3 Şubat 2015 Salı

Osmanlı Niçin Geri Kaldı?

 

“Onun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri (tâkipçileri) vardır, onu Allah'ın emriyle gözetip-koruyorlar. Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç-bir (biçimde imkân) yoktur; onlar için O’ndan başka bir veli yoktur” (Ra’d 11).

 

Osmanlı, 1910 yılına değin her ne kadar İslâm’i ve insânî anlamda sorunları olan bir devlet olsa da, yine de Osmanlı’da İslâm’ın ve adâletin bir geçerliliği vardı ve ümmeti bir-arada tutabiliyordu. Bu nedenle Osmanlı, ümmetin onurunu-şerefini de koruyan bir güç olarak ortada duruyordu. Ümmetin yeniden birliği ve dirliği sağlanabilirdi fakat Osmanlı bâzı açılardan geri döndürülemeyecek oranda “görece” geri kalmıştı. Bu geri kalış, “batı’ya göre olan bir geri kalış” idi daha çok. Lâkin Osmanlı’nın, gerçek anlamda da geri kaldığı, daha doğrusu gidişâtını bozduğu yerler vardı. Yukarıdaki âyette de söylendiği gibi; ilâhi sisteme yâni sünnetullaha aykırı davranıldığında, gidişat bozularak durum tersine dönmeye başlar. Osmanlı’nın başına gelen şey budur. 1700’lü yıllarla birlikte bir-çok alanda dirâyetini kaybeden Osmanlı Devleti duraklama dönemine girmişti. Duraklama demek, gerileme demektir. İlerlemezseniz, duraklamaya ve dolayısı ile gerilemeye başlarsınız zîrâ.

 

Osmanlı’nın geri kalması en başta ilim alanındaki zayıflığı ve zayıflaması nedeniyledir. Fahri Unan, Osmanlı’nın en güçlü çağından sonra ilimde başlayan gevşeklikten bahsederken şunları söyler:

 

“Sahn medreselerinin kuruluşundan (1470) XVI. yüzyılın sonlarına kadar (yâni 130 yıl boyunca) yekûn 37 eserin yazıldığını görürüz. Bunların içerisinde sâdece 3 (% 8.1)’ü aklî ilimlerle ilgili idi. XVII. yüzyılda ise yekûn 15 adet şerh nitelikli eser yazıldığı, bunlardan yalnız birinin aklî ilimlerle ilgili olduğu gözükmektedir. XVIII. yüzyılda ise, eldeki verilere göre, hiç-bir konuda şerh yazılmadığı dikkati çekmektedir.

 

Kezâ, konuya başka bir açıdan bakarsak, 1470 ile 1730 yılları arasında, yâni yaklaşık 300 yıllık bir dönem zarfında te’lîf olarak yekûn 14 (% 6) tefsîr, 48 (% 20.5) fıkıh, 25 (% 10.7) aka’id ve kelâm, 11 (% 4.7) ahlâk ve bir tâne de hadîsle ilgili, yâni kısaca dînî muhtevâlı olmak üzere yekûn 99 eser yazılmıştı. Aynı süre içerisinde edebiyat ve târihle ilgili 58 (% 24. 7), Arap dilinin muhtelif durumlarıyla ilgili 11 (% 4.7) ve ayrıca konuları belirsiz olmakla birlikte, ‘fünûn-ı ‘âliye’ ibâresinden dînî nitelikli oldukları şüphe götürmeyen 30 (% 13) ve sayıları belirsiz en az 14 (% 6) çalışma (dînî nitelikli ‘bâzı resâ’il’) yazıldığı görülmektedir. Diğer bir deyişle, yekûn 234 te’lîf eserden 143 (% 61. 7)’ü dînî muhtevâlı idi. Edebiyat, târih ve Arap diliyle ilgili eserlerde (yekûn 69) dînî kültürün yoğun olarak işlendiğini de unutmamak gerekir.

 

Aynı-şekilde, belirtilen dönem içerisinde şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîkat, kelimât, tasnîf ve tercüme nitelikli yekûn 336 çalışma ortaya konmuştu. Bunlardan 55 (% 16.3)’i tefsîr, 128 (% 38)’i fıkıh, 64 (% 19)’ü aka’id ve kelâm, 10 (% 3)’u ise ahlâk ve tasavvufla ilgiliydi. 6 (% 1.8) tâne hadîsle ilgili çalışma bulunuyordu. 74 (% 22) tâne ise tasnîf (derleme, mecmua) ve tercüme meydâna getirilmişti; bunların mühim bir kısmı fetvâ mecmualarından oluşuyordu.

 

Değerlendirmeye tâbi tutulan süre içerisinde yekûn 36 adet irili-ufaklı aklî ilimler kategorisine sokulabilecek çalışma ortaya konmuştu. Bunlar da umûmiyetle hey’et, hendese, hesap, riyâziye, vs. gibi konularla ilgilidir.

 

Kezâ, meseleyi başka bir açıdan daha değerlendirebiliriz: Aynı dönem içerisinde yekûn 1191 müderristen 194 (% 16.3)’ü kalem oynatmış, belirli bir ilmî faaliyet göstermiş ve irili-ufaklı bir-takım çalışmalar ortaya koymuştu. Bu durum, ulemânın büyük çoğunluğunun yazmaktan hoşlanmadığını göstermektedir. Nitekim, bir kısmı şuurlu olarak yazmaktan kaçınmış veyâ yazmaya üşenmiştir. Ancak, büyük bir kısmının yazacak kudreti bulunmadığı söylenebilir. Sahn’a kadar yükselen, buralardan büyük kadılıklara (mevleviyetlere) geçen, üst mevkilerde mühim vazîfeler îfâ eden insanların ‘ilmî kifâyet’ bakımından ortaya koydukları bu tablo, hiç de iç-açıcı gözükmemektedir.

 

Yukarıdaki tedkikler, Sahn müderrisleri tarafından ortaya konulan eserlerin, XVI. yüzyılın sonlarından başlamak üzere, kemiyet ve keyfiyet bakımından hızlı bir düşüş kaydettiğini göstermektedir. Hakîkaten, XVI. yüzyılın son çeyreği bu bakımdan tam bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Bu durumun, devletin ve cemiyetin içinde bulunduğu siyâsî, içtimâî, iktisâdî ve kültürel pek-çok âmili bulunduğu düşüncesindeyiz. Çünkü, umûmî olarak Osmanlı devletinin duraklamaya başlamasıyla, ilmî performanstaki düşüşün aynı döneme tekâbül etmesi, son derece dikkat çekici bir vâkıadır. Esâsen, sosyâl müesseseleri çevre şartlarından etkilenmeyen, hayattan kopuk kuruluşlar olarak görmek mümkün olmasa gerektir. Sahn medreseleri müderrisleri tarafından ortaya konulan ilmî çalışmaların, XVI. yüzyılın sonlarından îtibâren düşüş göstermesi, kanaatimizce işte böyle bir etkilenmenin netîcesi olmalıdır.

 

Bu-arada, ulemânın yetişme safhaları ile ilmiye tarîki içerisindeki hareketleri esnâsında nasıl bir ilişkiler-ağı içerisinde yollarına devâm etmeye çalıştıkları da dikkate alınmak zorundadır. Bu durum, onların zihinlerini sürekli olarak, münhasıran ilmî konuların dışındaki ilişkiler-ağını da hesâba katmak zorunda bırakmış olmalıdır. Osmanlı medreselerinden yetişen ilim-adamlarının devletin yönetim kademelerine geçmek için fevkalâde arzûlu olmalarını, ilmî verimin geri plâna itilmesi olarak yorumlamak mümkündür. Dolayısıyla, ulemânın bu şekilde bürokratik mekanizma içerisinde yoğun olarak yer alması, onun ortaya koyacağı ilmî ürünleri doğrudan etkilemiş olmalıdır”.

 

 Medreseler bozulduğu oranda Osmanlı zayıflamıştır. Tabi bu bozulma özellikle 16. yüzyılın sonlarında başlamıştır ve giderek artmıştır.

 

Bir makâlede Osmanlı’nın geri kalış nedenleri şu şekilde anlatılır:  

 

“Osmanlı Devleti’nin çökmesinin nedeni deli pâdişahlara ve beceriksiz yöneticilere bağlanır. Aslında gerçek bundan çok uzaktır. Güçlü ve oturmuş bir yönetim-sistemi olan devletler, kötü yönetime rağmen ayakta kalmayı başarır.

 

Prof. Oral Sander çöküşün sebeplerini şu şekilde söyler:

 

1- Coğrafi Keşifler, o-zamâna kadar tarıma dayanan Avrupa, ekonomisini kökünden değiştirmiş ve kolonilerden akan altın, gümüş ve değerli madenler ile ekonomik düzen alt-üst olmuştur. Ama hâlâ bir tarım-toplumu olan ve savaş gelirlerine (yağma ve dış ülkelerden alınan vergi) muhtâç olan Osmanlı bu değişikliğe ayak uyduramamıştır.

 

2- Fetihlerin durması ile yağma gelirleri azalmış, savaşların kaybedilmesiyle ise dış devletler vergi vermeyi kesmiştir. 1. madde sebebiyle çöken Osmanlı ekonomisi, 2. nedenle de hiç-bir zaman ayağa kalkamamıştır.

 

3- 19.yy’dan başlayan endüstri devrimini kaçıran Osmanlı, kapitülasyonların da etkisiyle Avrupa ülkeleri için bir iç-pazar hâline gelmiş, çökmüş olan ekonomisinin yüzünden de kaçırdığı endüstrileşmeyi bir-türlü yakalayamamıştır.

 

4- Mâliyesi çökmüş olan Osmanlı, askerî alandaki yenilikleri kaçırmış, ve 19.yy’da girdiği çoğu savaştan yenik çıkmıştır.

 

5- Fransız Devrimi ile ortaya çıkan “Millet” kavramı, çok-uluslu yapısı olan Osmanlı Devleti’ni zorda bırakmış, dış destekli ayrılıkçı etmenlerle uğraşmak zorunda kalmıştır.

 

6- Ve son olarak, dinsel bir nitelik gösteren Osmanlı Devleti’nde otoritelerini kaybetmek istemeyen din-adamları devlet işlerine karışmış ve yenilik hareketlerini baltalamıştır.

 

Ana nedenler genel olarak bunlar. Görürsünüz ki bütün mesele “Para”ya geliyor. Osmanlı Devleti'nin mâliyesi çökünce, devlet de onunla berâber çökmüş. İlk kez Kırım Savaşı’nı finanse etmek için alınan dış borçların değil tamâmını, fâizlerini bile ödeyemez hâle gelen Osmanlı, 1918'e kadar zorlukla dayanmış ve 1. Dünyâ Savaşı ile son nefesini vermiştir”.

 

Batı’yı  “güyâ güçlü” yapan, bir-zaman önce merhâmeti terk etmesiydi. Merhâmeti terk edince artık insanları sömürmesinin önünde bir engel kalmadı ve her-şeyi kolayca sömürebilecek ve bu sömürünün netîcesinde zenginleşebilecek hâle geldi. Bunu, özü merhâmet olan İslâm toplumuna mensup Osmanlı yapmadı. Yapamazdı çünkü. Vicdânı izin vermezdi her-şeyden önce. İç-içe yaşadığı vahiy-medeniyet izin vermezdi. Vermedi. Birileri (batı) merhâmeti terk etti ama Osmanlı terk etmedi. Terk edenler “zengin” olurken, Osmanlı doğal kaldı. İşte doğu ile batı arasındaki maddî fark bu nedenle ortaya çıktı. Yoksa Osmanlı; “yok matbaayı geç kurmuş, yok teknolojiden uzak kalmış, yok bilmem ne”. Bunlar “fark”ın oluşmasındaki asıl neden değil. Osmanlı, yâni müslümanlar doğru olarak; yapmaması gereken şeyi yapmadı. Birilerinin canları pahasına sömürüyü ve “sınırsızlığı” seçmedi. Ama “batı” seçti. Batı, merhâmetten, yâni dinden uzaklaşarak koptu gitti. Böylelikle zenginliği yakaladı. Amerika’yla başlamıştı soygunculuğa ve sömürüye. Sonra da zengin olmayı, dînin engellediğini göstermeye çalıştı. Hâlen de göstermeye çalışıyor. Biraz da vicdan azâbından dolayı rahatsız oluyor ve vicdânını baskılamak için “varlık yaması” kullanıyor. Bâzı hayvan karakterli olanlar da “keşke Osmanlı da sömürseymiş, biz de “zengin” olurduk” diyorlar. Avrupa’nın cins kafası Montaigne, “Denemeler” isimli eserinde bu zihniyetle şu şekilde konuşur.

 

“Osmanlı ahmak bir millettir. Çünkü fethettiği ülkelerin ham-maddesini, insan-gücünü ve toprağını kullanmaz, tam-tersi yatırım yapar, yol yapar, köprü yapar, hasta-hâne yapar vs… Evet; Osmanlı, sömürgeci Avrupa kafasının gözünde bir ahmaktır. Çünkü sömürmez. Buna en başta inandığı dîni müsâde etmez, sonra insanlığı”..

 

Osmanlı’da burjuvazi oluşmadı. Çünkü din ve düzen nedeniyle oluşamazdı. Daha sonra kapitâlizm de gerçekleşemedi. Bu nedenle kişisel servet ve bu servet nedeniyle Şeytan’ın sömürü telkinleri olmadı. Sınırdan fazla olan para, dinsiz bir düşünce doğurur ve bu düşüncede insanlara acıma yoktur. Dinsizlik, vicdansızlık demektir zîrâ. Böylece vicdânını bir kenara atan sermâye sömürüye başladı. Haçlı Seferleri sonunda çeşitli zenginlikleri gören batı, bu zenginliklerle büyülenince, böyle zenginliklere nasıl ulaşacağının derdine düşmüştü. En sonunda buna hırsızlıkla ulaşabileceğine inanmış ve hırsızlığa da Amerika ile başlamıştır. Evet, Amerika hırsızlığın bir sonucudur. Hırsızlık uygarlığıdır. Hâlen de hırsızlığa devâm ediyor. Batı, sonradan geliştirdiği “ilim-bilim”in iktisâdi alt-yapısını da hırsızlıktan kazandıklarıyla, yâni çaldıklarıyla kurmuştur. Amerika’da başlayan bu sömürü devâm ediyor.

 

Asıl neden budur. Diğer nedenler olan; borca sokulması, kadroların tasfiyesi, savaşa sokulması, batının farklı ticâret (deniz) yolları bulması, kapitülasyonlar vs. nedenler değil sonuçlardır.

 

Osmanlı’da sermâyedar yoktu, olamazdı da. Zîrâ sömürgeci değildi Osmanlı. Bu nedenle kişisel sermâye birikmedi ve işçilerin sefil olduğu sanâyileşmede yaşanmadı. Ahmet Tabakoğlu:

 

“İşçi sefaleti olmadan sanayi-devrimi gerçekleşmezdi. Aslında kitlevî üretimi ve bunun sonuçlarını biliyorduk fakat icrâ etmedik, çünkü bu-tür bir iktisâdi düzen bize uygun değildi. Kitlevî üretimde kitlevî işsizlik ihtimâli vardır, bu ise İslâm iktisâdiyatına terstir. Sanâyi devriminden bahsedebilmek için sermâye birikimi olmalıdır, fakat Osmanlı’da bir sermâye birikimi yoktu, çünkü Osmanlı sömürge-sâhibi değildi. Avrupa’da sanâyi-devrimi proletaryayla berâber ortaya çıkmıştı. Osmanlı’da ise proletarya yoktu. İşçiler Avrupa’daki gibi sefâlet içerisinde değildi, düşük ücret ödenmiyordu. Osmanlı işçisinin bir günlük ücreti ile 4 kg. et alınabiliyordu” der.

Batı uygarlığı, bir hırsızlık uygarlığıdır. Batıyı sanâyileşmeye götüren kaynak, İspanyolların Amerika’dan (inka-aztek); İngiliz’lerin ise Hindistan’dan çaldıklarıyla (Plessey Savaşı) karşılanmıştır. Mete Gündoğan:

 

“Batı’da yaşanan sanâyi devriminin en önemli alt-yapısı sömürgeciliktir. Avrupa ülkeleri yeni sömürgeler oluşturarak buradan getirdikleri malları sanâyide kullanmışlar, işlemişler ve tekrar sömürgelere satmışlardır. Bu çark, değişik formatlarda da olsa hâlâ bu şekilde devâm etmektedir” der.

 

Mustafa Armağan:

 

“Batı medeniyetinin tahripkâr ve asimile edici yönü, sâdece karşısındaki kültürlerin zaafıyla îzah edilemez. Batı’nın emperyâl yayılışında, diğer kültürlerin baş-vurmadığı veya baş-vurmayı zül (ayıplanacak şey) saydığı bâzı yöntemlerin devreye sokulması da söz-konusudur. Bu yöntemlerin en etkililerinden birisi, “ötekileştirme”dir” der

 

“Eğer zâlim olmak ile mazlum olmak tercihi arasında bırakılırsanız, mazlum olmayı seçin” der Mustafa İslamoğlu. Osmanlı mazlûmiyeti seçti. Sonraları, Osmanlı’nın bakiyesi olan devlet, bunu tersine çevirmeyi denese de hem başaramadı, hem de müslüman millete ters geldi bu sistem.

 

Sâdettin Ökten şöyle der:

 

“Nedir merhâmet? Nedir şefkât? Eğer benim siyâsal, iktisâdi gücüme hizmet etmiyorsa merhâmet sözcüğü gündeme gelmez. İşte buradan Batı-köleliği gündeme gelmiştir. Batı-köleliğinin İslâm-dünyâsında o-zamanki toplumda realite olan, var olan kölelikle zerrece alâkası yoktur. Batı-köleliğinin sanâyi devrimindeki iz-düşümleri de büyük işçi yığınlarıdır. Dolayısıyla hayâta böyle baktığınız zaman kısa-zamanda yâni bir-iki yüzyıl içerisinde büyük bir maddî güç ortaya koyarsınız. Bu Batının maddî gücüdür 19. yüzyılda ortaya çıkan bu güç, İslâm-dünyâsına veyâ Osmanlı toplumuna askerî bir üstünlük olarak yansır ama o askerî üstünlüğün arkasındaki ekonomik gücün, onun arkasındaki bilimsel gücün, parasal, finansal gücün arka-plânına baktığınız zaman, İslâm-dünyâsının, İslâm-insanının yapamayacağı, Anadolu’da “mayalanmış insanın” yapamayacağı bir merhâmetsizlik vardır. İşte buradan “biz ve ötekiler” ortaya çıkmıştır. Şimdi soruyorlar; “siz nasıl berâber yaşadınız” diyorlar. Biz berâber yaşadık, hâlâ da yaşarız. Veyâ yaşamak zorundayız. Çünkü biz biliyoruz ki o da insan, ben de insanım, öteki de insan. Öteki diye bir şey yok zâten. Hepsi bizim anlayışımıza göre, İslâm anlayışına göre, aynı Allah’ın kuludur ve hepsi hizmete, hürmete ve merhâmete lâyıktır. Bu şuurda olan, bunu bilen insanların bu merhâmeti, bu şefkati, bu hizmeti onlara göstermesi zorunludur. Anlayış bu. Böyle baktığınız zaman kendini doğada, Dünyâ’da tümüyle özgür, hiç-bir bağla bağlı hissetmeyen insana karşı sizin eliniz-kolunuz bağlıdır. İşte 19. asır bu bağlılığın ortaya koyduğu büyük bir ahlâki disiplin asrıydı Osmanlı insanı için. Yapamazdı, yapması mümkün değildi. Batı yaptı. Yaptı ve bu büyük doğanın kaynaklarını sorumsuzca kullandı. Hem havasını-suyunu, doğal kaynaklarını, hem de insan-kaynaklarını sorumsuzca kullanmıştır. İşte geçen yüzyıllarda Paris’te büyük olaylarla karşımıza çıktı. Cezâyir’liler dediler ki: “Bizim dedelerimiz bu metroyu yaptı. Ama biz hâlâ torunları olarak üçüncü sınıf vatandaşız”. Çok net: Biz yapamayız. Mümkün değil. Bu düşünce ile hayâta baktığınız zaman bir maddî farklılaşma olacaktı ve oldu. 20. asrın başına geldiğimiz zaman Spengler var. O Batı’nın çöküşünü 1920’lerde söyledi. Bu-günleri o-zamandan gördü”.

 

Peki, Batı çöküyor mu? Dünyâ’yı yaşanmaz hâle getiren nedir? Kimdir? İslâm-dünyâsı mı? Bizler miyiz? Zerrece alâkası yok. Dünyâ’yı yaşanmaz hâle getiren ve bir mânâda gücü, kuvveti hakkın önüne koyan, Roma gibi “güç haktır” veya “güçlü her zaman haklıdır” diyen bir anlayıştır ki, işte bu-gün Ortadoğu’yu, bu-gün Afganistan’ı bu-gün diğer ülkeleri, bu-gün genel mânâda bütün Dünyâ’yı küresel ısınma, küresel açlık, küresel mutsuzlukla tehdit eden bu düşüncedir.

 

Süreçler göz açıp-kapayıncaya kadar çabuk bitmiyor, yüzyıllar sürüyor. Ondan sonra yeni bir açılım gelebiliyorsa geliyor, gelmiyorsa bilemiyoruz. Dolayısıyla bu bir mânâda insanlığından, ilkelerinden, bağlandığı büyük mânevi değerlerden tâviz vermeyen bir medeniyet anlayışının çilesiydi, bedeliydi, İslâm-medeniyetinin insanları bu bedeli, bu çileyi çok ciddi bir şekilde ve asil bir şekilde ödediler ve bu-gün hâlâ ödemekteler diye düşünüyorum.

 

Halil İnalcık, “1700’lü yıllarda müthiş bir Osmanlı mâliyesi var” diyor. Yâni sistemiyle, kayıtları, çalışma tekniğiyle. 19. yy ortaları hattâ 1860’lar Cevdet Paşa’dan naklen ifâde edeyim, müthiş bir Osmanlı adliyesi var diyor. Adlî sistem çok süratli ve âdil çalışıyor diyor. Ve bu adlî sistem bu-günkü gibi tek parçadan ibâret halk üzerinde çalışmıyor. Teba-ı şahane farklı kavimlerden oluşuyor.

 

Onlar zâten bilimlerini de müslümanlardan (ç)almışlardı. Söylediklerinde müslümanları kaynak göstermedikleri için bu “alma”, “çalma” olmuş bulunmaktadır. Zâten müslümanlarla bu kadar uğraşmaları da, aşırı kompleksten duyulan aşağılık duygusudur. Uygarlıklarını kaynağı olan ilmi müslümanlardan aldıklarını bu şekilde gizlemeye/örtmeye çalışıyorlar.

 

Sezgin Kızılçelik:

 

“İlkçağların İskender eşkıyâlığı, sonraki devrin köleci Roma soygunculuğu, katolikliğe dayanan Haçlı Seferleri talancılığı, ardından gelen kapitâlist burjuva sömürüsü ve günümüzün emperyalist canavarlığı, doğu-batı çatışmasının târihteki çeşitli dönemlerindeki tezâhürlerindendir.

 

Osmanlı, devlete tutunarak zengin olmanın, küpünü doldurmanın yollarını kapamıştır. Osmanlı’da devlet, büyük toprak-sâhibi olma yoluyla zenginleşmenin tüm mekanizmalarını ortadan kaldırmıştır. Zenginleşmenin bir aracı olan ticâreti ise, töresinde ve ahlâkında küçük görmüştür. Böylece Osmanlı toprak ya da ticâret yoluyla zengin olmanın kapılarını örtmüş, ekonomik gücü devlet kendi bünyesinde tutmuştur. Osmanlı’nın uzun süre yaşamasının sırlarından biri de budur” der.

 

Kemal Tâhir, Türk toplumunun hem târih hem de sosyal bünye bakımından batı toplumlarından farklı temellere dayandığını vurgular. Doğu toplumlarının kölelik-feodâlizm-kapitâlizm-sosyâlizm aşamalarına bağlı olmadığını iddia eder.

 

Medenî toplumlar vahşî toplumlar gibi değildirler. Medeniyeti, tahrif edilmemiş hak din inşâ eder. Böyle bir medeniyete -bir miktar yozlaşmış da olsa- sâhip olan müslüman Osmanlı’nın, insanlığa aykırı vahşî davranışlar göstermesi beklenemezdi. Medenî insanların-toplumların vahşî davranışlar göstermesi söz-konusu olamaz.

 

Lütfi Bergen:

 

“Osmanlı, batı emperyalizminin Dünyâ’yı kuşatarak altın-gümüş-köle transferi üzerinden sağladığı iktidâra bir cevap üretemediği için yıkıldı. (Tabi bu cevap, batının yaptığının aynısı yapmak şeklinde olamazdı H.G.).

 

Batı’lı teknik-bilim, batı-dışı dünyânın sömürülmesinin ve ham-maddelerinin Avrupa’ya taşınmasının sonunda ortaya çıktı. “Bu kadar ham-maddeyi nasıl yeniden Dünyâ’yı işgâl etmek için kullanalım” düşüncesinin ürünüdür bu teknik ve bilim. Batı’nın kullandığı tüm teknik araçlar Batı bilmeden önce İslâm vahyinde ve bu vahyin yüzlerce yıl içinde etkili olduğu coğrafyalarda bilinmekteydi. Yâni Zülkarneyn’i târihten çıkarırsanız Çin’de hikmet nâmına bir şey kalmayacaktır. Çin, pusula ve barutu Avrupa’dan çok önce biliyordu. Ancak bu barutla öteki toplumları boyunduruk altına almayı düşünmemişti. Pusula ile Dünyâ’yı işgâle yönelmemişti. Kısaca teknik gelişme ile “medeniyet” oluşmayacaktır; oluşsa idi zâten Avrupa’da buna dâir işâretler olurdu. Yâni Yusuf (as) nasıl buğday dolu siloları insanlığın açlık meselesini çözmek için tahsis etmişse, Batı da örneğin kapitâlizm gibi bir tatbikâta bu kadar üretim bolluğu içinde yakalanmamalıydı. Teknik, ahlâkî değer üretmez. Medeniyet değildir. Teknik eğer ahlâkî değer üretse idi, Afrika’da açlığa bir çözüm bulunurdu. Bu çerçevede “yeni ve köklü bir medeniyet inşâsı” şeklinde tanımlama, bizim “Medeniyet” fikrimizden kopuktur. Çünkü bizde medeniyet “yeni” olanı değil tek ve Âdem’den beri gelip Hz. Peygamber (asv) ile kemâle ermiş bir müslüman toplum olma irâdesini ifâde eder. Yâni medeniyet Âdem ile başlar. Buna göre ilk insan olan Âdem’in vahşî bir adam olduğunu ileri süren Batı paradigmasından kopmamız gerekecektir. Müslümanlar ders kitaplarında ilk insanların vahşî olduğunu çocuklarına anlatıp duruyorlar. Sonra da çocuklarına ilk insan olan Âdem’in peygamber olduğuna inanmalarını istiyorlar. Âdem’in vahşî olmadığının ilk delîli onun hayâ duygusu ile örtünmüş bulunmasıdır. Çocuklarımıza bunu anlatmamız gerekir. Âdem ve çocukları mağarada yaşamadılar, çünkü Kâbe’nin inşâ edicisi Âdem idi. İlk müslüman toplum olan Âdemoğulları nikâh akitleri ile bir-birine bağlıydılar, vahşî değillerdi. Üretim ehli idiler, çünkü kurban sunmuşlardı. Yâni kurban vererek mallarını kendilerine verenin Allah olduğunu gösteriyorlardı. Bu malları emekle elde etmişlerdi. Kurban koç olduğuna göre bir ehlileştirme yapılmış olmalıdır. Süt ve yün de değerlendirilmiş olmalıdır. İlk insanlar vahşi ve toplayıcı değillerdi. Bir şehirleri, mekân duyguları vardı. Bu-gün kent yapılaşması câmi-merkezli değildir. Oysa insanlığın atası olan Âdem’in mekân algısı, mescid-kıblegâh merkezli idi. Müslümanlar şehirlerini bu gerçeklikten başlayarak oluşturmalıdırlar. Bizim kaybedilmiş ilk hikmetimiz mekân algısıdır” der.

 

Osmanlı’nın çöküşü ekonomik bir çöküştür. Ekonomisi çökertilerek yıkılmıştır Osmanlı. Osmanlı’da, modernleşmiş aydının da katkı yaptığı çöküş-süreci için Lütfi Bergen şunları söyler:

 

“Anadolu’daki geri kalmışlık aydın algısında “doğru bir fotoğraf” olarak görülse de, kaynağı Anadolu’nun kendisinde olan bir hastalık değildi. Asıl onu o şekilde görmek isteyen ve Anadolu halkını ekonomik ihtiyaçlarını karşılayamaz noktaya getiren “aydın-bürokrat” zihin hastalıklıydı. Aydınlar önce “çöküntü fotoğrafı” gösterip, akabinde çökmüş olduğu “kanıtlanan” kurumların yerine yeni müesseseler aktarmıştır.

 

Anlaşılan o ki Türkiye’de modernleşme, Comte’un pozitivizminden önce gündeme gelmişti. Buna göre İslâmiyetten sekülerleşmeye giden süreç, toplumun üretmediği mâmülleri tüketen yığınların ortaya çıkışı ile vuku buldu. İkinci aşama, ahâlinin ürettiği mala alıcı bulamamasıyla geldi. Osmanlı’da kapitâlizmi pozitivizm değil, lüks tüketim (modernleşme) inşâ etti.

 

Zannedilmesin ki Batı çok çalıştı-çabaladı da diğer milletlere fark attı. Batıyı bu kadar kalkındıran şey, onların hırsızlıkları ve hırsızlık için attıkları taklalardır. Her türlü melânetle, başta müslüman toplumlar olmak üzere doğu toplumlarının yapmayı düşünmedikleri ve zinhar düşünmeyecekleri şerefsizlikleri yaparak genişlediler.

 

Baykan Sezer:

 

“Batı, endüstri devriminden bu-yana yeryüzünde büyük bir güç sâhibidir. Ancak bu güç hiç-bir zaman yalnızca kendi emek ve çabasının ürünü değildir. Bu nedenle kendisine büyük olanaklar kazandıran pazar yasalarını kutsallaştırmıştır. Dünyâ iktisâdi yaşamının geleceği dünyâ-pazarlarını denetleyen karar merkezlerince plânlanmaktadır. Bu plânlama Batı-dışı ülkeler için her şeyden önce büyük devletlerce gelecek yıllarda kendilerine uygun görülmüş rôl ve yerin belirtilmesinden başka bir şey değildir” der.

 

Lütfi Bergen de:

 

“Batı, endüstri devriminin ürünleri ile zenginleşmeye uğramamıştır. Ürettikleri ürünleri satabilecekleri pazarlar bulabildikleri ölçüde endüstri devrimini sürdürebilmişlerdir. Bu tür ekonomik sistem ile Doğu toplumlarını Batı’ya boyun eğmeye zorlamışlardır. Demek ki Batı modernleşmesinin ve dünyâ-egemenliğini ele geçirmesinin nedeni dinsel (Protestan) veya çalışma kültürleri değil; Doğu üzerindeki ekonomik yağmayı her devirde sürdürebilmesidir. Batı uygarlığı, Doğu’da neşet etmiş İslâm kültürünün ışığını ve havasını çaldı ve yeni bir kültür/ruh, uyanık bir şuur olarak dirildi. Müslüman toplumlar ruh köklerini Batı’ya kaptırarak iki boyutlu (uzunluk-genişlik) bir Dünyâ’yı yaşıyorlar” der.

 

Her devlet (büyük devletler dâhil) kendi yıkılışlarını kuruluşlarında berâberinde bulundururlar. Attıkları temelde, o temeli çürütüp yıkacak unsurlar da vardır. İşte Osmanlı da, toplumsal yapısını kurarken hak-dîne aykırı unsurlara çok fazla müsâmaha gösterdi ve bunların ileride başına nasıl belâ açacağını düşünmedi-düşünemedi. Bunun nedeni çok da anlamlı olmayan aşırı bağlılıklardı. Osmanlı bu tarz heretik (hak-dîne aykırı) unsurlar ile birlikte kurulmuştu. Kitap-merkezli bir din-anlayışlarının olmaması bunu getiriyordu. Bu heretik unsurlar güçlü zamanlarda kontrol altında tutulabiliyorduysa da, yönetim boşluğuna düşüldüğü zamanlarda yine bu heretik unsurların ve insanların ihânetleri-baskıları-yozlaştırmaları-bozmaları ile duraklama ve gerileme devrine girilmiş ve en nihâyetinde de yine bu unsurların çeşitli etkileriyle yıkılış başlamıştır. Çünkü bu unsurlar toplumun mâneviyatını bozmuş, mâneviyatı bozulan devletin-toplumun da eylemleri bozulmuş ve yıkılış kaçınılmaz olmuştur.

 

Büyük devletlerin büyüme-duraklama-gerileme târihleri kesin değildir ve böyle süreçler yaşadıkları da tartışmalıdır. Gerilemenin neye göre belirlendiği önemlidir. Popüler olan yeni bir devlet-medeniyet, “geriledi” denilen önceki medeniyetten daha medenî olmayabilir ve o popüler medeniyetin öne çıkmasıyla, önceki medeniyetin ona benzememesi olarak değerlendiriliyor. Aslında gerileme ve çöküş, “medeniyetin gerilemesi ve çöküşü” olarak anlaşılmalıdır ve Osmanlı’nın medeniyet olarak ne kadar gerilediği onun “geri kaldığını” tam olarak gösterecektir. Mustafa Armağan:

 

Jonathan Grant’ın diğer meslektaşlarının çoğu gibi dikkat çektiği nokta, târihçilerin genel olarak 1571 İnebahtı ya da 1683 Viyana yenilgisini, yâni askeri alandaki başarısızlıkları Osmanlı’nın gerilemeye başladığı nokta olarak kabûl etmeleri. Grant’a göre Osmanlı’nın gerilediği görüşü, İslâm-dünyâsına karşı olumsuz tutumun ve onun Batı’nın 17. yüzyıldan bêri artmakta olan gücü karşısında durabilecek kapasiteye sâhip olmadığı düşüncesinin bir ürünüdür. Bu açıdan bakıldığında aslında kıyaslananlar medeniyetlerdir. Bir medeniyetin kuvvetini askerî gücüne göre tespit etmek kuşkulu bir yaklaşım olduğundan, medeniyetlerin kıyaslanması hatâlıdır. Benzer görüşleri Uğur Tanyeli de dile getiriyor: Duraklama denilen, coğrâfi  yayılmanın sona ermesi, gerileme ise “küçülme” demektir.

 

Cornell H. Fleischer bu konuda biraz daha radikâl; Osmanlı’nın Kânuni’den sonra duraklamadığını, aksine kökleştiğini, klâsik denilen dönemin bu asırdan sonra oturduğunu söylüyor. İlber Ortaylı’nın “hükümdarların sonuncusu” olarak vasıflandırdığı II. Abdülhamid’i örnek vererek söyledikleri de bundan pek farklı değil: “Bizim battığımız, çürüdüğümüz, çöktüğümüz yoktur. Senelerce bu memlekette hem sağda, hem solda insanlara târihte bu öğretiliyor: Batmak.. Hiç-bir şekilde battığımız yoktur. Biz diriyiz. Dâima değişiyoruz, dâima değişen dünyâ-şartlarına kendimizi uydurmaya çalışıyoruz, dâima öncü olmak için kavga ediyoruz ve önümüzde model de yoktur. Bunu yaparken çok büyük kahramanlıklar, çok asil manzaralar çizdiğimiz gibi çok büyük sersemlikler, şaşkınlıklar da sergiliyoruz. Hepsi kendi çizdiğimiz senaryoya, hepsi yazdığımız mâceranın muhtevâsına dâhildir” der.

 

İmparatorluğun en yüksek dönemlerinde çok kötü mağlubiyetler alındığını, en yoz dönemlerinde ise ince birer zarâfet eseri, en güzel mimâri eserlerin yapıldığını söyleyen târihçiler var. Bu târihçilere göre “gelişme” ya da “gerileme” gibi yüzer yıllık adlandırmalar bile birer yanılsamadan ibârettir.

 

Bir de şöyle bir şey var: Bir yapı/devlet/iş vs. kurulduğunda, onun etkisi ve gücü, o şeyin temeliyle ilgilidir. Yâni, ne kadar sağlam temeli olduğu, ne kadar sağlam fikirlerle, ilkelerle vs. kurulduğu ile alâkalıdır. Meselâ bir arsaya atılan bir temele 13 kat çıkılabilir. Hadi 1 kat daha çıkılsın 14 kat. Hadi bir de teras-katı olsun, 15 kat. Artık o temel daha fazlasını taşımaz. 15 kat o temelin doğal ve normâl sınırıdır. Daha fazla yükselemez. İşte Osmanlı da aynı şekilde; kuruluşundaki temel, onu ancak Viyana’ya kadar götürdü. Zâten Viyana’yı geçse ne olacaktı ki? En fazla; Berlin Kuşatması, Pâris Kuşatması ya da Brüksel Kuşatması’dan bahsedecektik. O zaman da “oradan öteye gidememiş” denecekti. Gerçi o seferde ana-amaç Viyana’yı kuşatmak değildi. Yâni amaç orayı almak değil, Macaristan-Romanya’daki sorunlardı. Zâten Viyana’ya çok hazırlıklı ve zamânında da gidilmemişti. Üstelik akıncılar, bırakın Viyana’yı, Almanya’nın içlerine bir-çok akınlar düzenleyerek bir-çok ganîmet almışlardı. Viyana Osmanlı’nın doğal sınırıdır. Gücünün zirvesidir. Kökünün taşıyacağı doğal ve normâl sınırlardır. Alsa da elinde tutamazdı. Bir devlet Dünyâ’nın tamâmını eline geçiremez. Bu, Dünyâ’nın fıtratına terstir çünkü. Aksi hâlde “film” kopar. Osmanlı daha sağlam bir temele sâhip olsaydı, biraz daha genişlerdi, hepsi bu. İnsanlar sınırsızlığa, ya da “tamâmı”na ulaşamazlar. Dünyâ’nın/varlığın fıtratı şudur: Doğma, büyüme, en zirveye çıkma, duraklama, inişe geçme, yaşlanma ve ölme. Bu durum İbn-i Hâldun’un dediği gibi, devletler için de geçerlidir. Koca-koca yıldızlarda da olduğu gibi. İşte Osmanlı’nın başına gelen doğal ve normâl durum da budur.

 

“Osmanlı neden geri kaldı” sorusundan başka, bir de; “Osmanlı neyden geri kaldı” diye sormak lâzım. Osmanlı, batı’lılar gibi olmaktan mı geri kaldı?. Batı’lılar gibi olmaktan geri kaldıysa; “iyi ki de kalmış” diyesi geliyor insanın.

 

Osmanlı’da coğrâfî alanda ve sınırlarda bir gerileme oldu ama aslında bu, tüm alanlarda bir gerilemenin olduğu ve sonuçta yıkıldığı anlamına gelmez. İlber Ortaylı:

 

“Osmanlı gerilememiştir, kabuk değiştirmiştir. Ama devlet yıkılmaz. Osmanlı Devleti aslında yıkılmadı. Devâm ediyor, formu değişmiş olarak. Binaenaleyh, burada çâresizlikten, güçsüzlükten dolayı bir devletin yıkılması söz-konusu değil. Türk vatanının, Türk siyâsî heyetinin, Türk milletinin fethettiği toprakları kaybetmesi söz-konusudur. Selçuklu Devleti de yıkılmamıştır. Osmanlı da yıkılmamıştır. Devlet devâm ediyor. Yönetici sınıfıyla, kendi âdetleriyle, kuralları ve vergileriyle devâm ediyor. Devletin adı değişti tabi. Ve biz buna “yıkıldı” dedik. Aslında o devleti oluşturan siyâsî heyet devâm etmektedir. Bu anlamda böyle bir yıkılma söz-konusu değildir. Türk târihinde bir ara, bir fâsıla olmamıştır” der.

 

Osmanlı’yı yıkan şey; Îran tehdidiyle batı’da yeni fetihlerin yapılamaması; Rus’ların Büyük İvan’la başlayan yayılmaları, güçlenmeleri ve sonunda Osmanlı’yı yıpratmaları; tımar sisteminin bozulmasıyla iltizamların yayılması ve ayanların aşırı sermâye edinerek güçlenmeleri ve sistemi bozmaları; yeniçeri sisteminin bozulması vs. bunların tamâmı Osmanlı’nın duraklaması, gerilemesi ve yıkılmasının sebepleri olabilir. Fakat toplumların-devletlerin bir kaderi vardır ve bu kader; devletlerin güçlerinin zirvesindeyken, o güç tarafından ezilmeye başlamalarıdır. Yâni devletler, sonsuz güçte olmadıkları için, temellerinin sağlamlığı oranında taşıyabildikleri gücün-coğrafyanın altında ezilmeye başlarlar ve bu ezilme duraklama ve gerilemeyi başlatır ve sonunda yıkım olur. Kader budur. Yâni devletler, attıkları temelin sağlamlığı oranında bir devlet kurarlar ve bu devlet en güçlü döneminde artık sorumluluğunu taşıdığı yükün altında en ufak bir nedenden dolayı tökezlemeye başlarlar ve zamanla o yükü, sorumlu olduğu coğrafyayı yâni devleti taşıyamaz hâle gelirler ve çatırdamaya ve yıkılmaya başlarlar. 

 

Batı’nın, gelişmesini ve uygarlığının dayandırdığı şeylerden biri de “Ümit Burnu”nun keşfidir. Oysa büyük devletler, meselâ Osmanlı orayı zâten biliyordu. Osmanlı’nın en güçlü zamânında batı’lılarca keşfedilen bir noktaydı. Osmanlı istese orayı kolayca kontrôl altına alır ve geçişleri denetlerdi. Fakat bunun için o bölgeyi işgâl etmesi yâni bir sebep yokken ele geçirmesi gerekiyordu. Lâkin bunu dînin denetimindeyken yapamazdı ve yapmadı. Çünkü doğu’lular ve müslümanlar farklı düşünür. Bu konuda bir kaynakta şunlar söylenir:

 

“Kemalpaşazâde (1468-1536), Yavuz Sultan Selim’e, Lütfi Paşa (1468-1564) ise Kânûnî Sultan Süleyman’a, Osmanlı deniz gücünü desteklenip kuvvetlendirmeleri gerektiğini, eğer ihmâlkâr davranılırsa Avrupalıların çok yakın zamanda denizlerde egemen olacaklarını rapor ederler. Bu raporlar üzerine Süveyş üzerinden Akdeniz Kızıldeniz arasında bir kanal açarak Akdeniz’deki nispeten daha güçlü Osmanlı donanmasını Hint denizine kaydırma plânları yapılır. Fakat cihan iktisâdiyatında mühim değişiklikler yapacak olan bu büyük işten târihsel olarak bilmediğimiz bir sebepten dolayı vazgeçilir. Fakat sonraki yıllarda dâhi, fırsatın hâlâ kaçırılmadığını düşünenler çıkar. Emir Mehmed İbn Emlr Hüseyn el-Su’udi bunlardan birisidir. 1580’lerde 3. Murat’a hitâben yazdığı Târih el-Hind el-Garbı isimli kitabında, dikkatleri, Avrupalıların Amerika, Hindistan ve Îran Körfezi kıyılarına yerleşmelerine çeker ve bu işten pay almanın kolay ve önemli olduğunu ifâde eder. Benzer çağrı 60 yıl sonra, 1640’da, bu sefer de Ömer Talib isimli bir Osmanlı tarafından tekrar dile getirilir: ‘Şimdi Avrupalı Portekiz ve İngiliz’ler yeryüzünün her tarafını öğrenip, bütün Dünyâ’da gemileri işliyor. Dünyâ’nın bütün mühim iskele, derbend ve limanlarını işgâl ediyorlar. Evvelce Hind, Sind ve Çin emtiası, Süveyş’e ve oradan Mısır’a gelir ve bütün Dünyâ’ya oradan (yâni İslâm’ların elinden) yayılırdı. Şimdi o emtia Portekiz, İngiliz ve Felemenk gemileriyle Frengistan’a gidiyor ve oradan Dünyâ’ya yayılıyor. Kendilerinin lâzım olmayan emtiayı, İstanbul’a ve sâir İslâm devletlerine getirip beş misli fiyatla satıyorlar. Bu yüzden mitl-i Kitrün’a mâlik oluyorlar. İslâm memleketlerinde altın ve gümüş bu yüzden azalmaktadır. Osmanlı Devleti, Yemen taraflarının sevâhilini ve oradan geçen ticâreti ele geçirmeli. Yoksa daha az bir zaman muattal kalırsak Küffar-ı Fireng İslâm vilâyetlerini alıp zaptedecektir. Ancak işgâli ve yağmalamayı bir yöntem olarak doğru bulmayan Osmanlı yöneticileri ve onların danışmanları olan ulemâ tüm bu çağrılara olumlu cevap vermez, gönderecekleri bir-kaç parça gemi ile tüm Amerika kıtasına el koyacaklarını biliyor olmalarına rağmen böylesi bir girişimde bulunmazlar”.

 

Evet; Osmanlı’nın her kurumu çok iyi bir şekilde işlerken, ekonomisi iyi bir derecede iken çökmeye başlıyor. Osmanlı doğal bir yönetim ve güçteydi. Doğaya/insana zarar verecek bir yönetimi yoktu. Medeniyet, İslâm-medeniyetidir. İslâm’da-medeniyette bu tarz davranışlar olmaz/görülmez. Osmanlı sömürüyü/hırsı/zulmü vs. düşünmedi/düşünmezdi ki böyle bir yola baş-vursun. Fakat batı, kilise ile yollarını ayırdı. Tahrif edilmiş şekli bile dîni merhâmetten ayırmaz. Din demek merhâmet-şefkat demektir çünkü ilk-başta. Batı, dinden vazgeçince merhâmetten de vazgeçti. Sonuçta da bencil/hırslı/zâlim bir toplum oluverdi. Başladı “diğerleri”ne zulmetmeye; onları sömürmeye, öldürmeye, ezmeye. Böylelikle kendisinin de şaşırdığı ve beklemediği ölçüde maddiyata kavuştu. Amerika’ya gidip Aztek-Maya-İnka uygarlıklarını yok etti. Onları öldürüp servetlerini çaldı. Osmanlı veya müslümanlar böyle bir şey yapmazlardı. Fakat batılılar yaptılar. Farklı bir durum oluştu. Şimdi müslümanlar bu fark nedeniyle eziliyorlar. Bundan kurtulmanın yolu batılılar gibi yapmak değildir. O zaman onlar gibi oluruz çünkü. Zâlim oluruz. Bunun bir yolunu bulup harekete geçmeli ve kısa-uzun vâdede durumu tersine çevirmeliyiz. En büyük yardımcımız Kur’ân ve Sünnettir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2015

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder