. Velev ki bu bir peygamber bile olsa. Değil mi ki; Hristiyanların Hz. Îsâ’ya (a.s.) olan sevgileri onları nasıl bir şirke sürükledi?. Nice kahraman, ahbar, ruhban, meşâyih, ekâbir, şah, sultan, kral, lîder, üstad, dilber, meşhûr, sanatçı, eser, eşyâ, meta, sistem, ideoloji, kurum, kuruluş, parti, devlet, otorite, yapı, kavim, kabîle, ırk, ülke, ulus, asâlet, aşîret, mezhep, meslek, meşrep, kariyer, süreç içersinde sevgi putunun öznesi olmadılar mı?.

 

Sevgiyi vâr eden Allah sevgiye bir sınır getiriyor. Kimse kimseyi Allah gibi sevmeyecek. Sevgi de, buğz da Allah için olacak. Sınırsız sevgi tutsaklıktır. Köleliktir. Her-şeye bir ölçü belirleyen Rabbâni disiplinde sevgi konusunda da başı-boşluğa yer yoktur. Sevginin süflîleşmesine İslâm izin vermiyor, ulvî sevgilere bizi yönlendiriyor. Sevgi üzerinden gelen sefâlete, sefâhete, şehvete ve şirrete “dur” demek durumundayız. Bu-gün modernizm üzerinden gelen “sevgi sömürüsü”, kapitâlist sistemlerin besleyici en güçlü damarı. Sevgi istismârı o kadar güçlü ki, bir-çok isyânın, haramın, kirliliğin, pisliğin, pespâyeliğin pazarlanması sevgi üzerinden estetize ediliyor. Çıkara, şehvete, hazlara, kodlanmış sevgiler değer, doğru, ahlâk, iffet tanımıyor. Sevgi, karargâhı olan kâlbi terk etti, ayağa düştü. Rûhun elçisi olan sevgi gitti, hevânın habercisi olan sevgi türedi. Bu-gün sevgi medeniyetinin çocukları sevgi savrulmasına mâruz kaldılar. “Sevgi yetmezliği” en ciddî maraz. Sevgisizliktir rûhumuzu daraltan. Mat, ham, çiğ, sığ, çorak, kurak, bencil, bireyci hayatların bir sebebi de sevgi yoksunluğu değil midir?. Şâyet Allah bizden sevebilme duygusunu almışsa bundan daha büyük bir musîbet olabilir mi?. Kaldı ki bir-birimizi sevmedikçe îman etmiş bile sayılmıyoruz. Bize “ama”sız sevgi lâzım. Yâni pazarlıksız, garazsız, ivazsız. Her-şeyden önce sevgi dürüstlük ister. Sevgi (4S) ile desteklenmedikçe sâhici ve kalıcı değildir. Sadâkat. Samîmiyet. Sorumluluk. Sabır. Gözü Leylâ’dan başkasını görmeyenlerin Mevlâ ile bir ilgileri kalmaz” der.

 

Şiirde de şöyle deniyor:

 

Sevgi kaldırım çiçeği olmuş düşmüş ortaya,

Ne kadar çok ve ne kadar hor kullanılmış vah vah!.

Kimi görsem “sevgi” denen bir yem takıyor oltaya,

Kâh balık diyor yakalarsa, “sevgilim” diyor kâh.

 

Sevdâ “kara” (siyah) demektir, yâni sevdâ “kara-sevdâ”dır ve bir-zaman sonra insanın hem içini hem de dışını karartır.

 

“Allah sevgisi”nden çok “Allah korkusu”na ağırlık veren ilk zâhidler de aşktan söz etmemişlerdir. İlk defâ 8. yüzyılda Allah ile kul arasındaki sevgiyi anlatmak üzere nâdiren de olsa aşk kelimesinin kullanılmaya başlandığını gösteren rivâyetler vardır. Kulları içinde ise Allah’tan ancak âlim olanlar içleri titreyerek-korkar”(haşyet) (Fâtır 28) diyen Kur’ân, Allah karşısında aşktan-sevgiden ziyâde korkuyu öne çıkarmıştır. Bu nedenle “Allah korkusu”ndan bahsedilebilir fakat “Allah aşkı”ndan bahsedilemez. “Kulun Allah’ı sevmesi” anlamında bir Allah sevgisinden bahsedilebileceği bile bizce tartışma konusudur. Çünkü ne de olsa seven “etken”, sevilen “edilgen”dir. Kulun Allah’ı sevmesi O’nu hâşâ “edilgen” durumuna sokmak anlamına gelebilir. Allah bizi sever, fakat kulun Allah’ı sevmesi konusu üzerinde konuşulmalıdır. “Hubb” kelimesi “sevgi”den ziyâde “bağlılık” anlamına gelir/gelmelidir. Bu yüzden sevgi için daha derin anlam olan “Vedûd” kelimesi belki daha uygundur.

 

Kur’ân’a göre; “Allah’ı sevmek” demek, “Peygambere uymak” demektir: “De ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Âl-i İmrân 31)

 

Sevgi bile “maddî olan”a olur. Maddî olmayana nasıl sevgi duyulabilir?. Maddî olmayana duyulan şey “saygı”dır. Sevilen şey-kişi-varlık bilinmediğinde, ona duyulan duyguya nasıl sevgi denebilir?. O’nun yaratışına karşı duyulan hayranlık başkadır. O yaratışa saygı duyulur ve hayret edilebilir. Dolayısı ile, sâdece yaratılmış olana sevgi duyulabilir. İnsan, dağ, deniz, toprak, çiçek, böcek vs. gibi şeylere karşı sevgi olabilir ve bu doğaldır. Fakat bunlar maddî olanlardır. Allah’ı sevmek demek, “O’nun yarattıklarını-yaratışını sevmek” demektir. O hâlde O’na (Allah) sevgi duyulmaz, îmân edilir. Fakat Allah kullarını sevebilir. Sevgi, “üstün” olanın “düşük” olana, yada “aynı değerde” olanların bir-birlerine gösterdiği merhâmetten kaynaklanan bir duygudur. (Şehvetten kaynaklanana “aşk” denir). “Düşük” olanın “üstün” olana göstereceği duygu ise saygı, korku-haşyet ve îmandır. Îmân ise fiili olarak gösterilmedikçe ispatlanamaz. O hâlde Allah, kendisi için/adına bir şeyler yapıldığında “râzı” olur. İşte bu nedenlerle Allah’a aşk/sevgi duyulmaz, îmân edilir ve bu îmânın bir gereği olarak insana sevgi duyulur/duyulmalıdır. Özellikle mü’minlerin bir-birlerini sevmeleri gerekir. Gerçi kâfirlere karşı da şedid olmalıdırlar: (Mâide 54).

 

İnsanın bir varlığa sevgi duyması için o şeyi “bilmesi” gerekir. Bir-şeyi “bilmek” demek ise, “o şeyi sınırlarını görebilmek” demektir. İnsan ancak, sınırlarını görebildiği şeyleri bilebilir ve o şey hakkında duygu geliştirebilir. Sınırlarını göremediği şeyi ise bilmiyor demektir ki insan bilmediği bir-şey için ancak korku-haşyet-saygı duyabilir. İşte Allah da, sınırları olmayan bir Varlık olduğundan, bilinemez. Bu nedenle Allah’a sevgi duyulmaz ama O’na îman edilir, saygı duyulur, korkulur (havf-haşyet). İnsanın sevebileceği şey, Allah’ın mutlak varlığı” değil, yaratışı-yarattıklarıdır. İnsan, Allah’ın yarattıkları sevebilir, insanlar arasından seçtiği peygamberleri sevebilir, gönderdiği vahiyleri sevebilir; zîrâ bunların sınırlarını görebilir, onlarla âşinâlık kurabilir. Fakat Allah’ın Mutlak Varlığını bilemeyeceği için Ondan ancak haşyet duyar. Bu nedenle Allah kulunu sever ama kul Allah’a îman eder, haşyet duyar. Zâten bitkiler ve hayvanlar da “cevher farkı” nedeniyle insanı sevemez; fakat onlar insanın emrine âmâde kılınmıştır. Biz Allah’a “bağlılık” (hub) gösterdiğimiz gibi; eşyâ da insana “bağlılık” gösterir. Çünkü eşyâ, insana musahhar (emre âmâde) kılınmıştır:

 

Göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden bir lütuf olarak size âmâde kıldı. (Ve sahhara lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu). Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için deliller vardır. (Câsiye 13).

 

İslâm’i kaynaklarımızda, Kitapta ve Sünnet’te “aşk” kelimesi kullanılmamıştır. Hele Allah için hiç kullanılmamıştır/kullanılamaz. Çünkü âşık olmak bir zaafın, eksikliğin ve başkasına ihtiyaç duymanın ifâdesidir. Sevgi böyle değildir. Allah aşık olmaz, ama sever. “Işkullah” diye bir kelime yoktur ama “hubbullah” diye bir kelime vardır. Süleyman Çelebi’nin mevlitte Allah’a: “Gel habîbim, sana âşık olmuşam” cümlesini kullandırması bir hezeyandır. Allah için böyle bir ifâde kullanılamaz. Çünkü bu ifâde bir âcizlik ifâdesidir ve -hâşâ- Allah için bir âcizlikten bahsedilemez. Aslında âşıklık bir mü’min için bile kullanılmamalıdır. Mü’minin böyle bir hâle düşmesi onun için bir felâket olur. Zâten mü’min Allah korkusuyla/haşyetiyle dolu olduğu için böyle hezeyanlara müptelâ olması söz-konusu da değildir. Aşk, aklı blôke eden/örten bir dürtüdür ve İslâm’da aklı örten her-şey haramdır, yasaktır. Erich Fromm der ki:

 

“Ergin bir erkekle ergin bir kadın arasında sevgide çoğu-zaman narsisist özellikler vardır. Bir kadına âşık olan erkek, “onun” olduktan sonra narsisizmini kadına aktarabilir. Kadında bulunmayan, kendisinin ona yüklediği niteliklerden dolayı kadına hayrân olur, ona tapar; kadın, salt bir parçası olduğu için, o erkeğin gözünde olağan-üstü niteliklerin sâhibi olur. Böyle bir insan çoğu-zaman sâhip olduğu şeylerin olağan-üstü güzellikte olduğuna inanacak, onlara “âşık olacaktır.

 

Freud’a göre bir kadına âşık olan erkek, kadını kendi narsisizminin nesnesi yapar; bu yüzden erkeğin bir parçası olan kadın olağan-üstü bir güçle arzulanan bir varlık olur. Kadın da erkek karşısında aynı tutumu izleyebilir; böylece “sevgi” değil de bir tür “iki kişilik çılgınlık” olan “büyük aşk” ortaya çıkar. Her iki kişi de narsisizmlerinden kurtulmuş değillerdir; -başkaları şöyle dursun- birbirlerine karşı bile gerçek, derin bir ilgi duyamazlar; alıngan ve kuşkuludurlar; büyük bir olasılıkla ikisi de kendilerine tâze, narsisist doyumlar sağlayacak yeni kişilere gereksinme duyacaklardır. Narsisist kişinin gözünde eşi hiç-bir zaman kendi hakları olan yada kendi gerçekliği içinde var-olan birisi değildir, yalnızca eşinin narsisist bir biçimde yüceltilmiş benliğinin bir gölgesidir. Oysa “hastalıklı olmayan sevgi” iki insanın karşılıklı narsisizmine dayanmaz. Hastalıklı olmayan sevgi, kendilerini iki ayrı varlık olarak algılayan ama genelde birbirleriyle açılıp bütünleşen iki kişi arasında kurulan sürekli bir ilişkidir”.

 

Aşk aslında zannedildiği gibi mânevi bir olay değil, maddî bir olaydır. Çünkü beden ile ilgilidir, yâni şehevî bir olgudur. Sâdece cinsel bir şehvet değildir, her türlü “aşırı-isteme” hâlidir. Aşırı-istemenin bir sonucudur. Şehvetin oluşmasına aşk denir. Bu istek/şehvet giderilmediğinde adamı zıvanadan çıkarır. Ne yapacağını bilemez hâle getirir. Artık o kişi, mantıklı düşünemez/konuşamaz/edip-eyleyemez duruma gelir. Bu yüzden bu istek/şehvet bir-an önce giderilmelidir ki kişi mevcut delilikten kurtulsun. Bu şehveti/isteği doğal ve helâl yoldan giderenlerin böyle bir sorunu olmaz zâten. Âşıklık en çok cinsel meselelerde kendini gösterir. En çok cinsel istekle ilgilidir. “Vallâhi öptürmem, ölürsün aşkından” denir şarkıda. Gerçekten de öyledir. Öpemedi ya.. deli olur, çıldırır. Bir öpse aşk-meşk kalmayacak. Aklı başına gelecek. Çünkü tatmin edilmemiş şehvet, insanı şeytanı aratır hâle bile getirebilir. Bu yüzden bu tarz şehvetin/aşkın en iyi tedâvisi “yatakta” olur. (Yatak-istirahatı şarttır).

 

Filolog el-Esmâi aşk hakkında şunu anlatır:Bir Bedevi kadına, ‘sizde aşk nasıldır?’ diye sordum, şöyle cevap verdi: ‘Kucaklama, sarılma, göz kırpma ve sohbet etme’. Sonra bana sordu: ‘Siz şehirde yaşayanlarda nasıldır?’. ‘Erkek kadının kolları ve bacakları arasına oturur ve sonuna kadar bastırır’ diye cevap verdim. ‘Yeğenim!’ diye haykırdı, ‘bu bir âşık değil, çocuk isteyen bir adam”.

 

Aşk denilen şey eğer cinsellik dilse niçin karşı cins ile yaşanıyor. Aynı cinsten kişilerin yaşadığına ise ancak bir “sapık” denebilir.

 

Aşk, üremeyle ilgili bir şeydir. Zâten tasavvufa göre “Allah’ın yaratması” demek, yarattıklarını sevmesi, onlara aşk duyması ve üretmesi demektir. Bu üretmeyi insanlar da yapar, bu bağlamda çocuklar aşkın yâni cinsel birleşmenin meyveleridirler.

 

Çocuklar için “aşkın meyvesi” denir. “Aşkın meyvesi” çocuksa, o hâlde aşk “cinsel ilişki” anlamına gelir. Çünkü çocuk cinsel ilişkinin sonucunda olur. Hâlbuki çocuk, “sevginin meyvesi” olarak anılmalıdır. Böylece çocuklar, sâdece cinselliğin bir sonucu olarak görülmemiş olurlar.

 

“Evlilik aşkı öldürür” derler. Çünkü evliliğin doğal ve normâl bir işlevi olan cinsellik devreye girer ve aşk-ateşini yâni şehveti söndürür yada kontrôl altına alarak ortada aşk falan bırakmaz.

 

Aşkta bir doyumsuzluk vardır. Bu doyumsuzluk şehvetten gelir. Zîrâ şehvet doyumsuzdur ve sâdece anlık doyumlara ulaşabilir. İşte aşk, bu doyumsuzluğun ifâdesidir ve meftûn olunan şeye karşı doyumsuzdur. Doyum ancak meşrû tatmin ile olur ve meşrû tatmin ile doyuma ulaşıldığında ortada aşk-maşk kalmaz. 

 

Aşk, erotik bir durumu/hâli ifâde eder. TDK sözlüğünde “erotik” kelimesinin anlamı için şunlar söylenir:

 

1-Aşkla ilgili olan, aşkı anlatan, kösnül (şehvâni), erosal, şehevî, şehvâni.

2-Cinsel aşkla, cinsiyetle ilişkisi olan, kösnül, erosal.

 

Aşk, “erotizm” ile ilgilidir. Cinsellik ve şehvet ile ilgilidir. Eros için aşk tanrıçası” denir fakat aslında cinsellik ve şehvet tanrısı”dır, “erotizm tanrısıdır. Eski Yunanca éros, erot, έρος, εροτ”,  “cinsel sevi, cinsellik tanrısı” sözcüğünden alıntıdır.ten erotik” kelimesi de “Ero-s”tan gelir.

 

Eros “erotik” ve “ereksiyon” ile ilgilidir. Yunanlıların “aşk” için iki sözcüğü vardır: 1- Agape; “derin ve rûhânî aşk”ı ifâde eder; 2- Eros; “fiziksel arzu ve ihtiyaçlar”ı ifâde eder. “Erotik” sözcüğü bu tür bir aşktan gelir. Eros için şunlar söylenir: “Yunan sanatında çoğunlukla kanatları, gümüşten yayı ve okuyla resmedilen Eros’un cinsel arzuyu ateşlediği düşünülür. Eros’a plastik sanatlarda ve edebiyatta yakıştırılan karakter özellikleri zaman içinde değişir. Erken Yunan tasvirlerinde ‘iri-yarı genç bir adam’ olarak resmedilirken sonraları daha oyunbaz, ele-avuca sığmaz bir karakter olur. Roma sanatında (ve sonrasında) ise Tanrılara ve ölümlülere onları âşık edecek oklar fırlatarak dolaşan tombul bir bebek olarak resmedilir. Eros ve “kâlbe saplanan ok” ikonografisi, bugün de yaygın olarak kullanılmaktadır”.

 

Eros (canlıların elini-ayağını çözen, insanların akıllarını başından alan), arzu ve aşk tanrıçası Afrodit’in Hermes’ten olma oğludur. Aphrodite güzellik ve sex tanrısıdır. Paganizm aşkı tanrılaştırmıştır ve ona tapmaktadır.

 

Sümer tanrıçalarından İştar, Sümer şehirlerinden Uruk’un “aşk ve tenâsül” tanrıçasıdır.

 

Aşk her zaman karşı cinse karşı duyulan arzu değildir. Aşk düşüncesine göre aynı cinsten olanlara karşı da aşk duyulabilir. “Çıplak, yakışıklı ve kanatlı gençler” olarak tasvir edilen ve Eros’un çoğulu olan eroteler, genellikle aynı cinse arzu duyarlar. Eros, genellikle “erkekler arasındaki eş-cinsel sevginin koruyucusu” olarak kabûl edilmiştir. Zâten Hermafrodit de Hermes ile Afrodit’in çift-cinsiyetli çocuklarıdır. Hermafrodit, hermafroditlerin ve kadınsı erkeklerin tanrısıydı. Eros’un kardeşidir. Aşk bir travma ve kendinden geçme hâli olduğu için, o durumda cinsiyete bakılmaz. Aşk cinsiyet tanımaz yada aşk için cinsiyet farketmez.

 

İlginçtir; “karşılıksız” olunca bile aşk olabiliyor ve karşılıksız olana bile aşk deniyor. Yâni aşk, tek-başına olunca da oluyor. Karşılık veren birinin olmasına bile gerek yok. Fakat karşılıksız aşk kötülenen bir şeydir. Antéros “zorunlu aşk tanrısı”dır ve karşılıksız aşkın intikâmını alır. Kontrôl edilemeyen arzu arzuyu ve karşılıksız sevgiyi temsil eder.

 

Aşk denilen şeyin bir gerçekliği yoktur. Schopenhauer aşk hakkında şunları söyler:

 

Rochefoucauld, üzerine konuştuğumuz, ama aslâ gözümüzle göremediğimiz bir şey olduğu için aşkın bir hayâletle karşılaştırılabileceğini söyler, Lichtenberg de Ueber die Macht der Liebe isimli denemesinde aşkın gerçekliğini ve doğallığını tartışır ve reddeder. Ne kadar yüksek ve ulvî görünürse-görünsün, her türlü aşk bütünüyle cinsiyet güdüsünden kaynaklanır.

 

Aşkın kaynağı olarak kâlp gösterilir ama aslında beyindir. Zâten aşk, beyinde yaşanan şehvetli bir arzu ve travma hâlidir. Akıl bu travmadan dolayı blôke olmuştur ve mantıklı kararlar verememeye başlar, doğru yargılarda bulunamaz. Bu travma hâlini yaşayan âşık, mâşukunun tüm olumsuz yönlerini göremez hâle gelir. Onu melekler gibi tertemiz, hatâsız, kusursuz ve olağan-üstü görmeye başlar. Aşk göz ile başlar. Gördüğüne kavuşana kadar da durulmaz. Ten temâsı ile zayıflar ve halvet ile durulur.

 

Aşk bir travmadır, körlüğü bundan dolayıdır. “Aşkın gözü kördür” derler. Bu travma beyinde bir-çok noktanın çalışmasını durdurur yada doğru çalışmasını engeller. Âşık kişinin saçmalamasının hattâ hareketlerindeki düzensizliğinin nedeni budur. Bir araştırmanın sonuçlarında şunlar söylenir:

 

“Âşık insanların beyinleri üzerinde yapılan görüntüleme çalışmalarının ortaya koyduğu en ilginç sonuçlardan biri, beynin ön (frontâl) bölgelerinde yer alan ‘akıl yürütme’ ve ‘planlama’ ile ilişkili bölgelerde izlenebilen baskılanmadan dolayı akılcı ve eleştirel düşünmeyle ilgili ön-beyin bölgeleri büyük oranda devreden çıkar”.

 

Ubeydullah Toprak, aşk hakkında şunları söyler:

 

“Aşk ‘aşırı sevgi’ yâni ‘sevgide ölçüyü aşma’ anlamına gelir. Allah için böyle bir aşırılık düşünülemeyeceğinden O’nun kuluna olan sevgisine aşk denemez. Öte-yandan kulun Allah’a duyduğu sevgi ne kadar güçlü olursa-olsun yine de O’nu yeterince ve lâyık olduğu ölçüde sevemeyeceğinden dolayı kulun Allah sevgisi de aşk diye adlandırılamaz.

 

Aşk, insanı insan yapan aklı, fikri ve muhâkemeyi yok eder. Çünkü aşk bir çeşit ‘cinnet hâli’dir. Bu sebeple aşk yolunu tutan mutasavvıflar çoğunlukla akıl ve mantığa meydan okumuşlar, düşüncenin ürünü olan ilmi hiçe saymışlardır. Düşünce hâliyle aşk hâli bir birine zıttır. Düşünce yok olduğu nisbette aşk hâkim olur. Onun için şuur ve idrak hâlini yok eden aşk bir fazîlet olamaz. Aklın duyguya hâkim olmasına fazîlet, duygununun akla hâkim olmasına rezîlet denir. Şuuru yok eden ve hissî bir hâl olan aşk bu bakımdan makbûl bir şey değildir. Gerek irâdelerine hâkim olamayıp arzuların esîri olmaları bakımından, gerekse şuur ve idrak hâlini kaybetmeleri bakımından âşıklar hayvanların seviyesine, hattâ daha da aşağılara düşerler. Aşk bir ifrat hâlidir. Hâlbuki fazîlet ifratla tefrit arasında bulunan îtidâl hâlidir. Şu-hâlde aşk bir fazîlet değildir; zîrâ hiç-bir şeyin ifratı makbûl değildir. Aşk ölçüsüzlüktür, âşık da dengesizdir. Ölçüsüzlük ve dengesizlik hiç-bir zaman iyi bir şey değildir.

 

Aşk büyük bir belâ, korkunç bir âfettir, kâlbi tahrip eder. Rûhu Allah’tan başkasının kulu ve kölesi hâline getirir, esârete düşürür. Bunun için âşık mâşukuna ‘kulun-kölen olayım, kurbânın olayım’ diye hitâp eder. Böylelikle aşkını ve mâşukunu ilâhlaştırarak ona tapar. Bir şeyi taparcasına sevmek kişiyi o şeye bağımlı kılar, hürriyetini elinden alır. Sâdece Allah’ın kulu olan ve sâdece O’nun huzûrunda boyun eğen bir kimseyi kendisi gibi bir insanın kölesi hâline getiren ve kayıtsız-şartsız onun irâdesinin ve hâkimiyetinin altına sokan aşkın hiç-bir faydası yoktur.

 

Zemahşerî; ilâhî aşktan bahseden mutasavvıfları insanların en câhili, ilmin ve âlimlerin azılı düşmanı, şeriat yolunun en menfur ve en rezil kişileri olarak tavsif eder. Ona göre aşk ve muhabbeti kendi dinleri olarak ilân eden mutasavvıflar, vaaz meclislerinde ve raks meydanlarında ‘şâhid’ adını verdikleri oğlanlar hakkında söylenen bir-takım şarkılar okunursa vecde gelmiş gibi kendilerinden geçerek nâralar atarlar. Zemahşerî bunlara, ‘Allah, meclislerini ve raks ettikleri yerleri târumâr ederek virâneye çevirsin’ diye bedduâ eder.

 

İslâm’ın çok kesin olarak yasakladığı ve büyük günahlardan saydığı içki, bir fazîlet unsuru olarak sunulmuş ve ilâhî aşk anlamında kullanılmıştır. Tasavvufî kitaplarda, tasavvufî şiirlerde ‘şarap, bâde, mey, meyhane, sâkî’ gibi kelimeler ilâhî aşkı anlatmak için kullanılan en güzel kelimeler olarak değerlendirilmiştir. ‘Aşk ve âşık olmak’ denilince, insan zihninde tümüyle dünyevî ve nefsî özellikler çağrıştığı hâlde, bunu yaratıklara hiç-bir yönüyle benzemeyen Allah için hiç tereddüt etmeden kullanabilmişlerdir.

 

Râbia’yı diğer sûfîlerden ayıran husus onun zühd anlayışını ilâhî aşk fikriyle tamamlamasıdır. Hac’dan sonra Basra’ya yerleşen Râbia kendisine yapılan evlenme tekliflerini reddetmiştir. Râbia’nın bu tavrının kökeninde zühd anlayışı ve evliliğin ilâhî aşkın önünde perde olması düşüncesi vardır. Dünyevî nikâhın kişiyi Hak’tan uzaklaştırdığını söyleyen Râbia, Hak ile dâimî berâberliğe işâret eden mânevî ve rûhânî nikâh anlayışını benimsemiştir”.

 

Sözde Allah aşkıyla tutuşan Râbia’nın şu sözlerine bir bakın: “Her yerde Sen’in aşkını arıyorum, sonra âniden On’unla doluyorum, ah kâlbimin önderi, göğsümdeki arzunun parlak gözleri, aslâ senden bağımsız olmayacağım, yaşadığım süre boyunca, benimle tatmin ol, aşkım, ben de tatmin olayım”.

 

İlhami Güler aşk hakkında şunları söyler:

 

Her türlü ilişkide koşullu bir değer olan ve bir emek-ürünü olması gereken sevgiy ve muhabbeti savunmak ahlâk ve akıllılıktır; insânî bir durum olarak aşkı savunmak ise ahlâksızlık ve deliliktir. Hastalık savunulamaz. Aşk, ateştir; insanı yakar. Bir insanı ateşe atmak, ateşte yakmak nasıl günah ise, kişinin kendini ateşe atması da aynı-şekilde günahtır. Aşık olmak, irâdenin bir zaafı olarak günaha girmektir, yâni haramdır. Bir insanın Allah’a âşık olması ile bir kadına/erkeğe âşık olması arasında bir fark yoktur. Aşk’ın yüce bir şey olduğuna inananlara duyurulur.

 

Sufiler için mükemmel sevgili ve aşkın örneği İblis, ya da Şeytan’dır. Vâr oluşuna, Allah’a hizmete adanma yolunda bir melek olarak başlamıştır ama Âdem’in önünde eğilmeyi reddettiği için Allah’ın huzurundan kovulmuştur. Celâleddin Rûmi; “İblis’in, Allah’a itaat etmeyi reddetmesinin itaatsizlikten değil, Allah aşkından kaynaklandığını” söyler.

 

Kadın ve erkeğin yapıları, karbon-temelli olma bakımından aynıdır. Aradaki fark, erkeklerin vücutlarının daha kıllı ve kaslı olmasına karşın, kadının vücûdunun çok daha kılsız ve kassız/yumuşak olmasıdır. Kadının vücûdunda erkeğe göre fazladan bâzı kıvrımlar ve dolgunluklar da vardır. Bir de erkekte bir “çıkıntı” bulunurken, kadında bir “girinti” vardır. Aradaki farklar aşağı-yukarı bu şekildedir. Rûh noktasında ise ikisi arasında fark yoktur. Çünkü rûhta cinsiyet olmaz. Kadında bir de erkekten farklı bâzı salgılar salgılanır ve farklı bir hormon yapısı oluşur. Bu hormonâl yapı kadının erkekten daha farklı özellikler kazanmasına sebep olur. Meselâ “annelik” gibi.

 

Şimdi; Erkek, kadının neyine ve neresine âşık olur?. Aynı-şekilde; kadın da erkeğin neyine ve neresine âşık olur?. Yâni, bir-birlerinin neyi ve neresi yüzünden kendilerini kaybedecek kadar sersemleşirler?. Kadınlar erkeklerin kıllı ve kaslı vücûduna ve “çıkıntı”sına mı; yoksa erkekler kadınların yumuşak ve kılsız vücûduna ve “girinti”sine mi?. Yada birbirlerinin hormonlarına mı?. Rûhlarına olamaz, çünkü ikisinde de aynı rûh var. Eğer âşık olunan nokta bu saydığımız özelliklerden her-hangi birine yada tamâmına ise, deriz ki: “Bu saydıklarımız maddî şeylerdir”. O hâlde âşık olanlar, kişilerin maddî yanlarına âşık olmuşlardır. Maddeye âşık olmuşlardır ki bu, aşkın mâneviyatla alâkasının olmadığını gösterir. Yâni aşk mânevi değildir, maddîdir, bedenîdir, şehevîdir. Kendisinde olmayanı karşısındakinden “isteme” ile alâkalıdır. Ölçüyü kaçırmış aşırı bir istektir bu. Hâlbuki “sevgi”de böyle sapıklığa varan aşırı duygular olmaz. Seven kişi karşısındakini canlı yada cansız, şuurlu yada şuursuz olsun sever ve onunla ilgilenir. Sâdece canlıyı değil, cansızı da sever, Peygamberimizin bir dağı sevdiği gibi:

 

Enes b. Mâlik (r.a)’tan rivâyet edilmiştir: Resûlullah (s.a.v.), Uhud dağına bakıp: “Doğrusu Uhud, bizi seven bir dağdır. Biz de onu severiz” buyurdu. Buhârî, Cihad 71; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/140.

 

Aşk çok bencildir, sevgi ise çok cömert. Çünkü sevgi paylaşır-paylaşılır ama aşk paylaşmaz-paylaşılmaz.

 

Leylâ ile Mecnûn’un hikâyesi -birileri ne kadar mâsum gösterse de- aslında bir zavallılığın hikâyesidir. Mecnûn’u mecnûn yapan yâni “cinlerin oyuncağı” hâline getiren, (Mecnûn, “cinlerin oyuncağı olmuş” demektir) onu âşık eden, Leylâ’ya (yada geceye/sükûna) ulaşamamış olmasıdır. Aşk, ulaşamamanın bir tezâhürüdür. “Allah aşkı” denilen sapıklığın kaynağı da budur zâten: Ulaşamamak. “Allah aşkı” denen şey ulaşamamaktan doğan bir yorumdur. Hâlbuki Allah bizden kendisine ulaşmamızı değil, “kul” olmamızı ister. Böylelikle kurtuluruz delirmekten yada âşık olmaktan.

 

“Aşk”ın anlamlarından biri de “sarmaşık”tır. Sarmaşık, “sarılmak”, “sarmaş-dolaş olmak”la alâkalıdır. Allah’a âşık olmak, -hâşâ- “Allah’la sarmaş-dolaş olmak” anlamına gelir ki, bundan daha büyük bir terbiyesizlik olmaz. Sarmaş-dolaş olmak, kadın-erkek arasında, cinsi münâsebet sırasında olur ancak. O hâlde âşık olmak, Sonsuz Kudret Sâhibi Olan Allah ile kul arasında değil, iki “denk” arasında yâni insan-insan arasında meydana gelebilir. Zâten dediğimiz gibi; aşk cinsî münâsebetle nötralize edilmediğinde, bir travma hâli olarak tezâhür eder.  

 

Âdem Güneş: Travma, kişinin başa çıkabilme yeteneğini aşan olaylar karşısında, rûhsal kilitlenmişlik hâlidir, geçici bir şok durumudur” der. Aşk bir travma hâlidir. Öyle bir travma hâlidir ki, bir-zaman sonra “ulaşamamak” daha çok hoşlarına gitmeye başlar. Âşık olunan şey travma hâlinin kendisi olmaya başlar. Kafayı yemiş olmayı hoş görmeye başlar âşık. Eğer Mecnûn, Leylâ’yı görüp sevdiğinde hemen istetip evlenebilselerdi, böyle bir hikâye olmayacaktı. Mecnûn da Leylâ da “murâda” erecekti ve her-şey yoluna girecekti. Böyle bir travmadan da kurtulacaklardı. Çünkü birbirlerinin ulaşılamayacak bir varlık olmadığını görüp anlayacaklardı. Nevzat Tahran:

 

“Âşık olmak ile ‘Obsesif-kompulsif kişilik bozukluğuna sâhip olmak’ vücutta aynı biyokimyâsal etkiyi yaratıyor” der.

 

Aşk travması sırasında ön-beyin blôke olur.

 

Aşk aslında bir takıntı hâlidir. Ömer Hakan Yavaşoğlu:

 

“Nörologların, birbirine sırılsıklam âşık onsekiz çiftin beyinleri üzerinde yaptıkları fonksiyonel-MRI sonuçları çok şaşırtıcı sonuçlar vermiştir. Sonuçlarına göre, çiftlerin özellikle bazal ganglionlarında yoğun saptanan hareketlilik, bu tutkulu-aşırı bağlılığının bir nevî obsesif kompülsif bozukluk ile benzeşir. Çünkü Obsesif vâkâlarda da bu çiftlerin beyinlerinde de aynı şekilde bazal ganglionlarda hareketlilik vardır ve her iki çalışma grubunun özellikle parieto-oksipital loblarında eş-zamanlı de-aktivasyon saptanmıştır. Bunun anlamı bilindiği gibi hem obsesiflerde hem de tutkulu âşıklarda kortikal aktivasyonun azalmasıdır. Zâten âşıkların aklının başından gitmesi, kadim medeniyetlerin ünlü aşk hikâyelerinde asırlardır kelâm-ı kibar ile vurgulanır” der.

 

Âşık olmuş bir peygamber-örneği yoktur. Bir kadın yüzünden divâne olup çöllere düşmüş, pespâye bir duruma gelmiş, yanıp-yıkılan bir peygamber-hikâyesi yoktur. Peygamberimizin hayâtı boyunca 11 hanımı olmuştur (aynı-anda/zamanda dokuz hanımı bulunmuştur ölümlerinden dolayı) ama hiç-birine âşık olmamıştır. Lâkin hepsini de sevmiştir ve onlarla ilgilenmiştir. Peygamberimiz için âşık kelimesi halkın bir yakıştırması olarak sâdece Hira inzivâları için söylenmiştir, “Hira’ya âşık oldu” şeklinde. Oysa kendisini oraya çıkaran ve uzun zamanlar kalmasına neden olan şey “aşk” değil “dert” idi. Peygamberler ve onların vârisleri aşka değil, derde tâlip olanlardır. Aşka “boş” insanlar tâlip olurlar.

 

Aslında âşık (aşırı tutku) olmak için karşıdakinin insan olmasına bile gerek yoktur. Kişi kedisini-köpeğini, atını-eşeğini bile deli gibi sevebilir ve “onsuz yapamaz” duruma düşebilir. Yâni onlara âşık olabilir. Hattâ karşıdakinin canlı olmasına bile gerek yoktur. Saatlerce arabasını/motosikletini/bisikletini silip-süpüren, yağlayıp-yıkayanlar vardır ve bu aşktır. Zâten âşık olmasa o kadar zahmete girmez ve emek veremez.

 

Aşk şehevî olduğu için şeytandandır. Şeytanın “sürekli vesvesesi”dir aşk. Şeytanın kişiyi oyuncak etmesidir. İnsanı kör-kütük âşık eden şeytandır. “Kör-kütük âşık olmak”la kör-kütük sarhoş olmak arasında fark yoktur. İki hâlde de kişiler aynı eylemlerde bulunurlar ve aynı tepkiyi verirler. Haram işlemişlerdir zîrâ.

 

Şeytan tarafından üretilen ve tâğutlar tarafından kışkırtılan aşkın bu kadar gündemde tutulmasının sebebi, insanların aşk-sarhoşluğu ile hayâtın gerçeklerinden koparılmak istenmesidir. Ne yapacağını bilemez hâlde olan insanların en çok yaptığı şey, hem kendini hem de eşyâyı tüketmek olacağı için bu durumdan en çok kapitâlist tâğutlar kârlı çıkarlar. Tam da kolayca kullanacakları bir model-insan bulmuşlardır. Âşık olan ne yapmaz ki?. Âşık olana ne verseler gider, ne üretseler satar. Sarhoşlara olduğu gibi.

 

Aşk bir tapınma hâlidir. Eski çağlarda kadınlara tapılırdı (Artemis, İsis, Afrodit vs.). Kadına tapınma şimdi de “aşk, âşık olmak” üzerinden yapılıyor.

 

Îman ile aşk bir-arada bulunamaz. Aşk şirktir çünkü. Aşk bir çeşit şirk üretir. Âşıklar birbirlerini ilâhlaştırmadan âşık olamazlar. Birbirlerini hatâsız kabûl ederler meselâ. “En iyisi” zannederler. Âşıklar birbirlerine Allah’ı anmayı unuttururlar en başta -ki bundan büyük bir felâket yoktur-. İnsanların âşık olan kişilere yarı-gülümseme hâlinde bakmaları bir imrenmeden değil, alışkanlıktandır. Tâğutlar alttan-alta böyle yönlendirirler toplumları. Buna bir de tasavvufçuların sapıkça “Allah aşkı”nı da katarak destek olmaları bu işin toplumsal bir travma/hastalık hâline gelmesine yol açar. “Allah aşkı” diye bir saçmalık hâşâ ve kellâ yoktur, olamaz da. “İlâhi aşk” söylemi, insanın ürettiği en büyük terbiyesizliktir. İlâhi aşk kavramı, müslümanların yozlaşmasına neden olan etkenlerin ilk başta gelenlerindendir. Âşık olan kişi tevbe edip uzaklaşmalıdır bu belâdan. İyi bir gusül abdestiyle işe başlamak yararlı olacaktır. Bu bağlamda bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Aşk duygusunun alevlendiği ilk dönemler, dopamin, NGF ve vazopressin gibi kimyâsalların arttığı, serotoninin azaldığı ve beyin kimyâsının köklü bir biçimde değiştiği bir garip durumu karşımıza çıkartıyor. Peki, yıllar süren birlikteliklerden sonra bu duygular nasıl normale dönüyor yâhut zaman geçtikçe aşk ölüyor mu?. Şu bir gerçek ki, bu tip kuvvetli duyguların bir ömür-boyu insanları etki altına alması biyolojimiz açısından pek faydalı bir durum değildir. Âşık olan insan, âşık olduğu kişiyle kalıcı bir birliktelik sağlamaya ve cinsel itkilerden kaynaklanan arzularını tatmin etmeye başladıktan sonra, aşkı dönüşmeye başlar. Uzun süre devâm eden birlikteliklerde ve başarılı evliliklerde, ‘âşık beyin’ bulgularından bir-çoğunu bulamıyoruz. Ama görebildiğimiz bir şey var: Bu insanlar, birbirleri olmadan yaşamayı düşünmüyorlar. Erkek ve kadın, uzun süreli ve başarılı bir birlikteliğin ardından tek bir bütünün parçaları olarak davranmaya başlıyorlar. Kısacası aşk ölmüyor ama dönüşüyor. İlk dönemlerdeki hislerin etkisi, yâni limbik sistemin komutları altında gerçekleşen ‘aşkın bacayı sardığı’ hâller, yıllar içinde beynin daha üst merkezleri tarafından yönetilen akılcı, insânî, üst-seviyeli bir birlikteliğe dönüşüyor. Bu dönüşümün gerçekleşmediği durumlarda ‘aşkımız bitti’ gibi gerekçelerle çiftlerin birbirlerinden ayrıldıklarını sıklıkla görebiliyoruz. Bunun en muhtemel nedeni, insanların çoğunun mâşukuna değil, aşkın o ilk safhalarındaki heyecâna âşık olmalarıdır. Aynen tehlikeli sporlara tutkun adrenalin bağımlıları gibi, insanların önemli bir kısmı, beynin bu çocuksu itkilerine gem vurma konusunda isteksiz davranıyor ve her yaşta o ‘liseli aşk heyecânı’ diyebileceğimiz heyecânı aramaktan kendilerini alıkoyamıyor”.

 

Tasavvufçuların Allah’a olan aşkı, cehennem korkusunu, cennet arzusunu ve şeytana karşı duyulan kini bir yana atan mutlak bir aşktır. Sözde öyle bir âşık oluyorlar ki, Allah’ın “uzak durun” ve “düşman edinin” diyerek uyardığı şeytana bile âşık olurlar da onu candan dost olarak görürler. Yine, Allah’ın bizi kendisinden korkuttuğu cehenneme bile aşkla bağlanırlar. Azap kelimesine “tatlılık” anlamı verirler. “Cehennemde çır-çır otu bitecek ve cehennem cennet gibi yemyeşil olacaktır derler. Bu aşk sapkınlığı, insana ne kadar saçma-sapan şey varsa yaptırır ve sonunda kişiyi Dünyâ’da rezil eder, âhirette ise cı azapla pişman eder.  

 

Filozof=Filozofi-filosofya; tasavvuf=“tasofi”. Bu kavramlardaki “sofi”nin kaynağı “Sofya”dır ki, Sofya dişidir. Bu nedenle sofilik, dişil prensipleri öne çıkarır. Tasavvufun, ana düşünme prensibi olan “aşk”ı aşırı öne çıkarması, hattâ aşk-merkezli ilim ve düşünme anlayışı, “sofi” yâni “dişil prensip”ten kaynaklanır. Filozofların düşünceleri ve hattâ Fransız Devrimi’nden sonraki, kadınlara=dişi-dişil söylemleri ve uygulamalarının kaynağı da budur. Sofi=sofya, dişil, aşk-merkezli bir düşünüş şeklidir. “Aya Sofya” bu düşünüşün mîmâri şeklidir.

 

Ali Şeriati “ilâhi aşk” bağlamında şunları söyler:

 

“Hallac’a gelince... O da, alev-alev yanan bir adamdı. Alevlerin içindeki adamdan sorumluluk beklenmez. Onun işi de, yanmak ve çığlık atmaktır. Hallaç niye yanıyordu?. Tanrı’ya, duyduğu şiddetli aşktan. Başını ellerinin arasına alıp, Bağdat sokaklarında, “bu kafamı kırın... Bana isyân etti!.. İçimdeki yangından kurtarın beni, .. Ben hiçim... Ene’l-Hakk’ım!” diye bağırarak koşuyordu. “Artık ben yokum, vârolan ancak ve ancak Tanrıdır” demek istiyordu. Hallaç, sürekli Tanrı ateşiyle yanıyordu ve onun gerçek esrikliğinin kaynağı buydu. Fakat Îran toplumunda, yirmi-beş milyon Hallac’ın bir-araya geldiğini bir düşünün. Herkesin “Gelin beni öldürün... Artık dayanamıyorum... Ben hiçim... Cübbemin içinde Tanrı’dan başka bir şey yok!”, diye sokaklara fırladığını bir düşünün... Bu-tür ateşli tutkular, bir-tür mânevî veya mistik divâneliği gösterir. Eğer bir toplumda, herkes Hallaç gibi olacak olursa; sefâlet ve yıkım ortalığı kaplar”.

 

Aşk, “sınırı olmayan bir şey”dir. Hâlbuki sınırı olmayan tek şey Allah’tır ve aşk (hâşâ) Allah değildir. Aşk, sınırsızlığın da bir göstergesi olduğundan, âşık olan kişi de sınırsızca işler yapabiliyor ve nerede duracağını bilmiyor. Kırmızı çizgileri siliniyor âşık olanın. Hem kendini hem de karşısındakini sınırsızlaştırarak ilâhlaştırıyor ve artık âşık olduğu kişi yanına gelse bile kâr etmiyor, fayda vermiyor ve kendine gelemiyor. O sınırsızlığın şeytâni tadını aldığı için artık âşık olduğu kişi de yetmiyor ona. Hikâyede de anlatıldığı gibi; Arapçada “deli” anlamına gelen “Mecnûn” mâlûm sevda yüzünden çöllere düşer. Mecnûn’a bir-çok kişi Leylâ’yı unutmasını söyler; ancak onun için kâinât artık Leylâ’dan ibârettir ve hiç-bir şekilde bu aşktan vazgeçmez. Mecnûn çöldedir ve aşkın bin-bir türlü cefâsıyla yoğrulmaktadır. Dünyâ’yla bütün bağlantısı kesilir ve sâdece rûhuyla yaşar hâle gelir. Leylâ’nın vücûdu da dâhil olmak üzere bütün maddî varlıklarla ilişkisi bitmiştir. Bir-gün Leylâ çölde onu bulur ama Mecnûn onu tanımaz ve; “Leylâ benim içimdedir, sen kimsin?” der.

 

Hayâtın doğal zorluğunun üstesinden gelmekte zorlananların yaptığı şey, sigara/uyuşturucu/içki/kumar/zîna gibi pisliklerden başka bir de âşık olma pisliği/lânetidir. İcâbında zorla âşık olurlar, yada âşık olma rôlü yaparlar. “Güdümlenmiş” bir olaydır çünkü aşk biraz da. Âşık olmayan kişileri küçük görme vardır toplumda. Bu, kendi küçüklüklerinden doğan bir küçük-görme kompleksidir. Âşık olan kişi bu “dert”ten tez-elden kurtulmalı ve iyi bir gusül abdesti alarak normâl hayâtına geri dönmelidir. Gusül-abdesti şarttır, zîra âşık olmak bir cünüb/cenâbetlik hâlidir. Cenâbet “uzak olmak” demektir. Mânâdan, akıldan ve kendinden uzak olma durumu. Bu negatif durumu en iyi, su ile alınan abdest değiştirir ve insanı kendine getirir. Mü’minler de bu insanlara hem duâ etmeli hem de îcâbında tedâvi edilmelerine ön-ayak olmalıdırlar. Bu hem insânî hem İslâm’î vazîfeleridir müslümanların.

 

Aşkın gözü kördür denir. Gözü kör olan bir şey insanları nasıl doğru bir yere götürsün ki?. Götüreceği yer bir uçurum olabilir ancak. Bu nedenle, bırakın âşık olmayı, aşka yaklaşmamak gerekir. Çünkü yaklaşınca muhakkak bu belâya bulaşılır. Zîna gibidir: yaklaşırsan yaparsın/olursun.

 

Âşık olandan dengeli bir söz ve hareket sâdır olmaz. Saçmalama hâlindedir âşık. Bu durumdan keyif almasının nedeni ise aşkın “şekerli-tatlı bir zehir” olmasıdır. Tatlı bir haramdır aşk.

 

Âşık kendini bir şey zanneder, herkesten üstün görür kendisini. Sarhoşlar gibi; Dünyâ’yı kendi ekseninde dönüyor zanneder. Zanneder ki âşık, kimse onunla aşık atamaz.  

 

Yine aşk, sağlığı da çok olumsuz yönde etkileyen bir travmadır. Yâni sâdece rûhî değil, maddî-bedenî yapıyı da bozar.

 

Aşk, insanlığın neredeyse tamâmının taptığı bir puttur. Gerçekliği olmayan bir şey (aşk) îcad ediyorlar ve bunun üzerine de edebiyat parçalıyorlar: Aşkın gücü; aşkın gözyaşları; aşkın büyüsü vs. vs. Aşk diye bir şey yok ki gücü-gözyaşları-büyüsü olsun.

 

Aşk biraz da tembel/aylak insanlar içindir. Hayâtını disiplinli bir şekilde sürdüren, bir ilkesi olup da o yolda gayret içinde olanlar için “âşık olma” diye bir durum olamaz.

 

Aşk, bir başarısızlık konusudur. Bir-şey başaramayan yada başarmak için bedel ödemeyi göze alamayanlar, kendilerini göstermek ve bir-nevi ispatlamak için âşık olma düşüncesine kapılırlar ve tiyatro başlar. Bir de “karşılıksız aşk” vardır ki bu, “katmerli başarısızlık” olsa gerektir.

 

Bâzı travmatik kişilerin yaşadıkları aşırı kendinden geçme hâlleri dışındaki aşkların çoğu, “susamadan içmek” yada “acıkmadan yemek” gibidir ki gösterişten başka bir şey değildir. İlginçtir ki en çok inandırılan şey “âşık olma numarası”dır. Âşık numarası yapmak kolaydır zîrâ.

 

Aşk “geçici” olandır. Boşanmaların çoğalmasının bir nedeni de, âşıkların(!) sayısının çoğalmasıdır. Bedeli ödenmeyen şeyin bereketi de olmuyor. Bedelsiz-zahmetsiz, geçici bir heves olarak aşkın kışkırtmasıyla bir-araya gelenler yada evlenenler, o duygu doğal olarak kısa-zamanda bitince ayrılıveriyorlar. “Büyük aşklar(!)” bile bir-kaç senede bitebiliyor. Çünkü iş bedel ödemeye, katlanmaya gelince ortada aşk-meşk kalmıyor. O hâlde “aşk zehiri”nin panzehiri, “katlanma ve bedel ödeme”dir. Sevgi, fedâkârlık-merkezli olduğundan bunu kolaylıkla göğüsleyebilir fakat aşkta o dirâyet yoktur, olamaz da.

 

Aşk pragmatisttir. Sevgi ise ilkesel. Bu nedenle sevgi aşka göre çok yücedir. Çünkü aşk gibi boş bir söz değildir. Âşıklar o kadar âşık olmalarına rağmen âşık oldukları kişi için kendilerine zor gelecek şeylere katlanamazlar. Sevgi ise öyle değildir. Sevgi eyleme ve emeğe dönüktür. Ne diyordu “Al Yazmalım” filminde Türkân Şoray: “Sevgi neydi?; Sevgi iyilikti; Sevgi dostluktu; Sevgi emekti”.

 

“Aşk evliliği” denilen şey çok zayıf bir birlikteliktir ve bu şekilde evlenenler genelde kısa sürede ayrılırlar. Âilelerin bulduğu kimseler arasındaki evlilik yâni “görücü usûlü” ile yapılan evlilikler ise çok daha sağlam olur. Üstelik çoğu-zaman aşk evliliklerinden daha mutlu olurlar. Bir İspanyol atasözünde: “Âşık olup evlenen üzüntü içinde yaşar” denir.

 

Bir de toplumda çok matah bir şeymiş gibi görülen ve üstelik çok yanlış anlaşılan aşk çeşitlerinden biri de “Plâtonik aşk” denilen saçmalıktır. Plâtonik aşk aslında; Bir kadınla bir erkek arasında “yalnız güzel duygular ve soyut bir sevgi” olarak kalan ve cinsel birleşmeye dönüşemeyen ilişki-biçimidir. Zâten cinsel birleşmeye döndüğü anda ortada ne Plâtonikliği kalır ne de Aristonikliği.

 

Çağımızda aşk o kadar kutsallaştırıldı ki, artık mîde bulandırıcı, tiksindirici bir hâl aldı. Şahsen ben âşık yada “âşıkmış gibi” birini görmekten, onunla karşılaşmaktan korkuyorum. Hattâ o kişi hakkında olumlu düşünemiyorum.

 

Günümüzde “aşk” kelimesi, mîde bulandırıcı ve tiksindirici şekilde gereğinden çok-çok fazla kullanılması sonucunda iyice sulanmıştır. 

 

Modern insana bakarsanız “her yer aşk”tır. Romanlar, filmler ve diziler hep aşkla ilgili yada en azından “aşk” kelimesi geçiyor. Zîrâ modernizm bir sorumsuzluk uygarlığıdır ve modernlerin “aşk” dediği şey de aslında “sorumluluk almadan sevmek(!)” demektir. Aşk kişiye geldiği anda sorumluluk ortadan kaybolur. Bir kelime gerekli-gereksiz çok fazla kullanıyorsa, bilin ki aslında o kelimenin ifâde ettiği şey ya ortada yoktur yada yozlaşmıştır.

 

Peki insanlar bu kadar kötü bir şey ise neden severek-isteyerek aşk yaşıyorlar. İnsanlar alışabilme yeteneği olan varlıklardır ve zamanla rezâletlere ve iğrençliklere bile alıştıklarını her-yerde görebiliyoruz.

 

Kur’ân’da “aşk” kelimesi yoktur ama aşkın olumsuz tezâhürü “Yûsuf kıssası” örneği üzerinden anlatılır. Bâzıları Yûsuf kıssasının aşk kıssası olduğunu söylerler ama bunu bizzat kıssanın kendisi yalanlar. Yûsuf kıssası aşk kıssası değil, “aşktan kaçma” kıssasıdır. Yakasını bir delinin (âşığın/aşkın) elinden zor-bela kaçarak kurtarmıştır Hz. Yûsuf. Gömleği yırttırmak pahasına; uzun yıllar zindanda kalmak pahasına. Hz. Yûsuf’un kaçışı Züleyhâ’dan değil, aşktan bir kaçış idi. Çünkü daha önceleri yıllarca Züleyhâ’dan kaçmamıştı. Ne zaman ki Züleyhâ şeytanın vesvesesi ile zıvanadan çıkarak âşık oldu, işte o zaman Allah resûlü Yûsuf ondan kaçmaya başladı.

 

Üstün olan aşk değil, mücâdeledir. Bu durum Yûsuf kıssasında incelikli bir şekilde anlatılır:

 

“Erginlik çağına erişince, kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte biz, iyilik yapanları böyle ödüllendiririz. Evinde kalmakta olduğu kadın ondan murâd almak istedi ve kapıları sımsıkı kapatarak: “İsteklerim senin içindir, gelsene” dedi. (Yûsuf) “Allah’a sığınırım” dedi, “çünkü o benim efendimdir, yerimi güzel tutmuştur. Gerçek şu ki, zâlimler kurtuluşa ermez”. Andolsun kadın onu arzulamıştı, -eğer Rabbinin (zinâyı yasaklayan) kesin kanıt (burhân)ını görmeseydi- o da (Yûsuf’da) onu arzulamıştı. Böylelikle biz ondan kötülüğü ve fuhşu geri çevirmek için (ona delil gönderdik). Çünkü o, muhlis kullarımızdandı. Kapıya doğru ikisi de koştular. Kadın gömleğini arkadan çekip yırttı. Kapının yanında kadının efendisiyle karşılaştılar. Kadın dedi ki: “Âilene kötülük isteyenin zindana atılmaktan veya acı bir azaptan başka cezâsı ne olabilir?”. (Yûsuf) Dedi ki: “Onun kendisi benden murâd almak istedi”. Kadının yakınlarından bir şâhid şâhitlik etti: “Eğer onun gömleği ön taraftan yırtılmışsa bu durumda kadın doğruyu söylemiştir, kendisi ise yalan söyleyenlerdendir. Yok eğer onun gömleği arkadan çekilip-yırtılmışsa, bu durumda kadın yalan söylemiştir ve kendisi doğruyu söyleyenlerdendir”. Onun gömleğinin arkadan çekilip-yırtıldığını gördüğü zaman (kocası): “Doğrusu bu, sizin düzeninizden (biri)dir. Gerçekten sizin düzeniniz büyüktür” dedi. “Yûsuf, sen bundan yüz çevir. Sen de (kadın) günahın dolayısıyla bağışlanma dile. Doğrusu sen günahkârlardan oldun”. Şehirde (bir-takım) kadınlar: “Aziz (Vezir)’in karısı kendi uşağının nefsinden murâd almak istiyormuş. Öyle ki sevgi (aşk) onun bağrına sinmiş. Doğrusu onu açıkça bir sapıklık içinde görüyoruz” dedi. (Kadın) Onların düzenlerini işitince, onlara (bir dâvetçi) yolladı, oturup dayanacakları yerler hazırladı ve her-birinin eline (önlerindeki meyveleri soymaları için) bıçak verdi. (Yûsuf’a da:) “Çık, onlara (görün)” dedi. Böylece onu (olağan-üstü güzellikte) görünce (insan-üstü bir varlıkmış gibi gözlerinde) büyüttüler, (şaşkınlıklarından) ellerini kestiler ve: “Allah’ı tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak üstün bir melektir” dediler. Kadın dedi ki: “Beni kendisi dolayısıyla kınadığınız (erkek) işte budur. Andolsun onun nefsinden ben murâd almak istedim, o ise (kendini) korudu. Ve andolsun, eğer o kendisine emrettiğimi yapmayacak olursa mutlakâ zindana atılacak ve elbette küçük düşürülenlerden olacak”. (Yûsuf) dedi ki: “Rabbim, zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir. Kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara (korkarım) eğilim gösterir, (böylece) câhillerden olurum”. Böylece Rabbi, duâsını kabûl etti ve onların hîleli düzenlerini kendisinden uzaklaştırdı. Çünkü O, işitendir, bilendir” (Yûsuf 22-34).

 

Kıssanın ilerideki bölümlerinden bir-kısım âyetler de şu şekildedir:

 

“Hükümdar dedi ki: “Onu bana getirin, kendime bağlı kılayım”. Onunla konuştuğunda da (şöyle) dedi: “Sen bu-gün bizim yanımızda (artık) önemli bir yer sâhibisin, güvenilir (bir danışman-yönetici)sin”. (Yûsuf) dedi ki: “Beni (bu) yerin (ülkenin) hazîneleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim”. İşte böylece biz yer-yüzünde Yûsuf’a güç ve imkân (iktidâr) verdik. Öyle ki, orada (Mısır’da) dilediği yerde konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasip ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız” (Yûsuf 54-56).

 

Evet; Hz. Yûsuf ergenlik çağına yâni artık bir kadına ilgi duyma yaşına gelince, genç/güçlü/yakışıklı bir delikanlı olduğundan, evinde kaldığı Aziz’in karısı (Züleyhâ) onunla bir ilişki yaşamayı istemeye başladı. Bunu çeşitli yollarla da belli etti. Ve bir-gün Yûsuf’u bir odaya çağırıp kapıları kapattı ve isteğini açıkça söyledi. Kadın Yûsuf’a kendini kaptırmıştı, gözü bir-şey görmüyordu, çünkü karşısında henüz “ulaşamadığı” bir hedef vardır. Ona ulaşamadıkça büyüyen bir ateş sarmıştı her-yerini. Yanıyordu. Ne yapacağını şaşırmış bir hâldeydi, kendinde değildi, eşine ihânet ettiğini hiç düşünmüyordu bile. Makâmını, şânını, şöhretini unutmuştu. Öyle ki, kimsenin ayıplamasından bile çekinmez duruma geldi. Neden böyle yapıyordu peki?. Kendisine bunu yaptıran, onu böylesine ezik ve rezil bir hâle düşüren, kepâze hâline getiren neden ne idi?. Evet: AŞK. Züleyhâ âşık olmuştu. Aşk bir saplantıdır çünkü.

 

Züleyhâ, güzel ve çekici bir kadındı. Onu kim istemezdi ki!. Doğal olarak sağlıklı ve genç bir “insan” olan Yûsuf da onu arzulamıştı fakat Allah korkusu çok-çok daha baskındı. Sürekli Allah ile irtibatlı olduğu için dik durabildi ve arkasını dönüp odadan çıkmak için koştu. Kadın da “hedefin” uzaklaşmasına dayanamayacağı için o da aceleyle arkasından koştu ve (aşkın yâni şehvetin ateşlemesiyle nasıl koştuysa) ona yetişti ve gömleğinden tuttu çekti, gömlek arkadan yırtıldı. Gömleğin arkadan yırtılması Yûsuf’un mâsumiyetinin göstergesiydi. Akıllı olan herkes bunu anlayabilirdi ve öyle de oldu.

 

Gel-gelelim bir-zaman sonra olay herkes tarafından duyuldu. Fakat âşık Züleyhâ buna rağmen hâlâ vazgeçmiyordu. Vaz-geçemezdi ki. Çünkü hâlen âşıktı. Hedefine ulaşamamıştı, o günahı işleyememişti, şeytan o günahı işlemeden onu rahat bırakmazdı. Âşık olmasını meşrû göstermek niyeti ile üst-düzey kadınları çağırıp Yûsuf’u onlara da gösterdi. Kadınlar onu görünce şehvetleri ayyuka çıktı ve onlar da o anda şeytanın oyununa gelerek âşık oldular ve onu hemen ilâhlaştırırcasına övmeye başladılar. Ellerini kestikleri hâlde farkında olmayacak kadar kendilerinden geçtiler ki bunu kendilerine yaptıran şey Allah’ın zinhar yasakladığı ve hattâ cezalandıracağını söylediği bir kendini “kaybetme ve cinnet hâli” olan aşktan başka bir şey değildi. Kadınlar Yûsuf’u ilâhlaştırırcasına sözler söylemeye, en azından onunla şirk koşmaya başladırlar: “Allah’ı tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak üstün bir melektir” dediler”. Kadınlar Züleyhâ’yı haklı buldular. Züleyhâ bu sözlerden haklılık payı çıkardı ve şehveti yâni aşkı depreşip: “Ve andolsun, eğer o kendisine emrettiğimi yapmayacak olursa mutlakâ zindana atılacak ve elbette küçük düşürülenlerden olacak” dedi. Züleyhâ, Yûsuf’un artık kendisine teslim olacağını düşünüyordu fakat bir-şeyi ıskalıyordu: Allah korkusu. Şehvetten, aşktan, hattâ sevgiden bile önce gelen korku. Haşyetten kaynaklanan bir tedirginlik. “Havf” değil, “haşyet”. Bu yüzden Yûsuf: “Rabbim, zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir” dedi ve aşk yerine zindanı seçti. Tercihini birilerinin çok matah bir şeymiş gibi gösterdiği bir sapıklık hâli olan aşk lehine değil, “Yûsuf Medresesi” denilen zindan lehine kullanmıştı. Aleyhine gibi görünse de..

 

İşte peygamber örnekliği ve dik duruşu böyle olur. Zindan bedelini göze alamayanlar, bir bedel gibi gösterdikleri aşk saçmalığına sarılırlar. Evet bir peygamber, bir Allah resûlü aşk yerine zindanı seçmişti.

 

Bir-zaman sonra hükümdar bir rüyâ nedeniyle Hz. Yûsuf’tan haberdar oldu. Rüyâya yapılan hârika yorum nedeniyle hükümdar ona güvendi ve ona önemli bir görev vermek istedi. Yûsuf, mâliye/hazîne/ülke yöneticiliği talebinde bulundu. Dikkat edin!, aşk yerine hazîne/ülke yöneticiliği. Bir sorumluluk almak istedi yâni. Eğer aşkı seçseydi böyle bir sorumluluk alamazdı, çünkü aşk buna engel olurdu. Ülke yöneticiliğini seçti. Çünkü ülkede gelir adâletsizliği en üst seviyeye ulaşmış, bu uçurum zulüm hâline gelmişti. Yûsuf bu adâletsizliğin/eşitsizliğin giderilmesi/düzeltilmesi gerektiğini çok iyi görüyordu ve Hz. Yûsuf, aşkı/şehveti/sarhoşluğu/kendinden geçmeyi/şirki/şeytanı/tâğutu terk-edip; devlet yöneticiliğini, halka hizmeti, işi, eylemi, mücâdeleyi seçti. Zulmü ber-tarâf edip adâleti/eşitliği/hakkı-hakîkati diriltip yüceltmeyi seçti. “Aşk”a değil, “iş”e tâlip oldu.

 

Aşk şirktir. Zîrâ âşıklar birbirlerine kayıtsız-şartsız teslim olurlar. Oysa kayıtsız-şartsız teslim olunacak tek varlık Allah’tır.

 

Aşk diye bir şey yoktur, o bir travma hâlidir.

 

Evet;.. bir peygamber; Allah’ın, “resûlüm/elçim” dediği ve örnek gösterdiği bir peygamber, aşk yerine zindanı; aşk yerine “görev”i seçti. Tüm peygamberler gibi..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2015

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder