“Sana
neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ihtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah,
size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).
İnfâk, “azîmetli amel” anlamında yapılandır.
İnfâk, bedelle alakalıdır. Zorlayıcı bir etkiye sâhiptir. Kişi infâk ettikten
sonra mâli olarak biraz zorlanmalıdır. İnfâk, biraz acıtacak derecede
olmalıdır. İşte bu seviyede yapılan infâk Dünyâ’da aç bırakmaz. İslâm bir infâk
dînidir.
Malınızı-mülkünüzü heder edin demez Kur’ân.
Dengeli bir harcamadan bahseder. Fakat bu, kırkta bire denk gelmez. Sahabenin
de dediği gibi bu, zekat-ı bâhil=cimrinin zekatıdır. “Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra
kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın” (İsrâ 29).
1/40 Kur’ân’dan çıkarılmış bir oran
değildir. Mekke müşrikleri de zâten aynı ölçüyü (1/40) kullanıyorlardı. Kur’ân’dan
çıkan ölçü nedir peki? 1/12 bir Kur’ân ölçüsüdür. 12 ay da bir oruç tutarız
mesela. 12 ay boyunca yerken, bir ay boyunca (1/12) yemeyiz. Bu bir ölçü/orandır.
12’de 1’ini vermektir. 40’da 1’i falan geçin.
Vermenin hesâbı yapılmaz.
İnfâk gece-gündüz, açık-gizli olarak olarak
vs. her şartta olur. Bir zamânı ve mekânı yoktur. Allah infâk edenleri
korkularından arındırır: “Onlar ki,
mallarını gece, gündüz; gizli ve açık infâk ederler. Artık bunların ecirleri
Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır”
(Bakara 274).
İnsanlar kazançlarına-mallarına Allah’ı karıştırmak
istemiyorlar.
Ramazan Kayan:
“Mü’min
olarak kesin inancımız o ki; mülkün mutlak mâliki Allah’tır. O şânı yüce Allah,
teşhir yasaları gereği evrende her şeyi istifâdemize sunmuştur. Bizden istenen
ise mülkle ilişkimizi emânet bilinci üzerinden sürdürmektir. Mü’minin yüzü
mala-mülke değil, Mâlik-el Mülk’e yöneliktir. Serveti biz kazanıyor olsak
da bilelim ki, sâhibi Allah’tır.
Bu-gün büyüyen ekonomiye ters orantılı küçülen insanla
karşı-karşıyayız.
Evet, gelişen iktisâdi gücüne orantılı istiğna, istikbar, ihtiras,
istismar, imtiyaz ve ihtikâr peşinde olan bir insan-modeli insanlığı tehdit
ediyor.
Tüm
İslâm’i ve insâni değerleri kaybetmek pahasına ekonominin gücü kutsanıyor.
Doğrular, değerler değil, rakamlar, puanlar, yüzdeler, anketler, grafikler
konuşuyor. Kirli kazançlar, toplumsal kokuşmuşluğu körüklüyor.
Helâl
kazanç ve meşrû bir ekonomiye hayat-hakkı tanımıyor. Kimileri İslâm iktisat
sistemini kapitâlizm içinde eritme çabasında yâni kapitalizmin değer
yargılarına İslâm’i bir gerekçe hazırlama gayretinde.
İşte tam da bu noktada kanaat ekonomisi gerekiyor. Kanaat ve takvâ
olmadan kapitâlizme karşı direnemezsiniz. Kârun’laşmanın önüne geçemezsiniz.
Kanaatin
tükendiği yerde acımasız rekâbet devrededir. Kardeşlik ikliminden uzaklaşan
insanlar, “kâr”daşlık peşindedirler. Kulluk yükümlülükleri yerine piyasa
kuralları artık belirleyicidir. Mâbet-merkezli bir yaşamdan, market eksenli
bir hayâta dümen kırılmıştır. Ahlâkilik, enâyilik olarak algılanırken
işbilirlik, işbitiricilik, kurnazlık revaçtadır. Kârlı yatırıma kilitlenen
kitleler helâl kazançtan kopmuştur. Hayâtın bereketinden mahrum kalan toplumun
tek derdi gelir artışıdır. Tasarruf tedbirleri konuşulurken tasadduk devre
dışıdır. Literatürde en çok telaffuz edilen kelime kâr ve zarardır, sevap ve
günah tedavülden çıkmıştır. Öncelikli hedef felah değil refahtır.
Tüm arayışlar müttakî değil, müreffeh bir toplum olmak için.
Allah’ın işâret ve dâvet ettiği cenneti uzak görenler, Dünyâ’larını
cennetleştirmeye durdular” der.
Ey insanlar!: “Yoksa
âhiretten vazgeçip dünyâ-hayâtına mı râzı oldunuz?” (Tevbe 38).
İslâm-dünyâ’sının hâli- pür melâlinin nedeni
bu konudur. Ümmetin âlimlerinin bir-çoğunun yıkıldığı yer de burasıdır. Her
konuda ahlâklı olmayı hattâ en ufak bir şeyi bile aşırı büyütmeyi ilke
edinenler, iş infâka, paylaşmaya gelince aslandan kaçan yaban eşeklerine
dönüyorlar.
Servet… “İslâm” kelimesinin
yanında durması bile tehlikeli olan kelime. Servet denildiğinde ilk-başta
anlaşılan şey şu: “Birinde olup da öbüründe olmayan şey”. Peki kimde var?
Birinde. Bir insanda. O insanda niye var ki? Neden ve nasıl olmuş? Diğerinde
niye yok? Neden olmamış ve olmuyor? Olması iyi mi? Paranın dîni olan kapitâlizme
göre kendisinde servet olmayanlar günahkârdır. Serveti olmayanlar aptaldır,
ahmaktır, câhildir, geri kalmıştır vs. Peki İslâm’a göre?.. “Servet anlamında”
zinhar bulunmaması gereken pis şey. Tabî ki insanların bir sermâyeleri olabilir
ve bu sermâyelerle çeşitli işler yapabilirler ama şu bilinmelidir ki İslâm’da
sermâye “küçük sermâye”dir. Kişinin elinde bir-şekilde sermaye birikmiş ise
yâni bir miktar sermâyesi varsa onu ya bir-an önce elden çıkarıp paylaşacak, ya
da bir işte kullanacak. Yâni o sermâye ile bir iş yapacak. Budur yapılması gereken
şey. Peygamberimiz: “Elinizde kullanmadığınız 4.000 bin dirhemden fazla para
tutmayın, ateştir” der. (4.000 dirhem=12 kilo gümüş=2015 îtibâriyle 18.000
liradır. Bu, kişi-başı yıllık ihtiyaç için kullanılacak azâmi paradır). Hz.
Ali'nin (ra): “Dört bin dinardan fazla olan her mal, zekâtı ister verilsin
isterse de verilmesin kenzdir” demiştir. Neden böyle olacak peki? Bir adâlet-eşitlik-kıst
sağlansın diye. Biri yerken diğeri bakmasın diye. Allah Kur’ân’da bu konuda
şöyle der: “Allah rızıkta kiminizi
kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında
bulunanlara onda eşit olacak şekilde verici değildirler. Şimdi Allah'ın
nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71). Allah, servet-sâhibinin, servetini
kendisinde az olanlarla paylaşmamasını “nimeti inkâr” olarak görüyor. Peki
neden? Servetin bir zararı mı var ki? Allah bunun cevâbını şöyle verir:
“Allah'ın verdiklerinden cimrilik
edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar; bilâkis bu,
onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır.
Göklerin ve yerin mirâsı Allah'ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır” (Âl-i İmrân 180).
“Şeytan,
sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin -hayâsızlığı emrediyor. Allah ise,
size kendisinden bağışlama ve bol ihsan (fazl) vâdediyor. Allah (rahmetiyle)
geniş olandır, bilendir”
(Bakara 268).
“Allah'a îman edin ve Resûlü ile birlikte cihada gidin” diye bir
sûre indirildiği zaman, içlerinden mal-mülk sâhibi olanlar senden izin
istediler ve “bırak bizi oturanlarla berâber oturalım” dediler” (Tevbe 86).
Peki Allah gerçekten insanların
eşit ve adâletli bir gelire sâhip olmasını istiyor mu? Evet; Allah yaratılışı
bu şekilde düzenlemiştir:
“Yer-yüzünde sâbit dağlar var etti. Orasını bereketlendirdi.
İsteyenler/ihtiyâcı olanlar için eşitçe olmak üzere orada dört mevsim kuvvetler
(rızık ve rızık kaynakları) takdir etti” (Fussilet; 10).
Allah neden servette bir tehlike
görüyor? Allah bu soruları Kur’ân’ın çeşitli yerlerinde açıklar:
“Gerçekten
insan, Rabbine karşı nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna şâhiddir. Muhakkak
o, mal-sevgisinden dolayı çok katıdır” (Âdiyat 6-8). Evet; mal/servet, insanı katılaştırır.
“Biz, ona öyle hazîneler
vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa
ağır geliyordu” (Kasas 76).
şımardı.
(Şımarması kaçınılmazdı, çünkü mal, insanı şımartır) “Sonunda onu da,
konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah'a karşı ona yardım edecek bir
topluluğu olmadı. Ve o, kendi-kendine yardım edebileceklerden de değildi” (Kasas 81).
Hz. Hûd zenginlerin gösteriş için yaptığı
yüksek binâları şu şekilde eleştirir: “Siz,
her yüksekçe yere bir anıt inşâ edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor
musunuz?” (Şuârâ 128).
“(Mal, mülk ve servette)
çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi. Öyle ki
(bu), mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).
“İnsan, hayır (mal, mülk, genişlik)
istemekten usanmaz. Fakat başına bir kötülük gelince umutsuzluğa düşer, yıkılır” (Fussilet
49).
“Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi?
Yer-yüzünde size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Onlara gökten bol-bol
yağmur indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık. Fakat onları günahlarından
dolayı helâk ettik. Ve kendilerinden sonra başka bir nesil yarattık” (En-am 6).
“Derken onun büyük bir serveti oldu. Arkadaşıyla
konuşurken ona dedi ki: Benim malım seninkinden daha çok. Adamlardan yana da
senden daha üstünüm” (Kehf 34).
“Derken bütün serveti helâk edildi. (Yıkılmış)
çardakları üzerine çökmüş hâldeki bağına yaptığı harcamalar karşısında ellerini
oğuşturuyor ve şöyle diyordu: Keşke Rabbime hiç-bir kimseyi ortak koşmasaydım”
(Kehf 42).
“Kârûn, zîneti ve görkemi içerisinde kavminin
karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını arzu edenler, Keşke Kârûn'a verilen (servet)
gibi bizim de (servetimiz) olsaydı. Şüphesiz o büyük bir servet sâhibidir
dediler” (Kasas 79).
Para kazanma/biriktirme hırsıyla çabalamanın
sonu yoktur. Bu yola müptelâ olmuş insanlar bir-zaman sonra delirerek Şeytan
çarpmışa dönerler.
Yâni Allah, bir amaca göre
yarattığı insanın mal-mülk ile, servetle aşırı ilgilenip hayâtını bu uğurda
tüketmesinden râzı değil. Varlığın yapısı da buna uygun değil. Çünkü bu durum
kaçınılmaz olarak fitne çıkarıyor ve zulüm ayyuka oluyor. Zulmün oluşmasında ve
yayılmasında ilk ve en önemli etken mülk ile ilgilidir. Araya para (çıkar)
girince fitne de başlıyor. İnsanlık târihindeki tüm fitnelerin, tüm savaşların,
tüm kötülüklerin, tüm adâletsizliklerin, zulümlerin, yıkımların %90ı servet ile,
mülk ile ilgilidir. Hele modern-dünyâda ekonomi-iş-ticâret-kazanç-kâr “din” hâline
gelmiştir. Paranın nasıl kazanıldığı da önemli değil. “Üzümünü ye, bağını sorma”
durumu hâkim. ABD‘de şöyle bir söz var: “Ne iş yaptığın önemli değil, nasıl
yaşadığın önemli”. Yâni kaliteli bir yaşama ulaşmışsan ne iş yaptığın ve parayı
nasıl kazandığının önemi yok. İstersen o işi fâhişelikle, pezevenklikle,
deyyuslukla, organ-mafyacılığı ile, çocuk-pornosu ile, kısaca en âdi
şerefsizliklerle kazanmış ol, yine de fark etmez diyorlar. Bunu söyleyen
neo-kapitâlizmdir aslında.
Modern
Kârun’lar Dünyâ piyasasını ve para döngüsünü, ülkelerin her-yerine kurdukları
bankaları aracılığı ile yapıyorlar. Hattâ merkez-bankalarını ellerine geçirerek
o ülkenin her-şeylerine karışıyorlar. Çünkü o bankalar aracılığı ile
hükümetleri borç altına alıyorlar ve istekleri yerine getirilmediğinde ülkede
karışıklık/kriz çıkarmakla tehdit ediyorlar. Hep kendi çıkarlarına göre
yasaların çıkmasını sağlayarak, insanlığın kaderini belirlemeye başlıyorlar.
Allah bu nedenle fâizi şiddetle yasaklamış ve fâiz alanlara Allah ve peygamberinin
savaş îlan ettiğini söylemiştir: “Fâiz (ribâ)
yiyenler, ancak Şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi, çarpılmış olmaktan başka
(bir tarzda) kalkmazlar. Bu, onların: 'Alım-satım da ancak fâiz gibidir'
demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır.
Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (fâize) bir son verirse, artık geçmişi
kendisine, işi de Allah'a âittir. Kim (faâize) geri dönerse, artık onlar ateşin
halkıdır, orada sürekli kalacaklardır. Allah, fâizi yok eder de, sadakaları
arttırır. Allah, günahkâr kâfirlerin hiç-birini sevmez. Ey îman edenler,
Allah'tan sakının ve eğer inanmışsanız, fâizden artakalanı bırakın. Eğer bunu
yapmazsanız, Allah ve resûlünden bir harp îlanını duymuş olun. Tövbe ederseniz,
mallarınızın esasları/ana-paralarınız sizindir; ne zulmeden olursunuz ne de
zulme uğratılan” (Bakara
275-279). Bakunin:
“Banka soymak
değil, banka kurmak suçtur” der.
“Derken
Şeytan Âdem’in kafasını karıştırıp Âdem’e dedi ki; Ey Âdem, sana ebedilik
ağacını, yâni yok olmasından endişelenmeyeceğin bir mülkü göstereyim mi? (mülkü la yebla)” (Tâhâ 120). Bu âyet
el-an devâm ede-gelen bir konuşmadır. Şeytan’ın bu vaadine kapılan-kapılana.
“Allah'ın, fazlından/kereminden
kendilerine verdiklerini (infakta) cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o,
kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için şerdir/kötüdür. Buhl edip
cimrilik ettikleri şey de kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve
yerin mîrâsı Allah'ındır. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır” (Âl-i İmrân 180).
Fâiz sisteminde hiç-bir şey durduğu yerde çoğalmazken, para
çoğalıyor. Entropi kânununa uymuyor.
Peki bu servet hiç mi faydalı
olamaz? Netîcede Dünyâ’da yaşıyoruz ve Dünyâ’nın bir değeri/serveti var. Allah
bu konuda ne diyor? Allah tabî ki de mülkün kullanılmasına izin verir.
Aksi-takdirde yaratmazdı. Ama bu mülkün adâletlice ve eşitçe paylaşılmasını
istediği için (Fussilet 10) servetin emin-ellerde olmasını diler ve ister.
Servetin kimlere ve neden verileceğini Kur’ân’ında şöyle belirtir:
“İşte bu Allah'tır, Rabbinizdir. Mülk yalnızca O'nundur.
Allah'ı bırakıp da ibâdet ettikleriniz, bir çekirdek-zarına bile hükmedemezler” (Fâtır 13).
“De ki: “Ey mülkün sâhibi olan Allah'ım! Sen mülkü
dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin,
dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her-şeye hakkıyla
gücü yetensin” (Al-i
İmran 26).
“Peygamberleri onlara, Allah size Tâlût'u hükümdar olarak
gönderdi dedi. Onlar, o bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz
hükümdarlığa ondan daha lâyığız. Ona zenginlik de verilmemiştir dediler.
Peygamberleri şöyle dedi: Şüphesiz Allah onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti,
onun bilgisini ve gücünü artırdı. Allah mülkünü dilediğine (uygun gördüğüne) verir. Allah lütfu geniş olandır,
hakkıyla bilendir” (Bakara 247).
“(Yusuf) dedi ki: Beni (bu) yerin (ülkenin) hazîneleri
üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum,
(yönetim işlerini de) bilenim” (Yusuf 55).
“Rabbim! gerçekten bana mülk verdin ve bana sözlerin yorumunu
öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyâ’da ve âhirette sen benim velimsin.
Benim canımı müslüman olarak al ve beni iyilere kat” (Yusuf 101).
“Biz Davud'un mülkünü güçlendirdik, ona hikmet ve hakla
batılı ayıran söz (hüküm verme) yeteneği verdik” (Sad 20).
“Süleyman, Ey Rabbim! beni bağışla.
Bana, benden sonra kimseye layık olmayacak bir mülk (hükümranlık)
bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedicisin dedi” (Sad 35).
Hz. Süleyman’ın serveti kişisel bir servet
değil, devletin zenginliği idi. Devletin zenginliği hükümdara isnât edilir
anlatılırken.
“Gerçekten
ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim” (Sad 32).
“Hamd, çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, zillet
ve âcizliğin gerektirdiği bir yardımcıya ihtiyâcı bulunmayan Allah'a mahsustur”
de ve O'nu tekbir ile yücelt” (İsrâ 111).
İşte Allah, bu-şekilde
inananlara ve konuşanlara verir mülkünü. Mülk ancak onların elinde zulme
dönüşmez çünkü. Allah mülkü onu iyi koruyacak olanlara, onu âdil bölüştürecek
olanlara, onu yerinde kullanacak olanlara verir. Aksi-hâlde devlet birlerin
eline düşecektir. Onlar bu serveti adâletsizce ve zulümle ellerine geçirecek ve
kullanacaklardır. Allah Kur’ân’da:
“Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği
fey, Allah'a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere,
yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden
zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size
ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve
Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah cezası (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7).
Demek ki Allah,
meşrû bir şekilde kullanılacak olan serveti/mülkü şu bilinçte olanlara ve
konuşanlara vermek istiyor:
“İşte o gün mülk (hükümranlık) Allah'ındır. O, insanların
arasında hükmünü verir. Artık îman edip salih ameller işlemiş olanlar nâîm
cennetlerindedirler” (Hac 56).
“O, göklerin ve yer-yüzünün mülkü (hükümranlığı) kendisine âit
olandır. Çocuk edinmemiştir. Mülkünde hiç-bir ortağı da yoktur. O her-şeyi
yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir” (Furkan 2).
“O gün onlar ortaya çıkarlar. Onların hiç-bir şeyi Allah'a
gizli kalmaz. Bu-gün mülk (hükümranlık) kimindir? Tek olan, her-şeyi kudret ve
hâkimiyeti altında tutan Allah'ındır” (Mü’min 16).
“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah'ındır. O,
dilediğini yaratır. Dilediğine kız-çocukları, dilediğine erkek-çocukları verir” (Şûra 49).
“Göklerdeki ve yerdeki her-şey, mülkün
sâhibi, mukaddes, mutlak güç-sâhibi, hüküm ve hikmet-sâhibi olan Allah'ı tespih
eder” (Cuma 1).
“Göklerdeki ve yerdeki her-şey Allah'ı tespih eder. Mülk
yalnızca O'nundur, hamd de O'na mahsustur. O her-şeye hakkıyla gücü yetendir” (Teğabun 1).
“Göklerde,
yerde, bu ikisinin arasında ve nemli toprağın altında olanların tümü O'nundur” (Taha 6).
“Göklerin ve
yerin mülkünün Allah'a âit olduğunu bilmiyor musun? O, kimi dilerse
azaplandırır, kimi dilerse bağışlar. Allah, her-şeye güç yetirendir” (Mâide 40).
Bunu en iyi yapacak olan kesim ise
mülkün değerini bilip onun âdilce paylaşılmasını yapabilecek olan
mustazaflardır. Mustazaflar mülkün ne olduğunu, kimlere verilmesi gerektiğini,
nasıl paylaşılması gerektiğini en iyi bilen kesimdir. Bunu, yaşadıkları
hayattan öğrenmişlerdir. Zâten Allah da mülkü mustazaflara vermekten yanadır:
“Biz ise, yer-yüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak,
onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk” (Kasas 5).
“Allah'ın o kent halkından, Resûlüne verdiği ganîmetler, Allah'a,
Resûle, ona akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, yolcuya âittir. Tâ
ki içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın. Peygamber size
ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun.
Çünkü Allah'ın azâbı şiddetlidir” (Haşr 7).
Servet-sâhibi sermâyedarların
özellikleri nelerdir. Nasıl tavırlar takınırlar? Allah Kur’ân’da bu kişileri şu
şekilde fişler:
“Onlar ki hem kıskanır, cimrilik
ederler, hem de herkese cimrilik tavsiye ederler ve Allah'ın kendilerine
fazlından verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle nîmetleri gizleyen nankörlere
hor ve rüsvâ edici bir azap hazırladık” (Nîsa 37).
“Mallarımız
konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vaz-geçmemizi senin namazın mı
emrediyor?” (Hud 87).
“O, mal yığıp
biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedî
kılacağını sanıyor. Hayır; andolsun o, 'hutame'ye atılacaktır. “Hutame”nin ne
olduğunu sana bildiren nedir? Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir” (Hümeze 2-6).
“İşte sizler
böylesiniz; Allah yolunda infâk etmeye çağrılıyorsunuz; buna rağmen bâzılarınız
cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse, artık o, ancak kendi nefsine cimrilik
eder. Allah ise, Ganiy (hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayan)dır; fakir olan
sizlersiniz” (Muhammed 38).
Biz de Firavun'un kavmini bahçelerden, pınar-başlarından,
servetlerden ve iyi bir konumdan çıkardık” (Şuâra 58).
Allah yerine buzağıya tapıyorlar, bu buzağı
altın buzağıdır, altındır: “(Bu sefer)
dediler ki: Rabbine adımıza yalvar da, bize (keseceğimiz, tapmaktan
vazgeçeceğimiz şeyi) rengini bildirsin.
O: (Rabbim) diyor ki: O, bakanların içini ferahlatan sarı bir inektir
dedi. (Bakara 69). Burada “parlak sarı renkli sığır” altındır.
“Altını ve
gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azâbı
müjdele. Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların
alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve) işte bu, kendiniz için
yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın (denilecek)” (Tevbe 34-35).
“Kadınlara,
oğullara, kantar-kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara,
hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara süslü ve çekici
kılındı. Bunlar, dünyâ-hayâtının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah
katındadır. De ki: Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar
için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan
cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızâsı vardır. Allah, kulları hakkıyla
görendir” (Âl-i İmran
14-15).
“Gerçekten inkâr
edenlerin ise, ne malları, ne çocukları, onlara Allah'tan yana bir-şey
sağlayamaz. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda temelli olarak kalacaklardır” (Âl-i
İmran 116).
Zenginlik, yanında cimriliği de getirir: “Onlara kendi bol ihsânından verince ise,
onunla cimrilik yaptılar ve yüz çevirdiler; onlar böyle sırt dönenlerdir”
(Tevbe 76).
Cimrilik kibirliliktir. Bu kişilerin bâzı
yardımlarına bakmayın, gösteriştir yaptıkları: “Onlar, cimrilikte bulunurlar, insanlara da cimriliği emreder
(önerir)ler. Allah'ın fazlından kendilerine verdiğini gizli tutarlar. Biz o
kâfirlere aşağılatıcı bir azap hazırlamışızdır. Onlar, mallarını insanlara
gösteriş olsun diye harcarlar, Allah'a ve âhiret-gününe inanmazlar. Şeytan,
kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir arkadaştır o. Allah'a ve âhiret-gününe
inanarak Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan infâk etselerdi aleyhlerine mi
olurdu? Allah, onları iyi bilendir” (Nîsâ 36-38).
“Şimdi,
o yüz çevireni gördün mü? Azıcık verdi ve gerisini kaya gibi sımsıkı elinde
tuttu” (Necm 33-34).
Lisân-ı hâl ile şöyle derler: “Ve onlara: Size Allah'ın rızık olarak
verdiklerinden infâk edin denildiği zaman, o inkâr edenler îman edenlere
dediler ki: Allah'ın, eğer dilemiş olsaydı yedireceği kimseyi biz mi yedirecek
mişiz? Gerçekten siz, apaçık bir şaşkınlık içindesiniz” (Yâsin 47).
Zenginler fakirlerle bir-arada bulunmaya
bile tahammül edemezler. Allah bizi “sen sakın onlar gibi yapma!” diyerek
uyarır: “Sen de sabah akşam O'nun
rızâsını isteyerek Rablerine duâ edenlerle birlikte sabret. Dünyâ-hayâtının
(aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kâlbini bizi
zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi istek ve tutkularına (hevâsına) uyan
ve işinde aşırılığa gidene itaat etme!” (Kehf 28).
Başkasının sırtından geçinen bu asalaklar
(servet-sâhipleri), böyle yaşamaya alışmışlardır. Kesinlikle vazgeçmezler.
Zâten bir vazgeçen örneği yoktur. Allah başkalarının sırtından geçinmeyi
yasaklar: “Şüphesiz insana kendi
emeğinden başkası yoktur” (Necm 39).
“Mal
ve çocuklar, dünyâ-hayâtının çekici-süsüdür; sürekli olan sâlih davranışlar
ise, Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından
da daha hayırlıdır” (Kehf
45).
“O yalanlayıcı zevk ve refah-sâhiplerini bana bırak, onlara biraz
mühlet ver” (Müzzemmil
11).
Fakat mallarını paylaşmasını
bilenler mü’minler de vardır ve Allah onları şu şekilde över:
“Ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire
yedirirler” (İnsan
8).
“Mallarını
Allah yolunda infâk edenlerin örneği yedi başak bitiren, her-bir başakta yüz tâne
bulunan bir tek tânenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat-kat artırır.
Allah (ihsânı) bol olandır, bilendir”(Bakara 261).
Peygamberimiz de hadislerinde
mülk konusunda uyarılarda bulunmuştur:
“Her ümmet için bir
fitne vardır, benim ümmetimin fitnesi de maldır” (Tirmizî, Zühd 26, Hadis no: 2337).
“Sizi çokluk mahvetti. İnsanoğlu malım-malım der. Hâlbuki Âdem-oğlunun
yiyip-tükettiği, giyip-eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden
başka kendisinin olan neyi var? (Gerisini ölümle terkeder ve insanlara bırakır.
Malın içinde gerçekten senin malın olan şey, sâdece yiyip tükettiğin; giyip
eskittiğin; ya da sadaka verip ileriye gönderdiğindir)” (Müslim, Zühd 3, 4;
Hadis no: 2958; Nesâî, Vesâyâ 1; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir Tekâsür, Hadis no:
3351; Ahmed bin Hanbel, 4/24).
“Hanginiz, vârisinin malını kendi malından
daha çok sever?” Ashâb: “Ey Allah'ın Rasûlü, içimizde herkes, kendi malını vârisinin
malından daha çok sever” dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Öyleyse şunu
bilin: Kişinin gerçek malı, hayâtında gönderdiğidir. Geriye bıraktığı da
vârislerinin malıdır” (Buhârî, Rikak 12; Nesâî, Vesâyâ 1).
“Bir sürüye salınan
(dadanan) iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsıyla
dîne verdiği zarardan daha fazla değildir” (Tirmizî, Zühd 43, Hadis no: 2377).
“Âdem-oğlu için iki vâdi dolusu mal
olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Âdem-oğlunun iç-boşluğunu (karnını)
ancak toprak doldurur (gözünü toprak doyurur). Allah tevbe edenleri affeder”
(Buhârî, Rikak 10; Müslim, Rikak 116, Hadis no: 1048; Müslim, hadis no: 1048;
S. Müslim, Terc. ve Şerhi, 5/465; Tirmizî, Zühd 27, Hadis no: 2338).
“Sizden birine, Dünyâ’lık olarak bir
hizmetçi ve Allah yolunda cihadda kullanacağı bir binek edinecek kadar mal
toplaması yeterlidir” (Tirmizî, Zühd 19, Hadis no: 2328; Nesâî, Zînet 119; İbn
Mâce, Zühd 1, Hadis no: 4103).
“Kim bize mêmur olursa, kendine bir zevce
edinsin. Hizmetçisi yoksa bir de hizmetçi edinsin. Meskeni yoksa bir mesken
edinsin. Kim bunun dışında bir şey edinirse, bu kimse hâindir, hırsızdır” (Ebû
Dâvud, Harac 10, h. no: 2945).
“Ey Âdem-oğlu! Eğer fazla malını Allah
yolunda harcarsan bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için
zararlıdır. Kefaf (yeterli miktar) sebebiyle levm edilmezsin. (Harcamaya),
bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yâni veren), alttaki elden
(yâni alandan) daha hayırlıdır” (Müslim, Zekât 97, hadis no: 1036; Tirmizî,
Zühd 32, h. no: 2344).
“Yoksulluk neredeyse (az kalsın) küfür olacaktı” (Ebu Nuaym; Beyhâkî, Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, IV, 542
(6199).
“Zengine alçak gönüllülük gösterenin dîninin üçte bir gider”.
Şunu da hatırlatalım ki; Kur’ân sınırı aşan zenginliğin
karşısında olduğu gibi, fakirliğin de karşısındadır.
Ali
Şeriati, gayr-ı Müslim devlet başkanları ile Peygamberimizin yaşayış
karşılaştırmasını şu şekilde yapıyor:
“Îran
Şehinşahı’nın süslü ve cilâlı büyük bir sarayı vardı. Bu saraydaki teşrifat
(protokôl) işlerinin görülebilmesi için bir-kaç bin köle, binlerce erkek ve
kadın hizmetçi çalıştırılıyordu. Yoksul ve çilekeş insanların gelirleri bu
sarayın idâresi için harcanıyordu.
Arabistan'ın
kuzeyinde ise Heraklius'un korkulu ve azâmetli imparatorluğu göze çarpıyordu.
İki memlekette kendini gösteren her-şeyin, bu sarayların hâkimlerine âit olduğu
söylenebilir: Sanat, edebiyat, savaş işleri, vergi toplama ve sabahleyin
erkenden kalkma... bunların hepsi saltanâtın ve imparatorluğun teşrifat ve
şevketinin daha fazla olması içindi.
Ama İslâm
Peygamberi, Medîne'ye girdiğinde bir mescit ve yanında ufacık bir ev yaptı. Bu
evin kapısı mescidinin içine açılıyordu. İslâm hükümeti, Arabistan'ın
her-yerine hâkim olmasına rağmen, ömrünün sonuna kadar kendi yaşayışında bir
değişiklik yapmadı. Memleketin mutlak hâkimi olmasına rağmen, yoksulların
sofrasında horlanan bir köle gibi oturuyor ve arpadan yapılan ekmek yiyordu.
Çıplak bir bineğe biniyor ve genellikle ikinci bir kişiyi de terkisine
alıyordu. İslâm hâkiminin bu davranışının sebebi, kendi rejimiyle Îran
Şehinşâh’ı ve Rum İmparatorunun rejimi arasındaki farkların ortaya çıkması ve
halkın bunu gözleriyle görmesi içindi. Yeni rejim ve yeni teşkilatının iki
ayağı bulunmaktaydı: Burada hâkim ile mahkûm, emreden ile emredilen, köle ile
efendi yoktu. Hepsi Allah'ın huzûrunda âdilce ve eşitlikle aynı sırada yer
alıyordu”.
İşte Ebu Zer Gıfâri Muâviye’ye bu nedenle: “Ey Muâviye, sen
zengini daha zengin, yoksulu da daha yoksul yaptın” demişti.
“Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister” diyor
peygamberimiz. “Tabî ki; Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister. Fakat
nîmetini sâdece bâzı kullarının üzerinde değil, tüm kullarının üzerinde görmek
ister” diyoruz.
Allah’ın nîmeti deyince sâdece mîdeye gireni, sırta
geçirileni anlamak da sorunludur. Allah’ın bahsettiği nîmet, îman, takvâ cihad
ve infaktır.
Ebuzer’in bir sorusu üzerine Hz.
Peygamber Hadid sûresindeki ilgili âyetler hakkında şöyle demiştir:
“Dünyâ’da zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı ziyân
etmekle olmaz. Gerçek zâhidlik, Allah’ın elinde olana, kendi elinde olandan
daha çok güvenmendir. Zîra şöyle buyrulmuştur: “Bu, kaybettiğinize
üzülmemeniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir” (Tirmizi,
Zühd 29, (2341); İbnu Mâce, Zühd 1, (4100).
Hz. Âişe şöyle demiştir:
“Resûlullah vefâtından sonraya (mîras
olarak) ne para, ne pul, ne koyun ve ne de deve bırakmıştır. Hiç-bir vasiyette de bulunmamıştır” (Buhârî, Fethu’l-Bârî,
5/356, 8/148).
İhsan Eliaçık şöyle der:
“Canım o zaman öyleydi, imkânlar azdı, fakr-u zarûret içindeydiler,
ama şimdi öyle değil” diyorsanız fenâ hâlde yanılıyorsunuz. Tam-tersi; fırsat
ellerine geçtiği hâlde bile-isteye böyle yaşadılar. Çünkü eşyâ ile
ilişkileri, var-oluşsal duruşları farklıydı. Dünyâ’nın tam içindeydiler
evet, hattâ üzerine-üzerine yürüdüler ama ona bam-başka bir yerden
bakıyorlardı. Dahası tam bir mü’min yüreğine ve îmânına sâhiptiler. Allah’a
güvenleri muazzam, âhirete îmanları derin, ölümle yüzleşmeleri korkusuzdu. Malla,
mülkle kendilerini güvene ve garantiye alma derdine düşecek kadar “düşmüş”
değildiler. Şu kapitâlist çağın insanları ve hattâ müslümanları olarak
onları anlamakta ne kadar da zorlanıyoruz, değil mi?. Müslümanların düştüğü
yer burasıdır; yâni mülk ile olan ilişkileridir. Kalkış da buradan olacaktır”.
Adem Göksügür’ün görüşleri ise
şöyle:
“Dünyâ’nın hangi çağına bakarsanız bakın, insanları
bir-birine düşman eden en büyük etkenin Dünyâ nimet paylaşımındaki dengesizlik
olduğunu görürsünüz. Bu-gün bir iş-adamının bir öğün yemek için lüks bir
lokantaya bıraktığı ücret, orta-hâlli bir âilenin bir aylık nafakasına eşittir.
Yüce Yaratıcı insanları yaratmış ve onlara bol-bol yetecek kadar da rızık tâyin
etmiştir. Yarattığı kullarına, bu dünyâ-nimetlerini aralarında adâletli bir
şekilde paylaşmaları için de kurallar göndermiştir. Düz bir mantıkla
bakıldığında nimet-külfet dengesinde eşit olmayan bir görüntüyle karşılaşmak
mümkündür.
Gelin görün ki günümüz-dünyâsında büyük kardeş, ihtiyâcı
dışındaki malları küçük kardeşleriyle paylaşmadığı için Dünyâ yaşanabilir bir
Dünyâ olmaktan çıkmıştır. Ne acıdır ki evrensel bir din olan İslâm’ı kendi
tekelinde zanneden liberâl-sağ kesim bu paylaşım dengesizliğine olumsuz
katkılar sağlamaya devâm etmektedir. İlkel komünâl toplum hayâlini Dünyâ’ya
egemen kılmaya çalışan kesime gelince… Bu anlayışları sâdece söylemlerinde
kaldı. Dengesiz paylaşım konusunda liberâlleri çoktan geride bıraktılar bile. Anlayacağınız
pirzola seven vejeteryanlarla dolu bir Dünyâ’da yaşıyoruz.
Zekatı tamâmen ortadan kaldırmak isteyen çevrelerin târihi
oldukça eskilere dayanır. Peygamberimizin vefâtından hemen sonra ilk halife Ebu
Bekir’in “ridde olayı” olarak adlandırılan zekat isyancılarıyla uzun süre
uğraştığını hatırlayalım. Zekatı tamâmen ortadan kaldırma gayretleri sonuçsuz
kalınca, mal biriktirme hırsıyla yoksulun hakkını gasp eden İslâm’i burjuvazi;
zekatı, zaman ve oran açısından güdükleştirme yoluna gitmiş ve bunda da başarıya
ulaşmıştır. Sosyo-ekonomik tabaka piramidinin sivri ucunda yoğunlaşmış “mutlu
azınlık” mallarına mal katmaya devâm ederken, piramit tabanındaki oldukça kalın
bir kısma mahkûm edilen “proleter” kesim de ezildikçe ezilmektedir. Karl
Marks’ın kemiklerini sızlatan tâkipçilerinin ve “İslâm’dan söz açıldığında
mangalda kül bırakmayan liberâl çevrelerin kulakları çınlasın”.
Marx:
“Sermâye ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmekle
yaşayabilir ve ne kadar çok emek emerse o kadar çok yaşar” der.
Allah şatafatlı yapıları ve şatafatlı yaşamı
sevmez. Çünkü bu tür bir hayat, azgınlığı ve fesadı peşinden getirir: “Rabbinin Ad (kavmin)e ne yaptığını
görmedin mi? Yüksek sütunlar sâhibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri
yaratılmış değildi. Ve vâdilerde kayaları oyup biçen Semud'a? Ve kazıklar
(ehramlar) sâhibi Firavun'a? Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı. Böylece
oralarda fesadı yaygınlaştırmış-arttırmışlardı. Bundan dolayı, Rabbin, onların
üzerine bir azab kamçısı çarpıverdi. Çünkü Rabbin, gerçekten gözetlemededir” (Fecr
6-14).
“Eğer
Allah, kulları için rızkı (sınırsızca) geniş tutup-yaysaydı, gerçekten
yer-yüzünde azarlardı. Ancak O, dilediği miktâr ile indirir. Çünkü O,
kullarından haberi olandır, görendir” (Şûra 27).
Rothschild, Rockefeller ve bir-kaç süper-zengin âile (Kenzolar=kenzun)
ipleri ellerine almışlar, ülkelerdeki uşaklarıyla Dünyâ’yı istedikleri gibi
yönetiyorlar. Uzlaşmacı kapitâlizmi hesâba katmayan Marx yanıldı. Kapitâlizm
Dünyâ’ya “hâkim” oldu. İnsanlar bu sisteme köle olmuş olmalarına rağmen hiç-bir
îtirazları yok. Uzlaşmacı kapitâlizm îtirazın önünü kesti çünkü.
Ali Şeriati kapitâlizm için şöyle der:
“Kapitalizmin
insan ve eşyâ tabiatına zıt bir sosyâl ve ekonomik sistem olduğunu pratiği
göstermiştir. Çünkü kurtarıcı bir ekonominin en basit ilkelerine bile sâhip
değildir. İnsan emeğine ve alın-terine saygısız olduğundan, insanın güvenini
kazanamamış ve kazanamaz da. Menfaati putlaştıran, kişisel çıkarı ilahlaştıran
acımasız ve vahşî bir kültürün ürünüdür. Fakirleri hem patronların hem de
sermâyenin kulları hâline dönüştüren bir ekonomik ve sosyâl sistem olan
kapitâlizm, altın ve kuvvet ilahları tarafından üretilen fakat halka
tükettirilen şeytâni bir toplumsal örgütlenme şeklidir.
Sefiller,
açlar ve kimsesizler üreten fabrikalar kümesi, tağutların çağdaş dilidir bu
sistem. Evet bu sistem: İnsanın üstün değerlerini çiğnemiş, ahlâk ve vicdânı
bozmuş, adâleti ayakta tutan her şeyi alt-üst etmiş, devletle halk arasındaki
zarûri dayanışmayı ortadan kaldırmış, sıkıntıyı alabildiğine yaymış, huzûru
silip süpürmüştür.
Kapitâlizmde
işçi; hakkını dövüşe-dövüşe, bileğinin hakkıyla alır patrondan.
Kapitâlist-proletarya ilişkisinde insâni bir köprü, bir bağ yoktur. İlişkiler;
sâdece mîde ve cep veya işkembe ve yem ilişkisidir.
Kapitâlizmde
her iş paraya dayanır, para ise kapitâlistlerin elindedir. Devlet ise,
para-babalarının dilediklerini alabilmeleri için didinir. Çünkü devlet,
servet-sâhiplerini temsil etmektedir. Ancak kapitâlist devletin bütçesi,
zenginlerin ödemesi gereken vergilere değil, fakirlerin ödediği vergilere
dayanmaktadır. Devlet tüm halkın dertlerini dikkate alarak dinlemiyor, sâdece
bir-kaç yüz kişinin isteklerini karşılamak için çırpınıyor bu sistemde.
Bütün
bunlardan sonra “millet egemenliğin kaynağıdır, seçme ve dileme hakkı onundur”
palavrası buyur senin olsun... Bu öylesine bir yutturmacadır ki, üstünde
konuşmak bile yersiz. Egemenliğin kaynağı şu sözünü ettiğimiz millet, öyle mi?
Bu milyonlarca aç, bu zavallı, bu câhil kalmış, bu iğfâl edilmiş milyonlar...
Şu gece ve gündüz ekmek diye sayıklayan zavallılar... Şu, kendisinin hakkı
olduğu söylenen seçme-hakkı üzerinde düşünmek için harcayacak bir sâniyesi bile
olmayan yoksullar... Şu basın ve yayın araçlarının işâret buyurduğunu seçen,
reddettiğini terkeden milyonlar mı? Bunlar mı egemenliğin sâhibidir?
Şüphe
yok ki, memlekette aç olanlar en çok çalışanlardır. Bununla şerefiyle
çalışan, hırsızlık, yan-kesicilik, aldatma, dalkavukluk, rüşvet, nüfuz
sömürücülüğü, kadın ticâreti, insanı kısa yoldan seçkin kılacak her-hangi bir
şeyi yapmayan nâmusluları kastediyorum.
Kapitâlist
bir sistemde huzursuzluk ve stres hâkimdir. Çünkü bu huzursuzluk, emeğin
karşılığını bulamamasından, çalışmanın mükâfatsız kalmasından, dalavereciliğin,
dürüst yollardan daha çok iş görmesinden doğuyor.
Şüphe
yok ki, İslâm, sosyâl zulümler ve feodâl köleleştirme hareketleriyle mücâdele
etmiştir. Çünkü Feodalite ağalarına göre insan-kitleleri kölelerdir. Onlardan
korkmanın, kuşkulanmanın gereği yoktur. Kitleler açlık ve hastalığın adi, zayıf
mahlûklar hâline getirdiği yığınlardır. Şeref ve üstünlük duygusuna, adâlet ve
insaf düşüncesine sâhip ve lâyık değillerdir. En çıkar yol bunların mallarını
sömürmektir. Fakat bunların sınâi alanda çalıştırılmaları zarûri olduğu için
kendilerine işkence etmemeli. Zîrâ bir-gün, aralarında bir anlayış-birliği
teşekkül ederek insan-haklarına talip olabilirler.
Kapitâlist
sistemlerde hayat tek boyutlu ve hedefsiz bir harekettir. Buradan ötesi yoktur
insan için bu sistemde. İnsan bu sistemde paraya, şehvete, yemeğe saldırganlığa
ve nâmussuzluğa dönüşmüştür. İnsan hak ve görevlerini hiçe sayan
sosyâl-ekonomik düzenin çeşitli güçlerinin têsiriyle değişti. Müşrik pratiğe
dîni kisve giydirdi. Putu kendisi yaptı ve yine kendisi taptı.
Kapitâlizm
insanı hayvâni özelliklere sâhip kıldı. İnsanı sürekli “Kâbil-oğulları”
kılacak faktörleri üretti ve tüketti. Irkı, kabileyi, sınıfı, grubu, mevkiyi ve
âileyi üstünlüğün ana faktörleri olarak toplumsal gerçekler hâline getirdi.
İnsanı
bir ümmet kılan, bâtıl dinlerin têsirinden uzak, muvahhid bir mü’min kılan tüm
faktörleri red ve inkâr ederek, şirki adım-adım örgütleştirdi. İnsanları nefsî
isteklere ve ırkî temâyüllere esir hâle getirdi. İrtidâtı en doğal toplumsal
vâkıa hâline getirdi. Bu sistem öyle bir “hannas”tır ki, tüm fonksiyonu ve tüm
görevi insanların kâlbine vesvese vermektir. Ancak bu sistem, “Biz ancak
Allah’ın teslim olmuş kullarıyız ve yine O'na dönücüleriz” diye haykıran
insanları ve idrakleri asla tüketemeyecektir. Çünkü İslâm, insanları, mâbed ve
tekkelerde inzivâya sürüklemek için gelmemiştir. Sâdece yürek ve vicdanlarda
kalmak için de gelmemiştir. Aksine, hayâta hikmet olarak onu dilediği biçime
sokmak için gönderilmiştir.
İslâm,
kazanç ve mülkiyetin temelinde sâdece “emek” arar: Bedenî veya zihnî emek.
Kazancın temelinde emeği aradığı için “fâiz”i yasaklamıştır. Çünkü borç verilen
para vasıtasıyla sermâyeyi arttırmak emeksiz ürün elde etmek demektir. Emek ve
alın-teri esastır. Çünkü İslâm Peygamberi çalışmaktan şişmiş el için: “İşte
Allah ve Resûlü'nün sevdiği el, bu eldir” buyurmuştur.
İslâm'a göre çalışmak, rûhun ve bedenin zekatı, İslâm’ın kutsal
ibâdetidir. İslâm’da emeksiz ücret, işsiz gelir yoktur.
“Gerçekten o menfaatına, pek düşkündür” (Adiyyat 8).
“(Kendisi) yoksula yemek (yedirmek şöyle dursun) başkalarını da
vermeye teşvik etmezdi” (Hakka 33).
Bir-kısım
aç insanların açlıklarını hissedemediklerini, hattâ Allah'a, iyi bir yaşam
sürdükleri için şükrettikleri gözlemlenmiştir. Çünkü mîdeleri açlıktan kavrulan
bu insanların bilinçleri olaydan habersizdir. Onlar fiziksel açlıklarının
farkındalar fakat doğal olmayan bir yoksulluğun kurbânı olduklarını
hissetmemekte, hissedememektedirler. Onlar bu yoksulluğun doğallığına
inandırılmışlardır.
Sermâye üreticidir, sermâye malların değerinin ölçüsüdür,
sermâye gerçeğin deposudur. Emek, insanlığın bu dışa yansıyan en yüce niteliği
sermâyenin emrindedir!
Ne tuhaf! Sermâye, çağımızın büyük putu hâline gelmiştir.
Onun yanında insan bir hiç; kendinden uzaklaşmış, basit bir köle, bir uşak.
Peki İslâm, güncelliğe yabancı mistik ve
zâhitçe bir idealizme mi varır? İslâm, mistik dinler ve ideolojiler gibi,
adâlet ilkesini unutmuş mudur? Aslâ! İslâm, ekonomik refahı ve sosyâl adâleti,
sosyâl düzeninin ilkeleri olarak görür ve kuşkusuz bunlar üzerinde çok durur.
Kısaca, İslâm’da bu ilkeler temel gereklilikleri oluşturur; ahlâkî olgunluk ve
özel bir evrimle içinde bulunan İlâhî fıtratı serbestçe yüzeye çıkarabilsin
diye, insanı yoksulluktan ve ayrıcalıklardan kurtarır. Bu, İslâm’daki “yüce
insan hayâtı” felsefesidir.
Bu düzen devâm edemez. Çökmeye
mahkûmdur. Toynbee:
“Bu-günkü
insan medeniyeti, geçirdiği târihî aşamanın son noktasına gelmiş bulunuyor;
evet ama, kendisinin çökmekte olduğunu gören tek medeniyet de bu-günkü
medeniyettir!” der.
Hz.
Ali şöyle demişti:
“Şimdi bırakıp
geliyorum. Açları doyurmayı, başkasının malını çok yiyenlerin boğazını sıkmayı
ve “ne yediysen ver” demeyi, üstelik süte de dönmüş olsa, damaklarına da çıkmış
olsa çıkarmayı şart koşuyor ve ipotek ediyorum”.
“Yoksa
göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların mülkü onların mı? Öyleyse,
sebepler içinde (bir imkân ve güç bularak göğe) yükselsinler” (Sâd 10).
Kur’ân, zenginlerin babasının malı mı?
Rahmeti onlar mı paylaştıracaklar? Tabî ki de hayır!. Allah peygamberliği yâni
en büyük rahmeti nimeti “zengin” olmayan birine veriyor. Bu zenginlerin hiç mi
hiç hoşuna gitmiyor: “Ve dediler ki: Bu Kur’ân,
iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?. Rabbinin
rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünyâ-hayâtında mâişetlerini aralarında biz
paylaştırdık ve onlardan bir bölümü (diğer) bir bölümünü teshir etmesi için,
bir bölümünü bir bölümü üzerinde derecelerle yükselttik. Rabbinin rahmeti;
toplayıp-yığdıklarından daha hayırlıdır. Eğer insanlar (Allah'a karşı isyanda
birleşip) tek bir ümmet olacak olmasaydı, Rahman’a nankörlük edenlerin evlerine
gümüşten tavanlar ve üzerinde çıkıp-yükselecekleri merdivenler yapardık”
(Zuhruf 31-33).
Yeni söylem şu: Devletin ilerlemesi, zenginleşmesi, gayr-ı
safi milli hâsılanın artması. İyi de o ülkede bunlar olurken, garibanın durumunda
bir değişme yok ki. O hâlde ülkenin büyümesinden (gari)bana ne? İşte burada da
hemen “lânet milliyetçilik” devreye sokuluyor. “Vay sen devlet-millet düşmanı
mısın?” suçlamaları geliyor. Ulus-devlet ve milliyetçilik ideolojilerinin
ortaya konmasının bir nedeni de budur zâten. Zengini korumanın, ses
çıkarmamanın ve daha da zengin etmenin yollarından biridir bu ideolojiler…
Vatan-millet Sakarya edebiyatıyla bunlara ses çıkarılmayacak.
Yüz-binlerce aç insanı doyuracak servete
sâhip olanlar varken, hâlâ açların olması, servet-sâhiplerinin şerefsizliğini
gösterir: “Hayır; aksine, siz yetime
ikrâm etmiyorsunuz. Yoksula yedirmek için bir-birinizi teşvik etmiyorsunuz.
Mîrâsı, sınır tanımaz (helâl-haram aldırmaz) bir tarzda yiyorsunuz. Malı bir
yığma tutkusu ve hırsıyla seviyorsunuz” (Fecr 17-20). Bunlar ancak cehennem
önlerine getirildiği zaman akılları başlarına gelir ama nâfile. Keşke hayâtım
için bir şeyler takdim etseydim der durur ama nâfile: “O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak
(bu) hatırlamadan ona ne fayda? Der ki: Keşke hayâtım için, (önceden bir
şeyler) takdim edebilseydim” (Fecr 23-24).
“Sizden
önceki (münâfıklar ve kâfirler) gibi. Onlar sizden kuvvet bakımından daha
güçlü, mal ve çocuklar bakımından daha çoktular. Onlar kendi paylarıyla
yararlanmaya baktılar; siz de, sizden öncekilerin kendi paylarıyla yararlanmaya
kalkışmaları gibi, kendi paylarınızla yararlanmaya baktınız ve siz de (Dünyâ’ya
ve zevke) dalanlar gibi daldınız. İşte onların Dünyâ’da ve âhirette bütün
yapıp-ettikleri (amelleri) boşa çıkmıştır ve işte onlar kayba uğrayanlardır” (Tevbe 69).
Fazla mal saptırır. Îmanda sorun oluşturur: “Mûsa dedi ki: Rabbimiz, şüphesiz Sen,
Firavun'a ve önde gelen çevresine dünyâ-hayâtında bir çekicilik (güç, ihtişam)
ve mallar verdin. Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için (mi?) Rabbimiz,
mallarını yerin dibine geçir ve onların kâlplerinin üzerini şiddetle bağla;
onlar acı azabı görecekleri zamana kadar îman etmeyecekler” (Yûnûs 88).
Daha ilk inen
âyetlerde, insanın zenginliğinden dolayı kendini müstağni göreceği dolayısı ile
azacağını söyler: “Hayır; gerçekten
insan, azar. Kendini müstağni gördüğünde” (Alâk 6-7). “Leyatğa’’ ifâdesinin kökü “ğani’’dir. Anlamı ise; mal ve
mülk edinerek azmak mânâsındadır.
Servet-sâhibinin, üstelik bir de muktedir
ise kafası şu şekilde çalışır: “Firavun,
kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda
akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?. Yoksa ben,
şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse
(sözü) açıklamadan yoksun olan (biri)dir. Bu durumda (eğer doğruysa), üzerine
altından bilezikler atılmalı ya da yakınında yer almış vaziyette onunla
birlikte melekler gelmeli değil miydi?” (Zuhruf 51-53).
“Arkadan
çekiştirip duran, kaş-göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay hâline; Ki
o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini
ebedi kılacağını sanıyor” (Hümeze
1-3).
Kur’ân, “kölelere özgürlük!” diye
haykırıyor: “O, hiç kimsenin kendisine
asla güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? O: Yığınla mal tüketip-yok ettim diyor”
(Beled 5-6) ve: “Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu
sana öğreten nedir? Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Ya da
açlık gününde doyurmaktır, Yakın olan bir yetimi, Ve ya sürünen bir yoksulu.
Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti
bir-birlerine tavsiye edenlerden olmak” (Beled 11-17).
“Şu-hâlde
sen, Bizim zikrimize sırt çeviren ve dünyâ-hayâtından başkasını istemeyenden
yüz çevir” (Necm 29). Çünkü
bir kâlpte hem servet hem de âhiret sevgisi aynı-anda bulunamaz. Âhirete
inanmayandan yüz çevir. Çünkü çıkarları için onların yapmayacağı şey yoktur.
Bir makâlede şöyle
denir:
“Fakirlikle
korkutmak, manipüle etmek, mülk yarışının yâni kapitalizmin temel
stratejisidir. İşsizlik, açlık, sefâlet ve öteki tarafta göbeği şiştikçe şişen
doyumsuzluk.. İşsizlik yaratarak insanları korkutanlar (ruhbanlar), ve bu oyuna
âlet olarak “aman bana bir şey olmasın’’ duygusuna kapılanlar ve sonuç olarak
ortaya çıkan bireycilik, bencillik, ötekileştirmecilik…vs. İşte bunların
tamâmı birer füzedir, bombadır, silahtır. Ve bu toplum, onların eliyle
bombalanmakta, Meyyit’i Müteharrikler (Yaşayan Ölüler) hâline getirilmektedir.
Meyyit’i Müteharrik, miskinliğin en ileri aşamasıdır. Emperyalistler yâni
Firavunlar, isyân etmiştir. Ancak; tabiata, devinime, dönüşüme ve insanlığa
karşı bir isyan”.
Servet
Allah yolunda harcanmak üzere verilir. Allah yolunda harcanmayan servet
şımartır. Servetin şükrü onu paylaşmaktır. Servet kişiye, o kişinin eliyle
dağıtılması için verilir. Böyle yapılmadığında servet-sâhipleri bir-zaman sonra
zulüm ve zorbalığa baş-vurmaya başlarlar. Servet-sâhipleri servetlerini
Allah’ın lütfuyla değil de kendi bilgileri/çabaları sonucu kazandıklarını iddia
ederler. Gerçek ilim-sâhipleri servetin iyi bir-şey olmadığını bilirler.
Kârun’un ve servetinin sonu. Servet hakkında yanlış düşünenlerin sözleri: Kasas
76-82. Allah’ın huzûruna servet ile değil, îman ve itaatle gidilmelidir.
Bertolt Brecht:
“Kapitâlizme karşı olmadan faşizme karşı olanlar; danayı
kesmeden onun etini yemek isteyen insanlara benzer. Danayı yemek isterler ama
kan görmeyi sevmezler. Kasap eti tartmadan önce ellerini yıkarsa tatmin
olurlar. Barbarlığı ortaya çıkaran mülk ilişkilerine karşı değillerdir,
yalnızca barbarlığa karşıdırlar. Barbarlığa karşı seslerini yükseltirler,
hem de bunu, aynı mülkiyet ilişkilerinin yayıldığı, ancak kasapların eti tartmadan
önce ellerini yıkadığı ülkelerde yaparlar.
Bir banka kurmanın yanında, bir banka
soymak nedir ki?” der.
Peygamberler mücâdelelerini hep zenginlerle/mülk-sâhipleriyle
yapmışlardır. “(Yûsuf) dedi ki: Beni
(bu) yerin (ülkenin) hazîneleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben,
(bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim” (Yûsuf 55).
Hz. Yûsuf hazîne-bakanı olmayı istiyor. Çünkü perişanlığın/sefâletin merkezi
burası ve bir peygamberin buna râzı olması düşünülemez. Adâleti sağlamak ve korumak
kaçınılmazdır bir peygamber için. Onu bir ölçüye göre paylaştırmak elzemdir.
Çünkü Allah bir ölçüye göre indirmiştir: “Hiç
bir şey yoktur ki, hazîneleri katımızda olmasın; ancak onu belirlenmiş bir
miktar olarak indiririz” (Hicr 21). Bu sebeple bu ölçüyü sağlamak için
bâzen zenginden alıp fakire vermek gerekir. Zâten: “Onların (zenginlerin) mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı
istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardır” (Zâriyat 19). “Ve onların mallarında belirli bir hak
vardır: Yoksul ve yoksun olan(lar)için” (Meâric 24-25).
Peygamberlerin en büyük düşmanları
zenginler, servet-sâhipleridir. Halkı îmandan engellerler ve kendi
sistemlerine/tanrılarına uymalarını dayatırlar: “Nûh: Rabbim, gerçekten onlar bana isyân ettiler; mal ve çocukları
kendisine ziyandan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. ''Ve büyük
büyük hîleli-düzenler kurdular. ''Ve dediler ki: Kendi ilahlarınızı bırakmayın;
bırakmayın, ne Vedd'i, ne Suva'ı, ne Yeğus'u, ne Ye'uk'u ve ne de Nesr'i”
(Nûh 21-24).
Servet-sâhipleri (münâfıklar) kendilerini
rızık-verici zannetmeye başlarlar: “Onlar
ki: Allah'ın Resûlü yanında bulunanlara hiç bir infâk (harcama)da bulunmayın,
sonunda dağılıp gitsinler, derler. Oysa göklerin ve yerin hazîneleri
Allah'ındır. Ancak münâfıklar kavramıyorlar” (Münâfikun 7).
Zenginin verdiği hayırlar, onun lütfu değil,
sorumluluğudur. Fakirin ondaki hakkını veriyordur ya da vermiyordur. Yıllardır
haksızlıkla yediği malını. Fakir, zenginden hakkını zorla da ola alabilir. Hz.
Ömer zorla almak istemişti. Bu yüzden öldürülmüştür.
Unutulmasın ki yapılan her infâk eksiktir.
İleride bunu pişmanlığı yaşanacaktır: “Sizden
birinize ölüm gelip de: Rabbim, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirsen
ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam demezden önce, size rızık
olarak verdiklerimizden infâk edin” (Münâfikun 10).
“Ey
îman edenler! Bir-birinizin mallarını (velev ki) karşılıklı rızâya
dayanan ticâret yoluyla bile olsa haksızlıkla yemeyin” (Nîsâ 29).
Aşırı mal, aşırı mal-sevgisi doğurur. Aşırı mal-sevgisi
kâlbi karartır ve zamanla köreltir. Artık her şeyi mal ile değerlendirmeye
başlar kişi. Bundan kurtulmanın tek
çâresi infâktır.
Mal toplayıp yığmak cehenneme girmeye neden
olur: “Doğrusu o (cehennem), cayır-cayır
yanmakta olan ateştir: Başın derisini kavurup-soyar. Yüz çevirip arkasını
döneni çağırır-durur. (Durmaksızın mal ve servet) Toplayıp bir yerde (üst-üste)
yığmakta olanı” (Meâric 15-18). Hâbil-Kâbil ile başlayan servet
yarışı/savaşı hâlen sürüyor ve kıyâmete kadar süreceğe benziyor.
Fakirlerle yoksullarla paylaşılmayan her
türlü devlet-geliri zenginlerin elinde devlete döner: “Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey,
Allah'a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara
ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar
arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık
onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah'tan korkun.
Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır. (Haşr 7).
Unutulmasın ki kâinâta sâdece Allah
hâkimdir: “Yoksa Rabbinin hazîneleri
onların yanında mıdır? Yoksa üstün güç (her-şeyin denetim ve yönetim) sâhipleri
kendileri midir?” (Tûr 37).
“Her iki grubu da yani berikilere de ötekilere de
Rabbinin bağışından pay veririz. Hiç kimse Rabbinin bağışından mahrum edilmez.
Onun bağış kapısı herkese açıktır” (İsrâ 20).
İhsan Eliaçık zengin için şöyle der:
Zengin, Allah’ın, dolayısıyla garibanın/yoksulun/halkın hakkını
vermeyendir”.
“(Allah) size kendinizden bir misâl verdi:
Hiç size kısmet ettiğimiz şeyde elleriniz altındaki kölelerinizden ortaklarınız
bulunur da onlarla siz eşit olur, aranızda birbirinizi saydığınız gibi, onları
da sayar mısınız? İşte düşünecek bir toplum için ayetleri böyle ayırdediyoruz.
Fakat zulmedenler bilgisizce heveslerine uydular. Artık Allah'ın şaşırttığını
kim yola getirebilir? Onlara yardımcılardan eser de yoktur!” (Rum 28-29).
“Bu durumda eğer yüz çevirirlerse, artık de ki: Ben sizi, Ad ve
Semud (kavimlerinin) yıldırımına benzer bir yıldırımla uyardım” (Fussilet 13).
Bolluk ve refah azap için bir nedendir: “Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb'ı
(elçi gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, O'ndan başka
ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir bolluk ve
refah (hayır) içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün
azabından korkuyorum” (Hûd 84).
“Kendisini
tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak; Ki Ben ona,
alabildiğine çok mal (servet) verdim. Göz-önünde hazır çocuklar (verdim). Ve
sayısız imkân ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha arttırmam için tamah eder
(doyumsuz istekte bulunur)”
(Müddesir 11-15). Böylelerinin bir türlü gözleri doymaz. Tüm Dünyâ’ya sâhip
olsalar gözlerini bu sefer de Ay’a dikerler, olmadı Güneş’e.. Bunlar lîsan-ı
hâl ile içten-içe şöyle bağırırlar: “Sizin en yüce rabbiniziz!. Bunlara
söylenecek şey şu:
“Ye
eyyühel insani me ğarreke bi rabbikel kerim. Ey insan! Bu kadar cömert olan
Rabbine karşı seni bu kadar kibirli/gururlu kılıp aldatıp isyân ettiren ne?” (İnfitâr 6).
Ahmet Kalkan:
“Türkçe'ye
Yunanca'dan giren “manyak” kelimesi, müstekbir kelimesinin Türkçe tam
karşılığıdır. Bu, müstekbir için zorlama bir abartı ifâdesi değil; gerçek bir
tanımdır. Şöyle ki, “megalo”, büyük demektir; psikolojik bir hasta/ruh hastası
olan “megaloman”: Megalomani'ye, yâni büyüklük kuruntusuna tutulmuş kimse
anlamına gelir. “Megalomani” kendini büyük görme hastalığı, büyüklük kuruntusu
mânâsınadır. “Mani” ve “manya” saplantı, iptilâ, tutku, düşkünlük şeklinde
ortaya çıkan delilik hâline verilen addır. “Manyak” da, Manya'ya (delilik gibi
bu psikolojik hastalığa) uğramış ruh hastası demektir. Dolayısıyla “manyak”
kelimesinin Türkçe’deki tüm olumsuz anlamları, istikbâr/kendini aşırı beğenme
hastalığının bir göstergesi ve sonucudur. Yâni tüm müstekbirler manyaktırlar. Bunun
için olsa gerektir; tımarhânedeki delilerin çoğu, kendilerini meşhûr büyüklerden, müstekbirlerden biri gibi
görür ve gösterir. Deli bile, kendini akıllı gösteren meşhûr
delilerle/müstekbirlerle kendisi arasındaki yakın bağı görebilmektedir”
der.
“Birleşmiş Milletler (BM) Dünyâda
açlık sorunu yaşayan insan sayısının 1 milyarı geçtiğini açıkladı. BM Gıda ve
Tarım Örgütü (FAO) ile Dünyâ Gıda Programı’na (WFP) yayınladıkları ortak
raporda, Dünyâ’da açlıkla mücâdele eden insan sayısının, 2009 yılında 100
milyon artarak, 1 milyar 20 milyona ulaştığını bildirdi. Raporda, bu sayının
son 40 yıldaki en yüksek aç sayısı olduğu ifâde edildi. FAO Genel Sekreteri Jacques
Diouf rapor açıklanırken, “Aç insanların sayısındaki artış tahammül edilemez
noktada” dedi. Diouf, “Açlık sorununun yok edilmesi için ekonomik ve teknik
olanaklarımız var, ancak açlığı sonsuza kadar yok etmek için eksik olan siyâsi
irâdedir” der.
Görüldüğü gibi 1 milyar insan
yer-yüzünün sokaklarında aç dolaşıyor. İhsan Eliaçık bu nedenle “bir milyar
insan hangi suçundan dolayı aç?” diye sorar.
Adâlet bilincine sâhip olan ya da olması gereken
müslümanların bu zâlim düzene karşı bir isyân geliştirmemesi de anlaşılabilecek
bir durum değildir. Atasoy Müftüoğlu bu konuda şunları söyler:
“Bu-gün
serbest piyasa olarak tanımlanan şey gerçekte serbest piyasa olmayıp, büyük
sermâye-sâhiplerinin, ekonomik iktidâr-sâhiplerinin dünyâ-görüşlerine,
hayat-tarzlarına ve sınırsız ihtiraslarına hizmet eden şeyin adıdır. Bu
dünyâ-görüşünün, hayat-tarzının hiç-bir değer-sistemine ihtiyâcı yoktur. Bu
dünyâ-görüşü ve hayat-tarzı hiç-bir şekilde hakîkatle adâletle ilgilenmiyor,
yalnızca işe yarar olanla ilgileniyor, verimlilikle ilgileniyor. Müslümanlar
için hayâtın-târihin içerisinde sorumlu-üretken özneler olmaktan başka bir
konum olmadığı hâlde, bu-gün, bizler, ne yazık ki, her yerde özel çıkarlar
savaşı veren serbest piyasa ideolojisinin, serbest piyasa evrenselciliğinin, piyasa
köktenciliğinin nesneleri hâline getirildik. Bilindiği üzere, nesneler/eşyâlar
sorumluluk alamazlar, üretemezler, eyleyemezler. Ayrıca belirtmek gerekir ki,
piyasa köktenciliği, hangi gerekçeye dayalı olursa-olsun, hiç-bir ahlâki
müdâhaleye, yoruma, öneriye tahammül edemez. Günümüzde bir-yanda çok
kültürlülükten söz edilirken, bir diğer yanda serbest piyasa ideolojisi tek
model olarak bütün toplumlara dayatılıyor. Bütün toplumlar neo-liberâl modele
mahkûm edilmiş bulunuyor. Bu modele dâhil olmayanlar terörize ediliyor.
Piyasanın referans ve meşrûiyet kaynağı olarak alındığı, piyasa mutlâkiyetçiliğinin
bir özgürlük biçimi olarak selamlanabildiği dogmatik bir târihsel süreç
içerisinde yaşıyoruz. Bu durumda düşünen, sorumluluk sâhibi bütün müslümanların
radikâl sorgulamalara cesâret etmeleri gerekir. Düşünen, sorumlu müslümanların,
nasıl bir Dünyâ’da ve kim olarak yaşadıklarına ilişkin bir cevapları olması
gerekir. Bu-günün, emperyâl-küresel dünyâsında, İslâm-karşıtlığının en önemli
nedenlerinden başlıcası, İslâm’ın ekonomik liberâlizme karşı oluşudur. Bu-günün
dünyâsının İslâm’ın alternatif bir ekonomik sistem olarak telaffuz edilmesine
asla tahammülü yoktur. Piyasa köktenciliğinin tebcil ve takdis edildiği bir
toplumda yaşayan müslümanların, Kur’ân’i-İslâm’i
çalışmalar/araştırmalar/incelemeler/etkinlikler/çözümlemeler yapan
kuruluşların/vakıfların/derneklerin/merkezlerin/uzmanların/üstadların vb. bu
konu etrâfında, piyasa mutlâkiyetçiliğini tartışan, sorgulayan, reddeden
eleştirel bir tavır almamaları, böyle bir tavrı toplumsallaştırmak adına bir
programa/projeye sâhip olmamaları anlaşılabilir, kabûl edilebilir, normâl
karşılanabilir bir durum değildir. Putlarını parçalayamayan, parçalamak
istemeyen kabîlelere ortak değerlerden, ortak sorumluluklardan, ortak kaygılardan
söz etmenin hiç-bir anlamı kalmıyor.
Bütün
değerlerin çözülmesine neden olan seküler/neo-liberâl sermâyenin dünyâsı ile
teknolojik nihilizm, teknolojinin hâkimiyeti insanlığı daha bir çıkmazdan
kurtulmadan, bir başka çıkmaza sürüklüyor”.
Ali Şeriati bu konuda
şunları söyler:
“Dinler-târihi bize iki
tür dînin vâr-olduğunu gösterir. Aşağı tabakaya mensup, mahrum kimselerin
dinleri, zengin/müreffeh sınıfların benimsediği dinler. Zengin sınıfların
dinleri, büyük medeniyetlerin meydana geldiği Çin, Hind ve İran’da ortaya
çıkmış olan dinlerdir. Bilindiği gibi bu bölgeler aynı-zamanda büyük
peygamberlerin zuhur ettiği bölgelerdir. Âdem’den Hatem’e (Hz. Muhammed’e)
kadar gelen Hz. Îsa, Hz. Mûsa gibi bir-çok peygamberin vatanı olan diğer bir
medeniyet de Sâmi medeniyetidir. Sâmi medeniyetine mensup peygamberlerin hepsi
de mahrumlar sınıfındandır. İslâm peygamberi Hz. Muhammed, “koyun çobanlığı
yapmayan peygamber yoktur.” buyurmaktadır. Bunun anlamı tüm peygamberlerin alt
sınıfa mensup olmuş olmalarıdır. Şüphesiz bu peygamberlerin daha sonra iktidarı
ele geçirerek hakim konuma gelmeleri ayrı bir konudur. Sonuçta bunlar alt
tabakadan gelen kimselerdir.
Bilindiği gibi Hz. İbrâhim bir heykel-traşın oğluydu; Hz.
Nuh, marangozluk yapıyordu; Hz. Davut hasır dokurdu. Diğer peygamberlerin çoğu
çobanlık yapmış kimselerdir.
Burada
ifâde etmeliyiz ki dünyanın en mahrum bırakılan kimsesi çobanlardır. Çünkü
onlar, evden, âileden, yaşamdan hattâ îmar edilmiş bir yer görme zevkinden
mahrum kalmış kimselerdir. Çeşitli mesleklere mensup olan peygamberler, kendi
toplumlarının en alt sınıfına mensup kimseler olarak kabûl ediliyorlardı.
Bir kıyam
başlatan Sâmi peygamberler, kılıçlarıyla zamânın iktidarlarına ve
para-babalarına karşı savaşmışlardır. Servetin ve iktidârın kimlerin elinde
toplandığı konusu her zaman onları ilgilendirmiştir. Bu peygamberler Mani gibi,
zamanlarında bulunan iktidarların tevessülüne teveccüh göstermeksizin, hâkim
güçlere karşı mücâdele etmişlerdir.
Evet kardeş! İçinde yaşadığımız düzen maalesef bu! Adâlet pâyesinde
zulüm! Âdilce zulüm.
İhsan
Eliaçık:
“Sizler
yoksulsunuz, Allah’tır zengin olan” âyeti mucîbince, kişinin kendisine “zengin” demesi bile câiz
değildir, edebe müğayirdir. Bu âyetin ”kime” söylendiğini iyi düşünün… Neden meselenin etrâfında
dolanıyor, işin köküne inmiyorsunuz? Yoksullara yardımı aşın, yoksulluk neden
var onu sorun…. ”Yiyiniz, içiniz
isrâf etmeyiniz” (Nîsâ 6) demek, yiyiniz, içiniz ama bunu
başkasının hakkını ve emeğini alarak/çalarak yapmayınız demektir. Örnek: ”Yetimlerin malını isrâf ile yemeyiniz” (En-am
141), Bu dînin en esaslı mesajı “kralların” hoşuna
gitmese de ”Lehu’l-mülk”! Kur’ân’ın
neye ilk hayır (kellâ) dediği
üzerinde yeniden düşününüz. Tuğyan ile zenginlik arzusu (istiğna) arasında
zorunlu ve kopmaz bir bağ olduğunu söyleyerek başladı vahiy! (Alâk” 6-7)” der.
Sınırsız zengin olmanın önünde
İslâm’i bir engel görmeyen müslümanlara şunu soralım: Zekatımı verirsem Kârun
olabilir miyim? Kârun gibi olmama engel bir şey var mı? “Evet, olunabilir”“
denirse zâten artık ona söyleyecek bir sözümüz yok. Fakat “Hayır, olamazsın”
diyorsa.. O zaman şunu sormamız gerekir: Sınır nedir? Hangi sınırda durmam
gerekir? Maalesef bu soruya da tatmin edici bir cevap veremez. Çünkü
söyleyeceği her-hangi bir sınırda durmama neden olacak sebep yok. O gösterdiği
sınırda neden durayım? Çünkü bir-önceki sınırda durmamıştım. Bir-önceki sınırda
durmuyorsam bir-sonraki sınırda niye durayım? Hattâ daha sonraki sınırlarda
niye durayım? Diyelim ki tüm Dünyâ benim; neden yetineyim? “Ay’a, Mars’a, diğer
gezegenlere ve hattâ Güneş’e gözümü niçin dikmeyeyim?. Gözümü bütün kâinâta
dikmeye başlarım. Bütün kâinât benim olsun isterim. İsteğimi niçin
sınırlandırayım ki? Çünkü: “bir sınır yoksa hiç bir sınır yoktur”. İslâm’ın
her konuda kırmızı çizgileri vardır. En çok da ekonomik alanda kırmızı çizgiler
koyar. Para, mal-mülk ile ilgili âyetler Kur’ân’da en çok işlenen âyetlerdir.
Hattâ en uzun âyet para (borç) ile ilgili olandır: (Bakara 282). Çünkü Şeytan dâima
bu noktayı gözetler. Yıkımı buradan yapar en çok. Kardeşi kardeşe; oğulu babaya-anaya,
karıyı kocaya, kan-kardeşi can-düşmana çevirebilir.
Hikmet Ertürk:
“Veremediğimiz her-şeyin kölesi durumuna dönüşüyoruz. Artık bizi
yöneten şey Dünyâ’ya dâir endişelerimiz, korkularımız, kazançlarımız ve
sevgilerimiz oluyor ve sürekli hatâlı davranışlar sergiliyoruz. Allah Resûlünün
dediği gibi; “Dünyâ-sevgisi her
hatânın başıdır. Bir-şeyi sevmen, seni kör yapar, sağır eder.” Gerçekten
de öyledir. Kendisini rahat yaşama kaptırmış bir kardeşinize hiç-bir şeyi îzah
edemezsiniz. Size karşı artık sağır ve kördür. İşte böylelikle dünyâ-sevgisi
bizleri avucunun içine alarak köleleştiriyor. İstisnâlar hâriç, târihin her
döneminde köleler hep bir-birleriyle çatışmış, kavgalı olmuşlardır. Gözleri
hiç-bir zaman kendilerini ezen, dünyâ-perest düşmanlarını görmemiştir. Belki de
bizlerin sürekli kavgalı olması, köle olduğumuzun, vahiyle özgürleşemediğimizin
bir kanıtıdır. Çevremizdeki tüm ayartıcılara karşı dik bir duruş
sergileyemeyerek, onların köleleri hâline geliyoruz” der.
Asgarî ücreti her ne kadar devlet belirliyor
görünse de aslında sermâyedarlar belirliyorlar ve devlet bir şey diyemiyor.
Mêmurun maaşını devlet belirlediği için görece iyi bir maaş verebiliyor. Ama
asgarî ücret için bu geçerli değil. Asgarî ücreti devlet belirlemediği için
azdır.
Sermâye
insanları tutukluyor. İnsanlar Dünyâ’da açık-hava hapis-hânesinde imiş gibi
yaşıyor. “Hava alabildikleri” için bir şey demiyorlar. Aynı-zamanda tüm
savaşların sebebi aslında sermâyeler ve sermâyedarlardır.
Ali Akay:
“Bir başka şekilde bakarsak
sermâye, savaş makinesidir. Devlete dışarıdan gelmekte ve onun tarafından ulus‐devlet
sınırlarında tutularak işlerleşmektedir. Sermâye, ulusa ve ahlâkına dışarıdan
gelen virütik bir ötekidir. Bulaşır, değiştirir, dönüştürür, ancak insanları
bir yurt ve ev ekonomisi üzerinden düşünmekten kurtaramaz. Küresel sermâye de
Amerikan dış ve iç politikalarının ajanı gibi çalışmakta, ancak ona tam bir
boyun eğmeyi gerçekleştirmemektedir. Sermâyenin çıkarları Amerikan halkının
çıkarlarına değil; Amerikan sermâyedarlarının çıkarlarına ve çalıştırdıkları
insanlar üzerinden kazandıkları artı‐değere bağlıdır.
Yersiz-yurtsuzlaşan bir sermâyenin yurt ve toprakla bağlarını koparması da
elektronikleşen bir ortamın içinde meşrûluk kazanmaktadır. “Elektronik
demokrasi” lafı da bu anlamda elektronikleşerek yersiz-yurtsuzlaşan sermâyeye
âit bir kavram içinde okunabilir.
Bu bakımdan günümüz anti‐küresel
hareketlerinin hedefi ABD değil, imparatorluktur; yâni transnasyonâl
sermâyedir. Ancak bu sermâyenin iyi işlerliği, toplumsal yerel ve küresel
kodlar arasındaki ilişkilerde belirlenmekte ve bu anlamda da “toprağın
kültürlerine” bağlı olmaktadır. Bu kültürlerin “nomos”u değiştiğinde yasalar
hâkim olacaktır; yoksa ülkelere has nomos'lar, yâni kurallar işleyip gidecek,
zihinlerin “aynılaşması” sağlanamayacaktır. Sermâye yaşam biçimlerini
benzerleştirdikten sonra, şimdi sırada zihinlerin benzerleştirilmesini
beklemektedir. Popüler kültür zihinleri birleştirmeyi, tek lisanla ve kültürle
düşünmeyi amaçlamaktadır; bunun için de yerel ve ulusal bütünlükteki
zihniyetleri parçalayarak kodsuzlaştırmak zorundadır” der.
Atasoy
Müftüoğlu:
“Konformist
bir kültür/toplum, her durumda hiç-bir risk içermeyen yolları seçer. Bunun
içindir ki, bu-gün, İslâm’ı ancak soyut duyarlılıklar biçiminde temsil etmeye
çalışıyoruz. Aşırı tüketim, lüks tüketim, servet biriktirme, müslümanlar için
de statü tezâhürü hâline gelmiştir. Servet biriktirmek, bir statü konusu
olmaktan çok bir patoloji konusudur. Servet biriktirmekten ibâret bir
hayat-tarzı, “servete tapmak” demektir” der.
“Aç sabahlayıp
da kılıcını çekmeyene şaşarım” der Hz. Ebuzer. İslâm’da aç kalan fakir, bir
zenginin malını çalarsa, cezâ fakire değil zengine kesilir. Onun aç kalmasına neden olduğu
için. Aç kalan ve yoksulluğu ayyuka çıkan kişiler zorla da olsa varlıklı
kişilerin mallarına el koyabilir.
İngiltere’de Tim Jones adlı bir papaz, verdiği bir vaazında yoksul
insanların, küçük âile-işletmeleri hâriç, büyük zincir mağazalardan olmak
koşulu ile ihtiyaçları kadar mal çalmalarının mâkûl karşılanabileceğini söyler.
İhsan Eliaçık bu konuyla ilgili olarak şöyle der:
“Bir beldede aç
insanlar varsa, o beldeye Muhammed’in getirdiği İslâm girmemiştir. Burada açlık
sorunuyla karşı-karşıya olan insanlar değil, üzerinde fazladan mal bulunduran
zenginler suç işlemektedir. Açlıkla boğuşan insanın zenginin malını çalması
günah mıdır değil midir? değildir”.
Hz.
Ali der ki:
“Bir yoksul aç ise, bunun nedeni
zenginin zevk ve sefâ içinde yaşamasıdır”.
Hz. Ali, mal/servet konusunda
şunları söyler:
“Mal-çokluğu kâlpleri bozar, günahları
doğurur.
Mü’min, kardeşi açken doyasıya yiyemez.
Nerede bir bolluk görsem onun yanı-başında mutlaka “çiğnenmiş
bir hak” görmüşümdür.
Servet tutkusu bir çeşit şehvettir”.
Seyyid
Kutup ise şöyle der:
“Hz. Ömer’in
siyâseti, Hz. Ebu Bekir’in yaptığı gibi zenginlerin artan mallarını (şeriat dâhilinde)
alıp fakirlere eşit olarak tevzi etmek idi”.
Hz.
Ömer’in öldürülmesinin nedeni buydu diyenler vardır. Hz. Ömer şehit edilmişti. Peki
niye? Çünkü “zenginlerin fazla mallarını alıp, yoksullara vereceğim” dedi. Bu
söz zenginlerin hoşuna gitmedi. Suikast yoluyla şehit ettiler Hz. Ömer’i. Aslında
bu, Hz. Ömer’den ziyâde İslâm’ın şehit edilmesi demekti.
Hz. Ali, devletin başına geçer-geçmez
yürürlükteki aylık düzenini alt-üst ederek aylıkları denkleştirip önemli
politikacılardan Osman bin Hanife'ye ayda üç dirhem verirken, aynı yerde eşinin
özgürleştirilmiş kölesi de ayda üç dirhem maaş alıyordu.
Seneca derki:
“Büyük bir servet, büyük bir köleliktir”.
4 vahiy kitabı zenginlik
eleştirisi ve isyânıyla doludur:
“Kalk, ya Rab, kaldır elini, ey Tanrı!
Mazlumları unutma!
Neden kötü insan seni hor görsün
İçinden “Tanrı hesap sormaz” desin?
Oysa sen sıkıntı ve acı çekenleri görürsün
Yardım etmek için onları izlersin
Çâresizler sana dayanır
Öksüzün yardımcısı sensin
Kötünün, haksızın kolunu kır
Sormadık hesap kalmasın yaptığı kötülükten
Mazlumların dileğini duyarsın ya Rab!
Yüreklendirirsin onları
Kulağın hep üzerlerinde
Öksüze, düşküne hep hakkını vermek için
Bir daha dehşet saçmasın ölümlü insan…”
(Zebur: 10. Mezmur;12-18).
“Korkma biri zenginleşirse
Evinin görkemi artarsa
Çünkü ölünce hiçbir şey götüremez
Görkemi onunla mezara gitmez
Yaşarken kendini mutlu saysa bile
Başarılı olunca övülse bile
Atalarının kuşağına katılacak
Onlar ki asla ışık yüzü görmeyecekler
Bütün gösterişine karşın anlayışsızdır insan
Ölüp giden hayvanlar gibi…”
(Zebur: 49. Mezmur; 16-20).
“Yoksullardan adâleti esirgemek,
Halkımın düşkünlerinin hakkını elinden almak,
Dulları avlamak,
Öksüzlerin malını yağmalamak için
Haksız kararlar alanların,
Âdil olmayan yasalar çıkaranların
Vay haline!
Yargı günü uzaklardan
Başınıza felâket geldiğinde ne yapacaksanız?
Yardım için kime koşacaksanız?
Servetinizi nereye saklayacaksanız?”
(Tevrat; Yeşeya; 10/1-3)
“Rab diyor ki:
Toprak yığıp yol yapın
Halkımın yolundaki engelleri kaldırın
Yüce ve görkemli olan
Adı kutsal olan diyor ki:
Yüksek ve kutsal yerde yaşadığım hâlde
Alçak-gönüllülerle, ezilenlerle birlikteyim
Yüreklerini sevindirmek için
Ezilenlerin yanındayım…”
(Tevrat; Yeşaya; 57/14-15
“Diyorlar ki oruç tuttuğumuzu niye görmüyor
İsteklerimizi denetlediğimizi neden fark etmiyorsun?
Bakın, oruç tuttuğunuz gün
Keyfinize bakıyor, işçilerinizi eziyorsunuz.
Orucunuz kavgayla, çekişmeyle
Şiddetli yumruklaşmayla bitiyor.
Bu-günkü gibi oruç tutmakla
Sesinizi yükseklere duyuramazsınız.
İstediğim oruç bu mu sanıyorsunuz?
İnsanın isteklerini denetlediği gün böyle mi olmalı?
Kamış gibi baş eğip çul ve kül üzerine mi oturmalı?
Siz buna mı oruç,
Rabb’i hoşnut eden gün diyorsunuz?
Benim istediğim oruç;
Haksız yere zincire, boyunduruğa vurulanları salıvermek
Ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak
Her türlü boyunduruğu kırmak değil mi?
Yiyeceğinizi açla paylaşmak değil mi?
Barınaksız yoksulları evinize alır
Çıplak gördüğünüzü giydirir
Yakınlarınızı gözetirseniz
Işığınız tan yeri gibi ağıracak
Çabucak şifa bulacaksınız
Doğruluğunuz önünüzden gidecek
Rabb’in yüceliği artçınız olacak
O zaman yardım çağrılarınızı Rab cevaplayacak
Feryât ettiğinizde “İşte buradayım” diyecek
Eğer boyunduruğa, başkalarını suçlamaya,
Kötü konuşmalara son verirseniz,
Açlar uğruna kendinizi fedâ eder,
Yoksulların ihtiyaçlarını karşılarsanız,
Işığınız karanlıkta parlayacak,
Karanlığınız öğlen gibi olacak!
Rabb her zaman size yol gösterecek,
Kurak topraklarda sizi doyurup güçlendirecek.
İyi sulanmış bahçe gibi,
Tükenmez su kaynağı gibi olacaksınız.
O zaman Rab’den zevk alacaksanız.
Halkınız eski yıkıntıları onaracak,
Geçmiş kuşakların temelleri üzerine
Yeni yapılar dikeceksiniz.
“Duvardaki gedikleri onaran,
Sokakları oturulacak hâle getiren” denecek sizlere
Bunu söyleyen Rabb’dir.”
(Tevrat: Yeşaya; 58/3-14)
“Ey Sodom yöneticileri!
Rab’in söylediklerini dinleyin
Ey Gomora halkı!
Tanrımız’ın yasasına kulak verin
Kurbanlarınızın sayısı çokmuş
“Bana ne” diyor Rab
Yakmalık koç sunularına
Besili hayvanların yağına doydum.
Boğa, kuzu, teke kanı değil istediğim
Huzuruma geldiğinizde
Avlularımı çiğnemenizi mi istedim sizden?
Anlamsız sunular getirmeyin artık
Buhurdan iğreniyorum
Kötülük dolu törenlere
Yeni Ay, Şabat Günü kutlamalarına
Ve düzenlediğiniz toplantılara dayanamıyorum
Yeni Ay törenlerinizden
Bayramlarınızdan nefret ediyorum
Bunlar bana yük oldu.
Ellerinizi açıp bana yakardığınızda
Gözlerimi sizden kaçıracağım
Ne kadar duâ ederseniz edin dinlemeyeceğim.
Elleriniz kan dolu
Yıkanıp temizlenin
Kötülük yaptığınızı gözüm görmesin.
Kötülük etmekten vazgeçin.
İyilik etmeyi öğrenin.
Adaleti gözetin.
Zorbayı yola getirin.
Öksüzün hakkını verin.
Dul kadını savunun…
Bunu söyleyen Rabb’dir…”
(Tevrat; Yeşaya; 1/10-20)
Hz.
Mûsa Tevrat’ta şöyle der: “Her yedi yılda bir toprakları yeniden paylaştırmak
gerekir”.
Eyüp peygamber kitabında “Dula, öksüze, çıplağa, aç ve kimsesize yardım etmezsem, omuzum kürek
kemiğinden düşsün, kolum bilek kemiğinden kırılsın” denmiştir.
Talmud’ta
ihtiyaç sâhiplerini faydalandırmayanların mallarının
kâfirler tarafından müsâdere edilmeye müstahak olduğu belirtilmiştir.
“Yer-yüzünde kendinize hazîneler biriktirmeyin
Burada güve ve pas onları yeyip bitirir
Hırsızlar da girip çalar
Bunun yerine kendinize gökte hazîneler biriktirin
Orada ne güve ne pas onları yeyip bitirir
Ne de hırsızlar girip çalar
Hazîneniz neredeyse
Yüreğiniz de orada olacaktır…
Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez
Ya birinden nefret edip öbürünü sever
Ya da birine bağlanıp öbürünü hor görür
Siz hem Tanrı’ya
Hem de paraya (mamon) kulluk edemezsiniz!
Size şunu söylüyorum:
‘Ne yeyip içeceğiz’ diye canınız için,
‘Ne giyeceğiz’ diye bedeniniz için kaygılanmayın.
Can yiyecekten beden de giyecekten önemli değil mi?
Gökte uçan kuşlara bakın!
Ne eker, ne biçer
Ne de ambarlara yiyecek biriktirirler.
Tanrı yine de onları doyurur
Siz onlardan çok daha değerli değil misiniz?
Hangi biriniz kaygılanmakla
Ömrünü bir dakika uzatabilir?
Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz?
Kır zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın!
Ne çalışırlar, ne de ipek eğirirler
Size şunu söylüyorum:
Bütün görkemine karşın
Süleyman bile bunlardan birisi gibi giyinmiş değildi
Öyleyse yarın için kaygılanmayın
Yarının kaygısı yarının olsun
Her günün derdi kendine yeter!”
(İncil; Matta; 6/19-34, Luka; 12/12-36).
“Zenginlerden birisi İsa’ya sordu:
‘Sonsuz yaşama kavuşmak için
Nasıl bir iyilik yapmalıyım?’
İsa dedi: ‘İyi olan yalnızca birisi var
Sonsuz yaşama kavuşmak istiyorsan
O’nun buyruklarını yerine getir.’
‘Hangi buyrukları’ dedi adam.
Dedi ki: ‘Adam öldürmeyeceksin!
Zîna etmeyeceksin!
Çalmayacaksın!
Yalan yere tanıklık etmeyeceksin!
Annene babana saygı göstereceksin!
Komşunu kendin gibi seveceksin!’
Zengin ‘Bunları gençliğimden beri yapıyorum’ dedi.
Dedi ki: ‘Git, üzerindeki malları sat,
Parasını yoksullara ver.
Böylece göklerde hazinen olur
Sonra gel beni izle.’
Adam hızla oradan uzaklaştı…”
(İncil; Matta: 10/17-31, Luka: 18/18-30)
“İsa Yaruşalim’e gitti.
Tapınağın avlusunda sığır,
Koyun ve güvercin satanları,
Ve para bozduranları gördü.
Hepsini tapınaktan kovaladı.
Para bozanların paralarını döküp
Masalarını devirdi.
Şöyle bağırıyordu:
Tanrı evini haydut inine çevirdiniz
Pazar yeri yaptınız. Yıkın şu tapınağı!
Üç günde yeniden yapacağım…”
(Matta; 21/12-13, Markos; 11/15-17, Luka; 19-45-46).
“Bilir misin, nedir zor olan?
Boyunduruk altındakileri salıvermek…
Zor zamanda vermek…
Öksüzün başını okşamak…
Düşmüşün elinden tutmak…
Îmân etmek…
Göçlüklere göğüs gerip acıları paylaşmak;
Sevgi ve merhamet yumağı olmak…”
(Kur’ân; Beled; 9-18).
“İyilik, yüzlerinizi doğuya veya
Batıya çevirmeniz değildir.
Asıl iyilik Allah’a, âhiret gününe,
Meleklere, Kitaba ve peygamberlere inanmanız,
O çok sevdiğiniz mallarınızdan,
Yakınlar, öksüzler, ihtiyaç sâhipleri,
Yolu kesilmişler, düşürülmüşler,
Boyunduruk altındakiler için vermeniz,
Cân-ı gönülden namaz kılmanız,
İhtiyaçtan fazla olanı vermeniz,
Sözünüzün eri olmanız,
Güçlüklere göğüs germenizdir.
İşte bunlardır sözü namus bilenler!
İşte bunlardır Allah bilinciyle yaşayanlar!”
(Kur’ân; Bakara; 177).
“Bir zenginlik yarışıdır
Oyalanıp duruyorsunuz.
Mezarlarınıza girinceye kadar
Süren bir oyun ve oynaş…
Fakat hayır! Yakında bileceksiniz.
Fazla uzak değil; çok yakında bileceksiniz.
Evet, daha derinden bakabilseydiniz,
Bir ateş çemberine doğru
Yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz.
Kendi gözlerinizle onu apaçık göreceksiniz.
O gün her nîmetten
Tek-tek sorgulanacaksanız…”
(Kur’ân: Tekâsür; 1-8)
“Yalancı (sahte) din nedir
Haber vereyim mi (gördün mü?)
Öksüzü hor görür
Yoksulun hâlinden anlamaz
(Üstelik namaz kılar ki)
O namaz kılanların vay hâline!
O kuru-kuruya yatıp kalkanların vay hâline!
Çünkü gösteriş yapıyorlar,
En küçük yardıma bile yanaşmıyorlar.”
(Kur’ân; Maun; 1-7)
“Firavun yer-yüzünde büyüklük taslamış
Ve halkını sınıflara ayırmıştı.
Onlardan bir grubu ezmek istiyordu.
Oğullarına kurbanlık muamelesi yapıyor,
Kadınlarını hayâsızlığa zorluyor,
Sürekli terör estiriyordu.
Biz ise
Yer-yüzünde ezilenlere lütufta bulunmak,
Onları önderler yapmak,
Ve Firavun’un yerine geçirmek istiyorduk. Onları yer-yüzünde iş-başına
getirmek sûretiyle
Firavun, Haman ve ordularına
Korktuklarının başlarına geleceğini
Gösterelim istiyorduk…”
(Kur’ân; Kasas; 4-6)
“Ey iman edenler! Hahamların ve rahiplerin bir-çoğu,
insanların mallarını hem haksızlıkla yer, hem de Allah yolundan alıkoyarlar. Altını
ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanları acı bir azabın beklediğini
haber ver. O gün biriktirip yığdıkları ateşte kızartılacak ve alınları,
böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak. İşte bu bencilce biriktirip
yığdıklarınız; haydi tadın bakalım denecek” (Tevbe 34).
Bu âyeti Ebuzer, diğerlerinden
farklı olarak sâdece “ahlaki öğüt” olarak değil; yaptırım gerektiren bir âyet
olarak anlıyordu.
“Vellezîne
yeknizûnez zehebe vel fıddate ve lâ yunfikûnehâ fî sebîlillâhi fe
beşşirhum bi azâbin elîm”.
..”Altını ve gümüşü biriktirip de Allah
yolunda “infâk etmeyenler”... Onlara acı bir azâbı müjdele” (Tevbe 34).
Âyette,
geçen infak; (nafaka vermek) “sınıflar arasındaki sosyal çukuru kapatmak”
mânâsına gelir. Nifak, “çukur” demek. İnfak ise “çukuru doldurmak” demektir.
Hz. Ali bu âyetlerin, 4.000 dirhemden fazla olan malı Allah yolunda
harcamayarak biriktirenler hakkında indiğini, Muâviye ise bu âyetlerle Ehl-i kitabın
kastedildiğini ileri sürmekteydi.
Tevbe 34-35 âyet-i kerîmeleri
nâzil olunca, Sâlim b. Ca'd'ın rivâyetine göre, Hz. Peygamber (sallallâhu
aleyhi ve sellem) üç defâ; “Kahrolsun altın, kahrolsun gümüş!” buyurmuştur.
“Biriktirilen mal”dan maksat, “dört
bin dirhem” miktârını aşan mal'dır. Kişi, bunun zekâtını verse de vermese de
yine bu, biriktirilmiş mal'dır. Mal-sâhibi, ancak dört bin dirhem miktârında
bir mal tutabilir. Bundan fazlasını Allah yolunda harcamak zorundadır.
Altın yasaktır. Fakat haram değildir. Aşırı
cezp ediciliği nedeniyle böyle bir yasak uygulanmıştır. Servete köle olunmasın
diye. Bu uygulamada altın herkese yasaktır. Fakat bâzı uyanıklar, bu yasağı
sâdece erkeklere yasak olarak anlamak istediler ve kadınlara serbest bırakarak
servetlerini kadınların üzerine gizlediler.
“Altın erkeklere haram ama kadınlara
serbesttir” diyorlar. Aslında Tevbe 34 gereğince altını biriktirmek herkese
haramdır. Ama ne yaptılar? “Sâdece erkeğe haramdır”a çevirdiler ve ellerindeki
altınları kadınlarının kollarına dizdiler. Sonra bir de “altın erkeğe haramdır,
kadına helâldir” diye bir hadis uydurdular. Süs olarak kullanacakları
altınları-gümüşleri olabilir tabî ki, fakat bir amaç için olmayan birikmiş
altın-gümüş herkese haramdır ve üç gün içinde elden çıkarılması gerekir.
Gandi:
“Altın
prangalar demir olanlarından çok daha kötüdür” der.
Yunus Emre:
“Çok
mal haramsız, çok söz yalansız olmaz” der.
İnsan ne zannediyor?:
“Yoksa (her) umduğu şey insanın (kendisinin) mi olacaktır?” (Necm 24).
“Kim Benim
zikrimden (Kur’ân’dan, namazdan, Allah’ı hatırlayıp anmaktan) yüz çevirirse,
şüphesiz onun için dar bir hayat, geçim sıkıntısı vardır” (Tâhâ 110).
Allah
kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde azarlardı. Fakat O rızkı dilediği
ölçüde indirir. Çünkü O, kullarından haberdardır, onları görür” (Şûra 27).
Niçin
malınızı Allah yolunda harcamıyorsunuz? Oysa gökler ve yer Allah’a mîras
kalacaktır” (Hadid 10).
“Hayır
yetime karşı cömert davranmıyorsunuz. Yoksulu yedirmek konusunda bir-birinizi
özendirmiyorsunuz. Malı pek-çok seviyorsunuz. Size kalan mîrâsı hak gözetmeden
yiyorsunuz” (Fecr 17-20).
“Yığın-yığın
mal tüketmişimdir diyor. Kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor? İnsan
hiç-kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?” (Beled 5-7).
“Lehül mülk” mülkün Allah’a izâfe edilmesi, yâni halka izâfe
edilmesi demektir. Allah mülkü halkın tamâmına, “onda eşit olacak şekilde”
yaratmış ve vermiştir. (Fussilet 10).
İnsanlar servet/mülk
edinemezler. “Kendileri mülktür” zâten. Mülkün mülk edinmesi abestir. Allah
insanlara malı “emânet” olarak vermiştir. Servet tutarında emânet olmaz.
İslâm’ın servet-görüşü kapitâlizmin ahlâkî olanı değildir.
Kapitâlizmde bir ahlâk yoktur zâten. “Ahlâkî kapitâlizm” sözleri “dümeni
yerinde olanların” söylemiş olduğu sözleridir. Şu-an Dünyâ’da öyle bir derin
yarık, öyle bir yara var ki, zekatla-sadakayla-hayırla
kapatılması mümkün değildir.
Malcom X:
“Bana bir kapitâlist gösterin, ben de size bir kan-emici göstereyim” der.
“Zekatı verildikten sonra zengin
olmanın sınırı yoktur” deniyor. Zekat “temizlenme” demektir. Öyle ki, kişi
zekatını verdiğinde “temiz”lenecek, temiz hâle gelecek. Bu oran zinhar 1/40
değildir. 1/40 zekat temizlemekten ziyâde kirletir ya da kirliliği gösterir.
“Altını ve
gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azâbı müjdele.
Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları,
böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve) işte bu, kendiniz için
yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın (denilecek)” (Tevbe 34-35).
Bu âyet,
biriktirmenin (kenz) sonucunu azap olarak görür ve gösterir.
Tevbe 34
sadedinde:
“Osman ve
Ka'bûl Ahbar, Ebu Zerr'e Kur’ân'ı tefsir ederek: “Evet ama bu âyetteki
rûhâniler, mülk-sâhipleri ve servet-yığıcıları diğer dinlere mensup
olanlardır” dediler.
Ebu Zerr: Her ne kadar
âyetin başlangıcı diğer dinlerin ruhban ve ahbarlarına yönelikse de, âyetin son
kısmı geneldir ve herkesi kapsar. İster müslim ister kâfir, ister muvahhid,
ister müşrik olsun; malı, altını, serveti yığan herkesi kapsar” dedi. (Ebu
Zerrin şiarı, servet yığmaya, halkın yoksullaştırılmasına ya da sömürülmesine
elverişli bir ortamın hazırlanmasına karşı çıkmaktır).
Bir insan belli bir miktar
paradan fazlasını ne yapar? Meselâ diyelim ki 4 kişilik bir âile var. Kişi-başı
yıllık 4.000 dirhem, yâni yaklaşık
18.000 TL eden bir para var. Bu para aylık 1.500 TL civârındadır. (4.000
dirhem=12 kg gümüş=18.000 TL). Bu 1.500 lirayı âile 4 kişi olduğu için 4 ile
çarparsak 6.000 lira eder. Bu gelir âilenin sağlam, geniş bir ev; kullanışlı,
dayanıklı eşyâlar; bir de sağlam bir arabayı bir-zaman sonra alabilecek bir
gelirdir. Bu temel-ihtiyaçları alana kadar dikkatli bir harcama yaparak artan
parayı biriktirmekte mahzur yoktur. Bu hedefe ulaşılmış olduğunu ve babanın,
yukarıda bahsettiğimiz aylık 6. 000 lira geliri olduğunu kabûl ederek
konuştuğumuzda; bu âile 6.000 lira tutarındaki bu parayla ne yapamaz? Neyden
mahrum kalırlar? Çok-çok a-normâl bir durum yoksa bu parayla en iyi şekilde
geçinebilecekler, zekat/sadaka/hayr anlamında infaklarını bile bu parayla yapabileceklerdir.
Bu miktardaki para tüm bu şeyleri yapabilecek mâkûl miktarda bir paradır. Bu
nedenle bu miktardan daha fazla olan parayı en fazla üç-gün içinde infâk
etmeleri gerekir. Aksi-hâlde peygamberimizin dediği gibi “ateş” olur. Zâten bir
âile bu paradan daha fazla olan bir geliri ancak ve ancak isrâf eder.
“Yoksa insana 'her dileyip arzu ettiği' şey
mi var (zannediyor)?” (Necm 24).
“Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz?
Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var? İçinde, neyi seçip-beğenirseniz,
mutlaka sizin olacak diye (yazan). Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar
sürüp gidecek bir yemin mi var ki, siz ne hüküm verirseniz o, mutlaka sizin
kalacak, diye” (Kalem 36-39).
Refahın bâriz
çoğalması azap nedenidir. Şu âyetler bunu açıkça gösterir:
“Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb'ı
(elçi gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, O'ndan başka
ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir
'bolluk ve refah (hayır)' içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak
olan bir günün azabından korkuyorum’. Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adâleti
gözeterek- tam tutun ve insanların eşyâsını değerden düşürüp-eksiltmeyin ve
yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. Eğer mü'minseniz, Allah'ın
bıraktığı (helâl işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben
üzerinizde bir gözetleyici değilim” (Hûd 84-86).
“Derken kendilerine hatırlatılanı
unuttuklarında, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyleki
kendilerine verilen şeylerle 'sevince kapılıp şımarınca', onları apansız
yakalayıverdik. Artık onlar umutları suya düşenler oldular” (En-âm
44).
“Nihâyet, onların refahtan şımaran önde
gelenlerini azab ile yakalayıverdiğimiz zaman, onlar hemen feryâdı basacaklar” (Mü’minûn
64).
Servet,
kişileri korkak yapar. Her şeyden korkarlar. Aynı-zamanda savaş
kaçkınlarıdırlar:
“Allah'a îman edin, O'nun elçisi ile cihada
çıkın” diye bir sûre indirildiği zaman onlardan servet sâhibi olanlar, senden
izin isteyip: 'Bizi bırakıver, oturanlarla birlikte olalım' dediler. (Savaştan)
Geri kalanlarla birlikte olmayı seçtiler. Onların kâlpleri mühürlenmiştir.
Bundan dolayı kavrayıp-anlamazlar” (Tevbe 86-87).
Çalışmak bir araçtır ve makbûl olanı doğal ve normâl
olanıdır. Modern zamanlarda ise çalışmak “amaç” hâline getirilmiştir. Özellikle
âhirete yâni ölümden sonra dirilişe inanmayanlar amaç edinmiştir çalışmayı. Bu
durum modern insana dayatılmıştır-dayatılıyor. Bir insan düşünün; 12 yaşında
çalışmaya başlıyor ve sabah 6’dan akşam 9’a kadar günde 15 saat çalışıyor ve
bunu 82 yaşına kadar yaşadığını var saydığımızda 70 yıl, bir gün bile
aksatmadan yapıyor. Bu kişinin âhirete de inanmadığı kabûl edildiğinde, bu
çalışmanın ona nasıl bir faydası olmuştur? Ölüp gittiğinde çalışmasının
semeresinden ona ne ki? Zâten diğer insanların da böyle yaşaması gerektiğine
inanılıyor. Hâlbuki doğal olan çalışma şu şekildedir: Sonbahar ayından kışa
geçilirken ekinler ekilir, sonra günlük 1-2 saatlik hayvanlara bakma işi olur.
İlkbahara geçerken de ekilecek ürünler vardır ve bahçeler hazırlanır. Yazın da
1-2 aylık sıkı bir çalışma vardır. Diğer tüm yıl boyunca kahvehâne-oda
muhabbetleri, çay-kahve, gezme istirahat etme vs .gibidir. Zanaatkârlar ise
sabah dükkanlarını açıp normâl bir çalışma temposuyla, tabi bir de diğer esnaf
arkadaşlarıyla hoş-sohbet çay-kahve muhabbeti ile günlerini bitirirler. Doğal
ve normâl durum budur. Modern zamanlarda ise “birilerinin” hırslarını daha
fazla tatmin etmek için insanlar ölene kadar eşek gibi çalışırlar. Çok çalışmak
yalnızca geri kalmış ülkelerde ve toplumlarda abartılarak öne çıkarılır.
Onların köleliğini sürdürmek için. Gelişmiş toplumlarda ise çalışmadan ziyâde kitap
okumanın, kültürün, sanatın öne çıkarıldığı görülür. Normâlden daha fazla
çalışmak aslında bir alışkanlıktır. İnsanlar uzun saatler çalıştırılmaya
çeşitli oyunlarla/politikalarla/ideolojilerle zorlanmışlar ve
alıştırılmışlardır. Toplum artık çok çalışanları eşek ve köle olarak değil, “örnek
insan” olarak görüyor ve alkışlıyor.
Ahmed. B. Hanbel, Muverrik el- Iclî’nin ticâretle uğraşıp
kazandığı paraları da fakir ve miskinlere dağıttığını, “Eğer bunlar olmasa,
ticâretle uğraşmam” dediğini kitabına almıştı.
Gazâli’ye göre, ihtiyaçtan fazla mal ve servet yığmak,
insanı, Allah’tan; kişileri ve toplumları da mutluluktan uzaklaştırırmış.
Dünyâ’daki tüm fenâlıklar üç şeyden doğmakta imiş: Haksız kazanç, gerekli yere
harcamama, gereksiz yere harcama.
Sokrates bir gün pazarda dolaşırken satılan şeylere bakıp: “Ne
kadar da çok işime yaramayacak şey var” demiş. İnsanları gereksiz şeyleri
almaya alıştırdılar. İnsanların sıkıntısı biraz da bu nedenledir. Çünkü
gereksiz ihtiyaçlara para yetmiyor ve hiçbir zaman da yetmez.
Tabî ki insanlar arasında doğal olan bir eşitsizlik mutlakâ
olacaktır. Mutlak bir eşitlik zâten olamaz. Yaratılışa aykırıdır. Eşitlik, alabilmede, istediğini-gerekeni tüketebilmede eşitliktir. Aksi-hâlde eşitlik zulme döner. Birisi bir-şeyi başkasına göre biraz daha fazla tüketebilir belki ama, diğeri hiç tüketemiyorsa
orada sorun var demektir. O da “o şeyi ara-ara da olsa tüketebilecek
seviyeye gelmelidir” diyoruz. Tabi bu, “gerçek
ihtiyaçlar”, temel ihtiyaçlar için geçerlidir daha çok.
Lütfi Bergen:
“Müslüman
ahlâkının yayıldığı bir toplumda servet dilediğince harcanamaz. “Sevdiğiniz
şeylerden infâk etmedikçe siz birre eremezsiniz, maamafih her ne infâk
eyleseniz şüphesiz Allah onu da bilir” (Âl-i İmrân 92) âyetiyle birlikte
sermâyenin hedefinin “Dünyâ” olmadığı mânâsına varabiliriz. Zenginlik (Gınâ),
insan vâroluşuna takılmamış bir sıfat ve son Nebi tarafından istenmemiş bir
emânettir. Kur’ân da servetin insanlara veriliş sebebini işçilere, fakire,
muhtâca tevzii olarak kaydetmiştir: “Allah rızık konusunda kiminizi kiminizden
üstün kıldı. Üstün kılınanlar rızıklarını ellerinin altındakilere verip de bu
hususta kendilerini onlara eşit kılmazlar. O hâlde bunlar Allah’ın nîmetini
bilerek mi inkâr ediyorlar” (Nâhl 71) deniyor. Burada bir eşitlik düzeyinden
bahsediliyor. Ancak zenginlerin yoksullara yaklaşan eşitliğinden.
Geçmiş
toplumumuzda mahalle-sistemi bunu mümkün kılacak kurumsal yapılarla tahkim
edilmişti. Vakıflar çevresinde mahalleler ve bedestenler kurulmaktaydı. İlim
adamları vakıfların içinde istihdâm edilirdi. Dolayısıyla âlimin kitabı ile
içtimâi hayat arasında kırılma olmamaktaydı. İlim-sâhibi birini, yazdığı kitapla
fildişi kulesine gömen bir toplum zihniyetine izin verilmemekteydi. Böylece
zengin, fakirlerden kaçarak “seçkinler gettosu” oluşturamamaktaydı. Zenginin
fakirle yaşamasını sağlayan ilim, merkeze geçmekte ve ekonomik farklılaşmaları
doğal karşılamaktaydı. İnsanlar arasında doğal eşitsizliğin kaynağını
yaradılış olarak görmeye müsâit bir ilmî zemin vardı. Zîrâ Kur’ân rızkın
paylaşımındaki bir eşitliği konu edinmiyor: “Rabbinin rahmetini onlar mı
paylaştırıyorlar? Dünyâ-hayâtında geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık.
Onların bir kısmı diğer kısmına iş gördürsün diye kimini kimine derecelerle
yükselttik. Rabbinin rahmeti ise onların toplaya geldiklerinden hayırlıdır”
(Zuhruf 32). Ancak bu eşitsizliğe rağmen zenginlere yoksullarla birlikte
yaşayabileceği bir vasat sunuyordu. Kazancın yolu açıktı, ancak harcamanın
yolları kapatılmıştı. “Fazlayı infâk edeceksin” demekteydi: “Sana neyi infâk
edeceklerini soruyorlar. De ki: İhtiyaçtan fazlasını infâk edin” (Bakara, 2:
219). Bu gereklilik vakıfları mecbûri kıldı” der.
Bir de servet, zenginler
söz-konusu olunca ihtiyaç, fakire söz-konusu olunca lüks oluyor. İslâm
hukûkunda ihtiyaç genel olsun-özel olsun, zarûret sayılır.
Lüks mal haramdır, çünkü lüks, bölücüdür.
Kime göre lüks? Bir şeyin lüks olması için birinde olması, binlerce kişide ise
olmaması gerekir. Lüks isteyen kişi, o lüksün sâdece kendisinde ya da kendi
gibi bir kesim insanın elinde olmasını, genel halkın ise öyle lüks bir eşyâya sâhip olmamasını,
böylece ayrıcalığının devâm etmesini/korunmasını ister.. İslâm’ın böyle bir şerefsizliği kabûl etmesi düşünülemez.
Allah saraylara-köşklere-kâşânelere vs. gıcıktır. Hiç
sevmez oraları ve ara-ara batırır o yerleri: “Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine? Yüksek sütunlarla dolu İrem'e?
Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd'a? Ve
kazıklar sâhibi Firavun'a? Bunlar ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük
etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin onların üzerine azap kırbacını çarptı. Elbette
Rabbin her-an gözetlemededir” (Fecr 6-14).
Peygamberimiz: “Allah’ın en çok sevdiği yerler
mescidlerdir. Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır” der.
(Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671).
Servet-sâhiplerini bu kadar zengin eden
ana-etken, İslâm’ın şiddetle yasakladığı israftır. Bütün pislikler israf
etmekten doğar. Yaşar Nûri Öztürk, “İsraaff” yazısında şunları söyler:
Michael Renner şöyle yazıyor: “Gem vurulmamış bir tüketimin tetiklediği
sınırsız ekonomik büyüme, âdeta çağdaş bir din hâline geldi. Bu, hem
hissedarlarını memnun etmeyi esas alan şirket yöneticilerinin hedefi hem de bir
sonraki seçimleri de kazanmak isteyen siyâsal liderlerin amacı”. (Edward
Rothstein, A World of Buy, Buy, Buy, from A to Z, New York Times, 19 Temmuz
2003)
Victor Lebow, 1950’de şöyle haykırıyordu: “İnanılmayacak derecede
verimli ekonomimiz, tüketimi bir yaşam-biçimi hâline getirmemizi gerektiriyor.
Mal ve eşyâları giderek artan bir hızla tüketmemiz, bitirmemiz, aşındırmamız,
yerlerine yenilerini koymamız ve eskileri atmamız gerek”.
Bu manifesto, belirleyici olmuştur. Bu-gün hâlâ bir-çok ürün tamir
edilemeyecek, parçaları değiştirilemeyecek şekilde üretiliyor. Daha-çok
kazanmanın doymaz devleri şöyle buyuruyorlar: “Daha çok satmamız için, “Bir kez
kullan, at!” ilkesini yerleştirin”.
İsraf geliştikçe konfora düşkünlük artmaktadır. Veya konfor imkânları
geliştikçe israf artmaktadır. Şöyle veya böyle, israf ile konfor düşkünlüğü
arasında kopmaz bir bağ vardır.
İsraf öyle bir beladır ki,
sürekli yeni belâlar doğurur. Bu belâların tümü insanlığın birinci dereceden
aleyhine belâlardır.
Yaratıcı irade, dünya sofrasını, âdil paylaşım ve israftan uzaklık
ilkelerine göre düzenlemiştir. Yer-yüzü sofrası, bu ilkelere uygunluk hâlinde
bereketli ve besleyici bir sofradır. Ne yazık ki, insanlık temel mutluluk
ilkelerini çiğneyerek hem doğaya hem de Yaratıcı irâdeye isyân etmiştir. Bu
isyân durdurulmakça mutlu bir insanlık görmek olanaklı değildir. İnsanlık, bu
bir avuç gözü-dönmüş azgının tatmin bilmez hırsına kurbân edilmektedir” der.
Başka bir yazısında da:
“Bu-günkü Dünyâ’yı Şeytan yönetiyor. Şeytan,
Dünyâ’yı kitlelerin başına geçirdiği piyonlarıyla yönetir. Sebep,
elbette ki insanın tembellikleri, şehvetleri, gafletleri, dalâletleri,
hıyânetleri, nankörlükleridir. Şimdi, târihin diyalektiği, insanlığın ne yapıp
nasıl bir tavır sergileyeceğine bakıyor. Sergilenecek tavra göre, yarınlar ya
daha kahırlı olacak yahut da mutlu. Ama bu şekilde asla devâm etmeyecek.
Şeytan’ın Dünyâ’yı yönetme icraatında gücün başını süper-etki
noktalarında oturan şeytânî kurmaylar çekiyor. Bunlar, târihin amansız ve büyük
zâlimleri, Şeytan’ın güçlü iş-birlikçileridir. İstavrozluları var, namazlıları
var. Bir de bunlara bağlı, bunların piyonu ve hizmetçisi olarak iş gören
ikinci, üçüncü, dördüncü sınıf taşeron Şeytan uşakları var. Taşeron
şeytancıların en yamanları, İslâm coğrafyalarında mekân tutmuş despot
riyâkârlardır. Bu şeytan-yamakları, gücü, parayı, oyu, müslüman kitlelerden
almakta ama hizmetlerini dâima haçlı kurmaylara arz etmektedirler. Bunlar
için İslâm, haçlı kurmayların onayladığı kadarıyla dindir. Bunların din
adına en becerikli oldukları şey, İslâm’ın, haçlı kabûlleri dışında kalan
kısmının “o kadar da önemli olmadığı” yolunda delil hazırlamaktır. Nitekim
bunlar, Şeytan’ın yeni Ortadoğu dîni olan Ilımlı İslâm’a destek için, İslâm’ın
temel îman şartı olan Kelime-i Şehâdet’in yarısını devreden çıkarıp “Muhammed
Allah’ın Elçisidir” kısmını dışta bırakmışlardır”.
İbn-i Hâldun, toplumların çöküş ve tükenişini yöneticilerin
lüks, gösteriş ve yolsuzluklara yönelişinde olduğunu söylemektedir.
Peygamberimiz: “İki sınıf insan var ki, onlar düzelirse
bütün insanlar düzelir; onlar bozulursa herkes bozulur; Ümera ve Ulema” der.
Ramazan Kayan:
“Modern zamanların bâtıl beşeri ideolojileri miadını doldururken;
post-modern zamanlarda yerlerini farklı ideolojilere terk etmeye başladı.
Paraizm..
Kapitâlist sistemin ürettiği finans oligarşisinin oluşturduğu paraizm
insanların başını döndürüyor. Aç-gözlülük ödüllendiriliyor. Önü alınmaz bir
rekâbet tüm ahlâki ve insâni değerleri târumar ediyor.
“Paranın dini-imanı olmaz” terânesi ile paraizm kavgası insanların
baş-belâsı oldu bile.
Paraya olan müthiş tutku bir ideoloji hâline geldi. Îtibârın
kriteri para oldu.
“Dünün mücâhitleri, bu-günün müteahhitleri” deyişi sâdece bir tekerleme
olmasa gerek, hangi ruh hâlinin tercümesi olduğunu bilmek gerekiyor.
Tâtilizm. Yıl-boyu çalış, bir ay tâtil felsefesi artık herkesin
vazgeçilmezi oldu.
Egoizm…
Ben-merkezci, kendini beğenmişlik illeti benlikleri kemiriyor. Benlik
zindanında insan kendine yazık ediyor. Kendini eşsiz ve üstün görme hâli
tükenişin başlangıcı oluyor.
Tembelizm… Atâlet, rehâvet, gaflet ve kasvet içeren tembellik,
önceleri bir kusur olarak görülürken şimdilerde bir alışkanlığa hattâ bir yaşam
şekline dönüştü.
İdeolojik savaşların yeni kulvarında kurtuluş, nasuh bir tevbe ile
Kur’ân iklimine hicret etmektir” der.
“Küreselleşmenin Psikolojik Boyutları” adlı
yazıda “küreselleşme” bağlamında şunlar söylenir:
“Günümüzde sefâlet kıtlıktan değil, zenginliğin adâletsiz
dağılımından kaynaklanmaktadır. İnsanlığın dörtte birini oluşturan sanâyileşmiş
kesim, Dünyâ-zenginliğinin % 85’ini elinde tutmaktadır. G7 ülkeleri
gezegenimizin nüfûsunun %11’ini oluşturmakta ancak dünyâ-zenginliğinin üçte
ikisine sâhip olabilmektedir. 1975 ilâ 1995 arasında ABD’nin zenginliği %60
artmış, ancak bu artış nüfûsun %1’inin tekelinde kalmıştır. Gezegenimizdeki 358
varlıklı insan 2.3 milyar yoksul insanın geliri kadar bir serveti
paylaşmaktadır. Bu, bütün toplumun eninde-sonunda varlıklı insanların imkânlarını
paylaşacağı yolundaki liberâl kuramı yanlışlamaktadır: Daha fazla zenginlik,
daha çok fakirlik demektir. Pazar güçlerine sağladığı hükümranlık nedeniyle
küreselleşme eşitsizliklerin ve sosyal mahrûmiyetin gelişmesine zemin
hazırlamakta, böylece toplumsal bütünlüğü tehdit etmektedir. Diğer yanda
kolonyalizm farklı vasıtalar kullanarak devâm etmektedir. Dünyâ Ticaret Örgütü
güney ülkelerinden yabancı yatırımcıların önündeki engellerin kaldırılmasını
talep etmektedir. Liberâl yapısal uyum programlarının bedeli, çoğu yerde,
toplumsal istikrarsızlıkta artış ve kitlelerin yaşam koşullarının kötüleşmesi
olmaktadır. Bu talepleri karşılamayan ülkeler kenara itilmekte, ihmâl edilmekte
veya uluslar-arası devrelerden çıkarılmaktadır.
Pek-çok ülkede yapısal uyum programlarının kötü beslenme ve
işsizliği yaygınlaştırdığı, bunun da bireyler ve âileler için psikososyâl
sorunlar ürettiği dile getirilmiştir (Chossudowsky, 1994). Aslında küreselleşme
kapitâlizmin târihsel buhrânının Dünyâ ölçeğinde yaygınlaşmasıdır. Bu buhran,
geliştirilen üretim güçlerinin toplumun tüm üyelerine eşit iş ve tüketim
imkânları sağlamakta yetersiz kalmasıdır. Küreselleşmenin yol açtığı ekonomik
adâletsizlik yüzünden onarılmaz sosyâl çelişkiler Dünyâ’ya yayılmaktadır. Sorun
zengin ülkelerin yoksul ülkeleri istismârından daha çok, sermâyenin
küreselleşmesiyle emek gücünün istismârı olarak göze çarpmaktadır (De Santos
1997). Gezici sermâye; emeğin en ucuz, çevrenin en kolay tahrip edilebilir,
vergilerin en az olduğu bölgeleri arayıp bulmakta ve bu hareketlilik imkânını
da örgütlü emek kuruluşlarına ve devletlere karşı bir tehdit olarak
kullanabilmektedir. Küreselleşmenin bir paradoks olduğu, dünyâ nüfusunun üçte
ikisini dışarıda bırakır ya da kenara iterken, kaymağını çok küçük bir azınlığın
yediği ifâde edilmektedir (Bauman 1999). 1980’ler küreselleşmeyle birlikte,
ekonomik açıdan geri kalmış ülkelerin de kaybetmeye başladıkları yılları temsil
eder. Ölüm oranlarında görece bir azalma olmakla birlikte, pek-çok ülkede hayat
şartları belirgin bir şekilde kötüleşmiştir. Küresel sefâlet-oranı gibi
işsizlik oranları da yükselmiştir. 1989 yılında her beş kişiden biri “mutlak
sefalet” sınırları içinde yaşamaktadır: Bu, Dünyâ Bankası’nın ifâdesiyle “çalışamayacak
noktaya kadar kötü beslenmeden muzdarip olmak” demektir. Dünyâ’da hâlâ bir
milyar kişi yeterli besin, temiz su, temel eğitim ve sağlık hizmetlerine sâhip
değildir. Ulus-devletler içinde de zengin ve yoksul sosyâl grupları bölen
ekonomik uçurumlar giderek büyümektedir. Brezilya’da en tepedeki %20, en
alttaki %20’nin 26 misli daha fazla kazanmaktadır. Küresel ekonomik politikalar
ulus-devletlerin zengin kesimlerin ekonomik statüsünü pekiştirmektedir. Son
yirmi yılda yoksul ülke ve toplulukların ekonomik olarak zayıflaması bir-dizi
küresel ekonomik güçle ilişkilendirilmektedir. Yoksul ülkeler kendilerinin
etkileme şansı olmadığı “dış” etkenlerce kolayca biçimlendirilebilmektedir
(Desjarlais ve ark. 1995). 1970’lerden başlayarak kapitâlizmin ekonomik mantığı
kendisini sosyâl sorumluluklardan soyutlamaya başlamıştır. Küreleşme toplumun
kum saati modelini öne çıkarmakta, para üst kürede yoğunlaşırken toplumun ezici
çoğunluğu aşağı katmana düşmektedir. Orta sınıf yerinden edilmekte, zenginler
ve yoksullar arasındaki uçurum kapanmaz bir durum almaktadır (De Benoist 1996).
Sefâlet ve yoksulluk, açlık ve kötü beslenmeye yol açmaktadır. Asya, Afrika ve
Latin Amerika’da ekili alanlar dünyâ mahsulünün yarısını karşılarken, bu
bölgelerde en az yarım milyar insan yiyecek yeterli miktarda besin bulamamakta;
bu da kronik enerji yoksunluğu içinde yaşamalarına yol açmaktadır. Her yıl 15
milyon insan açlıktan ölmekte, kötü beslenme dünyâ nüfûsunun yaklaşık %24’ünün
hayâtını hemen her gün etkilemektedir. Açlık, yiyecek kıtlığından değil,
insanların gerekli besini elde edememesinden kaynaklanmaktadır. Uzamış açlık ve
kötü beslenme, kronik protein yoksunluğuna, hastalığa, bitkinliğe, bilişsel
bozukluklara, normâl çocuk gelişiminin engellenmesine, stres ve morâl
bozukluğuna yol açmaktadır (Desjarlais ve ark. 1995). Açlığın fenomenolojisi
yerel politik ve sosyâl gerçeklikler tarafından bulanıklaştırılabilmektedir.
Nancy-Scheper Hughes, Brezilyalı tarım işçilerinde kronik açlığın yol açtığı
bedensel/ruhsal sıkıntının yerel bir tanı kategorisi olan nervos (Az
yeme-içme-uyuma, çok hareketlilik) şeklinde yorumlandığını ve yerel hekimlerin
nervos bulgularını psikotrop ilaçlarla sağaltmaya çalışırken, meselenin özünü
görmezden geldiklerini yazmaktadır. Tarım işçilerinin nervos bulguları aslında
aşırı yoksulluğun yol açtığı kronik açlıktan kaynaklanmaktadır (Scheper –
Hughes 1995).
Arthur Kleinman (2000) laissez-faire kapitâlizminin küresel
evresi anlamında kutsanan küreselleşmenin Dünyâ ruh sağlığı için kesin bir
tehdit olduğunu yazmaktadır. Hastalıkların küresel yükünün %11.5’ı ruhsal
hastalıklara, %4’ü depresyona âit görünmektedir. Psikiyatrik bozukluklar ve ruh
sağlığı sorunları giderek artmaktadır. Bu sorunlar zengin toplumlarda yoksul
toplumların iki katı oranında görülmektedir. Enfeksiyon hastalıklarında
olduğunun tersine, daha çok zenginlik, bir ülkeyi ruh sağlığı sorunlarından
âzâd etmemekte, aksine sayıları artırmaktadır. Çağımızın en büyük
pandemilerinden birisi olarak madde kötüye kullanımı, Dünyâ’nın pek-çok
bölgesinde artmaktadır. İntihar oranları düşük ve orta gelirli ülkelerde
tırmanmaktadır. Özellikle iç çatışma ve politik kaosun olduğu ülkelerde intihar
oranları belirgin bir artış göstermiştir. Sosyâl sağlık sorunları da ruh
sağlığı sorunları gibi gelişmekte olan ülkelerde artış göstermektedir. Zührevî
hastalıklar, AIDS, âile yıkımları ve şiddet gelişmekte olan Dünyâ’da hızla
yayılmaktadır. Küreselleşme ile birlikte toplumun en zengin ve en yoksul
üyeleri arasındaki uçurum büyümekte ve sefâlet sınırlarında yaşayan insanlarda
en yüksek morbidite (hastalanma) ve mortalite (ölüm) oranları gözlenmektedir. ABD
gibi zengin ülkelerde bile gelire göre sağlık göstergeleri kötüdür.
Psikiyatrinin bir meslek olarak üzerine düşen yalnızca sağlık politikaları ve
programları için kamu-oyu oluşturmak değil, aynı-zamanda küreselleşme sürecinde
neyin ruh sağlığı ve sosyâl sağlık alanında bozulma yarattığını bulmaktır
(Kleinman 2000). Küreselleşen Dünyâ’da Brezilya, Guatemala, Kolombiya ve başka
ülkelerde evsiz sokak çocukları düzenli olarak öldürülmekte ve işkence
görmektedirler. 1991 yılında Brezilya’ da 1000 sokak çocuğu öldürülmüş, 150.000
çocuk birinci yaşını göremeden sefâlet, sağlık bakımının yokluğu ve kötü yaşama
şartları nedeniyle ölmüş, iki milyon çocuk kötü beslenmiştir. Bütün Dünyâ’da
1989'dan beri Dünyâ’da iki milyon çocuk çatışmalarda can vermiştir ve bunun
altında yatan neden, sıklıkla Batı'nın istikrarsız ve eşitsiz toplumlara
siperlenmiş elitlerle yaptığı iş-birliğidir. BM Güvenlik Konseyi ahlâkî bir
vurgu yapar görünse de bu konseyin üyeleri Dünyâ’nın önde gelen silah üreticileridir
ve herhâlde, bu silahların iç baskı ve yıldırma için kullanıldığını biliyor
olmalıdırlar. Batılı olmayan çocukların hayatlarının kölelik günlerinden bu
yana bir değer kazandığına ilişkin hiç-bir belirti yoktur (Summerfield,
1998). “Bir gelecekleri olmadığı için” öldürülen çocuklar, küreselleşen
Dünyâ’nın karanlık yüzünü temsil etmektedirler”.
Biriktirilmiş para “ölü” bir
paradır. “Kenz”dir çünkü. Kenz hazîne ile aynı köktendir. Hazîne ise cenâze ile
aynı köktendir. “Gömü” ile alâkalıdır. Kenz eden yâni gömüyü çıkaran artık
cenâze ile meşgûl olur. Yine; hazînenin bir başka versiyonu olan “defîne” de
aynıdır. Defîne, “defnolunmuş” olan, gömülmüş olan, ölmüş olan anlamındadır.
Anlaşılıyor ki kenz, hazîne, defîne, cenâze, defn, gömü, ölü aynı şeydir. İhtiyaçtan
fazla olan para, çürümüş kemikleri barındıran mezar gibidir. Mezar “ölüler”le
alâkalıdır. Bir hayır gelmez. Sakınmak lâzım.
Zerkeş de “altın taşıyıcı”
anlamındadır. Yâni işi, yaşamı boyunca sâdece altın toplamak olan, nerede altın
ve para olsa oraya çekilen ya da nerede altın kokusunu alsa oraya ulaşmanın,
onu çekmenin çaba ve heyecânı içinde olan bir adam, ya da hak ve bâtıl ölçüsü değer
tartısı altın olan veya sâdece altın taşıyan bir hamal olan bir adam...
Âyetin söylediği gibi mal
(kenz), eşkıyâya/günahkâra yakışır, mü’mine değil. Mezarlarla uğraşanlar eşkıyâlardır.
Kenz ile, yâni hazîne (cenâze), defîne (defn, gömü, ölü) ile ancak mezar
soyguncuları olan “nebbaş”lar ilgilenir.
Amr b. Şuayb’ın babasından, onun da dedesinden rivâyet
ettiğine göre Resul (sav)’e buluntular hakkında sorulduğunda Resul (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Onu
işlek bir yolda yahut meskun bir köyde bulmuşsan onu bir yıl tanıt, ona tâlip
olan olursa ona ver. Tâlip olan olmazsa sana âit olur. O buluntu bir harâbede
bulunmuşsa yâni define ise ondan 1/5’ini (beşte birini) versin”.
Miktârı sınırsız mâdenler ise tamâmıyla kamu mülkiyetidir.
Hiç-bir ferdin bu tür bir malı alması câiz değildir. Tirmizi, Ebyad b.
Hammal’den şu hadisi nakletmektedir:
“O
Resul (sav)’e gelip bir tuz-bölgesinin kendisine verilmesini istemiş, Resul de
bu teklifi kabûl etmişti. Ebyad kalkıp gidince Peygamber (sav)’in yanında
bulunan şahıslardan biri: “Ey Allah’ın Resûlü ona ne verdiğinizi biliyor
musunuz? Ona kaynağı kesilmeyen bir su verdiniz” dedi. Bunun üzerine Resûlullah
“Onu ondan geri alıyorum” buyurdu”.
Allah Resûlü buyurdu ki:
“İçinde oturamayacağınız evler yapıyorsunuz, yiyemeyeceğiniz şeyleri
topluyorsunuz, ulaşamayacağınız emeller besliyorsunuz. Nefsin hevâ ve istekleri
sizi ayrılığa düşürmesin, başkalaştırmasın.
Peygamberimiz (sav):
“Ümmet bir vücut (organizma) gibi olmalıdır,
bir taraf ağlarken bir taraf gülemez” der.
Ali Bulaç derki:
“İnsan Allah-merkezli bir varlık görüşünden hareketle
kendisini ve çevresini değiştirme başarısı gösterirse vahyin hakîki amacına
uygun olarak Allah’a teslim olur. Yok şâyet insan kendisini merkeze alan bir
dünyâ-görüşünden hareketle varlığa bakacak olursa nefsinin zebûnu olur,
kendisiyle ve çevresiyle çatışır ve tahrip eder”.
“Dünyâ’nın
Durumu Raporu”nda şöyle denir: İşte insanlık tablomuz:
Dünyâ’nın en
zengin üç kişisinin toplam mal varlığı, 600 milyon nüfuslu az gelişmiş
ülkelerin GSMH’larından daha fazladır.
Dünyâ nüfûsunun
en zengin %20’lik dilimi ile en fakir %20’lik dilimi arasında 86 kat fark vardır.
1.2 milyar insan
Dünyâ’da günde 1 dolardan daha az bir gelirle yaşamak zorundadır. Bunların
%50’si de çocuktur.
Dünyâ’da
yaklaşık 1 milyar insan temel tüketim gereksinimlerini karşılayamamaktadır.
Dünyâ’nın en
zengin 200 kişisinin mal-varlığı tüm dünyâ-gelirinin %41’inden fazladır.
Gelir
dağılımındaki çarpıklıklar Dünyâ’da her 35 kişiden birini emek/beyin göçeri
yapmaktadır.
Avrupalı bir
inek iki Afrikalı insana eşit yaşıyor.
Sanâyileşmiş
ülkeler tüm patentlerin %97’sine sâhip, çok-uluslu küresel işletmeler bütün
teknoloji ve üretim patentlerinin %90’nını ellerinde bulundurmaktadır.
Dünyâ’da
1960’lara göre üretim 2 kat artsa da 800 milyon insan kıtlık çekiyor.
Dünyâ’nın en
büyük 7 firmasının Pazar-değeri Türkiye’nin gayri sâfi milli hasılasından daha
fazladır.
Dünyâ’da sigaraya yılda yaklaşık 200 milyar dolar
harcanıyor. Avrupalılar sigaraya yılda 50, âlkole 105 milyar dolar harcıyor.
Ülkemizde yılda sâdece sigaraya 6 milyar dolar ve sigaradan kaynaklanan
hastalıklara 2.7 milyar dolardan fazla para harcanmaktadır. Ülkemizde yetişkin
her 100 erkeğin 65’i sigara tiryâkisidir.
Dünyâ’da
narkotiğe/uyuşturucuya 400 milyar dolar harcanıyor.
Dünyâ’da
ordulara ve silahlanmaya/savunmaya 780 milyar dolar yatırılıyor.
Türkiye savunma
harcamalarında 177 ülke içinde %4.9 ile 11. sırada yer almaktadır. (bunun
gelirleri hep en zengin 200 kişiye gidiyor).
Birleşmiş
Milletlere göre her 100 e-mailden 1 cent para alınsa Dünyâ’da fakirlik sorunu
kalmaz denmektedir.
2006 ve 2012
verileri berâber incelendiğinde Türkiye için kabaca bir sonuca varmamız mümkün.
Türkiye’deki en zengin %10’luk grup gelirin hemen-hemen üçte birine sâhip. En
zengin %20’yi ele aldığımızda ise, bu kesimin toplam gelirin neredeyse yarısına
sâhip olduğunu görüyoruz.
“Yukarıdaki rakamlardan anlaşılacağı üzere Dünyâ’da
insanlar-arasındaki dengeler bozulmakta, tüketim çılgınlığını körükleyen
mâneviyat yoksunu kapitâlist sistem zenginlerin daha da zenginleşmesine, fakir
ülkelerin ise daha da fakir kalmasına neden olmaktadır. Birleşmiş Milletlere
göre “her 100 e-mailden 1 cent para alınsa Dünyâ’da fakirlik sorunu kalmaz”
denmektedir. Dünyâ’da kozmetik, dondurma, sigara, uyuşturucu, evcil hayvan
yemi, eğlence vs.’ye ayrılan paranın bir kısmı Dünyâ’da açlığa,
işsizliğe, sağlık ve eğitime yönlendirilebilse, Dünyâ daha âdil, yaşanabilir ve
sürdürülebilir olabilecektir” denir.
Şu istatistikler de sinir bozucu:
Dünyâ’da temel koruyucu
sağlık ve beslenme masrafları için yılda 13 milyar dolara gereksinim varken,
Avrupa ve ABD’de evcil hayvan yemine 17 milyar harcanıyor.
Dünyâ’da tüm kadınların
doğum ve sağlık harcamaları için yıllık 12 milyar dolar gerekirken, Avrupa ve
ABD’de parfüme harcanan para bu kadardır.
Dünyâ’da su ve sağlıklı
hijyen şartları için yıllık 9 milyarın biraz üstünde harcama gerekirken,
Avrupa’nın yıllık dondurma tüketimi 11 milyar dolar.
Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan 4.4 milyar insanın yüzde altmışı
hijyenik temizlik imkânlarından ve yüzde yirmi beşi sağlıklı içme-suyundan,
yüzde yirmi beşi kendine âit meskenden, yüzde yirmisi modern sağlık imkânlarına
erişimden yoksun yaşamaktadır. Türkiye’de nüfûsun %18’i sağlıklı içme-suyuna
ulaşamamaktadır.
Dünyâ’da çocukların yüzde
yirmisi yetersiz besleniyor.
Dünyâ’da 1 milyar insan
gecekondularda yaşıyor. Bu oran 10 yılda üç kat artmaktadır.
Ülkemizde milli gelirden
sağlığa %5 pay ayrılabilirken 51 ülke içinde ancak 35. sırada yer
alabilmekteyiz. Bu oran gelişmiş ülkelerde ortalama %9’lar mertebesindedir.
Ülkemizde fakirliğin bir
belirtisi olan yeşil kartlı sayısı 13.7 milyonu geçmiştir.
1.2 milyar insan Dünyâ’da günde 1 dolardan daha az bir gelirle yaşamak
zorundadır. Bunların %50’si de çocuktur. Türkiye’de nüfûsun %2’si 1 doların
altında gelirle yaşamakta. Ülkemizde 12.6 milyon kişi yoksulluk sınırı olan
günde 1.9 doların altında yaşamaktadır. 1.9 doların 0.78 senti gıdâya ve 0.58
senti konuta harcanmaktadır.
Dünyâ’da yaklaşık 1 milyar
insan temel tüketim gereksinimlerini karşılayamamaktadır.
Dünyâ’da 1960’lara göre
üretim 2 kat artsa da 800 milyon insan kıtlık çekiyor.
Dünyâ’da
narkotiğe/uyuşturucuya 400 milyar dolar harcanıyor.
Dünyâ’da ordulara ve
silahlanmaya/savunmaya 780 milyar dolar yatırılıyor. Türkiye savunma
harcamalarında 177 ülke içinde %4.9 ile 11. sırada yer almaktadır.
Japonlar eğlenceye yılda 35
milyar dolar harcıyor.
Dünyâ’da Yıllık harcamalar (dolar)
Kozmetik 18 milyar
Evcil hayvan maması 17
milyar
Parfüm 15
milyar
Atlantik-ötesi seyahat 14
milyar
Dondurma tüketimi 11
milyar
Küresel Lüks Tüketim Malları
İlkbahar Raporu’na göre, büyüyen lüks tüketimi yıllık 250 milyar dolara
yükselirken, BM verilerine göre 805 milyon aç insanın yıllık gıdâ masrafı 30
milyar dolar. Her 4 sâniyede bir kişi açlıktan ölüyor.
Bain & Company tarafından
açıklanan Küresel Lüks Tüketim Malları İlkbahar Raporu’na göre, 2014 yılını
yüzde 3 büyüyerek 250 milyar dolar ile kapatan küresel lüks tüketim-malları
pazarının, 2015 yılında yüzde 2 ila 4 oranında büyümesi bekleniyor. Dünyâ’nın
bir yılda savaşa harcadığı para ise 14,3 trilyon dolar. Birleşmiş Milletler’e
bağlı Gıdâ ve Tarım Örgütü’nün Dünyâ gıdâ gününde açıkladığı rapora göre ise
yer-yüzünde 805 milyon insan açlık çekiyor. Yâni her 9 insandan biri aç ve her
4 sâniyede bir kişi açlıktan ölüyor.
Dünyâ üzerindeki lüks tüketicisi
sayısı ise 140 milyondan 350 milyona çıktı.
Rapora göre Dünyâ’da açlıktan
ölen insan sayısı, hastalıklar yüzünden ölen insan sayısından daha fazla.
Dünyâ’nın 37 ülkesinde gıdâ krizi yaşandığını belirten FAO, Dünyâ’da 750 milyar
dolarlık gıdanın da çöpe gittiğini belirtiyor.
Açlıkla savaşan Amerikalı sivil
toplum kuruluşu The Borgen Project’in hazırladığı rapora göre Dünyâ’da aç insan
kalmamasının mâliyeti sâdece yıllık 30 milyar dolar.
Silaha harcanan para 14,3
trilyon dolar.
Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün
(IEP) Global Peace Index (Dünyâ Barış İndeksi) raporuna göre, 2014 yılında
Dünyâ’nın farklı yerlerinde devâm eden savaş ve çatışmalarda 14.3 trilyon dolar
harcandı. Rapora göre, savaşlarda harcanan para miktârı İngiltere, Kanada,
Fransa, İspanya, Brezilya ve Almanya’nın toplam Gayri Sâfi Yurt İçi Hâsıla’sının
(GSYİH) toplam miktârından daha fazla. Bu miktar, aynı-zamanda Dünyâ’nın toplam
gelirinin yüzde 13’ü temsil ediyor.
Üretime gelince herkes eşit; fakat tüketime
gelince bâzıları çok aşırı tüketirken, bâzıları ise çok kıt tüketebiliyor. Öyle
ki temel ve zorunlu ihtiyaçlarını bile karşılayamıyorlar. Hattâ üretime az
destek verenler, çok fazla çalışanlara göre daha fazla tüketiyorlar ve bâzıları
da bu durumu doğal ve normâl olarak görüyorlar. Hele bir de bâzı sözde
dindarların da bu durumu Allah’ın plânladığından bahsetmeleri yok mu… Arada
belli oranda farklılıklar olabilir. Doğal duruma göre ya da ihtiyâca göre bâzı
doğal ve normâl farklılıklar tabî ki olabilir. Fakat bu fark,
dünyâ-nîmetlerinin %80’ini nüfûsun %20’sinin tüketmesi durumuna gelmiş ise ve
birileri de bu durumu normâl görüyorsa; işte o vakit kılıcı çekmenin zamânı
gelmiş demektir.
Biri yer biri bakar, kıyâmet ondan kopar.
İnsanların aç kalması, birilerinin tok
olmasını sağladığı içindir. Bu “tok” olanlar, aç olanları istedikleri yerde
istedikleri gibi kullanabiliyorlar aynı-zamanda. Aç insanlar kullanıldıklarının
ve kandırıldıklarının farkına bile varamıyorlar açlıklarının derdine düştükleri
için. Katherine Mansfeild:
“Aç
insan kolay kandırılır” der.
Her yönden
kıstırılmış-kuşatılmış olunan bir ortamda “ne yapmalı”nın cevâbı, “hiç-bir şey
yapmamalı”dır. Sistemi destekleyecek bir şey yapmamak, yapılması gereken en iyi
şeydir ilk etapta. Hikmet Ertürk:
“Dünyâ-nüfûsunun
en zengin yüzde 20’si ile en yoksul yüzde 20’si arasındaki gelir-farkı 1970 de
bire 30 iken, günümüzde bire 60’a tırmanmıştır.
Türkiye’deki
servet dağılımındaki eşitsizlik Dünyâ’dakinden de kötü. Türkiye’de 49 milyon
800 bin yetişkinin toplam serveti 1.3 trilyon. Türkiye’de 35 tâne dolar
milyarderleri var. Serveti 500 milyon dolar ile bir milyar dolar arasında
olanları sayısı ise 43. Türkiye’deki servet dağılımında 10 doların altında
büyük bir yığılma var. Gelir dağılımının hesaplanmasında kullanılan gini
katsayısı, servet dağılımı hesâbında da kullanılıyor. Buna göre, Türkiye’de
servet dağılımını ifâde eden gini katsayısı Afrika ortalamasına oldukça yakın.
Aslında
ülkelerin kendilerine âit ekonomik politikaları olsa ve âdil bir paylaşım
söz-konusu olsa bir sorun yok. Fakat burada demokrasi adında bir îcat ile bu
ülkelerin yöneticileri halk adına borçlanıp, bu batılıların ekonomik sistemine,
oyun tahtasına dâhil oluyorlar. Bu yüzden ülkelerinin zenginlikleri bu gelişmiş
ülkelere akıp gidiyor. Tepedeki zengin sınıf zâten kaymak tabakasını aldıkları
için, olan fakir halka oluyor. Bu halkın bu sömürüye ses çıkarmaması adına da
kendi ülkelerinde yasalar-kânunlar çıkarmışlar. Hak aramak burada kânunlara
karşı gelmek anlamına gelmiş oluyor. Yâni fakir halkın illegâl yollarda hak
aramaları söz-konusu değildir. O yüzden sistemin dışında kalma, bu alanda
mücâdele etmek zorundalar. Bu alanda mutlaka ayrı bir yol kullanılması
gerekmektedir. Fakat mücâdele sistem içerisinde sürdürülmeye çalışıldığı için
bir şeyler yapma adına her hareket edildiğinde, oluşan enerji bu zengin zümrenin
değirmenine su taşımaktadır. O yüzden böylesi bir sistemin içinde hareket
edilecekse, mümkünse müslümanların hiç-bir şey yapmamaları daha hayırlı olacak
gibi görünüyor” der.
Kapitâlist oyun ve döngüsünün nasıl işlediği “Şeylerin
Hikâyesi’nde şu şekilde anlatılır:
Sâdece son 30 senede yer-yüzünün doğal kaynaklarının üçte
biri tamâmen yok oldu gitti.
Küresel balıkçılığın %75’i
tam kapasitede ya da kapasitenin üzerinde yapılıyor.
Dünyâ’nın eski
ormanlarının %80’i yok oldu.
Sâdece Amazon ormanlarında dakîkada 2.000 ağaç yok oluyor.
Bu dakîkada 7 futbol sahası büyüklüğünde bir alan demek. Peki ya orada yaşayan
insanlar? Onlara göre bu insanlar burada kuşaklar boyunca yaşamış olsalar da
kaynakların sâhibi değiller, çünkü üretim araçlarına sâhip değiller ve çok şey
satın almıyorlar. Ve bu sistemde çok şeye sâhip değilseniz ya da satın
almıyorsanız, hiç bir değeriniz yok.
Dünyâ’da
her gün 200,000 insan kendilerini kuşaklar
boyunca besleyip yaşam kaynağı olmuş alanlardan şehirlere taşınıyorlar. Pek-çoğu gecekondu mahallelerinde yaşıyor, ne kadar zehirli
olursa-olsun, ne iş olursa yapıyorlar. Gördüğünüz gibi, bu sistemde sâdece
doğal kaynaklar harcanmıyor, insanlar da harcanıyor. Toplumlar harcanıyor.
Kuzey Amerika’da kapitâlist sistem üzerinden akan materyallerin yüzde
kaçı satışından 6 ay sonra kullanılabilir hâldedir tahmin edin. %50 mi?, 20 mi?
Hayır!. % 1!.. Bir!.. Bir diğer deyişle hasat ettiğimiz, yer-altından
çıkarttığımız, işlediğimiz, naklettiğimiz her şeyin %99’u, bu sistemde 6 ay
içinde bir daha kullanılamayacak şekilde çöpe dönüşmektedir. Şimdi, böylesine
bir tüketim oranı ile bu gezegeni nasıl çekip çevireceğiz?
2.Dünyâ Savaşı’ndan hemen sonra, bu adamlar, Amerikan ekonomisini nasıl
büyüteceklerini anlamaya çalışıyorlardı. Perâkende analisti Victor Lebow, tüm
sistem için bir norm olacak çözümü tanımladı: “Müthiş verimli ekonomimiz,
tüketimi hayat-biçimimiz hâline getirmemizi, alış-verişi ve tüketimi kutsal
törenlere dönüştürmemizi, ruhsal tatmini ve ego tatminini tüketimde aramamızı
talep ediyor. Etrafımızdaki şeylerin giderek artan bir hızla tüketilmesine,
yerine yenilerinin konmasına ve çöpe atılmasına ihtiyâcımız var” der.
Ve Başkan Eisenhower’ın Ekonomik Danışmanlar Konseyi Başkanı, “Amerikan
ekonomisinin nihâi amacı, daha fazla
tüketim maddesi üretmektir.
Planlanan
kullanım-dışı olma, bir başka değişle “çöpe atmak için tasarlamaktır. Bu,
onların gerçekten mümkün mertebe çabuk bir şekilde ürünleri kullanılmaz hâle
getirmek üzere tasarlamaları anlamına geliyor. Böylece, elimizdeki ürünü çöpe atar,
koşar yenisini alırız. Bu yöntem plastik torbalar ve kahve bardakları için
bâriz. Fakat şimdilerde büyük ürünler de aynı durumda: Tekstil ürünleri,
DVD’ler, kameralar, mangallar bile, her şey!.
Bilgisayarlar
bile. Şuna dikkat ettiniz mi hiç? Şimdi bir bilgisayar satın aldığınızda,
teknoloji birkaç yıl içinde öyle hızlı değişiyor ki, yeni bilgisayarınız
iletişim için engel bile teşkil ediyor. Ben çok merâk ettim ve masa-üstü
bilgisayarımın içini açtım baktım. Her yıl değişen parçanın, köşede duran ince,
küçük parça olduğunu öğrendim. Fakat kendinizin bu küçük parçayı, yeni parça
ile değiştirmeniz imkânsız, çünkü her yeni
versiyonun şekli farklı. Bu nedenle tüm bilgisayarı çöpe atıp yenisini
almak zorunda kalıyorsunuz.
Fakat
tüketim maddeleri, bu oku canlı tutacak hızda bozulmaz ve bu nedenle devreye
algılanan kullanım-dışı olma girer. Algılanan kullanım-dışı olma, bizi
kullanılabilirlik açısından mükemmel durumda olan eşyâları atmaya inandırır.
Bunu nasıl
yaparlar? Tabî ki eşyâların görünüşünü değiştirirler. Böylece bir-kaç yıl önce
aldığınız şeyleri gören herkes sizin son zamanlarda bu tüketim okuna katkıda
bulunmadığınızı söyleyebilir. Tabii, sosyal değerimizi bu tüketim okuna
yaptığımız katkılarla ölçtüğümüz için, düşeceğimiz durum utanç verici olabilir.
Böylece şu-anda
Amerika’da daha önce hiç olmadığı kadar çok şeyimiz olmasına rağmen, yapılan
anketlerin sonucunda görmekteyiz ki, ulusal mutluluk endeksi aslında düşüyor.
Ulusal mutluluk endeksi 1950’lerde zirve yapıp sonrasında düşüşe geçmiş, tam
da bu tüketim çılgınlığının patladığı dönemde. Hıımmm, ne ilginç bir
tesâdüf..
“Cennet benim ve başkaları
cehennemdir”. İşte kapitâlizmin ana felsefesi; işte, güçlünün güçsüzü ezmesinin
ve işte proletaryanın doğuşuna meydan verilmesinin ve işte emperyâlizme kadar
varan sömürmenin temel felsefesi!...
Kur’ân çeşitli
âyetlerinde “lehül-mülk” “Mülk Allah’ındır” diye bağırıyor. Mülk O’nun’dur,
yâni halkındır. Bu kötü gidişâta bir “âsâ” lâzımdır. Hz. Mûsa’nın âsâsı gibi.
Bu âsâ, isyândır. Âsâ zâten arapçada isyân demektir: “Fe kezzebe ve âsâ.
Fakat o, yalanladı ve isyân (âsâ) etti” (Nâziat 21).
İslâm’ın servet hakkındaki hükmü
“Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri” sadedinde âyetlerin şu sıralamasıyla idrâk
edilebilir:
“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda
bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki
rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).
“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah,
hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha
büyüktür. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan
artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).
“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar,
rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde
çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah'ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).
“Ey îmân edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve
(hristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve
Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda
harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele” (Tevbe 34).
“Allah'ın,
bol ihsanından kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri
için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet
günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı
Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).
Siyon Lîderlerinin Protokôlleri’nin konu ile ilgili olarak
özetle şunlar söylenir:
“Bizim
rehberliğimiz altında, halk; aristokrasiyi yok etti. O aristokrasi ki
kendisinin tek ve yegâne müdâfaa vâsıtası ve halkın refâhına bağlı ve ondan
ayrılması imkânsız menfaatleri sebebiyle de kendilerini besleyen bir anne idi.
Şimdi aristokrasinin yıkılması sebebiyle halk para öğüten merhâmetsiz
alçakların pençesine düştü. Bunlar işçilerin boyunlarına acımasız ve zâlim bir
boyunduruk vurdular. İşçilerin emeğinden kânunen faydalanmakta olan
aristokrasi; işçilerin iyi beslenmeleri, sıhhatli ve kuvvetli olmaları ile
alâkalanırdı. Biz ise tam aksine yahudi olmayanların öldürtülerek
azalmalarından menfaat bekliyoruz. Bizim kuvvetimiz devamlı yiyecek kıtlığı
ve işçinin beden zayıflığında gizlidir. Çünkü bütün bunlar bizim arzularımızın
kölesi olmasına delâlet eder. O kendi yetkileri içinde bizim arzularımıza karşı
koyma kuvvet ve enerjisini bulamayacaktır. Kralların kânunî otoritesinin
aristokrasiye verdiği işçiyi idâre hakkını, açlık daha sağlam bir şekilde bize
verir. Biz, avam tabakasını açlığın doğurduğu sıkıntı, hased ve kin ile
harekete geçirecek ve yolumuzun üzerinde bizi engelleyen ne varsa onların
elleri ile silip yok edeceğiz”.
“Yahudi
olmayanlara düşünme ve farkına varma husûsunda vakit bırakmamak için onların aklını
sanâyi ve ticâretle çevirmelidir. Böylece bütün milletler kâr peşinde ve
yarışında bütün-bütün yutulacaklar ve müşterek düşmanlarını fark
etmeyeceklerdir. Fakat yine de hürriyetin yahudi olmayanların toplumlarını
parçalayıp yıkması için sanâyii spekülatif temele oturtmalıyız. Netîce olarak
sanatı ile topraktan ne çıkarılmış ise onların ellerinden kayarak spekülasyona
yâni bizim sınıflarımıza geçecektir.
Üstün
gelmek için yapılan şiddetli mücâdele ve ekonomik hayâta yayılacak sarsıntılar
hareketli, soğuk ve merhâmetsiz toplumlar meydana getirecektir ve şimdiden
getirilmiştir de. Bu toplumlar yüksek siyâsete ve dîne karşı kuvvetli bir
nefret besleyeceklerdir. Onların yegâne kılavuzu kâr yâni altındır, onunla
elde edecekleri maddî zevklerinden dolayı ona tapacaklardır. Sonra vakti
gelince yahudi olmayanların aşağı tabakaları, iyiyi elde etmek için değil,
hattâ servet kazanmak için değil, fakat sâdece imtiyazlılara karşı kinlerinden
dolayı bizim iktidâr rakiplerimiz olan yahudi olmayanların âlimlerine karşı
bizi tâkip edeceklerdir”.
Aynı-zamanda
ticâret ve sanâyi, fakat en başta vazîfesi mukâbil bir kuvvet teşkîl etmek olan
spekülasyonu şiddetle himâye etmeliyiz. Spekülâtif sanâyinin yokluğu özel
ellerde sermâyeyi çoğaltır ve toprağı emlâk bankalarına borçluluktan kurtararak
ziraatın eski hâline gelmesine hizmet eder. Biz sanâyinin hem emeği hem de
sermâyeyi arâziden çekip çıkarmasını ve spekülasyon vâsıtası ile Dünyâ’nın
bütün parasının elimize geçmesini, bu sûretle bütün yahudi olmayanların proletarya
saflarına atılmasını arzu ediyoruz. O zaman yahudi olmayanlar başka bir sebep
için olmasa bile, vâr olma hakkını elde etmek için önümüzde eğileceklerdir.
Yahudi
olmayanların sanâyisini tamâmen çökertmek için, yahudi olmayanların arasında
geliştirdiğimiz lüksü spekülâsyonun yardımına getireceğiz. Çünkü lüks için
hırslı talep, her şeyi yutup bitirmektedir. Biz işçi ücretlerini yükselteceğiz,
fakat bu işçilere hiç-bir menfaat sağlamayacaktır. Çünkü biz aynı-zamanda hayat
için en lüzumlu şeylerin fiyatlarında da yükselme meydana getireceğiz ve bunun
ziraat ve hayvancılıktaki gerileme sebebiyle olduğunu iddia edeceğiz. Aynı
işçileri anarşiye ve sarhoşluğa alıştırarak ihtihsal (üretim) kaynaklarını
kurnazlıkla ve el altından derin bir şekilde mahvetmeye çalışacağız.
Aynı-zamanda bu tedbirlerle yan-yana olarak yahudi olmayanların eğitim görmüş
bütün güçlerini ortadan kaldırmak için her tedbiri alacağız.
Bu
faaliyetlerin gerçek mânâlarının vaktinden önce yahudi olmayanların gözlerine
çarpmaması için bu faaliyetleri “işçi sınıfına hizmet husûsunda ateşli bir arzu
ve politik ekonominin büyük prensipleri” iddiâları ile maskeleyeceğiz. Politik
ekonomide ise bizim ekonomik nazariyelerimizin enerjik bir propagandası
sürdürülmektedir.
Silâhlanmanın
hızlandırılması ve polis kuvvetlerinin arttırılması yukarıda bahsedilen
plânların yerine getirilmesi için tamâmen elzemdirler. Biz istiyoruz ki
Dünyâ’daki bütün devletlerde bizlerden başka ancak proleterya sürüleri bizim
menfaatlerimize bağlı bir-kaç milyoner, polisler ve askerler bulunsun.
Baştan-başa
bütün Avrupa'da ve Avrupa ile münâsebetleri vâsıtâsı ile diğer kıtalarda
karışıklıklar, anlaşmazlıklar ve düşmanlıklar meydana getirmeliyiz. Bununla biz
iki menfaat elde ederiz. İlk olarak, istediğimiz yerde karışıklıklar meydana
getirmek veyâ sükûneti temîn etmek kuvvetine sâhip olduğumuzu iyice bilecek
olan bütün memleketleri kontrol altında tutabiliriz. Bütün bu memleketler bizde
kaçınılmaz bir baskı-gücü görmeye alışıktırlar. İkinci olarak da siyâsî
vâsıtalarla, ekonomik anlaşmalarla veyâ borç yükümlülükleri ile her devletin
kabînelerinde gördüğümüz bütün iplikleri entrikalarımızla karmakarışık bir hâle
getireceğiz. Bu hususta başarıya ulaşmak için müzâkereler ve anlaşmalar
sırasında büyük kurnazlık ve tesir kullanmalıyız. Fakat “resmî lîsan” denen
hususlarda bunun zıddı taktikleri kullanacak, dürüstlük ve uysallık maskesi
takınacağız. Dikkatlerine sunduğumuz şeylerin yalnız dışına bakmaya
alıştırdığımız yahûdi olmayan millet ve hükûmetlerin bu durumda bizi hâlâ insan
soyunun iyilik edici ve kurtarıcıları olarak kabûle devâm edeceklerdir”.
Hikmet Ertürk bir yazısında, müslümanların
böyle perişan bir durumda olmasını ve mevcut durumdan kurtulmanın yollarını şu
şekilde gösteriyor:
“Önümüze çıkan her yolda yürüyebileceğimizi düşünüyoruz. Artık
kaybolduğumuzun da farkına varalım. Sâdece söz söyleyiciler durumundayız, her
duyduğumuz şeye sarılıyor, taklit ediyoruz, bu gerçekte bizlerin kendimiz
olmadığımızı gösteriyor. Bir-birlerimize uzanamıyor, bir-birlerimizin üzüntü ve
sevinçlerine ortak olamıyoruz. Kendimiz için yabancılar olduğumuz kadar
bir-birlerimiz için de yabancılar konumundayız. Bir-birlerimizi gördüğümüzde
yine sâdece söz söyleyicilere dönüşüyor, yapmacık sözler ile bir-birimizi
geçiştiriyoruz. Arkası olmayan sözler sarf ediyoruz, sözlerimizin ağırlığı yok,
söylediğimiz, altına girdiğimiz yükümlülükleri yerine getirmiyor, bu
durumumuzdan rahatsız olmuyoruz. Söz tutucular değiliz. Vaktinde hiç-bir şeyi
yapamıyoruz, hep geçiştiriyoruz, ânı yaşıyoruz. Geleceğe yönelik tasavvurumuz
yok, bir-birlerimize karşı saygımızı en aza indirmişiz ve bu hâli ile ruhsuz
kalmışız. Heyecânımız gün geçtikçe gidiyor, bir-birlerimizden artık sıkılıyor,
bir-birlerimizi özlemiyoruz. Arayıpta sormuyoruz, üstelik buna özel günlerimizi
de dâhil ediyoruz.
“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe iyilik
mertebesine eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, hiç şüphesiz Allah onu bilir”
(Âl-i İmran 92).
Kur’ân’da geçen buyruklar çoğu-zaman bizleri harekete
geçirmiyor. Belki de bu emirlerde bizlerden istenilen şeyi tam olarak
kavrayamıyoruz. Ya da görmezden gelip anlasak da yapmaya yanaşmıyoruz. Bunlar
en çok sıkıntı çektiğimiz konular. Fakirlik ihtimâli bizleri korkutuyor ve
elimizde olanları paylaşmaya yanaşmıyoruz.
Kur’ân âyetlerinin ilk muhâtaplarının, kendilerine iletilen bu
buyrukların anlamını gerçekten kavradıklarını görüyoruz. Çünkü şu-an
kavrayamadığımız şekli ile dursa da Kur’ân’daki âyetlerin derinlemesine
incelemelerini yaptığımızda bu ilk muhâtapların en çok sevdikleri şeyleri,
mallarının en değerli olanlarını Allah yolunda, O’nun dâvâsı için
dağıttıklarını anlıyoruz.
Muhâtap oldukları âyet Âl-i İmran Sûresi 92. âyet
ve bakın bu âyetin ilk muhatapları nasıl tepki veriyorlar:
İmam-ı Ahmed bin Hanbel rivâyet ediyor. Abdullah b. Ebu Talha’nın oğlu Ebu
İshak’tan, O da Enes b. Mâlik’ten işittiğini kaydeder. Enes der ki: “Ebu Talha
Medîne’li müslümanların en zenginiydi. En çok sevdiği malı da Beyraha bahçesi
idi. Bu bahçe Mescid-i Nebevi’nin karşısındaydı. Hz. Peygamber (S) oraya girer,
orada bulunan tatlı bir kaynaktan içerdi. Enes der ki: “Sevdiğinizden
dağıtmadıkça iyiliğe ulaşamazsınız” âyeti inince, Ebu Talha dedi ki: “Allah “Sevdiğinizden
dağıtmadıkça iyiliğe ulaşamazsınız” buyuruyor. Benim en sevdiğim malım ise
Beyraha bahçesidir. Onu Allah yoluna bağışlıyorum. Onun iyiliğini umuyor ve
yüce Allah katında bana azık almasını ümit ediyorum; Ey Allah’ın Resûlü,
Allah’ın sana gösterdiği şekilde onu kullan.” Peygamber (S) “Çok güzel! Çok
güzel! Bu kârlı, verimli bir arâzi… Ben işittim… Ben, onu, akrabalarına
dağıtmanı uygun görüyorum” buyurdu, Ebu Talha da; “Öyle yaparım ey Allah’ın
Elçisi!” dedi ve onu akrabâları ile amcaoğulları arasında paylaştırdı.”
(Buhâri, Zekat, 44; Müslim, Zekat, 14; (Bkz. Nevevi, Şerhu Müslim, VII, 84–86).
Buhâri ve Müslim’de; Hz. Ömer’in şöyle dediği kaydediliyor: “Ey Allah’ın
Resûlü, Hayber’de payıma düşen arâzi kadar benim yanımda değerli hiç-bir malım
olmadı. Onu ne yapmamı önerirsin?” dedim. Resûlûllah (S) “Aslını bırak, ürününü
Allah yolunda vakfet” buyurdu.
O dönemin ilk muhâtaplarının büyük bir çoğunluğu bu şekilde
davranmışlar. Bu yönelişleri onları mallarının köleliğinden kurtarıp sâdece
Allah’a kul olmaya yönlendirmiştir. Şu-an bizler açısından böylesi
fedâkârlıklar yapmak pek mümkün görülmüyor. Çünkü yapılan her işin sonucunun
tüm müslümanlara fayda sağlayacağı bir kardeşlik ittifâkı içerisinde değiliz. Sahih
lîderlerimiz adına canlarımızı feda edecek bir bilince kavuşamamışız. İşin
tuhaf tarafı, bunca yıldır bu ümmet üzerinde ittifâk ettiği bir lîder de
çıkartamamıştır. İnşallah bir gün bu da olur.
Bunun oluşabilmesi için geçmemiz gereken aşamalar var. İlk önce böylesi
bir bilincin oluşabilmesi için muhakkak ki kardeşlerimizi kendi öz
nefislerimize yâni kendimize tercih eden davranışlarda bulunmalıyız. Fakat şu
hâlimiz ile kardeşlerimizin haklarını kendimizinkinden üstün gören bir anlayışa
da sâhip değiliz. Bir-birlerimiz arasındaki üstünlük anlayışımız kim ne
derse desin elde ettiğimiz kazançlara göre belirlenmeye devam ediyor.
Malımızın küçük bir bölümünü bile karşılıksız olarak kardeşlerimizle
oluşturacağımız birlikteliklere vermeye râzı değiliz. İslâm dâvâsı kendi
adımıza yaptığımız işlerin adı olmuş. İnşaallah müslümanlar bu hâlleri ile
kalmayıp tekrar özlerine dönmeyi başarabilirler.
Şurası bir gerçek ki rızk konusunda Allah herkesi farklı-farklı
yaratmıştır. Fakat elde edilen bu kazancın kullanımını ise tamâmen serbest
bırakmamıştır. Kazançlarımız üzerinde fakirlerin de hakları var.
Bu konuda Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi. Bol rızık verilenler,
rızıklarını ellerinin altındakilere verip de bu hususta kendilerini onlara eşit
kılmazlar. Durum böyle iken Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).
Bir-arada iş yapmaya çalışan müslümanların ya da hiç-bir işi olmayan
müslümanların uyacakları yol haritası böyle belirlenmiş. Birlikte iş
yaptığımız, yanımızda çalıştırdığımız kardeşlerimizle olacak olan ilişki biçimi
yukarıdaki âyetteki gibi olmalıdır. Bu kardeşlerimizi ömür-boyu yanımızda işçi
olarak tutmamalıyız. Onların da kendi işlerinin oluşmasına yardımcı olmalıyız.
İşi olmayan kardeşlerimiz içinse elimizde kaynak varsa iş kurmalarına yardımcı
olmalıyız. Onlar ömür-boyu yanımızda çalıştıracağımız kölelerimiz değiller.
Aynı dâvâya baş koyacağımız dava arkadaşlarımızdır. Onlarla eşit olmayı
sevinilecek bir olgu olarak anlamlandırmalıyız.
Her müslüman’ın kendisine göre Allah tarafından ona bahşedilmiş bir
enerjisi, yeteneği olabilir. Herkesin ticâri yetenekleri farklıdır. Fakat
rızkın güç ve yetenekle hiç-bir ilgisi yoktur. Tüm bunların tek kaynağı Yüce
Allah’tır. Ve Allah bu kazançlarımızın paylaşılmasını istiyor. Nâhl suresinde
geçen âyetin iniş sebebi ise; Müşrikler Allah’ın kendilerine verdiği rızkın bir
kısmını sahte tanrılarına ayırıyorlardı. Burada onlar hakkında diyor ki; “Onlar
sâhip oldukları malların bir kısmını elleri altında bulunan kölelerine
vermiyorlardı. (Bu İslâm’dan önce fiilen yaşanan bir olaydır) Yâni rızık
konusunda köleleriyle eşit olmak istemiyorlardı. Peki ne diye Allah’ın
kendilerine verdiği rızkın bir payını sahte ilahlarına ayırıyorlar? Bu soruyu
Allah onlara soruyor; “Acaba Allah’ın nîmetlerini inkâr mı ediyorsunuz?” Aynı
soru bizler için de geçerlidir. Böylesi müşrikler gibi davranan her müslüman’a
sorulacak sorudur bu. Acaba Allah’ın nîmetlerini inkâr mı ediyorsunuz?
Mekke dönemi ve o dönemin inanmışları bâbında ekonomik ilişkilere
baktığımızda müslümanlar arasında büyük ölçüde varlık ayrımı olmadığını
görmekteyiz. Fakat günümüz müslümanları sâdece zekâtlarını vererek fakir
kardeşleri üzerindeki sorumluluklarından kurtulacaklarını düşünüyorlar. Hâlbuki
fakirlik bu kardeşlerimizin kaderi değildir. Eğer ki bir müslümanın
oturacağı evi, seyahat edeceği bir arabası ve de geçineceği bir miktar parası
var ise arta kalan gelirini fakir kardeşlerinin hayat standartını yükseltmesi
ya da İslâm dâvâsı için kullanmalıdır. Mal biriktirme asla ve asla İslâm’da
yoktur. Yapmamız gereken şey fakir kardeşlerimizle eşit hayat şartlarına
gelmeye çalışmaktır. En azından her müslümanın böyle bir gâyesi olmalıdır. Zâten
bu kardeşlerimizin fakirliğe mahkûm olmaları bizlerin olumsuz davranışlarımız
sebebiyledir. Servet köleliğine kapılmamış en azından yüz adanmış müslüman
tüm bu olumsuz ekonomik sorunları çözebilirdi. Hem böylelikle rızık endişesi
ile oradan-oraya çalışmaya giden İslâm adına çalışma fırsatı bulamayan
kardeşlerimiz de İslâm’a daha faydalı çalışmalar yapabilirlerdi. Böylelikle
bizlerin hicret bilinci de sâdece iş bulma koşuşturmaları olarak hayâtımızda
kalmazdı.
Aslında bizler kafa olarak, kâlp olarak müslümanlığı içselleştirebilsek
bir-çok sorun kendiliğinden ortadan kalkabilir. Geçimlik derdi öyle korkulacak
bir şeye de dönüşmez. Bakın hicrette mü’minler Medîne’ye hicretten beş ay sonra
neler yapıyorlar. Mescidin yapılmakta olduğu sıralarda “kardeşlik” îlan
ediliyor. Buna göre Enes bin Mâlik’in evinde toplanan sahabeler tek-tek “şu
şununla, bu bununla” diyerek kardeş yapılıyor. İkişer-ikişer kardeş yapılan
sahabelerin sayısı 100’ü buluyor. (İbni Saad; Tabakat).
Mekke’den göçenler, Medîne’li müslümanların
evlerine onar-onar yerleştiriliyor. On kişi, bir koyunun sütünü bölüşüp
içiyorlar. (İbni Abdulber; İstiab).
İlk sorunlarını böylelikle aşıyorlar. Bizlerin Allah’ın dilediği,
uygun gördüğü bir beldede toplanmamız ve bu örneklikleri hayâtımıza geçirmemiz gerekmektedir.
Buna mecbûruz ki bu ihtiyaç ileride daha da belirgin hâle gelecektir. Seyyid
Kutub’un dediği gibi; “Allah’a yemin
olsun ki, binlerce konferans, milyonlarca vaaz, yüzlerce kitap, milyonlarca
dergi, gazete, broşür asla İslâm’ın yaşandığı ve hâkim olduğu ufak bir mahalle
kadar etkili olamaz”.
O yüzden geçimlik korkularımızı bir kenara bırakarak bir-birlerimizle
komşular olmaya râzı olalım. İslâm’ı kendi mahallelerimizde topluca yaşayalım,
örnekliliğimiz de topluca olsun.
İnşallah bizler de ilk neslin gösterdiği fedâkâr davranışları gösterme
cesâretini yakalarız. Geçici şeylere tutunarak yol almaya çalışmayız. Bizde
olanın üzerinde başkalarının da hakları olduğuna râzı oluruz. Allah bizlere bu
konularda korkak bir anlayış, korkak bir yaşayış nasip etmesin”.
DESTAN
Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
Durun, durun, bir Dünyâ iniyor tepemizden,
Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden,
Çekiyor tebeşirle yekûn hattını âfet;
Alevler içinde ev, üst katında ziyâfet!
Durum diye bir lâf var, buyrunuz size durum;
Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodurum!
Bir şey koptu benden, şey, her şeyi tutan bir şey,
Benim adım Bay Necip, babamınki Fazıl Bey;
Utanırdı burnunu göstermekten sütninem,
Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem.
Ey tepetaklak ehram, başı üstünde binâ;
Evde cinâyet, tramvay arabasında zina!
Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil;
Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil!
Ve ferman, kumardaki dört kralın buyruğu;
Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu!
Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama,
Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!
Öttür yem borusunu öttür, öttür, borazan!
Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan!
Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!
Kubur fâresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;
Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.
Siyâset kavas, ilim köle, sanat ihtilâç;
Serbest, verem ve sıtma; mahpus, gümrükte ilâç.
Bülbüllere emir var: Lîsan öğren vakvaktan;
Bahset târih, balığın tırmandığı kavaktan!
Bak, arslan hakîkate, ispinoz kafesinde;
Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?
Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap.
Necip Fazıl Kısakürek (1947)
Ali Şeriati:
“Bütün târih, Hak ile bâtıl arasındaki mücâdeleden, tek-tanrıcılıkla
çok-tanrıcılık arasındaki savaştan, zâlimlerle mazlumlar, yoksullarla zorbalar
arasındaki çarpışmadan ibârettir. Bu mücâdele ve çatışma, Hâbil’le Kâbil’in
hikâyesinde sembolik olarak dile getirilmiştir. Ruhban sınıfı ve mal-mülk
sâhipleri, her-zaman peygamberlere karşı koymaya yeltenen sömürücü sınıfı
teşkil etmişler, buna karşılık yoksullar, mazlumlar ve takvâ-sâhipleri, hep
peygamberlerin ve şehitlerin yanında olmuşlardır” der.
Malcom X:
“Eğer bir şey başkalarına helâl ama size
haram ise bilin ki o din Allâh'ın dîni değil, düşmanlarınızın dînidir” der.
Hacc zamânı
yaklaşık 5 milyon müslümanın hep bir ağızdan bağırarak söylediği: “Lebbeyk
Allahümme lebbeyk, Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk. İnnel hamde venni'mete leke
velmülk. Lâ şerike kek” telbiyesinin anlamı şudur:
“Buyur
Allah’ım buyur! Buyur ki Senin ortağın (şerik) yoktur. Buyur! Hamd Sana, nimet
sendendir. Senin mülkte de ortağın (şerikin) yoktur.
Hârûn’a câiz olmayan şey,
Kârun’a da câiz değildir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder