“Onun (insanın) önünden ve arkasından
izleyenleri (tâkipçileri) vardır, onu Allah'ın emriyle gözetip-koruyorlar.
Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya
kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz. Allah bir topluluğa
kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç-bir (biçimde imkân) yoktur;
onlar için O’ndan başka bir veli yoktur” (Ra’d 11).
Osmanlı, 1910 yılına değin
her ne kadar İslâm’i ve insânî anlamda sorunları olan bir devlet olsa da, yine
de Osmanlı’da İslâm’ın ve adâletin bir geçerliliği vardı ve ümmeti bir-arada
tutabiliyordu. Bu nedenle Osmanlı, ümmetin onurunu-şerefini de koruyan bir güç
olarak ortada duruyordu. Ümmetin yeniden birliği ve dirliği sağlanabilirdi
fakat Osmanlı bâzı açılardan geri döndürülemeyecek oranda “görece” geri
kalmıştı. Bu geri kalış, “batı’ya göre olan bir geri kalış” idi daha çok. Lâkin
Osmanlı’nın, gerçek anlamda da geri kaldığı, daha doğrusu gidişâtını bozduğu
yerler vardı. Yukarıdaki âyette de söylendiği gibi; ilâhi sisteme yâni
sünnetullaha aykırı davranıldığında, gidişat bozularak durum tersine dönmeye
başlar. Osmanlı’nın başına gelen şey budur. 1700’lü yıllarla birlikte bir-çok
alanda dirâyetini kaybeden Osmanlı Devleti duraklama dönemine girmişti.
Duraklama demek, gerileme demektir. İlerlemezseniz, duraklamaya ve dolayısı ile
gerilemeye başlarsınız zîrâ.
Osmanlı’nın geri
kalması en başta ilim alanındaki zayıflığı ve zayıflaması nedeniyledir. Fahri
Unan, Osmanlı’nın en güçlü çağından sonra ilimde başlayan gevşeklikten
bahsederken şunları söyler:
“Sahn
medreselerinin kuruluşundan (1470) XVI. yüzyılın sonlarına kadar (yâni 130 yıl
boyunca) yekûn 37 eserin yazıldığını görürüz. Bunların içerisinde sâdece 3 (%
8.1)’ü aklî ilimlerle ilgili idi. XVII. yüzyılda ise yekûn 15 adet şerh
nitelikli eser yazıldığı, bunlardan yalnız birinin aklî ilimlerle ilgili olduğu
gözükmektedir. XVIII. yüzyılda ise, eldeki verilere göre, hiç-bir konuda şerh
yazılmadığı dikkati çekmektedir.
Kezâ,
konuya başka bir açıdan bakarsak, 1470 ile 1730 yılları arasında, yâni yaklaşık
300 yıllık bir dönem zarfında te’lîf olarak yekûn 14 (% 6) tefsîr, 48 (% 20.5)
fıkıh, 25 (% 10.7) aka’id ve kelâm, 11 (% 4.7) ahlâk ve bir tâne de hadîsle
ilgili, yâni kısaca dînî muhtevâlı olmak üzere yekûn 99 eser yazılmıştı. Aynı
süre içerisinde edebiyat ve târihle ilgili 58 (% 24. 7), Arap dilinin muhtelif
durumlarıyla ilgili 11 (% 4.7) ve ayrıca konuları belirsiz olmakla birlikte,
‘fünûn-ı ‘âliye’ ibâresinden dînî nitelikli oldukları şüphe götürmeyen 30 (%
13) ve sayıları belirsiz en az 14 (% 6) çalışma (dînî nitelikli ‘bâzı resâ’il’)
yazıldığı görülmektedir. Diğer bir deyişle, yekûn 234 te’lîf eserden 143 (% 61.
7)’ü dînî muhtevâlı idi. Edebiyat, târih ve Arap diliyle ilgili eserlerde
(yekûn 69) dînî kültürün yoğun olarak işlendiğini de unutmamak gerekir.
Aynı-şekilde,
belirtilen dönem içerisinde şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîkat, kelimât, tasnîf ve
tercüme nitelikli yekûn 336 çalışma ortaya konmuştu. Bunlardan 55 (% 16.3)’i
tefsîr, 128 (% 38)’i fıkıh, 64 (% 19)’ü aka’id ve kelâm, 10 (% 3)’u ise ahlâk
ve tasavvufla ilgiliydi. 6 (% 1.8) tâne hadîsle ilgili çalışma bulunuyordu. 74
(% 22) tâne ise tasnîf (derleme, mecmua) ve tercüme meydâna getirilmişti;
bunların mühim bir kısmı fetvâ mecmualarından oluşuyordu.
Değerlendirmeye
tâbi tutulan süre içerisinde yekûn 36 adet irili-ufaklı aklî ilimler
kategorisine sokulabilecek çalışma ortaya konmuştu. Bunlar da umûmiyetle
hey’et, hendese, hesap, riyâziye, vs. gibi konularla ilgilidir.
Kezâ,
meseleyi başka bir açıdan daha değerlendirebiliriz: Aynı dönem içerisinde yekûn
1191 müderristen 194 (% 16.3)’ü kalem oynatmış, belirli bir ilmî faaliyet
göstermiş ve irili-ufaklı bir-takım çalışmalar ortaya koymuştu. Bu durum,
ulemânın büyük çoğunluğunun yazmaktan hoşlanmadığını göstermektedir. Nitekim,
bir kısmı şuurlu olarak yazmaktan kaçınmış veyâ yazmaya üşenmiştir. Ancak,
büyük bir kısmının yazacak kudreti bulunmadığı söylenebilir. Sahn’a kadar
yükselen, buralardan büyük kadılıklara (mevleviyetlere) geçen, üst mevkilerde
mühim vazîfeler îfâ eden insanların ‘ilmî kifâyet’ bakımından ortaya koydukları
bu tablo, hiç de iç-açıcı gözükmemektedir.
Yukarıdaki
tedkikler, Sahn müderrisleri tarafından ortaya konulan eserlerin, XVI. yüzyılın
sonlarından başlamak üzere, kemiyet ve keyfiyet bakımından hızlı bir düşüş
kaydettiğini göstermektedir. Hakîkaten, XVI. yüzyılın son çeyreği bu bakımdan
tam bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Bu durumun, devletin ve cemiyetin
içinde bulunduğu siyâsî, içtimâî, iktisâdî ve kültürel pek-çok âmili bulunduğu
düşüncesindeyiz. Çünkü, umûmî olarak Osmanlı devletinin duraklamaya
başlamasıyla, ilmî performanstaki düşüşün aynı döneme tekâbül etmesi, son
derece dikkat çekici bir vâkıadır. Esâsen, sosyâl müesseseleri çevre
şartlarından etkilenmeyen, hayattan kopuk kuruluşlar olarak görmek mümkün
olmasa gerektir. Sahn medreseleri müderrisleri tarafından ortaya konulan ilmî
çalışmaların, XVI. yüzyılın sonlarından îtibâren düşüş göstermesi, kanaatimizce
işte böyle bir etkilenmenin netîcesi olmalıdır.
Bu-arada,
ulemânın yetişme safhaları ile ilmiye tarîki içerisindeki hareketleri esnâsında
nasıl bir ilişkiler-ağı içerisinde yollarına devâm etmeye çalıştıkları da
dikkate alınmak zorundadır. Bu durum, onların zihinlerini sürekli olarak,
münhasıran ilmî konuların dışındaki ilişkiler-ağını da hesâba katmak zorunda
bırakmış olmalıdır. Osmanlı medreselerinden yetişen ilim-adamlarının devletin
yönetim kademelerine geçmek için fevkalâde arzûlu olmalarını, ilmî verimin geri
plâna itilmesi olarak yorumlamak mümkündür. Dolayısıyla, ulemânın bu şekilde
bürokratik mekanizma içerisinde yoğun olarak yer alması, onun ortaya koyacağı
ilmî ürünleri doğrudan etkilemiş olmalıdır”.
Medreseler bozulduğu oranda Osmanlı
zayıflamıştır. Tabi bu bozulma özellikle 16. yüzyılın sonlarında başlamıştır ve
giderek artmıştır.
Bir makâlede
Osmanlı’nın geri kalış nedenleri şu şekilde anlatılır:
“Osmanlı Devleti’nin çökmesinin nedeni
deli pâdişahlara ve beceriksiz yöneticilere bağlanır. Aslında gerçek bundan çok
uzaktır. Güçlü ve oturmuş bir yönetim-sistemi olan devletler, kötü yönetime
rağmen ayakta kalmayı başarır.
Prof. Oral Sander çöküşün sebeplerini şu
şekilde söyler:
1- Coğrafi Keşifler, o-zamâna kadar tarıma
dayanan Avrupa, ekonomisini kökünden değiştirmiş ve kolonilerden akan altın,
gümüş ve değerli madenler ile ekonomik düzen alt-üst olmuştur. Ama hâlâ bir
tarım-toplumu olan ve savaş gelirlerine (yağma ve dış ülkelerden alınan vergi)
muhtâç olan Osmanlı bu değişikliğe ayak uyduramamıştır.
2- Fetihlerin durması ile yağma gelirleri
azalmış, savaşların kaybedilmesiyle ise dış devletler vergi vermeyi kesmiştir.
1. madde sebebiyle çöken Osmanlı ekonomisi, 2. nedenle de hiç-bir zaman ayağa
kalkamamıştır.
3- 19.yy’dan başlayan endüstri devrimini
kaçıran Osmanlı, kapitülasyonların da etkisiyle Avrupa ülkeleri için bir
iç-pazar hâline gelmiş, çökmüş olan ekonomisinin yüzünden de kaçırdığı
endüstrileşmeyi bir-türlü yakalayamamıştır.
4- Mâliyesi çökmüş olan
Osmanlı, askerî alandaki yenilikleri kaçırmış, ve 19.yy’da girdiği çoğu
savaştan yenik çıkmıştır.
5- Fransız Devrimi ile
ortaya çıkan “Millet” kavramı, çok-uluslu yapısı olan Osmanlı Devleti’ni zorda
bırakmış, dış destekli ayrılıkçı etmenlerle uğraşmak zorunda kalmıştır.
6- Ve son olarak, dinsel
bir nitelik gösteren Osmanlı Devleti’nde otoritelerini kaybetmek istemeyen din-adamları
devlet işlerine karışmış ve yenilik hareketlerini baltalamıştır.
Ana nedenler genel olarak bunlar.
Görürsünüz ki bütün mesele “Para”ya geliyor. Osmanlı Devleti'nin mâliyesi
çökünce, devlet de onunla berâber çökmüş. İlk kez Kırım Savaşı’nı finanse etmek
için alınan dış borçların değil tamâmını, fâizlerini bile ödeyemez hâle gelen
Osmanlı, 1918'e kadar zorlukla dayanmış ve 1. Dünyâ Savaşı ile son nefesini
vermiştir”.
Batı’yı “güyâ güçlü” yapan, bir-zaman önce merhâmeti
terk etmesiydi. Merhâmeti terk edince artık insanları sömürmesinin önünde bir engel
kalmadı ve her-şeyi kolayca sömürebilecek ve bu sömürünün netîcesinde
zenginleşebilecek hâle geldi. Bunu, özü merhâmet olan İslâm toplumuna mensup
Osmanlı yapmadı. Yapamazdı çünkü. Vicdânı izin vermezdi her-şeyden önce. İç-içe
yaşadığı vahiy-medeniyet izin vermezdi. Vermedi. Birileri (batı) merhâmeti terk
etti ama Osmanlı terk etmedi. Terk edenler “zengin” olurken, Osmanlı doğal
kaldı. İşte doğu ile batı arasındaki maddî fark bu nedenle ortaya çıktı. Yoksa
Osmanlı; “yok matbaayı geç kurmuş, yok teknolojiden uzak kalmış, yok bilmem ne”.
Bunlar “fark”ın oluşmasındaki asıl neden değil. Osmanlı, yâni müslümanlar doğru
olarak; yapmaması gereken şeyi yapmadı. Birilerinin canları pahasına sömürüyü
ve “sınırsızlığı” seçmedi. Ama “batı” seçti. Batı, merhâmetten, yâni dinden
uzaklaşarak koptu gitti. Böylelikle zenginliği yakaladı. Amerika’yla başlamıştı
soygunculuğa ve sömürüye. Sonra da zengin olmayı, dînin engellediğini
göstermeye çalıştı. Hâlen de göstermeye çalışıyor. Biraz da vicdan azâbından
dolayı rahatsız oluyor ve vicdânını baskılamak için “varlık yaması” kullanıyor.
Bâzı hayvan karakterli olanlar da “keşke Osmanlı da sömürseymiş, biz de
“zengin” olurduk” diyorlar. Avrupa’nın cins kafası
Montaigne, “Denemeler” isimli eserinde bu zihniyetle şu şekilde konuşur.
“Osmanlı ahmak bir millettir. Çünkü
fethettiği ülkelerin ham-maddesini, insan-gücünü ve toprağını kullanmaz,
tam-tersi yatırım yapar, yol yapar, köprü yapar, hasta-hâne yapar vs… Evet;
Osmanlı, sömürgeci Avrupa kafasının gözünde bir ahmaktır. Çünkü sömürmez. Buna
en başta inandığı dîni müsâde etmez, sonra insanlığı”..
Osmanlı’da burjuvazi
oluşmadı. Çünkü din ve düzen nedeniyle oluşamazdı. Daha sonra kapitâlizm de
gerçekleşemedi. Bu nedenle kişisel servet ve bu servet nedeniyle Şeytan’ın
sömürü telkinleri olmadı. Sınırdan fazla olan para, dinsiz bir düşünce doğurur
ve bu düşüncede insanlara acıma yoktur. Dinsizlik, vicdansızlık demektir zîrâ.
Böylece vicdânını bir kenara atan sermâye sömürüye başladı. Haçlı Seferleri
sonunda çeşitli zenginlikleri gören batı, bu zenginliklerle büyülenince, böyle
zenginliklere nasıl ulaşacağının derdine düşmüştü. En sonunda buna hırsızlıkla
ulaşabileceğine inanmış ve hırsızlığa da Amerika ile başlamıştır. Evet, Amerika
hırsızlığın bir sonucudur. Hırsızlık uygarlığıdır. Hâlen de hırsızlığa devâm
ediyor. Batı, sonradan geliştirdiği “ilim-bilim”in iktisâdi alt-yapısını da
hırsızlıktan kazandıklarıyla, yâni çaldıklarıyla kurmuştur. Amerika’da başlayan bu sömürü devâm ediyor.
Asıl neden budur. Diğer
nedenler olan; borca sokulması, kadroların tasfiyesi, savaşa sokulması, batının
farklı ticâret (deniz) yolları bulması, kapitülasyonlar vs. nedenler değil sonuçlardır.
Osmanlı’da sermâyedar yoktu,
olamazdı da. Zîrâ sömürgeci değildi Osmanlı. Bu nedenle kişisel sermâye
birikmedi ve işçilerin sefil olduğu sanâyileşmede yaşanmadı. Ahmet Tabakoğlu:
“İşçi sefaleti olmadan sanayi-devrimi gerçekleşmezdi. Aslında kitlevî
üretimi ve bunun sonuçlarını biliyorduk fakat icrâ etmedik, çünkü bu-tür bir
iktisâdi düzen bize uygun değildi. Kitlevî üretimde kitlevî işsizlik ihtimâli
vardır, bu ise İslâm iktisâdiyatına terstir. Sanâyi devriminden bahsedebilmek
için sermâye birikimi olmalıdır, fakat Osmanlı’da bir sermâye birikimi yoktu,
çünkü Osmanlı sömürge-sâhibi değildi. Avrupa’da sanâyi-devrimi proletaryayla
berâber ortaya çıkmıştı. Osmanlı’da ise proletarya yoktu. İşçiler
Avrupa’daki gibi sefâlet içerisinde değildi, düşük ücret ödenmiyordu. Osmanlı
işçisinin bir günlük ücreti ile 4 kg. et alınabiliyordu” der.
Batı uygarlığı, bir
hırsızlık uygarlığıdır. Batıyı sanâyileşmeye götüren kaynak, İspanyolların
Amerika’dan (inka-aztek); İngiliz’lerin ise Hindistan’dan çaldıklarıyla (Plessey
Savaşı) karşılanmıştır. Mete Gündoğan:
“Batı’da yaşanan sanâyi devriminin en önemli alt-yapısı sömürgeciliktir.
Avrupa ülkeleri yeni sömürgeler oluşturarak buradan getirdikleri malları sanâyide
kullanmışlar, işlemişler ve tekrar sömürgelere satmışlardır. Bu çark, değişik
formatlarda da olsa hâlâ bu şekilde devâm etmektedir” der.
Mustafa Armağan:
“Batı medeniyetinin tahripkâr ve asimile
edici yönü, sâdece karşısındaki kültürlerin zaafıyla îzah edilemez. Batı’nın
emperyâl yayılışında, diğer kültürlerin baş-vurmadığı veya baş-vurmayı zül
(ayıplanacak şey) saydığı bâzı yöntemlerin devreye sokulması da söz-konusudur.
Bu yöntemlerin en etkililerinden birisi, “ötekileştirme”dir” der
“Eğer zâlim olmak ile mazlum
olmak tercihi arasında bırakılırsanız, mazlum olmayı seçin” der Mustafa İslamoğlu.
Osmanlı mazlûmiyeti seçti. Sonraları, Osmanlı’nın bakiyesi olan devlet, bunu tersine
çevirmeyi denese de hem başaramadı, hem de müslüman millete ters geldi bu
sistem.
Sâdettin Ökten şöyle der:
“Nedir merhâmet? Nedir şefkât? Eğer benim
siyâsal, iktisâdi gücüme hizmet etmiyorsa merhâmet sözcüğü gündeme gelmez. İşte
buradan Batı-köleliği gündeme gelmiştir. Batı-köleliğinin İslâm-dünyâsında
o-zamanki toplumda realite olan, var olan kölelikle zerrece alâkası yoktur.
Batı-köleliğinin sanâyi devrimindeki iz-düşümleri de büyük işçi yığınlarıdır.
Dolayısıyla hayâta böyle baktığınız zaman kısa-zamanda yâni bir-iki yüzyıl
içerisinde büyük bir maddî güç ortaya koyarsınız. Bu Batının maddî gücüdür 19.
yüzyılda ortaya çıkan bu güç, İslâm-dünyâsına veyâ Osmanlı toplumuna askerî bir
üstünlük olarak yansır ama o askerî üstünlüğün arkasındaki ekonomik gücün, onun
arkasındaki bilimsel gücün, parasal, finansal gücün arka-plânına baktığınız
zaman, İslâm-dünyâsının, İslâm-insanının yapamayacağı, Anadolu’da “mayalanmış
insanın” yapamayacağı bir merhâmetsizlik vardır. İşte buradan “biz ve ötekiler”
ortaya çıkmıştır. Şimdi soruyorlar; “siz nasıl berâber yaşadınız” diyorlar. Biz
berâber yaşadık, hâlâ da yaşarız. Veyâ yaşamak zorundayız. Çünkü biz biliyoruz
ki o da insan, ben de insanım, öteki de insan. Öteki diye bir şey yok zâten.
Hepsi bizim anlayışımıza göre, İslâm anlayışına göre, aynı Allah’ın kuludur ve
hepsi hizmete, hürmete ve merhâmete lâyıktır. Bu şuurda olan, bunu bilen
insanların bu merhâmeti, bu şefkati, bu hizmeti onlara göstermesi zorunludur.
Anlayış bu. Böyle baktığınız zaman kendini doğada, Dünyâ’da tümüyle özgür,
hiç-bir bağla bağlı hissetmeyen insana karşı sizin eliniz-kolunuz bağlıdır.
İşte 19. asır bu bağlılığın ortaya koyduğu büyük bir ahlâki disiplin asrıydı
Osmanlı insanı için. Yapamazdı, yapması mümkün değildi. Batı yaptı. Yaptı ve bu
büyük doğanın kaynaklarını sorumsuzca kullandı. Hem havasını-suyunu, doğal
kaynaklarını, hem de insan-kaynaklarını sorumsuzca kullanmıştır. İşte geçen
yüzyıllarda Paris’te büyük olaylarla karşımıza çıktı. Cezâyir’liler dediler ki:
“Bizim dedelerimiz bu metroyu yaptı. Ama biz hâlâ torunları olarak üçüncü sınıf
vatandaşız”. Çok net: Biz yapamayız. Mümkün değil. Bu düşünce ile hayâta
baktığınız zaman bir maddî farklılaşma olacaktı ve oldu. 20. asrın başına
geldiğimiz zaman Spengler var. O Batı’nın çöküşünü 1920’lerde söyledi.
Bu-günleri o-zamandan gördü”.
Peki, Batı çöküyor mu? Dünyâ’yı yaşanmaz hâle getiren
nedir? Kimdir? İslâm-dünyâsı mı? Bizler miyiz? Zerrece alâkası yok. Dünyâ’yı
yaşanmaz hâle getiren ve bir mânâda gücü, kuvveti hakkın önüne koyan, Roma gibi
“güç haktır” veya “güçlü her zaman haklıdır” diyen bir anlayıştır ki, işte bu-gün
Ortadoğu’yu, bu-gün Afganistan’ı bu-gün diğer ülkeleri, bu-gün genel mânâda
bütün Dünyâ’yı küresel ısınma, küresel açlık, küresel mutsuzlukla tehdit eden
bu düşüncedir.
Süreçler göz açıp-kapayıncaya kadar çabuk bitmiyor,
yüzyıllar sürüyor. Ondan sonra yeni bir açılım gelebiliyorsa geliyor,
gelmiyorsa bilemiyoruz. Dolayısıyla bu bir mânâda insanlığından, ilkelerinden,
bağlandığı büyük mânevi değerlerden tâviz vermeyen bir medeniyet anlayışının
çilesiydi, bedeliydi, İslâm-medeniyetinin insanları bu bedeli, bu çileyi çok
ciddi bir şekilde ve asil bir şekilde ödediler ve bu-gün hâlâ ödemekteler diye
düşünüyorum.
Halil İnalcık, “1700’lü yıllarda müthiş bir Osmanlı mâliyesi
var” diyor. Yâni sistemiyle, kayıtları, çalışma tekniğiyle. 19. yy ortaları
hattâ 1860’lar Cevdet Paşa’dan naklen ifâde edeyim, müthiş bir Osmanlı adliyesi
var diyor. Adlî sistem çok süratli ve âdil çalışıyor diyor. Ve bu adlî sistem
bu-günkü gibi tek parçadan ibâret halk üzerinde çalışmıyor. Teba-ı şahane
farklı kavimlerden oluşuyor.
Onlar zâten
bilimlerini de müslümanlardan (ç)almışlardı. Söylediklerinde müslümanları
kaynak göstermedikleri için bu “alma”, “çalma” olmuş bulunmaktadır. Zâten
müslümanlarla bu kadar uğraşmaları da, aşırı kompleksten duyulan aşağılık
duygusudur. Uygarlıklarını kaynağı olan ilmi müslümanlardan aldıklarını bu
şekilde gizlemeye/örtmeye çalışıyorlar.
Sezgin Kızılçelik:
“İlkçağların İskender eşkıyâlığı, sonraki
devrin köleci Roma soygunculuğu, katolikliğe dayanan Haçlı Seferleri
talancılığı, ardından gelen kapitâlist burjuva sömürüsü ve günümüzün
emperyalist canavarlığı, doğu-batı çatışmasının târihteki çeşitli dönemlerindeki
tezâhürlerindendir.
Osmanlı, devlete tutunarak zengin olmanın,
küpünü doldurmanın yollarını kapamıştır. Osmanlı’da devlet, büyük toprak-sâhibi
olma yoluyla zenginleşmenin tüm mekanizmalarını ortadan kaldırmıştır.
Zenginleşmenin bir aracı olan ticâreti ise, töresinde ve ahlâkında küçük
görmüştür. Böylece Osmanlı toprak ya da ticâret yoluyla zengin olmanın
kapılarını örtmüş, ekonomik gücü devlet kendi bünyesinde tutmuştur. Osmanlı’nın
uzun süre yaşamasının sırlarından biri de budur” der.
Kemal Tâhir,
Türk toplumunun hem târih hem de sosyal bünye bakımından batı toplumlarından
farklı temellere dayandığını vurgular. Doğu toplumlarının
kölelik-feodâlizm-kapitâlizm-sosyâlizm aşamalarına bağlı olmadığını iddia eder.
Medenî toplumlar
vahşî toplumlar gibi değildirler. Medeniyeti, tahrif edilmemiş hak din inşâ
eder. Böyle bir medeniyete -bir miktar yozlaşmış da olsa- sâhip olan müslüman
Osmanlı’nın, insanlığa aykırı vahşî davranışlar göstermesi beklenemezdi. Medenî
insanların-toplumların vahşî davranışlar göstermesi söz-konusu olamaz.
Lütfi Bergen:
“Osmanlı, batı emperyalizminin Dünyâ’yı
kuşatarak altın-gümüş-köle transferi üzerinden sağladığı iktidâra bir cevap
üretemediği için yıkıldı. (Tabi bu cevap,
batının yaptığının aynısı yapmak şeklinde olamazdı H.G.).
Batı’lı teknik-bilim, batı-dışı dünyânın
sömürülmesinin ve ham-maddelerinin Avrupa’ya taşınmasının sonunda ortaya çıktı.
“Bu kadar ham-maddeyi nasıl yeniden Dünyâ’yı işgâl etmek için kullanalım”
düşüncesinin ürünüdür bu teknik ve bilim. Batı’nın kullandığı tüm teknik
araçlar Batı bilmeden önce İslâm vahyinde ve bu vahyin yüzlerce yıl içinde
etkili olduğu coğrafyalarda bilinmekteydi. Yâni Zülkarneyn’i târihten
çıkarırsanız Çin’de hikmet nâmına bir şey kalmayacaktır. Çin, pusula ve
barutu Avrupa’dan çok önce biliyordu. Ancak bu barutla öteki toplumları
boyunduruk altına almayı düşünmemişti. Pusula ile Dünyâ’yı işgâle
yönelmemişti. Kısaca teknik gelişme ile “medeniyet” oluşmayacaktır; oluşsa idi
zâten Avrupa’da buna dâir işâretler olurdu. Yâni Yusuf (as) nasıl buğday dolu
siloları insanlığın açlık meselesini çözmek için tahsis etmişse, Batı da
örneğin kapitâlizm gibi bir tatbikâta bu kadar üretim bolluğu içinde
yakalanmamalıydı. Teknik, ahlâkî değer üretmez. Medeniyet değildir.
Teknik eğer ahlâkî değer üretse idi, Afrika’da açlığa bir çözüm bulunurdu. Bu
çerçevede “yeni ve köklü bir medeniyet inşâsı” şeklinde tanımlama, bizim
“Medeniyet” fikrimizden kopuktur. Çünkü bizde medeniyet “yeni” olanı değil tek
ve Âdem’den beri gelip Hz. Peygamber (asv) ile kemâle ermiş bir müslüman toplum
olma irâdesini ifâde eder. Yâni medeniyet Âdem ile başlar. Buna göre ilk insan
olan Âdem’in vahşî bir adam olduğunu ileri süren Batı paradigmasından kopmamız
gerekecektir. Müslümanlar ders kitaplarında ilk insanların vahşî olduğunu
çocuklarına anlatıp duruyorlar. Sonra da çocuklarına ilk insan olan Âdem’in
peygamber olduğuna inanmalarını istiyorlar. Âdem’in vahşî olmadığının ilk
delîli onun hayâ duygusu ile örtünmüş bulunmasıdır. Çocuklarımıza bunu
anlatmamız gerekir. Âdem ve çocukları mağarada yaşamadılar, çünkü Kâbe’nin inşâ
edicisi Âdem idi. İlk müslüman toplum olan Âdemoğulları nikâh akitleri ile
bir-birine bağlıydılar, vahşî değillerdi. Üretim ehli idiler, çünkü kurban
sunmuşlardı. Yâni kurban vererek mallarını kendilerine verenin Allah olduğunu
gösteriyorlardı. Bu malları emekle elde etmişlerdi. Kurban koç olduğuna göre
bir ehlileştirme yapılmış olmalıdır. Süt ve yün de değerlendirilmiş olmalıdır.
İlk insanlar vahşi ve toplayıcı değillerdi. Bir şehirleri, mekân duyguları vardı.
Bu-gün kent yapılaşması câmi-merkezli değildir. Oysa insanlığın atası olan
Âdem’in mekân algısı, mescid-kıblegâh merkezli idi. Müslümanlar şehirlerini bu
gerçeklikten başlayarak oluşturmalıdırlar. Bizim kaybedilmiş ilk hikmetimiz
mekân algısıdır” der.
Osmanlı’nın
çöküşü ekonomik bir çöküştür. Ekonomisi çökertilerek yıkılmıştır Osmanlı.
Osmanlı’da, modernleşmiş aydının da katkı yaptığı çöküş-süreci için Lütfi
Bergen şunları söyler:
“Anadolu’daki geri kalmışlık aydın
algısında “doğru bir fotoğraf” olarak görülse de, kaynağı Anadolu’nun
kendisinde olan bir hastalık değildi. Asıl onu o şekilde görmek isteyen ve
Anadolu halkını ekonomik ihtiyaçlarını karşılayamaz noktaya getiren
“aydın-bürokrat” zihin hastalıklıydı. Aydınlar önce “çöküntü fotoğrafı” gösterip,
akabinde çökmüş olduğu “kanıtlanan” kurumların yerine yeni müesseseler
aktarmıştır.
Anlaşılan o ki Türkiye’de modernleşme,
Comte’un pozitivizminden önce gündeme gelmişti. Buna göre İslâmiyetten
sekülerleşmeye giden süreç, toplumun üretmediği mâmülleri tüketen yığınların
ortaya çıkışı ile vuku buldu. İkinci aşama, ahâlinin ürettiği mala alıcı
bulamamasıyla geldi. Osmanlı’da kapitâlizmi pozitivizm değil, lüks tüketim
(modernleşme) inşâ etti.
Zannedilmesin ki
Batı çok çalıştı-çabaladı da diğer milletlere fark attı. Batıyı bu kadar
kalkındıran şey, onların hırsızlıkları ve hırsızlık için attıkları taklalardır.
Her türlü melânetle, başta müslüman toplumlar olmak üzere doğu toplumlarının
yapmayı düşünmedikleri ve zinhar düşünmeyecekleri şerefsizlikleri yaparak
genişlediler.
Baykan Sezer:
“Batı, endüstri devriminden bu-yana
yeryüzünde büyük bir güç sâhibidir. Ancak bu güç hiç-bir zaman yalnızca kendi
emek ve çabasının ürünü değildir. Bu nedenle kendisine büyük olanaklar
kazandıran pazar yasalarını kutsallaştırmıştır. Dünyâ iktisâdi yaşamının
geleceği dünyâ-pazarlarını denetleyen karar merkezlerince plânlanmaktadır. Bu
plânlama Batı-dışı ülkeler için her şeyden önce büyük devletlerce gelecek
yıllarda kendilerine uygun görülmüş rôl ve yerin belirtilmesinden başka bir şey
değildir” der.
Lütfi Bergen de:
“Batı, endüstri devriminin ürünleri ile
zenginleşmeye uğramamıştır. Ürettikleri ürünleri satabilecekleri pazarlar
bulabildikleri ölçüde endüstri devrimini sürdürebilmişlerdir. Bu tür ekonomik
sistem ile Doğu toplumlarını Batı’ya boyun eğmeye zorlamışlardır. Demek ki Batı
modernleşmesinin ve dünyâ-egemenliğini ele geçirmesinin nedeni dinsel
(Protestan) veya çalışma kültürleri değil; Doğu üzerindeki ekonomik yağmayı her
devirde sürdürebilmesidir. Batı uygarlığı, Doğu’da neşet etmiş İslâm kültürünün
ışığını ve havasını çaldı ve yeni bir kültür/ruh, uyanık bir şuur olarak
dirildi. Müslüman toplumlar ruh köklerini Batı’ya kaptırarak iki boyutlu
(uzunluk-genişlik) bir Dünyâ’yı yaşıyorlar” der.
Her devlet
(büyük devletler dâhil) kendi yıkılışlarını kuruluşlarında berâberinde
bulundururlar. Attıkları temelde, o temeli çürütüp yıkacak unsurlar da vardır.
İşte Osmanlı da, toplumsal yapısını kurarken hak-dîne aykırı unsurlara çok
fazla müsâmaha gösterdi ve bunların ileride başına nasıl belâ açacağını
düşünmedi-düşünemedi. Bunun nedeni çok da anlamlı olmayan aşırı bağlılıklardı.
Osmanlı bu tarz heretik (hak-dîne aykırı) unsurlar ile birlikte kurulmuştu. Kitap-merkezli
bir din-anlayışlarının olmaması bunu getiriyordu. Bu heretik unsurlar güçlü
zamanlarda kontrol altında tutulabiliyorduysa da, yönetim boşluğuna düşüldüğü
zamanlarda yine bu heretik unsurların ve insanların ihânetleri-baskıları-yozlaştırmaları-bozmaları
ile duraklama ve gerileme devrine girilmiş ve en nihâyetinde de yine bu
unsurların çeşitli etkileriyle yıkılış başlamıştır. Çünkü bu unsurlar toplumun
mâneviyatını bozmuş, mâneviyatı bozulan devletin-toplumun da eylemleri bozulmuş
ve yıkılış kaçınılmaz olmuştur.
Büyük
devletlerin büyüme-duraklama-gerileme târihleri kesin değildir ve böyle
süreçler yaşadıkları da tartışmalıdır. Gerilemenin neye göre belirlendiği
önemlidir. Popüler olan yeni bir devlet-medeniyet, “geriledi” denilen önceki
medeniyetten daha medenî olmayabilir ve o popüler medeniyetin öne çıkmasıyla, önceki
medeniyetin ona benzememesi olarak değerlendiriliyor. Aslında gerileme ve
çöküş, “medeniyetin gerilemesi ve çöküşü” olarak anlaşılmalıdır ve Osmanlı’nın
medeniyet olarak ne kadar gerilediği onun “geri kaldığını” tam olarak
gösterecektir. Mustafa Armağan:
Jonathan Grant’ın diğer meslektaşlarının
çoğu gibi dikkat çektiği nokta, târihçilerin genel olarak 1571 İnebahtı ya da
1683 Viyana yenilgisini, yâni askeri alandaki başarısızlıkları Osmanlı’nın
gerilemeye başladığı nokta olarak kabûl etmeleri. Grant’a göre Osmanlı’nın
gerilediği görüşü, İslâm-dünyâsına karşı olumsuz tutumun ve onun Batı’nın 17.
yüzyıldan bêri artmakta olan gücü karşısında durabilecek kapasiteye sâhip
olmadığı düşüncesinin bir ürünüdür. Bu açıdan bakıldığında aslında
kıyaslananlar medeniyetlerdir. Bir medeniyetin kuvvetini askerî gücüne göre
tespit etmek kuşkulu bir yaklaşım olduğundan, medeniyetlerin kıyaslanması
hatâlıdır. Benzer görüşleri Uğur Tanyeli de dile getiriyor: Duraklama denilen,
coğrâfi yayılmanın sona ermesi, gerileme
ise “küçülme” demektir.
Cornell H. Fleischer bu konuda biraz daha
radikâl; Osmanlı’nın Kânuni’den sonra duraklamadığını, aksine kökleştiğini,
klâsik denilen dönemin bu asırdan sonra oturduğunu söylüyor. İlber Ortaylı’nın
“hükümdarların sonuncusu” olarak vasıflandırdığı II. Abdülhamid’i örnek vererek
söyledikleri de bundan pek farklı değil: “Bizim battığımız, çürüdüğümüz,
çöktüğümüz yoktur. Senelerce bu memlekette hem sağda, hem solda insanlara
târihte bu öğretiliyor: Batmak.. Hiç-bir şekilde battığımız yoktur. Biz
diriyiz. Dâima değişiyoruz, dâima değişen dünyâ-şartlarına kendimizi uydurmaya
çalışıyoruz, dâima öncü olmak için kavga ediyoruz ve önümüzde model de yoktur.
Bunu yaparken çok büyük kahramanlıklar, çok asil manzaralar çizdiğimiz gibi çok
büyük sersemlikler, şaşkınlıklar da sergiliyoruz. Hepsi kendi çizdiğimiz
senaryoya, hepsi yazdığımız mâceranın muhtevâsına dâhildir” der.
İmparatorluğun
en yüksek dönemlerinde çok kötü mağlubiyetler alındığını, en yoz dönemlerinde ise
ince birer zarâfet eseri, en güzel mimâri eserlerin yapıldığını söyleyen
târihçiler var. Bu târihçilere göre “gelişme” ya da “gerileme” gibi yüzer
yıllık adlandırmalar bile birer yanılsamadan ibârettir.
Bir de şöyle bir
şey var: Bir yapı/devlet/iş vs. kurulduğunda, onun etkisi ve gücü, o şeyin temeliyle
ilgilidir. Yâni, ne kadar sağlam temeli olduğu, ne kadar sağlam fikirlerle,
ilkelerle vs. kurulduğu ile alâkalıdır. Meselâ bir arsaya atılan bir temele 13
kat çıkılabilir. Hadi 1 kat daha çıkılsın 14 kat. Hadi bir de teras-katı olsun,
15 kat. Artık o temel daha fazlasını taşımaz. 15 kat o temelin doğal ve normâl
sınırıdır. Daha fazla yükselemez. İşte Osmanlı da aynı şekilde; kuruluşundaki
temel, onu ancak Viyana’ya kadar götürdü. Zâten Viyana’yı geçse ne olacaktı ki?
En fazla; Berlin Kuşatması, Pâris Kuşatması ya da Brüksel Kuşatması’dan
bahsedecektik. O zaman da “oradan öteye gidememiş” denecekti. Gerçi o seferde
ana-amaç Viyana’yı kuşatmak değildi. Yâni amaç orayı almak değil,
Macaristan-Romanya’daki sorunlardı. Zâten Viyana’ya çok hazırlıklı ve zamânında
da gidilmemişti. Üstelik akıncılar, bırakın Viyana’yı, Almanya’nın içlerine
bir-çok akınlar düzenleyerek bir-çok ganîmet almışlardı. Viyana Osmanlı’nın
doğal sınırıdır. Gücünün zirvesidir. Kökünün taşıyacağı doğal ve normâl
sınırlardır. Alsa da elinde tutamazdı. Bir devlet Dünyâ’nın tamâmını eline
geçiremez. Bu, Dünyâ’nın fıtratına terstir çünkü. Aksi hâlde “film” kopar.
Osmanlı daha sağlam bir temele sâhip olsaydı, biraz daha genişlerdi, hepsi bu.
İnsanlar sınırsızlığa, ya da “tamâmı”na ulaşamazlar. Dünyâ’nın/varlığın fıtratı
şudur: Doğma, büyüme, en zirveye çıkma, duraklama, inişe geçme, yaşlanma ve
ölme. Bu durum İbn-i Hâldun’un dediği gibi, devletler için de geçerlidir. Koca-koca
yıldızlarda da olduğu gibi. İşte Osmanlı’nın başına gelen doğal ve normâl durum
da budur.
“Osmanlı neden geri kaldı”
sorusundan başka, bir de; “Osmanlı neyden geri kaldı” diye sormak lâzım.
Osmanlı, batı’lılar gibi olmaktan mı geri
kaldı?. Batı’lılar gibi olmaktan geri kaldıysa; “iyi ki de kalmış” diyesi geliyor
insanın.
Osmanlı’da coğrâfî alanda ve sınırlarda bir gerileme oldu
ama aslında bu, tüm alanlarda bir gerilemenin olduğu ve sonuçta yıkıldığı anlamına
gelmez. İlber Ortaylı:
“Osmanlı gerilememiştir, kabuk
değiştirmiştir. Ama devlet yıkılmaz. Osmanlı Devleti aslında yıkılmadı. Devâm
ediyor, formu değişmiş olarak. Binaenaleyh, burada çâresizlikten, güçsüzlükten
dolayı bir devletin yıkılması söz-konusu değil. Türk vatanının, Türk siyâsî
heyetinin, Türk milletinin fethettiği toprakları kaybetmesi söz-konusudur.
Selçuklu Devleti de yıkılmamıştır. Osmanlı da yıkılmamıştır. Devlet devâm
ediyor. Yönetici sınıfıyla, kendi âdetleriyle, kuralları ve vergileriyle devâm
ediyor. Devletin adı değişti tabi. Ve biz buna “yıkıldı” dedik. Aslında o
devleti oluşturan siyâsî heyet devâm etmektedir. Bu anlamda böyle bir yıkılma
söz-konusu değildir. Türk târihinde bir ara, bir fâsıla olmamıştır” der.
Osmanlı’yı yıkan şey; Îran
tehdidiyle batı’da yeni fetihlerin yapılamaması; Rus’ların Büyük İvan’la
başlayan yayılmaları, güçlenmeleri ve sonunda Osmanlı’yı yıpratmaları; tımar
sisteminin bozulmasıyla iltizamların yayılması ve ayanların aşırı sermâye
edinerek güçlenmeleri ve sistemi bozmaları; yeniçeri sisteminin bozulması vs.
bunların tamâmı Osmanlı’nın duraklaması, gerilemesi ve yıkılmasının sebepleri
olabilir. Fakat toplumların-devletlerin bir kaderi vardır ve bu kader;
devletlerin güçlerinin zirvesindeyken, o güç tarafından ezilmeye başlamalarıdır.
Yâni devletler, sonsuz güçte olmadıkları için, temellerinin sağlamlığı oranında
taşıyabildikleri gücün-coğrafyanın altında ezilmeye başlarlar ve bu ezilme
duraklama ve gerilemeyi başlatır ve sonunda yıkım olur. Kader budur. Yâni
devletler, attıkları temelin sağlamlığı oranında bir devlet kurarlar ve bu
devlet en güçlü döneminde artık sorumluluğunu taşıdığı yükün altında en ufak
bir nedenden dolayı tökezlemeye başlarlar ve zamanla o yükü, sorumlu olduğu
coğrafyayı yâni devleti taşıyamaz hâle gelirler ve çatırdamaya ve yıkılmaya başlarlar.
Batı’nın, gelişmesini ve
uygarlığının dayandırdığı şeylerden biri de “Ümit Burnu”nun keşfidir. Oysa
büyük devletler, meselâ Osmanlı orayı zâten biliyordu. Osmanlı’nın en güçlü
zamânında batı’lılarca keşfedilen bir noktaydı. Osmanlı istese orayı kolayca
kontrôl altına alır ve geçişleri denetlerdi. Fakat bunun için o bölgeyi işgâl
etmesi yâni bir sebep yokken ele geçirmesi gerekiyordu. Lâkin bunu dînin
denetimindeyken yapamazdı ve yapmadı. Çünkü doğu’lular ve müslümanlar farklı düşünür.
Bu konuda bir kaynakta şunlar söylenir:
“Kemalpaşazâde (1468-1536), Yavuz
Sultan Selim’e, Lütfi Paşa (1468-1564) ise Kânûnî Sultan Süleyman’a, Osmanlı
deniz gücünü desteklenip kuvvetlendirmeleri gerektiğini, eğer ihmâlkâr
davranılırsa Avrupalıların çok yakın zamanda denizlerde egemen olacaklarını
rapor ederler. Bu raporlar üzerine Süveyş üzerinden Akdeniz Kızıldeniz arasında
bir kanal açarak Akdeniz’deki nispeten daha güçlü Osmanlı donanmasını Hint
denizine kaydırma plânları yapılır. Fakat cihan iktisâdiyatında mühim
değişiklikler yapacak olan bu büyük işten târihsel olarak bilmediğimiz bir
sebepten dolayı vazgeçilir. Fakat sonraki yıllarda dâhi, fırsatın hâlâ
kaçırılmadığını düşünenler çıkar. Emir Mehmed İbn Emlr Hüseyn el-Su’udi
bunlardan birisidir. 1580’lerde 3. Murat’a hitâben yazdığı Târih el-Hind
el-Garbı isimli kitabında, dikkatleri, Avrupalıların Amerika, Hindistan ve Îran
Körfezi kıyılarına yerleşmelerine çeker ve bu işten pay almanın kolay ve önemli
olduğunu ifâde eder. Benzer çağrı 60 yıl sonra, 1640’da, bu sefer de Ömer Talib
isimli bir Osmanlı tarafından tekrar dile getirilir: ‘Şimdi Avrupalı Portekiz
ve İngiliz’ler yeryüzünün her tarafını öğrenip, bütün Dünyâ’da gemileri
işliyor. Dünyâ’nın bütün mühim iskele, derbend ve limanlarını işgâl ediyorlar.
Evvelce Hind, Sind ve Çin emtiası, Süveyş’e ve oradan Mısır’a gelir ve bütün
Dünyâ’ya oradan (yâni İslâm’ların elinden) yayılırdı. Şimdi o emtia Portekiz,
İngiliz ve Felemenk gemileriyle Frengistan’a gidiyor ve oradan Dünyâ’ya
yayılıyor. Kendilerinin lâzım olmayan emtiayı, İstanbul’a ve sâir İslâm
devletlerine getirip beş misli fiyatla satıyorlar. Bu yüzden mitl-i Kitrün’a
mâlik oluyorlar. İslâm memleketlerinde altın ve gümüş bu yüzden azalmaktadır. Osmanlı
Devleti, Yemen taraflarının sevâhilini ve oradan geçen ticâreti ele geçirmeli.
Yoksa daha az bir zaman muattal kalırsak Küffar-ı Fireng İslâm vilâyetlerini
alıp zaptedecektir. Ancak işgâli ve yağmalamayı bir yöntem olarak doğru
bulmayan Osmanlı yöneticileri ve onların danışmanları olan ulemâ tüm bu
çağrılara olumlu cevap vermez, gönderecekleri bir-kaç parça gemi ile tüm
Amerika kıtasına el koyacaklarını biliyor olmalarına rağmen böylesi bir
girişimde bulunmazlar”.
Evet;
Osmanlı’nın her kurumu çok iyi bir şekilde işlerken, ekonomisi iyi bir derecede
iken çökmeye başlıyor. Osmanlı doğal bir yönetim ve güçteydi. Doğaya/insana
zarar verecek bir yönetimi yoktu. Medeniyet, İslâm-medeniyetidir. İslâm’da-medeniyette
bu tarz davranışlar olmaz/görülmez. Osmanlı sömürüyü/hırsı/zulmü vs. düşünmedi/düşünmezdi
ki böyle bir yola baş-vursun. Fakat batı, kilise ile yollarını ayırdı. Tahrif
edilmiş şekli bile dîni merhâmetten ayırmaz. Din demek merhâmet-şefkat demektir
çünkü ilk-başta. Batı, dinden vazgeçince merhâmetten de vazgeçti. Sonuçta da
bencil/hırslı/zâlim bir toplum oluverdi. Başladı “diğerleri”ne zulmetmeye;
onları sömürmeye, öldürmeye, ezmeye. Böylelikle kendisinin de şaşırdığı ve
beklemediği ölçüde maddiyata kavuştu. Amerika’ya gidip Aztek-Maya-İnka uygarlıklarını
yok etti. Onları öldürüp servetlerini çaldı. Osmanlı veya müslümanlar böyle bir
şey yapmazlardı. Fakat batılılar yaptılar. Farklı bir durum oluştu. Şimdi
müslümanlar bu fark nedeniyle eziliyorlar. Bundan kurtulmanın yolu batılılar
gibi yapmak değildir. O zaman onlar gibi oluruz çünkü. Zâlim oluruz. Bunun bir
yolunu bulup harekete geçmeli ve kısa-uzun vâdede durumu tersine çevirmeliyiz.
En büyük yardımcımız Kur’ân ve Sünnettir.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder