İslâm-târihinde beyan (bildirme), burhan (delil), irfan
(bilme, sezme) şeklinde üç tefsir-metodu vardır (Kuşeyri). Beyan-tefsiri ile
başlayan tefsir-târihi, siyâset-yönetim-halk ilişkilerindeki bozulmalar ve
tartışmaların yaşanmasıyla birlikte, “irfan” denen bâtıni-tasavvufî tefsirle de
tanışmıştır. İslâm-filozofları ile başlayan burhan bilgi-sistemi ise seküler
batının Dünyâ’yı hâkimiyetine almasından sonra ayyuka çıkmıştır. Beyan bilgi-sistemi
İslâm havzasında neş’et etmiş orijinâl tek sistemdir ve bilginin nakille (nass)
olacağı temeline dayanır ve aracı “dil”dir. Burhan bilgi-sistemi, bilginin
akılla (logos) elde edileceğini söyleyen sistemdir ve aracı “mantık”tır. İrfan
ise, bilginin sezgiyle (gnos) alınacağını söyleyen sistemdir ve aracı “mürşit”tir
(İslamoğlu).
Câfer-i Sâdık’a kadar genelde beyan bilgi-sistemi hâkim
iken, bundan sonra Emevi-Abbâsi yönetimlerinin özellikle ehl-i beyte yaptığı
haksızlıkların ve zulümâne uygulamaların sonunda; ehl-i beyt evlatlarının,
Emevi-Abbâsi’lerin fetvâya dayanan hükümleriyle kendilerine yaptıkları
zulümlere “o âyet-hadis o anlamda değil, şu-şu anlamdadır, mânâsı budur” vs.
diyerek başlayan ve Hristiyan-Mecûsi-Hint-Yahudi-Hermetizm-Gnostisizm-Şamanizm
dinlerinin ve inanışlarının yaşandığı yerlerin fethedilmesi ve buralardaki kültürlerin karışması; yunan filozoflarının
eserlerinin çevrilmesi ve bu filozofların düşünceleri hakkında bilgi edinilmesi
ile birlikte Şii-Bâtıni-Tasavvufî görüşlerin yayılmasıyla irfâni bilgi-sistemi
de özellikle Fâtımi devleti ile birlikte İslâm-târihinde yerini almıştır. Burhan
bilgi-sistemi, irfan bilgi-sisteminin içinde ilkel bir şekilde mündemiç olarak
bulunuyordu ve İslâm filozoflarıyla berâber daha bir belirgin hâle geldi.
Seküler modern zamanlarda ve süratle gelişen! bilimin de etkisiyle, yunan
düşüncesi kaynaklı modern bilgi-sistemiyle sentezlenmiş burhan bilgi-sistemi
dünyâ-müslümanlarının genelinde hâkim oldu. Beyan bilgi-sistemi rivâyete
dayanırken, irfan bilgi-sistemi sezmeye, burhan bilgi-sistemi bilime-akla-zekâya,
yâni dirâyete dayanır.
Bu bilgi-sistemlerinin kendi zamanlarında yararları ve zararları
olmuştur. Beyan bilgi-sistemi en az olumsuzluğa sâhip olanıdır. Bâzı haklı
nedenlerle yapılan eleştirilerin sonucunda ortaya çıkan irfan bilgi-sistemi ise
bâzı iyilikleri olmasına rağmen genelde İslâm anlayışına uzak bir sistemdir ve
daha çok tahrif olmuş gayr-ı İslâm’i dinlere yakındır. Yâni küçük bâzı yararlarından
çok genelde bozucu, zarar verici olmuştur. Aynı şekilde burhan bilgi-sistemi de
irfan bilgi-sistemi kadar zarârı olmasa da, ortaya koyduğu anlayışlarla yarârı
kadar zarârı da olmuştur ve oluyor. Zarar ve yarar ölçüsü Kur’ân’a-İslâm’a
uygun olup-olmamasına ve getirdiği yarar-zarar oranına göre belirlenir.
Gazâli ve İbni Teymiye’ye yâni haçlı seferleri ve moğol
istilâlarına kadar İslâm devleti ve medeniyeti gücünü koruyordu ve Hârûn Reşid’in
oğlu Mêmun zamanında Yunanca, Farsça, Hintçe, Latince eserlerin arapçaya çevrilmesiyle
yaşanan değişim ve bunun sonucunda oluşan yıkım etkisi (sel) İslâm devlet-medeniyetinin
yıkılmasını önledi. Güçlü İslâm devleti-medeniyeti, İbni Rüşd, İbni Sîna, Fârabi
gibi filozofların, yine yunan düşüncesi merkezli geliştirdiği ikinci burhan
bilgi-sisteminin getirdiği yıkım etkisi ve seli de önleyebildi. Fakat cihangir-hâkim
bir İslâm devletinin bulunmadığı zamanlarda batı’dan haçlı seferleri, doğu’dan
da moğol istilâlarıyla gerçekleşen akınlar sonucunda yıkılan devletler ve İslâm
medeniyeti, bu iki saldırıyı bir-zaman sonra uzaklaştırsa da medeniyet olarak toparlanamadı
ve hâlen de medeniyeti tekrar kurabilmiş yada diriltebilmiş değil. Osmanlı Devleti
İslâm topraklarını tekrar birleştirip bir güce ulaşsa da ve iyi devlet adamları,
iyi askerler, iyi mîmarlar, iyi sanat-adamları, şâirler yetiştirmesine ve iyi
bir devlet-düzeni kurmasına rağmen, İslâm medeniyetini oluşturmada temel sâik
olan bilgiyi-bilinci geliştiremediği için medeniyeti de diriltemedi. İslâm’ın
en uzak coğrafyasında bulunan Endülüs de yıkılınca artık ortada her alanda kâmil
olan bir İslâm medeniyeti kalmadı ve bu nedenle yeni bilgi-sistemleri
üretilemedi ve mevcut bilgi-sistemleri yatay-seyir izlemeye mecbur kaldı ve
kalıyor.
Medeniyetin yıkılmış olması ve en sonunda İslâm’ın en güçlü
devleti olan Osmanlı’nın da zayıflamasıyla son yıkım etkisine sâhip olan “sel”,
lâik-seküler batı’nın bilgi-sistemi karşısında dayanamadı ve artık İslâm’ın ne
cihangir bir devleti ne de “diriltilebilir mi acaba” diye ümitlenilen
medeniyeti kaldı. Artık burhan bilgi-sistemi, “batı burhan bilgi sistemi”
olarak devreye girdi ve hâlen de bu şekilde devâm ediyor. Batı tarafından belli
amaçlar için desteklenen beyan ve irfan bilgi-sistemleri ise kendi içlerinde
hayâta dokunmayan ve dokunmayı da zinhar düşünmeyen fanteziler olarak sürdürülmeye
devâm ediliyor. Yatay-seyirlerini modern zamandan, hayattan, gerçeklerden kopuk
bir şekilde ve körü-körüne devâm ettiriyor. Müslümanlar ise “bu durumu nasıl
değiştirebiliriz”den çok, “mevcut yapı üzerine nasıl bir ılımlı İslâm
oturtabiliriz”in derdine ve çalışmalarına düşmüş bir şekilde târihten ve hayattan
kopuk bir şekilde oyalanarak zamanlarını tüketiyorlar.
Yeni bir bilgi-sistemi oluşturamayan ve hattâ bunu nasıl
kuracaklarını bile düşünemeyen müslümanların Bilgi-Bilinç-Eylem-Devlet-Medeniyet
sürecini tâkip etmeleri zarûridir. Fakat bilginin kaynağı ve başlama yeri olan Kur’ân
nasıl bir yöntemle okunmalıdır?. (“anlaşılmalı” değil; “okunmalı”) Hangi
tefsir-metodu benimsenmelidir?. Biz bu konuyu üç aşamada kısaca tartışarak doğru
bir sonuca varmak istiyoruz..
1- Konularına göre Kur’ân
tefsiri okuması (kavram tefsiri)
Konularına göre tefsir okumaları, o konuyu bellemede çok
yararlı olmasına rağmen, Kur’ân’ın nüzûl tertibine aykırı bir okumadır. Bu
metotta belli bir kelimeyi-kavramı alıp, onun Kur’ân’da geçen bütün âyetlerini
teker-teker ve üzerinde konuşarak okuma yöntemidir ki bu yöntemde o konudaki
kavram üzerinde odaklanarak bâzı iyi-güzel fikirler üretilse de, hayattan kopuk
olmasından dolayı sonuç vermeyecek bir metottur. Çünkü Allah, Kur’ân’ı
konularına göre indirmemiştir. Kavramları Kur’ân’ın her yerine yayarak
ara-ara o kavramı gündeme getirmiş ve hayâtın içinde kavranmasını istemiştir.
Böylece hayattan ve zamandan kopuk olmayacak ve sürekli o kavramla berâber
yaşanacaktır. O kavram ancak bu şekilde sürekli gündemimizde olacaktır.
Hayattan/gündemden/bütünden kopuk bir metot olduğu için, İslâm-târihinde de bu
metotta bir-iki tefsir çalışması dışında bir çalışma yapılmamıştır.
Bu yöntem, Kur’ân’ın/İslâm’ın özüne/rûhuna-özgü,
rûhuna yönelik bir çalışma değildir. Entelektüel bir çalışmadır. Bütünden kopuk
olduğu için hayattan da kopuktur. “Kaçak dövüşme” metodudur. Bu metot kişisel
çalışmanın konusu ve metodu olabilir ancak. Bu metotta Kur’ân’ı parçalara
ayırmak vardır ki, Kur’ân tarafından yasaklanmıştır: “Ki onlar Kur’ânı parça-parça kıldılar. Rabbine andolsun, onların
tümüne (bunu) soracağız” (Hicr 91-92).
Teorik bilgi pratiğin yerini aslâ tutmaz. Meselâ bir
doktor pratik eğitimini yaptığında doktorluk yapamaz. İllâ ki bir usta-doktorun
yanında bir süre pratik yapması gerekir.
“Allah’a
inanın, O’nun resûlüyle yan-yana cihat edin!” anlamında bir sûre indirildiği
zaman, onların imkân ve servet-sâhibi olanları, senden izin isteyerek şöyle
demişlerdi: Bırak bizi, oturanlarla berâber olalım! (Savaştan) Geri
kalanlarla birlikte olmayı seçtiler. Onların kâlpleri mühürlenmiştir. Bundan
dolayı (ne kadar oturup okusalar da) kavrayıp-anlamazlar” (Tevbe 86-87).
Netîcede lokâl olarak bâzı anlamlara ulaştırmasına rağmen,
bütünsellikten kopuk olan bu metodun ulaştıracağı anlam, gayretli/ciddî/samîmi/bütünsel
okumalarla zâten kazanılabilir. Bu nedenle konu-tefsiri metodu çok yararlı ve
etkili olmayacak ve bütünsel bilince ulaştırmayacak, hayâta dönmeyecek ve
eksik/güdük kalacak bir metottur.
2- Bütünsel Kur’ân
tefsir okumaları
Kur’ân’ın bütünsel okuma emrini işâret eden âyet
şudur: “Hak olan, biricik hükümdar olan
Allah yücedir. Onun vahyi sana gelip-tamamlanmadan evvel, Kur’ân’ı (okumada)
acele etme ve de ki: Rabbim, ilmimi arttır” (Tâhâ 114).
Bu metotta sonradan yapılan resmî sıradan ziyâde nüzûl
sırası tâkip edilmelidir. Çünkü başta Peygamberimiz olmak üzere mü’minleri bu nüzûl
sırasıyla inen âyetler inşâ etmiş ve bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet
sürecini başlatabilmişler ve kurabilmişlerdir. Demek ki bu sıra izlenirse
benzer bir başarı sağlanabilecektir. Bu okuma şeklinde en önemli olan şey,
ciddî-samîmi-gayretli-disiplinli okumalar yapmak ve bâzı âyetleri îcâbında
konuşup tartışmaktır. Günlük okumalar şeklinde yapılacak olan en az 1 saatlik okuma
çalışmaları -ki biz 2-3 saatlik okumaların yapılması gerektiğini düşünüyoruz-
5-6 yıllık bir zaman sonra bilgiye ulaşacak ve bilinç yoluna girebilecektir.
Fakat daha fazla zaman ayırarak yapılacak okumalarda 5-6 yıllık bir zamandan
sonra artık Kur’ân’ın İslâm’ın rûhu-özü-bilinci-mantığı-hedefi vs. kavranabilecektir.
Şu bilinmelidir ki Allah’ın ilmi bitmez. Bu nedenle bilgide oyalanmamak lâzım.
Sonuna ulaşılamaz çünkü. Dünyâ’nın, Kur’ân’ın, İslâm’ın, Peygamberin mantığı
kavranıldıysa ve vahiy-merkezli bilince ulaşıldıysa, amaç gerçekleşmiş
demektir.
Bütünsel okumalarda, Kur’ân’ın kendini tefsir metodu
olarak yeri geldiğinde ilgili ve açıklayıcı âyetlere atıflar yaparak okumak çok
daha etkili sonuçlar verir.
Bütünsel okumada, yaşanmışlığı daha iyi yansıttığını
düşündüğümüz nüzûl/iniş sırasına göre okumayı tavsiye ediyoruz.
3- Eylemsel Kur’ân
tefsiri okumaları
Kur’ân
en iyi, kulluk hâlindeyken/hareket hâlindeyken anlaşılabilir: “Gerçek şu ki kulluk eden (hareket
hâlinde olan) bir topluluk için bunda (Kur’ân’da)
açık bir mesaj (veyâ gerçek bir çıkış-yolu) vardır” (Enbiyâ 106).
Eylem tefsiri, “yaşayarak öğrenme” tefsiridir. Bu
tefsir şekli, en etkili yöntemdir.
Konularına göre ve bütünsel okuma yöntemleri herkesin bakış-açısı,
mantığı, konumu, durumu, bilgisi, gayreti, ferâseti vs. farklı olduğu için tam
bir uzlaşma sağlanamaz ve bilginin sağlaması yapılamaz. Aynı âyetten biri
farklı bir şey anlarken, bir diğeri başka bir şey anlayabilir ve hangisinin
doğru olduğu ve neyin kabûl edileceğine karar verilemez. Öyle ki bâzen aynı
âyeti iki farklı kişi zıt mânâda anlayabilmektedir. Bu nedenle belli seviyede
bir bilince ulaşıldıktan sonra hayâta dönük okumalar, eylemler yapılmalı ki
anlayışların, fikirlerin, düşüncelerin doğru olup-olmadığı ortaya çıksın. Ancak
ve ancak bu yöntemle bilginin bir sağlaması yapılabilir. Kur’ân’ın en iyi ve en
doğru tefsiri hayâtın içinde, meydanda, hareket hâlinde, eylemde bulunurken
olur. Böylece bilgiyi hayâta vurarak ve hayattaki karşılığına bakarak
doğruluğunu sınayabiliriz. Çünkü “canlı olan hayat” bilgimizin-metodumuzun
doğru olup-olmadığını bize hemen söyleyecektir. Her zamanın kendine-özgü Kur’ân-merkezli
doğru yorumu ancak ve ancak bu metotla yapılabilir ve Kur’ân-İslâm hayatta
görünür kılınabilir. Böylece belki de sonu devlete ve medeniyete çıkacak bir
süreç başlatmış ve yaşamış oluruz.
“İnsanların hepsi toptan sefere çıkacak değillerdir. Ama her
kabîleden bir cemâatin dîni iyice öğrenmeleri ve dönüp kavimlerine
geldiklerinde, sakınmaları umuduyla onları uyarmaları için sefere çıkmaları
gerekmez miydi?” (Tevbe 122). Bu âyet, sanıldığının aksine, “hepiniz birlikte
sefere çıkmayın, bir kısmınız sefere çıkmayıp dîni iyice öğrensin de, sonra
seferden/savaştan dönenlere dinlerini anlatsınlar” anlamında değildir. Âyet
şunu diyor: “Hep berâber sefere çıkmanıza gerek yok. İçinizden bir-kısmı sefere
çıksın ve seferdeyken din-merkezli görüp-yaşayıp-kavradıklarını döndüklerinde
kavimlerine anlatsınlar”. Zımnen; “çünkü din en iyi şekilde sâdece
sefer/savaş/eylem/hareket yâni cihad hâlindeyken anlaşılır. Oturup dururken
neyi ne kadar anlayabilirsiniz ki?” demeye getirilir. Sefere çıkanlar zâten
sefere çıkana kadar soyut anlamda bilgilenmişlerdir.
Evet; müslümanlar durgun, donuk, sessiz, eylemsiz,
hareketsiz, içine kapanık, seküler batı’ya bağımlı, yatay-seyir hâlindeki
anlayışlardan, sanıyorum ve anlıyorum ki ancak bu şekilde sıyrılabilecek,
kendisi vahiy-merkezli dönüştükten sonra hayâtı da Kur’ân-merkezli
dönüştürebilecektir. Aksi hâlde yaptığı batı-merkezli çalışmalar fiyaskoyla
sonuçlanmaya mahkûmdur. “Yok, biz yaptığımızdan memnunuz, bu şekilde devâm
etmek istiyoruz” diyenlere şunu söylüyoruz: Bu İslâm dîni ve Kur’ân kimsenin
babasının malı değildir. Onu keyfinize göre okuyup yorumlama çalışmaları yapamazsınız.
Ancak bilginin kaynağı olan Kur’ân’ın söylediği ve eylemin kaynağı olan sünnetin
gösterdiği doğrultuda çalışmak ve yürümek zorundasınız. Yine de diretenler
varsa, onlar zâten acı azâbı görmedikçe bu yola girmeyeceklerdir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder