“Eğer
Rabbin dileseydi, insanları elbette tek bir ümmet kılardı. Oysa, onlar,
anlaşmazlığı sürdürmektedirler” (Hûd
118).
Hemen belirtelim ki “milliyetçilik” derken,
aslında kavmiyetçilik/ulusçuluk/ırkçılık ideolojilerinden ve inançlarından
bahsediyoruz. Bu bağlamda milliyetçilik yanlış bir adlandırmadır ve aslında
milliyetçilik, “hanif İslâm inancı”nı ifâde eden (Millete İbrâhime hanîfâ) kavramdır.
Fakat popüler anlamda bu ifâde öne çıkarıldığı ve bilindiği için biz de bu
ifâdeyi konu başlığı olarak belirttik. “Maddî ve mânevî açıdan millet ve
ülkesinin çıkarlarını her-şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusalcılık” diye
tanımlanır TDK sözlüğünde. Milliyetçilik, ulusçuluk, ulusalcılık yada nasyonâlizm,
kendilerini birleştiren dil, târih veya kültür bağlarından bir üst-yapı
oluşturabilmiş sosyâl birikimlerin adı olan millet veya ulus olarak tanımlanan
bir topluluğun, yaşama ve ilerleme ülküsü. 19. yüzyıl başlarından îtibâren
Avrupa'da, 20. yüzyılda ise tüm Dünyâ’da egemen siyâsi düşünce tarzı olmuştur.
Dünyâ siyâsi haritası bu dönemde milliyetçilik ilkelerine göre
biçimlendirilmiştir. Hattâ ülke içinde de bölgeler yine dil-tip-kültürlere göre
belirlenmiştir. Meselâ Türkiye’de bu şekildedir: Kürtlerin bölgesi, lazların
bölgesi, göçmenlerin bölgesi, yörüklerin bölgesi vs. gibi.
Maddî ve mânevi yönlerden ülke
çıkarlarını her-şeyin üzerinde tutan bir anlayıştır milliyetçilik. Dar anlamda
milliyetçilik, ülke çıkarları gerçekleştirilirken diğer ülkelere zarar
verilmesi, yada onların çıkarlarına ters düşen politikalar izlenmesi demektir. Günümüzde
Anglosakson kültürüne bağlı toplumlarda ve Avrupa Birliği düşüncesini savunan
çevrelerde milliyetçilik kavramına olumsuz bir anlam yüklenmiştir. Günümüzdeki
anlayışa göre, milliyetçilik uluslararası iş-birliğine ters düşmemelidir. Yâni
ülkeler bir-birleriyle uyumlu hareket ederek çıkarlarını birlikte yükseltmeye
çalışmalıdırlar. Bu-gün içinde yaşadığımız Dünyâ bir uluslar sistemidir. Çok
değil, yalnızca 150 yıl önce, bu-gün vârolan ulusal devletlerin yarısı bile
henüz ortada yoktu. Son iki yüzyıldır milyonlarca insan, kendi uluslarına
olan bağlılıkları nedeniyle başkalarına kin ve düşmanlık besledi, farklı
ulustan insanları katletti. İnsanları bile-bile ölüme gidecek kadar fedâkâr
kılan bu bağlılığı, bir ulusa âit olma duygusunu mantıklı bir şekilde îzah
etmek mümkün değildir. İnsanlık târihinde bir dönemi ifâde eden bir “çirkinlik”
olarak geçecektir kayıtlara.
“Milliyetçiliğe yol açan en önemli etken,
daha önce hükümdar ve sülâle zemîninde tanımlanan siyâsi âidiyet duygusunu,
hükümdardan bağımsız olarak, “halk”a mâletme gereğiydi. Siyâsi âidiyet ve
itaat, “halk”ın ortak irâdesine dayandırılmalıydı. Bu nedenle 19. yüzyılda
milliyetçilik, radikâl, devrimci, anti-monarşist, yerleşik düzene zıt bir siyâsi
düşünce olarak değerlendirildi.
Modern milliyetçi düşünce 1789-1799
Fransız Devrimi'nin fikirlerinden doğmuştur. Avrupa târihindeki ilk milliyetçi
hareketlere, Napoleon istilâsı (1804-1815) altındaki Almanya'da rastlanır. Aynı
yıllarda, Rus işgâlindeki Polonya'da güçlü bir milliyetçi akım doğdu. 1821'de
Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanan Yunanistan, Avrupa'nın milliyetçi
çevrelerinde çok heyecanlı destek buldu. 1848'de Avusturya İmparatorluğu'na
karşı ayaklanan Macarlar, daha sonra Çekler ve Sırplar, milliyetçilik akımını
Orta Avrupa'ya taşıdılar. 1860-1870 yılları arasında gerçekleşen İtalya-birliği,
devrimci milliyetçiliğin en büyük zaferlerinden biri olarak algılandı.
1870'lerde Rusya'da doğan Pan-Slavizm akımı, yayılmacı milliyetçiliğin ilk
örneklerinden biri idi” (Vikipedi).
Bir yazıda milliyetçiliğin tanımı ve
hakkında şunlar söylenir:
“Bir topluluğun ulus olarak adlandırılabilmesi için:
1-Toplulukta ortak bir dilin konuşulması.
2-Topluluğun târihsel geçmişe sâhip olması.
3-Şimdi bir-arada yaşayan bu topluluğun, gelecek için de
bir-arada yaşama inancında olması.
4-Topluluktaki bireylerin birlik ve berâberlik içinde, ortak
duyguları paylaşması.
5-Toplulukta kültürel ortaklık bulunması gereklidir.
Egemenlik kullanan halk, millet olarak anılır. Milletin işâret
ettiği bir başka anlam ise bu egemen halkın “biricik” olmasıdır. Fransız
Devrimi yoluyla bu millet fikri Fransa’ya, oradan da Napolyon savaşlarıyla
Avrupa’nın diğer coğrafyalarına yayılır; bu sırada “biriciklik” vurgusu öne
çıkar. Böylece milliyetçilik liberâl ilkelerden muhâfazakâr ve kolektivist
ilkelere kaymış olur.
Milliyetçilik söyleminde dil, milleti belirleyen objektif
özelliklerin başında sayılır. Ancak ulus-devletin dil-birliğine dayalı
kurulduğu iddiası sorunludur. Dil-birliğini yaratan devletin kendisidir; modern
devletin ortaya çıkmadığı zamanlarda milli dillerden söz etmek de mümkün
değildir.
Arapçada millet, cemaat-topluluk anlamına geliyor. İşâret
ettiği topluluğun dinsel bir anlamı var. Osmanlı’daki millet sistemi dinsel-mezhepsel
ölçütle belirleniyor. Müslümanlar için “ümmet”, gayrı-müslim cemaatler için “millet”
kullanılıyor. Türkçede bu-günkü anlamıyla “millet” kavramının kullanılması için
Osmanlı millet-sisteminin Balkanlardaki milliyetçilik hareketleriyle işlemez hâle
gelmesi gerekiyordu. 1940’lardan îtibâren milletin taşıdığı dinsel çağrışımlardan
kurtulabilmek için “ulus” kavramı tercih ediliyor.
Milliyetçiliği açıklamak için bir yüzü geçmişe, bir yüzü geleceğe dönük “Janus heykeli” benzetmesi kullanılır. Çünkü milliyetçilik eski toplumsallığın benimsenmiş dilini, ifâdesini, değerlerini harekete geçirerek, yeni toplumsallığın kurulmasına katkı sağlar.
Sanâyileşmenin ilk evrelerinde iç-göçlerle kentlerin
varoşlarında toplanan kitlelerdeki kök arayışlarına yanıt verilir. İnsanlara
bir kök, kimlik, anlam sunar. Bunu yaparken özellikle târihe başvurulur. Millî
târih, milleti yüceltme üstüne kurgulanır.
Milliyetçilik, başarılar ve kahramanlıklar târihidir.
Geçmiş, bu yüceltmeyi sağlayacak biçimde okunur; kimi olaylar öne çıkarılırken
kimiler unutturulur ya da bağlamından koparılarak yeniden yorumlanır. “Ulus
olmak biraz da unutmaktır” der Ernest Renan.
Milliyetçilikte bireyi geçmişe bağlayan, geleceğe taşıyan
öğe artık “din” değildir. Bunun yerini târih alır. Milliyetçilik, târihe
romantik gözlüklerle bakar. Târihsel anlatı içinde hangi olayların yer alacağı,
romantik unsurlar taşıyıp-taşımadığı ile ilgilidir. Geçmişin romantik yorumu,
her-zaman parlak ve ışıklı olması, geleceğe yönelik vaatkârlık taşır. Kararsız
toplumsal durumları kararlı durumlarmış gibi sergiler. Milliyetçi söylem açık
ve basittir; geçmişi kullanırken geleceğe umutlu bakmayı sağlar. Bu sâyede
kitlelere en kolay ulaşan ideoloji hâline gelir.
Milliyetçiliğin doğasında, mantıksal olarak bir-birleriyle
çelişen iki millet anlayışı var:
Milliyetçilik, yeni bir kamusal din olarak kendisini kurmuş,
bunu yaparken de “yurtseverlik” kavramına baş-vurmuştur. Birey, romantizm
yoluyla toplumuna bağlanır.
Homojen bir halkın yaşadığı, teritoryal (bölgesel) bir
devletin kurulması, ancak azınlıkların kitle hâlinde kovulması ya da imhâ
edilmesiyle mümkündür. Uluslaşma deneyimleri mübâdeleden zorunlu göçe, kitlesel
kıyımlara kadar son derece sert siyâsetleri benimsemiştir.
Savaş sonrasında, milliyetçi propaganda, başarısızlığın ve
güçsüzlüğün faturasını dış-düşmanlara ve iç-hâinlere çıkartan söylemiyle
işçiler arasında da etkili olmaya başlamıştır. Böylece militan bir kimliğe
bürünmüş, faşizmin döl-yatağı hâline gelmiştir.
Irkçılık, kuramsal söylem ve kitle görüngüsü olarak modern
çağda her yerde var olan “milliyetçilik zemininde” gelişmiştir. Milliyetçilik
ırkçılığın tek nedeni değilse de ortaya çıkışının belirleyici koşuludur. (Yâni
ırkçılık, milliyetçiliğin bir sonucu ya da uzantısıdır H.G.) Irkçılık,
milliyetçilikle aynı zemine yerleşir.
İster ilk sömürgeleştirmenin eski imparatorluklarına karşı,
ister hânedanlara dayanan çok-uluslu devletler ya da modern sömürge
imparatorluklarına karşı olsun, tüm ulusal kurtuluş savaşlarının târihinde bu
belirlenim kendini gösterir. Örneğin “yerli soykırımı”, ABD’nin bağımsızlığının
hemen ertesinde sistematik hâle gelmesi rastlantı değildir. Bağımsız
Cezayir’in sömürgeciliğin çok-kültürlü
mîrasıyla çatışıp “Berberiler”i asimile edip “Araplaştırması”. İç ve dış düşmanlarına
şiddetle saldıran İsrâil Devleti’nin bir “İsrâil ulusu” kurmak için hem doğulu
Yahudilere hem de topraklarından sürülen ve sömürgeleştirilen Filistinlere
karşı geliştirdiği ırkçılık.
Bütün bunlar, bize milliyetçilikten sürekli olarak ırkçılık
çıktığını göstermektedir. Sâdece dışarı doğru değil, aynı-zamanda içeri doğru
da...
ABD’de ilk yurttaşlık hakları hareketini engelleyen, ırk
ayrımının sistematik olarak kuruluşu, Amerikalıların emperyalist dünyâ-rekâbetine
girmeleri ve Kuzey ırklarının hegemonyacı misyonu düşüncesine katılmalarıyla
aynı-zamâna denk gelir.
Fransa’da “toprak ve ölüler”in geçmişine kök salan bir “Fransız
ırkı” ideolojisinin hazırlanışı, yoğun göçün başlangıcıyla, Almanya’dan öç alma
hazırlıkları ve sömürgeci imparatorluğun kurulmasıyla aynı-zamâna denk düşer.
Milliyetçilik ırkçılıktan çıkar. Siyonizm anti-semitizmden
ve üçüncü dünyâ-milliyetçilikleri de sömürgeci ırkçılıktan ileri gelir. Irkçılık
milliyetçiliğin bir dışa-vurumu değil, milliyetçiliğe bir ektir”.
Evet; milliyetçilik potansiyel bir
ırkçılıktır. 1. ve 2. dünyâ-savaşları “milliyetçilik savaşları”dır ki insanlık
târihinde en çok insan kaybının yaşandığı savaşlardır bunlar.
Milliyetçi ideolojiler, kavramlar ve
düşünceler şunlardır:
1- Vatanseverlik
2- Faşizm
3- Nazizm
4- Şovenizm
5- Irkçılık
6- Popülizm
7- Devletçilik
8- Atatürkçülük
9- Ulusal komünizm
Etnik
milliyetçilik: Milletlerini
zümre terimleriyle adlandırmakta ve doğuştan bu özelliklere sâhip olmayanı
dışlamaktadırlar. Genellikle ortak ırk özelliklerine dayalıdır. Bu tür
milliyetçilikte dışarıdan bir kimse ne grubun kültürüne adapte olabilir, ne de
gruba üye olabilir. Yahudi milliyetçiliği bir örnektir.
Sosyal
milliyetçilik: Kendini
sosyal bağlarla ve ortak kültürle târif eden bir milletin milliyetçiliğidir.
Ortak millî kimlik, topluluk ve kültür vurgulanır; dışarıdan her-hangi bir fert
her zaman bu unsurları kabûl ettiğinde milletle bütünleşebilir. Irk ayniyeti
şart değildir. Etnik milliyetçiliğin dışlayıcı özellikler arz etmesine karşılık
sosyal milliyetçilik kapsayıcıdır.
Resmî
milliyetçilik: Etniklik,
millî kimlik ve kültür özelliklerine bakmaksızın vatandaşlık hukûku
çerçevesinde kapsayıcı olan devlet milliyetçiliğidir. Temelde vatanseverliğe
dayalıdır; kültürel ve etnik temeller gerektirmez.
Bir yazıda şöyle denir:
“Biz, Osmanlı’dan bize mîras kalmış bir halkın mensuplarıyız. Bu bir
imparatorluk halkıdır. İmparatorluk halkı ne kadar farklıysa, bu-gün de
Türkiye’de o kadar farklılık kesinlikle vardır. Ermeni, Rum, Çerkez, Türk, Kürt
herkes var. Cumhuriyet’in kurucuları böyle bir halk devraldılar ve bu halka
“Türk halkı” dediler. Acaba onların Türk halkı dedikleri halk kendisini nasıl
görüyordu?.
O zaman Türkiye’de yaşayan bir halk vardı ama bu halk kendisini “Türk
milleti” olarak görmüyordu. Onlar için iki şey önemliydi: “Devlet ve
Müslümanlık.” Cumhuriyet’te, işte bu müslüman halka “Türk” denildi.
Cumhuriyet’in kurulduğu dönemde Avrupa ulus-devlet çağındaydı. Her ulus-devlet
kendini bir etnik kimlikle adlandırıyordu. Bizimkiler de o günün dünyâsında
yaşamak için konjonktüre uydu. Yâni 90 yıl önce Anadolu’daki halk kendine
“Türk” demiyordu. Türk Milleti ismi sonradan Atatürk tarafından halka empoze
edilmiştir.
Orhun Yazıtları 1890’larda tercüme edilmiştir. Bu yazılarda geçen “Türk”
ismi de 1890’larda öğrenilmiştir. Bundan önce Türk ismi bilinmiyordu
Anadolu’da. Orhun Yazıtları’nda yer alan “Törüg” ismi 1890’larda tercüme
edildiğine göre, Anadolu’daki halk son 85-90 senedir Atatürk tarafından
Türkleştirilmiş ve Türkçe dayatılmıştır, çünkü Orhun Yazılarındaki “Türk” ismi
1890’lara kadar yoktu”.
Aslında “millet” kavramı dînî bir
kavramdır ve “inanç” ile ilgilidir. Dînî inançta ırk-birliği değil,
inanç-birliği esas alınır. Fransız Devrimi ile başlayan milliyetçilik “millet”
kavramını dinden ayırmış, kan-kemik-et-tip gibi maddî şeylere indirgeyerek onu
ilkelleştirmiş ve sekülerleştirmiştir. Artık milliyetçilik denilince seküler (din-dışı)
bir milliyetçilik anlaşılıyor ki bu en başta “kan” ile ilgilidir.
İslâm’dan önceki bâzı zamanlarda ama özellikle
İslâm’dan sonra Türkler kendilerini “türk” olarak adlandırmazlardı ve “türk”
adlandırmasını kendilerine göre ilkel bir hayat süren “göçebeler” için
kullanırlardı. Araplar da kendilerine “arap” demezlerdi ve “arap”
adlandırmasını kendilerine göre ilkel bir hayat yaşayan “bedeviler” için
kullanıyorlardı. Milliyetçilik ilkelliktir, zîrâ her kavim kendini, ilkel zamanlardaki
isimleri ile adlandırır. Henüz medenîleşmeden önceki adlarını modern dönemdeki
isimleri olarak kullanmaktadırlar. O hâlde milliyetçilik, bir ilkelleşme
hareketidir. İlginçtir ki bunu, medenîliğin zirvesi olan İslâm kimliğini geriye
artarak yapmaktadırlar. Aslında ilkel olan ırk isimleri alt kimlik, dînî
isimleri (İslâm-müslüman) ise üst kimliktir.
“Millet” kelimesinin dînî anlamı Kur’ân’da
şu âyetlerle gösterilir:
“Ve
kâlû kûnû hûden ev nasârâ tehtedû kul bel millete İbrâhîme
hanîfâ(hanîfen), ve mâ kâne minel muşrikîn(muşrikîne).
“Yahudi
yahut Hristiyan olun ki doğruya kılavuzlanasınız dediler. De ki: Hayır, öyle
değil. Şirk ve yozlaşmadan uzak bir biçimde, İbrâhim milletinden (dîninden)
olalım. O, şirke bulaşanlardan değildi. Şöyle deyin: Allah’a, bize
indirilene, İbrâhim’e, İsmâil’e, İshak’a, Yâkub’a, onun torunlarına indirilene,
Mûsâ'ya ve Îsâ’ya verilene ve diğer nebilere verilene inandık. Bunlar
arasından hiç kimseyi ayırmayız. Biz yalnız O'na/Allah’a teslim olanlarız” (Bakara 135-136).
Kul
sadakallâhu fettebiû millete İbrâhîme hanîfâ(hanîfen), ve mâ kâne minel
muşrikîn(muşrikîne).
“De
ki: “Allah, doğrusunu söylemiştir/vaadinde sâdıktır. Hadi artık hanîf olarak
İbrâhim’in milletine (dînine) uyun! Müşriklerden değildi o” (Âl-i İmran 95).
Allah âyetlerinde milliyetçiliği değil,
ümmetçiliği öne çıkarır ve emreder:
“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin
(milletlerinizin-ırklarınızın-kavimlerinizin) ayrı olması, O’nun âyetlerindendir.
Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rum 22).
İslâm’ı/ümmeti bölüp parçalayan şeydir
milliyetçiliktir. Bunu Ali Şeriati şu şekilde açıklar:
“Soya bağlı bir toplumun sınırı olan milliyetçilik
(nasyonalizm, şovenizm) bir inanç toplumu olan “ümmet”i sürekli parça-parça
etmektedir. Öyle ki, Birinci Dünyâ Savaşı’nda Batı sömürgeciliği, milliyetçilik
rûhunun filizlenmesiyle İslâm’ın dünyâ-gücünü içten parçaladı ve ırkçılık
duygusunun dirilmesiyle -ki bu duygu İslâm’da ölmüştü- geniş İslâm hilâfeti
ansızın bir sürü parçaya ayrıldı, o büyük gövde rasyonalizm kılıcıyla
lokma-lokma oldu”.
Âyetin söylediğine göre
milletlerin-ırkların-kavimlerin ayrı-ayrı olması Allah’ın âyetlerindenmiş.
Artık diğer kavimleri aşağılayıp sâdece kendi ırkını/milletini öne çıkarmak,
âyetlerin bir kısmını kabûl edip bir kısmını kabûl etmemek anlamına gelir ki
Allah bunu şiddetle yasaklar ve bunun cezâsının çok ağır olacağını söyler:
“Sonra
(yine) siz, bir-birinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp-çıkarıyor
ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak
geldiklerinde onlarla fidyeleşiyorsunuz. Oysa onları çıkarmanız size haram
kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı
ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık
olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına
uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).
İslâm’a göre birliğin temeli veya kaynağı
kan veya soy değil, inançtır. Bu inanç tabî ki dînî inançtır. İslâm inancı.. Îman..
“Mü'minlerden
iki topluluk çarpışacak olursa, aralarını bulup-düzeltin. Şâyet biri diğerine
tecâvüzde bulunacak olursa, artık tecâvüzde bulunanla, Allah’ın emrine
dönünceye kadar savaşın; eğer sonunda (Allah'ın emrini kabûl edip) dönerse, bu
durumda adâletle aralarını bulun ve (her konuda) âdil davranın. Şüphesiz Allah,
âdil olanları sever.
Mü’minler ancak kardeştirler. (Irkları farklı olsa da). Öyleyse kardeşlerinizin arasını
bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz.
Ey
îman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki
kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin),
belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi-kendinizi)
yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve bir-birinizi olmadık-kötü lâkablarla çağırmayın.
Îmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar zâlim
olanların ta kendileridir.
Ey
îman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs
etmeyin (bir-birinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin
gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin
etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah’tan korkup-sakının.
Şüphesiz Allah, tevbeleri kabûl edendir, çok esirgeyendir.
Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık
ve bir-birinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler
(şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız,
(ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz
Allah bilendir, haber alandır” (Hucûrat 9-13)
“Mü’min
erkekler ve mü’min kadınlar bir-birlerinin velileridirler. İyiliği emreder,
kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a
ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.
Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Tevbe 71).
“Göklerin
ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı-ayrı olması,
O'nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler
vardır” (Rum 22).
Kur’ân’ı en az milliyetçiler/ırkçılar
anlar.
El a'râbu eşeddu
kufran ve nifâkan ve ecderu ellâ ya'lemû hudûde mâ enzelallâhu alâ resûlihî,
vallâhu alîmun hakîm(hakîmun).
“Aşırı
araplar (el
arabu=Arapçılık yapanlar) inkâr ve nifak
bakımından daha şiddetlidir. Allah'ın elçisine indirdiği sınırları bilmemeye
de onlar daha yatkın ve elverişlidir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir”
(Tevbe 97).
“El arabu” aşırı arap, yâni “milliyetçi-ırkçı
arap” anlamındadır. “El” bir şeyin “özel”liğini gösterir. O şeyi “özel” yapar.
O şeyi “aşırı” yapar. “El”, o şeyin çok-çok oluşunun göstergesidir. Çok-çok
arap, fazla arap, aşırı arap, arapçı, arap milliyetçisi, arap
ırkçısı/kavmiyetçisi gibi. “El”, kendisiyle gelen şeyi aşırı öne çıkarır. “El
arabu” de, araplığı-arapçılığı aşırı öne çıkarmak anlamındadır.
“Sen
onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut
olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur’. Eğer sana
gelen bunca ilimden sonra onların hevâ (istek ve arzu)larına uyacak olursan,
senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara 120).
Hayrettin Karaman:
“Hristiyan batı dünyâsı, Macarlar gibi hristiyanlaşmış Türkler'i benimsediği hâlde, müslümanlığını korumuş Türkler’i hiç-bir zaman dost
olarak görmemiştir” der.
Milliyetçilik diğerlerine göre kendisini
aşırı öne çıkarır ve kendi görünüşünü ve görüşünü, kendi fikirlerini ve
anlayışlarını aşırı öne çıkarttığı için, başkalarının görüşlerini kendi
görüşlerinden çok üstün de olsa es geçer. Böylece bir üst anlayıştan/kavrayıştan
kendini mahrûm etmiş olur. Artık kendi fikrî seviyesi kadar anlayışı vardır. Çünkü
kendini milliyetçilikle sınırlar ve diğer milletlerin anlayışlarını düşük ve
çirkin görür ve bu da, o fikirlere baş-vurmaktan imtinâ ettiği için
milliyetçililerin Kur’ân’ı sınırlı anlamasına neden olur. Hiç-bir kimsenin ve
kavmin anlayışı sonsuz ve tam yetkin olamayacağı için, milliyetçi sâdece kendi özel
ve sınırlı anlayışına göre Kur’ân’ı yorumlayacağı ve fikirlerinin doğruluğunu
sınayamayacağı için, meseleyi tam olarak idrâk edemez. İşin ilginç yanı, diğer
milletlerin/kavimlerin anlayışlarını, onların kan-kemik-et-görünüş-kültür
farkından dolayı değersiz görür ve kabûl etmez. Netîcede milliyetçilik, Kur’ân’ı
eksik, dolayısı ile de yanlış anlamaya/kavramaya mahkûm olur.
Kendi milliyetini överek aşırı bir
şekilde öne çıkaran milliyetçilik, bunu sâdece et-kemik ile değil, dil ile de
yapmıştır. Dilinin en iyi dil olduğunu savunmuştur/savunuyorlar. Bu nedenle
meselâ Türkiye’de yapılan Osmanlıca kıyımı nedeniyle türkçeye eklenen 5.000
kelimeye rağmen 60.000 kelimeyi silmiştir. Üstelik eklediği bu kelimeler de
türkçe kelimeler değil, başta fransızca olmak üzere, “komik bir şekilde
türkçeleştirilen” yabancı dillerin kelimeleridir.
Sanıldığının aksine türkler (ya da diğer
ırklar), eskiden türklüğü çok fazla öne çıkaran kişiler değildi ve bunun
muhabbetini de yapmazlardı. Herkes kendi boyunun/dîninin/lîderinin vs.
isimleriyle tanıtırdı kendini. Irklarının ne olduğunu dert edinmezlerdi, çünkü
çok başka dertleri-uğraşları vardı. Öyle ki, savaştıkları bir kavimle, bir-süre
sonra birlik olup başka bir kavme karşı ittifak yapabiliyorlardı. Irk sorunu
yoktu, “yaşama” sorunları vardı.
Hüseyin
Demirtaş:
“Türklüğü ele alırsak, sağlıklı bilimsel bir analiz
yapabilmek için, etnisite ve dil bakımından Türk olan ile siyâsi anlamdaki Türk
kavramının siyâsi anlamını bir-birinden ayırmak lâzımdır. 20. yüzyıla kadar
olan kaynaklarda Türk adı Orta Asya’dan çıkan ve aynı kökene mensup Türk
lehçelerinden birini konuşan bütün aşîret ve toplulukları nitelemekteydi, ancak
20. yüzyılda tanımladığımız siyâsi anlamda Türk kavramı târih sahnesine
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla çıkmıştır. Türklük, Türkî toplulukları
ifâde eden şemsiye bir kimliktir. Türk ismi belirli bir topluluğa özgü etnik
bir isim olmaktan çok, Türk soyuna mensup bütün toplulukları ifâde etmektedir.
Bu-günün aksine geçmişte kendisini doğrudan türk olarak
tanımlayan neredeyse hiç-bir türkî topluluk yoktur. Türk adının Orta Asya’da daha eski bir târihi olmakla
berâber, Anadolu’ya Türkiya(e) adı da 1071 Malazgirt Savaşı sonrası
İtalyanların atası olan Venedik ve Cenevizliler tarafından verilmiştir. O
dönem ve sonrasından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar da, türk
deyince göçebelikten yerleşik hayâta geçmiş, sünniliği benimsemiş türkmen
boyları yanında daha çok da müslüman olmuş şehirli yerli halklar (Rum, Ermeni,
Gürcü, Süryâni) anlaşılmıştır. Bu algı Balkanlar’da daha belirgindir. Bu-gün
bile Balkan ülkelerinde Türk denildiğinde otomatikman müslüman ve sünni akla
gelir. Kastedilen kişinin Sırplığı, Arnavutluğu ve Yunanlılığı değil… Yine
Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’daki gerek Türkmen, gerekse Kürt Aleviler
arasında, Türk’ten bahsedildiğinde bu-gün dâhi hemen akla Türk=Müslüman-Sünni
gelmektedir.
“Biz Türk’üz” cümlesini kuranlar yeni-yeni ortaya
çıkmıştır. Böyle bir tanımlama-tanıtma eskiden yoktu. Geçmişte Türk etnisitesine mensup Aleviler kendilerini
Türklük gibi sünnilikle âdeta bütünleşmiş, eşitlenmiş bir kimlikle aslâ
tanımlamadılar. Ya nasıl tanındılar ve kendilerini tanımladılar?. Kimisi
kendisine Türkmen, Tahtacı, Çepni, Amuca, Ağaçeri, Siraç, Avşar, Varsak,
Beydilli, Şamlu, Rumlu, Ustaçlu gibi geldiği Oğuz-Türkmen boyunun ve Tahtacılar
ile Ağaçeriler gibi yaptığı mesleğin ismini verirken; kimisi de Abdal,
Kalenderi, Torlak, Işık Tâifesi, Babâi, Hurûfi ve Bedreddini diye kendini
tanıtmış ve çevresinde öyle tanınmıştır. Aynı şekilde bu-gün kürt dediğimiz
alevilerde de önceleri kendilerini Kürt veya Zaza diye tanımlayan bir topluluk
yoktur. Onlar da “Sen kimsin ve kimlerdensin?” diye sorulduğunda, Kureyşan,
Haydaran, Lolan, Sinemilli, Koçgirili, Cibranlı, Derviş Cemâl benzeri aşîret ve
ocak isimleriyle kendilerini beyân etmişlerdir” der.
İslâm dîni de, milliyetçiliği değil,
ümmetçiliği tavsiye eder:
“Sizden,
hayra çağıran, ma’rûfu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önleyen bir ümmet
(topluluk/cemaat) olsun…”
(Âl-i İmrân 104). (Aynı kullanılış için yine bkz. Âl-i İmrân 113; Mâide 66;
A’râf 159, 164, 181; Kasas, 23).
“Aslında
insanlar, başlangıçta tek bir ümmet idi. Allah’ın gönderdiği
peygamberler, onların sorunlarını çözüyorlardı. Ancak daha sonradan
aralarındaki bağy (taşkınlık) yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Farklı-farklı
dinler uydurdular ve değişik ümmetler hâline geldiler” (Bakara 213; Yûnus 19).
“Ma’rûfu
(iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önlemeye çalışan İslâm ümmeti,
insanlık içerisinden çıkartılmış en hayırlı ümmettir” (Âl-i İmrân 110).
“Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına, dînine)
sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nîmetini düşünün.
Hani siz bir-birinize düşmanlar idiniz de, O, kâlplerinizi birleştirmişti. İşte
O’nun (bu) nîmeti sâyesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun
tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini
böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz” (Âl-i İmrân 103).
“Allah’a
ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize düşmeyin, çözülüp
yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle
berâberdir” (Enfâl 46).
“Yerde
debelenen hiç-bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç-bir kuş yoktur ki, sizin gibi
ümmetler olmasın…”
(En’âm 38).
Peygamber Efendimiz’in (sav) Irkçılık ve
Milliyetçiliğe Dâir Hadisleri..
“Milliyetçilik yapan, onun için savaşan veya onun yolunda
ölen bizden değildir” (Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb
121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28).
“Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran bizden değildir; ırkçılık
için savaşan bizden değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen bizden
değildir” (Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce,
Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28)
“Asabiyet (kavmiyetçilik) dâvâsına kalkan, onu
yaymaya çalışan, bu dâvâ yolunda mücâdeleye girişen bizden değildir” (Ebû
Dâvud, Edeb 112).
“Milliyetçiliği bırak! o kokuşmuş bir leştir” (Buhari
ve Müslim).
“Müslümanlar bir vücut gibidir, bir organı ağrı
çektiğinde, diğerleri de acı çeker” (Müslim).
“Vasîle bin el-Eskâ (r.a.) anlatıyor: Ben, “Yâ Resûlullah!.
Adamın kendi kavmine bir zulüm üzerine yardım etmesi asabiyetten (ırkçılıktan)
mıdır?” diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Evet” buyurdu”. (İbn Mâce, Fiten
7, hadis no: 3949; Ebû Dâvud, Edeb 121, hadis no: 5119; Ahmed bin Hanbel,
4/107, 160)
“Rasûlullah (s.a.s.)’a soruldu:”Kişinin soyunu, sülâlesini
(kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?”. Hz.
Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı
olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir” (Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn
Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949).
“Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan
kişi, kuyuya düşmüş deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir” (Ebû
Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117).
“Kim kâfir olan dokuz atasını onlarla izzet ve
şeref kazanmak düşüncesiyle sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur” (Ahmed
bin Hanbel, 5/128).
“Bir kısım insanlar vardır ki, cehennem kömüründen başka bir
şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bunlar ya bu övünmeden
vazgeçerler, yada Allah nezdinde, pisliği burunlarıyla yuvarlayan pislik böceklerinden
daha değersiz olurlar” (Ahmed bin Hanbel, 2/524; Ebû Dâvud, Edeb 111).
“Aziz ve Celil olan Allah sizden câhiliyye devrinin
kabalığını ve babalarla (atalarla) övünmeyi gidermiştir. Mü’min olan, takvâ sâhibidir.
Kâfir olan ise şakîdir. Siz, Âdem'in çocuklarısınız. Âdem de topraktan
yaratılmıştır. Bâzı adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle övünmeyi terk-etsinler.
Çünkü onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler, yahut onlar, Allah indinde
burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar” (Ebû Dâvud,
Edeb 120, hadis no: 5116).
“Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terk etmiş olarak
ölen kimsenin ölümü, câhiliyye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek mü’minin
îmânına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine
vefâ göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkışan
kimse, benim ümmetimden değildir. Asabiyet/ırkçılık duygusuyla öfkelenen,
asabiyet uğruna savaşırken yahut ırkçılık dâvâsı güderken körü-körüne açılmış
bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü câhiliyye ölümüdür” (Müslim, İmâre 57;
Nesâî, Tahrim 27; İbn Mâce, Fiten 7; Ahmed bin Hanbel, 2/306, 488.).
“Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenk eder, kavmiyetçiliğe (milliyetçilik-asabiyet)
çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre (öfkelenme)
kapılırsa, câhiliyye ölümü üzere (kâfir olarak) ölür” (İbn Mâce, Fiten 7).
“Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu
onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez” (İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no:
225).
“Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır.
Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap
üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir
üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur.
Üstünlük sâdece takvâ iledir”
(Cem'u'l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632).
“Andolsun,
biz sizi yarattık, sonra size sûret (biçim-şekil) verdik, sonra meleklere:
Âdem’e secde edin dedik. Onlar da İblis’in dışında secde ettiler; o, secde
edenlerden olmadı.
(Allah)
dedi: Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi? (İblis) dedi ki: “Ben
ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın”.
(Allah:)
Öyleyse oradan in, orada büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten
sen, küçük düşenlerdensin” (A’raf
11-13).
İşte âyetlerde de gördüğümüz gibi, Şeytan da aynısı
yapıyor. Şeytan ilk milliyetçidir. Diyor ki: “Ben ondan üstünüm.
Çünkü beni ateşten, onu topraktan yarattın”. Demek istiyor ki, ateş
topraktan üstündür. İyi de neye göre?. Ateşin topraktan üstün olduğunu
gösteren sâik (sebep) nedir?. Ateş topraktan neden üstün olsun ki?. Ateşin
üstüne toprağı attın mı ateş-mateş kalmaz, söner gider. Yada ateş toprağı
yakarak yok edebilir belki.. Aynı şekilde “insan şeytanları” da: “Ben diğer
ırklardan üstünüm, çünkü ben mâvi gözlüğüm, sarı saçlıyım, uzun boyluyum; yada:
Kara-kaşlı, kara-gözlüyüm, kaslı bir yapım var, hızlı koşabiliyorum, iyi
yüzebiliyorum vs. vs. Tırı-vırıdan muhabbet. Sarı-saçın siyah-saçtan üstün
olduğunun delîli nedir ki?. 0 grubu kanın AB grubu kandan üstün olduğunun
delîli nedir?. Kafa-yapılarından brakisefal kafa-yapısının dolikosefal
kafa-yapısından üstün olduğunun delîli nedir?. Elmacık kemikleri çıkık olsa ne
olur çıkık olmasa ne olur?. Yada çene yapılarının farklı olması neden üstünlük
yada düşmanlık nedeni olsun?. Bir milletin özelliklerinin bir diğer
kavmin/ırkın özelliklerden daha üstün olduğunun delîli nedir?. Meşhur söz olan “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü de aynı.. Türk olmak bir
ayrıcalık mı?. Bir ayrıcalıksa, meselâ Yunan, Arap, İngiliz vs. olmak ayrıcalık
değil mi?. Hiç-biri bir ayrıcalık değil de Türk olmak mı ayrıcalık?. Bu gibi
sözler basma-kalıp sözler olmaktan öte gidemez. Söylenmesi gereken asıl söz şu
olmalıdır: “Ne mutlu “insanım” diyene!”. Tabi sözün en güzeli ise şudur: “Ne
mutlu “müslümanım” diyene!”.
Irkçılık-milliyetçilik
Şeytan’ın insan üzerinde en çok başarılı olduğu bir-kaç alandan biridir. Milliyetçilik
bu nedenle Şeytan’ın sünnetidir.
Milliyetçilik, eski iyi durumları ve kişileri sürekli
gündemde tutarak, mevcut durumun kötülüğünü perdeleyebilmektedir. İnsanları
sürekli geçmişte kurulmuş bir devlete ya da devlet kurup başarılı olmuş bir
lîdere kilitleyerek yapar bunu.
Milliyetçilik, söylediğimiz gibi, fizîki görünüş ile
ilgilidir. Et/kan/kemik/vücut-şekli/tip/duruş/oturuş vs. Tabi kültürel
özellikler de önemlidir. Tüm milliyetçiler/ırkçılar/kavmiyetçiler, bu
özellikleri en iyi kendilerinin taşıdığını iddia ederler. Zâten milliyetçilik
de budur. İyi de; bu özelliklerin en iyisinin kendilerinde olan özellikler olduğunun
delîli nedir ki?. Neye göre bu kıyası yapıyorlar?. Ölçü nedir?. Adam anne-babasından
doğuyor ve anne-babası hangi milletten ise o da o milletten oluyor doğal
olarak. Başka bir milletten doğsaydı o zaman
da o milleti övmeye ve öne çıkarmaya çalışacaktı. Aslında mevcut milletten
olmasında onun hiç-bir dahli yok. Kendi çabasıyla olmayan bir “görece üstünlük”ten
bahsediyor ve onu körü-körüne savunuyor. Hiç-bir delil yok, hiç-bir mantık yok,
sağduyuya aykırı. Birilerinin verdiği gazla başlayan sûni, körü-körüne olan bir
bağlılık. Bağlandığın şey ne?. Soyut kavramlar. Vatan nedir?, millet nedir?.
Vatan; toprak-dağ-deniz-kaya-orman mı?. İyi de bunlar her yerde var. Millet de;
kan-et-kemik mi?. Bunlar mı yâni?. Bu özellikler sende varsa diğerlerinde de
var. Tamam; yaşadığın ülkeyi sev, Allah tüm Dünyâ’yı güzel yaratmıştır ve
insanlar belli bir süre bulundukları ve yaşadıkları yere alışırlar ve orayı
severler. Oranın güzelliklerini (yada kötülüklerini) en iyi onlar görürler çünkü.
Bu nedenle de değer verirler. Bunda bir beis yok. Fakat en güzel vatanın, en
güzel insanların, en üstün insanların bu vatan ve bu vatanda yaşayanlar
olduğunu söylemenin delîli nedir?. Ölçü nedir ki?.
Yine, Türkçe yada başka bir dil neden
başka bir dillerden üstün olsun ki?. Hangi dilin özellikleri, grameri, türetme
potansiyeli vs. daha geniş ise o dil daha zengin bir dildir. Meselâ Türkçe
neden Kürtçeden üstün olsun yada tam tersi?. Herkese ana-dili güzel ve
anlaşılırdır. Türk’e göre Türkçe güzel bir dilse, Kürde göre de Kürtçe güzel
bir dildir. Dilin salt kendisi değildir güzel olan. O dil ile ne söylendiği
önemlidir. Kürtçe yapılan bir duâ,
Türkçe yapılan bir küfürden üstündür. Türkçe söylenen bir şarkı, Kürtçe yapılan
bir hakâretten üstündür.
Üstünlüğü herkes kendine göre belirlerse gerçek üstün
olanın kim olduğu nasıl anlaşılacak?. Üstünlüğü kim belirleyecek?. Üstünlüğü
belirleyecek tek merci “EN ÜSTÜN OLAN’dır. Allah’tır. Allah diyor ki Şeytan’a:
“Ey ateşten yaratılan, topraktan yaratılana secde (itaat) et”. Bitti!. Kompleks
yapıp, bir kibre kapılıp kendi varlığının yapısını diğerinden üstün görerek
ondan üstün olduğunu söylemek Allah’a isyandır. Terbiyesizliktir. Kibirdir. Anlamsız
bir gururdur. İşte gerçek değersizlik de budur.
Sosyâl medyada dolaşan söyle bir söz
vardır: “Türk ile Kürt ayrılırsa ortada ne Türk ne de Kürt kalır; fakat Türk
ile Kürt birleşirse, ortada ne Fransız ne de İngiliz kalır”.
Müslüman ülkeler de milliyetçi oluyor. Çünkü artık
müslümanlar İslâm’dan kaynaklanan kardeşliği ve bağlılığı kaybetmişlerdir. Yeni
bir bağlılık arıyorlar ve bunun için de ulusçuluk-ırkçılık-milliyetçilik yoluna
giriyorlar.
Övünülecek taraf, üstün olan taraf, “geçici olan”
değil, “ebedî kalıcı olan” taraftır. Et-kemik-kan geçici olan şeylerdir, geçici
olan şeylerle övünmek saçmalıktır, esas kalıcı olan İslâm ile öne çıkar insanın
karakteri ve kimliği.
Annem-babam Türk kavminden olduğu için ve
ben de onlardan doğduğum için, sorduklarında “Türk’üm” diyorum/derim. Bu benim
hangi milletten olduğumu gösterir. Fakat bu kimlik benim için “üst-kimlik”
değildir. Üst-kimliğim İslâm/müslümandır. Çünkü ben Türk fıtratı üzere değil,
herkes gibi İslâm fıtratı üzerine doğdum. Benim üst-kimliğim İslâm olduğu için,
ben ancak müslüman olmakla övünebilirim. Türk’lük benim için övünç-kaynağı
değildir, bağlı olduğum ırkı gösteren, örfünde-kültüründe doğup-büyüdüğüm bir
alt-kimliğimdir sâdece. Bu nedenle kendimi yırtarcasına Türk’lüğümü haykırmam,
sâdece, Türk olduğumu söylerim. Bu, vatanını-milletini sevmemek demek değildir.
Vatanıma-milletime yapılan bir saldırı karşısında elimden geleni yapmalıyım ve
de yaparım. Bu zâten İslâm’ın da emridir. Yaşadığım ülkeyi sevebilirim de. En
rahat edeceğim yer, doğal olarak doğup büyüdüğüm yerdir tabî ki de. Fakat
yaşadığım ülkeyi kutsallaştırmam, çünkü netîcede tüm Dünyâ benim vatanımdır.
Allah yer-yüzünü bize yaşama alanı olarak vermiştir.
İhsan Eliaçık:
“Benim görüşüme göre hiç-bir yer hiç kimsenin değildir. Yâni Türkiye
Türklerin değildir. Kürdistan da Kürtlerin değildir. Bütün yeryüzü Allah’ındır.
Misâl; sen diyorsun ki bu topraklar benim. Peki soruyorum sana
kardeşim; bu coğrafya, bu topraklar senin ise neden ölürken berâberinde
götürmüyorsun?. Demek ki senin değil bu topraklar. Biz “bu toprakların
tek-sâhibi Allah’tır” diyoruz. Mülk Allah’ındır diyoruz. Sınırlar, devletler
geçicidir, halklar geçicidir. Târihin akışı içinde bunlar sürekli
değişir. Hiç-bir millet bulunduğu ülkenin toprağında bir bitki gibi
bitmemiştir. Göçler oldu, oraya sonradan geldi. Yeryüzünde insanlığın yayılışı
böyle oldu. Bulunduğu yerden bitki gibi bitmedi. Türk olmak, Kürt olmak
sâdece histir. Türk kanı, Arap kanı, Kürt kanı yoktur. A/Rh pozitif kan-türü
vardır. İnsanlar topluluklar hâlinde yaşarlar. Dilleri ve renkleri sâdece
Allah’ın âyetleri olarak kabûl edilmelidir. Bunlar yeryüzünün zenginlikleridir.
Kur’ân’da Allah, “biz sizi bir-birinizi keşfedesiniz, bir-birinizi üretesiniz
diye farklı kavimler şeklinde yarattık” diyor. Hakîkaten de sen bir başkası ile
diyaloğa girmeden kendini üretemezsin” der.
Milliyetçi/ırkçı düşünce 1930 yılında
adâlet bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt'a mecliste yaptığı konuşmada şunları söyletmiştir:
“Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sâhibidir. Saf
Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma
hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hattâ dağlar bu hakîkati böyle
bilsinler”!.
Milliyetçilerin “başbuğ” olarak kabûl
ettikleri Atatürk, milliyetçilik/ırkçılık adına şu sözleri söyleyebilmiştir:
“Türkiye Türklerindir. Kanını taşıyandan
başkasına inanma!.
Dünyâ üzerinde Türk’ten daha büyük, ondan daha
eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlık târihinde
görülmemiştir.
Bir-gün ressamlar Türk’ün simâsını kaybederlerse,
yıldırımı alsınlar yapıversinler.
Türklerin yaşadıkları her yer mîsak-ı millî
hudutları içindedir.
Hayattaki yegâne üstünlüğüm Türk doğmaktır.
Biz doğrudan doğruya millet-severiz ve Türk
milliyetçisiyiz.
Beni olağan-üstü bir kişi olarak yorumlamayınız.
Doğuşumdaki tek olağan-üstülük Türk olarak Dünyâ’ya gelmemdir.
Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, Dünyâ’yı
aydınlatan güneştir.
Eğer bende bâzı fevkalâdelikler
görüyor/buluyorsanız, bunları sâdece ve yalnız Türk olmama, Türklüğüme
bağlayınız.
Bu ülke, târihte Türk’tü, bu-gün de Türk’tür ve
sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır.
Yüksel Türk!. Senin için yüksekliğin hudûdu
yoktur.
Taş kırılır, tunç erir. Ama Türklük ebedidir.
Yurttaşlarım!. Az zamanda çok ve büyük işler
yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü
olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk
milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir.
Türk, Türk olduğu için asildir. Çoğumuz
büyük-babamızın babasını hatırlamayız. Bütün soy gururumuzu, Türk olmanın
bilincinde buluruz.
Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin
övünç dayanağımdır.
Ulusal varlığımıza düşman olanlarla dost
olmayalım. Böylelerine karşı, “Türk’üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi”
diyelim.
Türk, çetin işler başarmak için yaratılmıştır.
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda
mevcuttur.
Bir Türk, cihana bedeldir”.
Oysa Allah Kur’ân’da:
“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin
(milletlerinizin-ırklarınızın-kavimlerinizin) ayrı olması, O’nun
âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten
âyetler vardır” (Rum 22)
ve;
“Ey
îman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki
kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin),
belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi-kendinizi)
yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve bir-birinizi olmadık-kötü lâkablarla çağırmayın.
Îmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar zâlim
olanların ta kendileridir”
(Hucûrat 11) denir.
Allah diyor ki: En üstününüz benim!. Benden başka
büyük yoktur. (Allahuekber!). Kimin üstün olduğunu Ben belirlerim. Diyorum
ki, üstünlük takvâ iledir. Takvâda kim ileri ise o üstündür. Milleti, dili, rengi,
kavmi vs. ne olursa-olsun.
Milliyetçilerin ilkeli de moderni de aynı
düşüncededir: Zenciler Şeytan’ı çirkin göstermek için beyaz renkte düşünür ve
beyaz renkli olarak resmederler. Moğollar Hz. Âdem’in, kendilerince en güzel ve
ideâl tipin sarı bir mongoloid tip olması dolayısı ile sarı renkli
yaratıldığına inanırlar. Kendi ırkından, dilinden, tipinden (a-normâl durumlar
hâriç) nefret eden yok ki. Herkes kendi ırkından-milletinden memnun. Zâten
Allah her millete ayrı-ayrı güzellikler ve özellikler vermiştir.
Benedict Anderson:
“Ulusların doğuşu ve gelişimi, dinsel cemaatlerle,
hânedanlıkların çöküşüyle, kapitâlizm ve yayıncılığın gelişmesi, resmî devlet
dillerinin oluşumu ve “zaman” kavrayışımızın değişmesiyle ilgilidir. Ulusu,
kan-bağı gibi hayal edilmiş bir topluluktur. Milliyetçilik, ilk kez Amerika’da
ortaya çıktıktan sonra, önce Avrupa’daki halk hareketleri, sonra emperyalist
güçler ve nihâyet Üçüncü Dünya’nın anti-emperyalist mücâdeleleri tarafından
kopyalanıp çoğaltılabilir bir model oluşturmuştur. İnsanlığı ve coğrafyayı
ulusal sınırlara bölerek, her-biri kendinin “en eski ve en köklü olduğunu”
iddia eden ve sürekli “dış düşmanlara” karşı bir “biz” kimliğiyle kendilerini
meşrûlaştıran ulus-devletlerdir. Bu yönüyle içi boş bir ideolojidir. Koşulların gerektirdiği her-şeyle
doldurulabilir. Kendi başına vâr olan, sâbit, evrensel nitelikli ilkeleri yok.
Bunun yerine daha çok bir “söylem”ler
dizgesi olarak karşımıza çıkar. Faşizm, liberâlizm, muhâfazakârlık,
sosyalizm gibi ideolojilere eklemlenir. Hangi ideoloji ile ittifak yaptığına
bağlı olarak milliyetçi ilkeler de farklılaşır” der.
Ernest Gellner, milliyetçiliğin sanâyi toplumuna özgü olduğunu ve modern
milletleri yaratanın milliyetçilik olduğunu belirtir. Milliyetçilik, modern
devletin idâri gerekliliklerine yanıt vermek için ortaya çıkan bir ideolojidir.
Milliyetçilikte insanlar vatan-millet
uğruna gayret gösterdiklerini ve hattâ savaşıp öldüklerinde şehit olacaklarını
zannederler ama aslında “vatan” denilen soyut varlık üzerinden bir grup “seçkin”
ya da “hırsız” için ölmüşlerdir ve bu ölüm çok normâl bir ölüm değildir.
“Türk-Kürt kardeştir” sözü bile ırkçı bir
sözdür. Bir ayrışmanın olduğunu gösterir.
Atasoy
Müftüoğlu:
“İslâm bütün insanlığa hitâp eder. Biz âlemlerin Rabbi olan Allah’a
inanıyoruz. Türklerin, kürtlerin, arapların, şunların-bunların Rabbine değil,
âlemlerin Rabbine inanıyoruz. Kitab-ı Kerim’de Allah tüm insanlara hitâp
ediyor. Modern sosyolojinin vatan, millet, toprak gibi, yaptığı tanımlar,
içeriği olmayan sloganlardır. Milliyet ve kan-akrabalığına dayalı
ortaklıklar ilkel ortaklıklardır” der..
Milliyetçilikte “insan katılımı” da engellenmiştir.
Anadan-doğma o millete mensup değilseniz o milletten olamazsınız. Bünyamin Zeran:
“Ulus-devletin içe kapalı ve dışlayıcı
özelliği aynı-zamanda onu demografik artış
yönünden tek seçenekle karşı-karşıya bırakmıştır. Bu
da kendisinin biyolojik temelli olmasının bir netîcesidir. Bu sebepten,
dinlerin aksine çoğalma, ulus-devlette
sâdece “üreme” ile mümkündür. İslâm’da ise
ümmet îman ile çoğalır” der.
Milliyetçilik, biyolojik bir oluşumdur. İslâm ise, îman-inanç temellidir. Kişi, ilâhi olanla
irtibâtını kesmeye başladığında ve kestiğinde,
milliyetçiliğe/kavmiyetçiliğe kapılır. O hâlde
milliyetçilik, göklerle irtibâtın kesilmesi yada en azından sınırlandırılmasıyla başlar.
Milliyetçilik bir projedir. Türk
milliyetçiliğini sistemleştiren ve başlatan kişi bir Türk değil, bir Kürttür. Bu
kişi Ziyâ Gökalp'tir. Ziyâ Gökalp “Türkçülüğün
Esasları”nı yazmadan önce “Kürtçülüğün Esasları”nı yazmıştı. Yine arap
milliyetçiliğini körükleyen de batının adamlarıydı ki en başında Lawrence
gelir. Milletleri bir-birlerine düşman etmek isteyenler farklılıkları açığa
çıkararak bunu yapıyorlar. Farklı yöntemler de vardır. Meselâ Türkler ile
Arapları şu sözlerle bir-birlerine düşman etmeye çalışmışlardır: Türklere
demişlerdir ki: “Araplar sizi arkadan vurdu”.. Araplara da demişlerdir ki: “Türkler
sizi kendi hâlinize bırakıp gitti. Zâten dîni de bıraktılar ve laik oldular”. Yaptıkları
bu düşmanlaştırma kısmen başarılı olmuştur. Laik kesim sırf bu yalanlar
yüzünden 80 yıl Araplarla ilişkilerini kesmişler ve en azından ekonomik olarak büyük
ölçüde onlardan ayrılmışlardır. Tabi doğan boşluğu “başkaları” doldurmakta
gecikmemiştir. Zâten plânları da buydu.
“Bâtılın Tehlikeli Gerçekleri ve Şeytan’ın Hizmetkârları”
yazısında şöyle denir:
“Devreye Türk kimliğinde düşünürler-yazarlar-şâirler girdi.
(Bunların tamâmına yakını kripto yahudiydi). İslâm’ı karalayan, türklüğü bir
din hâline getiren yazılar, kitaplar, şiirler ve ırkçı bir kimliğin oluşması
için türklüğü göklere çıkaran söylemler başladı. Arapları hâin ve düşman îlan
ederek, İslâm’ın bir arap kültürü olduğu düşüncesini empoze ettiler, böylelikle
insanları İslâm’dan uzaklaştırmaları daha da kolaylaştı...”
Bir zamanlar Bağdat’lı, Sûriye’li, Makedonya’lı
vs. olanlar aynı milletten sayılırken, şimdi kesin çizgilerle ayrılan sınırlar
yüzünden nerdeyse selamlaşmıyorlar bile. Dandik bir “sözde sınır” nedeniyle
kardeşler arasına düşmanlıklar, fitneler sokulmuş durumda. Bir-türlü o sûni
sınırları kaldırıp da kucaklaşamıyorlar ve birlik olup bir-birlerinin
yaralarına merhem olamıyorlar ve kendilerine saldıranlara karşı birlikte karşı
koyamıyorlar. Çürümeye mahkûm bir tel-örgü, ümmetin buluşmasını traji-komik bir
şekilde işte böyle önlüyor.
Mustafa İslamoğlu “Evet ana, bizim Kâbil”
başlıklı yazısında şunları söyler:
“Bir milletvekili dostum anlatmıştı. Körfez Savaşı
sırasında, ABD ve İngiliz uçakları Bağdat’a bomba yağdırırken, dönemin
bakanlarından biri şunları anlatıyor: “Benim 90 yaşına merdiven dayamış bir
anam var. Televizyon sunucusunun “ABD Bağdat'a bomba yağdırdı” anonsunu
duyunca, rengi attı, gözleri dolu-dolu oldu, bana dönüp sordu:
“Oğlum, bu Bağdat bizim
Bağdat mı?”
....?
“Oğlum, bizim Bağdat’ı mı
bombalıyorlar?”
“Ne diyeceğimi bilemedim,
üzülmesini de istemedim, ama yalan da söyleyemedim”.
Anam, sana sesleniyorum;
tüm analara sesleniyorum:
Haçlılar “bizim Kâbil’i”
bombalıyorlar...
“Bizim Kandahar’ı”
bombalıyorlar...
“Bizim Mezar-ı Şerif’i”
bombalıyorlar!..”
Milliyetçilik ile ilgili sözler:
“Vatanseverlik,
boş sebepler için ölmeye ve öldürmeye gönüllü olmaktır” (Bertrand Russell).
“Irkçılık: Geri-zekâlılığın bir işâreti;
gösterir ki, bir birey başka ırkların kendisininkinden bile daha kötü
olabileceğine inanıyor” (Chaz Bufe).
“Dünyâ’nın uzayda ufacık bir nokta olduğunu gördükten sonra,
milliyetçiliğin en aşırı çeşitlerinin nasıl hâlâ ayakta durabildiğini
anlayabilmek kolay değil” (Arthur C. Clarke).
“Bir insanın ülkesini sevmesi takdir edilecek
bir şey. Ama sevgi neden sınırda bitmek zorunda?” (Pablo Casals).
“Millet, ataları hakkındaki sanrıyla ve
komşularına karşı ortak nefretle birleşmiş toplumdur” (William Inge).
“Milliyetçilik, sizin, orada doğduğunuz için bu
ülkenin diğer tüm ülkelerden daha mükemmel olduğunu zannetmenizdir” (George
Bernard Shaw).
“Milliyetçilik çocuksu bir hastalık. İnsanlığın
kızamığı” (Albert Einstein).
“Milliyetçilik, şerefsiz bir politikacının son
sığınağıdır” (Samuel Johnson).
“Irkçılık câhilin sığınağıdır. Bölmek ve yok
etmek ister. Özgürlüğün düşmanıdır ve kafa-kafaya çarpışıp yok edilmeyi hak
eder” (Pierre Berton).
“Milliyetçilik, beyinsizliğin şeytâni ve
psikopatça bir formu” (George Bernard Shaw).
“Benim uğruna savaşacak bir ülkem yok; benim
ülkem Dünyâ ve dünyâ-vatandaşıyım” (Eugene V. Debs).
“Vatanseverlik bir çeşit din; Bütün savaşların
içinden çıktığı yumurta” (Guy de Maupassant).
“Bir adam bir nehrin öteki tarafında yaşıyor ve onun lîderi,
benim lîderimle kavga etti diye, biz aramızda kavga etmediğimiz hâlde, kalkıp
bir-birimizi öldürmeye kalkışmamızdan daha aptalca bir şey olabilir mi?” (Blaise
Pascal).
“Vatanseverliği insan ırkının aklından
silmedikçe asla sessiz bir Dünyâ’mız olmayacak” (George Bernard Shaw).
“İnsanlardaki milliyetçiliği uyandırmak için savaş
davullarını çalan bir lîderden uzak durun. Çünkü şüphesiz milliyetçilik iki ucu
keskin bir kılıç. Hem insana deli cesâreti verir, hem de aklı daraltır. Ve
savaş davullarının sesi azaldığı zaman ve kan nefretle kaynadığı zaman ve akıl
kapandığı zaman, lîder vatandaşlarının haklarını kısıtlamak ihtiyâcı duymaz.
Çünkü korkuyla vurulan ve milliyetçilikle körleşen vatandaşlar büyük bir memnûniyetle
haklarını lîdere teslim ederler. Bunu nasıl mı biliyorum?. Biliyorum, çünkü
bunu yaptım. Ve ben Sezar’ım!” (Sezar).
“Benim ülkem Dünyâ ve dînim iyilik yapmak” (Ralph
Waldo Emerson).
“Benim Viet Konglarla bir problemim yok. Hiç-bir
Vietnamlı bana “kara” demedi” (Muhammed Ali 1967 Vietnam'da savaşmayı
reddederken).
“Gorbaçov'a eğer âniden başka bir gezegenden Dünyâ’ya bir
tehdit gelseydi, bu toplantılarda işimizin ne kadar kolay olacağını söylemekten
kendimi alamadım. Bir kez daha bu Dünyâ’da berâberce insan olduğumuzu
hatırladık” (Ronald Reagan).
“Bütün savaşlar iç-savaştır, çünkü bütün
insanlar kardeştir. Her kişi, insan ırkına, doğduğu ülkeye olan borcundan
sonsuz daha fazla borçludur” (Francois Fenelon).
“Gerçek uygarlık, herkesin diğerine kendisi için
istediği her hakkı vermesidir” (Robert Ingersoll).
“Geleneksel milliyetçilik, atomun fisyonundan
kurtulamaz. Ya tek Dünyâ! Ya da hiç” (Stuart Chase).
“Her ne kadar oldukça güçlü egoistler olsak da, bir-çoğumuz,
milliyetçiliğin daha çok vazgeçmek zorunda olduğumuz bir ahlâksızlık olduğunu
görmeye başladı. Her birimiz yeni korkunç saldırı silahlarıyla tehdit
ediliyoruz ve bu, uluslar-arasında barış için uzun zamâna ihtiyaç olduğunu
gösteriyor” (Erwin Schrödinger).
“Ne ırkçılık, ne de din eskisi gibi işlememeye başladı.
Dünyâ'yı tek bir organizma olarak gören yeni bir bilinç gelişti ve bu bilinç
fark etti ki, savaş içindeki her organizma kendi-kendini yok eder” (Carl Sagan).
Sâdece Kur’ân’da değil, diğer
kitaplarda da anti-milliyetçi ifâdeler vardır:
“Ne
Yahudi ne Yunan’lı vardır, ne kul ne âzatlı vardır, ne erkek ne dişi vardır, çünkü Mesih Îsâ’da tümünüz
birsiniz” (Gal. 3:28).
Eyub Kitabı’nda da efendi ve kölenin ortak insanlığından söz
edilmiştir:
“Benimle ters
düştüklerinde kölemin ve hizmetçimin hakkını
yemişsem, Tanrı yargıladığında ne yaparım?. Hesap sorduğunda ne yanıt veririm?. Beni
ana-karnında yaratan onu da yaratmadı mı?. Rahimde bize biçim veren O değil mi?” (Eyyûb 31: 13-15).
Din-merkezli toplumlar, yenilgi ve zayıflamayla
berâber, bunun telâfisi olarak eski zamanlardan medet umarlar. Milliyetçi-ırkçı
düşüncelerin çıkış-noktalarından biri de budur. Osmanlı’nın yenilgilerden sonra
zayıflamasıyla berâber başlayan bu tarz düşünüşler, yıkılışla berâber Osmanlı’yı
oluşturan toplumlarda, başta Türk’ler olmak üzere diğer kavimlerin
milliyetçi-ırkçı kavmiyetçiliklere yönelmelerine sebep olmuştur. Zâten daha
önce İslâm ve Osmanlı devletleri ve medeniyetleri, gayr-i müslim batı’nın
bütünselliğini bozmuş ve onları kavimlere ayırmıştı. Ümmetin dağılmasıyla
birlikte Avrupa’lılar yeniden birleştirip Avrupa Birliğini oluşturdu. Demek ki
milliyetçiliğin nedeni, yenilgilerin sonucunda oluşan zayıflık ve
dağılmışlıkken; ümmetin nedeni de birlik ve güçtür. Milliyetçilik-ırkçılık bir
zayıflık göstergesidir. Ümmetsel zayıflık kişisel zayıflığa dönüştürülerek,
görece zayıflıktan kurtulunmuş gibi gösterilmektedir.
Din azalınca milliyetçilik başlar. İnsan “değer”siz
yapamaz zîrâ. İnsan, dinden boşalan yeri ilk-önce “eski” ile doldurmaya
çalışır. Târihsel milliyetçilik başlar böylece. Şehir efsânesidir
milliyetçilik.
Milliyetçilik, insanların
kuru-kuruya bağlandıkları ve alışkanlık edindikleri boş bir oyalanma alanıdır. Değerlerini
bir şekilde yitirmiş yada yaralamış olan insanların “değer ihtiyacı”ndan doğan
bir bağlanma şeklidir. Fakat bu bağlanış şekli seküler/materyalist (maddî) bir
bağlanma şekli olduğu için bâtıldır. Hele bir de İslâm’dan kopmadan
milliyetçiliğe bağlılığını sürdürmek isteyip de: “Türk-İslâm; Anadolu İslâm’ı” gibi zırva sözlere sığınmalar tam bir
şirktir. İslâm kendine tam yeten bir dindir ve yanında hiç-bir isme ve ideolojiye
ihtiyaç duymaz. Üstelik kullanılan söz; “İslâm-Türk” de değil, “Türk-İslâm”.
Yâni ilk önce Türk’lük, sonra İslâm. Böyle olunca da ana unsur İslâm’a rağmen
Türk’lük olacaktır ki bu İslâm’a da bir hakârettir. Unutulmasın ki, vatan sevgisi, Dünyâ sevgisidir.
Ölen kişinin ırkı-milliyeti ortadan
kalkar. Bir-süre sonra mezarda kalan kemiklerin hangi ırka-millete âit
olduğunun bir önemi yoktur.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder