3 Şubat 2015 Salı

Milliyetçilik Üzerine



“Eğer Rabbin dileseydi, insanları elbette tek bir ümmet kılardı. Oysa, onlar, anlaşmazlığı sürdürmektedirler” (Hûd 118).

Hemen belirtelim ki “milliyetçilik” derken, aslında kavmiyetçilik/ulusçuluk/ırkçılık ideolojilerinden ve inançlarından bahsediyoruz. Bu bağlamda milliyetçilik yanlış bir adlandırmadır ve aslında milliyetçilik, “hanif İslâm inancı”nı ifâde eden (Millete İbrâhime hanîfâ) kavramdır. Fakat popüler anlamda bu ifâde öne çıkarıldığı ve bilindiği için biz de bu ifâdeyi konu başlığı olarak belirttik. “Maddî ve mânevî açıdan millet ve ülkesinin çıkarlarını her-şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusalcılık” diye tanımlanır TDK sözlüğünde. Milliyetçilik, ulusçuluk, ulusalcılık yada nasyonâlizm, kendilerini birleştiren dil, târih veya kültür bağlarından bir üst-yapı oluşturabilmiş sosyâl birikimlerin adı olan millet veya ulus olarak tanımlanan bir topluluğun, yaşama ve ilerleme ülküsü. 19. yüzyıl başlarından îtibâren Avrupa'da, 20. yüzyılda ise tüm Dünyâ’da egemen siyâsi düşünce tarzı olmuştur. Dünyâ siyâsi haritası bu dönemde milliyetçilik ilkelerine göre biçimlendirilmiştir. Hattâ ülke içinde de bölgeler yine dil-tip-kültürlere göre belirlenmiştir. Meselâ Türkiye’de bu şekildedir: Kürtlerin bölgesi, lazların bölgesi, göçmenlerin bölgesi, yörüklerin bölgesi vs. gibi.   

Maddî ve mânevi yönlerden ülke çıkarlarını her-şeyin üzerinde tutan bir anlayıştır milliyetçilik. Dar anlamda milliyetçilik, ülke çıkarları gerçekleştirilirken diğer ülkelere zarar verilmesi, yada onların çıkarlarına ters düşen politikalar izlenmesi demektir. Günümüzde Anglosakson kültürüne bağlı toplumlarda ve Avrupa Birliği düşüncesini savunan çevrelerde milliyetçilik kavramına olumsuz bir anlam yüklenmiştir. Günümüzdeki anlayışa göre, milliyetçilik uluslararası iş-birliğine ters düşmemelidir. Yâni ülkeler bir-birleriyle uyumlu hareket ederek çıkarlarını birlikte yükseltmeye çalışmalıdırlar. Bu-gün içinde yaşadığımız Dünyâ bir uluslar sistemidir. Çok değil, yalnızca 150 yıl önce, bu-gün vârolan ulusal devletlerin yarısı bile henüz ortada yoktu. Son iki yüzyıldır milyonlarca insan, kendi uluslarına olan bağlılıkları nedeniyle başkalarına kin ve düşmanlık besledi, farklı ulustan insanları katletti. İnsanları bile-bile ölüme gidecek kadar fedâkâr kılan bu bağlılığı, bir ulusa âit olma duygusunu mantıklı bir şekilde îzah etmek mümkün değildir. İnsanlık târihinde bir dönemi ifâde eden bir “çirkinlik” olarak geçecektir kayıtlara.

“Milliyetçiliğe yol açan en önemli etken, daha önce hükümdar ve sülâle zemîninde tanımlanan siyâsi âidiyet duygusunu, hükümdardan bağımsız olarak, “halk”a mâletme gereğiydi. Siyâsi âidiyet ve itaat, “halk”ın ortak irâdesine dayandırılmalıydı. Bu nedenle 19. yüzyılda milliyetçilik, radikâl, devrimci, anti-monarşist, yerleşik düzene zıt bir siyâsi düşünce olarak değerlendirildi.

Modern milliyetçi düşünce 1789-1799 Fransız Devrimi'nin fikirlerinden doğmuştur. Avrupa târihindeki ilk milliyetçi hareketlere, Napoleon istilâsı (1804-1815) altındaki Almanya'da rastlanır. Aynı yıllarda, Rus işgâlindeki Polonya'da güçlü bir milliyetçi akım doğdu. 1821'de Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanan Yunanistan, Avrupa'nın milliyetçi çevrelerinde çok heyecanlı destek buldu. 1848'de Avusturya İmparatorluğu'na karşı ayaklanan Macarlar, daha sonra Çekler ve Sırplar, milliyetçilik akımını Orta Avrupa'ya taşıdılar. 1860-1870 yılları arasında gerçekleşen İtalya-birliği, devrimci milliyetçiliğin en büyük zaferlerinden biri olarak algılandı. 1870'lerde Rusya'da doğan Pan-Slavizm akımı, yayılmacı milliyetçiliğin ilk örneklerinden biri idi” (Vikipedi).

Bir yazıda milliyetçiliğin tanımı ve hakkında şunlar söylenir: 

“Bir topluluğun ulus olarak adlandırılabilmesi için: 

1-Toplulukta ortak bir dilin konuşulması.
2-Topluluğun târihsel geçmişe sâhip olması.
3-Şimdi bir-arada yaşayan bu topluluğun, gelecek için de bir-arada yaşama inancında olması.
4-Topluluktaki bireylerin birlik ve berâberlik içinde, ortak duyguları paylaşması.
5-Toplulukta kültürel ortaklık bulunması gereklidir.
     
Egemenlik kullanan halk, millet olarak anılır. Milletin işâret ettiği bir başka anlam ise bu egemen halkın “biricik” olmasıdır. Fransız Devrimi yoluyla bu millet fikri Fransa’ya, oradan da Napolyon savaşlarıyla Avrupa’nın diğer coğrafyalarına yayılır; bu sırada “biriciklik” vurgusu öne çıkar. Böylece milliyetçilik liberâl ilkelerden muhâfazakâr ve kolektivist ilkelere kaymış olur.

Milliyetçilik söyleminde dil, milleti belirleyen objektif özelliklerin başında sayılır. Ancak ulus-devletin dil-birliğine dayalı kurulduğu iddiası sorunludur. Dil-birliğini yaratan devletin kendisidir; modern devletin ortaya çıkmadığı zamanlarda milli dillerden söz etmek de mümkün değildir.

Arapçada millet, cemaat-topluluk anlamına geliyor. İşâret ettiği topluluğun dinsel bir anlamı var. Osmanlı’daki millet sistemi dinsel-mezhepsel ölçütle belirleniyor. Müslümanlar için “ümmet”, gayrı-müslim cemaatler için “millet” kullanılıyor. Türkçede bu-günkü anlamıyla “millet” kavramının kullanılması için Osmanlı millet-sisteminin Balkanlardaki milliyetçilik hareketleriyle işlemez hâle gelmesi gerekiyordu. 1940’lardan îtibâren milletin taşıdığı dinsel çağrışımlardan kurtulabilmek için “ulus” kavramı tercih ediliyor.


      

















Milliyetçiliği açıklamak için bir yüzü geçmişe, bir yüzü geleceğe dönük “Janus heykeli” benzetmesi kullanılır. Çünkü milliyetçilik eski toplumsallığın benimsenmiş dilini,  ifâdesini, değerlerini harekete geçirerek, yeni toplumsallığın kurulmasına katkı sağlar.

Sanâyileşmenin ilk evrelerinde iç-göçlerle kentlerin varoşlarında toplanan kitlelerdeki kök arayışlarına yanıt verilir. İnsanlara bir kök, kimlik, anlam sunar. Bunu yaparken özellikle târihe başvurulur. Millî târih, milleti yüceltme üstüne kurgulanır.

Milliyetçilik, başarılar ve kahramanlıklar târihidir. Geçmiş, bu yüceltmeyi sağlayacak biçimde okunur; kimi olaylar öne çıkarılırken kimiler unutturulur ya da bağlamından koparılarak yeniden yorumlanır. “Ulus olmak biraz da unutmaktır” der Ernest Renan.

Milliyetçilikte bireyi geçmişe bağlayan, geleceğe taşıyan öğe artık “din” değildir. Bunun yerini târih alır. Milliyetçilik, târihe romantik gözlüklerle bakar. Târihsel anlatı içinde hangi olayların yer alacağı, romantik unsurlar taşıyıp-taşımadığı ile ilgilidir. Geçmişin romantik yorumu, her-zaman parlak ve ışıklı olması, geleceğe yönelik vaatkârlık taşır. Kararsız toplumsal durumları kararlı durumlarmış gibi sergiler. Milliyetçi söylem açık ve basittir; geçmişi kullanırken geleceğe umutlu bakmayı sağlar. Bu sâyede kitlelere en kolay ulaşan ideoloji hâline gelir.

Milliyetçiliğin doğasında, mantıksal olarak bir-birleriyle çelişen iki millet anlayışı var:

Milliyetçilik, yeni bir kamusal din olarak kendisini kurmuş, bunu yaparken de “yurtseverlik” kavramına baş-vurmuştur. Birey, romantizm yoluyla toplumuna bağlanır.

Homojen bir halkın yaşadığı, teritoryal (bölgesel) bir devletin kurulması, ancak azınlıkların kitle hâlinde kovulması ya da imhâ edilmesiyle mümkündür. Uluslaşma deneyimleri mübâdeleden zorunlu göçe, kitlesel kıyımlara kadar son derece sert siyâsetleri benimsemiştir.

Savaş sonrasında, milliyetçi propaganda, başarısızlığın ve güçsüzlüğün faturasını dış-düşmanlara ve iç-hâinlere çıkartan söylemiyle işçiler arasında da etkili olmaya başlamıştır. Böylece militan bir kimliğe bürünmüş, faşizmin döl-yatağı hâline gelmiştir.

Irkçılık, kuramsal söylem ve kitle görüngüsü olarak modern çağda her yerde var olan “milliyetçilik zemininde” gelişmiştir. Milliyetçilik ırkçılığın tek nedeni değilse de ortaya çıkışının belirleyici koşuludur. (Yâni ırkçılık, milliyetçiliğin bir sonucu ya da uzantısıdır H.G.) Irkçılık, milliyetçilikle aynı zemine yerleşir.
     
İster ilk sömürgeleştirmenin eski imparatorluklarına karşı, ister hânedanlara dayanan çok-uluslu devletler ya da modern sömürge imparatorluklarına karşı olsun, tüm ulusal kurtuluş savaşlarının târihinde bu belirlenim kendini gösterir. Örneğin “yerli soykırımı”, ABD’nin bağımsızlığının hemen ertesinde sistematik hâle gelmesi rastlantı değildir. Bağımsız Cezayir’in  sömürgeciliğin çok-kültürlü mîrasıyla çatışıp “Berberiler”i asimile edip “Araplaştırması”. İç ve dış düşmanlarına şiddetle saldıran İsrâil Devleti’nin bir “İsrâil ulusu” kurmak için hem doğulu Yahudilere hem de topraklarından sürülen ve sömürgeleştirilen Filistinlere karşı geliştirdiği ırkçılık.

Bütün bunlar, bize milliyetçilikten sürekli olarak ırkçılık çıktığını göstermektedir. Sâdece dışarı doğru değil, aynı-zamanda içeri doğru da...

ABD’de ilk yurttaşlık hakları hareketini engelleyen, ırk ayrımının sistematik olarak kuruluşu, Amerikalıların emperyalist dünyâ-rekâbetine girmeleri ve Kuzey ırklarının hegemonyacı misyonu düşüncesine katılmalarıyla aynı-zamâna denk gelir.

Fransa’da “toprak ve ölüler”in geçmişine kök salan bir “Fransız ırkı” ideolojisinin hazırlanışı, yoğun göçün başlangıcıyla, Almanya’dan öç alma hazırlıkları ve sömürgeci imparatorluğun kurulmasıyla aynı-zamâna denk düşer.

Milliyetçilik ırkçılıktan çıkar. Siyonizm anti-semitizmden ve üçüncü dünyâ-milliyetçilikleri de sömürgeci ırkçılıktan ileri gelir. Irkçılık milliyetçiliğin bir dışa-vurumu değil, milliyetçiliğe bir ektir”.

Evet; milliyetçilik potansiyel bir ırkçılıktır. 1. ve 2. dünyâ-savaşları “milliyetçilik savaşları”dır ki insanlık târihinde en çok insan kaybının yaşandığı savaşlardır bunlar.

Milliyetçi ideolojiler, kavramlar ve düşünceler şunlardır:

1- Vatanseverlik
2- Faşizm
3- Nazizm
4- Şovenizm
5- Irkçılık
6- Popülizm
7- Devletçilik
8- Atatürkçülük
9- Ulusal komünizm

Etnik milliyetçilik: Milletlerini zümre terimleriyle adlandırmakta ve doğuştan bu özelliklere sâhip olmayanı dışlamaktadırlar. Genellikle ortak ırk özelliklerine dayalıdır. Bu tür milliyetçilikte dışarıdan bir kimse ne grubun kültürüne adapte olabilir, ne de gruba üye olabilir. Yahudi milliyetçiliği bir örnektir.

Sosyal milliyetçilik: Kendini sosyal bağlarla ve ortak kültürle târif eden bir milletin milliyetçiliğidir. Ortak millî kimlik, topluluk ve kültür vurgulanır; dışarıdan her-hangi bir fert her zaman bu unsurları kabûl ettiğinde milletle bütünleşebilir. Irk ayniyeti şart değildir. Etnik milliyetçiliğin dışlayıcı özellikler arz etmesine karşılık sosyal milliyetçilik kapsayıcıdır.

Resmî milliyetçilik: Etniklik, millî kimlik ve kültür özelliklerine bakmaksızın vatandaşlık hukûku çerçevesinde kapsayıcı olan devlet milliyetçiliğidir. Temelde vatanseverliğe dayalıdır; kültürel ve etnik temeller gerektirmez.

Bir yazıda şöyle denir:

“Biz, Osmanlı’dan bize mîras kalmış bir halkın mensuplarıyız. Bu bir imparatorluk halkıdır. İmparatorluk halkı ne kadar farklıysa, bu-gün de Türkiye’de o kadar farklılık kesinlikle vardır. Ermeni, Rum, Çerkez, Türk, Kürt herkes var. Cumhuriyet’in kurucuları böyle bir halk devraldılar ve bu halka “Türk halkı” dediler. Acaba onların Türk halkı dedikleri halk kendisini nasıl görüyordu?.

O zaman Türkiye’de yaşayan bir halk vardı ama bu halk kendisini “Türk milleti” olarak görmüyordu. Onlar için iki şey önemliydi: “Devlet ve Müslümanlık.” Cumhuriyet’te, işte bu müslüman halka “Türk” denildi. Cumhuriyet’in kurulduğu dönemde Avrupa ulus-devlet çağındaydı. Her ulus-devlet kendini bir etnik kimlikle adlandırıyordu. Bizimkiler de o günün dünyâsında yaşamak için konjonktüre uydu. Yâni 90 yıl önce Anadolu’daki halk kendine “Türk” demiyordu. Türk Milleti ismi sonradan Atatürk tarafından halka empoze edilmiştir.

Orhun Yazıtları 1890’larda tercüme edilmiştir. Bu yazılarda geçen “Türk” ismi de 1890’larda öğrenilmiştir. Bundan önce Türk ismi bilinmiyordu Anadolu’da. Orhun Yazıtları’nda yer alan “Törüg” ismi 1890’larda tercüme edildiğine göre, Anadolu’daki halk son 85-90 senedir Atatürk tarafından Türkleştirilmiş ve Türkçe dayatılmıştır, çünkü Orhun Yazılarındaki “Türk” ismi 1890’lara kadar yoktu”.

Aslında “millet” kavramı dînî bir kavramdır ve “inanç” ile ilgilidir. Dînî inançta ırk-birliği değil, inanç-birliği esas alınır. Fransız Devrimi ile başlayan milliyetçilik “millet” kavramını dinden ayırmış, kan-kemik-et-tip gibi maddî şeylere indirgeyerek onu ilkelleştirmiş ve sekülerleştirmiştir. Artık milliyetçilik denilince seküler (din-dışı) bir milliyetçilik anlaşılıyor ki bu en başta “kan” ile ilgilidir.

İslâm’dan önceki bâzı zamanlarda ama özellikle İslâm’dan sonra Türkler kendilerini “türk” olarak adlandırmazlardı ve “türk” adlandırmasını kendilerine göre ilkel bir hayat süren “göçebeler” için kullanırlardı. Araplar da kendilerine “arap” demezlerdi ve “arap” adlandırmasını kendilerine göre ilkel bir hayat yaşayan “bedeviler” için kullanıyorlardı. Milliyetçilik ilkelliktir, zîrâ her kavim kendini, ilkel zamanlardaki isimleri ile adlandırır. Henüz medenîleşmeden önceki adlarını modern dönemdeki isimleri olarak kullanmaktadırlar. O hâlde milliyetçilik, bir ilkelleşme hareketidir. İlginçtir ki bunu, medenîliğin zirvesi olan İslâm kimliğini geriye artarak yapmaktadırlar. Aslında ilkel olan ırk isimleri alt kimlik, dînî isimleri (İslâm-müslüman) ise üst kimliktir. 

“Millet” kelimesinin dînî anlamı Kur’ân’da şu âyetlerle gösterilir:

“Ve kâlû kûnû hûden ev nasârâ tehtedû kul bel millete İbrâhîme hanîfâ(hanîfen), ve mâ kâne minel muşrikîn(muşrikîne).

“Yahudi yahut Hristiyan olun ki doğruya kılavuzlanasınız dediler. De ki: Hayır, öyle değil. Şirk ve yozlaşmadan uzak bir biçimde, İbrâhim milletinden (dîninden) olalım. O, şirke bulaşanlardan değildi. Şöyle deyin: Allah’a, bize indirilene, İbrâhim’e, İsmâil’e, İshak’a, Yâkub’a, onun torunlarına indirilene, Mûsâ'ya ve Îsâ’ya verilene ve diğer nebilere verilene inandık. Bunlar arasından hiç kimseyi ayırmayız. Biz yalnız O'na/Allah’a teslim olanlarız” (Bakara 135-136).

Kul sadakallâhu fettebiû millete İbrâhîme hanîfâ(hanîfen), ve mâ kâne minel muşrikîn(muşrikîne).

“De ki: “Allah, doğrusunu söylemiştir/vaadinde sâdıktır. Hadi artık hanîf olarak İbrâhim’in milletine (dînine) uyun! Müşriklerden değildi o” (Âl-i İmran 95).

Allah âyetlerinde milliyetçiliği değil, ümmetçiliği öne çıkarır ve emreder:

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin (milletlerinizin-ırklarınızın-kavimlerinizin) ayrı olması, O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rum 22).

İslâm’ı/ümmeti bölüp parçalayan şeydir milliyetçiliktir. Bunu Ali Şeriati şu şekilde açıklar:

“Soya bağlı bir toplumun sınırı olan milliyetçilik (nasyonalizm, şovenizm) bir inanç toplumu olan “ümmet”i sürekli parça-parça etmektedir. Öyle ki, Birinci Dünyâ Savaşı’nda Batı sömürgeciliği, milliyetçilik rûhunun filizlenmesiyle İslâm’ın dünyâ-gücünü içten parçaladı ve ırkçılık duygusunun dirilmesiyle -ki bu duygu İslâm’da ölmüştü- geniş İslâm hilâfeti ansızın bir sürü parçaya ayrıldı, o büyük gövde rasyonalizm kılıcıyla lokma-lokma oldu”.

Âyetin söylediğine göre milletlerin-ırkların-kavimlerin ayrı-ayrı olması Allah’ın âyetlerindenmiş. Artık diğer kavimleri aşağılayıp sâdece kendi ırkını/milletini öne çıkarmak, âyetlerin bir kısmını kabûl edip bir kısmını kabûl etmemek anlamına gelir ki Allah bunu şiddetle yasaklar ve bunun cezâsının çok ağır olacağını söyler:

“Sonra (yine) siz, bir-birinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp-çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyorsunuz. Oysa onları çıkarmanız size haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

İslâm’a göre birliğin temeli veya kaynağı kan veya soy değil, inançtır. Bu inanç tabî ki dînî inançtır. İslâm inancı.. Îman..

“Mü'minlerden iki topluluk çarpışacak olursa, aralarını bulup-düzeltin. Şâyet biri diğerine tecâvüzde bulunacak olursa, artık tecâvüzde bulunanla, Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın; eğer sonunda (Allah'ın emrini kabûl edip) dönerse, bu durumda adâletle aralarını bulun ve (her konuda) âdil davranın. Şüphesiz Allah, âdil olanları sever.

Mü’minler ancak kardeştirler. (Irkları farklı olsa da). Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz.

Ey îman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi-kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve bir-birinizi olmadık-kötü lâkablarla çağırmayın. Îmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar zâlim olanların ta kendileridir.

Ey îman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (bir-birinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabûl edendir, çok esirgeyendir.

Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve bir-birinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucûrat 9-13)

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar bir-birlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Tevbe 71).

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı-ayrı olması, O'nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rum 22).

Kur’ân’ı en az milliyetçiler/ırkçılar anlar.

El a'râbu eşeddu kufran ve nifâkan ve ecderu ellâ ya'lemû hudûde mâ enzelallâhu alâ resûlihî, vallâhu alîmun hakîm(hakîmun).

“Aşırı araplar (el arabu=Arapçılık yapanlar) inkâr ve nifak bakımından daha şiddetlidir. Allah'ın elçisine indirdiği sınırları bilmemeye de onlar daha yatkın ve elverişlidir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Tevbe 97).

“El arabu” aşırı arap, yâni “milliyetçi-ırkçı arap” anlamındadır. “El” bir şeyin “özel”liğini gösterir. O şeyi “özel” yapar. O şeyi “aşırı” yapar. “El”, o şeyin çok-çok oluşunun göstergesidir. Çok-çok arap, fazla arap, aşırı arap, arapçı, arap milliyetçisi, arap ırkçısı/kavmiyetçisi gibi. “El”, kendisiyle gelen şeyi aşırı öne çıkarır. “El arabu” de, araplığı-arapçılığı aşırı öne çıkarmak anlamındadır.

“Sen onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur’. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ (istek ve arzu)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara 120).

Hayrettin Karaman:

“Hristiyan batı dünyâsı, Macarlar gibi hristiyanlaşmış Türkler'i benimsediği hâlde, müslümanlığını korumuş Türkler’i hiç-bir zaman dost olarak görmemiştir” der.

Milliyetçilik diğerlerine göre kendisini aşırı öne çıkarır ve kendi görünüşünü ve görüşünü, kendi fikirlerini ve anlayışlarını aşırı öne çıkarttığı için, başkalarının görüşlerini kendi görüşlerinden çok üstün de olsa es geçer. Böylece bir üst anlayıştan/kavrayıştan kendini mahrûm etmiş olur. Artık kendi fikrî seviyesi kadar anlayışı vardır. Çünkü kendini milliyetçilikle sınırlar ve diğer milletlerin anlayışlarını düşük ve çirkin görür ve bu da, o fikirlere baş-vurmaktan imtinâ ettiği için milliyetçililerin Kur’ân’ı sınırlı anlamasına neden olur. Hiç-bir kimsenin ve kavmin anlayışı sonsuz ve tam yetkin olamayacağı için, milliyetçi sâdece kendi özel ve sınırlı anlayışına göre Kur’ân’ı yorumlayacağı ve fikirlerinin doğruluğunu sınayamayacağı için, meseleyi tam olarak idrâk edemez. İşin ilginç yanı, diğer milletlerin/kavimlerin anlayışlarını, onların kan-kemik-et-görünüş-kültür farkından dolayı değersiz görür ve kabûl etmez. Netîcede milliyetçilik, Kur’ân’ı eksik, dolayısı ile de yanlış anlamaya/kavramaya mahkûm olur.

Kendi milliyetini överek aşırı bir şekilde öne çıkaran milliyetçilik, bunu sâdece et-kemik ile değil, dil ile de yapmıştır. Dilinin en iyi dil olduğunu savunmuştur/savunuyorlar. Bu nedenle meselâ Türkiye’de yapılan Osmanlıca kıyımı nedeniyle türkçeye eklenen 5.000 kelimeye rağmen 60.000 kelimeyi silmiştir. Üstelik eklediği bu kelimeler de türkçe kelimeler değil, başta fransızca olmak üzere, “komik bir şekilde türkçeleştirilen” yabancı dillerin kelimeleridir.

Sanıldığının aksine türkler (ya da diğer ırklar), eskiden türklüğü çok fazla öne çıkaran kişiler değildi ve bunun muhabbetini de yapmazlardı. Herkes kendi boyunun/dîninin/lîderinin vs. isimleriyle tanıtırdı kendini. Irklarının ne olduğunu dert edinmezlerdi, çünkü çok başka dertleri-uğraşları vardı. Öyle ki, savaştıkları bir kavimle, bir-süre sonra birlik olup başka bir kavme karşı ittifak yapabiliyorlardı. Irk sorunu yoktu, “yaşama” sorunları vardı. 

Hüseyin Demirtaş:

“Türklüğü ele alırsak, sağlıklı bilimsel bir analiz yapabilmek için, etnisite ve dil bakımından Türk olan ile siyâsi anlamdaki Türk kavramının siyâsi anlamını bir-birinden ayırmak lâzımdır. 20. yüzyıla kadar olan kaynaklarda Türk adı Orta Asya’dan çıkan ve aynı kökene mensup Türk lehçelerinden birini konuşan bütün aşîret ve toplulukları nitelemekteydi, ancak 20. yüzyılda tanımladığımız siyâsi anlamda Türk kavramı târih sahnesine Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla çıkmıştır. Türklük, Türkî toplulukları ifâde eden şemsiye bir kimliktir. Türk ismi belirli bir topluluğa özgü etnik bir isim olmaktan çok, Türk soyuna mensup bütün toplulukları ifâde etmektedir.

Bu-günün aksine geçmişte kendisini doğrudan türk olarak tanımlayan neredeyse hiç-bir türkî topluluk yoktur. Türk adının Orta Asya’da daha eski bir târihi olmakla berâber, Anadolu’ya Türkiya(e) adı da 1071 Malazgirt Savaşı sonrası İtalyanların atası olan Venedik ve Cenevizliler tarafından verilmiştir. O dönem ve sonrasından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar da, türk deyince göçebelikten yerleşik hayâta geçmiş, sünniliği benimsemiş türkmen boyları yanında daha çok da müslüman olmuş şehirli yerli halklar (Rum, Ermeni, Gürcü, Süryâni) anlaşılmıştır. Bu algı Balkanlar’da daha belirgindir. Bu-gün bile Balkan ülkelerinde Türk denildiğinde otomatikman müslüman ve sünni akla gelir. Kastedilen kişinin Sırplığı, Arnavutluğu ve Yunanlılığı değil… Yine Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’daki gerek Türkmen, gerekse Kürt Aleviler arasında, Türk’ten bahsedildiğinde bu-gün dâhi hemen akla Türk=Müslüman-Sünni gelmektedir.

“Biz Türk’üz” cümlesini kuranlar yeni-yeni ortaya çıkmıştır.  Böyle bir tanımlama-tanıtma eskiden yoktu. Geçmişte Türk etnisitesine mensup Aleviler kendilerini Türklük gibi sünnilikle âdeta bütünleşmiş, eşitlenmiş bir kimlikle aslâ tanımlamadılar. Ya nasıl tanındılar ve kendilerini tanımladılar?. Kimisi kendisine Türkmen, Tahtacı, Çepni, Amuca, Ağaçeri, Siraç, Avşar, Varsak, Beydilli, Şamlu, Rumlu, Ustaçlu gibi geldiği Oğuz-Türkmen boyunun ve Tahtacılar ile Ağaçeriler gibi yaptığı mesleğin ismini verirken;  kimisi de Abdal, Kalenderi, Torlak, Işık Tâifesi, Babâi, Hurûfi ve Bedreddini diye kendini tanıtmış ve çevresinde öyle tanınmıştır. Aynı şekilde bu-gün kürt dediğimiz alevilerde de önceleri kendilerini Kürt veya Zaza diye tanımlayan bir topluluk yoktur. Onlar da “Sen kimsin ve kimlerdensin?” diye sorulduğunda, Kureyşan, Haydaran, Lolan, Sinemilli, Koçgirili, Cibranlı, Derviş Cemâl benzeri aşîret ve ocak isimleriyle kendilerini beyân etmişlerdir” der.

İslâm dîni de, milliyetçiliği değil, ümmetçiliği tavsiye eder:

“Sizden, hayra çağıran, ma’rûfu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önleyen bir ümmet (topluluk/cemaat) olsun…” (Âl-i İmrân 104). (Aynı kullanılış için yine bkz. Âl-i İmrân 113; Mâide 66; A’râf 159, 164, 181; Kasas, 23).

“Aslında insanlar, başlangıçta tek bir ümmet idi. Allah’ın gönderdiği peygamberler, onların sorunlarını çözüyorlardı. Ancak daha sonradan aralarındaki bağy (taşkınlık) yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Farklı-farklı dinler uydurdular ve değişik ümmetler hâline geldiler” (Bakara 213; Yûnus 19).

“Ma’rûfu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önlemeye çalışan İslâm ümmeti, insanlık içerisinden çıkartılmış en hayırlı ümmettir” (Âl-i İmrân 110).

“Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına, dînine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nîmetini düşünün. Hani siz bir-birinize düşmanlar idiniz de, O, kâlplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun (bu) nîmeti sâyesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz” (Âl-i İmrân 103).

“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

“Yerde debelenen hiç-bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç-bir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın…” (En’âm 38).

Peygamber Efendimiz’in (sav) Irkçılık ve Milliyetçiliğe Dâir Hadisleri..

“Milliyetçilik yapan, onun için savaşan veya onun yolunda ölen bizden değildir” (Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28).

“Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran bizden değildir; ırkçılık için savaşan bizden değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen bizden değildir” (Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28)

“Asabiyet (kavmiyetçilik) dâvâsına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ yolunda mücâdeleye girişen bizden değildir” (Ebû Dâvud, Edeb 112).

“Milliyetçiliği bırak! o kokuşmuş bir leştir” (Buhari ve Müslim).  

“Müslümanlar bir vücut gibidir, bir organı ağrı çektiğinde, diğerleri de acı çeker” (Müslim).

“Vasîle bin el-Eskâ (r.a.) anlatıyor: Ben, “Yâ Resûlullah!. Adamın kendi kavmine bir zulüm üzerine yardım etmesi asabiyetten (ırkçılıktan) mıdır?” diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Evet” buyurdu”. (İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949; Ebû Dâvud, Edeb 121, hadis no: 5119; Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160)

“Rasûlullah (s.a.s.)’a soruldu:”Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?”. Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir” (Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949).

“Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir” (Ebû Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117).

“Kim kâfir olan dokuz atasını onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur” (Ahmed bin Hanbel, 5/128).

“Bir kısım insanlar vardır ki, cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler, yada Allah nezdinde, pisliği burunlarıyla yuvarlayan pislik böceklerinden daha değersiz olurlar” (Ahmed bin Hanbel, 2/524; Ebû Dâvud, Edeb 111).

“Aziz ve Celil olan Allah sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla (atalarla) övünmeyi gidermiştir. Mü’min olan, takvâ sâhibidir. Kâfir olan ise şakîdir. Siz, Âdem'in çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bâzı adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle övünmeyi terk-etsinler. Çünkü onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler, yahut onlar, Allah indinde burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar” (Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116).

“Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terk etmiş olarak ölen kimsenin ölümü, câhiliyye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek mü’minin îmânına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefâ göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse, benim ümmetimden değildir. Asabiyet/ırkçılık duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut ırkçılık dâvâsı güderken körü-körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü câhiliyye ölümüdür” (Müslim, İmâre 57; Nesâî, Tahrim 27; İbn Mâce, Fiten 7; Ahmed bin Hanbel, 2/306, 488.).

“Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenk eder, kavmiyetçiliğe (milliyetçilik-asabiyet) çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre (öfkelenme) kapılırsa, câhiliyye ölümü üzere (kâfir olarak) ölür” (İbn Mâce, Fiten 7).

“Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez” (İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225).

“Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sâdece takvâ iledir” (Cem'u'l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632).

“Andolsun, biz sizi yarattık, sonra size sûret (biçim-şekil) verdik, sonra meleklere: Âdem’e secde edin dedik. Onlar da İblis’in dışında secde ettiler; o, secde edenlerden olmadı.

(Allah) dedi: Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi? (İblis) dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın”.

(Allah:) Öyleyse oradan in, orada büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin” (A’raf 11-13).

İşte âyetlerde de gördüğümüz gibi, Şeytan da aynısı yapıyor. Şeytan ilk milliyetçidir. Diyor ki: “Ben ondan üstünüm. Çünkü beni ateşten, onu topraktan yarattın”. Demek istiyor ki, ateş topraktan üstündür. İyi de neye göre?. Ateşin topraktan üstün olduğunu gösteren sâik (sebep) nedir?. Ateş topraktan neden üstün olsun ki?. Ateşin üstüne toprağı attın mı ateş-mateş kalmaz, söner gider. Yada ateş toprağı yakarak yok edebilir belki.. Aynı şekilde “insan şeytanları” da: “Ben diğer ırklardan üstünüm, çünkü ben mâvi gözlüğüm, sarı saçlıyım, uzun boyluyum; yada: Kara-kaşlı, kara-gözlüyüm, kaslı bir yapım var, hızlı koşabiliyorum, iyi yüzebiliyorum vs. vs. Tırı-vırıdan muhabbet. Sarı-saçın siyah-saçtan üstün olduğunun delîli nedir ki?. 0 grubu kanın AB grubu kandan üstün olduğunun delîli nedir?. Kafa-yapılarından brakisefal kafa-yapısının dolikosefal kafa-yapısından üstün olduğunun delîli nedir?. Elmacık kemikleri çıkık olsa ne olur çıkık olmasa ne olur?. Yada çene yapılarının farklı olması neden üstünlük yada düşmanlık nedeni olsun?. Bir milletin özelliklerinin bir diğer kavmin/ırkın özelliklerden daha üstün olduğunun delîli nedir?. Meşhur söz olan “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü de aynı.. Türk olmak bir ayrıcalık mı?. Bir ayrıcalıksa, meselâ Yunan, Arap, İngiliz vs. olmak ayrıcalık değil mi?. Hiç-biri bir ayrıcalık değil de Türk olmak mı ayrıcalık?. Bu gibi sözler basma-kalıp sözler olmaktan öte gidemez. Söylenmesi gereken asıl söz şu olmalıdır: “Ne mutlu “insanım” diyene!”. Tabi sözün en güzeli ise şudur: “Ne mutlu “müslümanım” diyene!”.

Irkçılık-milliyetçilik Şeytan’ın insan üzerinde en çok başarılı olduğu bir-kaç alandan biridir. Milliyetçilik bu nedenle Şeytan’ın sünnetidir.

Milliyetçilik, eski iyi durumları ve kişileri sürekli gündemde tutarak, mevcut durumun kötülüğünü perdeleyebilmektedir. İnsanları sürekli geçmişte kurulmuş bir devlete ya da devlet kurup başarılı olmuş bir lîdere kilitleyerek yapar bunu.  

Milliyetçilik, söylediğimiz gibi, fizîki görünüş ile ilgilidir. Et/kan/kemik/vücut-şekli/tip/duruş/oturuş vs. Tabi kültürel özellikler de önemlidir. Tüm milliyetçiler/ırkçılar/kavmiyetçiler, bu özellikleri en iyi kendilerinin taşıdığını iddia ederler. Zâten milliyetçilik de budur. İyi de; bu özelliklerin en iyisinin kendilerinde olan özellikler olduğunun delîli nedir ki?. Neye göre bu kıyası yapıyorlar?. Ölçü nedir?. Adam anne-babasından doğuyor ve anne-babası hangi milletten ise o da o milletten oluyor doğal olarak. Başka bir milletten doğsaydı o zaman  da o milleti övmeye ve öne çıkarmaya çalışacaktı. Aslında mevcut milletten olmasında onun hiç-bir dahli yok. Kendi çabasıyla olmayan bir “görece üstünlük”ten bahsediyor ve onu körü-körüne savunuyor. Hiç-bir delil yok, hiç-bir mantık yok, sağduyuya aykırı. Birilerinin verdiği gazla başlayan sûni, körü-körüne olan bir bağlılık. Bağlandığın şey ne?. Soyut kavramlar. Vatan nedir?, millet nedir?. Vatan; toprak-dağ-deniz-kaya-orman mı?. İyi de bunlar her yerde var. Millet de; kan-et-kemik mi?. Bunlar mı yâni?. Bu özellikler sende varsa diğerlerinde de var. Tamam; yaşadığın ülkeyi sev, Allah tüm Dünyâ’yı güzel yaratmıştır ve insanlar belli bir süre bulundukları ve yaşadıkları yere alışırlar ve orayı severler. Oranın güzelliklerini (yada kötülüklerini) en iyi onlar görürler çünkü. Bu nedenle de değer verirler. Bunda bir beis yok. Fakat en güzel vatanın, en güzel insanların, en üstün insanların bu vatan ve bu vatanda yaşayanlar olduğunu söylemenin delîli nedir?. Ölçü nedir ki?.

Yine, Türkçe yada başka bir dil neden başka bir dillerden üstün olsun ki?. Hangi dilin özellikleri, grameri, türetme potansiyeli vs. daha geniş ise o dil daha zengin bir dildir. Meselâ Türkçe neden Kürtçeden üstün olsun yada tam tersi?. Herkese ana-dili güzel ve anlaşılırdır. Türk’e göre Türkçe güzel bir dilse, Kürde göre de Kürtçe güzel bir dildir. Dilin salt kendisi değildir güzel olan. O dil ile ne söylendiği önemlidir. Kürtçe yapılan bir duâ, Türkçe yapılan bir küfürden üstündür. Türkçe söylenen bir şarkı, Kürtçe yapılan bir hakâretten üstündür. 

Üstünlüğü herkes kendine göre belirlerse gerçek üstün olanın kim olduğu nasıl anlaşılacak?. Üstünlüğü kim belirleyecek?. Üstünlüğü belirleyecek tek merci “EN ÜSTÜN OLAN’dır. Allah’tır. Allah diyor ki Şeytan’a: “Ey ateşten yaratılan, topraktan yaratılana secde (itaat) et”. Bitti!. Kompleks yapıp, bir kibre kapılıp kendi varlığının yapısını diğerinden üstün görerek ondan üstün olduğunu söylemek Allah’a isyandır. Terbiyesizliktir. Kibirdir. Anlamsız bir gururdur. İşte gerçek değersizlik de budur.

Sosyâl medyada dolaşan söyle bir söz vardır: “Türk ile Kürt ayrılırsa ortada ne Türk ne de Kürt kalır; fakat Türk ile Kürt birleşirse, ortada ne Fransız ne de İngiliz kalır”.

Müslüman ülkeler de milliyetçi oluyor. Çünkü artık müslümanlar İslâm’dan kaynaklanan kardeşliği ve bağlılığı kaybetmişlerdir. Yeni bir bağlılık arıyorlar ve bunun için de ulusçuluk-ırkçılık-milliyetçilik yoluna giriyorlar.

Övünülecek taraf, üstün olan taraf, “geçici olan” değil, “ebedî kalıcı olan” taraftır. Et-kemik-kan geçici olan şeylerdir, geçici olan şeylerle övünmek saçmalıktır, esas kalıcı olan İslâm ile öne çıkar insanın karakteri ve kimliği.

Annem-babam Türk kavminden olduğu için ve ben de onlardan doğduğum için, sorduklarında “Türk’üm” diyorum/derim. Bu benim hangi milletten olduğumu gösterir. Fakat bu kimlik benim için “üst-kimlik” değildir. Üst-kimliğim İslâm/müslümandır. Çünkü ben Türk fıtratı üzere değil, herkes gibi İslâm fıtratı üzerine doğdum. Benim üst-kimliğim İslâm olduğu için, ben ancak müslüman olmakla övünebilirim. Türk’lük benim için övünç-kaynağı değildir, bağlı olduğum ırkı gösteren, örfünde-kültüründe doğup-büyüdüğüm bir alt-kimliğimdir sâdece. Bu nedenle kendimi yırtarcasına Türk’lüğümü haykırmam, sâdece, Türk olduğumu söylerim. Bu, vatanını-milletini sevmemek demek değildir. Vatanıma-milletime yapılan bir saldırı karşısında elimden geleni yapmalıyım ve de yaparım. Bu zâten İslâm’ın da emridir. Yaşadığım ülkeyi sevebilirim de. En rahat edeceğim yer, doğal olarak doğup büyüdüğüm yerdir tabî ki de. Fakat yaşadığım ülkeyi kutsallaştırmam, çünkü netîcede tüm Dünyâ benim vatanımdır. Allah yer-yüzünü bize yaşama alanı olarak vermiştir.

İhsan Eliaçık:

“Benim görüşüme göre hiç-bir yer hiç kimsenin değildir. Yâni Türkiye Türklerin değildir. Kürdistan da Kürtlerin değildir. Bütün yeryüzü Allah’ındır. Misâl; sen diyorsun ki bu topraklar benim. Peki soruyorum sana kardeşim; bu coğrafya, bu topraklar senin ise neden ölürken berâberinde götürmüyorsun?. Demek ki senin değil bu topraklar. Biz “bu toprakların tek-sâhibi Allah’tır” diyoruz. Mülk Allah’ındır diyoruz. Sınırlar, devletler  geçicidir, halklar geçicidir. Târihin akışı içinde bunlar sürekli değişir. Hiç-bir millet bulunduğu ülkenin toprağında bir bitki gibi bitmemiştir. Göçler oldu, oraya sonradan geldi. Yeryüzünde insanlığın yayılışı böyle oldu. Bulunduğu yerden bitki gibi bitmedi. Türk olmak, Kürt olmak sâdece histir. Türk kanı, Arap kanı, Kürt kanı yoktur. A/Rh pozitif kan-türü vardır. İnsanlar topluluklar hâlinde yaşarlar. Dilleri ve renkleri sâdece Allah’ın âyetleri olarak kabûl edilmelidir. Bunlar yeryüzünün zenginlikleridir. Kur’ân’da Allah, “biz sizi bir-birinizi keşfedesiniz, bir-birinizi üretesiniz diye farklı kavimler şeklinde yarattık” diyor. Hakîkaten de sen bir başkası ile diyaloğa girmeden kendini üretemezsin” der.

Milliyetçi/ırkçı düşünce 1930 yılında adâlet bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt'a mecliste yaptığı konuşmada şunları söyletmiştir: 

“Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sâhibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hattâ dağlar bu hakîkati böyle bilsinler”!.

Milliyetçilerin “başbuğ” olarak kabûl ettikleri Atatürk, milliyetçilik/ırkçılık adına şu sözleri söyleyebilmiştir:

“Türkiye Türklerindir. Kanını taşıyandan başkasına inanma!.
Dünyâ üzerinde Türk’ten daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlık târihinde görülmemiştir.
Bir-gün ressamlar Türk’ün simâsını kaybederlerse, yıldırımı alsınlar yapıversinler.
Türklerin yaşadıkları her yer mîsak-ı millî hudutları içindedir.
Hayattaki yegâne üstünlüğüm Türk doğmaktır.
Biz doğrudan doğruya millet-severiz ve Türk milliyetçisiyiz.
Beni olağan-üstü bir kişi olarak yorumlamayınız. Doğuşumdaki tek olağan-üstülük Türk olarak Dünyâ’ya gelmemdir.
Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, Dünyâ’yı aydınlatan güneştir.
Eğer bende bâzı fevkalâdelikler görüyor/buluyorsanız, bunları sâdece ve yalnız Türk olmama, Türklüğüme bağlayınız.
Bu ülke, târihte Türk’tü, bu-gün de Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır.
Yüksel Türk!. Senin için yüksekliğin hudûdu yoktur.
Taş kırılır, tunç erir. Ama Türklük ebedidir.
Yurttaşlarım!. Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir.
Türk, Türk olduğu için asildir. Çoğumuz büyük-babamızın babasını hatırlamayız. Bütün soy gururumuzu, Türk olmanın bilincinde buluruz.
Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağımdır.
Ulusal varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı, “Türk’üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi” diyelim.
Türk, çetin işler başarmak için yaratılmıştır.
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
Bir Türk, cihana bedeldir”.

Oysa Allah Kur’ân’da:

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin (milletlerinizin-ırklarınızın-kavimlerinizin) ayrı olması, O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rum 22) ve;

“Ey îman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi-kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve bir-birinizi olmadık-kötü lâkablarla çağırmayın. Îmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar zâlim olanların ta kendileridir” (Hucûrat 11) denir.

Allah diyor ki: En üstününüz benim!. Benden başka büyük yoktur. (Allahuekber!). Kimin üstün olduğunu Ben belirlerim. Diyorum ki, üstünlük takvâ iledir. Takvâda kim ileri ise o üstündür. Milleti, dili, rengi, kavmi vs. ne olursa-olsun.

Milliyetçilerin ilkeli de moderni de aynı düşüncededir: Zenciler Şeytan’ı çirkin göstermek için beyaz renkte düşünür ve beyaz renkli olarak resmederler. Moğollar Hz. Âdem’in, kendilerince en güzel ve ideâl tipin sarı bir mongoloid tip olması dolayısı ile sarı renkli yaratıldığına inanırlar. Kendi ırkından, dilinden, tipinden (a-normâl durumlar hâriç) nefret eden yok ki. Herkes kendi ırkından-milletinden memnun. Zâten Allah her millete ayrı-ayrı güzellikler ve özellikler vermiştir.

Benedict Anderson:

“Ulusların doğuşu ve gelişimi, dinsel cemaatlerle, hânedanlıkların çöküşüyle, kapitâlizm ve yayıncılığın gelişmesi, resmî devlet dillerinin oluşumu ve “zaman” kavrayışımızın değişmesiyle ilgilidir. Ulusu, kan-bağı gibi hayal edilmiş bir topluluktur. Milliyetçilik, ilk kez Amerika’da ortaya çıktıktan sonra, önce Avrupa’daki halk hareketleri, sonra emperyalist güçler ve nihâyet Üçüncü Dünya’nın anti-emperyalist mücâdeleleri tarafından kopyalanıp çoğaltılabilir bir model oluşturmuştur. İnsanlığı ve coğrafyayı ulusal sınırlara bölerek, her-biri kendinin “en eski ve en köklü olduğunu” iddia eden ve sürekli “dış düşmanlara” karşı bir “biz” kimliğiyle kendilerini meşrûlaştıran ulus-devletlerdir. Bu yönüyle içi boş bir ideolojidir. Koşulların gerektirdiği her-şeyle doldurulabilir. Kendi başına vâr olan, sâbit, evrensel nitelikli ilkeleri yok. Bunun yerine daha çok bir “söylem”ler dizgesi olarak karşımıza çıkar. Faşizm, liberâlizm, muhâfazakârlık, sosyalizm gibi ideolojilere eklemlenir. Hangi ideoloji ile ittifak yaptığına bağlı olarak milliyetçi ilkeler de farklılaşır” der.

Ernest Gellner, milliyetçiliğin sanâyi toplumuna özgü olduğunu ve modern milletleri yaratanın milliyetçilik olduğunu belirtir. Milliyetçilik, modern devletin idâri gerekliliklerine yanıt vermek için ortaya çıkan bir ideolojidir.

Milliyetçilikte insanlar vatan-millet uğruna gayret gösterdiklerini ve hattâ savaşıp öldüklerinde şehit olacaklarını zannederler ama aslında “vatan” denilen soyut varlık üzerinden bir grup “seçkin” ya da “hırsız” için ölmüşlerdir ve bu ölüm çok normâl bir ölüm değildir.  

“Türk-Kürt kardeştir” sözü bile ırkçı bir sözdür. Bir ayrışmanın olduğunu gösterir.

Atasoy Müftüoğlu:

“İslâm bütün insanlığa hitâp eder. Biz âlemlerin Rabbi olan Allah’a inanıyoruz. Türklerin, kürtlerin, arapların, şunların-bunların Rabbine değil, âlemlerin Rabbine inanıyoruz. Kitab-ı Kerim’de Allah tüm insanlara hitâp ediyor. Modern sosyolojinin vatan, millet, toprak gibi, yaptığı tanımlar, içeriği olmayan sloganlardır. Milliyet ve kan-akrabalığına dayalı ortaklıklar ilkel ortaklıklardır” der..

Milliyetçilikte “insan katılımı” da engellenmiştir. Anadan-doğma o millete mensup değilseniz o milletten olamazsınız. Bünyamin Zeran:

“Ulus-devletin içe kapalı ve dışlayıcı özelliği aynı-zamanda onu demografik artış yönünden tek seçenekle karşı-karşıya bırakmıştır. Bu da kendisinin biyolojik temelli olmasının bir netîcesidir. Bu sebepten, dinlerin aksine çoğalma, ulus-devlette sâdece “üreme” ile mümkündür. İslâm’da ise ümmet îman ile çoğalır” der.

Milliyetçilik, biyolojik bir oluşumdur. İslâm ise, îman-inanç temellidir. Kişi, ilâhi olanla irtibâtını kesmeye başladığında ve kestiğinde, milliyetçiliğe/kavmiyetçiliğe kapılır. O hâlde milliyetçilik, göklerle irtibâtın kesilmesi yada en azından sınırlandırılmasıyla başlar.

Milliyetçilik bir projedir. Türk milliyetçiliğini sistemleştiren ve başlatan kişi bir Türk değil, bir Kürttür. Bu kişi Ziyâ Gökalp'tir. Ziyâ Gökalp “Türkçülüğün Esasları”nı yazmadan önce “Kürtçülüğün Esasları”nı yazmıştı. Yine arap milliyetçiliğini körükleyen de batının adamlarıydı ki en başında Lawrence gelir. Milletleri bir-birlerine düşman etmek isteyenler farklılıkları açığa çıkararak bunu yapıyorlar. Farklı yöntemler de vardır. Meselâ Türkler ile Arapları şu sözlerle bir-birlerine düşman etmeye çalışmışlardır: Türklere demişlerdir ki: “Araplar sizi arkadan vurdu”.. Araplara da demişlerdir ki: “Türkler sizi kendi hâlinize bırakıp gitti. Zâten dîni de bıraktılar ve laik oldular”. Yaptıkları bu düşmanlaştırma kısmen başarılı olmuştur. Laik kesim sırf bu yalanlar yüzünden 80 yıl Araplarla ilişkilerini kesmişler ve en azından ekonomik olarak büyük ölçüde onlardan ayrılmışlardır. Tabi doğan boşluğu “başkaları” doldurmakta gecikmemiştir. Zâten plânları da buydu.

“Bâtılın Tehlikeli Gerçekleri ve Şeytan’ın Hizmetkârları” yazısında şöyle denir:

“Devreye Türk kimliğinde düşünürler-yazarlar-şâirler girdi. (Bunların tamâmına yakını kripto yahudiydi). İslâm’ı karalayan, türklüğü bir din hâline getiren yazılar, kitaplar, şiirler ve ırkçı bir kimliğin oluşması için türklüğü göklere çıkaran söylemler başladı. Arapları hâin ve düşman îlan ederek, İslâm’ın bir arap kültürü olduğu düşüncesini empoze ettiler, böylelikle insanları İslâm’dan uzaklaştırmaları daha da kolaylaştı...”

Bir zamanlar Bağdat’lı, Sûriye’li, Makedonya’lı vs. olanlar aynı milletten sayılırken, şimdi kesin çizgilerle ayrılan sınırlar yüzünden nerdeyse selamlaşmıyorlar bile. Dandik bir “sözde sınır” nedeniyle kardeşler arasına düşmanlıklar, fitneler sokulmuş durumda. Bir-türlü o sûni sınırları kaldırıp da kucaklaşamıyorlar ve birlik olup bir-birlerinin yaralarına merhem olamıyorlar ve kendilerine saldıranlara karşı birlikte karşı koyamıyorlar. Çürümeye mahkûm bir tel-örgü, ümmetin buluşmasını traji-komik bir şekilde işte böyle önlüyor.

Mustafa İslamoğlu “Evet ana, bizim Kâbil” başlıklı yazısında şunları söyler:

“Bir milletvekili dostum anlatmıştı. Körfez Savaşı sırasında, ABD ve İngiliz uçakları Bağdat’a bomba yağdırırken, dönemin bakanlarından biri şunları anlatıyor: “Benim 90 yaşına merdiven dayamış bir anam var. Televizyon sunucusunun “ABD Bağdat'a bomba yağdırdı” anonsunu duyunca, rengi attı, gözleri dolu-dolu oldu, bana dönüp sordu:

“Oğlum, bu Bağdat bizim Bağdat mı?”

....?

“Oğlum, bizim Bağdat’ı mı bombalıyorlar?”

“Ne diyeceğimi bilemedim, üzülmesini de istemedim, ama yalan da söyleyemedim”.

Anam, sana sesleniyorum; tüm analara sesleniyorum:

Haçlılar “bizim Kâbil’i” bombalıyorlar...

“Bizim Kandahar’ı” bombalıyorlar...

“Bizim Mezar-ı Şerif’i” bombalıyorlar!..”

Milliyetçilik ile ilgili sözler:

 “Vatanseverlik, boş sebepler için ölmeye ve öldürmeye gönüllü olmaktır” (Bertrand Russell).

“Irkçılık: Geri-zekâlılığın bir işâreti; gösterir ki, bir birey başka ırkların kendisininkinden bile daha kötü olabileceğine inanıyor” (Chaz Bufe).

“Dünyâ’nın uzayda ufacık bir nokta olduğunu gördükten sonra, milliyetçiliğin en aşırı çeşitlerinin nasıl hâlâ ayakta durabildiğini anlayabilmek kolay değil” (Arthur C. Clarke).

“Bir insanın ülkesini sevmesi takdir edilecek bir şey. Ama sevgi neden sınırda bitmek zorunda?” (Pablo Casals).

“Millet, ataları hakkındaki sanrıyla ve komşularına karşı ortak nefretle birleşmiş toplumdur” (William Inge).

“Milliyetçilik, sizin, orada doğduğunuz için bu ülkenin diğer tüm ülkelerden daha mükemmel olduğunu zannetmenizdir” (George Bernard Shaw).

“Milliyetçilik çocuksu bir hastalık. İnsanlığın kızamığı” (Albert Einstein).

“Milliyetçilik, şerefsiz bir politikacının son sığınağıdır” (Samuel Johnson).

“Irkçılık câhilin sığınağıdır. Bölmek ve yok etmek ister. Özgürlüğün düşmanıdır ve kafa-kafaya çarpışıp yok edilmeyi hak eder” (Pierre Berton).

“Milliyetçilik, beyinsizliğin şeytâni ve psikopatça bir formu” (George Bernard Shaw).

“Benim uğruna savaşacak bir ülkem yok; benim ülkem Dünyâ ve dünyâ-vatandaşıyım” (Eugene V. Debs).

“Vatanseverlik bir çeşit din; Bütün savaşların içinden çıktığı yumurta” (Guy de Maupassant).

“Bir adam bir nehrin öteki tarafında yaşıyor ve onun lîderi, benim lîderimle kavga etti diye, biz aramızda kavga etmediğimiz hâlde, kalkıp bir-birimizi öldürmeye kalkışmamızdan daha aptalca bir şey olabilir mi?” (Blaise Pascal).

“Vatanseverliği insan ırkının aklından silmedikçe asla sessiz bir Dünyâ’mız olmayacak” (George Bernard Shaw).

“İnsanlardaki milliyetçiliği uyandırmak için savaş davullarını çalan bir lîderden uzak durun. Çünkü şüphesiz milliyetçilik iki ucu keskin bir kılıç. Hem insana deli cesâreti verir, hem de aklı daraltır. Ve savaş davullarının sesi azaldığı zaman ve kan nefretle kaynadığı zaman ve akıl kapandığı zaman, lîder vatandaşlarının haklarını kısıtlamak ihtiyâcı duymaz. Çünkü korkuyla vurulan ve milliyetçilikle körleşen vatandaşlar büyük bir memnûniyetle haklarını lîdere teslim ederler. Bunu nasıl mı biliyorum?. Biliyorum, çünkü bunu yaptım. Ve ben Sezar’ım!” (Sezar).

“Benim ülkem Dünyâ ve dînim iyilik yapmak” (Ralph Waldo Emerson).

“Benim Viet Konglarla bir problemim yok. Hiç-bir Vietnamlı bana “kara” demedi” (Muhammed Ali 1967 Vietnam'da savaşmayı reddederken).

“Gorbaçov'a eğer âniden başka bir gezegenden Dünyâ’ya bir tehdit gelseydi, bu toplantılarda işimizin ne kadar kolay olacağını söylemekten kendimi alamadım. Bir kez daha bu Dünyâ’da berâberce insan olduğumuzu hatırladık” (Ronald Reagan).

“Bütün savaşlar iç-savaştır, çünkü bütün insanlar kardeştir. Her kişi, insan ırkına, doğduğu ülkeye olan borcundan sonsuz daha fazla borçludur” (Francois Fenelon).

“Gerçek uygarlık, herkesin diğerine kendisi için istediği her hakkı vermesidir” (Robert Ingersoll).

“Geleneksel milliyetçilik, atomun fisyonundan kurtulamaz. Ya tek Dünyâ! Ya da hiç” (Stuart Chase).

“Her ne kadar oldukça güçlü egoistler olsak da, bir-çoğumuz, milliyetçiliğin daha çok vazgeçmek zorunda olduğumuz bir ahlâksızlık olduğunu görmeye başladı. Her birimiz yeni korkunç saldırı silahlarıyla tehdit ediliyoruz ve bu, uluslar-arasında barış için uzun zamâna ihtiyaç olduğunu gösteriyor” (Erwin Schrödinger).

“Ne ırkçılık, ne de din eskisi gibi işlememeye başladı. Dünyâ'yı tek bir organizma olarak gören yeni bir bilinç gelişti ve bu bilinç fark etti ki, savaş içindeki her organizma kendi-kendini yok eder” (Carl Sagan).

Sâdece Kur’ân’da değil, diğer kitaplarda da anti-milliyetçi ifâdeler vardır:

“Ne Yahudi ne Yunan’lı vardır, ne kul ne âzatlı vardır, ne erkek ne dişi vardır, çünkü Mesih Îsâ’da tümünüz birsiniz” (Gal. 3:28).

Eyub Kitabı’nda da efendi ve kölenin ortak insanlığından söz edilmiştir:

“Benimle ters düştüklerinde kölemin ve hizmetçimin hakkını yemişsem, Tanrı yargıladığında ne yaparım?. Hesap sorduğunda ne yanıt veririm?. Beni ana-karnında yaratan onu da yaratmadı mı?. Rahimde bize biçim veren O değil mi?” (Eyyûb 31: 13-15).

Din-merkezli toplumlar, yenilgi ve zayıflamayla berâber, bunun telâfisi olarak eski zamanlardan medet umarlar. Milliyetçi-ırkçı düşüncelerin çıkış-noktalarından biri de budur. Osmanlı’nın yenilgilerden sonra zayıflamasıyla berâber başlayan bu tarz düşünüşler, yıkılışla berâber Osmanlı’yı oluşturan toplumlarda, başta Türk’ler olmak üzere diğer kavimlerin milliyetçi-ırkçı kavmiyetçiliklere yönelmelerine sebep olmuştur. Zâten daha önce İslâm ve Osmanlı devletleri ve medeniyetleri, gayr-i müslim batı’nın bütünselliğini bozmuş ve onları kavimlere ayırmıştı. Ümmetin dağılmasıyla birlikte Avrupa’lılar yeniden birleştirip Avrupa Birliğini oluşturdu. Demek ki milliyetçiliğin nedeni, yenilgilerin sonucunda oluşan zayıflık ve dağılmışlıkken; ümmetin nedeni de birlik ve güçtür. Milliyetçilik-ırkçılık bir zayıflık göstergesidir. Ümmetsel zayıflık kişisel zayıflığa dönüştürülerek, görece zayıflıktan kurtulunmuş gibi gösterilmektedir.

Din azalınca milliyetçilik başlar. İnsan “değer”siz yapamaz zîrâ. İnsan, dinden boşalan yeri ilk-önce “eski” ile doldurmaya çalışır. Târihsel milliyetçilik başlar böylece. Şehir efsânesidir milliyetçilik.

Milliyetçilik, insanların kuru-kuruya bağlandıkları ve alışkanlık edindikleri boş bir oyalanma alanıdır. Değerlerini bir şekilde yitirmiş yada yaralamış olan insanların “değer ihtiyacı”ndan doğan bir bağlanma şeklidir. Fakat bu bağlanış şekli seküler/materyalist (maddî) bir bağlanma şekli olduğu için bâtıldır. Hele bir de İslâm’dan kopmadan milliyetçiliğe bağlılığını sürdürmek isteyip de: “Türk-İslâm; Anadolu İslâm’ı”  gibi zırva sözlere sığınmalar tam bir şirktir. İslâm kendine tam yeten bir dindir ve yanında hiç-bir isme ve ideolojiye ihtiyaç duymaz. Üstelik kullanılan söz; “İslâm-Türk” de değil, “Türk-İslâm”. Yâni ilk önce Türk’lük, sonra İslâm. Böyle olunca da ana unsur İslâm’a rağmen Türk’lük olacaktır ki bu İslâm’a da bir hakârettir. Unutulmasın ki, vatan sevgisi, Dünyâ sevgisidir.

Ölen kişinin ırkı-milliyeti ortadan kalkar. Bir-süre sonra mezarda kalan kemiklerin hangi ırka-millete âit olduğunun bir önemi yoktur.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Temmuz 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder