3 Şubat 2015 Salı

Üç Tefsir Metodu


İslâm-târihinde beyan (bildirme), burhan (delil), irfan (bilme, sezme) şeklinde üç tefsir-metodu vardır (Kuşeyri). Beyan-tefsiri ile başlayan tefsir-târihi, siyâset-yönetim-halk ilişkilerindeki bozulmalar ve tartışmaların yaşanmasıyla birlikte, “irfan” denen bâtıni-tasavvufî tefsirle de tanışmıştır. İslâm-filozofları ile başlayan burhan bilgi-sistemi ise seküler batının Dünyâ’yı hâkimiyetine almasından sonra ayyuka çıkmıştır. Beyan bilgi-sistemi İslâm havzasında neş’et etmiş orijinâl tek sistemdir ve bilginin nakille (nass) olacağı temeline dayanır ve aracı “dil”dir. Burhan bilgi-sistemi, bilginin akılla (logos) elde edileceğini söyleyen sistemdir ve aracı “mantık”tır. İrfan ise, bilginin sezgiyle (gnos) alınacağını söyleyen sistemdir ve aracı “mürşit”tir (İslamoğlu).

Câfer-i Sâdık’a kadar genelde beyan bilgi-sistemi hâkim iken, bundan sonra Emevi-Abbâsi yönetimlerinin özellikle ehl-i beyte yaptığı haksızlıkların ve zulümâne uygulamaların sonunda; ehl-i beyt evlatlarının, Emevi-Abbâsi’lerin fetvâya dayanan hükümleriyle kendilerine yaptıkları zulümlere “o âyet-hadis o anlamda değil, şu-şu anlamdadır, mânâsı budur” vs. diyerek başlayan ve Hristiyan-Mecûsi-Hint-Yahudi-Hermetizm-Gnostisizm-Şamanizm dinlerinin ve inanışlarının yaşandığı yerlerin fethedilmesi ve buralardaki  kültürlerin karışması; yunan filozoflarının eserlerinin çevrilmesi ve bu filozofların düşünceleri hakkında bilgi edinilmesi ile birlikte Şii-Bâtıni-Tasavvufî görüşlerin yayılmasıyla irfâni bilgi-sistemi de özellikle Fâtımi devleti ile birlikte İslâm-târihinde yerini almıştır. Burhan bilgi-sistemi, irfan bilgi-sisteminin içinde ilkel bir şekilde mündemiç olarak bulunuyordu ve İslâm filozoflarıyla berâber daha bir belirgin hâle geldi. Seküler modern zamanlarda ve süratle gelişen! bilimin de etkisiyle, yunan düşüncesi kaynaklı modern bilgi-sistemiyle sentezlenmiş burhan bilgi-sistemi dünyâ-müslümanlarının genelinde hâkim oldu. Beyan bilgi-sistemi rivâyete dayanırken, irfan bilgi-sistemi sezmeye, burhan bilgi-sistemi bilime-akla-zekâya, yâni dirâyete dayanır.

Bu bilgi-sistemlerinin kendi zamanlarında yararları ve zararları olmuştur. Beyan bilgi-sistemi en az olumsuzluğa sâhip olanıdır. Bâzı haklı nedenlerle yapılan eleştirilerin sonucunda ortaya çıkan irfan bilgi-sistemi ise bâzı iyilikleri olmasına rağmen genelde İslâm anlayışına uzak bir sistemdir ve daha çok tahrif olmuş gayr-ı İslâm’i dinlere yakındır. Yâni küçük bâzı yararlarından çok genelde bozucu, zarar verici olmuştur. Aynı şekilde burhan bilgi-sistemi de irfan bilgi-sistemi kadar zarârı olmasa da, ortaya koyduğu anlayışlarla yarârı kadar zarârı da olmuştur ve oluyor. Zarar ve yarar ölçüsü Kur’ân’a-İslâm’a uygun olup-olmamasına ve getirdiği yarar-zarar oranına göre belirlenir.

Gazâli ve İbni Teymiye’ye yâni haçlı seferleri ve moğol istilâlarına kadar İslâm devleti ve medeniyeti gücünü koruyordu ve Hârûn Reşid’in oğlu Mêmun zamanında Yunanca, Farsça, Hintçe, Latince eserlerin arapçaya çevrilmesiyle yaşanan değişim ve bunun sonucunda oluşan yıkım etkisi (sel) İslâm devlet-medeniyetinin yıkılmasını önledi. Güçlü İslâm devleti-medeniyeti, İbni Rüşd, İbni Sîna, Fârabi gibi filozofların, yine yunan düşüncesi merkezli geliştirdiği ikinci burhan bilgi-sisteminin getirdiği yıkım etkisi ve seli de önleyebildi. Fakat cihangir-hâkim bir İslâm devletinin bulunmadığı zamanlarda batı’dan haçlı seferleri, doğu’dan da moğol istilâlarıyla gerçekleşen akınlar sonucunda yıkılan devletler ve İslâm medeniyeti, bu iki saldırıyı bir-zaman sonra uzaklaştırsa da medeniyet olarak toparlanamadı ve hâlen de medeniyeti tekrar kurabilmiş yada diriltebilmiş değil. Osmanlı Devleti İslâm topraklarını tekrar birleştirip bir güce ulaşsa da ve iyi devlet adamları, iyi askerler, iyi mîmarlar, iyi sanat-adamları, şâirler yetiştirmesine ve iyi bir devlet-düzeni kurmasına rağmen, İslâm medeniyetini oluşturmada temel sâik olan bilgiyi-bilinci geliştiremediği için medeniyeti de diriltemedi. İslâm’ın en uzak coğrafyasında bulunan Endülüs de yıkılınca artık ortada her alanda kâmil olan bir İslâm medeniyeti kalmadı ve bu nedenle yeni bilgi-sistemleri üretilemedi ve mevcut bilgi-sistemleri yatay-seyir izlemeye mecbur kaldı ve kalıyor.

Medeniyetin yıkılmış olması ve en sonunda İslâm’ın en güçlü devleti olan Osmanlı’nın da zayıflamasıyla son yıkım etkisine sâhip olan “sel”, lâik-seküler batı’nın bilgi-sistemi karşısında dayanamadı ve artık İslâm’ın ne cihangir bir devleti ne de “diriltilebilir mi acaba” diye ümitlenilen medeniyeti kaldı. Artık burhan bilgi-sistemi, “batı burhan bilgi sistemi” olarak devreye girdi ve hâlen de bu şekilde devâm ediyor. Batı tarafından belli amaçlar için desteklenen beyan ve irfan bilgi-sistemleri ise kendi içlerinde hayâta dokunmayan ve dokunmayı da zinhar düşünmeyen fanteziler olarak sürdürülmeye devâm ediliyor. Yatay-seyirlerini modern zamandan, hayattan, gerçeklerden kopuk bir şekilde ve körü-körüne devâm ettiriyor. Müslümanlar ise “bu durumu nasıl değiştirebiliriz”den çok, “mevcut yapı üzerine nasıl bir ılımlı İslâm oturtabiliriz”in derdine ve çalışmalarına düşmüş bir şekilde târihten ve hayattan kopuk bir şekilde oyalanarak zamanlarını tüketiyorlar.

Yeni bir bilgi-sistemi oluşturamayan ve hattâ bunu nasıl kuracaklarını bile düşünemeyen müslümanların Bilgi-Bilinç-Eylem-Devlet-Medeniyet sürecini tâkip etmeleri zarûridir. Fakat bilginin kaynağı ve başlama yeri olan Kur’ân nasıl bir yöntemle okunmalıdır?. (“anlaşılmalı” değil; “okunmalı”) Hangi tefsir-metodu benimsenmelidir?. Biz bu konuyu üç aşamada kısaca tartışarak doğru bir sonuca varmak istiyoruz..

1- Konularına göre Kur’ân tefsiri okuması (kavram tefsiri)

Konularına göre tefsir okumaları, o konuyu bellemede çok yararlı olmasına rağmen, Kur’ân’ın nüzûl tertibine aykırı bir okumadır. Bu metotta belli bir kelimeyi-kavramı alıp, onun Kur’ân’da geçen bütün âyetlerini teker-teker ve üzerinde konuşarak okuma yöntemidir ki bu yöntemde o konudaki kavram üzerinde odaklanarak bâzı iyi-güzel fikirler üretilse de, hayattan kopuk olmasından dolayı sonuç vermeyecek bir metottur. Çünkü Allah, Kur’ân’ı konularına göre indirmemiştir. Kavramları Kur’ân’ın her yerine yayarak ara-ara o kavramı gündeme getirmiş ve hayâtın içinde kavranmasını istemiştir. Böylece hayattan ve zamandan kopuk olmayacak ve sürekli o kavramla berâber yaşanacaktır. O kavram ancak bu şekilde sürekli gündemimizde olacaktır. Hayattan/gündemden/bütünden kopuk bir metot olduğu için, İslâm-târihinde de bu metotta bir-iki tefsir çalışması dışında bir çalışma yapılmamıştır.  

Bu yöntem, Kur’ân’ın/İslâm’ın özüne/rûhuna-özgü, rûhuna yönelik bir çalışma değildir. Entelektüel bir çalışmadır. Bütünden kopuk olduğu için hayattan da kopuktur. “Kaçak dövüşme” metodudur. Bu metot kişisel çalışmanın konusu ve metodu olabilir ancak. Bu metotta Kur’ân’ı parçalara ayırmak vardır ki, Kur’ân tarafından yasaklanmıştır: “Ki onlar Kur’ânı parça-parça kıldılar. Rabbine andolsun, onların tümüne (bunu) soracağız” (Hicr 91-92).

Teorik bilgi pratiğin yerini aslâ tutmaz. Meselâ bir doktor pratik eğitimini yaptığında doktorluk yapamaz. İllâ ki bir usta-doktorun yanında bir süre pratik yapması gerekir.

“Allah’a inanın, O’nun resûlüyle yan-yana cihat edin!” anlamında bir sûre indirildiği zaman, onların imkân ve servet-sâhibi olanları, senden izin isteyerek şöyle demişlerdi: Bırak bizi, oturanlarla berâber olalım! (Savaştan) Geri kalanlarla birlikte olmayı seçtiler. Onların kâlpleri mühürlenmiştir. Bundan dolayı (ne kadar oturup okusalar da) kavrayıp-anlamazlar” (Tevbe 86-87).

Netîcede lokâl olarak bâzı anlamlara ulaştırmasına rağmen, bütünsellikten kopuk olan bu metodun ulaştıracağı anlam, gayretli/ciddî/samîmi/bütünsel okumalarla zâten kazanılabilir. Bu nedenle konu-tefsiri metodu çok yararlı ve etkili olmayacak ve bütünsel bilince ulaştırmayacak, hayâta dönmeyecek ve eksik/güdük kalacak bir metottur.

2- Bütünsel Kur’ân tefsir okumaları

Kur’ân’ın bütünsel okuma emrini işâret eden âyet şudur: “Hak olan, biricik hükümdar olan Allah yücedir. Onun vahyi sana gelip-tamamlanmadan evvel, Kur’ân’ı (okumada) acele etme ve de ki: Rabbim, ilmimi arttır” (Tâhâ 114).

Bu metotta sonradan yapılan resmî sıradan ziyâde nüzûl sırası tâkip edilmelidir. Çünkü başta Peygamberimiz olmak üzere mü’minleri bu nüzûl sırasıyla inen âyetler inşâ etmiş ve bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet sürecini başlatabilmişler ve kurabilmişlerdir. Demek ki bu sıra izlenirse benzer bir başarı sağlanabilecektir. Bu okuma şeklinde en önemli olan şey, ciddî-samîmi-gayretli-disiplinli okumalar yapmak ve bâzı âyetleri îcâbında konuşup tartışmaktır. Günlük okumalar şeklinde yapılacak olan en az 1 saatlik okuma çalışmaları -ki biz 2-3 saatlik okumaların yapılması gerektiğini düşünüyoruz- 5-6 yıllık bir zaman sonra bilgiye ulaşacak ve bilinç yoluna girebilecektir. Fakat daha fazla zaman ayırarak yapılacak okumalarda 5-6 yıllık bir zamandan sonra artık Kur’ân’ın İslâm’ın rûhu-özü-bilinci-mantığı-hedefi vs. kavranabilecektir. Şu bilinmelidir ki Allah’ın ilmi bitmez. Bu nedenle bilgide oyalanmamak lâzım. Sonuna ulaşılamaz çünkü. Dünyâ’nın, Kur’ân’ın, İslâm’ın, Peygamberin mantığı kavranıldıysa ve vahiy-merkezli bilince ulaşıldıysa, amaç gerçekleşmiş demektir.

Bütünsel okumalarda, Kur’ân’ın kendini tefsir metodu olarak yeri geldiğinde ilgili ve açıklayıcı âyetlere atıflar yaparak okumak çok daha etkili sonuçlar verir.

Bütünsel okumada, yaşanmışlığı daha iyi yansıttığını düşündüğümüz nüzûl/iniş sırasına göre okumayı tavsiye ediyoruz.

3- Eylemsel Kur’ân tefsiri okumaları

         Kur’ân en iyi, kulluk hâlindeyken/hareket hâlindeyken anlaşılabilir: “Gerçek şu ki kulluk eden (hareket hâlinde olan) bir topluluk için bunda (Kur’ân’da) açık bir mesaj (veyâ gerçek bir çıkış-yolu) vardır” (Enbiyâ 106).

Eylem tefsiri, “yaşayarak öğrenme” tefsiridir. Bu tefsir şekli, en etkili yöntemdir.

Konularına göre ve bütünsel okuma yöntemleri herkesin bakış-açısı, mantığı, konumu, durumu, bilgisi, gayreti, ferâseti vs. farklı olduğu için tam bir uzlaşma sağlanamaz ve bilginin sağlaması yapılamaz. Aynı âyetten biri farklı bir şey anlarken, bir diğeri başka bir şey anlayabilir ve hangisinin doğru olduğu ve neyin kabûl edileceğine karar verilemez. Öyle ki bâzen aynı âyeti iki farklı kişi zıt mânâda anlayabilmektedir. Bu nedenle belli seviyede bir bilince ulaşıldıktan sonra hayâta dönük okumalar, eylemler yapılmalı ki anlayışların, fikirlerin, düşüncelerin doğru olup-olmadığı ortaya çıksın. Ancak ve ancak bu yöntemle bilginin bir sağlaması yapılabilir. Kur’ân’ın en iyi ve en doğru tefsiri hayâtın içinde, meydanda, hareket hâlinde, eylemde bulunurken olur. Böylece bilgiyi hayâta vurarak ve hayattaki karşılığına bakarak doğruluğunu sınayabiliriz. Çünkü “canlı olan hayat” bilgimizin-metodumuzun doğru olup-olmadığını bize hemen söyleyecektir. Her zamanın kendine-özgü Kur’ân-merkezli doğru yorumu ancak ve ancak bu metotla yapılabilir ve Kur’ân-İslâm hayatta görünür kılınabilir. Böylece belki de sonu devlete ve medeniyete çıkacak bir süreç başlatmış ve yaşamış oluruz.  

“İnsanların hepsi toptan sefere çıkacak değillerdir. Ama her kabîleden bir cemâatin dîni iyice öğrenmeleri ve dönüp kavimlerine geldiklerinde, sakınmaları umuduyla onları uyarmaları için sefere çıkmaları gerekmez miydi?” (Tevbe 122). Bu âyet, sanıldığının aksine, “hepiniz birlikte sefere çıkmayın, bir kısmınız sefere çıkmayıp dîni iyice öğrensin de, sonra seferden/savaştan dönenlere dinlerini anlatsınlar” anlamında değildir. Âyet şunu diyor: “Hep berâber sefere çıkmanıza gerek yok. İçinizden bir-kısmı sefere çıksın ve seferdeyken din-merkezli görüp-yaşayıp-kavradıklarını döndüklerinde kavimlerine anlatsınlar”. Zımnen; “çünkü din en iyi şekilde sâdece sefer/savaş/eylem/hareket yâni cihad hâlindeyken anlaşılır. Oturup dururken neyi ne kadar anlayabilirsiniz ki?” demeye getirilir. Sefere çıkanlar zâten sefere çıkana kadar soyut anlamda bilgilenmişlerdir. 

Evet; müslümanlar durgun, donuk, sessiz, eylemsiz, hareketsiz, içine kapanık, seküler batı’ya bağımlı, yatay-seyir hâlindeki anlayışlardan, sanıyorum ve anlıyorum ki ancak bu şekilde sıyrılabilecek, kendisi vahiy-merkezli dönüştükten sonra hayâtı da Kur’ân-merkezli dönüştürebilecektir. Aksi hâlde yaptığı batı-merkezli çalışmalar fiyaskoyla sonuçlanmaya mahkûmdur. “Yok, biz yaptığımızdan memnunuz, bu şekilde devâm etmek istiyoruz” diyenlere şunu söylüyoruz: Bu İslâm dîni ve Kur’ân kimsenin babasının malı değildir. Onu keyfinize göre okuyup yorumlama çalışmaları yapamazsınız. Ancak bilginin kaynağı olan Kur’ân’ın söylediği ve eylemin kaynağı olan sünnetin gösterdiği doğrultuda çalışmak ve yürümek zorundasınız. Yine de diretenler varsa, onlar zâten acı azâbı görmedikçe bu yola girmeyeceklerdir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2015



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder