“Yer-yüzünde
olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan
şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle
yalan söylerler” (En-am
116).
Şirk nedir? Allah’tan başka birilerinin,
herkesin malı olan ülkenin kaynakları vesilesiyle istediği gibi güç kullanma;
bu güç vesîlesiyle kânun/kural/hüküm/yasa koyma; iktidardakilerin bu yasalarla devşirdikleri “tanrısal
güç”le toplumu aslında “keyfî”ne göre yönetme isteğidir. Bu yasalar en nihâyetinde
bir-kaç kişinin ön-yargılarına, fikirlerine, düşüncelerine, isteklerine,
ideolojisine vs. ve en önemlisi de çıkarlarına göre düzenledikleri yasalardır. Yaptıkları
şey sâdece bâzı küçük kurallar üzerine olsa pek sorun yok. Meselâ trafik,
güvenlik, sağlık, ekonomi, adâlet vs. gibi düzenlemeler. Kânunları Kur’ân-merkezli
ana-yasaya aykırı olmayacak şekilde yapmaları gerekir ki, insanlar “keyfî”
yasalarla/kurallarla yönetilmekten ve bu sebeple de zulme uğramaktan kurtulsun.
Aksi takdirde, başa kim/kimler geliyorsa o kurucu-kadronun, hattâ
kurucu-kadronun başındaki kişinin keyfine göre kânunlar/yasalar çıkmaması
imkânsızdır. Öyle ki bu keyfî yasalar o kişinin o günkü genel durumuyla bile
ilgili olabiliyor. O kişi o günkü ruh-hâline göre öneriler sunuyor ve “baskın
lider” olduğu için bunlar büyük oranda kabûl ediliyor. Adamın o gün huysuzluğu
üzerindeyse ve çıkacak/değişecek yasa da bu huysuzluğa göre düzenlendiyse,
vatandaş bu huysuzluğa kurban oluyor ve bedelini bâzen de çok ağır ödüyor. Bekleyelim
ki keyfi tekrar yerine gelsin ve birazcık olsun merhâmeti kaldıysa o merhâmet
içinde tekrar depreşsin de yasayı halk lehine değiştirsinler. Bunu beklemek
gerçekten enâyiliktir. Çünkü böyle-böyle ömür geçip gidiyor ve insanlar
sıkıntılı bir hayattan sonra huzûru kara-toprakta buluyor. Zâten tüm umudunu
yitirdiği için kara-toprağa kavuşmadan önce bunu arzulamaya başlıyor.
Peki bu zulüm nasıl ortadan kalkar? İşte
bunun tek bir yolu var: Başlıkta yazdığımız âyetin gereği yerine getirildiği
zaman.. Bir çokluk yönetimi olan demokrasiye îtiraz edildiğinde.. Bu îtiraz
aktif şekilde bir “İslâm’i devrim” ile olmuyorsa, oy vermeyerek yapılabilir. Aksi
hâlde sürekli farklı keyiflere göre hareket etmekten ve bu nedenle de zulme
uğramaktan kurtulamayacağız.
Biz bu kitabı İslâm’i bilince ve harekete
değer vermeyen kişilerden çok, kendini müslüman olarak tanımlayan kişilere ve
özellikle de Kur’ân-merkezli çalışmalar yapanlar için yazdık. Zîra bu gruplar
sürekli Kur’ân okumaları yaptıkları ve Kur’ân’ı düzenli bir okumaya tâbi tuttukları
için okumadan geçemeyecekleri âyetlere rastlıyorlar, fakat bu âyetleri ya
sonsuz yorumlara tâbi tutarak anlam kaymasına hattâ anlamın yok olmasına neden oluyorlar,
ya da o âyetin ne demek istediklerini anladıkları hâlde rahat bir laik/kapitâlist/neo-liberâl/demokratik/konformist/modernist
ve şerefsiz ideolojilerin kendilerine sağladığı mevcut “iyi!” yaşamlarının
değişmesini istemediklerinden, veya bu âyetler onlara derinden-derine “yanlış
bir durum var” mesajını vermesine rağmen hem kafa-konforlarının bozulma bedelinden
hem de gürültüden-patırtıdan çekindikleri için maalesef o âyetleri es ya da
“eks” geçiyorlar. Müslümanların bu şerefsiz sistemlere her-hangi bir
îtirazlarının ve eleştirilerinin olmaması mal ve can korkusu yüzündendir. Oysa
Allah Kur’ân’da:
“De
ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşîretiniz,
kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticâret ve hoşunuza
giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resûlü’nden ve O'nun yolunda cihad
etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun.
Allah, fasıklar topluluğuna hidâyet vermez” (Tevbe 24).
“Çâresiz,
mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve kesinlikle gerek sizden
önce kitap verilenlerden ve gerekse Allah'a ortak koşanlardan bir-çok incitici
sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız, işte bu, azmedilmesi
gereken şerefli işlerdendir” (Al-i İmran 186).
“Hiç
şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere-
canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar,
öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur’ân'da O'nun
üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefâ gösterecek
olan kimdir? Şu hâlde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz.
İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur” (Tevbe 111).
“Hafif ve ağır (süvâri ve piyâde) olarak sefere çıkın ve
mallarınızla ve canlarınızla (nefislerinizle) Allah yolunda cihad edin
(savaşın). İşte bu, eğer bilmiş olsanız, sizin için daha hayırlıdır” (Tevbe 41).
“Allah’a ve O’nun Resûl’üne îmân edersiniz ve Allah’ın
yolunda canlarınızla ve mallarınızla cihad edersiniz. İşte bu, sizin için
hayırdır. Keşke bilseniz” (Saff 11).
Allah bu âyetlerle müslümanların mal ve can
korkusuna kapılmamalarını söyleyerek onları asıl yapılması gereken işlere yönlendirir.
Özellikle 2.
dünyâ-savaşından sonra Dünyâ, İngiliz yönetiminden ABD yönetimine geçince ve
kapitâlizm kendini tüm gücüyle empoze edince ve Türkiye’de de Özal ile başlayan
Amerikan güdümlü siyâset kabûl edilince müslümanlarda bir değişme oldu. Bu
değişim RP döneminde farklı bir kulvara girdiyse de bu sisteme bir-yandan hem
adapte oldu hem de farklı yönelişlerin cezâsı 28 Şubat süreciyle çok ağır bir
şekilde verildi. İşte müslümanları teslim olmaya zorlayan asıl etken budur. 28
Şubat süreci müslümanları öyle bir korkuttu ki, artık bu yukarıda bahsettiğimiz
zâlim ideolojilere/sistemlere rükû ve hattâ secde ettiler/ediyorlar. İşte bu
alçalışın gerçek nedeni âhiret bilincinin ve imânının zayıflaması, azalması,
dikkate alınmaması ve neredeyse yitirilmesinden dolayıdır. Yâni müslümanlar artık
dünyevileştiler ve bunu sorun etmemeye başladılar. Allah’tan, Peygamberden, Kur’ân’dan,
hak-hakîkat; adâlet-eşitlikten çok-çok daha fazla, Dünyâ’yı, modernizmi,
konformizmi, liberâlizmi, kapitâlizmi, demokrasiyi sevmeye hattâ âşık olmaya
başladılar. Öyle ki laf bile ettirmiyorlar bu tağûti sistemlere. Kur’ân-merkezli
okuma/çalışma yaptıklarını zannedenler bile aslında kapitâlist-liberâl-demokratik
ideolojilerin ve bunların ülkedeki uzantıları olan “partilerin düşünceleri ve
çıkarları merkezli” bir anlayışa kapıldılar. Çünkü kendi çıkar ve konfor
anlayışları ile bu partilerin çıkar ve
konfor anlayışları aynıdır. Günümüz Türkiye’sinde bu tarz siyâset yapan
iktidardaki parti AKP’dir.
Aslında bu partiler de
gelip-geçicidirler. Zamânında Özal’ı şakşaklayan ve ondan büyüğünü görmeyenler
bir süre sonra aynı yalakalığı Erbakan’a, en nihâyetinde de aynı şakşaklığı ve
yavşaklığı Erdoğan’a yaptılar/yapıyorlar. Erdoğan da Allah’ın kaderine
uğrayarak zamânın yok etmesine yakalanacaktır. Asıl sorun bu parti lîderlerinin
de izinden gittiği laik/seküler/kapitâlist/neo-liberâlist/ konformist/modernist
zulüm düzeninin devâm ediyor olmasıdır. Bataklık burasıdır. Diğerleri bu
bataklıktan beslenen değersiz “sinekler”dir ve bunlar aslında yoksulun yoksulluğunun
sürmesine; zenginin ise servetlerini sürekli arttırmasına sebep oluyorlar.
Zâten demokrasinin çıkış nedeni de budur. Demokrasi ve onun eylem şekli olan
“oy verme” vesîlesiyle alsında istedikleri lîderi başa getirerek ve düzenlerini
sürdürerek garibanın, eleştirenin, isyankârın sesini kesmek istiyorlar.
Diyorlar ki: “Halkın irâdesiyle geldik buraya. Bizi eleştirmeye hakkınız yok”.
Fakat ey müslümanlar! şunu iyi bilin ki yaptığınız şey, yoruma bile gerek
duyulmayan Kur’ân âyetlerine aykırıdır. Oy kullanarak bir şirkin peşine düşmüş
durumdasınız. Özellikle de “sözde Kur’ân merkezli bir hayat ve anlayış peşinden
koşanlar”, şu âyetler sizi hem bu Dünyâ’da hem de âhirette mahkûm edecektir:
“Yer-yüzünde
olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan
şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle
yalan söylerler” (En-am
116).
Şuâra 103, 121, 139, 158, 190. âyetlerinde
de “çoğunluk”un olumsuzluğundan bahsedilir. Demokrasi bir “çoğunluk
yönetimi”dir. 100 kişilik bir ortamda 49 kişi istemese bile 51 kişinin istemesi
o şeyin kabûl edilmesine yol açar. Çoğunluk ne derse o olur, isterse o şey
yanlış/çirkin/ayıp/günah ve hattâ şerefsizce olsun. Artık bir-fazla çoğunluğu
yakalamış olanlar insanların kaderlerini belirlemeye kalkarak hâşâ
ilahlaşırlar. İnsanların ne yiyip-içeceğine, ne giyeceğine, nerede oturacağına
kısaca tüm hayâtına onlar karar verir. Verdikleri kararlar keyfî kararlardır.
Fıtrata uygun olmayan zulümâne kararlardır çoğu. Bir-şey iyi iken bir-anda
kötüleştirebilirler. Halkın lehine olan bir-şeyi bir-anda değiştirerek halkın
a-leyhine çevirebilirler ve kimse hesap da soramaz. Hesap sorsa da yanıt
alamaz. Artık beklesin ki bir 4-5 sene geçsin de bunlara oy vermesin. Hâlbuki
kullandığı oyu da kendi serbest irâdesiyle vermemiştir ve vermeyecektir.
Alttan-alta çeşitli kanallarla ona dayatılır kime oy vereceği.
“Sana
indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri
görmedin mi? Bunlar, tağut'un önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa
onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak
ister” (Nîsa 60).
Peki “tağut” nedir? Ferhat Maviyıldırım yazısında
“tağut” hakkında şunları yazar:
“Azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, Şeytan, put, put-hâne,
kâhin, sihirbaz. Allah'ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluşların tümü.
Arapça "Teğa" kökünden türetilmiş olup kelimenin masdarı olan
"Tuğyan" Allah Teâlâ'ya isyân etmek anlamına gelmektedir.
Allah'ın indirdiği hükümlere muhâlif olan ve onların yerine
geçmek üzere hükümler îcad eden her varlık tağuttur.
Tağut, Allah (c.c)'a karşı isyân etmekle berâber, O'nun kullarını
kendisine kul edinmek gayretinde olandır. Bu ise Şeytan, papaz, dînî veya
siyâsî lîder veyahut da kral olabilir. Bu sebepten dolayı bir insanın müslüman
olabilmesi için tağutu reddetmesi gerekmektedir.
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm'de: "Andolsun ki biz her kavme
"Allah'a ibâdet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının" diye (tebliğ
yapması için) bir peygamber göndermişizdir" (Nâhl 36). "Îman edenler
Allah yolunda cihad ederler, kâfirler ise tağut yolunda savaşırlar" (Nîsâ
76). âyetleriyle mü’minlere tağut hakkında bilgi vermekte ve tağuta karşı
takınmaları gereken tavrı açıklamaktadır. Âlimler de tağut hakkında, âyet ve
hadislerden çıkardıkları deliller çerçevesinde yaptıkları yorumlarla bu kavramı
tefsir etmektedirler.
Bu-gün yer-yüzünde yürürlükte olan rejimlerin (siyâset) hepsi, beşerî
rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymaktadırlar. Dolayısıyla da Allah
(c.c)'ın hükümlerine muhâlefet etmektedirler. O hâlde bu rejimlerin hepsi
"tağut" olarak isimlenir. Hattâ kitlelere "en câzip ve hüsn-ü
kabûl gören bir rejim" olarak tanıtılan demokratik ve lâik rejimler de
tağut hükmündedir.
Her ne şekilde olursa-olsun, insanlar tarafından konulmuş ve
Allah (c.c)'ın hükümlerine muhâlefet eden hükümler "tağut" olarak
isimlendirilirler.
Tağutların hükümlerine göre yönetilen beldeler "Dâr'ul-Harp"
durumundadırlar. Tağutun hüküm sürdüğü beldelerde yaşayan bütün mü’minlerin,
din Allah'ın oluncaya, Allah'ın indirdikleriyle hükmedilinceye kadar cihad
etmeleri farzdır. Bu cihaddan kaçıp, tağutun hükmüne râzı olanlar ise, ister
bilerek, ister bilmeyerek yapsın, kâfir olma durumundadırlar. Allah Teâlâ
(c.c) bu hususta; "Îman edenler Allah yolunda cihad ederler, küfredenler
ise tağut yolunda savaşırlar" (Nîsâ 76) buyurmakta ve mü’minin tağut
karşısındaki yerini belirlemektedir.
Allah Teâlâ, Âdem (a.s)'dan, Resûlullah'a (s.a.v) kadar bütün
peygamberleri, insanları Tevhid'e, yâni Allah'ın varlığına ve birliğine, ortağı
olmadığına inanmaya; O'nun koyduğu hükümleri kabûllenmeyerek kendi hevâ ve
heveslerine göre hüküm koyma isteğinde olan "tağut"a karşı savaşmaya
ve tağut kapsamına giren her-şeye kulluk etmekten kaçınmaya çağırmaları için
göndermiştir.
Nitekim Allah Teâlâ bu hususta; “Andolsun ki biz her kavme,
"Allah'a ibâdet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının" diye (tebliğ
yapması için) bir peygamber göndermişizdir" (Nâhl 36) buyurmaktadır.
Bu tağutlar İbrâhim (a.s) döneminde Nemrut, Mûsa (a.s) döneminde
Firavun, Resûlullah (s.a.v) döneminde de Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi
Daru'n-Nedve'nin ileri gelenleri ve puta tapan şahsiyetleri olduğu gibi, diğer
peygamberler döneminde de, kendilerine gönderilen peygamberlerin getirdiği
tevhid akîdesini inkâr edip, atalarından kalan inançları devâm ettirme
inatçılığı gösteren puta tapan kavimler olmuşlardır. Günümüzde de hevâ ve
hevesleriyle hükümler koyan ve o hükümleri insanlara dayatan meclisler, hükümetler,
devletler vb. gibi kurum ve kuruluşlar da bu tağutlardandır.
Müslüman Allah'ın hükümleri doğrultusunda yaşamak, O'nun koyduğu
hükümler dışında konulan bütün hükümleri reddetmek, İlâhlık taslayan bütün
güçleri yok etmek için çalışmakla mükelleftir. Şu bir gerçektir ki, Allah
(c.c)'a îman edenler, O'nun yolunda tağutla savaşmak zorundadırlar. Çünkü tağut
bir mü’min için her-şey demek olan îmânını çiğnemek, ona hayat-hakkı vermemek
ve Allah'ın hükümlerini iptâl edip, kendi hevâ ve hevesleri doğrultusunda
hükümler koymak amacındadır.
Resûlullah (s.a.v) de tağut hakkında bir hadis-i şerifinde; "Her
kim (tağuta karşı) cihad etmeden ve onunla mücâdele (ederek Hakk'ı hâkim kılma)
arzusunu rûhûnda duymadan ölürse, nifaktan bir şûbe üzerinde ölür" buyurmaktadırlar"
(Muhtasar Sahih-i Müslim, Hafız Münzirî, Hd. No: 103).
Bir mü'min, tağutu, yâni Allah Teâlâ'nın emirleri ve yasakları ile
çatışan nefsini, diğer şahısları, önderleri, rejimleri ve ilkeleri red
etmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah'a ve O'nun düzeni olan İslâm nizâmına âit
olduğunu kabûllenmedikçe îmânın sembolü olan tevhid kulpuna yapışamaz. Allah
Teâlâ bu konuda da şöyle buyurmaktadır: "Dinde zorlama yoktur. Hakîkat,
îman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tağutu inkâr edip de Allah'a
(O'nun kânunlarına) îman ederse, muhakkak ki kopması (mümkün) olmayan en sağlam
kulpa sarılmıştır. Allah işiten ve bilendir" (Bakara 256).
İslâm dîninin hükümlerini inkâr eden bütün ideolojiler Tağut
hükmündedir. Kur’ân-ı Kerim'de; "Allah, îman edenlerin velisidir
(yardımcısıdır). Onları karanlıktan (kurtarıp) nûra çıkarır. Küfredenlerin
velisi ise Tağut'tur. O da kendilerini nûrdan (ayırıp) karanlıklara çıkarır.
Onlar (Tağut ve ona tâbi olanlar) Cehennemin arkadaşlarıdır. Onlar orada, bir
daha çıkmamak üzere ebedî kalıcıdırlar" (Bakara 257) buyrulmuştur.
İnsanları Tağutî güçlere karşı cihada teşvik etmeyen ve bu
uğurda gayret sarfetmeyen kimseler ne kadar ilim-sâhibi olursa-olsunlar,
kat'iyyen âdil ve müslüman değildirler. Olsa-olsa onlar ancak Bel'âm'dırlar.
Dolayısıyla onların fetvâları ile amel edilemez”.
Tağutu “tavuk” diye anlıyorlar. Tağutları ve
düzenlerini terk edip (hicret) sâkin bir yerde tavuklarıyla uğraşsalar neyse.
“Daha sonra
seni, iş ve yönetimde bir şerîat/bir yol-yöntem üzerine koyduk. Artık ona uy!
Bilmeyenlerin keyifleri ardınca gitme!” (Câsiye 18).
“Onlar
hâlâ câhiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiye inanan topluluk için hükmü
Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (Mâide 50).
“Allah'tan başka bir hakem mi arayayım?
Oysa O, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine Kitap
verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu
bilmektedirler. Şu hâlde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma” (En-am 114).
“De
ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan
başkasına kulluk etmeyelim O'na hiç-bir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp
da kimimiz kimimizi Rabbler edinmeyelim" (Âl-i İmran 64).
“Yoksa
Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara kânun kılacak ortakları mı vardır?
Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhâl aralarında hüküm verilirdi. Ve zâlimler
için şüphesiz can-yakıcı bir azap vardır“ (Şûra 21).
“ALLAH ve Resûlü bir işte hüküm verdiği
zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme
hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rêsûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa
düşmüş olur” (Ahzab 36).
“Biz
yer-yüzünde “Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıkta seni
hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükmü içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın,
tam bir teslîmiyetle kabûllenmedikçe îman etmiş olamazlar” (Nîsa 65).
“Eğer
hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile
bunlarda bulunan kimseler bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini
getirdik; fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirirler” (Mü’minun 71).
“And
olsun, size öyle bir kitab indirdik ki, bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ
akıllanmayacak mısınız?”
(Enbiyâ 10).
“Hak
ile bâtıl apaçık meydana çıkmıştır. Kim tağutu inkâr eder ve Allah’a îman
ederse o, muhakkak kopması mümkün olmayan sağlam kulba yapışmış olur” (Bakara 256).
“Hüküm
(hakimiyet) ancak Allah’ındır” (En’am 57).
“..O,
dilediğini hükmeder” (Mâide
1).
“O,
hükmüne kimseyi ortak etmez” (Kehf 26). Oy vermek, Allah’ın hükmüne başkalarını ortak etmek
demektir. Hem de bu ortaklar, Allah’ın hükmünden hiç-birini kânun olarak
yürürlüğe koymak istemeyenler, hattâ bu şekilde hüküm koymayı yasaklayanlar ve
yasaklanmasını onaylayanlardır. Sâdece kendi keyfi yargılarıyla belirledikleri
kânun ve kurallara îtibar edenlerdir.
“Hüküm
ancak Allah’ındır. O da, kendisinden başkasına kulluk yapmamanızı emretmiştir.
İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler” (Yusuf 40).
“Aralarında
Allah’ın indirdiği ile hükmet-yönet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana
indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarına dikkat et. Eğer (Allah’ın
hükümlerinden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak günahlarının bir
kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların bir-çoğu da zâten fâsıktırlar
(yoldan çıkmışlardır). Yoksa onlar câhiliyye (İslâm-dışı) yönetim mi
istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre hükmü bakımından Allah’tan daha iyi
kim vardır?” (Mâide
49-50).
“Kim
Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar kâfirlerin
ta kendileridir” (Mâide
44).
“Kim
Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar zâlimlerin
ta kendileridir” (Mâide
45).
“Kim
Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar fâsıkların
ta kendileridir"
(Mâide: 47).
“Muhakkak
ki şirk en büyük zulümdür”
(Lokman: 13).
“Kim
İslâm’dan başka bir din ararsa o ondan kabûl edilmeyecektir ve o âhirette
ziyâna uğrayanlardan olacaktır” (Âl-i İmran 85).
Laik/seküler/kapitâlist/liberâlist/modernist/konformist
vs. sistemler unutulmasın ki bir “din”dir.
“Doğrusu,
insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitap’ı sana
hak olarak indirdik; hakkı gözet, hâinlerden taraf olma” (Nîsa 105).
“O,
hiç kimseyi hükümranlığa ortak kılmaz” (Kehf 26).
“Tâ
ki o, fey ve ganîmet-malları, hattâ genel olarak servet sizden zengin olanlar
arasında dolaşıp durmasın”
(Haşr 7).
Peki
İslâm’a göre nasıl bir yönetim olmalıdır?. Bu konuda da yine âyetler bize yol
gösterecektir:
“Allah’a
itaat ediniz, Resûle de itaat ediniz ve sizden olan emir-sâhiplerine (Resûl
gibi olan emir sâhiplerine) de” (Nîsa 59).
“Ey
îman edenler, Allah ve Resûlü sizi, size hayat veren şeye çağırdığında icâbet
edin” (Enfâl 24).
“Güçten
düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak
istiyoruz” (Kasas 5).
“Andolsun,
biz Zikir'den sonra Zebur'da da: Şüphesiz Arz'a sâlih kullarım vâris olacaktır
diye yazdık” (Enbiyâ
105).
“Onlar
o mü’minlerdir ki, eğer kendilerine yer-yüzünde bir iktidar mevkî verirsek namazı
dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler; iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye
çalışırlar” (Hacc 41).
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç
şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidar sahibi kıldıysa, onları da
yer-yüzünde güç ve iktidar sâhibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği
dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından
sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç
bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).
İslâm târihinde oy verme diye bir şey
yoktur.
Onların iş ve yönetimleri aralarında şûra iledir. (Şûra 38). Demokrasi ile şûra zinhar aynı şey
değildir. Demokraside sonsuz görüşler vardır ve hiçbir zaman bir uzlaşma
sağlanamaz. Çoğunluğun görüşü hâkim olur. Şûrada ise halkın tamâmının kabûlüyle
olan bir uzlaşma yürürlüktedir. Demokrasiyi halk içindeki câhiller ve …ler
severken, şûrâ’yı halk içindeki câhiller ve …ler sevmez.
Şûrâ; demokrasi gibi
donuk, hareketsiz bir sistem değildir. Demokrasilerde 4-5 yılda bir aktiflik
var ve bu aktiflik de özgür irâde ile olan bir aktiflik değil, dayatılan
adaylardan birini seçmeye zorlanmaktır. Şûrâda ise dinamik, hareketli bir yapı
vardır. Her-an tartışılabilir uygulamalar, düzenlemelerdir. Meselâ kısas
durumunda karârı vermek halka âittir. Onu affedecek mi yoksa ölümüne mi
hükmedecek?, bunu ölenin yakını belirler, devlet keyfine göre belirleyemez.
Demokrasi çok mekanik, şûrâ ise canlı rûh içeren bir yapıdır.
Demokrasi % 49’a karşı %
51’i için bölücüdür ve daha başta tevhide aykırıdır. Tevhide aykırı olduğu için
İslâm’a aykırıdır, İslâm’ın özüne aykırıdır. Fırkalara ayrılmanın başladığı yer
tüm insanlık târihinde budur. Kur’ân, Enbiyâ 159, Rum 32, Mü’minûn 53-54’te
“sakın fırkalaşmayın, yoksa perişân olursunuz” der. Demokrasi, fırkalaşmanın
modern adıdır. Karşıdaki %49 size ânında düşman olur. Kur’ân buna müşriklik
der: “Gönülden katıksız bağlılar” olarak, O'na yönelin ve O'ndan
korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın. Onlardan ki,
dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar hâline geldiler. Her hizip kendi
elindekiyle sevinip övünür” (Rum 31-32).
“O vakit
Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şâyet sen kaba, katı yürekli
olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet;
bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış (istişâre et). Karârını
verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp
güvenenleri sever” (Âl-i İmran 159).
Bu âyet-i kerime Resûlullah (s.a.s.)
Efendimizin Uhud savaşının başlangıcında ashabını toplayarak bu konuyu onlarla
görüşmesi ve sonrasında yaşananlar sonucu indirilmiştir. Peygamber Efendimiz
kendi fikrini açıklayıp onların fikirlerini almıştı. Allah’ın Resûlü Medine’de
kalıp gelmekte olan düşmana karşı bir müdâfaa savaşı vermeyi düşünüyordu. Ama
istişâre ettiği ashabı arasında daha önce Bedir’de bulunamayıp düşmanla karşılaşmaya
can atan, bir meydan muhârebesi için yanıp tutuşan gençler vardı. Bunlar
ısrarla Uhud’a gitmeyi, düşmanı şehrin dışında karşılamayı ve kahramanca bir
savaşta Resûlullah’ın yüzünü aydın etmeyi istiyorlardı. Onların bu arzularında
ısrarlarını gören Allah’ın Resûlü kendi fikrinden vazgeçip onların bu arzusunu
kabûl etti. Sonra bu gençler Resûlullah’ı üzdüklerini, onun arzusuna muhâlefet
ettiklerini düşünerek pişmân oldular ve gelip şöyle dediler: “Ey Allah’ın
Resûlü, sizin arzunuzun aksine bir şey isteyerek gâliba bizler hatâ ettik. Bu
tavrımızdan ötürü bizi affet ve nasıl istersen öylece yap. Biz sizinle berâberiz”
dediler. Allah Resûlü artık karârını vermişti.
İşte daha önce ashabıyla istişâre edip de bu istişâresinin
sonunda kendi fikrinden vazgeçip, onların isteklerine tâbi olmasını yüce
Yaradan emrediyordu. Hattâ bu istişâre sonucu alınan karar olumsuz sonuçlanırsa
dâhi artık ashâbıyla istişâreden vazgeçme gibi kâlbinden bir duygunun
geçmemesi, istişâre ettiğine pişmanlık duymaması için Rabbimiz burada açıkça
müşâvere emrini veriyordu.
Kur’ân, ayrıca Allah ile melekleri arasında geçen
müşâvereyi insanlığa örnek olarak sunmaktadır. Allah, üstün emredici olarak
şûrâ etmeye muhtâç olmadığı hâlde Hz. Âdem’i yaratmayı düşündüğü zaman yeni bir
varlık yaratacağını ve onu yer-yüzünde halife kılacağını meleklere meşvereti andırır
bir tarzda açarak, şûrâyı bizzat uygulamaktadır. Allah ile melekleri arasında
geçen şûrâ Kur’ân’da şu şekilde zikredilmiştir: “...Düşün o zaman ki, Rabbin meleklere, yer-yüzünde (emirlerimi yerine
getirip, varlıklar üzerinde tasarrufta bulunacak) bir halife yaratacağım
buyurduğunda, melekler şöyle demişlerdi: Yeryüzünde fesat çıkarıp, kan dökecek
birini mi yaratacaksın? Hâlbuki biz seni hamd ile tesbih eder, seni her türlü
noksandan yüce tutarız. Allah ise, Ben sizin bilmediğinizi bilirim buyurmuş ve
Âdem’e bütün isimleri öğrettikten sonra meleklere göstermiş, eğer (halifeliğe
daha lâyık olduğunuz iddiasında) doğru iseniz bunların isimlerini bana söyleyin
buyurmuştur. Melekler, seni her türlü noksandan tenzih ederiz, senin bize
öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur, Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi
hikmetle yaparsın” (Bakara 30-32). Kur’ân’da geçen bu istişâre örneğinin
amacının, şûrânın önemini insanlığa göstermek olduğu düşünülmüştür. Başka bir
âyet-i kerimede “Yine onlar, Rablerinin
davetine icâbet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma
iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar” (Şûrâ 38)
buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz şûrâ ve istişârenin önemine işâret
etmiştir:
“İstişarede bulunarak işlerinize karşı yardım alınız”.
“Bir topluluk istişârede bulundu mu mutlaka işlerinde
en doğru olana yönelirler”.
“İstişâre edilen kişi kendine îtimat olunan kişidir”.
Resûlullah efendimiz Medîne’ye geldiğinde namaza dâvet
için nasıl bir çağrıda bulunulması gerektiği konusunda ashâbı ile istişârede
bulundu. Tekliflerden bir kısmı ateş yakılmasını, bir kısmı yahudi ve hristiyanlar
gibi çan çalınmasını, birisi de gür bir insan sesiyle dâvet edilmesini önerdi
ve bu teklifi peygamber efendimiz kabûl etti. Sonrasında sesi güzel olan sahâbe
Bilâl-i Habeşi kûba mescidinde yüksek bir yere çıkarak ilk ezanı okudu.
Demokraside alınan kararlar keyfe/akla/çıkara
dayanabilirken, Şûrâda, Kur’ân’a dayanmak zorundadır. Mesele budur zâten. Şûrâdan
Kur’ân-merkezli bir karar çıkabilir ancak. Kur’ân’a aykırı olmayan örfe de izin
verilmiştir.
Demokrasi anti-tevhid içerikli bir ideoloji/şirktir.
Fâruk Furkan demokrasiyi şu şekilde
anlatır:
“Yaşadığımız şu çağda insanların insanlığını bitirip onları
hayvanlardan daha aşağı konuma düşüren bir-çok şirk çeşidi vardır. Bu şirkler
Dünyâ’nın değişik bölgelerine göre farklılık arz edebilmektedir. Örneğin kimisi
ineğe taparak bu şirke düşerken, kimisi yıldızlara taparak bu pisliğe
bulaşmaktadır. Lâkin bu şirk çeşitleri içerisinde bir tânesi var ki -maalesef-
Dünyâ’nın neredeyse her tarafını kaplamış, şu-an yer-yüzünde nefes alıp-veren
herkesi içine almıştır. Evet, bu şirk “demokrasi şirki”dir”.
Böyle yapmalarının en büyük nedeni, bu idâre tarzının onların
şehvetlerine, arzu ve isteklerine çok fazla müdâhale etmemesi, onlara sonsuz
özgürlükler vermesi ve hayvanlar gibi yaşamalarına müsâde etmesidir. Eğer idâre
İslâm’ın elinde olsa istedikleri gibi yaşayamayacak, arzularını diledikleri
gibi gerçekleştiremeyecekler. İşte bu nedenle demokrasi onlarda bir sevdâya
dönüşmüştür.
Demokrasi güçlünün hâkim olduğu rejimin adıdır. Çağdaş bir masaldan
ibârettir. Her ne kadar tersi iddia ediliyor olsa bile, seçenlerin ve hattâ
seçilenlerin değil; seçtirenlerin ve derindekilerin irâdesi önemlidir.
Demokrasi, bir Truva atıdır. Halka, oy vermeme hürriyeti bile vermeyen çağdaş
dayatma rejimidir. %51 delinin % 49 akıllıya gâlip getirilmesinin adıdır.
Müslümanla kâfirin, mücâhidle İslâm düşmanının, âlimle câhilin, aydınla avamın
eşit olduğu adâletsiz rejimin adıdır demokrasi. Demokrasi açısından, oy veren
insanlar, eşit olmasına eşittir, ama bâzıları daha çok eşittir. Elli bir
pirenin kırk dokuz file gâlip getirilmesidir demokrasi.
Demokrasi, “Halkın -İlâhî bile olsa- başka hiç-bir otoriteye
boyun eğmeden kendi-kendini yönetmesi, idâre etmesi” demektir.
Demokrasi asıl îtibârı ile Yunanca bir kelime olup demos ve kratos
kelimelerinin bileşiminden oluşmaktadır. ‘Demos’, ‘halk’ anlamına gelmektedir.
‘Kratos’ ise ‘idâre’ demektir. Bu iki kelime ‘demokrasi’ şeklinde telaffuz
edilmektedir. Mânâsı ise harfi-harfine ‘halkın idâresi’, ‘halkın otoritesi’ ya
da ‘halkın yasama yetkisi’ demektir.
İslâm’daki şûrâ ile demokrasi aynı şey midir?
Aralarında fark var mıdır?
1-Her şeyden önce şunu bilmek gerekir ki, şûrâ
Kur’ânî bir kelimedir, İslâm’i bir kavramdır; demokrasi ise Kur’ân ve sünnette
kullanımı olmayan batı kökenli bir kelimedir.
Bâzıları hiç utanmadan, arlanmadan ve pervasızca İslâm ile
demokrasinin aynı şeyler olduğunu, aralarında en ufak bir farklılık olmadığını
söylemektedirler. Bu insanlara şunu sormak isterim: Eğer bu iki kelime aynı ise
ve aralarında her-hangi bir fark yok ise neden demokrasi yerine İslâm
kelimesini kullanmıyor, konuşmalarınızda bunu dillendirmiyorsunuz? Çünkü siz de
çok iyi biliyorsunuz ki, aklı başında olan ve idâreyi elinde tutanlar sizin bu
safsatanıza inanmamakta, kandırmaya çalıştığınız câhil halk gibi
kanmamaktadırlar. Onlar bunu reddettikleri için onların olduğu yerlerde bu tür
söylemlerde bulunamamaktadırlar.
2-Şûrâ Allah’ın hükmü iken, demokrasi ise halkın
veya tâğutların hükmüdür.
Demokrasilerde verilen hükümler Allah kaynaklı değildir.
İnsanların arzu ve isteklerinin neticesidir. Ya doğrudan tâğutların koyduğu
kurallardır ya da halkın oylamasına sunulan kânunlardır. Şûrâ da ise kesinlikle
verilen hükümler Allah’a muhâlif olamaz. Çünkü şûrâ hiç-bir zaman Allah’a
rağmen ve Allah’a muhâlif kânun koyamaz. Bu nedenle “şûrâ ile demokrasi aynı
şeydir” demek hem Allah’a hem de demokrasiyi ortaya koyan insanlara atılmış bir
iftirâdır. Çünkü bu sistemi ortaya koyanlar da İslâm ile demokrasinin aynı
şeyler olmadığını ifâde etmektedirler.
3-Şûrâ egemenliği kayıtsız-şartsız Allah’a âit
görürken, demokrasilerde egemenlik kayıtsız-şartsız halkındır.
Bilindiği üzere İslâm’da mutlak otorite, idâre ve kânun
yapma yetkisi sâdece ve sâdece Allah’ın hakkıdır. Allah’tan başka hiç-bir
kimsenin ve hiç-bir makâmın bu yetkileri kendinde görme salâhiyeti yoktur. Bu,
tüm İslâm âlimlerinin ittifakla kabûl ettiği bir hakîkattir. Hangi mûteber bir İslâm
kaynağını açarsanız-açın, orada hâkimiyetin yalnızca Allah’a âit olduğunun
vurgulandığını görürsünüz. Bu nedenle falanca kitapta şöyle geçer, filanca âlim
şöyle demiştir, demeye gerek yoktur. Haddi zâtında Kur’ân’a bakıldığında,
Kur’ân’ın baştan sona bu gerçeği vurguladığı görülecektir. İşte bu nedenle bir
insan “ben müslümanım” diyorsa eğer, onun zorunlu bir şekilde tek egemen ve tek
hâkim olarak Allah’ı kabûl etmesi gerekir. Aksi hâlde müslüman olamaz.
Demokrasilerde ise bu yetki, halkın veya milletindir. Yâni toplumun geneli, egemenliğe
sâhip kabûl edilir. Hangi inanca sâhip olurlarsa-olsunlar, fertler
bir-birlerine eşit olduklarına göre, her bir şahıs, o hâkimiyetin bir birimine,
bir parçasına sâhiptir. Yâni 70 milyonluk bir ülkede hâkimiyet, 70 milyon eşit
parçaya bölünmüş demektir. Bunun Kur’ânî ifâdesi 70 milyon ilâh kabûl ediliyor,
demektir.
4-Şûrâ yalnızca ictihâdî yerler ve hakkında nâs
olmayan meselelerde olurken, demokrasi de her şey tartışılabilir. Velev ki
hakkında âyet veya hadis olsun!..
İslâm’da hakkında âyet veya hadis olan bir mesele hakkında
konuşmak, söz söylemek, fikir beyân etmek asla câiz değildir ve bu Allah ve
Resûlünün önüne geçmektir. Rabbimiz şöyle buyurur:
“Allah ve Resûlü bir işi hükme bağladığında
hiç-bir mü’min erkek ve hiç-bir mü’min kadına o işlerinde istediklerini yapma
hakkı yoktur” (Ahzab 36).
“Ey îman edenler! Sakın ha Allah’ın ve Resûlünün
önüne geçmeyin; Allah'tan sakının, doğrusu Allah işitir ve bilir” (Hucurât 1).
Müslüman, hakkında Allah ve Resûlünün emri olan bir meselede
asla söz söyleyemez. Allah ve Resûlü ne demişse, onun için mesele bitmiştir.
Örneğin Allah ve Resûlü, “mîrasta erkek kadından bir fazla alır” demişse
müslüman “bu niye böyledir. Bunda eşitlik yoktur” gibi laflar etmez. Ama
demokrasilerde böyle değildir. Bir mesele hakkında on âyet, yirmi hadis bile
olsa, çoğunluk aksini söylediği sürece doğru, çoğunluğun dediği olarak kabûl
edilir. Bu nedenle demokrasilerde Allah’ın yasak kılmış olmasına rağmen, zînâ
serbest olsun mu olmasın mı diye oylama yapılabilir. Hattâ Allah’a sövmenin suç
olup-olmadığı bile rahatlıkla tartıştırılan konulardandır.
5-Şûrâda sâdece ilim ehli insanlar söz-sâhibi
iken, demokrasilerde âlim-câhil herkes söz-sâhibidir.
Şûrâ, Allah adına karar veren bir makam olduğu için orada
sâdece Allah’ını bilen ve dîninin âlimi olan insanlar konuşup söz söyleyebilir.
Âlim olmayan ve yetkisi bulunmayan kimselerin orada olması ve konuşması
söz-konusu değildir. Ve yine İslâm âlimle câhili, bilenle bilmeyeni
bir-birinden ayırmış, ikisini aslâ eşit görmemiştir. Ama gelin görün ki
demokrasilerde mesele bunu tam aksinedir. Âlim-câhil herkes orada söz-sâhibi
olabildiği gibi, inanan-inanmayan herkes de aynı şekilde söz-sâhibidir.
Demokrasilerde bir câhil ile bir profesör eşittir; görüşleri, fikirleri ve
düşünceleri aynı seviyededir. 30-40 yıl ilimle uğraşan bir bilge ile daha imzâ
atmasını bile beceremeyen bir câhil eş-değerdedir. Bu görüş, ilk bakışta âdil
gibi gözükse de dikkatlice düşünüldüğünde zulmün ve haksızlığın ta kendisidir.
Bu bile demokrasinin ne kadar saçma ve mantıksız olduğunu ortaya koymak için
yeterlidir.
6-Şûrâ, çoğunluğa aykırı olsa bile hakka en
yakın olan görüşe önem verirken, demokrasi hakka aykırı olsa bile çoğunluğun
görüşüne önem verir.
Şûrâ ile demokrasinin bir-birinden ayrıldığı en önemli
noktalardan birisi işte burasıdır. Şûrâ, çoğunluğun ne dediğine veya ne
diyeceğine değil, hakka ne kadar uyup-uymadığına bakar. Hakka uyduğunu
tespit ettikten sonra Dünyâ muhâlif olsa bile o karârı uygular. Demokrasilerde
ise durum bunun tam aksinedir. Hakka, yâni Kur’ân ve Sünnete aykırı olsa bile
çoğunluğun görüşü bağlayıcıdır. % 49 “erkek, erkekle evlenemez” dese; % 51
hayır evlenebilir, dese % 51’in dediği olur ve erkek, erkekle evlenebilir.
7-Şûrâ Allah’ın dînindendir, ona îman etmek
farzdır; demokrasi ise tâğutların dînindendir onu kabûl etmek küfür, onu inkâr
etmek farzdır.
Şûrâ, Allah’ın emri ve tavsiyesidir. Bu nedenle ona inanmak
ve onunla amel etmek farzdır. Demokrasi ise Allah düşmanlarının ortaya attığı
pis ve şirk dolu bir idâre tarzıdır. Bu nedenle onu inkâr etmek, kabûl etmemek,
reddetmek îmânın bir gereğidir.
8-Şûrâ tercih edilen görüşe göre bağlayıcı
değildir, halife ona muhâlefet edebilir; ama demokrasi bağlayıcıdır, hakka ters
bile olsa îtirâz edilemez.
Şûrâ, hakkında Kur’ân ve Sünnette hüküm olmayan bir konuda
karar alacak olsa bu, onların başında bulunan halifeyi bağlayıcı değildir.
Halife, hakkında nass olmadığı için kendi ictihadıyla onlara muhâlefet
edebilir. Ama demokrasilerde böyle değildir. Hakka ters bile olsa çoğunluğun
görüşü geçerlidir ve bağlayıcıdır”.
Mehmet Durmuş:
“Kâfir sistemlerin bütün
istedikleri, yer-yüzünde Allah'ın adının yücelmemesidir. Hâkimiyetin Allah'a
tanınmamasıdır. Kullar egemen olacaklar, kulları da kendilerine kul edecekler,
insan haysiyet ve şerefini beş-paralık yapacaklar, piramidin tepe-noktasında
bir avuç mutlu azınlık olacak, aşağıdaki büyük çoğunluk ise mütemâdiyen
bilinçsizleştirilmeye devâm edilecektir. Modern toplumlarda insanlar, başta
banka olmak üzere, iş-hayâtı, mutfak, tuvalet, eğlence ve boş-vakitlerinde de
bedenine taabbüd gibi işlerle ömrünü tamamlamaktadır.
Evet, halkın önüne konulan sandık
aslında bir din-seçimi oylamasıdır ve bu oylama her bir-kaç yılda bir tekrar
edilmektedir. Halkın sisteme bağlılığında oluşan zaaflar böylece onarılmakta,
demokratik bey’at tâzelenmektedir.
Biz “din seçimi”, “sistem sorunu”
dedikçe, muhâfazakâr ya da dindar çevreler, iktidar partisinin fazîletlerini
anlatmaya, diğer partilere karşı mevcut iktidar partisini tercih etmelerindeki
büyük hikmetleri sayıp dökmeye başlıyorlar. Mevcut “insan ilahlar” listesine
yeni ilahlar ekliyorlar. Hemen ardından da, falanca parti gelse daha mı iyi
diyerek, sicilinde Allah'a ve Resûlüne harp açmışlık bulunan bir partiyi
örnek gösteriyorlar; böylece bizi demokrasi dînine râzı etmeye çabalıyorlar.
Oysa mesele, partiler, daha
doğrusu parti lîderleri arasındaki bir seçim değildir. Bunu anlamamak büyük bir
körlüktür. Mesele, nasıl bir dîne göre yaşamak istediğimizin seçimidir; İslâm’ı
mı seçmek istiyoruz, küfrü mü? İlah olarak Allah'ı mı kabûl ediyoruz, yoksa
beşeri mi? Mesele budur.
Meseleye bu açıdan baktığımızda,
mevcut partiyi bilhassa seçmememiz gerektiği kendiliğinden anlaşılacaktır,
çünkü bu parti, çürük ve yıkılması mukadder olan bir binâyı sâdece dışarıdan
kamuflajla ört-bas etmek işlevini yerine getirmektedir. Müslümanları, uzak
durmaları, iş-birliği yapmamaları gereken bir yapıya karşı bilakis cesâretlendirdiği
için bilhassa bu gibi partilere karşı tavır almalıdır müslümanlar. Bu, bâzı
kimselerin anlamadığı gibi, yukarıda işâret ettiğimiz sicili çok iyi bilinen
partileri bu partiye tercih meselesi değildir.
Bu mesele, müslümanlara zulüm
edilmesini isteme meselesi de değildir. Biliyor musunuz dostlar, bu ne
meselesidir, bu, şâyet müslümanlar, geçmişte öncü nebilerinin yaptığı gibi,
tevhid uğrunda dimdik durduktan sonra, “zulüm, kıyım olacaksa varsın olsun”
metânetidir. Bu, nebevî yoldur. Bu ikisini aynı kefeye koyacak bir “dindar”
varsa, varsın koysun.
Sistemi değiştiremediği ve
değiştiremeyeceği çok belli iken, bilakis sistemi yönetmeye tâlip olanları
sistem değiştirip dönüştürmekte, kendine benzetmekte iken, ısrarla halkı bu
dalâlete çağıran lîderlerle yolları ayrıştırmak gerekmez mi?
Müslümanlar hatırlarlarsa,
seçimlerini zâten yapmışlardı. Onların seçimi Allah ve Resûlü’nden yana idi,
yâni müslümanlar İslâm’ı seçmişlerdi. Bu büyük ve kutlu seçimden sonra,
müslümanın daha başka ne seçimi olabilir ki?..” der.
Ramazan
Kayan:
“İşte tam
da bu aşamada târihi kritik bir eşikteyiz. Karar verme aşamasındayız. Yoksa
bizi bir tercihe zorluyorlar.
Diktatörlükleri
gösterip demokrasiye râzı olmamızı istiyorlar.
Tıpkı
Komünizmi gösterip Kapitâlizme iknâ ettikleri gibi.
Rusya’yı
gösterip ABD’nin güdümüne zorladıkları gibi.
Hülâsa
ölümü gösterip sıtmaya ses çıkarmayın diyorlar.
İslâm’ı alternatif
olmaktan çıkarmak istiyorlar. Siyâsal İslâm’a ömür biçiyorlar. İslâm’cılığın
ipini çekiyorlar. Çünkü tek korkuları: İslâm. Farklı bir yaşam biçimi,
siyâset modeli, dünyâ-görüşü sunma potansiyeline sâhip sâdece İslâm’dır.
Emperyalizme direnme irâdesi İslâm’da var.
İnsanlar istiyorlar
ki, bulundukları hâl üzere İslâm kendilerini onaylasın. Bu, olsa-olsa İslâm’la
oyalanmaktır. Olması gereken ya da olmazsa olmazımız İslâm’ı olduğu gibi
almak ve anlamaya çalışmaktır.
Şâyet
parçacı anlayışlarla yola çıkarsanız İslâm’ı, İslâm-dışı bir-çok şeye monte
edebilirsiniz. Laisizme, sosyalizme, nasyonalizme, kapitâlizme, demokrasiye vs.
Bütünlüğünden
koparılan İslâm, artık eklemlenebilen, sağa-sola savrulabilen bir mâhiyet
kazanır.
İslâm’ı
kendi sistematiği içinde ele almadığımız zaman, İslâm’ı önyargıların, asabiyet
ve aşırılıkların hedefi hâline getirmiş olursunuz.
Nereden,
ne ile beslendiklerini bilmeyenler neye hizmet ettiklerini de bilemezler.
İnsanlar istiyorlar
ki Allah bizi korusun ama yönetmesin. Gökleri düzenlesin, üzerimize taş
yağdırmasın, yağmur yağdırsın. Demek istiyorlar ki gökleri doğayı düzenlesin
ama kânunlarımıza karışmasın. Onu biz düzenleriz. Bu konuda O’na yetki
vermeyiz” der.
Demokrasi,
“batının istediği demokrasi”dir. Aksi-hâlde Mısır’da ihvân-ı müslimin demokrasi
yoluyla kazandığı iktidâra katlanabilirlerdi. Kendi anlayışlarındaki demokrasi dışındaki
demokrasilerden ne derece nefret ettikleri, Rabiatü’l-Adeviye meydanında bir
günde 3 bin 533 şehid. (11 bin 520 yaralı) edilmesine ses çıkarmamalarından
bellidir.
Nerden
baksan tutarsızlık nerden baksan ahmakça.. İler-tutar bir yanı da yok..
Kendi
öz kültürümüze, dînimize, medeniyetimize göre değil de başkalarının keyiflerine
göre yapılan bu sistem, ancak uzlaşmacı ve tâvizkâr insanlar ortaya çıkarır.
Artık onların kırmızı çizgisi yoktur.
Ahmet
Kalkan:
“Peygamberimiz'e
yapılan teklifte de, târihte ve günümüzde yüzlerce tekrâr edilen nice olaylarda
da görüldüğü gibi, egemenliği ellerinde bulunduran tâğutî güçler, İslâm’ın sosyâl hayâta hâkim olmaya
kalkmasını dâima kendi şeytanî çıkarları için tehlikeli görmekte ve İslâm’ı
gündeme getiren müslümanlara tâviz vererek, onlardan bâzı tâvizler
istemektedirler. Tâğutlar, tevhidî hareketi kontrol altına almak ve aslî
çizgisinden saptırarak etkisiz hâle getirmek istedikleri için bu yola
başvururlar. Başlarında Peygamber ve O'nun gerçek vârisleri olan, sâdece
Allah'a bağlı güvenilir lîderlerin bulunmadığı bir-çok tevhidî hareket, şeytan
ve dostlarının bu tâviz alış-verişi ve bu müdahalesiyle sapmış ve bağlılarını
da saptırmıştır. Evet, hristiyanlığın tevhid dîni olma vasfından saparak, her
türlü ahlâksızlığın, zâlim güçlerin, şirkin emrine ve hizmetine girmesiyle
sonuçlanan tahrifatına sebep, Kostantinius'un 325 yıllarında hristiyanlıkla Roma
despotizmini uzlaştırması olmuş, bugün de kolaylıkla her şeyle, her sistemle
uzlaşabilecek mîrâsı hristiyanlık, o zamanlardan muharref bünyesine almıştır.
Uzlaşma;
düşüncelerde, değerlerde, ölçülerde, prensiplerde, sosyâl ve siyâsal tavırlarda
çöküş içine girmek, sivil itaatsizliği bile becerememektir. Uzlaşma,
kaypaklıktır, ilkesizliktir. Olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamaktır.
Uzlaşma, psikolojik mağlubiyettir. İzzetin Allah katında ve mü'minlerin hakkı
olduğunu unutmak, zelil olanları aziz kılmaya çalışmaktır. Düşmanı gözde
büyütmek, bükemediği eli öpmektir; o elin az sonra boğazını sıkmaya
hazırlandığını unutmaktır. Uzlaşma, hak ölçülerle uyuşmaz ama kapitâlizm,
pragmatizm ve makyavelizmle uyuşan ve örtüşen yönleri az sayılmaz; her şeyi pazarlık
konusu yapmaktır uzlaşma; faydayı dâvânın önüne geçirebilmektir.
Rasyonel/akılcı olmak ve dâvâ eri mücâhide Allah’ın yardım vaadlerini ve
dâvânın Allah’la bağlantısını göz-ardı etmek, kâfirler hangi yoldan başarılı
oluyorsa o yolları denemektir. (Hâlbuki Kur'ân'dan açık bir şekilde
anlaşılmaktadır ki, mü'minlerle ilgili sünnetullah, kâfirlerle ilgili
sünnetullahtan çok farklıdır.) Mutlak doğruyu, vahye âit hakîkatleri, babasının
malı imiş gibi değerlendirmektir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın deyip
yılanların yaşamasına yardımcı olmak, ömürlerini uzatmaktır. Haktan tâviz ve
uzlaşma, yok olmak ilâhî kaderi olan, her-an komada yaşayıp can çekişen bâtılın
iskeletine kan pompalamaktır.
Laiklik, ırkçılık,
milliyetçilik, demokratlık, materyalizm, determinizm, târih kutsayıcılığı,
örf-âdet ve gelenekçilik, pragmatizm, makyavelizm... hep uzlaşmacılıktır.
Dergi, dernek, vakıf, özel okul, radyo, televizyon, parti, teşkilât gibi
sistem-içi araçları kullanırken çok hassas olunmalı veya ileride tâviz vermeyecek
kesin tedbirler ve ilkeler baştan kesin kararlara bağlanmalıdır. Çünkü bunlar,
çoğunlukla uzlaşmacı zihniyete kurban edilerek "hizmet ediyoruz"
derken giderek bu araçlar amaçlaştırılmakta ve ava giden avlanmaktadır. İslâm’i
duyarlılık ve inkılâpçı tavırlarla kânunlar lastik gibi en sonuna kadar
uzatılıp sündürülmeli veya görmezden gelinmelidir ki bu tür araçların kullanımı
meşrû olabilsin. Bu da tahmin edildiğinden çok zor ve güzel örnekleri yok
denilecek kadar az olan bir durumdur. Risk büyüktür; ya bunca maddî-manevî
fedâkârlıkları, birikim ve emekleri kaybetmek, ya da bu araçlar vâsıtasıyla Hak
rızâsını ve imtihanı kaybetmek. Çoğunlukla görülen odur ki, bu tür silâhlar
geri tepmekte, düşmanı değil; kullananları ve destekleyicilerini vurup
yaralamaktadır. Az sayıdaki istisnâları hâriç tutarak, müslümanların eliyle ve
imkânlarıyla bâtılın güçlenmesine yol açan bu araçların temel vasıflarının
tâviz araçları olduğu yaklaşımını haklı gösteren bolca örnekler vardır.
Demokratik yapılanma
ve resmî çalışmalar, ister-istemez uzlaşmacı yaklaşımlardır. Bu uzlaşmacı ve
demokratik yaklaşım, Hasan el-Bennâ, Abdülkadir Udeh ve Seyyid Kutub’lar
zamânında Dünyâ’yı titreten İhvân-ı Müslimîn hareketini ne hâle getirdi, gören
gözler için yakın târihin bize ihtârıdır. Resmî tabelâlar altında ve düzenin
belirlediği ve yönlendirdiği alanlardaki gayretler, az veya çok tâviz vermeyi
kolayca kabullendiğinden bereketsizlikle sonuçlanmaktadır. Cennet, kılıçların
gölgesinde olduğu gibi; izzet ve onur da hak prensiplerden tâviz vermeyen
şahsiyetli, kimlikli müslümanların hakkıdır.
Hakkı ketm etmek
(gizlemek) ve hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılı karıştırmak, Din'i kuşa
benzetmektir. Hak Din'in etkisizleştirilmesi, atmalar ve katmalar yoluyla
olmuştur. Atma, hakkı gizlemek; katma ise hakka bâtılı karıştırmaktır.
Hakkı/İslâm'ı bâtılın/kâfirlerin istediği, râzı olduğu şekle koymak veya
konulan bu şekle karşı çıkmamaktır. O yüzden dînin temel ilkelerin-den tâviz,
itikâdı ilgilendiren bir vakadır; ihânettir veya en azından ihânete seyirci kalmaktır”
der.
Anayasada “Allah” ismi hiç geçmez ama “Atatürk”
ismi 36 kez geçiyor. Anayasaya göre kânunlar Allah’a isnat edilemez, hattâ
edilmesi yasaktır. Fakat Atatürk’e isnât edilebiliyor. İslâm’a göre Atatürk’e
(ya da her-hangi bir insana) isnât edilerek çıkarılan kânunlar şirk
kânunlarıdır. Demokrasiye göre Allah’a isnât edilerek kânun çıkarılamaz fakat
Atatürk’e dayandırılarak kânun çıkarılabilir. Hattâ kânunların Atatürk’e
dayandırılması şarttır. İşte şirk denilen şey budur.
Yine laikliğe göre din devlet işlerine
karışamıyor ama devlet dîne o biçim karışıyor, hattâ onu oyuncak gibi
kullanıyor. Hâlbuki tam tersi olması lâzım.
Ali Akay:
Bilimin
ve aklın akıl-dışı üzerine kurmuş olduğu düşünceye “modern”, aydınlanmış
düşünce deniliyorsa; karşımıza çıkan; siyâsi kutbun dîni kutup üzerinde kurmuş
olduğu egemenliktir. Dînin devlet işlerinden ayrılması-laiklik,
modern bir düşünce ve siyâsi kutbun rûhânî kutup üzerinde hükümranlığını ifâde
eder” der.
Demokrasilere anayasa dayanmaz. İslâm’da,
şûrâda ise anayasa değişmez. Çünkü Allah’ın kânunlarında değişiklik olmaz.
Anayasa Kur’ân’dır.
Demokrasi bir ahlâk da içermez.
Demokrasiler iyileri seçebileceği gibi kötüleri de, hırsızları seçebileceği
gibi kâtilleri de seçebilir, Bush’u, Sarkozi’yi, Blair’i gibi nice …leri de
seçebilir. 20. yüzyıldaki büyük kâtilleri hep demokrasiler seçti. Çok kötü
kararlara da imzâ atabilir. Ahlâksız kurallara.
İslâm
hukûku ile laik seküler hukuk birleştirilip bir sentez de yapılamaz. Bu hakka
bâtıl karıştırmak demektir. Artı ile eksi toplandığında sonuç eksi olur. İlaç
ile zehir karıştırılırsa o şey zehir olur. Bir kazan bala bir damla da olsa
zehir karıştırıldığında o bal zehirleneceğinden yenmez. Bâtıl, ancak bâtıl
hâlinden tamâmen çıktığında hak olur. Domuz yenmez ama tuz gölüne düşüp tuza
dönen domuz yenebilir fıkha göre. Meşrû olmayanla meşrû olana gidilemez. Yarısı
çürük bir elmanın çürük kısmı kesilip atılmazsa diğer yarısını da çok kısa
zamanda çürütecektir. Diğer yarısı ne kadar sağlam olursa-olsun, çürük olan
diğer yarımı sağlamlaştıramayacaktır.
Kur’ân’da demokrasiye işâret eden âyet yoktur ama
anti-demokrasiye işâret eden âyetler bir hayli çoktur:
“Hüküm
vermek yalnızca Allah’a âittir”
(Yûsuf 40).
"İyi
biliniz ki yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne
yücedir" (A'raf 54).
"İhtilâfa
düştüğünüz her meselede hüküm verecek olan Allah'tır" (Şûra 10)
"Yalnız
Allah'ın hükmüne dâvet edildiğiniz zaman kabûl etmiyorsunuz. Fakat şirk unsuru
olan başka hükümler bahis konusu olunca kabûl ediyorsunuz. Oysaki hüküm yalnız
her-şeye gücü yeten Allah'ındır"
(Mü'min 12).
"Câhiliyenin
hükmünü mü istiyorlar? İnanmış akıllı bir topluluk için Allah'tan daha iyi yasa
koyucu var mıdır?" (Mâide 50).
"Size
apaçık (her-şeyi açıklayan) kitabı indiren Allah'ın hükmünden başka bir hüküm
mü kabûl edeyim?" (En'âm 114).
"Sana
indirilen Kur’ân'a ve senden önce indirilen kitaplara îman ettik diye boş
iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tağutun huzûrunda muhâkeme olmak
(hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Hâlbuki tağutu inkâr etmekle (tekfir
etmekle, lânetlemekle) emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa
saptırmak ister" (Nîsâ 60).
“Allah’ın kitabından kendilerine bir pay
verilmiş olanları görmedin mi? Bunlar aralarında hüküm versin diye Allah’ın
kitabına çağırılıyorlar, fakat sonra aralarından bir grup bu kitaba karşı çıkarak sırt çeviriyor”
(Âl-i İmrân 23).
“De ki; doğru yol yalnız Allah’ın gösterdiği yoldur” (Âl-i
İmrân 73).
“Onlara, Allah’ın indirdiği Kur’ân’a ve
Peygambere uyunuz
denildiğinde, “Atalarımızın mîras bıraktığı düzen bize yeter” derler.
Peki ya, ataları hiç-bir
şey bilmeyen, doğru
yoldan uzak kimseler idiyse” (Mâide 104).
"Allah'ın
indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar, kâfirlerdir" (Mâide 44).
"Îman
edenler Allah yolunda cihad ederler, küfredenler ise tağut yolunda
savaşırlar" (Nîsâ 76).
“Andolsun
ki biz her kavme, "Allah'a ibâdet edin, tağuta kulluk etmekten
kaçının" diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir" (Nâhl 36).
"Allah,
îman edenlerin velisidir (yardımcısıdır). Onları karanlıktan (kurtarıp) nûra
çıkarır. Küfredenlerin velisi ise Tağut'tur. O da kendilerini nûrdan (ayırıp)
karanlıklara çıkarır. Onlar (Tağut ve ona tâbi olanlar) Cehennemin
arkadaşlarıdır. Onlar orada, bir daha çıkmamak üzere ebedî kalıcıdırlar" (Bakara 257).
“Peki bu Kur’ân'dan sonra hangi söze îman ediyorlar” (Müselât ).
“Karşılarında okunup duran bir kitabı
sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? (Ankebût 51).
Demokrasi ile hakkın
üzerini örtmek isteyenleri için; sakın kâfirlere yardımcı olma der Kur’ân: “Kitabın
sana (kâlbine vahy ile) bırakılacağını umut etmezdin; (bu,) Rabbinden ancak bir
rahmettir. Öyleyse sakın kâfirlere arka olma!” (Kasas 86).
“Ve dediler
ki: Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik,
böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular. 'Rabbimiz, onlara azaptan iki
katını ver ve büyük bir lânet ile lânet et” (Ahzab 67-68). demeden önce:
“Ey
Peygamber, Allah'tan sakın, kâfirlere ve münâfıklara itaat etme. Şüphesiz Allah,
bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Ahzab
1).
Peki neye itaat edelim: “Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min bir erkek ve mü'min
bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve
Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzab 36)
Allah’ın hükmünün
yanında başkalarının hükümlerini de hüküm olarak kabul edenlere der ki: “Sana
indirildikten sonra, sakın seni Allah'ın âyetlerinden alıkoymasınlar. Sen
Rabbine çağır ve sakın müşriklerden olma” (Kasas 87).
Örümcek yuvasına bel
bağlamayın: “Allah'ın dışında başka veliler edinenlerin örneği,
kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız
olanı örümcek evidir; bir bilselerdi” (Ankebût 41).
“Onlar,
Rablerinin dâvetini kabûl ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri
de kendi aralarında şûra(danışma/istişâre) iledir. Kendilerine verdiğimiz
rızıktan Allah yolunda harcarlar” (Şûra
38).
Yüce Allah; “Ey müminler, kendinizden başkasını sırdaş ve dost edinmeyiniz…”
(Âl-i İmran 118) diyor.
Hikmet Ertürk şöyle der:
“Âl-i İmran sûresindeki yukarıdaki âyet açıkça şunu da
gösteriyor ki; istişâre edemeyeceğimiz bizden olmayanların bizleri yönetiyor
olması da düşünülemez. Bu konu günümüzde “adâlet devleti” bahsinde tartışılıyor
olsa da, İslâm siyâset târihinde hiç-bir fakih, kâfirin yöneticiliğini
tartışmamıştır. Çünkü Kur’ân’la sâbittir ki kâfirlerin mü’minler üzerinde
velâyet hakkı yoktur:
“Allah kâfirlere mü’minler üzerine asla velâyet
hakkı tanımamıştır” (Nîsa 141).
“Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşarak
kendilerini savunurlar” (Şûra 39).
Zâlim birisi aslında tam-anlamı
ile müslüman sayılmaz”.
“Allah’tan bir rahmet sâyesindedir ki sen
onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba-saba, katı-yürekli olsaydın, senin
çevrenden kesinlikle dağılır giderlerdi. O hâlde bağışla onları, af dile onlar
için, iş ve yönetim konusunda da onlarla şûraya git” (Âl-i İmran 159).
“Şu bir gerçek ki Allah size emânetleri ehil olanlara
vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adâletle hükmetmenizi emrediyor”
(Nîsa 58).
Şimdi; bu âyetleri duyduktan sonra
“işittik itaât ettik” mi diyorsunuz; yoksa “işittik ve isyân ettik” mi
diyorsunuz?. Sizce Allah’ın hakkı ve hatırı mı daha önemli ve önde, yoksa
meselâ Tayyib’in hatırı mı? Allah’ın hükmü karşısında sonsuz yorumlarla
akıl-mantık yürüterek Kur’ân’ın hükmünü ber-taraf etmek mi istiyorsunuz yoksa?.
Allah
Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Hepiniz gözeticisiniz, gözettiklerinizden sorumlusunuz
Lider bir gözeticidir, yönettiklerinden sorumludur, adam âilesinin
gözeticisidir, onlardan sorumludur, kadın, kocasının evinde gözeticidir, görevli olduğu
işten sorumludur, hizmetçi, efendisinin malının gözeticisidir, ondan
sorumludur". İbn Ömer radıyallahu anh Buhârî.
Derler ki, şu-an iktidarda olan AKP için:
“Adamlar yine müslüman, namaz kılan insanlar, İslâm’ı bilen kişiler vs. vs..
Eeee; böyleler de sanki İslâm’ın kurallarını mı uyguluyorlar? Oysa bizzat
partinin başındaki kişi şöyle diyor: “Dini esaslara dayalı devlet-anlayışını
kabûl etmiyoruz”. Yâni dînî, ahlâki esaslara dayalı devlet-anlayışını kabûl
etmiyoruz. Hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ilkelerine dayalı devlet-anlayışını
kabûl etmiyoruz. Dînin olmadığı bir adâlet anlayışı mı olur? Kimin için adâlet
yapacaksınız? Zâten “demokratik devlet-anlayışı”na dayalı bir yönetim şeklinde
adâlet olmaz. Yâni herkese eşit adâlet olmaz ve olmuyor da zâten.
Ahmet Kalkan şöyle der:
“Küfür idâresini namaz kılan yönetse ne olur, namaz kılmayan
insan yönetse ne olur?, biz hükümete mi devlete mi tâlip olmalıyız?, halk
hiç-bir zaman idârede değildir, memleket her-zaman Atatürk’ün ilkelerine göre
idâre edilir. Bu nedenle her-zaman CHP iktidardadır. Bütün partiler o ilkelere
bağlı olmak zorundadır”.
Yine diyorlar ki Hz. Yûsuf da şirk düzeni
içinde görev almıştı: “(Yûsuf) dedi ki:
Beni (bu) yerin (ülkenin/toprağın) hazîneleri üzerinde (bir yönetici) kıl.
Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim”
(Yusuf 55).
Bir-kere o, seçimle değil, atama ile
iş-başına gelmişti ve işin başındayken uyguladığı kânunlar, kralın kânunları
değil, İslâm’ın kânunlarıydı:
“Böylece
(Yûsuf) kardeşinin kabından önce onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra
onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz Yûsuf için böyle bir plân
düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dîninde (yürürlükteki kânuna göre) kardeşini
(yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah'ın dilemesi başka. Biz dilediğimizi
derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi-sâhibinin üstünde daha iyi bir bilen
vardır” (Yûsuf 76).
“De ki: Bu,
benim yolumdur. Bir basîret üzere Allah'a dâvet ederim; ben ve bana uyanlar da.
Ve Allah'ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim”. (Yûsuf 108).
“Yûsuf
kıssası ve particilik” adlı yazıda özetle şöyle denir:
“Yûsuf
(as) “gerçekten ben Allah’a inanmayan ve âhireti inkâr eden bir kavmin dînini
terk ettim” (Yûsuf 37) diyor.
Kim kimin kânuna
itaat ederse, o onun dînindendir. Çünkü ona itaat ederek Rab edinmiştir. İşte Yûsuf
(as) Rab olarak Allah’ı kabûl etti, kralı değil. Krala itaat eden zindan
arkadaşına:
“Beni
rabbinin yanında an!” (Yûsuf 42) derken bu gerçeğe işâret ediyor.
Şimdi de Yûsuf
(as)’ın Mısır’daki konumunu inceleyelim;
“Hükümdar dedi ki;
Onu bana getirin, onu kendime en yakınlardan kılayım. Onunla konuşunca da şöyle
dedi; Sen bugün bizim nezdimizde, önemli bir mevkî sâhibisin, eminsin (Yûsuf
54).
Vehb b. Münebbih’ten
şöyle dediği rivâyet edilmektedir; Hz.Yûsuf (as) çağırıldığında, kapıda durdu
ve şöyle dedi; Yaratıklarına karşı Rabbim bana yeter. Onun himâyesi güçlüdür,
ona övgüler yücedir, ondan başka hiç-bir ilah yoktur” dedi ve içeri girdi.
Krala bakınca, hükümdar tahtından inip önünde secdeye kapandı. Daha sonra
hükümdar, onu kendisiyle birlikte tahtına oturttu ve; “Sen bu-gün bizim
nezdimizde önemli bir mevkî sâhibisin, eminsin” dedi (Kurtubi C.9 S.318).
Bu rivâyete bakılırsa
Yûsuf (as) particiler gibi anıtkabirde saygı duruşunda durmuyor, hükümdarın
ilke-inkılaplarına bağlı kalacağına söz vermiyor. Allah’ın kânunu dışında kânun
çıkarmıyor. Aksine kralı kendisine itaat ettiriyor.
Bütün bu
yazılardan sonra tek-tek maddeler hâlinde sıralayıp inceleyelim.
A- Yûsuf (a.s.)
görevi aldığı zaman kralın kânun ve dînine bağlı kalacağına dâir yemin etmedi.
Halbûki zamânımızda bakan veya milletvekili olan kişi, kâfir anayasaya ve
tağuta saygılı ve ihlaslı olacağına dâir yemin ediyor.
B- Yûsuf (a.s.) görev
aldığı zaman ona her-hangi bir şart koşulmadı, sınırlar konmadı. Ondan her-hangi
bir söz alınmadı ve dîninden zerre kadar tâviz vermedi. Görev almadan önce
krala sâdece şöyle demişti;
“Beni
yerin (ard) hazînelerinin bakımına mêmur et! Zîrâ ben çok iyi bir koruyucu ve
bilgili bir idâreciyim” (Yûsuf 55).
C- Yûsuf (as)
devletin kânunlarına bağlı değildi ve kânunlara uymuyordu. Onun görevi özeldi
ve böyle bir görev daha önce hiç kimseye verilmemişti. Allah (cc) ona yardım
etmeseydi, böyle bir görev onun için söz-konusu olmazdı. Allah (cc) şöyle
buyuruyor;
“Böylece
biz Yûsuf’u (emin) bir yere yerleştirdik. Orada dilediği gibi davranırdı” (Yûsuf
56).
“Yûsuf’u
(emin) bir yere yerleştirdik” (Yûsuf 56).
Buyurduğu üzere, Yûsuf’u(as)
Mısır’a yerleştirmiş ve orada onu iktidâr-sâhibi yapmıştı. Böyle bir durumda Yûsuf
(as) yer-yüzünde yetkili kıldığında muhakkak Allah’ın(cc) hükümlerini uygular.
Zîrâ Allah (cc) yer-yüzünde yetkili olan mü’minlerin nasıl davranmaları
gerektiği konusunda şöyle buyurmuştur;
“Onlar ki; yer-yüzünde
kendilerini yerleştirir, iktidâr-sâhibi kılarsak, dosdoğru namaz kılarlar,
zekatı verirler, mârufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu
Allah’a âittir” (Hac 41).
“Allah’ı bırakıp da
taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı bir-takım isimlerden başka bir şey
değildir. Allah onlar hakkında her-hangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sâdece
Allah’a âittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir.
İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler” (Yûsuf 40).
“Şüphesiz ben Allah’a
inanmayan bir kavmin dîninden uzaklaştım. Onlar âhireti inkâr edenlerin
kendileridir. Atalarım İbrâhim, İshak ve Yâkub’un dînine uydum. Allah’a her-hangi
bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara olan
lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler” (Yûsuf 37-38).
Yûsuf (as) hapishânede
zayıf bir durumda iken bile tağuttan ve tağuta tapanlardan beri olduğunu
haykırdığı hâlde, yönetimde görev almak için nasıl olur da tağutun kânunlarına
bağlanır? Yine bu tağutun kânunlarına göre hüküm verir? Zerre kadar îmânı olan
bir kimse asla böyle düşünmez.
Tağutlar, kendi kânunlarını
tatbik etmeyen, kendisine boyun eğmeyen bakanları görevde asla tutmazlar.
Kendileri gibi hareket etmeyecek, kendi pisliklerine, zulümlerine ortak
olmayacak, kendi siyâsetlerini, ideolojilerini tatbik etmeyecek bir kişiyi aslâ
bakan olarak tâyin etmezler. Kâfir anayasanın kânunlarını kabûl etmeyen, bu kânunlara
boyun eğmeyen bir kimsenin, milletvekili olması mümkün değilken bakan olması
mümkün olabilir mi? Acaba Yûsuf (as)’ın durumu onların durumuna hiç benziyor
mu?
Tağûti sistemlerde
milletvekili olmak da bakan olmak gibi, hattâ ondan daha tehlikeli ve daha
büyük küfür olan bir ameldir. Çünkü bakan, tağûti sistemlerin yürütme organı,
milletvekili ise kânun koyma organıdır. Bu sebeple milletvekillerinin hepsi, istisnâsız
tağutturlar. Bunlar yalnızca Allah (cc)’ın hakkı olan teşrî (kânun) koyma
yetkisini kendilerinde görmeleri sebebiyle tağut olmuşlardır. İşte bu
sebeple bu kimseleri her kim seçmişse, ister kabûl etsin, ister kabûl
etmesinler, onları rab edinmişlerdir.
Târih boyunca din hep
şu anlamda kullanılmıştır: Allah’ın koyduğu hükümleri benimseyip, onun
dışındaki kimselerin hükümleri dışındaki kimselerin koydukları hükümleri
reddederek sâdece yüce Allah’a boyun eğmek! Yer-yüzünde de göklerde de O’nun
insanların biricik ve tek Rabbi olduğunu kabûl etmek! Yâni sâdece O’nun egemenliğini,
hükümlerini, otoritesini ve buyruklarını benimsemek! Nitekim Allah’ın dîninde
olanlar ile kralın dîninde olanlar arasındaki yolların ayrılış noktası da bu
konuydu. Birinci gruba olan insanlar, sâdece Allah’ın sistemine, şeriatına ve
yasalarına boyun eğiyorlardı”.
Ahmet
Kalkan, bâzılarının Kur’ân’daki bâzı âyetleri (Yûsuf kıssası gibi) demokrasi
ile bağdaştırmasını eleştirerek şunları söyler:
“Tevrat’ın Tekvin
babında, Yûsuf Peygamber’in yönetimin başına getirilmesi ile ilgili olarak şu
ifâdeler yer almaktadır: “Ve bu söz Firavun’un gözünde ve bütün kullarının
güzünde iyi idi. Ve Firavun kullarına dedi: Bunun gibi, kendisinde Allah’ın
rûhu olan bir adam bulabilir miyiz? Ve Firavun Yûsuf’a dedi: Mademki Allah sana
bütün bu şeyi bildirdi, senin gibi akıllı ve hikmetli adam yoktur; sen
evimin üzerinde bulunacaksın ve bütün kavmim senin emrin üzere idâre
olunacaktır; ben yalnız tahtta senden büyük olacağım.
Ve Firavun Yûsuf’a
dedi: Bak seni bütün Mısır diyârı üzerine koydum. Ve Firavun mührünü
parmağından çıkardı ve onu Yûsuf’un parmağına taktı. Ve Firavun Yûsuf’a
dedi: Ben Firavun’um ve bütün Mısır diyârında hiç kimse sensiz elini yahut
ayağını kaldırmayacaktır” (Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bap 41, cümle no:
37-44, s. 42).
Tevrat’taki bu
ifâdeler, Firavun’un, yönetimi tamâmıyla Yûsuf’a bıraktığını, ancak yönetime
karışmasa da Yûsuf’un bir üstünde bulunacağını ifâde etmektedir. Bu,
günümüzde Britanya Krallığının fonksiyonuna benzemektedir. İngiltere, demokrasi
ile idâre olunduğu hâlde sembolik (şeklen, formalite) olarak kraliçe üstte
bulunmaktadır. Ancak yönetime karışması diye bir şey söz-konusu değildir.
Esas olan vahyî yapı
ile şirk unsurlarını meczeden garip bir yönetim yapısını kabûl etmemektir.
Yûsuf Peygamber’in yönetimi kesinlikle vahy ile şirkin karıştırılarak
oluşturulduğu hilkat garîbesi bir yapı ve zihnin ürünü değildir. (Hz. Yûsuf
dâhil, hiç-bir peygamber, tevhidle şirkin koalisyonunu onaylamaz, böyle bir
koalisyonun parçası olmayı kabûllenmez.) Böyle düşünülmesi dâhi mümkün
değildir.
Hz. Yûsuf (a.s.)
Allah’a kendisine melikliği bahşettiği için şükretmiştir (Yûsuf 100). Her-şeyden
öte, bizzat Allah bu olaya tanıktır; meâlen: “Böylece Yûsuf’a ülkede iktidar
verdik. Artık ülkenin her yanına istediği gibi tasarruf etme hakkına sâhip
olmuştu” (Yûsuf 56).
Kitab-ı Mukaddes’e
baktığımızda şunları okuyoruz: “Ve Firavun Yûsuf’a dedi: “Evimi mekânın
bileceksin ve halkın senin emrinle yönetilecek. Ben yalnız tahtta senden büyük
olacağım. Bak, tüm Mısır ülkesini yönetmeye seni tâyin ediyorum. Senden
habersiz Mısır ülkesinde hiç kimse ne parmağını kıpırdatabilecek ne de adım atabilecektir.
Ve Yûsuf’a Zaphnath-paaneah (Dünyâ Koruyucusu) adını verdi” (Tekvin, 41:
40-45). Talmud’a göre ise olay şöyledir: Ağabeyleri Mısır’dan babaları Hz.
Yâkub’a (a.s.) döndüğünde Hz. Yûsuf (a.s.) hakkında kendisine şunları
söylediler: “Mısır meliki, halkı üzerinde öylesine egemen ki ondan üstünü yok.
Herkes onun emriyle giriyor, onun emriyle çıkıyor ülkeye. Yöneten onun
emirleri. Efendisi Firavun’un nefesini harcamasına gerek bile yok”.
O sâdık bir kimse
miydi, değil miydi? -ki Kur’ân, onun sâdık ve sâdıklığın zirvesi olan sıddîk
olduğunu söylüyor (Yûsuf 27, 51, 46)- Eğer öyleyse, nasıl oluyor da hâkimiyetin
Allah’a değil de, krala âit olduğu teorisini (güyâ) pratikte uygulayabiliyor,
oysa zindandayken “hükmün yalnızca Allah’a âit olduğunu” (Yûsuf 40) söylememiş
miydi? Ve eğer kimilerinin sandığı gibi o baş-vurusunu krala hizmet için
sunmuşsa, bu demektir ki hapisteyken şu söylediklerine ilkece aykırı bir iş
yapmış demektir:
“Hangisi daha
hayırlı, çeşit çeşit tanrılar mı, yoksa tek bir kâdir-i mutlak Allah mı?”
(Yûsuf 39). Mademki Mısır kralı halkın ittihaz ettiği “tanrılar”dan bir
tanrıdır; o hâlde İslâm’i bir hukukla yönetilen gayr-i İslâm’i bir düzenin
yönetim işini üstlenmeyi, bu konuda hizmet vermeyi teklif etmesi Hz. Yûsuf
(a.s.) için Rabbiyle kralı müsâvi tutmak (eşit görmek) olmuyor muydu? Böyle bir
durumda söz-konusu yorumcuların Yûsuf’a biçtiği yer ne olacaktır?
Doğrusu bu âyeti
böyle yorumlayan müslümanların Hz. Yûsuf’un (a.s.) mânevî şahsını olmayacak
derekelere düşürmeleri tam bir saçmalıktır. Bu durumlarıyla kendileri, bozulma
dönemlerinde yahûdilerin geliştirdikleri zihniyetin bir benzerine saplanmış
olmaktadırlar.
“İşte böylece biz
yeryüzünde Yûsuf’a güç ve imkân verdik. Öyle ki, onda (Mısır’da) dilediği yerde
konaklardı” (Yûsuf 56). Bu âyette zikredilenler, tüm ülkenin tamâmıyla onun
kontrolüne girdiğini göstermek içindir. Yâni ülke ona âitti, herhangi bir
bölgesi üzerinde dilediği gibi tasarruf edebilirdi ve avucunun içinde olmayan
hiç-bir bölge mevcut değildi. İlk müfessirler de bu âyeti şöyle
mânâlandırıyorlar:
“Biz Yûsuf’u
Mısır’daki her şeyin sâhibi yaptık. Dünyânın bu bölgesinde dilediğini dilediği
yerde yapabilirdi. Zîrâ bu ülkede bütün yetki kendisine verilmişti. Hattâ
kralı bile devirebilecek bir güce sâhipti”. Taberî, en âlim müfessirlerden
addedilen Mücâhid’den de bir nakilde bulunarak Mısır kralının Hz. Yûsuf (a.s.)
aracılığıyla müslüman olduğunu da ekliyor.
Kralın yasasına göre
alıkoyamazdı. İfâdenin gerçek karşılığı şu şekilde olmalıdır: “Kardeşini
Melik’in yasasına göre alıkoyamazdı. Çünkü böyle davranmak bir peygambere
yakışmazdı”.
Bir
gerçek vardır ki, Hz. Yûsuf (a.s.) ülkenin en yüksek mevkiindeyken Mısır’da
gayr-i İslâm’i bir düzen yürürlükte bulunmaktadır.
İslâm’i hareket
açısından ve müslümanları ifsâd eden, onları uzlaşma ve tâviz bataklığına çeken
özelliğiyle, hayır dururken şerri benimsettirme yaklaşımıyla “en şerli şer,
ehven-i şerdir.”
Hayrı, yâni vahyin
tavsiye ettiği husûsu tercih etmeyip şerlerden birini tercih etmek gibi bir
yanlış seçim karşısında olan insan bilmeli ki; şer olması hasebiyle hiç-bir
günah, küçük ve basit görülemez; hiç-bir şer de şer olması hasebiyle ehven
olamaz.
Muvahhid mü’min için
hayırla şer arasında nasıl bir tercih yapması gerektiği gibi bir soru, gereksiz
bir soru olması îcap ettiği hâlde, maalesef “vahy” demek olan mutlak hayrı
tercih etmenin göreceli zorluğuna katlanmak istemeyen tâvizci kesim kendine
göre şerler arasında bir tercih yaparak ehven kabûl ettiği şerri (hayra rağmen)
tercih edebilmektedir. Unutmayalım: “vahy”, mutlak hayırdır. Vahiyle irtibâtı
olan ilim ve hikmet de hayırdır. “Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet
verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl
sâhipleri anlar” (Bakara 269).
Şerden ancak şer
doğar, mahzâ hayır olan şeriat (şer’î uygulama) değil. Şerre sebep olan
herhangi bir şey de şerdir. Baştan-aşağı şer kabûl edilecek tâğutî düzenlere oy
vermek veya onların devâmından ve güçlenmesinden yana tavır almak da tümüyle
şerdir; böyle bir tavrın hayır adına savunulacak hiç-bir yönü yoktur. Muvahhid
mü’minler, kendileri şerre sebep olmazlar, şerri üretmezler, şerre destek
olmazlar.
Hak, apaçık
ortadadır. Bâtıl rengine bürünemez. Bâtıl görünümünde hak veya hak
görünümündeki bâtıl, olsa-olsa “ehven-i şer”dir. Ehven-i şerri tercih etmek de
şerre râzı olmak demektir. Müslüman hakka tâlip olmak zorundadır. Ehven-i şer
mantığı ise, hayra giden yolu tıkayacağı, şerri sevdireceği ve tâbî kılacağı
için, esas büyük şerden de daha zararlı olabilir.
Ehven-i şerre râzı,
yâni şerrin bir kısmını kabûllenen tâvizci bir edâ ile, hak-bâtıl karışığı,
dâvet, tebliğ ve hizmet yolunu Allah yasaklamaktadır: “Hakkı bâtıla
karıştırmayın. Ve bile-bile hakkı gizlemeyin” (Bakara 42).
Kur’ân’da ve Sünnette
“ehven-i şer” tâbiri yoktur. Yâni “Kur’ân ve Sünnet” şiarını öne çıkaran
kimselerin “ehven-i şer” diye bir ölçüleri söz-konusu değildir; onlar
kendilerine göre şerlerin ehven olanlarını seçmekle değil; şerleri tümüyle yok
etmeye çalışıp “hayr”a yapışmakla emrolunmuşlardır.
Hakkı savunan insan
için ise ehven-i şer diyerek şerle uzlaşma, en hafif deyimle bir bid’at ve
dalâlet, bir sapma, Dünyâyı âhirete tercih etme ve sâhip olunması gereken
müslümanca şereften mahrum olmadır. İlkesizliktir, günü kurtarmaya çalışmaktır,
idâre-i maslahatçılık ve pragmatizmdir. Hakkı olmadığı hâlde Allah’ın dîni
üzerine pazarlık yapmaktır. Suça ve suçluya göz yummaktır.
Her tâviz, yeni ve
daha büyük tâvizler doğurur. Amellerdeki tâvizler, inançlardaki tâvizlere yol
açabilir. Tâviz vererek inandığını yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar.
Bâtıl zihniyetin özelliğidir bu; kendi çıkarlarını sürdürmek için her zaman ve
her mekânda hak dâvâyı savunanları tâviz ve uzlaşmayla etkisiz hâle getirmeye
çalışmak. Bu konuda oltaya taktıkları en önemli yemleri de “ehven-i şer” solucanıdır.“Onlar
isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar”
(Kalem 9).
Hakkı ketm etmek
(gizlemek) ve hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılı karıştırmak, Din’i kuşa
benzetmektir. Hak Din’in etkisizleştirilmesi, atmalar ve katmalar yoluyla
olmuştur. Atma, hakkı gizlemek; katma ise hakka bâtılı karıştırmaktır.
Hakkı/İslâm’ı bâtılın/kâfirlerin istediği, râzı olduğu şekle koymak veya
konulan bu şekle karşı çıkmamaktır. O yüzden dînin temel ilkelerinden tâviz,
itikâdı ilgilendiren bir vakâdır; ihânettir veya en azından ihânete seyirci
kalmaktır.
Din “Lâ ilâhe” ile
başlar. Önce bir red, bir isyan, bir “hayır”, bir temizlik mekanizması,
câhiliye pisliğine her yönüyle bir direnişte bulunan bir tavır gerekir ki; o
temizlenen yere tertemiz bir İlâh anlayışı yerleşmiş olsun. Öteki türlü hakla
bâtılın karıştırıldığı bir ortam oluşturulur. Bu da müslümanlığın doğru
anlaşılmasını zorlaştırır.
“Allah’tan
başkasına tapmayalım; O’na hiç-bir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da
kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın” (Âl-i İmrân 64).
Allah
nezdinde, hak din, onların dîni değil; İslâm’dır (Âl-i İmrân 19).
O yüzden
onları dost edinmek yasaktır. Onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını
tutarlar). İçinizden onları dost kabûl edenler, onlardandır (Mâide 51).
“Muhafazakâr bir
partiye oy verecekler de müslümanca yaşayabilecekler, en büyük zulüm olan şirke
ve Allah’a isyâna hiç zorlanıp bulaştırılmayacaklar, artık müslümanca rahat bir
ortamda yaşayabilecekler” diyebilir misiniz? Hangi haram artık devreden
çıkacak, hangi farz daha rahat yerine getirilecek, hangi şirk ve küfür seçimden
sonra okuldaki çocuklarımıza dayatılmayacak? Fâiz mi, fuhuş mu, sokaklarda
haramlara gözü takılmadan müslümanca yürüme özgürlüğü bile olmayan erkeklerin
durumu mu, helâl ve fâizsiz kazancın yollarının tıkalı olması mı çözüme
kavuşacak?”.
Târihte demokrasinin çözmüş olduğu bir
zulüm-örneği yoktur. Zâten İslâm’dan başka sorun-çözücü bir sistem yoktur.
Aksine sürekli yeni sorunlar üretir tağut sistemleri. Sorunlar, onları yaratanların
mantığı (demokrasi) ile çözülemez. Yüzyılı
aşkın bir süredir demokrasiyi kötü sonuçları ile tecrübe ettik ve gördük ki
insanları mutlu edecek bir ideoloji değildir. Sâdece mutlu-azınlığı mutlu
ediyor ve zâten onlar tarafından bu sebeple kurulmuştur. Değiştirelim bu zâlim
düzeni artık. Bunun için oy vermeyelim.
“Şeylerin Hikâyesi”nde şöyle denir: “Unutmayın ki o
eski zihniyet ve sistem de kendiliğinden ortaya çıkmadı. Yer-çekimi gibi
birlikte yaşamamız gereken bir gerçeklik değil. Eski sistemi insanlar yarattı.
Biz de insanız. Haydi o zaman artık yeni bir sistem yaratalım”.
Çürük bir metottur demokrasi. Alparslan Kuytul:
“Çürük sistemler sağlam adamlar çıkarmaz” der.
Ahmet
Kalkan:
“Hak, mutlak doğru;
şahsa, zamana ve mekâna göre değişmeyen kesin doğru demektir. Beşerî doğrular,
göreceli yaklaşımlar, teori ve zanlarla; hak/hakîkat, farklı şeylerdir.
Allah'tan bize gönderilen kânuna da hak diyoruz. Çünkü Hak olan Allah'tan
geldiği için haktır. Hak kelimesinin çoğulu "hukuk"tur. O yüzden
haklar, yani hukuk da, Hakk'a dayanmalı, mutlak doğru hükümler olmalı; şahsa,
zamâna ve yere göre değişen, beş on sene içinde eskidiği kabûl edilip
değiştirilmek istenen, nice haksızlıklara/zulümlere kılıf olacak tarzda
olmamalıdır. "Kim Allah'ın indirdiği ("hak"la,
"hukuk"la) hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir"
(Mâide 45). Hak ve hukuk, Hak olan Cenâb-ı Hak'tan gelirse hak ve hukuk olur.
Yoksa, bunu insan belirlemeye kalkarsa o, hak ve hukuk olmaz. Çünkü insanın
kendisi hak değildir. Kendisi hak olmayandan, hak türeyip ortaya çıkmaz.
İnsanoğlunun geçmişi ve sonu, evveli ve yokluğu vardır. Belirli zaman içinde
yaşar, belirli düşüncelerin etkisinde kalır. Her-an düşüncesini değiştirebilir.
Onun içindir ki, kendisi hak olmayanın söylediği de mutlak anlamda hak ve hukuk
olamaz; insanları bağlamaz. Ama Hak olan Allah ve indirdiği kitap; haktır,
hukuktur.
Hakların kaynağı
İlâhî irâdedir. İnsanlara ve varlıklara âit haklar, bencil, çıkarcı, unutkan,
bâzen de zâlim olan insanın eline verilemez. Üstelik insan kafasına dayalı olan
hak kaynakları, yine insanlar tarafından değiştirilebilir. Zaman geçtikçe
insanların anlayışları da değişiyor. Dolayısıyla onların hak tanımları da
değişikliğe uğruyor. Öyleyse hak gibi önemli bir şey, her şeyi hakkıyla
bilemeyen insanın hükmüne dayanmamalı. Haklar, ancak Hak olan Allah’ın hak
hükmüne göre yerine getirilebilir, korunabilir. Hakk’a rağmen konulan bütün
ölçüler, bütün hükümler bâtıldır, temelsizdir, geçersizdir, boştur.
Hak ile bâtıl, doğru
ile yanlış, güzel ile çirkin, ancak vahiy ile bilinir ve vahiyle değer kazanır.
Allah'a göre, bu değerler her zaman sâbittir, değişmezler. Hak ve hakîkat,
Allah'a âit olduğuna göre, sürekli hak-hukuktan bahseden kimselerin hakkı
Allah'ın Kitabı dışında aramaları selîm aklın kabûl edemeyeceği bir iştir.
Yalnız Allah hak olandır. "Allah, hakkın ta kendisidir, Hak sâdece O'dur.
O, ölüleri diriltir; yine O, her şeye hakkıyla kâdirdir" (Hacc 6).
Biri cennete, diğeri
cehenneme çıkan iki yoldan birini seçmek durumundadır insan. Ya Allah katından
gelen vahiy, yani hak; veya Allah'tan başkasından gelen hevâ ve heves, yâni
bâtıl. İkisinden sâdece biri tercih edilebilir. Mü'min için, Allah'ın vahyinden
kaynaklanmayan her şey bâtıldır, boştur, hiçtir.
Hakk'ın değil de;
halkın irâdesine dayanan sistemin Hak düzeni olamayacağı bir tarafa, iddia
edildiği gibi, kânunların yapılışında olsun, işleyiş ve uygulanışında olsun
halk dışında güçler (derin devlet)
devreye girmektedir. Kurtlar sofrasında dişini gösterecek kadar gücü olanlar
hak alırken, diğerleri avuçlarını yalarlar. Silâhı, sermâyeyi, medyayı,
bürokrasiyi, locaları, örgütleri ve iktidârı elinde tutanlar, aralarında
uzlaşarak haklarını (hak etmediklerini) alırken, bunlardan mahrum olanlar
açıkta kalmaktadır. Demokrasilerde de, faşizan ve totaliter rejimlerde olduğu
gibi hak verilmemekte, gücü olanlar tarafından alınmaktadır. Demokratik
yönetimler, halka gardiyanlarını seçme hakkı verirler, halkı kendi seçtiklerini
sandıkları yöneticilerle, kendi kendilerini yönettiklerini zannettirmek için bin
bir çeşit hîlelerle avuturlar. Zulüm yönüyle temelde beşerî düzenler arasında
bir fark yoktur; sâdece hakları paylaşan sınıflar, zâlim ve sömürücü gruplar
değişmektedir.
“Onların insan
tanımının, hak-hukuk tanımının doğru olduğu nasıl zannedilir ve “ötekiler”
hakkında, hele müslümanlar özellikle de İslâm söz-konusu olduğunda nasıl
“adâlet”le hükmedeceği düşünülebilir? Saflığın bu kadarı, sâdece psikolojiyi
değil; aynı-zamanda Akâidi de ilgilendirir.
Ne güne kaldı
insanımız? Hakkı, bâtılın elinde/ilinde arıyor. Hakk’a hakkıyla inanmayanların
hak dağıtacağını düşünüyor. Kendisini haklamak isteyenlerin hakkından geleceği
yerde, hakkı onların yanında sanıyor ve hak edip-etmediği tartışılan kendi
hakkını haksızlardan, hak-hukuk tanımayanlardan dileniyor. Bu tavrıyla onları,
başkalarına dağıtmaya yetecek kadar hak-sâhibi, yâni “hak”lı, kendisini hakkı
olmayan yâni “hak”sız konuma koymuş oluyor. Bir adı da Hak olan Cenâb-ı Hakk’ın
hakkını tanımayan, ona hakkıyla kulluk yapma ihtiyâcı duymayan kimseler, nasıl olur
da Allah’ın tüm insanlara doğuştan verdiği hakları âdilce dağıtır? Hakk’a
teslim olmayan insanlardan hak terâzisi kullanıp hakşinaslık yapmaları nasıl
beklenebilir? Sâdece bu tutarsız beklenti ve tavır bile haklarımızı ne kadar
hak ettiğimizi, Hak dâvâya ne kadar sarıldığımızı hakkıyla göstermeye yeter.
Her hakkı Hakk’ın yanında görmeyip, tüm insanî ve İslâm’i haklarını
söke-söke almak için hakkı haykırıp haklı mücâdeleye atılmadığı sürece
mazlum insan, haklı olduğunu kendisine bile ispatlayamayacaktır.
Haklı olmak, haklı
olduğunu bilmek, haksızlığa tahammül etmeyip hakkını haklılara yakışır tarzda
elde etmeye çalışmak, bir insanı bir orduya karşı bile güçlü yapar. Haksızlık
karşısında susmak da dilsiz şeytanlığa aday olmaktır. Haksızlığı her kabûl ediş,
daha büyüğüne dâvetiye çıkarır. Hz. Ali (r.a.) der ki: “Haksızlık önünde
eğilmeyin. Çünkü, hakkınızla berâber şerefinizi de kaybedersiniz.
Haksızlıklara baş kaldırmayanlar, zâlim haksızlardan gelecek her kötülüğe
katlanmak zorundadırlar”.
Allah'ın verdiği
hakları, müslümanlardan ve mazlum tüm insanlardan almaya kimsenin hakkı yoktur.
Ama, mazlumların dilenerek haklarını geri alabildiklerini târih kaydetmez.
Hakları Allah vermiştir. Beşer, hakkın tanımında Hakk'ı ölçü kabûl etmediği
müddetçe hakları hak-sâhibine dağıtmaz/dağıtamaz. Haklı isen korkma, hakkını
almak için mücâdele et, Cenâb-ı Hak, haklıyı koruyacaktır. Bir şey, hakkın
ise, verilmesini bekleme, almaya çalış! Çünkü hak verilmez, alınır. Zâlimlerden
hakkı, söke-söke almak istiyorsak, Hakk'ın emri doğrultusunda cihad, hem
hakkımız hem görevimizdir.
Unutmamak gerekir ki,
“hak”dan önce "ödev" vardır, sorumluluk vardır. Görev ile hak,
anneleri hürriyet/özgürlük olan ikiz kardeştir. Onlar aynı günde doğar, büyür,
olgunlaşır ve birlikte kaybolurlar.
İslâm’a göre, insanlara veya yaratıklara âit
hakların kaynağı insan irâdesi ve aklı değildir.
Demokrasi, insan
hakları, eşitlik, özgürlük gibi sloganlar Batı için helvadan putlardır. İslâm
düşmanlığını ortaya koyacak fırsat ellerine geçtiğinde bu putlarını
işkembelerine indirmekte hiç tereddüt etmezler.
Sözü ve hükmü sâdece
göklerde geçen, yalnız tabiat güçlerine karışan, insanı yarattıktan sonra
başıboş bırakan, sınava tâbi tutmayıp her konuda özgür bırakan Allah inancı, müşriklerin Allah
inancıdır; mü'minlerin değil. İnsanın işine, eşine, aşına, âile yuvasına,
okuluna, mahkemesine, sokaklarına, medyasına, meclisine, kânunlarına,
devletine... karışmayan bir Allah'a inanmak, kişiyi mü'min yapmaz. Böyle bir
yaratıcıya, ama dünyâlarına, yönetimlerine karışmayan bir Allah'a câhiliyye
dönemindeki müşrikler, Ebû Cehil'ler de inanıyordu” der.
Allah’tan başkasının koyduğu tüm yollar
Allah’ın yolunu önler.
Hikmet Ertürk, demokrasi hakkında şunları
yazar:
“Kan, ölüm, gözyaşı hep bizim topraklarımızda. Kullanılan
dil hep aynı; özgürlük, adâlet, demokrasi, daha eşit, halka âit âdil paylaşım.
Şimdi bu sözcükler halklarının kurtarıcısı olarak görülen müslüman önderlerin
diline de dolanmış durumda. Hattâ yaşadığımız ülkemizde demokrasinin gelmesi
için nice canların telef olduğu bu halk-ayaklanmalarını kutsayan dînî anlamlar
yükleyen, intifâda diye dillendirenler bile var.
Yine Allah ile aldatıcılarımız sahne almışlar. Çok ilginçtir
ki ümmete tüm bu katliamları revâ gören, bunu sahneleyen zâlim devletleri gördükçe
kendi adımıza bir-birlerimize daha fazla yakınlaşmamız gerekirken şu-an
olabildiğince fikirsel ayrılıklar yaşıyor, Allah’ın ipine sımsıkı tutunmayı
beceremiyoruz.
Dikkat ederseniz “kral çıplak” diyemeyen tüm bu kesimlerin
savuna-geldiği kavram “demokrasi” kavramı olmuş durumda. Müslümanların!
kafaları bu tür kavramlar noktasında hâlâ çok bulanık. Kendisini İslâm’a âit
hisseden daha bir-çokları, müslüman beldelerde oynanan bu kirli oyunları
görüyorlarken bile ard-arda açıklamalar yapıyorlar; “demokrasinin bir din
değil, sâdece yönetim-şekli olduğunu ve müslüman ülkelerin demokrasiye
geçmelerinin en doğru yol olduğunu” söyleyebiliyorlar.
Müslüman ülkelerin demokrasi ile yönetilmeleri acaba kimleri
mutlu edecek. Bu ümmetin çocukları sırf demokrasi ile yönetilmek adına neden
canlarını feda ediyorlar? Bu ümmet bir zamanlar müşriklerin bu tarz
tekliflerini ret eden, nice çocuklarını, nice canlarını bu uğurda fedâ eden,
yerini-yurdunu aç-susuz terk eden, İslâm Devletini kurup İslâm’i hükümler ile
yönetilmeyi arzulayan İslâm toplumunun birer parçası değil miydi? Peki şimdi ne
değişti? O zaman geriye tek bir sonuç kalıyor, o da günümüz müslümanları!
bu kavramları ya doğru anlamıyorlar ya da anlamını hiç bilmiyorlar. Bu şekli
ile de dinleri adına tehlikeli bulmuyorlar.
“Laik; Yunanca Laikos, yani halktan olan, din-adamı olmayan,
Latince Laicus’tan Fransızca Laic veya Laiiue kelimelerinin Türkçe telaffuz
şeklidir. Eski çağlardan bêri din-adamı olmayan, ruhânî bir sıfatı ve dinsel
bir işlevi bulunmayan kişi, kurum ve nesneleri, kısacası, dînin dışında kalan
alanı belirtmek için kullanılır.
Laikliğin ortaya çıkışına kadar yasama işleri hemen tümüyle
Kral-Kilise ikilisinin elinde bulunuyor. Kral söylese kilise tasvip ediyor,
kilise söylese krala uygulattırıyordu. Bu iş-birliği bu alanda asırlardır
sürüyordu. İşte Kral ve kilisenin bu alana müdâhalesi olmayacağına göre bu
alan içinde düşünülen şey demokrasi olmuştur. Yâni demokrasi dînin hayattan
uzaklaştırılması mücâdelesinin son noktasıdır.
“Tabi bu konuda taraflar arasında bir mücâdele söz-konusu
olmuştur. Mücâdele başladığında taraflar görüşlerinde tâviz vermeden
yürürlerken, fıtrî gerçekler onları aslı îtibâriyle fıtrata aykırı olan
tezlerinden tâviz vermeye, uzlaşmaya sevk etmiştir. Bunun sonucu olarak da “din
vardır ama hayatta yoktur” şeklinde ifâde edilebilecek bir sonuç ortaya
çıkmıştır”. İşte bizler şimdi Hristiyanların sorunları sebebiyle ayrılığa düşüp
en son olarak “din vardır ama hayatta yoktur” ifâdesinde anlaşmaya vardıkları
kavram olan demokrasi ve laikliği içselleştirmeye çalışıyoruz. Bu olayı kabûl
etmemizin İslâm’i hiç-bir gerçekliği olamaz. Bu olsa-olsa Allah’ın yasağına
rağmen müşrik ve kâfirler ile ortak bir yaşam için uzlaşma anlamını taşır.
Şunu açıkça söylemek gerekir: Din temeline dayanan bir devlet-düzeninin
demokrasi ile bağdaşması mümkün değildir. Bilindiği gibi, İslâm-dîni ve onun
temelini oluşturan Kur’ân, sâdece îman ve ibâdetle ilgili kurallar getirmekle
kalmaz. Bunun dışında devlet yönetimine, toplum düzenine, insanlar arasındaki
ilişkilere ve kişilerin davranışlarına yön veren geniş kapsamlı hukuk-kuralları
da getirir. Bu hukuk-kuralları toplum yaşamının her-yönünü kapsaması bakımından
‘bütüncü’, bu-günkü deyimiyle ‘totaliter’ bir nitelik taşır. Egemenliğin halka ya da millete âit olması diye bir şey
söz-konusu değildir. Egemenlik sâdece ve doğrudan Allah’a âittir. Herkes O’nun
mutlak irâdesine boyun eğmek zorundadır”. Ne laikliğin ne de demokrasinin İslâm
ile uzaktan-yakından ilişkisi bulunmamaktadır. Hattâ daha öteye giderek
söylemek mümkündür ki gerek laiklik gerekse demokrasi İslâm’ın zıddı olduğu
gibi İslâm da bunların zıddıdır. Nitekim Kur’ân hemen bir-çok âyetinde
insanları hevâlarına uymaktan uzak durmaya sevk etmekte ve Allah’a teslim
olmaya çağırmaktadır. Böyle yapması hâlinde Dünyâ ve âhiretinin kendisi için
mutlu olacağını söylemektedir. Hevâlarına (gerek kendi hevâsına gerekse
başkalarının hevâlarına) uyanların ise hüsrana uğrayanlar olacağını
belirtmektedir.
Kulu olan insan, Rabbi olarak kabûl ettiği Allah’a
diyecektir ki “bir-takım emir ve nehiylerin başımın üzerine ama, diğer bir
kısım emir-nehiylerini dinlemeyecek ve yasama meclisinin yaptığı kânunlara
riâyet edeceğim”. Tek-başına hüküm koyucu olduğunu Kur’ân’da bildiren Allah
böylesi bir isteği kabûl eder mi? Etmesi mümkün mü? Hangi sebep ve geçerli
gerekçe ile böylesi bir düşüncenin kabûl göreceğini sanıyorsunuz? Allah,
hiç-bir şeyde kendisine ortak kabûl etmediği gibi, hüküm koymada da bir ortak
kabûl etmemektedir.” Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır;
“Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara kânun
kılacak ortakları mı vardır? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhâl
aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zâlimler için can-yakıcı bir azap vardır”
(Şûra-21).
Kim olursa-olsun yüce Allah'ın yarattığı hiç kimsenin yüce
Allah'ın kânun olarak koymadığı ve izin vermediği bir şeyi kânun olarak koyma
yetkisi yoktur. Kulları için kânun koyma yetkisi sâdece yüce Allah'a âittir.
Çünkü bütün evreni yoktan vâr eden ve kendi seçtiği yasalar-sistemi ile tüm
evreni yöneten O'dur. İnsanlık hayâtı ise bu uçsuz-bucaksız evren çarkında
küçücük bir dişli konumundadır. Bu yüzden evreni yönlendiren yasalar sistemi
ile uyuşan bir yasa hükmetmelidir insanlık hayâtına. Bu ise, uçsuz-bucaksız
evreni yönlendiren tüm yasalar-sistemini kapsayan bir bilgiye sâhip bir kânun
koymadıkça mümkün olmaz. Allah'tan başka herkes tartışmasız bu denli kapsamlı
bir bilgiye sâhip olmaktan uzaktırlar. Bu yüzden bu yetersizlikle berâber
onların insanlık hayâtı için kânun koymalarına îtibâr edilmez. Bu gerçek olanca
çıplaklığı ile gözler-önünde olmasına rağmen, bir-çokları bunu tartışma konusu
yapıyorlar veya inanmıyorlar. Halkları için iyiliği seçtiklerini ileri sürerek
yüce Allah'ın koyduğu kânunların dışında kânunlar koymaya yelteniyorlar. Bunu
yaparken de içinde bulundukları şartlarla, kendi kafalarından uydurdukları
kânunlar arasında bir paralellik kuruyorlar. Sanki yüce Allah'tan daha çok
biliyorlarmış, ondan daha iyi hüküm verebiliyorlarmış gibi! Ya da sanki,
Allah'ın izin vermediği konularda onlar için kânun koyan Allah'ın dışında
ortakları varmış gibi! Bundan daha çirkin bir davranış, Allah'a karşı bundan
daha küstahça bir tutum olamaz”. Burada şunu anlamalıyız ki demokrasi ile
yönetilen sistemler tağûti sistemlerdir ve vahiy belirleyici değildir. O yüzden
de Allah’ın vermiş olduğu bir-çok hüküm demokrasi ile yönetilen sistemlerde ret
edilmektedir. Ve yerlerine kendi koşullarına uygun hükümler konulmaktadır. O
yüzden de Seyyid Kutub böylesi bir davranışı küstahlık olarak açıklamıştır.
Şûrâ, her-hangi bir meselede muhtelif görüş ve
bakış-açılarının ehline sunularak, sonuçlardan en verimli ve uygununu elde
etmeye çalışma anlamına kullanılmaktadır. Günümüzde sistemi oluşturan hukuk
tamâmen batı tandanslı bir hukuktur. Ve bu hukukta vahiy esas alınmamaktadır.
Şûrâ ise tamâmen İslâm’i bir terimdir. Buna farklı bir isim vermenin her-hangi
bir mantığı da olamaz.
Zâten vahyin açıkça belirlediği hususlarda şûrâ ve ictihat
söz-konusu olmayacağına göre söz-konusu tüm hukûkun vahye uygun olması gerekir.
Tüm bu konularda görüş bildirilmesi de söz-konusu değildir. Çünkü vahiy ölçüyü
kesin olarak belirlemiştir. Yâni siz vahye rağmen İslâm’ın yasak saydığı bir
konuda yasağı kaldıran bir düzenleme yapamazsınız. İkincisi demokrasi
kavramının oluşumu bir-çok referansa bağlıdır. Dolayısıyla şûrâ ve demokrasi
veya cumhuriyet kavramları arasındaki kimi teknik benzerlikler şûrânın
demokrasiyle özdeş olduğu gibi bir anlama asla gelmez.
Şûrâ ilkesi, bir yönetim-biçimi olarak demokrasinin
alternatifi olarak algılanamaz/düşünülemez. Demokrasi her zaman tartışılacak
yetersiz bir yönetim biçimidir. Demokrasilerde halkın çoğunluğunun seçtiği
kişiler yönetime geçerler. Bu sistemde dürüst olmayanlar da iktidâr
olabilirler. Hattâ İslâm’ın tüm hükümlerine karşı gelen, İslâm’ın iktidâr
olmaması için mücâdele eden kişiler bile iktidâr olabilirler.
Demokrasi dînin hayattan
uzaklaştırılması mücâdelesinin son noktasıdır.
Bizler
şimdi hristiyanların sorunları
sebebiyle ayrılığa düşüp, en son olarak “Din vardır ama Hayatta yoktur” ifâdesinde anlaşmaya vardıkları kavram olan demokrasi ve
laikliği içselleştirmeye çalışıyoruz. Bu olayı kabûl etmemizin İslâm’i hiç-bir gerçekliği olamaz. Bu olsa-olsa
Allah’ın yasağına rağmen müşrik ve kâfirler ile ortak bir yaşam için uzlaşma
anlamını taşır.
İslâm hayâtı tümüyle kapsayan ve tümünü düzenleyen bir bütün bulunduğu
ve bunu din-adamları (ruhbân sınıfı) aracılığıyla
yapmadığı için, hayâtı düzenlemenin dînin ya da din-adamlarının elinden alınması diye bir şey söz-konusu
değildir İslâm’da.
Kimi İslâm’i basın
yazarları demokrasi, laiklik en son olarak ta şûrânın demokrasinin temeli olduğunu savunurlar iken, sanki bulundukları ülkeler İslâm ülkesi imiş gibi
davranıyorlar. Hâl böyle olunca da müslümanların bir-birleri arasında yapmaları
gereken şûrâyı bâtıl bir ideoloji olan demokrasinin temeli olarak görebiliyorlar.
Sonrasında hukûkun üstünlüğünü şûrâ temelli
demokrasi gibi isimlendirip, “aslında demokrasi İslâm ile çelişmez” diyebiliyorlar. İslâm toplumu bu konuda yanıltılıyor ve
yanlış bir algı oluşturuluyor. Günümüzde sistemi oluşturan hukuk tamâmen batı tandanslı bir hukuktur. Ve bu
hukukta
vahiy esas alınmamaktadır. Şûrâ tamâmen İslâm’i bir
terimdir. Buna farklı bir isim vermenin her-hangi bir mantığı da
olamaz.
Tüm bu açıklamalar şunu gösteriyor ki gerçekten de demokrasi
hiç de kendilerine müslüman diyen kimselerin savunacağı bir sistem değildir.
Aksine bu durumdan olabildiğince kaçınmalılar. İnşâallah hiç-bir tağûti güçten
korkmadan yalnız Allah’tan korkmayı kabûllenerek dosdoğru yolda yürüyebiliriz.
Buna hepimizin ihtiyâcı var”.
Demokrasilerde
yönetimde olanlar genelde yaşlılardan oluşur ki, bu yaşlılar artık “ölüme
yaklaşmış” olduklarından, yapılması gerekenleri yapmayıp, gürültüsüz-patırtısız
işlerle oyalanırlar yâni “eski”yi sürdürürler ki, bu çoğu zaman ya zararlı
sonuçlar getirir ya da sâdece birilerini rahatlatır. Siyâseti pasifleştirir.
Oysa gençler daha hareketli, daha ataktırlar. Ölçülü hareket ettiklerinde
başarılı işler yapabilirler.
“99 Soruda
Demokrasi ve Bu Dînin Mensupları” adlı yazıdan özet alıntı yapalım:
“Demokrasilerde bir-kaç sene
biri, bir-kaç sene de başkası yönetimde olur. Mekke-müşrikleri böyle bir
yönetim-şeklini teklif ettiklerinde peygamberimiz bunu şiddetle reddetmişti.
Küfür tek millettir.
Her zaman ve her mekânda.
“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur.
Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu
tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması
yoktur. Allah, işitendir, bilendir” (Bakara 256).
Bu seküler ideoloji muhâlif
oylardan pek korkmaz ama oy vermeyenlerde çok korkar. Onların düzenlerini
yıkacak potansiyel, “oy vermeyenler”dir çünkü. Onların korkularını oy
vermemekle arttırabiliriz ve onları bu şekilde yıpratabiliriz.
Biat denilen İslâm’i seçim-sistemiyle
iş-başına gelmediği için görevini bırakıp çevresindeki âlim ve şuurlu kesim
tarafından uzun uğraşlar sonucu iknâ edilip biat edilerek göreve getirilen 5.
râşid halife unvânı verilen Ömer bin Abdulaziz örneğimiz var. Bu tavır gibi,
meşrû yönetici olacak îman, takvâ ve ehliyete sâhip kişilerin bile meşrû
olmayan bu yöntemle kendisine verilecek yöneticilik emânetini üstlenmemeleri
gerekirken, kendilerinin bu bâtıl usulle iş-başına gelmek istemeleri nasıl îzah
edilebilir?
Batı’nın ve bâtılın
gittiği yöntemle ancak, batı’nın ve bâtılın ulaştığı yere ulaşılır ki, orası bir
“çirkef”tir.
Demokrasi virüsü
girdiğinden bu yana, demokratikleş(tiril)miş halk, kurtuluşu İslâm’da, öze
dönüşte, Asr-ı Saâdet'e benzemekte değil; Batıda, Batılılaşmada, Avrupa
Birliğinde, Danimarka kriterlerinde görüyor.
İslâm’la bağları kesmek bir
ideolojidir. Bu ideoloji, "içi dindar, dışı laik" bir kişilik ortaya
çıkarıyor. Ve giderek insanlar yaşadığı ve göründüğü gibi inanmaya, yâni
inanmamaya başlıyor.
Halkı kim daha fazla “oyalıyor”,
halktan en fazla o “oy alıyor”. Demokrasilerde oyun tükenmez. Ver oyunu, gör
oyunu. "Oy, oy!" diye halktan rey dilenenler, iş-başına geçtiklerinde
halkı "of, of!" diye inletirler. Buna rağmen oyun devâm eder.
Demokrasi sâyesinde insan, ısırıldığı delikten bir değil; on kez ısırılır.
Tahterevallidir demokrasi; partilerin biri iner, biri çıkar. Ama bu
tahterevallinin üzerine binilip oturulan yerinde gıcırdayan tahta kalas değil;
inleyen halk vardır. Hangi doktrin, rejimde hâkimse, onun koyduğu kurallar işlemekte,
hâkim gücün çarkının işlemesi için halkın desteğine ihtiyaç duyulduğundan,
senaryosu önceden yazılmış oyunda, halka sâdece figüran rôller verilmektedir.
Halkın seçmek mecbûriyetinde olduğu düzenin mêmurları, isteseler bile hâkim
gücün/derin devletin sistemini değiştirme hakkına sâhip olmadıklarından, halkı
temsîlen seçilenlere düşen iş, mevcut sistemin çarkının başında durmaktan öteye
gitmez. Bu olayda halka düşen ise, düzenin bâzı yerlerine idâreciler tâyin
ederek onların suçuna ortak olmaktır.
Seyyid Kutub'un dediği gibi;
"Bu dîne sahip çıkanların şu gerçeği iyi bilmeleri gerekir. Bu din nasıl
Rabbânî bir din ise, onun hareket metodu da tamâmen Rabbânîdir, esas tabiatına
uygundur. Ve şurası bir gerçektir ki, bu dînin hakîkatini, amelî metodundan ayırmak
imkân hâricidir".
Hükümet olunabilir, ama iş devlet
olmakta. İktidâr olunabilir, ama iş muktedir olmakta. Davulun kimin elinde
olması önemli değil, önemli olan değneğin elinde olması. Çünkü davuldan çıkacak
sesi, tokmağı elinde tutan tâyin edip yönlendirecektir. Hükûmet, davulu tutar,
tokmağı değil. Davulu taşıma yarışmasına katılmak yerine, tokmağı ele geçirmeye
çalışmalı değil mi? Seçimlerin davul taşıyanları seçmek olduğu bilinmiyor mu?
Tokmağın da derin devletin, anayasa, kânun ve partiler-kânunu denilen beşerî
hükümlerin ve Kemalistlerin elinde olduğu görmezden gelinmiyor mu?
Müslümanların çoğunlukla
desteklediği bir veya bâzen bir-kaç parti mutlakâ olmalıdır. Müslüman yığınlar,
mecliste demokratik usûlle temsil edilemeyince, kontrol edilemez, tâkip edilip
yönlendirilemez. Bu da, düzenin kontrol edemediği bağımsız gelişmeler,
faâliyetler demektir". Bu görüşü, düzen bağlısı bâzı Kemalist çevreler
dillendiriyor. Dolayısıyla, parti vb. demokratik, uzlaşmacı, yasal, resmî, legâl
faâliyetlerden kimi saf beyinlerin iddia ettiği gibi kâfir güçlerin ciddî bir
rahatsızlığı söz-konusu değildir. Onlar istiyorlar ki, müslümanlar da beşerî
kânunlara tümüyle uysunlar, o kânunlara uygun olarak parti ve teşkilat
kursunlar, kontrolsüz faâliyet yaparak düzene temelden darbeler indirmeyi
düşünmesinler. Fiilî cihad yolu böylece engellenmiş olsun.
Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'le
uzlaşma yolları aradılar. Bâzı tâvizlerine karşılık bâzı tâvizler istiyorlardı.
Bu tâvizler arasında "dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet, bir
sene de biz yönetelim" teklifi de vardı. Ama Resûlullah, tüm bu tekliflere
Kur'ân-ı Kerim'den âyetler okuyarak kesin red cevabı veriyordu. Oysa müşrikler
"bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt" diyorlardı.
Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bir rejimin yönetimi Peygamber'in eline
tümüyle veya iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki? Müşrikler de tekliflerinin
bilincindeydiler. Çünkü "biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkîlerimizden)
hızla çekilip alınacağız" (Kasas 57) diyorlardı. Zâten Resûlullah'ın amacı
da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan
kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini ikâme etmek,
yâni Kureyş düzenini kökünden yok etmek, darmadağın edip devirmekti. Yine bir
defâsında amcası Ebû Tâlib aracılığıyla, müşriklerin, Efendimiz'e teklif
ettikleri bir-kaç husustan biri de "istersen gel, seni başımıza kral
yapalım" teklifi idi. Bu-günkü siyasîlerin bırakın krallığa, bakanlığa;
milletvekilliği teklifine bile nasıl can attıklarını bir düşünelim. Efendimiz
ise: "Vallahi, bir elime Güneş’i, bir elime de Ay’ı verseniz, dâvamdan
vazgeçmem" diyordu. Dâvâ hiç-bir tâviz ve dünyevî beklentiyi kabûl
etmiyordu. Efendimiz'in reddettiği anlayış günümüzde "bırakın bir-kaç
sene de biz idâre edelim" şeklinde hem de çok harâretli tek taraflı
isteklere dönüşmedi mi?
Firavunların tesbit
ve müsâade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği sahada mücâdele ve
çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavunlara açıkça cephe almadan, onları
nasıl alt edeceklerdir?
İslâm'ın istediği devlet
olmadığında, eğer İslâm'ı temsil iddiâsındaki müslümanlarla küfür düzenleri
arasında uzlaşma ve düzenin emrine ve hizmetine girme varsa, devletin istediği
İslâm(!) olacak, bu tip İslâm, tâğutların yönlendirdiği, Amerikan-vâri
özellikler taşıyacaktır, tevhîdî özellik değil. "Allah'ın indirdiği Kitap
ile aralarında hükmet. Onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği Kur’ân
hükümlerinin bir kısmından seni şaşırtırlar, vazgeçirirler diye kendilerinden sakın.
Eğer onlar, hükümleri kabûlden yüz çevirirlerse bil ki Allah, onların bâzı
günahları sebebiyle onları cezâlandırıp, başlarına bir musîbet getirmek
istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktır" (Mâide 49).
Dünyâ’nın mü'mine zindan, kâfire
cennet (gibi) olması" İlâhî bir tecellî olduğu hâlde, partilerin en önemli
derdi; ekonomi, işsize iş, aşsıza aş... Efendimiz (s.a.s.) Mekke'de tâğutlarla
mücâdele edip, sâdece Allah'a kulluğa dâvet ederken, Mekke'li muhâtaplarına
dedi mi ki: "Beni lîder kabûl edin, ben sizin yollarınızı onarayım, açları
doyurayım. Bakın Mekke halkı fakir. Bu ülkenin kalkınması lâzım. Bu da şu
şekilde olur... Kalkınma, fakirlikten kurtulma, büyük Mekke devleti olmak için
şunları yapmak lâzımdır..." gibilerden her-hangi bir söz söyledi, müşrik
yöneticilere akıl vermeye çalıştı, müşrik devletin idâresiyle uğraştı, veya o
idâreye o şekliyle tâlip oldu mu? O-günkü çalışma, iş, dünyâ-şartlarını ıslah
edeceğini mi vaad etti, yoksa çile, eziyet, işkence ve savaş mı, sabrı
gerektirecek zorluklar ve karşılığında cenneti mi vaad etti? İnsanları neye
çağırdı?
Sosyalist Parti, Komünist
Partisi... olur da, “İslâm Partisi” niye olmaz? Bırakın İslâm’i partiyi,
İslâm’i bir-iki teferruat kabîlinden şeyi küçük harflerle gündeme getirdiği
için partiler niye kapatılır? Demek ki ipin ucunu ellerinde tutanlar İslâm’ın
adının bile anılmasına, bir-iki prensibinin bile uygulanmasına tümüyle
kapalılar. Öyleyse, müslümanın İslâm’dan başka gâyesi, O’nun hâkim
olmasından başka kesin çözüm önerisi olamayacağına göre, müslümanlar bu oyunda
hep nesne olmaya, piyon ve figüran olmaya mı istekliler?
Demokrasinin dedesi, milât
öncesinde yaşamış Yunan filozofları ve Yunan kültürü; babası da eski Atina ve
Isparta yönetimidir. Dolayısıyla Rönesans ve Aydınlanma çağı, gericilik yaparak
milat öncesine dönmüş ve unutulan demokrasiyi hortlatmıştır. Bu gerçeklerden
yola çıkarak demokrasi çağdaş bir yönetim midir, yoksa gerici bir yönetim mi?
Müslümanlardan oy alarak seçilen
tüm milletvekilleri: "Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına, Cumhuriyet'i
koruyacağına, laikliği ve rejimi savunacağına..." yemin etmekte, nâmusu ve
şerefi üzerine söz vermektedir. Hem de bu yemine tüm vatandaşları şâhit
tutmaktadır düzen, televizyon kanallarından naklen vermektedir bu yemin denilen
elfâz-ı küfrü. Bir hadis-i şerif: "Bir kimse Allah'tan başka bir şey
üzerine yemin ederse şirke düşmüş, küfre girmiş olur." (Müslim, Eymân 4;
S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218). Başka bir hadis-i şerif
de, "yemin ederken, başka şeye dâir niyet etse, niyeti (nasılsa) sağlam
olsa, ne olur?" sorusuna cevap veriyor: "Yemin, yemin edenin niyetine
göre değil, ettirenin niyetine göre hüküm alır. Senin yeminin arkadaşının seni
kendisiyle tasdik ettiği şeye göredir." (Müslim, Eymân 21, hadis no: 1653;
Ebû Dâvud, Eymân 8, h. no: 3255). Denilebilir ki, zâten parti tüzüğünde açıkça
"Atatürk ilkelerine ve partiler kânununa... bağlı kalınacağına dâir yazılı
têminat verilmiş değil mi? Bunlar, basit birer formalite olarak
değerlendirilebilir mi? “Kim îmânından sonra Allah'a (karşı) inkâra sapıp da,
-kâlbi îmanla tatmin bulmuş olduğu hâlde baskı altında zorlanan hâriç- inkâra
göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazap vardır ve büyük azap
onlarındır” (Nâhl 106). âyetin hükmü doğrultusunda, küfrün kurumlarına sâhip
çıkmak, zâlim düzeni güçlendirerek ölüm döşeğindeki rejimin iskeletine kan
pompalamak gibi hususlar elfâz-ı küfür ve ef'âl-i küfür kapsamına girer mi,
girmez mi?
Düzenin uygulayıcıları olarak
kendi önlerine çıkarılan partiler ve isimler arasında bir tercih yapmak, içinde
kendine benzeyen bulamadığı için dayatılan adaylardan ehven-i şerri tercih
etmeye çalışan kimse oyuna getirilmiş olmuyor mu? Halk idâresi diye, halkın
inancına, yaşayış ve ahlâkına saldıran düzenin adıdır bu ülkede demokrasi.
Başta Kemalizm ve onun ilkeleri olmak üzere, laiklik vb. tabuların bulunduğu
düzen, nasıl halkın yönetimi olabilir? Demokrasilerde egemenlik
kayıtsız-şartsız paranındır, medyanındır, derin devletindir; ama halkın
değildir. Halk, rüzgâr ne yönden esiyorsa onun gücüyle savrulan yaprak gibidir.
Ulusal ve uluslararası istihbârât örgütleri, kartel ve holding patronları,
siyonizm, ağalar, şeyhler, hizmet adı altında devlet rüşvetleri, reklâm,
aldatmaya dayalı propaganda, seçim-kânunu vb. adla seçim hileleri, büyük
partilerin devlet yardımı vb. yollarla avantajları... bütün bunların halkı
yönlendirmediğini kim iddia edebilir? Öyleyse, gerçekten halk mı yönetiyor
halkı? Öyleyse niye şikâyetleri bitmiyor?
Güçlünün hâkim olduğu rejimin
adıdır demokrasi. Çağdaş bir masaldan ibârettir. Her ne kadar tersi iddia
ediliyor olsa bile, seçenlerin ve hattâ seçilenlerin değil; seçtirenlerin ve
derindekilerin irâdesi önemlidir. Demokrasi, bir “Truva atı”dır. Halka, oy
vermeme hürriyeti bile vermeyen çağdaş dayatma rejimidir. %51 delinin % 49
akıllıya gâlip getirilmesinin adıdır. Müslümanla kâfirin, mücâhidle İslâm
düşmanının, âlimle câhilin, aydınla avamın eşit olduğu adâletsiz rejimin adıdır
demokrasi. Demokrasi açısından, oy veren insanlar, eşit olmasına eşittir, ama
bâzıları daha çok eşittir. Elli bir pirenin kırk dokuz file gâlip
getirilmesidir demokrasi. Kazanan ve kaybedenin maçtan önce belli olduğu şikeli
bir karşılaşmadır. Hakka rağmen halk idâresi olmasının yanında; aslında halka
rağmen egemen çevrelerin halkın inancına ters dayatmalar rejimidir. Teorisiyle
pratiği birbirine bu denli ters bir anlayış, başka hiç-bir ideolojide bu kadar
sırıtmaz.
Kapitâlizmin
sömürüsünü perdeleyen bir simgedir demokrasi.
Halk, atasözü olarak "nerede
çokluk, orada ..." der. Halkın çoğunluğunun dediği demokrasiye göre doğru
kabûl edileceği için, demokrasi de bu sözün doğruluğunu kabûl etmek zorundadır.
Öyleyse demokrasi, böyle bir pisliktir”.
(Tam metin için:
1. bölüm: http://www.tevhid.eu/icerik.asp?id=315
2. bölüm: http://www.tevhid.eu/icerik.asp?id=316
3. bölüm: http://www.tevhid.eu/icerik.asp?id=317).
Abdurrahman
Arslan:
“Bu siyâset ahlâksızdır, iktisat
ahlâksızdır, bunlara bir ahlâk katalım demek muhâfazakâr bir tavırdır.
Siyâsetin tanımladığı bir paradigmanın içerisinde ona bir ahlâki unsur
katabilirsiniz, ama bu paradigmanın emrettiği, izin verdiği nispette mümkündür.
Ahlâkın tanımladığı bir paradigmanın içerisinde iktisâdi faaliyette bulunmak
başkadır ama modern iktisat paradigmasının içerisinde ahlâki bir unsur katmak
başkadır. Öncelikle bunun farkında olmamız lâzım. Öyle olduğunda ahlâk
siyâsetin, iktisâdın belirlediği çerçevede bir ahlâk olur. Oysa ahlâkın
belirlediği bir paradigma içerisinde siyâset, iktisat o ahlâk tarafından
belirlenir. Bu-gün üzerinde sıkıntı çektiğimiz şeylerden biri de budur. Bu bir
düşünce-biçimidir ve biz bu düşünce-biçimini edinmek zorundayız.
Modernizmde temsil edilirken demokratik ya da modern
siyâsetin meşrû gördüğü kategorilerden birine girmeniz lâzım. Aslında
girdiğiniz andan îtibâren de o sizi belirlemeye başlıyor.
Bu son dönemlerde özellikle neo-liberâlizm dindarlar için
bir kapı açtı. Tabi laik olduğu için liberâlizm, İslâm’cılığa müsaade
etmeyeceklerdir. Muhâfazakârlık kategorisi içerisinde parlamento içerisinde bir
yer vermek lâzım. Çünkü İslâm-dünyâsında barajın önünde sular çok birikmiştir,
eskisi gibi değildir. Barajın önündeki suyu barajı yıkmaktan alıkoymak için
onları parlamentoya götürmeniz lâzım. Son dönemlerde dindarlara muhâfazakârlık
kategorisi içerisinde parlamentoya girmelerine izin verdiler. Bu aynı-zamanda
kentleşmeyle birlikte gelen zihnî dönüşümün netîcesinde oldu” der.
Meclis,
kişilerin -müslüman da olsa- dîni ezerek girdikleri bir yerdir. Ayrıca, İslâm’da
yemin sâdece Allah adına yapılabilir. Allah adına yapılmayan yeminler
geçersizdir. Bunu dinle bir işi olmayanlar umursamayabilirler fakat
müslümanların da umursamaması onların dinde ciddî olmadığını gösterir. Evet;
vekillerin mecliste ettikleri yemin İslâm açısından bâtıldır ve müslüman
açısından da en azından inandırıcı değildir:
“Devletin varlığı ve
bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve
şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukûkun üstünlüğüne, demokratik ve laik
cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refâhı, milli dayanışma ve adâlet
anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti
önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim”.
Üzerine
yemin edilen değerler insan-üstü bir konuma yapılmadığı için gerçek inancı
yansıtmaz ve yeterince ciddî olamaz. Yemin, metinde geçen şeyler üzerine
edildiğinde her-hangi bir “çekince” oluşturmadığı ve âhireti düşündürtmediği
için onun meselâ bir yolsuzluk yapmasına engel olmayacaktır. Ancak yüce bir
değer için edilen yemin insanı kötü bir işten alıkoyabilir.
Biz
İslâm’ın yönetim-şekli “imamlık”tır diyoruz. Ama “bu yönetim-şekli olmuyorsa en
iyisi demokrasidir” demek cehâlettir. Demokrasinin meselâ krallıktan daha iyi
yönetim olduğunun delili nedir?. Platon krallığı savunurken, öğrencisi Aristo
demokrasiyi savunurdu. İkisi de büyük filozoflardı. (Fakat bir şeyi
ıskalıyorlardı: İmamlık). Bir kıyaslama yaparsak: Krallıkta tek-bir “kral”
varken, demokrasilerde yüzlerce “kral” vardır. Sömürü/hırsızlık varsa, tek bir
kişinin hırsızlığı/sömürmesi mi, yoksa yüzlerce kişinin hırsızlığı/sömürmesi mi
daha iyidir? Târihe bakıldığında, insanların hayatlarının krallık
yönetimlerinde, demokratik yönetim seviyelerindeki kadar perişân olduğu
görülmez. İslâm’ın yönetim şekli olan “şûrâ imamlığı” ise, fıtrata en uygun
olanıdır.
“Râina demeyin
unzurna deyin” demek, “bizi güt” demeyin, “bize de bak” deyin demektir ki bu
ancak şûrâ ile olur. Demokrasiler de bir çeşit gütme-güdülme yönetimleridir
çünkü. Bir kişinin de değil, yüzlerce kişinin çoban-güdücü olduğu “gütme”
işidir.
Bir makâlede demokrasi için şunlar söylenir:
“Her kim bu hakîkati idrâk eder, anlamak için kendini
soyutlar ve arzularının tuzaklarından kurtulursa, kendisine arz edilen her
türlü fikri, siyâseti ve rejimi hak ettiği mekâna koyması onun için kolaylaşır.
Böylece bu fikir ve siyâsetler hakkında hiç tereddüt etmeden, şaşkınlığa
düşmeden, nezâket ya da ayak uydurmaya çalışmadan Allah (azze ve celle)'nin
verdiği hükmü verir.
Çağın felâketlerinden
olan ve ortaya amaçsız bir batı toplumu çıkaran sistemlerin ürettiği en büyük
sıkıntı ve zulüm, demokrasinin İslâm ümmetine sızmasıdır. Nitekim demokrasi, İslâm
ümmetinin içerisine ümmet gaflet uykusunda iken, halkları mustazaf durumdayken,
hâkimleri mürted, evlatlarının câhil ve âlimlerinin büyük bir kısmının ihmalkârlık
içinde olduğu bir vakitte sinsice nüfûz etmiştir.
Demokrasi İslâm
ülkelerinde bayraklarını yükseltti; zehrini ümmetin eklemlerine saçtı; sapık ve
bâtıl olan akide esaslarını onların arasında yaydı ve sapkınlığıyla ümmetin
vatandaşlarını baş-başa bıraktı. Câhiller buna aldandı; ancak düzenbazlar bunu
bir fırsat olarak kullandılar. Halklarını helâk edici bir yola sürüklediler.
Zâten zayıf düşürülmüş olan ümmeti, ölüm sancıları ile baş-başa bıraktılar.
Şûrâ adı altında en açık küfür amelleri pazarlandı. Özgürlük sloganları altında
rezâlet yayıldı. İnanç özgürlüğü adı altında inkârcılar üstün görüldü ve
ümmetin evlatları arasında ateizm kol gezmeye başladı. Düşünce özgürlüğü adı
altında câhiller ve ahmaklar dîne saldırma cüretinde bulundular. Görüş
ayrılığı ve çoğulculuk adı altında ümmet fırkalara ve partilere bölündü.
Bütün bu saydıklarımızla berâber hâlâ bu yeni dînin dâvetçilerinin minberleri
salladığını görüyoruz. Bu yeni dîne teşvik için kalemlerin sivriltilip
mürekkepler harcandığına şâhit oluyoruz. Ve insanları bu yeni dînin mensubu
olmaları için yazılı, görsel ve işitsel medya yayın organları istihdam
ediliyor. Yayılması, dayatılması ve hâkim kılınması için insanî ve maddî
imkânlarıyla Dünyâ’nın çeşitli yerlerine ordular seferber edildi. Kabe'nin Rabbine
yemin olsun ki bu, İslâm’ın muhteşem temiz görünümünü kirleten, saflığını ve
şeffaflığını bulanıklaştıran muâsır bir felâkettir.
Bizler, Demokrasi'yi
incelediğimiz zaman onun mefhumları, akide esasları, kuralları, ritüelleri,
usûlleri ve değerleri olan diğer dinlerden farklı olmayan bir din olduğunu
göreceğiz. Çünkü bir dînin din olabilmesi için gereken bu esasların hepsi
Demokrasi'de mevcut.
Peki, bütün
bunlara rağmen neden Yahudiliğin İslâm’la bir-arada zikredilemeyeceği konusunda
hem-fikir olduk da, Demokrasi'yi övgü dolu ifâdelerle İslâm’a yamamaya
çalışıyoruz? (Halbuki demokrasi, bir
yahudi îcadı ve oyunudur H.G.).
Demokrasi
Dîni halka, kayıtsız-şartsız egemenlik yetkisini sunmaktadır. Hâkim olan
otorite halkın otoritesidir. Yürürlükte olması gereken kânunları da halk koyar.
Bağlayıcı olan onun yasalarıdır. Ve en yüce olan yine halkın egemenliğidir.
Demokratik sistemlerde halkın hükmünü bozacak ve onun hükmünü engelleyebilecek
kimse yoktur. Demokratik sistemlerde halk, asla yaptığından sorulmaz.
Bu yeni
dîni sürekli insanlara güzel gösterdiler ve ucuz, bayat felsefelerle bunun
çirkin yüzünü örtmeye çalıştılar. Ve sonra insanlara, Demokratik İslâm’a gelin,
dediler.
Kâlbine îman nûrundan
bir şey temâs etmiş herkes şunu iyi bilir ki, bu din ile İslâm Dîni, ne
kâlplerde ne de vakıada bir an bile bir-araya gelemez. Ve bu ikisinden birini
etkisiz hâle getirmeden diğeri asla uygulamaya dökülemez.
İslâm
Dîni’nin kendisi üzerine binâ edilmiş olduğu esaslardan bir tânesi de koyduğu
bütün kurallara teslimiyet göstererek itaat etmek ve kapsamlı bir şekilde boyun
eğmektir. Nitekim İslâm, bizzat bu mânâyı içerdiği için İslâm diye
isimlendirilmiştir. Çünkü İslâm demek; Allah'ın emirlerine teslim olmak ve bu
emirlere herhangi bir şekilde muhalefet etmemek demektir. Ve bu yüzden kendini bu dîne nispet eden müslümanların
Allah (azze ve celle)'nin
hükümlerine boyun eğmeleri ve emirlerine tam bir teslimiyet ile itaat etmeleri
gerekir. Ve kendisinde bu esas oturmamış bir insanın İslâm’ı iddiadan öteye
gidemez. Çünkü Allah (azze ve
celle) şöyle buyurmaktadır: "Muhsin bir şekilde Allah'a
teslimiyet göstererek İbrâhim'in şirkten arınmış dînine tabi olandan daha
hayırlı kimdir? Allah İbrâhim'i dost edinmiştir" (Nîsa 125).
İşte, İslâm’ın
söylediği ve onayladığı Allah (azze ve
celle)'nin de kendisinin dışında bir şeyi din olarak kabûl
etmeyeceği İslâm Dîni bu esas üzerine kuruludur. Ancak Demokrasi Dîni ise,
tamâmen muhayyerliklerle dolu bir dindir. Böylelikle Demokrasi Dîni, İslâm Dîni’nin
üzerine kurulmuş olduğu esâsı tamâmen yıkmıştır. Demokrasi sistemi ile
yönetilen rejimlerde ya da daha doğru bir ifâde ile Demokrasi Dîni ile
yönetilen rejimlerde, parlamento heyeti tarafından kabûl görülüp onaylanmadığı
sürece hiç-bir olgunun kutsallığı ve îtibârı söz-konusu değildir. Allah (azze ve celle)'nin,
muhkem olan ve her müslümana “işittik ve itaat ettik” demesi gereken bağlayıcı
hükümleri, Demokrasi Dîninin kendilerine sınırsız yetki verdiği parlamenterler
tarafından eklemeye, eksiltmeye, iptâl edilmeye, onaylanmaya, silinmeye, tahrif
edilmeye ve reddedilmeye açıktır. Eğer isterlerse kabûl ederler, istemezlerse
de reddederler.
Örneğin;
Allah (azze ve celle) içkiyi
muhkem âyetlerinde haram kılmıştır. İnsanlar ve cinlerden oluşan tüm milletler
içkinin haramlığı onaylansın mı onaylanmasın mı diye toplansalar; haramlığını
kabûl etsinler veya etmesinler onlar bu fiilleri ile kâfir olurlar. Hâl böyle
iken Demokrasi Dîni, İslâm Dîni’nin koyduğu kuralları onaylama ve reddetme
konusunda kapılarını sonuna kadar açıyor. Varın siz düşünün. Hattâ ve hattâ
Demokrasi Dîni tarafından İslâm Dîni’nin kabûlü ve reddedilmesi bile halkın
seçimine bırakılmış durumda. Eğer halk İslâm Dîni’ni muhterem kabûl ederse İslâm
Dîni saygıyı hak eden ve kutsal sayılan bir şey hâline gelir. Ancak, eğer İslâm
Dîni halk tarafından muhterem kabûl edilmez ise, kendisine asla değer verilmez
ve bütün saygınlığı ayaklar altına alınır. Ve artık Demokrat İslâm’cılar öyle
bir hâl aldılar ki onlardan kimileri açık-açık şunu söylemeye başladılar:
"Eğer halkımız Allah’sızlığı esas edinen komünizm ile yönetilmeyi
seçerlerse bizler de onların bu karârına saygı duyarız. Veya halk İslâm’i
hükümler ile hükmedilmeyi kabûl etmez ise onların bu kararından hoşnut oluruz.
Allah (azze ve
celle) Kur’ân-ı Kerim'de bize şöyle söylediğinde, “Allah hükmeder ve kimse O'nun
verdiği hükme hesap soramaz” (Ra’d 41).
Demokrasi Dîninin mensupları bizlere şöyle cevap veriyorlar:
"Hayır, millet bir konuda hüküm verdiği zaman kimse onların verdiği hükme
hesap soramaz".
Allah (azze ve celle) kitabında
şöyle buyuruyor: “Allah
ve Rasûlü bir konuda hüküm verdikleri zaman hiç-bir mü'min erkeğin ve hiç-bir
mü'min kadının seçme hakkı kalmamıştır” (Ahzâb 36).
Onlar ise
şöyle cevap veriyorlar: "Aksine, tercih-hakkı halkındır. Doğru onun
doğru dediği, yanlış da halkın yanlış dediği şeydir. Halk, yasalardan
dilediğini seçme konusunda tam bir hürriyet sâhibidir".
Onlara, Allah (azze ve
celle) Kur’ân'da; “Allah
gökte de yerde de ilahtır” (Zuhrûf 84) diye buyuruyor dediğimiz zaman, onlar
bize şöyle cevap veriyorlar:
"Göğe gelince; o Allah'ın
olsun. Ancak Allah bize yer-yüzünde karışmasın. Yer-yüzünde söz-sahibi olan
halktır. Geçerli olması gereken yasalar halkın koyduğu yasalardır. Ve son
karârı da halk verir".
Allah (azze ve
celle) doğru söylemiştir: “Onlardan çoğu şirk koşmadan
Allah'a iman etmezler” (Yusuf 106).
İslâm’ın
tüm hükümlerini beğenilmeye ve beğenilmemeye müsâit hâle getiren Demokrasi
Dînidir.
İyi
bilmeliyiz ki Allah (azze ve
celle) bizden, sâdece içkiden sakınmamızı,
ahlâksızlıklardan kendimizi korumamızı ve finansı yerle bir eden fâizden
el-etek çekmemizi istemiyor. Allah (azze ve
celle) bizden bütün bunlardan kaçınmakla berâber, Allah'ın
yasaklayıcı kânunlarına itaat etmemizi istiyor. Çünkü onlar Allah'ın
kânunlarıdır. Ve aslâ tahrifi ve değişikliği kabûl etmezler. Vallahi eğer,
Allah'ın şeriatı herhangi bir beldede parlamenterler istediği için ve halk
bundan râzı olduğu için tatbik edilse bu Allah'ın şeriatı olmaz. Çünkü bu
şeriatı insanlar arasında hâkim kılan şey Allah'ın emri olmayacak, halkın rızâsı
olacak. Ve bundan râzı olan halk yarın bundan sıkılınca, bu şeriat
değişikliğe uğramak zorunda kalacak. Böylelikle bu şeriatın diğer kânunlardan
hiç-bir farkı kalmayacak. Zîrâ bu şeriatı insanlar arasında saygı-değer kılan
Allah değil, aksine ismi parlamento olan, konuşan ve ilah edinilen bir puttur. Kendisi
de koyduğu kânunlar da kahrolsun.
Hiç kimse
küçük ya da büyük olsun, herhangi bir şeyi Allah'ın izni olmadan helâl veya
haram kılamaz. Çünkü Allah(azze ve celle) şöyle
buyurmaktadır: "Diliniz
yalana alışageldiğinden dolayı, Allah'a karşı yalan uydurarak; şu helâldir veya
şu haramdır demeyin. Şüphesiz ki Allah'a iftirâ atanlar iflah olmazlar"
(Nâhl 116).
"De ki:
Allah'ın size indirdiği rızkın bir bölümünü helâl kılıp bir bölümünü de haram
kıldınız. De ki: Allah mı size izin verdi yoksa ona iftirâ mı
atıyorsunuz?" (Yunus 59).
Ümmetin
ittifâkı ile, teşrî yetkisini Allah'tan başkasına vermek büyük küfürdür. Ve
kişiyi İslâm dâiresinden çıkarır. Nitekim
yeryüzü Allah'ın mülküdür. Ve Allah'ın mülkünde yasakları ve serbestlikleri o
belirler; çünkü o âlemlerin Rabbidir. Bu, İslâm Dîni’nde kesin bir şey iken,
Demokrasi Dîni bu esâsa tamâmen zıt bir esas üzerine binâ edilmiştir. Çünkü
herkes tarafından mâlûmdur ki Demokrasi Dîni, helâl ve haram belirleme yetkisini
Allah (azze ve celle)’den
gasp edip halka ve halkın eliyle de parlamenterlere sunmaktadır.
Demokrasi
Dîninin hâkim olduğu sistemlerde helâl ve haram belirleme yetkisi tamâmen halka
âittir. Çünkü onların en bâriz sloganlarından bir tânesi de; "Egemenlik
kayıtsız-şartsız milletindir" sloganıdır. Böylece, haram sâdece
parlamenterlerin haram kıldığıdır. Helâl ise yalnızca onların serbest kıldığı
şeydir. Güzel, onların güzel gördüğü; çirkin, onların çirkin gördüğüdür. Kânunlar
onların râzı olduğu, yasa onların onayladığı yasalardır. Parlamentoda
kendisinin takdisi olmadan hiç-bir din mukaddes değildir.
Doğrusu bu
parlamentoya verilecek en güzel isim Millet Meclisi değil Rabler Meclisi'dir.
Çünkü o mecliste Allah'ın helâllerini ve haramlarını değiştirenlerin insanların
ilahlık tasladıklarını Rabbimiz kitabında bize şöyle anlatıyor: “Yahudiler Allah'ı bırakıp
hahamlarını Rabler edindiler. Hristiyanlar da râhipleri ve Meryem oğlu Îsa'yı
Rabler edindiler. Oysa onlar yalnızca tek olan Allah'a ibâdet etmek ile emrolunmuşlardı.
Allah'tan başka ilah yoktur. Allah, onların şirk koştuklarından
münezzehtir" (Tevbe 31).
Bakın, sapıklık
insana neler yapıyor. Âlimleri olan hahamlar ve âbidleri olan râhipler,
Allah'ın ismi ile konuştuklarını, kânunlarını din sloganı altında
çıkarttıklarını ve Allah'ın sevip râzı olacağı kuralların kendi koydukları
kurallar olduğunu iddia ediyorlardı. Ancak Allah (azze ve celle), kendi koyduğu helâlleri yasakladıkları ve
yasakladığı şeyleri serbest bıraktıkları için onları Rabler diye isimlendirdi.
Peki, İsrâil-oğullarının yaptığı gibi; Allah'ın adı ile konuşmak yerine, her
fırsatta İslâm şeriatından beri olduklarını açıkça söyleyen demokratlardan,
laiklerden, komünistlerden ve diğer ideolojileri benimseyen insanlardan oluşan
ve asrımızda ismi Millet Meclisi olan Rabler Meclisi'nin durumunu varın siz
düşünün. O hahamların ve râhiplerin yaptığı şeyler, bu-gün Rabler Meclisi'nde
bulunan parlamenterlerin yaptığı şeylerin aynısıdır. Bu da; kendilerini o
mevkiye getiren insanlar için yasaklar ve serbestlikler belirlemek. Böylelikle
kurdukları düzen kendi koydukları haramlar ve helâller üzerinde devâm edip
bağlayıcı olsun, ihlâl edenler cezâlandırılsın, saygı duyup bağlı kalanlar da
saygı değer olsun. Ancak bu-günkü parlamenterler ile o zamanın hahamları ve
râhipleri arasında es geçmememiz gereken bir fark var. İsrâil-oğulları bu
yaptıkları küfür fiilini dînî sloganlar altında yaparak bu yaptıklarının
aslında Dînin ve Dünyâ’nın maslahatına uygun olduğu görüntüsünü vererek
yapıyorlardı. Ancak günümüzün Rableri ise bunu hiçbir şer'î dayanakları olmadan
yapıyorlar. Bu da, tam bir cehâlet, Allah'ın şeriatına karşı kasıtlı bir
muhâlefettir.
Adiyy bin
Hatim'den rivâyet edildiğine göre o şöyle söylüyor: "Bir-gün peygamberin
yanına gittim; o sırada peygamber Tevbe Sûresi'ni okuyordu. 31. âyete gelince;
“Allah'ın dışında hahamları ve rahipleri Rabler edindiler” dedi." Ben, “Ey
Allah'ın Resûlü, bizler onları Rabler edinmiyorduk” dedim. Resûlullah buyurdu
ki: “Aksine! Onlar size
Allah'ın haram (müsaade etmediğine) kıldıklarını helâl (müsâit), helâl (müsaade
ettiğine) kıldıklarını da haram (yasak) kılarken sizler onlara itaat etmiyor
muydunuz”. Ben de,
“Evet” dedim. Sonra şöyle buyurdu: “İşte
bu, sizin onları Rab edinmenizdir” (Sünen Tirmizi 3095 no’lu hadis)
Belki de bu
hahamlar ve râhipler kendilerinde kânun koyma yetkisini sürekli olarak
görmeyerek, sâdece hayâtın bâzı alanlarında pratik olarak uyguluyorlardı. Ancak
bu-gün yürürlükte olan parlamentolar tamâmen bu yetkiyi kendilerinde görerek
toplumları adına kânunlar çıkartıyorlar. Ve bu çıkardıkları kânunların Allah'ın
koyduğu kânunlara ters düşüp-düşmeyeceğini hiç hesâba katmıyorlar. Zâten
yasaklar ve serbestlikler belirleme yetkisi parlamentoda yer alan
parlamenterlerin başlıca görevlerindendir. Yâni herhangi bir insan parlamento
kubbesi altına girdiği andan îtibâren kendisine, sâdece âlemlerin Rabbi olan
Allah'a has bir yetki, yâni haram ve helâl belirleme yetkisi takdim ediliyor ve
Demokrasi Dîninin esaslarına göre, sunduğu yasa ve önergeler husûsunda saygıdeğer,
vazîfesi mukaddes ve zâtı îtibârı ile dokunulmazlığı olan bir Rab hâline
geliyor. Ve bu âciz olan insan parlamentonun kubbesi altında bulunduğu sürece
asla yaptıklarından hesâba çekilmez.
İşte bu, İslâm
âlimlerinin şirk olduğu konusunda müttefik oldukları meselelerden bir
tânesidir. Bu insan ister o kubbe altında kânun koysun veya koymasın, fark
etmez. Çünkü Allah'ın koyduğu kânunlar dururken ona tamâmen muhalif kânunlar
çıkarmak bir şirk, kişinin kendisinde bu hakkı görmesi başka bir şirktir. Allah (azze ve celle) şöyle
buyuruyor: “Yoksa
onların, Allah'ın Dîninde yasaklamış olduğu bir şeyi meşrû kılacak ortakları mı
vardır” (Şûrâ 21).
Din, Demokrat İslâm’cıların
hâkim kılmaya çalıştıkları şekilde hâkim kılınsaydı, bunu herkesten önce
peygamberler yapardı. Ve işleri gerçekten çok kolaylaşırdı. Ancak Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır: “Rabbinin sözünü kimse değiştiremez”
(En-âm 34).
Bakın,
Rabbimiz bir âyetinde şöyle buyuruyor: "Kesilirken
Allah'ın adı ile kesilmeyen hayvanlardan yemeyin; çünkü bu bir günahtır.
Şeytanlar da dostlarına sizinle cedelleşmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer
onlara itaat ederseniz müşriklerden olursunuz" (En-âm 121).
Tefsir âlimleri kitaplarında bu âyetin iniş sebebine dâir
şöyle buyuruyorlar:
"Kâfirler,
müslümanlar ile tartışmak ve onların kafalarında dinleri hakkında şüphe
oluşturmak için Allah'ın haram kıldığı leş hayvan hakkında müslümanlara gelip
şöyle söylemişler: “Sizler, Allah'ın rızâsını elde etmeye çalıştığınızı iddia
ediyorsunuz. Ama Allah'ın öldürdüğü hayvanı haram kılıp, kendi elleriniz ile
kestiklerinizi helâl kılıyorsunuz”. Sonra Allah (azze ve celle) bu
âyeti indiriyor: "Eğer
onlara itaat ederseniz (Yâni artık leş hayvanları bu şüphe sebebi ile helâl
kılarsanız) müşriklerden olursunuz" (Ebu Davud, İbnu Mace, Tabarani,
Nehhas, Beyhaki İbnu Abbastan rivâyet etmiştir).
Bu, o
zamânın müşriklerinin sahabenin kafasını karıştırmak ve onları dinleri
konusunda tereddüde düşürmek için attıkları bir şüphe. Buna karşın belki de
günümüz çağdaşlarının önemsiz addedecekleri bu meselede Allah (azze ve celle) peygamberin
ashâbına bu üslûp ile cevap veriyor. Yâni, eğer onlara itaat edip leş
hayvanlarını helâl kılarsanız müşriklerden olursunuz.
Parlamenterler
Allah'ın Dîni'nde haram olan bir şeyi serbest kılarken veya helâl olan bir şeyi
yasaklarken herhangi bir sebebe ihtiyaç duymazlar. Bu hususta, onlar için
yasakladıkları veya serbest bıraktıkları şeyin maslahat adı altında yapılması
yeterlidir. Parlamenterler, insanların nefsânî istek ve arzularını toplumun
menfaati başlıklı önergelerle parlamentoya sunarak onların hayatlarını
şekillendiren kânunlar koyarlar. Örneğin, Allah'a ve Resûlü'ne savaş
açmak manasına gelen fâiz, ekonomik sebeplerden dolayı serbestleştirildi. Zînâ
ve ahlâksızlık kişisel özgürlükler başlığı altında meşrûlaştırıldı. Alkollü
içecekler ve meyhâneler turizm ve müreffehlik adı altında mubah kılındı.
Meselâ,
bizler kesin olarak biliyoruz ki İslâm Dîni'nin koyduğu yasalar çerçevesinde
alkollü içecekler kat’î haramlardandır. Herhangi bir milletvekili ülkenin
çökmüş olan finansının canlanması için veya turizm piyasasına can vermek için
kısa bir süreliğine alkollü içeceklerin satışının serbest bırakılması için
parlamentoya bir önerge sunmak istese bu önerge asla garip karşılanmaz. Bu
büyük ekonomik projenin yürürlüğe girmesi için diğer milletvekillerinin onayı
yeterlidir. Ne zaman ki parlamentodaki çoğunluk bu önergeyi onayladı, işte o
zaman içkinin tüketimi ve ticâreti mubah olur ve kimse bu karâra îtirâz edemez.
Ve artık
durum öyle bir hâl aldı ki, ülkemizdeki eşcinseller yaptıkları fiil sebebi ile
ayıplanmamak için meclise önergeler sunmaya başladılar. Ve kendileri için
korunma ve fiilleri için bir dokunulmazlık talep ediyorlar. Bu saydıklarımızın
yasaklanması veya serbest bırakılması tamâmen parlamentonun haklarındandır.
Parlamentodaki Rabler kendilerine sunulan önergeler konusunda fikir
alış-verişinde bulunduktan sonra dilediklerini yasaklarlar, dilediklerini de
serbest bırakırlar. Ve Rabler Meclisi'nden çıkacak olan karâra bütün
vatandaşların îtibâr etmesi ve saygı duyması beklenir. Herhangi birisi İslâm
Dîni'nin kırmızı çizgilerine tecâvüz eden bu kânunlara îtirâz ederse kendisi
hakkında soruşturma başlatılıp cezâlandırılır.
Demokrasi
Dîni ile yönetilen ülkelerde herhangi bir şeyin meşrû kılınması veya
yasaklanması için sâdece tek bir şart vardır. O da; o şeyin Rabler Meclisi'nin
kubbesi altında bulunan parlamenterler tarafından onaylanması. Koydukları kânunun
İslâm Dîni ile çatışması hiç önemli değildir. Zîrâ Rabler Meclisi'ndeki
parlamenterlerin rubûbiyyeti Demokrasi Dîni'nde Allah (azze ve celle)'nin
rubûbiyyetinden önce gelir. Ve o mecliste bulunan Rabler Demokrasi Dîni'nin
nazarında âlemlerin Rabbinden daha yüce ve daha değerlidir.
Demokrasi
Dîni'nde bir şeyin hak veya bâtıl olması, güzel veya çirkin olması, ilericilik
veya gericilik diye vasıflanması tamâmen Rabler Meclisi'ndeki çoğunluğa
kalmıştır. Ve o mecliste çıkan herhangi bir kânun, meşrûiyetini çoğunluğun
karârı ile kazanmaktadır. Ancak buradaki başka bir problem; bu kânun çıkarken
parlamentoda bulunan herkesin ismi ile çıkmasıdır. Yani parlamentoda
çıkarılacak olan kânuna onay vermeyen insanlar bile kânun onaylandıktan sonra
onay vermişler sayılır. Bu konuda herhangi bir önergenin kânunlaştırılması en
azından 3 aşamadan geçer:
1. aşama;
Önerge, Rabler Meclisi'ne sunulur ve tartışmaya açılır. Ve bu önerge sunulurken
gözetilmesi gereken tek kural, sunulan önergenin Demokrasi Dîni'nin kırmızı çizgilerine
tecâvüz etmemesi.
2. aşama;
İşte bu bizim şu-anda bahsetmiş olduğumuz aşamadır. O da bu yasa üzerinde
oylama yapılması. Parlamenterlerin görüş alış-verişi yaparak öneri ve
düzeltmelerini sunduğu aşamadır. Önerge arz edildikten sonra oylamaya alınır.
Herkes önergeye kendi penceresinden bakar. Dileyen îtirâz eder, dileyen kabûl
eder; kimileri önergenin düzenlenmesini talep eder. Kimileri de bu konuda
kararsız kalırlar. Eğer önerge çoğunluk tarafından onaylanırsa, yasa olmaya
doğru yol alır.
3. aşama;
Bu aşamada bu yasanın direkt olarak ya da devlet başkanının onayı ile
kânunlaştırılması. Ancak bu önerge yasa olarak mecliste onaylandığı zaman
çoğunluğun adı ile değil, parlamentonun tamâmının adı ile kânunlaştırılıyor. (Bu nedenle herhangi milletvekilinin birinin:
ben buna râzı değilim demesi bir işe yaramaz H.G.) Örneğin; Herhangi bir parlamenter Demokrasi
Dîni'nin kırmızı çizgilerine tecâvüz etmeden hemcinslerin evliliği için bir
yasa-tasarısı önerse, o vakit parlamenterler bunun kabûlü veya reddi için
tartışmaya başlarlar. Her birisi fikrini belirtir. Herkes fikrini belirttikten
sonra onaylayanlar çoğunluk mu azınlık mı bakılır. Eğer ki onaylayanlar
onaylamayanlardan ve sessiz kalanlardan çok olursa, o vakit artık erkeklerin
erkekler ile evlenebilmeleri çoğunluk tarafından kabûl edilen bir yasa değil,
parlamento tarafından kabûl edilen bir yasa olarak kabûl edilir. Resmî îtirâz,
önerge önerildiği zaman geçerlidir. Ancak önerge kabûl gördükten sonra hiç
kimse Rabler Meclisi'nin koyduğu bu kânuna îtirâz edemez. Bu da İslâm’cı
milletvekillerin içine düştükleri en rezil bataklıklardan sâdece bir tanesidir.
Ancak insanlarımızın çoğu bunu idrâk edemiyorlar ve İslâm’cıların o meclislerde
söz-sâhibi olmalarını sâdece kötünün iyisi olarak yorumluyorlar.
Eğer
ki parlamento İslâm şeriatının tatbik edilmesini önerirse ve bu önerge kabûl
görürse, bu İslâm şeriatı olmaz. Çünkü İslâm Dîni'ne göre, İslâm şeriatı
önerilmeye açık bir yasa-tasarısı değildir. İslâm şeriatı,
kendisini İslâm’a nispet eden insanların hayatlarını kendisi ile tanzim
etmeleri gereken bir hayat nizâmıdır. Zîrâ parlamentonun tatbik edeceği şeriat
nizâmı, parlamenterler değiştiği zaman değişmeye mahkûm bir şeriat olacaktır.
Çünkü şeriatı parlamento yolu ile hâkim kılan parlamenterler, parlamentoda
bulunan çoğunluğun onayı ile şeriatı hâkim kılmış olacaklar. Ve gün geldiğinde
başka bir çoğunluk bundan hoşnut olmayıp başka bir ideoloji ile yönetilmek
istediğinde bu düzen yıkılıp yerine belki de İslâm’a taban-tabana zıt olan bir
düzen kurulacak. Ve o mecliste bulunan İslâm’cıların îtirâzı îtirâzdan öteye
geçmeyecektir.
Doğrusu,
unutmamamız gereken çok önemli bir husus var. O da; İslâm Dîni aslâ çoğunluğa
bir ayrıcalık tanımamıştır. Hattâ Kur’ân-ı Kerim'e baktığımız zaman çoğunluğun
genelde yerildiğini göreceğiz. Örneğin, "Sen
çok arzu etsen de insanların çoğu iman etmezler" (Yusuf 103) âyetinde
olduğu gibi.
Başka bir ayette; "Onların
çoğu Allah'a şirk koşmadan iman etmezler" (Yusuf 106).
Ayrıca
şöyle buyuruyor: "Eğer
sen yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan seni Allah'ın yolundan saptırırlar.
Zîrâ onlar zanna tabi oluyorlar ve yalan söyleyip duruyorlar" (En'am, 116)
Ayrıca
şöyle buyuruyor: "Muhakkak
ki Biz, bu Kur’ân'da her türlü misâli çeşitli şekillerde anlattık. Yine de
insanların çoğu inkârcılıktan başkasını kabûllenmediler" (İsrâ 89) Bu
konuda vârid olan âyetler gerçekten çoktur.
Peki, asrımızda
çoğunluğun mizânını düzgün bir mizan, doğru bir tercih, yerinde kânunlar koyan
ve adâletli bir hâkim kılan nedir? "Yoksa sizin
kâfirleriniz onlarınkinden daha mı hayırlı, yoksa sizin için kutsal kitaplarda
zikredilen bir beraat mi vardır?" (Kamer 43)”.
Ahmet
Kalkan demokrasinin bir şirk düzeni olduğunu şu şekilde belirtir:
“Demokrasiyle idâre
edilen bir ülkede her şey tartışılmalı. Gerekirse halkın en kutsal değerleri
bile tartışılabilir; ama rejimin temel ilkeleri ve heykelleri tartışılamaz.
Çünkü tartışılması Kemalist anlayışa ve Devlet dînine göre câiz değildir,
demokrasi dîninin kurallarını ihlâl etmektir.
Allah'ın dinde izin
vermediği bir şeyi meşrû kılmak, O'na karşı din üretmek anlamına gelir:
"Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak
ortakları mı var? (Allah'ın izin vermediği bir dîni getiren ortakları mı var?)
Eğer (azâbı erteleme sözü) kesin hüküm bulunmasaydı, derhâl aralarında hüküm
verilirdi. Şüphesiz zâlimlere can yakıcı bir azap vardır" (Şûrâ 21)
Câmiler devlet
siyâset ve politikasına âlet edilip demokrasinin hizmetinde kullanılarak seçim
sandıkları câmilerin içlerine kadar giriyor, hasta hâldeki kadının o mekâna
girmesi câiz görülmediği hâlde, seçim ve cezâ gerekçesiyle girmek zorunda
bırakılıyor, câmilerde de kurulan sandıklara oy atılarak yapılan bu demokratik
seçimler de siyâsete güya câmileri âlet etmiyor.
Kur’ân-ı Kerim'de:
"Sana indirilen Kur’ân'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik
diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tağutun huzûrunda muhakeme
olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbûki tağutu inkâr etmekle
(tekfir etmek, lânetlemekle) emrolunmuşlardır" (Nîsâ 60) buyrulmaktadır. Kur’ân'daki
bütün bu âyetleri dikkate alarak şu husûsu belirtmekte fayda vardır: Tağutun
hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Nitekim İbn Kesir, bu
hususta şunları kaydediyor: "Bu ayet-i kerimede (Nîsâ 60) Hz. Muhammed
(s.a.s.)'e ve diğer peygamberlere îman ettiklerini söylemekle berâber, ihtilaf
ettikleri hususlarda, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden kaçınıp,
insanların kendi akıllarına göre (beşerî kânunlarla) hüküm vermesini isteyen
kişinin îman iddiasını Allah reddetmektedir" (İbn Kesir 1/519).
Bugün Dünyâ’da; vahyi
inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızâsına göre kurulduğu iddia olunan
bütün demokratik sistemler, Allah'ın hükümlerine mukâbil ve onların yerine
geçmek üzere hükümler îcad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler,
bu noktada "tâğutî" özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün
ideolojik sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifâde ile, İslâm’ın
dışındaki bütün sistemler tağutîdir. Tağutların hükümlerine göre yönetilen
bütün yerlerde yaşayan mü'minlerin, Allah'ın indirdiği hükümlerin gâlip gelmesi
uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır. Şurası unutulmamalıdır ki, tağutun
hükümlerine "evet" diyenler, Allah'ın dînine "hayır "
demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek
yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü bütün peygamberlerin insanlara;
"Allah'a ibâdet edin, tağuta kulluktan kaçının" diye tebligat
yaptıkları âyetlerle sâbittir. Tağutun hükümlerini inkâr etmeyen ve tağutî
güçlerle mücâdele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun,
"müsteşrik" çizgisini asla geçemez.
Tağut, Hakkı
tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden
tağut denmiştir. Tağut, hakka, hakîkate ve îmâna karşı gelen, Allah'ın kulları
için çizdiği nizâmı ve sınırları aşan her-şeyi ifâde eder. Tağut, bir şahıs
olabileceği gibi, Allah nizâmından alınmamış her türlü sistem, Allah'a
bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün
bunları ne şekilde olursa-olsun reddeder ve yalnız Allah'a îman edip bağlanır,
sâdece Allah'ın kânun ve nizamlarını kabûl eder ve tüm yaşantısını buna göre
düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yâni kurtulmuş olur. (Bakara 256)
Tağutu reddetmeden îman eksiktir, yarımdır; böyle bir îman geçerli olmaz. Bu
durum, aynen müşriklerin Allah'a inanması gibidir. Tağut, Allah'a ibâdetten
alıkoyan, Allah'a giden yolu tıkayan, dîni Allah'a has kılmayı, Allah ve Resûlü'ne
tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği gibi, ağaç, beton,
tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve sistem de olabilir. Günümüzdeki
medya araçlarının çoğunu da bu kavramın içine koyabiliriz.
Seyyid Kutub da
tağutu şu şekilde tanımlar: Allah'ın emri dışındaki her çeşit sistem, Allah'ın
şeriatına dayanmayan her türlü nizam tağuttur. Tağut, Allah'ın şeriatından
başka bütün idâre şekilleridir. Zîrâ insan, ulûhiyet özelliklerinden birisini
kendisine mâl edip, adâletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatın hudutlarını
aşarak kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyan etmiş ve kendi haddini aşmış demektir.
Böyle bir şey, tuğyandır ve böyle iddialar ileri sürenler tâğî denilen haddini
aşmış âsilerdir. Bunlara inananlar, bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler,
küfür içerisindedirler.
Bugün yeryüzünde
yürürlükte olan rejimlerin hemen hepsi, beşerî rejimlerdir ve hükümlerini
kendileri koymakta; dolayısıyla da Allah'ın hükümlerine muhalefet
etmektedirler. O yüzden bu rejimlerin hepsi "tağut" olarak isimlenir.
Bir kimse; Allah'a,
âhirete ve inanılacak hususlara inandığını açıklasa; fakat demokratik, laik,
sosyâlist, kapitâlist vb. rejimlerden herhangi birinin hükümlerini kabûl edip
itaat etse, böyle bir kimsenin irtidâdına hükmedilir. Zîrâ insanları yaratan
Allah'tan başkası, insanların nasıl idâre olunacağı husûsunda ve onların sosyâl
yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine sâhip değildir. Çükün hüküm koyan
insan, o hükme tâbi olmasını istediği insanlardan üstün ve herhangi bir
ayrıcalığa sâhip değildir. Allah katında üstünlük, sâdece takvâ iledir.
(Hucurât 13) Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra, Allah'ın
indirdikleriyle hükmetmeyip, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar
aynı-zamanda "ilâhlık" iddiâsı içindedirler. Dolayısıyla Allah'ın
hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar da, tevhid
akidesinin dışına çıkarlar.
Tağutları
destekleyen, onları ölçü alan, onlara sevgi besleyen her insan, Allah'a ibâdet
ve kulluktan vazgeçip tağutun kulluğunu kabûllenen şeytan askeridir. Allah'ın
emirleri ve yasaklarıyla çatışan nefsi, fertleri, önderleri, rejimleri ve
ilkeleri reddetmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah'a ve O'nun nizâmı İslâm
nizâmına âit olduğunu tasdik etmedikçe, tevhid kulpuna yapışılamaz. (Bkz.
Bakara 256) Müslüman olmak için şart olan tağutun şiddetle reddedilmesi, sâdece
sözle yeterli değildir. Rûhun derinliklerinde kasırgalaşan ve amelî hayatta
netîceler doğuran fiilî bir red gerekir. Bunun için de tağutla savaşmak
lâzımdır.
Peygamberimiz: "Her
kim (tağuta karşı) cihad etmeden ve onunla mücâdele (ederek Hakkı hâkim kılma)
arzusunu rûhunda duymadan ölürse nifaktan bir şûbe üzerinde ölür" (Sahih-i
Müslim; Riyâzü's- Sâlihin, II, no: 1346) buyurmuşlardır. Tağutu kâlben
reddetseler dâhi, fiilen onunla vuruşmayanlar, amelî hayâtın icâbı onunla
anlaşma ve dostluk kurma yoluna gitmeye mecbur kalırlar. Bu da Allah ve tağut
dostluğunu bir-araya getirmek olan nifâkın ilk tezâhürü olur. Hâlbuki Allah,
tağuta ancak kâfirlerin dostluk gösterebileceğini açık bir şekilde
belirtmiştir. (Bkz. Bakara 257)
Müslümanlar, bugün
Allah ve tağut hâkimiyetini, dostluğunu bir-arada yaşatmaya çalışmak gibi sonu
zulmet ve ateş olan çıkmaz bir yolun üzerindedirler. Namazı, orucu... kabûl
edip, hattâ yerine getiren niceleri, İslâm’ın asrımızın yaşayan bir toplumsal
ve siyâsal düzeni olmasını lüzumlu bulmayanlar, Allah ve tağut hâkimiyetini bir
arada tanımış oluyorlar. İslâm insanının yetiştirilmesini isteyen niceleri,
materyalist eğitim sistemine mücâdele etmeksizin rızâ göstermekle tağut
dostluğuna sine açıyorlar. Ferdî mülkiyeti, Allah'ın mülk vb. hâkimiyetini
kabûl eden niceleri, fâiz düzenini zarûri görmekle, tağut egemenliğine baş
eğiyorlar. Ahlâk ve fazîlet ölçülerinin yaşanmasını isteyen niceleri, kişisel
çıkarları uğruna çeşitli çirkinlik ve kötülükleri yapmakla tağut dostluğunu
açığa vuruyorlar. Bütün bu durumlar, kendisinden râzı olundukça veya tağuta
karşı bir îman ve amel harbi açılmadıkça bir küfürdür (Bkz. Nisâ 60).
Avazımızın çıktığı
kadar haykırıyor ve diyoruz ki: Ey müslüman! seçime oy vererek katılıp,
tâğutlardan bir tâğutu tercih edemezsin! Oy vererek demokrasi rejimini zımnen
de olsa kabûllenmiş duruma düşemezsin. Allah'ın hükümleri dışında bir hüküm
ve kânun kabûllenemezsin. Kânun koyucuları seçemezsin. Allah'ın indirdiğiyle
hükmetmeyeceği veya hükmedemeyeceği belli olanların hüküm etmelerine
(hükümetlerine) yardımcı olamazsın. Bu, îmânını tehlikeye sokan bir meseledir!
Müslüman,
düşmanlarına karşı nasıl, neyle korunacak? İslâm Dîni, kâfirlerin kullanmakta
olduğu her türlü hücum ve müdâfaa âletlerini dâvâ için, gâye için meşrû görmüş
müdür? "İslâm gelsin de; ne yolla, nasıl gelirse gelsin" denilebilir
mi?
İslâm nizâmı gelsin
diyerek veya demeyerek, câhiliyye hükümlerinin uygulanmasını mı istiyor bâzı
müslümanlar? Câhiliyye hükümleri uygulansın, ama müslümanlar veya müslüman
zannedilenler eliyle mi uygulansın, bu mu isteniyor? "Onlar, hâlâ
câhiliyye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kimmiş Allah'tan daha güzel hüküm
veren, hüküm koyan? Fakat bunu, gerçekten anlayış sâhibi olan bir toplum
bilir" (Mâide 50).
"Sana indirilen Kur’ân'a
ve senden önce indirilen kitaplara îman ettik diye boş iddiâda bulunanlara
bakmaz mısın? O azgın şeytana, tâğûta muhâkeme olmak, onun hükümlerini kabûl
etmek istiyorlar. Halbûki onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları
çok uzak bir sapıklığa düşürmek ister. Onlara, “Allah'ın indirdiği Kur’ân'a ve
Peygamberin hükmüne gelin” denildiği zaman münâfıkları görürsün ki, senden
düşmanca bir dönüşle yüzçevirirler" (Nisâ 60-61). "... Hüküm
(hâkimiyet, egemenlik ve kânun koyma hakkı) ancak Allah'ındır. Ve O yalnız,
sâdece Kendisine kulluk ve ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte doğru ve gerçek
din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler" (Yûsuf 40)”.
Demokrasi
ve laiklik, dîni dünyâ-hayâtından soyutlamaktır ki bu, dîni yok etmek demektir.
Bu ise küfrün en büyüğüdür.
Ahmet
Kalkan:
“İslâm’a göre
laiklik, “çok dinlilik” demektir. Câmide ibâdet edilen ilâh başka; sokakta,
okulda, işte, mahkemede hâkimiyeti kabûl edilen ilâh başka olsun, Tevhid dîni
İslâm bunu hiç kabûl eder mi? Siyâseti ibâdet, ibâdeti siyâset olan bir
dindir İslâm. Tek Hak Dini devletten ayırdığınızda devlet dinsiz; devleti
dinden ayırdığınızda din, devletsiz ve güçsüz olur. Dinle devlet, etle kemik
gibidir. Devlet, vücut ise, din de o vücûdun canıdır, rûhudur. Bu ikisini
birbirinden ayırmak, insanı/insanlığı katletmektir, cinâyettir.
İslâm’la câhiliyyenin
kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, îmanla küfrün birleşip
bir-araya gelmesi eşyânın tabiatına aykırıdır. Aralarında târih boyunca süren
ve kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz-konusudur. Uzlaşmayı,
kesin nasslara rağmen kabûl edenler, netîcede Allah'ın hor gördüğü kâfirleri
hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya
demokratik İslâm’dan bahsetmeye kadar vardılar” der.
Demokrasi, insan-merkezli bakış-açısına sâhiptir ve bu
bakış-çeşitliği insanların sayısıncadır. Şûrâ’da ise din-fıtrat merkezli bir
bakış-açısı vardır ve ortak bir görüşte birleşmek kolaydır bu nedenle. Çünkü
insanların tamâmı İslâm fıtratı üzre yaratılmıştır.
Demokrasi
bir puttur. Putları insanlar yapar, yine insanlar tapar, sıkıştığında da yer
onları. Meclis ise, helâlin haram, haramın da helâl kılındığı yerdir. Bunları
yapanlar kendilerini ilah îlan etmiş demektir. (Adiy bin Hatem rivâyeti). Bu,
meclistekilere oy vererek onların helâli haram haramı da helâl yapmalarını
onaylamak, onları ilahlaştırmak ya da ilahlıklarını onaylamak demektir. "Yuh olsun size ve Allah'tan başka
taptıklarınıza! Siz, aklınızı kullanmaz mısınız?" (Enbiyâ 67).
Laiklik
ve demokrasi bir dindir. Laik ve demokratik olduğunu îlân tüm devletler aslında
teokratik devletlerdir ve yöneticileri de ruhbanlardır. İslâm’dan başka tüm
dinlerde ruhbanlık vardır.
Peygamberimiz:
"Benden sonra bir-takım emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların
yalanlarını tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden
değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim 'havz'ımın etrafına
yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara
yardım etmezse bendendir. Ben de onunla berâberim. Ve o kimse havzımın
kenarında bana ulaşacaktır" (Sünen-i Tirmizî, 121, hadis no: 2360).
Peygamberimiz,
kendisine yapılan: “gel bir-iki sene sen idâre et, bir-iki sene de biz idâre
edelim (demokrasi) talebine en ufak bir tâviz vermeyerek reddetmişti. “Bir
elime Güneş’i, diğer elime Ay’ı verseler vazgeçmem, tâviz vermem” demişti.
Ahmet
Kalkan:
“Eski Türkçe'de
fırka, Arapça'da hizip (hızb) diye karşılık bulan, bu-günkü Türkçe'de
Avrupa'daki kullanılışı gibi aynen kullanılan "parti" zâten parça
demekti. Partinin bu anlamı, âileleri, samîmi insanları bile nasıl parçalayıp
birbirine düşman ediyor, müslümanlar nasıl parça-parça olup, kardeşliğini
unutup düşman hâle geliyor, bu seçim atmosferinde daha berrak
gözükmektedir.
Demokrasiyi ve
seçimlerde oy vermeyi savunmak, giderek bizim mahalleyi ciddî boyutta sarsacak
bir konu hâline dönüştü. Güzel istisnâlar dışında kimse, Kur’ân’dan yola
çıkarak tezini savunmuyor. Kur’ân’da hiç-bir delil bulamayan tâvizci zihniyet,
eskiden bêri varsa-yoksa “Hılfu’l-fudûl, Rumların gâlibiyetine sevinmek,
ehven-i şer, Habeşistan’a hicret ve Hz. Yûsuf’un idâreciliği”ni Kur’ân’a ters
yorumlayarak Kur’ân’daki muhkem âyetlerin karşısına delil gibi çıkarmaya
çabalıyor.
Aklınıza ne kadar
büyük günah ve hattâ şirk eylemi gelirse gelsin, “ehven-i şer” damgası
vurulunca iş hâllolur; damga tutmadıysa, “hılfu’l-fudûl”; benzemediyse “Hz.
Yûsuf’un idâreciliği” ile örülmüş bir laf salatası; daha tutmadıysa, “oy
vermeyin de koyverin mi diyelim” bilimselliği. Efendim, “maslahat icâbı”, “ne
yâni şerrin ehvenini (küçük şerri) desteklemeyelim de büyük şer mi başımıza
belâ olsun?” gerekçesi; tüm tevhidî ve Kur’ânî referansları geçersiz kılacak
“târihselci” anlayış(sızlık)tan beter bir işlev görüyor.
Demokratik kültürde
“insan hakları” esastır. İnsan hakları, özgürlük, hümanizm, rasyonalite v.b.
bölünmez bir bütünü oluştururlar. Demokratik açıdan, Din’in (İslâm’ın) diğer
insanlara tebliğ edilmesi gibi bir niyet, bağışlanabilir bir teşebbüs değildir,
absürddür. Çünkü tebliğ, dâvet edilen kişinin kâfir olarak algılandığı anlamını
içkindir. Bu ise evrensel insan hakları anlayışına aykırıdır ve onları
ötekileştirmeye kimsenin hakkı olmadığı iddia edilir.
Beşerî anayasalar ve
demokratik düzenler, “öteki” diye bir şey tanımaz. Kimse ötekileştirilemez.
Vatandaşlar anayasa nazarında eşittir. İslâm’da ise insanlar mü’min, müşrik,
müslüman, kâfir, fâsık gibi inanç gruplarına ayrılır. İslâm açısından
mü’minler/müslümanlar doğru yolda, diğerleri ise bâtıl yoldadır.
“Beşerî anayasalarda
ve demokraside ise; insanların inanma ya da inanmama özgürlüğü vardır”
deniyorsa da, aslında tamâmen “inanmama özgürlüğü” güvence altına alınmaktadır.
Demokratik hak ve özgürlük anlayışı, gayri müslimlerin her türlü inançsızlık,
ahlâksızlık, içki, kumar, fâiz, her türlü cinsel sapkınlık, her türlü “giyim”
değil, her türlü çıplaklık ve teşhircilik; plajlar başta olmak üzere, her türlü
eğlence; güzellik yarışmaları ile, kadının şeref ve haysiyetini metalaştırıcı,
beş paralık bir cinsel paçavraya dönüştürücü her türlü sapkınlığını hem meşrû
sayar, hem de güvence altına alır. Bu anayasaların İslâm’la temelden çeliştiği
ise gâyet açıktır.
Muhammed (s.a.s.)
Peygamber olarak Allah tarafından görevlendirildiği andan îtibâren, hiç-bir
“sivil” vasfı kalmamıştır. O artık, bütün Mekke halkını “öteki” olarak gören;
toplumun akidevî, ekonomik, ahlâkî, siyâsî temellerini, kelimenin tam anlamıyla
dîne dayandıran ve ileri aşamada bu vasıfta bir devlet kurmayı hedefleyen bir
siyâsî kişidir.
İslâm, kendinden
başka hiç-bir din, düşünce ve hayat-görüşünü meşrû saymaz. Bir şey ya İslâm’dır
ya da küfürdür. İslâm, başkalarının haklarına saygı; öteki’ne saygı,
çoğulculuk, hoşgörü, diyalog, interaktif ilişki gibi sloganlarla, İslâm’i akidenin
sulandırılmasını, İslâm’i siyâsî duruşun za’fa uğratılmasını aslâ kabûl etmez.
Allah,
Elçisine, yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve Din tamâmen Allah’a has kılınıncaya
kadar kâfirlerle savaşmasını emretmektedir (Bakara 193; Enfal 39).
İslâm’ın bir “din”
olarak nasıl yaşanacağı, nasıl tebliğ edileceği, İslâm’ın neye tâlip olduğu,
neye tâlip olmadığı tamâmen onun kendi içinde belirlidir. İslâm başka
hiç-bir ideolojinin sığıntısı olamaz. Hiç-bir ideolojinin kavramları ve
kurumlarıyla İslâm açıklanamaz, tanımlanamaz. İslâm hiç-bir kâfir ideolojinin
dayattığı koşullarla uzlaşmaz. İslâm’ın şerefli peygamberler silsilesi, İslâm’i
hayâtın ve İslâm’i tebliğin en mükemmel örnekleridir. İslâm-dışı siyâsî bir
sistemin açık kapılarından girilmek sûretiyle nebevi bir tebliğin yapıldığı da
hiç-bir zaman görülmemiştir” der.
Ali Bulaç:
“Dînin
kendine çizdikleri özerk sınırlar içinde siyâsete, iktisâdi hayâta, devletler
arası ilişkilere, toplumsal ve kamusal politikalara karışmayacağını/karıştırılmayacağını;
hayat-alanlarının düzenlenmesinde dînin referans alınmayacağını savunanlar,
hakîkatte dîni kendi içinde reforma uğratanlar, Kur’ân’ın açık ifâdesiyle
“Kitab’ın bir kısmını kabûl edip bir kısmını reddeden kimseler”dir: “Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da
bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların
dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de
azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır’’ (Bakara 85).
Ali Akay:
“İnsanların
hayâta bakışındaki farklılıklar ortak-yola girmeyi engellemektedir. Siyâsi
partilerin bu denli az heyecan verici olmaya başlaması, biraz da "temsil
edilemezlik" nedeniyle kendini gösteren bir durumdur. Önceleri kralın veya
sultânın hayâtı model olarak alınıp o model üzerinden toplumsal düzen
kuruluyordu. Şimdi ritüeller çoğaldı, geleneksel normlar değişti.
Buna
göre her bir grubun ayrı ritüelleri, hayat-görüşleri olmaya başladığında,
lîderlik için ortaya çıkan çobanlar yol göstermez olduğunda, temsilî ilişki de
ortadan kalkmış oldu. Atomize olmuş toplumlarda, belli bir siyâsi partinin
belli seçmenleri temsil etmesi durumu artık söz-konusu değildir. Temsîliyet
sorunuyla berâber insanların ilgileri başka noktalara kayar. Yeni ilgi odakları
çıkmaya başlar” der.
20. yüzyılın ve insanlık târihinin en büyük trajedilerinin
yaşandığı 1. ve 2. Dünyâ savaşları, en çok insan kaybının yaşandığı
savaşlardır. Ve bu savaşları çıkaranlar demokrasiyle iş-başına gelmiş olanlardır.
Târihte
demokrasinin çözmüş olduğu bir zulüm-örneği yoktur. Zâten sözde-iyilikle
çözülmüş (biri hâriç) zulüm örneği de yoktur:
“Keşke söz-konusu yıkıma uğramış şehirlerden her-hangi biri
îman etseydi de, îmânının yararını görseydi!. Yalnız Yunus’un soydaşları hâriç” (Yûnus 98).
Demokrasi bir
“kendi-kendine yetme sistemi”dir. Kur’ân “İnsan
mutlakâ azar, kendi-kendisine yettiğini zannettiğinde” (A’lak 6-7) der.
Sürekli
değişebilen kuralların olması, bir kuralın olmaması anlamına gelir. Değişmeyen
kurallar ise bir tek “din”de vardır ki bu da Allah indinde tek din olan İslâm
dîninin kurallarıdır. Çatısını vahyin belirlediği bu kurallar ise demokrasi ile
taban-tabana ters kurallardır. Allah ile insanların koyduğu kurallar arasında,
Allah ile insan kadar fark vardır.
Muhammed Emin Tombak şöyle der:
“Günümüzde müslümanlar çok önemli
bir sınavdan geçmektedirler. Bu sınav çürükleri ayıklayarak gerçek anlamda
müslümanları tespit etmektedir. Günümüzün en önemli problemi tağûti sisteme
entegre olan (eklemlenen) müslümanlardır. Sisteme entegre olmaktan kastım,
müslümanların bu sistemi benimsemeye başlamasıdır. Normâlde müslümanlar
tağûti sistemleri benimsemezler, bu sistemlerden uzak dururlar, yâni
peygamberimizin ve ashâbının yaptığı gibi yaparlar, yâni bu sistemin kânun
makamlarından uzak dururlar, bu sistemi yönetecek ve kânunlar koyacak tağutları
seçmezler, anayasa gibi beşer kânunlarının belirlenmesi için yapılan
referandumlara katılmazlar, ayrıca bu sistemi yönetecek ve kânun koyacak konuma
gelmezler. Ama günümüzde çoğu müslüman bu tavrı sergileyemediği gibi bu sistemi
meşrû görmeye başlıyorlar. Size peygamberimizin hayâtından bir kesit ve bir
âyet sunacağım:
Rûhûl Meani tefsirinde İsrâ
sûresi 74, 75’ inci âyetlerin iniş sebebinde şu rivâyet geçer: İbni Ebi İshak,
İbni Mardeveyhi ve başkaları Hz. Ömer’den rivâyet ederler: “Ümeyye bin Halef,
Ebu Cehil ve Kureyş’ten iki adam Hz. Resûlullah (s.a.v)’e geldiler. Dediler ki:
Gel putlarımıza elini sür. Bizler de senin dînine gireriz. Kavminin İslâm’dan
uzak oluşları Hz. Resûlullah (s.a.v)’e ağır geliyor ve onların müslüman
olmalarını çok istiyordu. Onların bu sözlerine karşı Hz. Resûlullah’ın kâlbi
yumuşadı. Bunun üzerine Allah’u teâlâ bu âyeti indirdi:
“Eğer biz seni
sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara az bir şey (de olsa) eğilim
gösterecektin. Bu durumda, biz sana, hayâtın da kat-kat, ölümün de kat-kat
(acısını) tattırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın” (İsrâ 74-75).
Bazı tefsirlerde bu âyetin iniş
sebebi hakkında şöyle geçer: Bu tekliflerden biri "Sen bizim ve
atalarımızın bağlı bulundukları ilahları eleştirme, biz de senin ilahına kulluk
yapalım".
Bu tekliflerden biri
de bâzılarının: "Allah nasıl Kâbe'yi kutsal saymışsa, sen de bizim
yurdumuzu kutsal sayarsan sana uyarız" demeleridir.
Bu tekliflerden biri
de: Onlardan bâzılarının fakirlerin katıldığı oturumdan ayrılarak kendilerine
bir oturum ayırmasını istemeleridir...
Yine Cenâbı Hak şöyle
buyuruyor:
“Seninle birlikte tevbe edenlerle
birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın. Çünkü O,
yaptıklarınızı görendir. Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş
dokunur. Sizin Allah'tan başka velîleriniz yoktur, sonra yardım
göremezsiniz” (Hûd 112-113).
Görüldüğü gibi; peygamberimizin
tavrı açık ve nettir. Peygamberimizin bir-an kâlbi yumuşama hissettiğinde,
Allah peygamberimizi bu âyetlerle uyarmıştır. Peygamberimiz bu uyarıların
şiddetinden olsa gerek "Hûd sûresi başımı ağarttı" demiştir. Bu örneklerden
yola çıkarak tavrımızı kesinlikle belirlemeliyiz. Tağutlara tâviz
vermemeliyiz”.
Demokrasi, tüm insanlara demokrat
bir düşünme şekli dayatan baskıcı bir yönetim şeklidir.
Timurtaş
(Uçar) Hoca:
“Kralın
kânunlarına Allah'ın kânunları diyen şerefsizdir, nâmusuzdur” der..
İnsanlar, mü’min
olduklarını, Kur’ân’a inandıklarını, peygamberlere inandıklarını söylüyorlar
fakat Kur’ân’ın hakemliğini kabûl etmiyorlar.
Hikmet Ertürk:
“Allah kâfirlere
mü’minler üzerinde aslâ velâyet hakkı tanımamıştır” (Nîsâ141).
Şimdi müslümanlar bu
hüküm gereği günümüz siyâsi anlayışını aslâ kabûllenemezler.
Laik; Yunanca Laikos, yâni
halktan olan, din-adamı olmayan, Latince Laicus’tan Fransızca Laic veya Laigue
kelimelerinin Türkçe telaffuz şeklidir. Eski çağlardan beri din-adamı olmayan,
ruhânî bir sıfatı ve dinsel bir işlevi bulunmayan kişi, kurum ve nesneleri,
kısacası, dînin dışında kalan alanı belirtmek için kullanılmış.
Fakat İslâm bu alanı bir-birinden
ayırmıyor. Hele ki müslüman olmayanların yönetici olmalarına izin vermiyor.
Hattâ İslâm siyâset târihinde hiç-bir fâkih kâfirin yöneticiliğini
tartışmamıştır da. Çünkü Kur’ân’la sâbittir ki kâfirlerin mü’minler üzerinde
velâyet hakkı yoktur.
Yâni Allah’ın vâr
olduğunu kabûl ediyoruz fakat Allah varmış gibi yaşamıyoruz. Bu hâl yaşantımız
içerisinde belirgin, görünür değil.
Bir kez; îman edenler egemenliğin
mutlak olarak “vahye ve Resûl’e (s.a.v.) uymayı gerektirdiğini bilmeliler.
Bu-günün insanı dünyevileşmiştir ve olayları dînin dışından
değerlendirmektedir. O yüzden çıkarlar belirleyicidir. Bunların hayâtında Allah
aslâ belirleyici olamıyor. Hayâtın içinde değil. Zâten bir kişi için bundan
daha çirkin bir davranış, Allah’a karşı bundan daha küstahça bir tutum olamaz.
İslâm’ın ön-gördüğü
bir duruşa sâhip olunmadan oluşturulan toplulukların herhangi bir toplumsal
değişime katkı sağlaması mümkün de değildir. Zâten olmuyor da.
Şu-günlerde kimi İslâm’i
çevrelerin câhili sistemlere payanda olarak varlıklarını sürdürmeye çalışmaları
İslâm adına çok utanılacak bir durumdur. Allah’ın egemenliğini ölçü almayan tüm
sistemler Allah’ın hükümlerini dışlayan sistemlerdir. Bunu böyle anlamalıyız.
Seyyid Kutub’un dediği gibi, ne
yazık ki, zaman-zaman bu gerçeği unutuyoruz. Bu yüzden, tüm değerlere ilişkin
ölçülerimiz karışmakta, bütün bağlarla ilgili düşüncelerimiz karmaşık hâle
gelmekte, ellerimizdeki tüm kriterler bozulmaktadır. Ne tarafa gideceğimizi,
neyi alıp neyi bırakacağımızı bilmez hâle gelmekteyiz.
Karşımızda kendi
güçlerinin farkında olmadan hareket eden ödünç kimlikler ile toplumda vâr olan
büyük bir kalabalık var.
“Bu kesimler iktidar sâhiplerinin
ellerindeki caydırıcı güce aldanmaktadırlar. Bu otoriteyi yeryüzünde dilediğini
yapabilen tek egemen güç sanıyorlar. Bu yüzden korku ile ümitle bu güce
yöneliyorlar. Ondan korkuyor endişeleniyorlar. Vereceği zarardan korunmak ya da
onun koruyucu (!) kanatları altına girmeyi garantilemek için onları hoşnut
etmeye çalışıyorlar.
En azından bilinçli olanlarımızın
böylesi iktidar sâhiplerine karşı yumuşak tavırlar sergilemesi olmamalıydı. Bu
kesimler yalancıdırlar, hayra engel olmaktadırlar, saldırgan ve günahkârdırlar,
mal yarışına girmişler ve kazançları ile övünmekte caka satmaktadırlar.
İnananları Allah ile aldatmaktadırlar.
Laik ve seküler bir hayâtı
içselleştirmiş vahyi dışlayan böylesi kişilere karşı mücâdele etmemiz ve
onlardan ayrışmamız emredilmekteyken, onlarla aynı havayı soluyabileceğimizi
söylemek, onların oluşturmuş oldukları sistemlere sâhip çıkmak ya da böylesi
bir sistem içerisinde İslâm’i yaşantımızı sürdürebileceğimizi düşünmek, Kur’ân’ın
emirlerini anlayamadığımızı gösterir. Allah’ın “soysuz ve alçak” olarak
nitelendirdiği kimselerle ortak noktalarımız olamaz. Eğer böyle bir şeye
yelteniyorsak bu onlara kendi adımıza vereceğimiz tâvizler sebebiyle
oluşabilir. Hâlbuki böylesi devlet ya da sistemleri güçlü görüp buralara
sığınmamız gerçekte aldatıcı bir şeydir.
Bizler Ankebût Sûresi 41. âyette
geçtiği üzere; gerek fertlerin, gerek toplumların, gerekse devletlerin
ellerindeki bu güçlere sığınmanın tıpkı örümceğin ağdan örülü yuvasına
sığınması gibi olduğunu unutmamalıyız. Bu zayıf, güçsüz ve çâresiz örümceği,
gevşek yuva koruyacak değildir. Bu zayıf eve sığınmakla tehlikelerden
korunmamız mümkün değildir.
Bizler için Allah’ın
himâyesinden başka bir himaye, O’nun güvenilir korusundan başka bir sığınak,
O’nun sarsılmaz gücünden başka bir destek yoktur.
Kur’ân’dan öğreniyoruz ki;
Allah’ın gönderdiği Elçileri de aslâ kendilerini başkalarının yönetmesine izin
vermemiştir. Dâvetleri başkaları tarafından destek görmese bile tek-başlarına
kalsalar bile bu böyle olmuştur. Hz. İbrâhim tek-başına ümmettir/devlettir.
O yüzden demokratlık bir
müslümanın kimliği olamaz. Ve İslâm’ın kendisi müslümanları yönetmelidir. Yâni
bizi yönetenler bizden olmalı, kullandıkları araçlar/vâsıtalar da İslâm’dan
olmalıdır. Demokrasi aslâ İslâm’i bir yönetim biçimi olamaz. Öyle ki; İslâm’ın
yönetim biçimini demokrasiye nispet etme gayretini taşıyan mülâhazalar yanılgı
içinde kalmaya hükümlüdür.
Eğer İslâm’i bir ortamın
oluşturulması amaçlanıyorsa, bu, İslâm’ın öngördüğü yöntemle
gerçekleştirilebilir. Demokrasinin kolaylıklarından yararlanarak ulaşılabilecek
her sonuç demokrasinin mülâhazat hânesine bir artı olarak kaydolur. Buradaki
inceliğin kavranmasını önemle ve özellikle talep ediyorum.
O yüzden bizler câhili bir sistem
içerisinde nasıl bir başarı kazanırsak kazanalım bu İslâm hânesine yazılan bir
başarı değildir. Bu sözü bir-çok kardeşimiz ısrarla söylüyorken, maalesef kimse
bu uyarılara kulak kabartmamıştır.
Hattâ Yüce Allah’ın
uyarıları bile göz-ardı edilebilmiştir.
“Ey Muhammed! Sana indirilen Kur’ân’a
ve Sen’den önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun?
Tağuta (İslâm’ın dışındaki bütün sistemler ve kânunlar) muhâkeme olmayı
istiyorlar. Oysa onu reddetmekle emr olunmuşlardı. Şeytan onları derin bir
sapıklığa saptırmak ister” (Nîsâ 60).
Seyyid Kutub bu
ayetin açıklamasında diyor ki ;
“Şu şaşkınların şaşkınlıklarına
bak! Bunlar mü’min olduklarını iddia ediyorlar, sonra da bir-anda iddialarını
yine kendileri çürütüveriyorlar. Bunlar bir yandan “Sana ve senden önceki
peygamberlere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürüyorlar” sonra da sana
ve senden önceki peygamberlere indirilen kitapların hakemliğini
benimsemiyorlar. Bunun yerine başka bir kaynağın, başka bir sistemin, başka bir
hüküm merciinin hakemliğine baş-vurmak istiyorlar. Tağutun hakemliğine
baş-vurmak istiyorlar. Sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara
dayanmayan; ölçüsünü, kriterini sana ve senden önceki peygamberlere indirilen
mesajlardan almayan bir hüküm-kaynağının yargısına boyun eğiyorlar. Böyle bir
hüküm-kaynağı, hem ilâhlığın başta gelen yetkisini kendisine yakıştırdığı için
ve hem de hiç-bir değişmez kritere bağlı olmadığı için “tağut”tur, yâni
azgınlık ve taşkınlıktır.
Bu adamlar bu işi
bilmeyerek, yanılgıya düşerek yapmıyorlar; tersine yargısına baş-vurdukları bu
tağutun hakemliğine baş-vurulmasının yasak olduğunu kesin olarak biliyorlar.
Çünkü “ona karşı çıkmaları, onu tanımamaları emredilmiştir”. O hâlde mesele
bilmemek ya da yanılgıya kapılmak meselesi değil. Tersine ortada inatçılık ve
kasıt vardır. Bundan dolayı bu iddiaları, yâni “sana ve senden önceki
peygamberlere indirilen mesajlara inandıkları” şeklindeki iddiaları
geçersizdir, asılsızdır” der.
Atasoy Müftüoğlu:
“Gazze çağında, Guantanamo
çağında, Ebu Gureyb çağında, hiç kimsenin Yahudi fundamentalizmini hiç-bir
şekilde sorgulamaya cesâret edemediği bir çağda, “insan hakları”ndan,
“hukuk”tan, “demokrasi”den söz etmekten daha büyük bir saçmalık, daha büyük bir
yalancılık olamaz” der.
Demokrasi
“halk için” değildir. “Belli bir kesim” içindir. Ali Şeriati:
“Halkın, yâni toplumun büyük
çoğunluğunun da, toplumun geleceğini belirlemede payı olduğunu kabûl eden
akımlar vardır. Fakat, antik ve çağdaş biçimleriyle demokrasi de dâhil olmak
üzere hiç-bir düşünce-akımı, toplumsal gelişme ve değişmede kitlelerin temel
etken olduğunu kabûl etmemektedir. Demokratik düşünce akımları, en iyi yönetim
biçiminin, halkın yönetime katılması olduğuna inanmaktadırlar; ama Atina
demokrasisinden günümüze kadar bu akımların hiç-biri halk-yığınlarının
toplumsal değişikliğin ve kalkınmanın belirleyicisi olduğunu kabûl etmemiştir.
Öyleyse, en demokrat sosyologlar bile bir-yandan halkın seçimlerde oy
kullanarak yönetime katılmasının en iyi devlet ve toplum-düzeni olduğunu ileri
sürerken; öte-yandan “halk”ı toplumsal değişikliğin ve gelişmenin temel etkeni
olarak kabûl etmeye yanaşmamaktadırlar” der.
Demokratik ülkelerde hüküm yetkisi aslında direkt olarak
siyâsalların ve meclisin elinde değildir. Küresel sermâyenin ve büyük
şirketlerin elindedir ki bu durum tam bir kölelik ve tutukluluk hâlidir. Mete
Gündoğan bu konuda şunları söyler:
“Bugün
ülkemizde sermâye sınıfının etnik ve sosyo-kültürel açıdan azınlık niteliği ve
karakteri taşıması doğal olarak onların icraatlarına da yansımaktadır.
Türkiye’deki egemen sermâyenin reel yatırımdan ziyâde finansal yatırımlara
eğilimli olması ve sürekli “yükte hafif pahada ağır” enstrümanlara yatırım
yapması, sermâyenin düşünsel tutumu ve etnik kökeni ile doğrudan alâkalıdır.
Çünkü azınlık sermâyesi her zaman reel yatırımdan ziyâde finansal yatırıma
eğilimlidir. Mevcut sermâyenin sosyo‐kültürel kökeni, politik iktidar
ile ekonomik iktidar arasındaki ayrışma ve çatışmanın temelini oluşturmaktadır.
Seçim mekanizması sâyesinde, nüfusla doğru orantılı olarak siyâsal iktidar
üzerinde belirleyici olan halk, ekonomik düzlemde azınlık konumundadır.
Siyasetin çoğunluk tarafından şekillendirildiği bir ortamda, ekonominin azınlık
zihniyetinin elinde şekillenmesi sonuçta muktedir bir iktidârın doğmasını
engellemektedir. Halkın büyük çoğunluğunun oylarıyla iktidâra gelen kadroları,
bir ikilem beklemektedir. Bu kadrolar ya azınlık zihniyetinin elindeki ekonomik
iktidâra teslim olarak kendi tabanları -seçmenleri‐
ile çatışmakta ya da kendi tabanı lehine düzenlemeler yapmak için ekonomik
iktidarla çatışmaktadır. Birinci seçenekte iktidâra gelen güç, bir sonraki
seçimde seçmen tarafından cezâlandırılırken, ikinci seçenekte ekonomi politik
iktidar mücâdelesi genelde dış güç odaklarının müdâhalesi ile sonuçlanmaktadır.
Bu mücâdelede dış güçlerin taraf olduğu kesim genellikle kazançlı olarak çıkmaktadır.
Daha teknik bir ifâde ile, bu üç odaktan anlaşabilen, ikili mücâdeleyi
kazanmaktadır. Ya iktidar erki dış-güç odaklarının himâyesine girerek ekonomik
iktidâra karşı konum kazanmakta ya da ekonomik iktidar dış güç odaklarının
desteği ile siyâsal iktidarı
değiştirmektedir. Ekonomik iktidar ile siyâsal iktidârın birlikte hareket etme
olasılığı ise bu zamâna kadar en zayıf olasılık olarak tebârüz etmiştir. Bu
zâfiyet hem siyâsal ve ekonomik iktidârın niteliğinden kaynaklanmakta hem de
dış-güç odaklarının Türkiye’yi kendi hâline bırakmak istememesinden kaynaklanmaktadır.
Dış-güç odakları her-zaman bir şekilde ülkemiz ekonomi-politik denkleminde etkin
rôl ala-gelmişlerdir.
1950’den
bu yana yaşanan tüm seçimlerde bu üç gücün mücâdelesine tanık olmaktayız. Bir-yandan
siyâsal iktidar ekonomik iktidâra karşı konum kazanmak için millî menfaatlerden
tâviz verip dış güç-odaklarının desteğini alırken diğer yandan dış güç-odakları
da siyâsal iktidârın kendilerine bağımlılığını sürekli kılmak için ekonomik
iktidârın alternatif olarak devâm etmesini sağlamaktadırlar. Dolayısıyla bu
üçlü dengede sürekli kazanan taraf dış-güçler olmaktadır. Sonuçta ekonomik iktidar
ve siyâsal iktidar aynı gerekçelerle dışa mutlak bağımlı hâle gelmektedirler.
Ülkemizde
24 Ocak 1980 kararları ile birlikte siyâsal iktidârın elinde vâr olan ekonomik
yapılar yine siyâsal iktidârın var veya tercih ettiği kartellere devredilmeye
başlanmıştır. Özelleştirme, pazar dinamikleri ve rekâbet adı altında kartel hâkimiyeti
kurumsallaştırılmıştır. 1980 sonrası liberalizasyon süreci ve Derviş
Restorasyonu ile rantiyeci elit bir asrı aşkın süredir kamu inisiyatifi ile vâr
edilen ekonomiyi tek-yanlı olarak ele geçirmiştir. Bu durum, piyasa dinamikleri
çerçevesinde serbest pazar ilkelerine göre işleyen bir ekonomik sistemin
kurumsallaşması yerine, tekelci vahşi kapitâlizmin daha da güçlenmesine yol
açmıştır.
Artık
siyâsal ve ekonomik iktidârın halkın refah ve huzûru için koordineli bir
şekilde çalışması imkânı giderek ortadan kalkmaktadır. Pazar dinamiklerinden
uzak, rekâbetçi olmayan kartelci sermâye siyâsal iktidar karşısında ekonomi
teorisini gerekçe göstererek özerk bir konum kazanmıştır. Bu durum millî
egemenliği ve demokrasiyi işlevsiz hâle getirdiği gibi, kamusal refah düzeyini
de arttırmamaktadır. Sınırsız ve kontrolsüz sermâye özerkliği, siyâsal
iktidarların tüm icraatlarını bloke edebilmekte ve hattâ bâzen millî egemenliği
dâhi etkisiz hâle getirebilmektedir. Millî egemenliğin TBMM’den sermâyenin
eline geçişi olarak değerlendirebileceğimiz bu yapılanma; finans piyasaları, hükûmet
ve parlamentonun tüm icraatlarının sınandığı bir muhâlefet platformuna
dönüşmüştür.
Sonuç
olarak, 1980’den sonra giderek derinleşen ekonomik ve siyâsal iktidârın ayrışma
süreci ile birlikte günlük hayâtın tüm alanlarında materyalist zihniyet de
güçlendirilmiştir. İnsanlar neredeyse bütün olayları ekonomik rakamları ile
değerlendirir olmuşlardır. Bu da ekonomik iktidârı elinde bulunduran dar bir
kesimin geniş halk yığınları üzerinde egemenlik têsis etmesine yol açmıştır.
Ekonomik gücü elinden giden siyâsal iktidarların işlevsizleşerek geniş halk
yığınlarına yabancılaşması sonucu depolitizasyon yaygınlaşmıştır. Ekonomik iktidârı
kaybeden siyâset mekanizmasına ve siyâsetçilere olan güven aşınmıştır. Ekonomik
iktidar ise tekelci bir yapı kazanarak
bütün piyasa dinamiklerini ve serbest pazar şartlarını tahrip etmiştir. Sermâye
birikiminin üretim fonksiyonundan ayrışarak kendi-kendini besleyen bir döngüye
girmesi sonucu, ekonomik büyüme halka yansımamaya başlamıştır. Çevre kirliliği
ve kayıt-dışı istihdam ise apayrı bir sorun olarak yaygınlaşmıştır”.
Evet; demokrasi,
“kırk satır mı kırk katır mı” (iki olumsuzluktan birini seçmek) meselesidir.
Medine
vesikası bir koalisyon (demokrasi) değildir. Çünkü sorunlar Allah ve Peygamberine
götürülecek denilir: Madde
23- “Üzerinde ihtilâfa
düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir”.
Demokrasinin
Batı tarafından konmuş kuralları vardır ve bu kuralların dışındaki bir
demokrasi zâten kabûl edilmez. Bu nedenle bahsedilen demokrasi “Batı demokrasisi”dir.
Firavunların ezelî korkusu.
Gerçekten haklılar korkmakla: “Firavun dedi ki: 'Bırakın beni, Mûsa'yı öldüreyim de
o (gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü sizin dininizi değiştirmesinden ya
da yer-yüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum” (Mü’min 26).
Dediğimiz
gibi; cumhuriyet ve onun eylem-şekli olan demokrasi, burjuvanın, zenginliklerini
korumak için sözde halka da oy kullandırarak halkı da iknâ etmek için uydurduğu
ve kurduğu bir sistemdir. Böylece herkes oy verdiği için artık îtiraz
edemeyecekler. Ki bu oyu kendilerine gösterilenlere veriyorlar. Adayı halk
belirlemiyor hiç-bir zaman. Kimseyi ve hiç-bir partiyi istediğimiz zaman değiştiremiyoruz.
Bir-kere oy kullandığında artık 4-5 yıl bekliyorsun değiştirmek için.
Demokrasilerde halkın (gerçek irâdesi olmayan) görüşüne 4-5 yılda bir
baş-vuruluyor. Bu demokratik sistemde zenginler refahlarını sürekli arttırırken,
demokrasiyi ayakta tutan oyu kullanan halk ise sürekli yerinde sayarak sonsuz
umutlara kapılır durur. Durumu hiç-bir zaman değişmez.
Merhum
Üstad Ebu’l Hasan En Nedvi:
“Tekrâr ediyorum, kriz;
adam kıtlığı, îman ve ahlâk krizidir. Kendimi, hükûmet ve partilerin
değişmesiyle durumun değişeceğine inanmaktan tenzih ederim'' der.
Siyâsi partiler kânununun 86. maddesinde
açıkça şöyle denir: “Siyâsi partiler, Türkiye Cumhuriyetinin laiklik
niteliğinin değiştirilmesi ve halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemez ve
bu amaca yönelik faaliyetlerde bulunamazlar”.
Anayasanın 24. maddesinde ise: “Kimse,
Devletin sosyâl, ekonomik, siyâsi veya hukûki temel düzenini kısmen de olsa,
din-kurallarına dayandırma veya siyâsi veya kişisel çıkar, yâhut nüfûz sağlama amacıyla
her ne sûretle olursa-olsun, dînî veya din-duygularını, yâhut dince kutsal
sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz”.
Fâruk Furkan Allah’tan başka kânunların ve kânun
koymanın ne denli bir çirkinlik olduğunu şu şekilde anlatır:
“Bir insanın “benim Kitabım Kur’ân’dır” demesi her-hâlde sâdece elindeki
mushafın Allah’tan geldiğini îtirâf etmesi anlamına gelmez. Zîrâ gerektirdiği
doğrultuda bir hayat sürdürmediği hâlde nice insan bu kitabın Allah’tan
geldiğini kabûl etmekte ve bunu dili ile söylemektedir. Ama bu kabûl ve îtirâf,
onları Kur’ânî bir hayat yaşamaya sevk etmemiştir. Demek ki bir insanın
“Kitabım Kur’ân’dır” demesi onun kitabının hakîkaten Kur’ân olması anlamına
gelmez. Tıpkı bana âit olmayan bir ev için “bu ev benimdir” dememin, evin benim
olması anlamına gelmediği gibi…
Şunu kesin olarak bilmek gerekir ki, bir insanın “Kitabım
Kur’ân’dır” demesi aynı-zamanda “beni doğruya yönlendirecek, beni düzeltecek,
beni idâre edecek, hükümlerine baş-vuracağım, ihtilaflarımı çözeceğim, emirlerini
ve yasaklarını tatbik edeceğim, ahkâmını uygulayacağım kitap Kur’ân’dır” demesi
anlamına gelmektedir. Bir kul her ne zaman bu şekliyle Kur’ân’a yaklaşırsa işte
o zaman gerçek anlamda “Kitabım Kur’ân’dır” demiş olur; aksi-hâlde Kur’ân’ı, Kur’ân
olarak kabûl etmemiş demektir. Yüzlerce kere de bu sözü söylese Kur’ân hiç-bir
zaman onun kitabı olmayacaktır.
Unutmamak gerekir ki kitap, ancak ve ancak hayâta şekil verdiği, insanı
yönlendirdiği ve içerisindeki kânunlar tatbik edildiği zaman kitaptır. Hayâta
şekil vermediği, insanı yönlendirmediği ve içerisindeki kânunlar tatbik
edilmediği zaman kitap, gerçek anlamda kitap değildir; içi boşaltılmış ve
sâdece sûreti kalmış bir kağıt yığınıdır.
Kur’ân hükmetmek için indirilmiştir. İnsanlar arasında,
anlaşmazlığa düşülen meselelerde, problemlerde ve ihtilaf hâlinde hüküm vermek
için.
“Biz sana Kitab’ı (Kur’ân’ı) insanlar arasında Allah’ın sana
gösterdiği şekilde hüküm veresin diye hak ile indirdik. Sen, sakın ha hâinlerin
savunucusu olma!” (Nîsâ 105).
“Artık, onların arasında Allah’ın indirdiği (kitap) ile
hükmet ve sana gelen haktan ayrılıp da onların arzularına uyma!” (Mâide 48).
“Onların aralarında, Allah’ın indirdiği (kitap) ile hükmet. Onların
arzularına uyma ve Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından (Kur’ân’ın bâzı
hükümlerinden) seni şaşırtmalarından sakın” (Mâide 49).
İşte Kur’ân’ın indiriliş gâyelerinden birisi budur. Ama gelin görün ki
insanlar onu bu gâyeden uzaklaştırmış ve onu sâdece alınıp öpülen, alına
konulan, mezarlıklarda, kandil gecelerinde veya merâsimlerde teberrüken okunan
bir kitap hâline getirmiştir. 21. yüzyılın Kur’ân karşısındaki en büyük
problemi budur.
Kur’ân müslümanın anayasasıdır. Kur’ân tıpkı bir ibâdet kitabı, bir
ahlâk manzûmesi ve bir hidâyet rehberi olduğu gibi bir yasa kitabıdır da
aynı-zamanda. Bu nedenle “Ben müslümanım” diyen bir kimsenin zorunlu olarak bu
kitabın hükümlerini kabûl etmesi ve onların uygulanırlığını îtirâf etmesi
gerekmektedir.
Müslüman, Kur’ân’dan başka bir kitabı kesinlikle “anayasa”
olarak kabûl edemez. Zîrâ yasaların anası kesinlikle Kur’ân’dır.
Kur’ân, içerisinde bir-çok hükmü ve kânunu barındıran, yüzlerce ahkâmı
içeren bir kitaptır. Bu hüküm ve kânunlar, elbette ki okunsun ve harflerinden
sevap elde edilsin diye indirilmedi sâdece; bununla birlikte hayâta yön versin,
insanların ihtilaflarını çözsün ve onlara temel dayanak olsun diye indirildi. İşte insan her ne zaman bu gâyenin dışına çıkarsa, o zaman haktan
sapmış ve Kur’ân’a karşı görevini yerine getirmemiş olur.
Cengiz Han, çocuklarının ve halkının idâresini sağlamak,
onların hayatlarını düzenlemek ve ihtilaf ânında müracât etmelerini têmin etmek
amacıyla bir kitap hazırlamış ve hazırladığı bu kitaba “Yasa” adını vermiştir.
Bu kelime, Moğol dilinde “düzenlemeler” anlamına geliyordu ki, şu-anda da
Türkler bu kelimeyi hâlâ aynı anlamıyla kullanmaktadırlar. Lâkin Cengiz Han’ın
murâd ettiği mânâ günümüz türkçesinde ancak başına “ana” kelimesi ilâve
edilerek ifâde edilebilmektedir. Yâni Cengiz Han’ın, “yasa” dediği şey, şu-an
bizim dilimizdeki “anayasa”nın tam
karşılığıdır.
Cengiz Han bu kitabına genele ve özele hitâp eden
düzenlemeler, hükümler ve kânunlar koymuştu. Kitabın geneli kendi arzu ve
isteklerinden oluşan hükümleri içermekteydi. Ama Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm
ve diğer dinlerden alıntılanmış kurallar da mevcuttu. Bu kânunlardan bâzıları
şunlardır:
Zînâ eden kişi, ister evli olsun ister bekâr
mutlaka öldürülür.
Homoseksüellik yapan öldürülür.
Kasten yalan söyleyen öldürülür.
Büyü yapan öldürülür.
Câsusluk yapan öldürülür.
Çekişmekte olan iki kişinin arasına giren ve bu
iki kişiden birisine yardım eden öldürülür.
Durgun suya dalan öldürülür.
Sâhibinin izni olmaksızın bir esire yemek
yediren veya su içiren veya bir şey giydiren öldürülür.
Kaçak birini görüp de sâhiplerine veya hükûmete
teslim etmeyen öldürülür.
Bir esire yemek yediren veya yiyecek bir şeyi
bir kimsenin önüne atan öldürülür. Çünkü yiyeceği önüne atılmamalı, aksine
bizzat eliyle ona vermelidir.
Bir kimse bir başkasına yemek yedirecekse önce
kendisi o yemekten tatmalıdır. Misâfir emir olsa bile, böyle yapmalıdır. Ama
esire yedirmemelidir.
Bir kimse yemek yer de yanındakine yedirmezse
öldürülür.
Bir hayvanı boğazlayan kimse o hayvan gibi
boğazlanır. Hayvanı boğazlamamalı, aksine karnını yararak öncelikle eliyle
kâlbini tutup çıkarmalıdır...”
Görüldüğü üzere Cengiz Han, bu tür kânunlarla İslâm’a
ve diğer dinlere alternatif bir şey oluşturmuş ve insanların hayâtını bunlarla
tanzim etmeye çalışmıştır.
Cengiz Han aslı îtibârı ile müslüman birisi değildi. Yâni İslâm’ı hiç
kabûl etmemişti. Ama ondan sonra gelen ve müslüman olduğunu îlân eden Moğollar,
müslüman olduklarını söylemelerine rağmen Cengiz Han’ın kânunnamesi olan “Yasa”
ile hükmetmeye devâm etmiş ve Kur’ân ellerinin arasında durduğu hâlde onun
hükümlerini tatbik etmeyi terk etmişlerdi. Hem müslüman olduklarını
söylüyorlar, hem de Allah’ın kitabından başka bir kitapla hükmediyorlardı? Hem
“Kitabımız Kur’ân’dır” diyorlar, hem de ondan başka anayasalar kabûl
ediyorlardı. Tıpkı günümüz Dünyâ’sındaki sözüm-ona müslümanların söyledikleri
ve yaptıkları gibi.
İşte bu pozisyonda onların hükmü avamdan bâzı müslümanların kafasını
karıştırdı. Hemen o dönemdeki İslâm-âlimlerinin kapılarını çaldılar ve bu
insanların yaptıklarının İslâm’daki yerini, hükmünün ne olacağını ve onlara karşı
nasıl bir tutum içerisinde olmaları gerektiğini kendilerine sordular. O âlimler
de hiç tereddüt etmeden ve bir-an bile duraksamadan Allah’ın kitabıyla
yönetmeyi terk eden, Kur’ân’a aykırı yasa koyan ve Kur’ân’dan başka bir kitabın
hükümleri ile hükmeden bu insanların -her ne kadar adları müslüman bile olsa-
kesinlikle kâfir olacağını ve yaptıkları bu işin kendilerini dinden
çıkaracağını söylediler.
Şimdi onlar hakkında bu ağır, ama gerçek olan fetvâyı veren
bir-kaç âlimden nakilde bulunalım:
Ünlü tefsir âlimlerinden birisi olan İbn Kesîr rahimehullah, Mâide
Suresi’nin 50. âyetini tefsir ederken Cengiz Han’ın çıkarmış olduğu “Yesak”
adlı kânun kitabıyla alâkalı olarak şöyle der:
“Allah, kulların kendi elleriyle koydukları ve Allah'ın şeriatına
dayanmayan câhiliyye hükümlerinin sapıklıklarını ve bilgisizliklerini
reddediyor. Bu sapıklıkları kendi görüş ve hevesleri sonucu ortaya
çıkardıklarını bildiriyor. Söz-gelimi Tatarların Cengiz Han diye bilinen
krallarından alınma krallık buyrukları vardır ve bununla hüküm verirler.
Nitekim bu yasayı onlara kral koymuştur. Bu yasalar Yahûdî, Hristiyan ve İslâm
dînine mensup muhtelif milletlerden iktibas yoluyla tanzim edilmiş kânunlar
topluluğudur. Ancak bu yasalar içerisinde bir-çoğu Cengiz Han’ın mücerret görüş
ve heveslerinden ibârettir. O bunu, çocukları için izlenen bir hüküm hâline
getirmiştir ki onlar, Allah’ın kitabından ve Resûlullah’ın sünnetinden önce bu
yasaya uyarlar. Onlardan böyle davranan birisi kâfirdir, Allah ve Resûlünün
hükmüne dönene dek kendisi ile savaşmak vâciptir. Az veya çok hiç-bir konuda
Allah'tan başkasının hükmüne müracât edilemez”.
Allah’a yemin ederim ki, bu-günkü beşerî kânun ve anayasalar, Cengiz
Han’ın “Yesak” adlı kânun-nâmesinden daha rezil ve daha haktan uzak
durumdadırlar. Çünkü Cengiz Han bu kânun-nâmeyi oluştururken aslı semâvî olan
kitaplara müracât etmiş ve bâzı hükümleri onlardan almıştır. Hattâ İbn Kesir’in
de dediği gibi, bu kânun-nâmede İslâm şeriatından bire-bir alıntılanmış
kânunlar bile vardı. Bu-günkü Cengiz Hanlar ise kânun-nâmelerine İslâm
şeriatından en ufak bir hükmü bile koymamaktalar.
İşte tüm bu nakiller, Allah’ın kitabını bırakıp yerine insan-kaynaklı
kânunlar koyan ve bunlarla halkları idâre eden kimselerin kâfir olacağını ifâde
etmektedir. O dönemde yaşayıp benzeri fetvâ veren daha bir-çok âlim bulmak
mümkündür. Çünkü Allah’ın kitabını bütünüyle terk ederek başka kânunlarla
hükmetmek, Kur’ân’a aykırı yasalar çıkarmak, Allah’ın serbest dediğine yasak,
yasak dediğine serbest demek İslâm’da kesin küfür olan ve insanı net bir
şekilde dinden çıkaran amellerdendir. Rabbimiz şöyle buyurur:
“Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar,
kâfirlerin tâ kendileridir” (Mâide 44).
Bu âyet, Allah’ın hükmü ile hükmetmeyi bütünüyle terk eden kimselerin
net olarak kâfir olacağını beyan eden âyetlerden birisidir. Bir insan, idâre
ettiği ülkede Allah’ın hükmünü bütünüyle terk ederse Kur’ân’ın ifâdesi ile bu
insan kâfir olmuştur. Hele bir de başka-başka kânunlarla hükmederse bu, ikinci
bir suç kabûl edilir ve insanın kâfirliğini artırır.
Bu-gün Allah’ın pak ve saadet getiren hükümlerini bırakıp cezâ kânununu
İtalya’dan, ticâret kânununu Almanya’dan, medenî kânununu bilmem hangi gavur
memleketinden getiren insanlar acaba bu âyetleri hiç mi okumazlar? Hiç mi bu
tehdidin kendilerini kapsayacağını düşünmezler?
İşte kardeşim, buraya kadar anlatmaya çalıştığımız şeylerle sana bir
mesaj vermek ve senin yegâne yasa kitabının Kur’ân olduğunu, ondan başka bir
kitabı kabûl edemeyeceğini, yer-yüzünde sana süslenip-püslenerek sunulan diğer
tüm kânun kitaplarının hakîkatte bir bâtıl ürünü olduğunu îzah etmeye çalıştık.
Artık sen de bu çağrımıza kulak ver ve Allah’ın kitabından başka hiç-bir kitabı
kânun kaynağı olarak kabûl etme! Onlarla hükmedilmeye, idâre olunmaya râzı
olma! Aksi-hâlde îmânını kaybeder ve -Allah korusun- ebedî hüsrâna
uğrayanlardan olursun.
Yarın Allah’ın huzûruna vardığın zaman “Kitabın nedir?” diye
sorulduğunda, eğer kânunlarına uyduğun kitap Kur’ân değil ise, anayasan Kur’ân
değil ise, hükümlerine baş-vurduğun kitabın Kur’ân değil ise Allah aşkına ne
cevap vereceksin? Ne diyeceksin âlemlerin Rabbinin karşısında?
Bunu Allah için düşünmeni istirham ediyoruz”.
Râgıb el-İsfahânî
büyük şirk-küçük şirk ayrımı yapar. Râgıb’a göre:
“Büyük şirk Allah’ın ortağı
olduğunu iddia etmektir ki inkârın ve küfrün en büyüğüdür Küçük şirk ise bâzı
iş ve fiilleri icrâ ederken Allah dışında kişilerin rızâsını da hesâba
katmaktır. Riyâkârlık/ikiyüzlülük bu cümledendir".
Hz. Peygamber,
ümmeti adına şirkin en çok bu sinsi türünden korktuğunu söylemiş ve bu
şirk-türünü tanıtırken şöyle buyurmuştur:
“Ümmetim adına en çok korktuğum
şey Allah’a şirk koşmaktır. Ancak benim söylediğim, onların Güneş’e, Ay’a, puta
tapmaları değildir. Benim korktuğum bu şirk, Allah dışındaki şeyleri/kişilerin
hoşnutluğunu gözeterek ameller yapmak ve bir de gizli şehvettir” (İbn Mâce zühd
21).
Ali
Bulaç:
“Geçmiş toplumlarda
“Allah’a ortak olma” suçunu işleyenler ateist veya agnostik kimseler değildi.
Allah’ın varlığına inanıyorlardı ve O’nun yaratıcı sıfatını da inkâr
etmiyorlardı: “Andolsun onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı, Güneş’i ve Ay’ı
kim emre âmâde kıldı? diye soracak olursan, şüphesiz: “Allah” diyecekler. Şu
hâlde nasıl oluyor da çevriliyorlar?” (Ankebût 61). Onların îtirâzı
sosyo-politik ve ekonomik hayat-alanlarını düzenleyen ilâhi hükümlere idi.
“Yasaları biz belirleriz, servet ve malları biz taksim ederiz, bizim irâdemiz
ve aklımız hükmünü icrâ eder, tabiat ve toplumda bizim sözümüz geçer”
diyorlardı” der.
İlk-önce keyiflerine göre hüküm çıkarıyorlar, sonra da
keyiflerine göre çıkarttıkları bu hükümleri, yine keyiflerine göre
yorumluyorlar.
İşte! oy vermek/kullanmakla, Kur’ân’ı, İslâm’ı
işe karıştırmayan bir düzene destek (salât) olmuş oluyorsunuz. Hâlbuki salât
buna engel olur: “Dediler ki: Ey Şuayb,
atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz
gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın (salât) mı emrediyor? Çünkü sen,
gerçekte yumuşak-huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın” (Hûd 87).
“Onlar,
Allah'ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rablar (ilahlar) edindiler ve
Meryem-oğlu Mesih'i de.. Oysa onlar, tek olan bir ilaha ibâdet etmekten başka
bir şeyle emrolunmadılar. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları
şeylerden yücedir” (Tevbe 31).
Bu âyeti duyan Adiy ibni Hatem îtiraz
etmişti; “ben de bir hristiyanım fakat biz ahbar ve ruhbanlarımızı Rab
edinmiyor ve onlara ibâdet etmiyoruz” demişti. Bunun üzerine Resûlullah şöyle
buyurdu: Allah’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kıldıklarında
onların dediklerini kabûl etmiyor musunuz?
Adiy ibni Hatem “evet, kabûl ediyoruz,
çünkü onlar dînî konularda yetkili kişilerdir” dedi. Bunun üzerine Resulûllah:
“işte bu onları Rab edinme değil de nedir?” buyurdu. Rab; dinde hüküm-koyucu
demektir. Hüküm yalnız yüce Allah’ındır, Yüce Rabbimiz dinde, ulûhiyette,
rubûbiyette, hükümde, ibâdette ve hükümranlıkta hiç-bir kimsenin ortaklığını
kabûl etmez.
Oy kullanmak, Allah’tan
başkalarının hükümleriyle hükmedenlere (tağut) destek olmak demektir.
Oy kullanmak; “Hâkimiyet (egemenlik)
kayıtsız-şartsız milletindir” şirkine destek sağlamaktır. Oysa hâkimiyet;
kayıtsız-şartsız milletin değil, kayıtsız-şartsız, şeksiz-şüphesiz Allah’ındır.
Hâkimiyet/egemenlik yaratıcıya âittir.
“Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi
hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sâhipleri de çok-ortaklı olan (köle) bir
adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur
mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar” (Zümer 29)
“Allah’tan başka bir takım hâmiler (veliler) edinenlere
gelince, Allah onları dâima gözetleyip kontrol etmektedir, sen onlar üzerinde
yönetici değilsin” (Şûrâ 6)
Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: “Arzu ve heveslerini, benim getirdiğim ölçülere
uydurmadıkça, sizden hiç biriniz mümin olduğunu iddia edemez.”
Suat Yıldırım:
Kur’ân-ı Kerimde velî
kelimesi hamî, koruyucu, idâreci, ilah, dost, yardımcı gibi anlamlarda
kullanılmıştır.
a- Bir şahıs,
başkasının koyduğu kânunlara ve hükümlere uyarsa onu veli edinmiş sayılır. (4:
119; 7:30).
b- Bir şahıs, birinin
yol gösterdiğine inanıp, öbür yolların yanlışlığını düşünürse onu veli
edinmiştir (2:257; 17:97).
Hak dîni inkâr eden akımlar
değişik de olsalar, bâtıl olmakta müşterektirler. Bunlar servetlerini sırf
Dünyâ için değerlendirirler. Fakat sırf Dünyâ’ya yöneldikleri hâlde Dünyâ’yı da
doğru-dürüst yönetemezler. Zîrâ Dünyâ-âhiret dengesi üzerinde duran fıtrata
karşı çıkarlar. Bu sebeple harcamalar dengesiz olur. Tahrib edici silahlanma
uğruna milyarlar seferber olur. Yüz milyonlar aç iken böylesi harcamalar
yapılır. Fakat sonunda, dünyâ-hayâtı perişan olur” der.
“Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah, her şeye güç
yetirendir”. (Âl-i İmrân 189).
Hz. Peygamber
bu âyet hakkında şöyle buyurmuştur: “Yazıklar olsun bunu çeneleri arasında
çiğneyip de bunun hakkında düşünmeyenlere!”.
“Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah'ın izniyle kendisine
itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar kendi nefislerine
zulmettiklerinde şâyet sana gelip Allah'tan bağışlama dileselerdi ve elçi de
onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah'ı tevbeleri kabûl eden, esirgeyen
olarak bulurlardı. Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri
şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı
duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar” (Nîsâ 64-65).
Suat Yıldırım:
“Hz. Muhammedi (a.s.m.) Allah’ın
resûlü kabûl etmenin mânâsı, onun tebliğ ve tatbik ettiği inanç, düşünce ve
yaşayış tarzını kabûl etmek, bu hususlarda onu örnek almaktır. Yoksa Allah onu,
insanlar peygamberliğine şehâdet etsinler, fakat başkalarına tâbi olsunlar diye
göndermemiştir” der.
“Onlar,
Allah'ı bırakıp da (Allah'ın) kendisine bir delil indirmediği ve haklarında
(hiç-bir) bilgileri olmayan şeylere kulluk ediyorlar. Zulmedenler için hiç-bir
yardımcı yoktur” (Mü’minûn 71). Eğer Allah’tan başka ortaklar, yasa-koyucular
olursa, artık kaostan başka bir şeyden bahsedilemez.
Kim yarattıysa o hükmeder.
Allah’ın hükmü Kur’ân’dır: “Allah, her-şeyin yaratıcısıdır. O, her-şey üzerine
vekildir. Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Allah'ın âyetlerine (karşı)
inkâr edenler ise; işte onlar, hüsrâna uğrayanlardır. De ki: Ey câhiller, bana
Allah'ın dışında bir başkasına mı kulluk etmemi emrediyorsunuz?” (Zümer 62-64).
“Allah hak
ile hükmeder. Oysa O'nu bırakıp taptıkları hiç-bir şeye hükmedemezler. Şüphesiz
Allah işitendir, görendir” (Mü’min 20).
Hükümleri Allah yapmalıdır, çünkü: “O Allah
ki, O'ndan başka ilah yoktur. Gaybı da, müşâhede edilebileni de bilendir.
Rahman, Rahim olan O'dur. O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Melik'tir;
Kuddûs'tur; Selam'dır; Mü'min'dir; Müheymin'dir; Aziz'dir; Cebbar'dır;
Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok yücedir. O Allah
ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca vâr edendir, şekil ve sûret
verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu
tesbih etmektedir. O, Aziz, Hâkimdir” (Haşr 22-24).
Bir kere; parlamentoya giren vekillerin üzerine
ettikleri yemin, yine insanlar tarafından çıkarılan bir anayasayadır. Bu
anayasa değişmeye mahkûm bir anayasadır ve bu nedenle vekiller yemin ederken
aslında ciddî değildirler. Neden bir insanın ya da insan topluluğunun yaptığı
yasaya mutlak bir bağlılık göstersinler ki? Çıkarlarına yemin ediyorlar
aslında. Hâlbuki yemin sâdece Allah’a edilir ve Allah’tan başkası üzerine
edilen yeminler bâtıldr ve şirktir. Yâni şirke daha ilk-andan îtibâren
başlıyorlar.
Nâhl Sûresi 36. âyette şöyle buyrulur: “Biz her ümmete, Allah’a ibâdet edin ve
tâğuttan kaçının diye (tebliğ yapan) bir peygamber gönderdik”.
Fâruk Furkan Kur’ân’ın en önemli meselesi için
şunları söyler:
“Allah için söylüyorum, “Kur’ân’da Allah’ın en önemli hakkı nedir?”
şeklinde bir soru ile Kur’ân’ı yeniden gözden geçirin, göreceksiniz ki Kur’ân’da
Allah’ın en önemli ve en öncelikli hakkı olarak karşımıza çıkarılan şey
hâkimiyettir. Yâni yarattıklarını yönetme, idâre etme ve işlerine karışma
hakkı.
Hangi devlet Allah’ın hâkimiyet ve kânunlarını tanımazsa o devlet
Kur’ân’a göre “tâğut” olur. Adının İslâm’i olmasının, hükmü değiştirme
noktasında en ufak bir têsiri yoktur. Yâni ismi İslâm’i bile olsa, Allah’ın
hâkimiyetini uygulamadığı sürece o tâğuttur ve “müslümanım” diyen birisi
tarafından kabûl edilmemelidir. Eğer kabul edilirse, hükmü tıpkı Firavun’a
itaat eden kimselerin hükmü gibi olur ki, Allah Firavun’la onların arasında en
ufak bir ayırım yapmamış ve hepsini berâberce yok etmiştir. Rabbimiz şöyle
buyurur:
“Firavun, kavmini ezdi, onlar da kendisine itaat ettiler.
Çünkü onlar yoldan çıkmış bir toplumdu” (Zuhruf 54).
Bu âyette Rabbimiz, Firavun’un baskı ve zorbalığına rağmen halkının ona
itaat ettiğini bildiriyor. Âyetin sonunda da itaat eden bu insanları “yoldan
çıkmış” olmakla nitelendiriyor.
Yâni sen, ezilmişliğine rağmen tâğutlara itaat edersen
onlarla aynı ismi almaya hak kazanırsın.
Diğer bir âyette de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Şüphesiz Firavun, Hâmân ve askerleri (şirke düşüren bir)
hatâ içerisinde idiler” (Kasas 8).
“O (Firavun) ve askerleri yer-yüzünde haksız yere büyüklük tasladılar.
Biz de onu ve askerlerini yakaladık ve onları (helâk olmaları için) denize
attık. Zâlimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak!” (Kasas 39-40).
Bu âyetlerde de Rabbimiz Firavun ile kendisine destek olan
ordusunu aynı kefeye koymuş ve helâk ederken kesinlikle ayırım yapmamıştır.
Kur’ân’da kendisine “tâğut” denilen bir diğer kişi de Kâ‘b b. Eşref’dir.
Lâkin Kâ‘b b. Eşref’in ismi Firavun’un ki gibi Kur’ân’da açıkça zikredilmez;
ama içerisinde tâğut kelimesinin geçtiği bir âyet onun hakkında indiği için biz
ona “tâğut” denildiğini anlarız.
Kâ‘b b. Eşref, Peygamber Efendimiz zamânında Medîne’de yaşayan
yahudilerin önderlerinden ve ihtilaf anında kendisine müracât ettikleri büyük
zâtlarından birisi idi. Bu zât, insanlar ihtilâf ettiğinde onların
problemlerini çözer ve aralarında hükmederdi. Lâkin bu işi yaparken Allah’ın
koyduğu ölçüleri göz-önüne almaz ve Allah’ın kânunları ile meseleleri çözüme
kavuşturmazdı. Daha çok kendi arzu ve istekleri doğrultusunda hüküm verirdi.
İşte onun bu tavrından dolayı Kur’ân ona “tâğut” demiştir.
Kâ‘b b. Eşref hakkında indiği söylenen âyet şu şekildedir:
“(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur’ân’a ve senden önce indirilen
(kitaplara) îman ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Onlar, reddetmeleri
kendilerine emrolunduğu hâlde, Tâğût’un verdiği hükme göre yargılanmak/muhâkeme
olmak istiyorlar. Şeytan da onları (haktan çok uzak) bir sapıklığa düşürmek
istiyor” (Nîsâ 60).
Âyet-i Kerime’de geçen “Sana indirilen Kur’ân’a ve senden önce indirilen
(kitaplara) îman ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Onlar, reddetmeleri
kendilerine emrolunduğu hâlde Tâğût’un verdiği hükme göre yargılanmak/muhâkeme
olmak istiyorlar…” ifâdesi hakîkaten çok dehşet verici ve korkutucudur. Allah
böylesi insanların îmanlarının sâdece “zan”dan ibâret olduğunu ve Allah katında
en ufak bir değerinin olmadığını bildiriyor.
Ne yapmışlar da Allah onların îmanlarını yok saymış?
Bu soruları iyiden-iyiye düşünmemiz lâzım.
Âyetin zahirinden anlaşıldığına göre bu insanlar “tâğut” kapsamına giren
kimselerin hükümlerine gitmeyi, onlara göre yargılanmayı ve bu hükümlerin
kendilerine uygulanmasını kabûl etmişlerdi.
Tağut 3 şekilde reddedilir:
1-İnanç” ile
2-Dil ile
3-Amel” ile
Bu da kişinin hiç-bir şekilde onlara destek vermemesi,
onları yönetici, lîder ve baş seçmemesi ve her fırsatta onlardan ictinâb ederek
uzak durması sûreti ile olur.
“Tâğuta
ibâdet (ve itaat) etmekten uzak duran ve Allah’a yönelenler var ya işte onlar
için müjde vardır” (Zümer 17).
“Ey îman
edenler! Kâfirleri veli (dost, yardımcı, yönetici) edinmeyin!” (Nîsâ 144).
Oy
verdiğimiz zaman iktidârın yaptığı/yapacağı her işe onay vermiş oluyoruz.
Yanlış bir iş yaptığında ona “dur” diyemiyoruz ki. Demokraside böyle bir olanak
yok. 4-5 yılda bir, sâdece tek bir hakkımız var. Hâlbuki şûra sisteminde
müslümanlar hükûmetin yaptığı işleri demokrasideki gibi 4-5 yılda bir
denetlemiyor. Sürekli bir denetleme vardır şûrada. Canlı bir denetleme
sistemidir şûrâ. Buna Ebu Hanife örneği üzerinden şöyle bir örnek verebiliriz:
İbn Hubeyre, Emevi Devleti aleyhine gelişen
olaylara engel olabilmek için ulemayı kalkan olarak kullanmak istiyordu.
Nitekim Irak bölgesi fâkihlerinden İbn Ebi Leyla, İbn Şübrüme ve Davud b. Ebi
Hind’i vilâyete çağırarak her-birine devlet idâresinde önemli görevler verdi.
Vilâyete gelmesi için Ebu Hanife’ye de haber gönderdi. Mührü onun eline vermek
istiyordu. Her emir Ebu Hanife’nin onayıyla yürürlüğe girecekti. İmâm-ı Âzam bu
görevi kabûl etmekten çekindi ve geri durdu. İbn Hubeyre kabûl etmemesi
durumunda Onu (r.a.) döveceğine yemin etti. Diğer fâkihler araya girip görevi
kabûl etmesi için Ebu Hanife’ye baskı yaptılar. O, arkadaşlarına şöyle dedi:
“Vâli benden Vâsıt Mescidi’nin kapılarını saymak gibi basit bir işi talep etse
onu dâhi kabûl etmezken nasıl olur da böyle bir teklife rızâ gösterebilirim. O
benden başını vuracağı bir adamın îdam fermânını yazmamı isteyecek, ben de buna
onay vereceğim öyle mi? Allah’a yemin olsun ki, asla böyle bir sorumluluğun
altına girmeyeceğim”. Bu cevap üzerine İbn Ebi Leyla diğer fâkihlere: “Ebu
Hanife’yi bırakın; O doğru söylüyor”. dedi. Vâli, Ebu Hanife’nin sağlam irâdesi
karşısında çâresiz kaldı. Onu, hapse atarak isteğini kabûl ettirmeyi denedi.
Cellatların kırbaç darbeleri başını şişirdi. Cellat vurmaktan usandı; Fakat
İmam, zulme evet demeye yanaşmadı. O hâlâ ilk durduğu yerdeydi; Vâli ile
arasında git-gel yapanlara: “Değil devlet idâresinde görev almak, câminin
direklerini saymayı bile kabûllenmem” demeye devam ediyordu.
Evet, böylece Ebu Hanife, iktidârın her dediğinin yapılmayacağını,
çünkü her-zaman doğru kararlar veremeyeceğini söylemek istemiştir. Bu tarz bir
yönetim-şeklini desteklemeyerek, canı pahasına da olsa örnek bir davranış
sergileyerek çağları aşan bir örneklik göstermiştir. “Oy vermeyelim de koy mu
verelim” gibi saçma-sapan sözler laf-ebeliğinden başka bir şey değildir. Zîra
oy vermek zâten koyvermektir. Oyu bir kere ver, sonra da 4-5 yıl bekle ki
irâdeni kullanasın. Ama o arada atı alan Üsküdar’ı geçmiş oluyor ve garibanın
mazlûmiyeti devâm ediyor. İşte bu nedenle ileride pişman olmamak için bu konuda
duygularla değil, vahiy-akıl-kalp üçlüsünün senteziyle düşünüp bir karâra
varmak gerekir. Aksi takdirde zûlmün/mazlûmiyetin sürmesine destek vermiş olur
ve en sonunda da: “Eyvah!, yazıklar olsun bize” dediler. Gerçekten biz
zâlimlermişiz” (Enbiyâ 14) âyeti tarafından mahkûm edilirsiniz. Ey müslümanlar!
eyvah! demeden Allah! deyin..
Şûra, hüküm
koymada değil, işleri yapmada geçerlidir. Eylem durumunda uygulanır.
“Aralarındaki dâvâlarda Allah’ın ve Peygamberin vereceği
hükme uymaya çağırılan mü’minlerin söyleyebilecekleri tek söz “duyduk ve uyduk”
sözüdür. İşte mutlu sona erenler onlardır” (Nûr 5).
Gece, en son kıldığımız namaz, yatsıdan
sonra vitir namazıdır. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duâsı. Bu
duâda “ve nahlau ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yâni
diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyân eden (fâsıklık, fâcirlik yapan)
kişiyi (yönetimden, lîderlikten) hâl edip al-aşağı ederiz, onu kendi hâline
terk ederiz. Nahlau (hâl ederiz) derken kullandığımız “hâl” kelimesi, “ehl-i
hal’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda
ehil olan şahısların yaptığı iştir. Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı
etmeye “hâl” etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır,
onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte,
bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır
takınacağımıza dâir bir ahid ve söz verme, bir siyâsi bilinçtir.
“Ve nahleu ve netrukü men yefcuruk”
diyoruz. “Sana isyân eden, fâsıklık yapan kişileri “hâl” ederiz, makamlarından
al-aşağı edip indiririz ve onlara yardım etmeyerek kendi hâllerine bırakırız”.
Böyle söz veriyor, geceyi bu sözle kapatıyoruz. İsyân eden, fâcirlik ve
fâsıklık yapan kişileri makamlarından indirme sözü veriyoruz da, ya milyonlarca
insanı cehenneme doğru sürükleyen, onların şirke girmesine, Allah’a isyân
etmesine sebep olan ve hattâ bunu dayatan tâğutlara karşı ne yapmamız
gerektiğini düşünmek zorunda değil miyiz?
Kur’ân-merkezli yaşamama
ve Kur’ân’a aykırı kânunlarla yönetilmeye râzı olma nedeni şu âyetle
belirlenmiştir: “Dediler ki: 'Eğer seninle birlikte hidâyete uyacak
olursak, yerimizden (yurdumuzdan ve konumumuzdan) çekilip-kopartılırız. Oysa
biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her-şeyin ürününün aktarılıp
toplandığı, güvenli bir harem'de yerleşik kılmadık mı? Fakat onların çoğu
bilmiyorlar” (Kasas 57).
M. Hanefi Palabıyık şöyle der:
“Şeriat, batılı anlamdaki hukuktan farklı bir şeydir, çünkü din
hayat-şeklidir, hem âmme hem husûsî hukuk alanlarını kapsar. Kişilerin
bir-birleriyle, kişinin devletle ve devletin başka devletlerle olan
ilişkilerini de düzenler ve toplum hayâtını düzenleyici kurallar koyar.
Din ve siyâsi işler arasında ayrımlarının yapılmadığı İslâm
düşüncesinde, ilk dönemlerde, dîni otorite ile siyâsi otorite aynı şahsın
elinde toplanmıştır. İdâreciler, hem dîni hem de siyâsi otoriteye sâhip
bulunmuş ve her ikisini birlikte kullanmışlardır. Bulundukları yerin camiinde
imam olarak mü’minlerin önüne geçip namaz kıldırmış, savaşta ordunun başına
geçip kumandan olmuş ve barışta yönetim kademelerinin başında bir icrâcı olarak
görev yapmışlardır. Hz. Muhammed, merkezî olsun, tâlî olsun devlet başkanlığı
ile câmi imamlığını birleştirmiş bulunuyordu. Hayatta olduğu müddetçe;
peygamberlik, dîni başkanlık, kânun koyuculuk, baş hâkimlik, ordu komutanlığı
ve devlet başkanlığı fonksiyonlarını şahsında toplamış ve bunları îfâ etmiştir.
Hz. Peygamber’in bir-çok tasarrufu gibi yasama (Bu “yaşam”a Allah’ın şeriatını
yürürlüğe koymak demektir H.G.), yürütme ve hattâ yargıyı kendi şahsında
bulundurmasından dolayı, İslâm’da “kuvvetler ayrılığından söz edilemez” gibi
bir temel yargıya varılmaktadır”.
İslâm, o günkü Dünyâ devletlerine bakarak
her-hangi bir kânun/kural almamıştır. Böyle bir şey olmuş olsaydı, o şeyin
alındığı devlet “iyi devlet” olacağından, tamâmen o devlet kopya edilirdi.
Peygamberimiz müşriklerin hiç-bir
dâvetini/önerisi kabûl etmeyerek Allah’tan başka bakış-açılarını
desteklememiştir. Onlara katılarak desteklememiştir ve düzenlerini onaylamamıştır.
Kur’ân’a baka-baka, Kur’ân’ı okuya-okuya oy verilemez
çünkü.
Ali Şeriati’ye göre “ılımlı”lar şunu
demeye getiriyorlar:
"Peygamber dönemi İslâm devriminin ideâllerini biraz olsun
hafifletin. Zamânın değişmiş olduğunu kabûl etmelisiniz artık. Bu-günün İslâm’ı
da Mekke ve Medîne arasındaki bölgeye sıkışıp kalmış değildir; bir ucu İran'da
bir ucu da Bizans'tadır. Ali'nin ideâlist ülküleri ve kuru adâlet isteğinin
etkisinde kalmayınız. Kardeşinin bile ona dayanamayıp Muâviye'ye sığındığını
biliyorsunuz. Durum böyleyken daha dün Kisra ve Sezar’ların yönettiği
kimselerden onun yaptıklarına dayanmasını nasıl bekleriz? Günümüzdeki
değişikliklere gerçekçi bir gözle bakacak olursanız; Emevi rejiminin güç, siyâset,
akıl ve altını İslâm’i değerleri yüceltmek, İslâm ülkesini genişletmek, küfür
dinleriyle savaşıp İslâm’ı yaymak, Dünyâ’da İslâm’ı saygın hâle getirmek,
müslüman toplumu uygar toplumlar düzeyine çıkarmak, şehirleri mâmur kılmak,
halkın refah seviyesini yükseltmek, batı ve doğu uygarlıklarından alıntılar
yapmak için kullanıldığını siz de göreceksiniz! Dolayısıyla "Ne
yapmalı?" diyorsanız; siz de bizim gibi düzenle iş-birliğine geçiniz.
Darbe girişimlerini ve siyâsi çekişmeleri bırakınız. Hak, adâlet, imâmet,
takva, zâhitlik ve sünnet gibi kavramlar üzerinde tartışmayı bırakın. Bunlar
insanlara yarar sağlamıyor. Bunların nasıl bir sonuç verdiğini defâlarca
gördük. Hep yenilgiyle sonuçlandı. Üstelik halife, (lîder) İran ve Bizans'a,
Hristiyanlık ve Mecûsiliğe karşı cihad yapmaktadır. Dolayısıyla halifeye karşı
isyâna kalkışmak onu dış cephede geriletecek ve İslâm’ın gücünü azaltacaktır.
Bu yapılmamalıdır. Siyâsî mücâdeleye kalkışmayı da, bir köşeye çekilip sinmeyi
de bırakalım. Gerçekleri kabûllenip, halkın yararına çalıştığı sürece onu
güçlendirmeye çalışalım. Yanlışlarını da gücümüz yettiğince denetleyip
düzeltelim. Bunu da ancak düzenle iş-birliği yapmamız durumunda
gerçekleştirebiliriz. Güçsüz insanların yarârına çalışmak, mazlumların hakkını
almak, hayırlı işler yapmak, yoksullara yardım etmek, hattâ dînî faaliyetlerde
bulunmak, toplumu iyileştirmek ve ahlâki bozulmalarla savaşmak bile ancak
düzenle anlaşıp, güç ve makam elde edilirse mümkün olabilir”.
Ali Şeriati:
“İnançlı kimseler, yaşam ve değerlerini, güçlü oldukları dönemlerde
cihadla; güçsüz ve bütün mücâdele imkânlarından yoksun oldukları dönemlerde ise
şehâdetle güvence altına alırlar, ılımlılıkla (demokrasi) değil” der.
“Oy vermek gibi fiillerin, oy verenlerin niyetine
göre yâni eğer kişi "bunlar bu bozuk düzeni düzeltebilirler"
gibisinden düşünerek oyunu kullanıyorsa o zaman bu şirk değildir diyebilir miyiz?”
diye bir soruya şöyle cevap verilmiştir:
“Dikkat edilmesi gereken ve zaman-zaman bir-çok kişilerin
istismârına yol açan bir konu vardır. Bu da amel-niyet ilişkisidir. Bir-çok
insanlar -ameller niyetlere göredir- hadisinin arkasına sığınarak amel-niyet
münâsebetini çok çarpık bir şekilde yorumlamışlardır. Özellikle bunlar
bulundukları mevki ve makamlardan tağutun kendilerine bahşettiği imkânlardan
vazgeçmeyenlerdir. Bunlar durumlarını meşrûlaştırmak ve İslâm’i bir kılıfa sokmak
isterler. Bunun için bir-takım dînî ıstılahları özellikle dînin temel kaynağı
durumunda olan Kur’ân ve Sünnet’ten deliller getirerek kendi basit zevklerini
ve dünyevî çıkarlarını ilâhi bir temele dayandırmaya çalışırlar. Zâten bu târih
boyunca da hep böyle olmuştur. Krallar ve hükümdarlar bile makamlarını
meşrûlaştırmak için zaman-zaman durumlarını ilâhi bir kaynağa dayandırma ihtiyâcını
hissetmişlerdir. Eski Mısırlılarda Firavun Tanrının oğludur. Hükümdarlık
yetkisini Tanrıdan almıştır. Çinlilerde de durum böyledir. Kral semâvi
hükümdarın oğludur”.
Şeriatın haram ve küfür gördüğü bütün ameller niyete
göre midir ki bu durum niyete göre olacak?.
Bütün İslâm alimlerine göre; iyi niyet, dince
yasaklanmış olan bir işin yapılmasına cevaz değildir. Ve o işin kötülük ve
günah vasfını da ortadan kaldırmaz. Ancak dînin hoş gördüğü ve İslâm’ın temel
prensipleriyle çatışmayan şeriata uygun ameller niyete göredir ve ancak böyle
işler için yapılan niyetler sevap getirir.
Şeriatın haram veya küfür gördüğü ameller asla niyete
göre değildir. Bir Müslüman, şirk, küfür ve haram olan bir ameli işlerken onu
iyi niyetle işliyor olsa bile bu küfürdür, iyi niyeti onu müşrik olmaktan kurtarmaz.
Müşrikler bile putlara ibâdet ederken iyi niyetli olduklarını, niyetlerinin
Allah’a yaklaşmak olduğunu dile getiriyor ve şöyle diyorlardı:
“Biz onlara
ancak bizi daha çok Allah’a yaklaştırsın diye ibâdet ediyoruz” (Zümer: 3).
Ameller niyetlere göredir hadisini küfür ve şirk
ameller için kendilerine bir ruhsat gören kimselere sormak lâzım; Resûlullah
kendisine teklif edilen “dâr-un nedve” ve câhiliyye parlamentosunun başına
geçme teklifini; “ameller niyete göredir” deyip ben bunların küfür meclisine
gireyim, çaktırmadan yavaş-yavaş İslâm’i tebliğ ederim, hem müslümanlara
yapılan işkence ve eziyetleri önlerim” demiş midir? dememiştir. Ama Resûlullah
tam tersini yapmıştır.
Dîni, hayâtının birinci kısmına koyanların oy
kullanması düşünülemez.
Partinizi mi daha çok
seviyorsunuz yoksa Allah’ı, peygamberi, Kur’ân’ı, İslâm’ı mı?
“Onlara,
yer-yüzünde bozgun çıkartmayın” dendiğinde, “tam tersine, bizler ıslah
edicileriz; barış ve esenlik getirenleriz” demişlerdir. Dikkat edin, gerçekte
onlar, bozgun getirenlerin ta kendileridir de bunun bilincinde olmuyorlar” (Bakara 11-12).
Bir makâlede şöyle denir: “İnsanlar kendilerine
tebliğ edilen dindeki temel ilke ve değerlerini baz alıp her devirde karşılaştıkları
farklı olaylara bu ilâhi ilke ve değerler üzerinden çözümler üreteceklerine ve
yaratıcının din göndermekteki esas maksat ve gâyesine uygun olacak şekilde
hükümler/içtihatlar çıkaracaklarına; somut olarak olayların kendilerini esas
almış ve bu olaylardaki hükümleri ve şekilleri değişmez evrensel kurallar
olarak her devirde uygulamaya çalışmışlardır.
“Allah neden insanlarla irtibâta geçerek onlara bir
“din” göndermiştir? Allah insanlara din gönderirken nihâyetinde nasıl bir
Dünyâ’nın teşekkülünü arzu etmiştir?” diye sormuştum.
Elbette ki Allah’ın insanlara din göndermesinde,
insanlar açısından istenen ve olması beklenen en nihâi amaç yer-yüzünde
“selamete, emniyet ve barışa dayalı, sosyal adaletin ve Allah indinde eşitliğin
hüküm sürdüğü, insanların bir-birlerini öldürmedikleri, fuhşiyattan ve
toplumsal yozlaşmadan uzak” bir ortamın -âdetâ cennet ortamının- teşekkül
etmesidir. Dînin temel ve nihâi amacı bu Dünyâ’nın geçiciliğini göstermek,
dünyevî meta uğruna, geçici şeyler uğruna kan dökmenin, fesat çıkarmanın
yanlışlığını ortaya koymak, herkesin Allah’ın kulu olmasından ve tevhidden
hareketle Allah indinde eşitliğe ve sosyal adâlete dayalı bir toplumsal yapı
meydana getirmek, kimsenin kendine/kendi yakınının başına gelmesini istemediği
kötü ve gayr-i ahlâki davranışların olmaması için insanların yaptıklarından
sorumlu olacaklarını hatırlatmak ve bunun sonucunda Dünyâ’yı âdetâ cennet misâli
huzur ve barış dolu bir bahçeye çevirmektir”.
“Hevâ ve hevesinin
peşinde gidenleri destekleme” der Kur’ân: “Buna rağmen sana icâbet etmeyecek
olurlarsa, artık bil ki, onlar, gerçekten kendi hevâ (istek ve tutku)larına
uymaktadırlar. Oysa Allah'tan bir kılavuz (doğru yol gösterici) olmaksızın, kendi
istek ve tutkularına (hevâsına) uyandan daha sapık kimdir? Şüphesiz Allah
zulmeden bir kavme hidâyet vermez” (Kasas 50).
Rab yetiştiren, terbiye eden demektir.
Her konuda bir terbiye. Kur’ân, Allah her-şeyin Rabbidir diyor. Ama gel gör ki
meclisin rabbi olamıyor. İnsanlar bu seküler meclisi desteklemekle Allah’ın mecliste/kânunlarda/kurallarda/hayatta
rablik yapmasına izin vermiyor ve rabliği sâdece entelektüalitede bırakıyor.
Ne yâni; Allah’tan başka hüküm verecek
olanlara oy vermekle, yâni Allah’tan başkalarının keyiflerine göre ahkâm
kesmeleri ile, Allah’ın Cebrâil aracılığı ile alemlere rahmet Peygamberimize
getirdiği vahiylerin olduğu Kur’ân hükümleri aynı mıdır diyorsunuz?
Ellerinde Kur’ân var. Kendilerini Kur’ân talebesi, Kur’ân
okuyucuları/halkaları/meclisleri vs. olarak kabûl ediyorlar. Fakat
zihinlerini/kâlplerini Kur’ân inşâ etmemiş. Bu nedenle de eylemlerini Kur’ân-merkezli
yapmıyorlar-yapamıyorlar. Söylemleri ile eylemleri birbirini tutmuyor: “Bu, onların
îman etmeleri sonra (Allah’tan
başkalarına uyarak) inkâr etmeleri dolayısıyla
böyledir. Böylece kâlplerinin üzerini mühürlemiştir, artık onlar kavrayamazlar” (Münâfikûn 3).
Kur’ân okuyorlar ama Kur’ân’daki şeriata
düşmanlar.
Kur’ân okuyup da oy vermekten rahatsızlık
duymamak da nedir? Yeminle söylüyorum: Vallâhi, billâhi, tallâhi; Kur’ân ve
demokrasi-oy vermek ve hele ki bu ideolojinin ürünleri olan partilerin
tutumunun uyuşması-uzlaşması ve yan-yana gelmesi söz-konusu bile olamaz. Bunu
kabûl etmeyenlerin Kur’ânî-İslâm’i bir dayanakları yoktur. Dayanakları hevâ ve
hevesleri, çıkarları, gereksiz ve aşırı bağlılıklarından başka bir şey
değildir.
“Yoksa
(elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var? İçinde, neyi
seçip-beğenirseniz, mutlaka sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete
kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki siz ne hüküm verirseniz o, mutlaka
sizin kalacak diye” (Kalem
37-39).
“Yoksa
onların bir-takım ortakları mı var ki, Allah'ın izin vermediği şeyleri, dinden
kendilerine bir şeriat kıldılar? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette
aralarında hüküm (karar) verilirdi. Gerçekten zâlimler için acı bir azap vardır”
(Şûra
21). Bu uyarıdan sonra söylenmesi gereken şey şudur:
“Gerçekten
bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin
gerçekten hidâyette olduklarını sanırlar” (Zuhrûf 37).
“Şu hâlde, sen bundan dolayı dâvet et ve emrolunduğun
gibi doğru bir istikâmet tuttur. Onların hevâ (istek ve tutku)larına uyma. Ve
de ki: Allah'ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adâletli davranmakla
emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz
bizim, sizin amelleriniz sizindir. Bizimle aranızda deliller getirerek tartışma
(ya, huccete gerek) yoktur. Allah bizi bir-araya getirip-toplayacaktır. Dönüş
O'nadır”
(Şûra 15).
Şu emir önce ilk muhatap Hz. Muhammed’e
verilmişti, şimdi de bize söylüyor: “Sonra seni bu emirden bir şeriat
üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin hevâ (istek ve tutku)larına
uyma” (Câsiye 18).
Saff 9. âyeti
Ahmet Tekin şöyle çevirmiştir: “O, Resûlünü
bir hidâyet rehberi olan Kur’ân ile ve toplumunuzda hakça düzeni
gerçekleştirecek Hak Din ile, âdil bir şeriatla, gerçek medenî kuralları
öğretmekle görevli özgürce sorumluluklarını yerine getirmek üzere gönderendir.
İlâhlığında, otoritesinde, mülkünde, tasarruflarında, Allah’a ortak koşan,
başka otoriteleri olan müşrikler istemeseler de dînini, düzenini bütün
inançlara, medeniyetlere, rejimlere üstün ve hâkim kılmak için göndermiştir”.
Oy vermek şirk olduğu için oy verenler de
müşriktirler. (Tabi oy kullananların çoğu bunun farkında değil) “Şu-hâlde
sen, kendilerine vâdedilen (azap) günlerine kavuşuncaya kadar onları bırak;
dalıp-oynasınlar, oyalansınlar” (Meâric 42).
Müslümanların yapması gereken şey oy
vermek değildir, Nâziât 17-19’un dediğini yapmaktır. “Firavun'a
git; çünkü o, azdı. Ona de ki: Temizlenmek ister misin?'. Seni Rabbine
yönelteyim, böylece (O'ndan) korkmuş olursun” (Nâziât 17-149).
Zîrâ “ben sizin en yüce rabbinizim diye
bağıran-bağırana..
Oy alanlar, oyalayanlardır. En
çok oy alanlar, en çok oyalayanlardır. Yurt-dışı seçmenleri ile birlikte 55
milyon seçmen var. Son cumhurbaşkanlığı seçiminde 13 milyon kişi oy kullanmadı.
Oy kullanmamak gâyet doğal bir şey yâni. O kadar paniğe kapılmaya gerek yok.
Dünyâ’nın beti-bereketi kalmadı. Çünkü
Allah’ın kânunlarına/yasalarına göre hareket edilmiyor: “Eğer onlar
(insanlar ve cinler), yol üzerinde dosdoğru bir istikamet tuttursalardı,
mutlaka Biz onlara bol miktarda su (rahmet) içirir (tükenmez bir rızık ve nîmet
verir)dik. Ki, kendilerini bununla denemek için. Kim Rabbinin zikrinden yüz
çevirirse, (Allah), onu gittikçe şiddeti artan bir azâba (sıkıntıya) sürükler.
Şüphesiz mescidler, (yalnızca) Allah'a âittir. Öyleyse, Allah ile berâber başka
hiç-bir şeye (ve kimseye) kulluk etmeyin (duâ etmeyin, boyun eğmeyin, tapmayın)” (Cin 16-18)
“Göklerde
ve yerde büyüklük O'nundur. O, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Câsiye 37).
“Göklerde
ilah ve yerde ilah O'dur. O, hüküm ve hikmet sâhibidir, bilendir” (Zuhrûf 84).
“Göklerin
ve yerin yönetimi Allah'a âittir. Saat (Dünyâ’nın sonu) gerçekleştiği gün, işte
o gün (oy kullanarak Allah’ın
âyetlerini etkisiz kılmaya çalışıp) bâtılı
savunanlar hüsrâna uğrayacaktır” (Câsiye 27).
“Âlemlerin
Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” (Tekvir 29). Allah dilemedikçe siz
dileyemezsiniz. Her-şeyi kendi irâdenize bağlamayın.
“Artık
onlar, bundan sonra hangi söze inanacaklar?” (Mürselât 50).
Kâinât O’nun hukûkuyla hareket eder ve
O’nun hukûkunu dillendirir sürekli. Meselâ kumru kuşu: “hukûûk Hu!, hukûûk Hu!”
diye öter. Yâni der ki: O’nun hukûku, O’nun hukûku…
Demokrasi hakkındaki bâzı sözler:
“Eğer oy vermek bir şey değiştirseydi
yasaklanırdı” Emma Goldman.
"Demokrasi oy vermek
değil, oyların sayılmasıdır" Tom
Stoppard.
Demokrasi iki-yüzlülüktür; Eğer demokrasi özgürlükse, neden bizim
insanlarımız özgür değil?. Eğer demokrasi adâletse neden biz adâlete sâhip
değiliz?. Eğer demokrasi eşitlikse neden biz eşitliğe sâhip değiliz? Malcom X.
“Kelimenin tam anlamıyla gerçek bir demokrasi hiç-bir zaman
vâr-olmadı ve vâr-olmayacaktır” Jean
Jacques Rousseau.
“Demokrasinin kötü
olan bir yönü çoğunluğun tiranlığına dönüşmesidir” Lord Acton.
“Bütün despotizmler içerisinde demokrasi, en az dayanıklısı
olmakla birlikte en kötüsüdür” Fisher Ames.
“Çoğunluğun azınlık tarafından yönetimi tiranlıktır; azınlığın çoğunluk
tarafından yönetimi de tiranlıktır. Her iki durumda da “senin istediğin gibi
değil, bizim istediğimiz gibi yapacaksın” kuralı geçerlidir” Herbert Spencer.
“Bireysel çıkar değil, asıl grup-çıkarı tehlikelidir”
Friedrich A. von Hayek.
“Hiç-bir şey çıkar-gruplarının etkisinden daha tehlikeli
değildir” Jean Jacques Rousseau.
“Kânunları zenginlerin çıkarı için yapıyorsunuz” Euripides.
“Parlamentonun kapıları fakirlere kapalıdır” Ovid.
“Demokrasi konusundaki eleştirilerin nedeni, devletin çoğunluğun
üzerinde anlaşmış olduğu kararlara hizmet ettiği düşüncesi değildir, asıl
îtiraz çoğunluğun, holdinglerin ve çeşitli çıkar-gruplarının isteklerine hizmet
etmek zorunda kalmasıdır” Friedrich A. von Hayek.
“Demokrasi keyfi güçten başka bir şey değildir” Pierre
Joseph Proudhon.
“Demokrasi gizli bir aristokrasidir” Pierre-Joseph Proudhon.
“Demokrasi despotizme dönüşür” Eflatun.
“Demokrasi despotizmdir. Genel irâdenin onaylamadığı bir
yürütme oluşturur” Immanuel Kant.
“Demokrasi despotizmin en ileri şeklidir” Aristo.
“Demokratik kurumların özgürlüğü ve medeniyeti er ya da geç
mahvedeceği konusunda iknâ olmuş bulunmaktayım” Thomas Babington Macaulay.
“Karşı-karşıya kaldığınız aşılması zor
sorunları, mevcut düşünce yapınızla çözemezsiniz. Çünkü bu sorunlar, mevcut
düşünce yapınızın ürünüdürler” Einstein.
“Demokrasi câhil
kitlelerin egemen olduğu bir yönetim şekline dönüşebilir” Aristoteles.
“Demokrasi, bir
eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devâm
edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar” Platon.
“Demokrasilerde önce
oyunuzu kullanırsınız, sonra emrederler, diktatörlükte oy kullanmanıza gerek
kalmaz” Charles Bukowski.
“Demokraside, yüz bin
tane fakir sandığa gider, sandıktan bir tâne zengin çıkar” Ali Şeriati.
“Politikacıların
anladığı şekliyle demokrasi bir yönetme biçimidir; yâni insanlara, kendi
istediklerini yaptıkları sanısıyla lîderlerin istediklerini yaptırma
yöntemidir. Böylece, devlet eğitimi belirli bir eğilime yönelmiştir. Bu
eğitim gençlere toplumdaki kurumlara saygılı olmalarını, egemen güçleri işin
özüne ilişkin olarak eleştirmekten sakınmalarını, başka uluslara kuşku ve
nefretle bakmalarını elinden geldiğince öğretir” Bertrand Russell.
“Özgürlük ve
Demokrasi kelimelerini sürekli duyduğunuz dakika şüphe edin. Gerçekten özgür
memleketlerde kimse size özgür olduğunuzu, sürekli vurgulamaz” Jacque Fresco.
“Avrupa, gerileme
hâlinde olan bir âlemdir. Demokrasi, devletin gerilemiş biçimidir” Nietzsche.
“Ver oyunu, gör oyunu!” “Kim daha oy
alıyor/oyalıyor?” "Oy, oy!" diye halktan rey dilenenler, iş-başına
geçtiklerinde halkı "of, of!" diye inletirler. Buna rağmen oyun devâm
eder”.
“Oy vermek
kötü bir alışkanlıktır. Peygamberimiz “Allah’ım alıştırma” diye duâ ederdi
sık-sık.
Oy kullanmak,
dîne yapılan bir ihânettir.
Demokratik
partilerin tümü hizbuş-şeytandır, karşısında ise ancak hizbullah olabilir.
Demokrasi
de yine bir aristokratlar yönetimidir. Aristokratlar (parayla soy kazananlar)
çoğalınca böyle bir yola baş-vrulmuştur.
Demokrasinin
iyi yanları varsa İslâm bunu zâten şûrâ içinde eritmiştir. Bu nedenle Voltaire
şûrâ’nın bâzı özelliklerini Osmanlı devlet yönetimi içinde görünce şöyle der:
“Türk devleti bir demokrasidir”.
Demokrasi,
Allah’ın egemenliğine karşı, halkın egemenliğini ortaya koymaktır. Allah’ın mutlak
hükümranlığına karşı, halkın mutlak hükümranlığıdır. Demokrasi, Allah’ın
kânunlarına karşı halkın kânunlarıdır.
İnsanların
çıkaracağı kânunlar Şeytan’ın kânunları olacaktır. Çünkü insan nefsine uygun
olarak düşünür ve iş yapar.
Demokrasi
için oy kullanan “inananlar” müşriktir.
“Hak olan çağrı (duâ, ibâdet) yalnızca O'na
(olan)dır. Allah'tan başka çağırdıkları ise, onlara hiç-bir şeyle cevap
veremezler. (Onların durumu) yalnızca, ağzına gelsin diye, iki avucunu suya
uzatan (ın boşuna beklemesi) gibidir. Oysa ona gelmez. İnkâr edenlerin duâsı,
sapıklık içinde olmaktan başkası değildir” (Ra’d 14).
Bir
de müslümanlar şirke varan şöyle bir yanlışa kapılıyorlar; “İslâm’ı demokrasi
üzerinden ortaya koymak ve güyâ yaşamak”. Bunun için de demokrasiyi
savunuyorlar. Bu büyük bir tâvizdir ve bu tâviz diğer tâvizlerin de verilmesine
neden olacak ve inancı laçkalaştıracaktır. Peygamberimiz bu nedenle müşriklere
hiç-bir tâviz vermeyerek meşhur; “Bir elime Güneş’i, diğer elime Ay’ı verseniz
dâvamdan vazgeçmem ve sizin önerilerinize uymam” demiştir.
Râsim
Özdenören:
“Eğer İslâm’i bir
ortamın oluşturulması amaçlanıyorsa, bu, İslâm’ın öngördüğü yöntemle
gerçekleştirilebilir. Demokrasinin kolaylıklarından yararlanarak ulaşılabilecek
her sonuç demokrasinin mülâhazat (düşünce) hânesine bir artı olarak kaydolur. İslâm’ı,
başkalarının lütuf ve ihsânıyla gerçekleştirilebilecek bir hedef olarak hayâl
etme yerine, onun kendi asal yöntemiyle gerçekleştirilmesini hedef almak İslâm’ın
rûhuna uygun düşer” der.
Peki
yönetenler ile onları seçenler aynı mıdır?. Yâni aynı mesûliyette midirler?. Şu
formülü söylemenin tam sırası: “Mevcut sistem-ideoloji (demokrasi) altında oy
kullananlar ve yönetenler ya câhildir ya da şerefsiz”. Yaptığı şeyi cehâleten
yapıyorsa belki mahsurlu sayılabilir. Fakat yaptığı şeyi, dîne rağmen
bile-isteye yapıyorsa şerefsizdir. Tabi bile-isteye yapanların sayısı çok
düşüktür.
Bir
yazıda şunlar söylenir:
“Bilindiği üzre
günümüz beşeri hukûku, Kur’ân’daki âyetlerin topluma direkt temas eden
kısımlarını nesh etmiştir. Yâni, başka bir mânâda bu beşeri hukuk ve
onun ardında bulunan şer-odakları laiklik adı altında Allah'a ve Resûl'üne harb
îlân etmişlerdir.
Farz-ı muhâl, siz
Allah'ın hükümleriyle hükmedilmek isterseniz, sizi beşerî mahkemelerinde
yargılarlar (Anayasanın 24. maddesi
gereği H.G.) ve ömrünüz boyunca bedel ödersiniz. Tıpkı Peygamber
dönemindeki mü’minler gibi..
Peki, peygamber
dönemindeki mü’minler "Din, Allah'ın oluncaya kadar" yâni dîni kendi
yaşamlarına hukuk ve sosyâl anlamda egemen edinceye kadar gerek canlarıyla
gerek fikirleriyle mücâdele etmişken ve bu mücâdeleye katılmayan bâzı
müslümanların ölüm sırasında canlarının melekler tarafında nasıl alınacağı
âyetler tarafından apaçık anlatılmışken, günümüzdeki muvahhid kardeşlerimiz
neden laiklik gibi bir sistemi bu kadar yüceltmektedirler?
“Gerçekten
Tevrât'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır. İslâm olmuş
peygamberler, onunla yahûdilere hüküm verirlerdi, kendilerini Tanrıya vermiş
zâhidler ve âlimler de "Allâh'ın Kitabını korumakla görevlendirildiklerinden
onunla (hüküm verirlerdi) ve onu gözetip kollarlardı. (Ey hâkimler),
insanlardan korkmayın, benden korkun ve benim âyetlerimi az bir paraya
satmayın! Kim Allâh'ın indirdiği ile hükmetmezse işte kâfirler onlardır” (Mâide
44).
Bu âyet
müslümanlara hitâp eder. Bildiğimiz üzre Kur’ân bir mûseviye, bir müslümanın
şeriatının uygulamasını emretmez”.
Siyon
protokôllerinde:
“Halka muayyen bir
müddet için kendi-kendini idâre etme yetkisi vermek, onları düzensiz bir güruh
hâline getirmeye yeter. Ondan sonra orada öldürücü bir didişme ortaya çıkar ve
kısa zamanda sınıf mücâdelesine dönüşür. Bu durumun içinde devletler yanıp yok
olur ve onların değeri bir kül yığını derecesine iner. Halk temsilcilerinin
değiştirilme imkânı, onları bizim emrimize tabi hâle getirdi ve böylece bize
onları tâyin etme kuvveti verdi.
Kesin bir çoğunluk
têsis edebilmek için sınıf ve vasıf farkı gözetmeden herkese rey verdirmeliyiz.
Çünkü kesin çoğunluk, eğitim görmüş servet sâhibi sınıfların reyleri ile elde
edilemez. Bu hususta herkese kendine fazla önem verme hissi telkîn ederek
yahudi olmayanlar arasında âilenin, tahsil ve terbiye ile ilgili değerlerinin
önemini yok edeceğiz Liberâlizm anayasal devletleri meydana çıkardı. Bunlar
yahudi olmayanların yegâne koruyucusunun yâni istibdâdın yerini aldılar; ve bir
anayasa ise gâyet iyi bildiğiniz gibi bir anlaşmazlık, yanlış anlama,
çekişmeler, uyuşmazlıklar, semeresiz parti kışkırtmaları, parti kaprislerinin
okulu olmaktan başka bir şey değildir. Kısaca devlet-işlerinin şahsiyetini yıkmaya
hizmet eden her şeyin okulu. Konuşmacıların kürsüsü de basından daha az tesirli
değildir. İdârecileri hareketsizliğe ve güçsüzlüğe mahkûm etmiş ve bu sûretle
onları faydasız ve lüzumsuz kılmıştır. Gerçekten bir-çok memlekette idâreciler
bu sebepten dolayı mevkîlerinden indirilmişlerdir. O zaman cumhuriyetler devri
bir imkân dâhiline girdi ve gerçekleştirilebildi ve sonra biz hükümdârın yerine
bir yönetim karikatürü, bizim kuklalarımız, kölelerimiz olan mahlûklar
arasından, avamdan alınan bir başkan geçirdik. Bu bir mayın döşeme idi ki biz
yahudi olmayan halkın altına döşedik. Hattâ yahudi olmayan bütün halkların
altına demeyi tercih ederim” denir.
İslâm bizim çağrımıza
uymayacak, biz İslâm’ın
çağrısına uyacağız.
Allah’tan
başka hüküm koyanların hükümleri zannî hükümlerdir. Bu nedenle de sürekli bir
değişime tâbi tutulmak zorundadırlar. Bu değişimin sonunda ise bir taraf
sevinirken diğer taraf üzülür. Ve hiç-bir zaman genel bir iyiliğe ulaşılamaz.
Allah’ın hükümleri ise değiştirilemez hükümlerdir. Beyinsizler bunu bilemese
de.
Allah
Kur’ân’da fırkalaşmayı yâni parti kurmayı yasaklıyor. Parti kurmak
partileşmek-fırkalaşmaktır zîrâ. Bir-kere parti kurulduğunda yâni
fırkalaşıldığında ayrışma da başlar ve toplum o anda bölünmeye başlar ki
bölünme bir-kez başladığında, artık ayrışma durdurulamaz. Kur’ân’da
“fırka-parti” hep olumsuz anlamda kullanılır ve sakındırılır:
“Siz (müslümanlar) onların size inanacaklarını
umuyor musunuz? Oysa onlardan bir fırka, Allah'ın sözünü işitiyor, (iyice
algılayıp) akıl erdirdikten sonra, bile-bile değiştiriyorlardı” (Bakara
75).
“Sonra (yine) siz, bir-birinizi öldürüyor, bir
bölümünüzü yurtlarından sürüp çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde
ittifaklar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyordunuz.
Oysa onları çıkarmanız, size haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne
inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların
dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de
azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gâfil
değildir” (Bakara 85).
“Ne zaman bir ahidde bulundularsa, içlerinden
bir fırka onu bozmadı mı? Hayır, onların çoğu îman etmezler. Ne zaman onlara
Allah katından yanlarındakini doğrulayan bir elçi gelse, kitap verilenlerden
bir fırka, sanki bilmiyorlarmış gibi Allah'ın Kitabını arkalarına attılar” (Bakara
100-101).
”Ey îman edenler, eğer kendilerine kitap
verilenlerden herhangi bir fırkaya boyun eğecek olursanız, sizi îmânınızdan
sonra tekrar küfre döndürürler” (Âl-i İmrân100).
Hep birlikte Allah'ın ipine yapışın, fırkalara-partilere
bölünüp parçalanmayın..” (Âl-i İmran 103).
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra
çekişmeye girip fırkalar-partiler hâlinde parçalananlar gibi olmayın. Onlara
büyük bir azap vardır” (Âl-i İmran 105).
“Bu benim dosdoğru olan yolumdur. Şu hâlde ona
uyun. Sizi O'nun yolundan ayıracak fırkalara-partilere uymayın. Bununla size
tavsiye etti, umulur ki korkup sakınırsınız” (En-âm 153).
“Gerçek şu ki, dinlerini
parça-parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç-bir şeyde onlardan
değilsin. Onların
işi ancak Allah'adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber
verecektir” (En-âm 159).
“Kendilerine ilim geldikten sonra, sâdece
aralarındaki kıskançlık ve azgınlık yüzünden fırkalara-partilere bölündüler.
Eğer belli bir süreye kadar erteleme sözü Rabbinden gelmiş olmasaydı,
aralarında iş mutlakâ bitirilirdi. Onların ardından Kitap'a mîrasçı olanlar da
onun hakkında, işkillendiren bir kuşku içindedirler” (Şûra
14).
İslâm’ın
sistemini bozan, ümmeti kutuplara ayıran etken işte bu fırkalaşmalar olmuştur/oluyor.
Şu
âyetler demokrasiyi yerin dibine geçirir:
"Bu-gün
size dîninizi kemâle erdirdim; üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve İslâm’ı
sizin için uygun gördüm" (Mâide 3). Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyuruyor: "Size, sarıldığınız müddetçe asla
sapıtmayacağınız iki tâne esas bıraktım: Allah'ın kitabı ve O'nun gönderdiği
peygamberin sünneti." (Hakim Müstedrek, 289)
"Ey iman
edenler! Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin ve sizden olan emir
sâhiplerine itaat edin. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde,
Allah’a ve âhiret gününe gerçekten îman etmiş iseniz, bu anlaşmazlığı Allah'a
ve Resûlü'ne arz edin. Bu daha iyidir; sonuç bakımından da daha güzeldir" (Nîsa, 59) Âlimlerin de belirttiği gibi Allah'a arz etmek, kitabına arz
etmektir. Peygambere arz etmek ise, sünnetine arz etmek demektir. Allah (azze ve celle) şöyle
buyurmuştur:
"Hakkında
ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah'a âittir" (Şûrâ 10).
"Sonra,
seni din konusunda bir şeriat ve düzen-sâhibi kıldık. Sen ona uy ve
bilmeyenlerin arzularına uyma" (Câsiye 18).
"İşte
bu benim dosdoğru yolum. Artık O'na uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar
sizi parça-parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah,
kendisinden sakınasınız diye emretti" (En-am 153).
“De ki: "Pis ile temiz bir olmaz, pis
olanın çokluğu ilgini çekse bile. O hâlde ey temiz özü, düşünür beyni olanlar,
Allah'a sığının ki, kurtuluşa eresiniz!” (Mâide 100).
“Sana
vahyedilene sımsıkı sarıl. Zîrâ sen doğru yol üzeresin” (Zuhruf 43).
"Eğer
onlar sizin îman ettiğiniz gibi îman ederlerse muhakkak ki doğru yolu
bulmuşlardır. Ancak eğer yüz çevirirlerse muhakkak ki onlar derin bir ayrılığa
düşmüş olurlar. Allah onlara karşı sana yeter. O, hakkıyla işiten ve hakkıyla
bilendir" (Bakara 137).
Allah’ın
hükümlerinin yerine başka hükümlerle hükmedilmesini destekleyenler yoldan
çıkmışlardır (fâsık). Bu kişiler insanların büyük çoğunluğunu oluşturur:
"Aralarında
Allah'ın indirdiği ile hükmet; onların arzularına uyma ve seni Allah'ın sana
indirdiği şeylerden uzaklaştırmalarından sakın. Eğer yüz çevirirlerse bil ki,
Allah onları bâzı günahlarından dolayı bir belaya çarptırmak istemektedir. Muhakkak
ki insanların çoğu fasıktırlar" (Mâide, 49).
“Onların çoğunluğu zandan başkasına
uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç-bir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah,
onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yûnus 36).
“Allah hak ile hükmeder. Oysa O'nu
bırakıp taptıkları hiç-bir şeye hükmedemezler. Şüphesiz Allah işitendir,
görendir” (Mü’min 20).
"Sizin
Allah dışındaki taptıklarınız, Allah'ın kendileri hakkında hiç-bir delil
indirmediği, sizin ve atalarınızın koyduğu isimlerden başka bir şey değildir.
Hüküm yalnızca Allah'a âittir. O, yalnızca kendisine ibâdet edilmesini
emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler" (Yusuf 40).
"Allah ve
Resûlü bir konu hakkında hüküm verdikleri zaman, mü'min bir erkeğin veya mü'min
bir kadının kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Artık kim Allah'a ve
Resûlü'ne isyân ederse derin sapıklıkla sapıtmıştır" (Ahzâb 36).
"Ey
Ademoğulları! Ben size Şeytan’a kulluk etmeyin; çünkü o sizin apaçık
düşmanınızdır. Ve bana kulluk edin; bu benim dosdoğru yolumdur demedim
mi?" (Yâsîn 60).
"De ki:
Allah'ın size indirdiği rızkın bir bölümünü helâl kılıp bir bölümünü de haram
kıldınız. De ki: Allah mı size izin verdi yoksa ona iftirâ mı
atıyorsunuz?" (Yunus 59).
“Yoksa onların,
Allah'ın Dîninde yasaklamış olduğu bir şeyi meşrû kılacak ortakları mı vardır” (Şûrâ 21).
Şu hadis de mânidardır:
“Abdullah bin Mes'ud (radıyallahu anhu) şöyle
rivayet etmiştir: "Bir-gün Peygamber (sallallahu
aleyhi ve sellem) bize bir çizgi çizdi. Ve
“bu, insanı Allah-u Teâlâ'nın rızâsına kavuşturacak olan doğru yoldur, dedi.
Sonra, bu çizginin sağına ve soluna ayrı-ayrı çizgiler çizdi ve bu yolların
her-birinin başında o yola çağıran bir şeytan durur, buyurdu. Sonra; “İşte bu benim dosdoğru yolum; artık ona uyun” âyetini okudu” (İ.
Ahmed müsnedinde
4142 ve 4437 nolu hadis.)
Ali
Şeriati:
“Hükmetmeyen
İslâm, İslâm olmadığı gibi, İslâm’ı hükmettirmeyenler de müslüman değillerdir.
İnsanlık, liberâlizme
vararak, kurtuluşunun anahtarı diye, teokrasi yerine demokrasiyi kabûl etti. Bu
kez, demokrasinin teokrasi kadar aldatıcı olduğu, zâlim bir kapitâlizmin
tuzağına düştü. Liberâlizm, yalnızca, saldırı ve yağmalamada bir-birleriyle
yarışan atlılara hürriyetin tanındığı bir arena olarak kendini gösterdi” der.
Hz.
Muaz Allah Resûlü'ne
(s.a.v.) sorar:
“Başımızdaki âmirler şâyet senin sünnetine, senin getirdiğin emir ve hükümlere uymazlarsa, bize ne
emredersin?” sualine cevâben Allah Resûlü: ''Allah'a itaat etmeyene itaat yoktur'' diye buyurur.
Modern
müslüman, papaz tarafından değil ama, imam tarafından vaftiz olmaya râzı olan
müslümandır. Müslümanlar yönetimin müslüman olup-olmadığına bakmıyorlar,
yönetenin Müslüman (!) olmasına bakıyorlar.
Hikmet Ertürk:
“Eğer bir yalanı yeterince uzun,
yeterince gürültülü ve yeterince sık söylerseniz, insanlar inanır. İnsanları,
bir yalana inandırmanın sırrı, yalanı sürekli tekrar etmektir. Sâdece tekrar,
tekrar ve tekrar söyleyin” (Adolf Hitler).
Bu-arada Adolf
Hitler’e her kesim bir şekilde kızıyor olabilir fakat “Hitler’in Almanya’da
yaptığı her şeyin “yasal” olduğunu “asla” unutmayın” (Martin Luther King Jr.).
Tıpkı İsrâil’in Filistin’de
yapmış olduğu katliamları da yasal bir şekilde yaptıkları gibi. Demek ki
insanların ürettikleri yasalar insanlığa barış ya da mutluluk getirmiyor.
Politikacılar timsah gözyaşlı ve ikiyüzlüler. Sâdece “kınama” denilen bir söze
baş-vuruyorlar. İlâhi yasalar bir başkasının çıkarı için mazlumların ölümüne
izin vermez. Beşeri olanda ulus çıkarlar, kavmiyetçi bakışlar
söz-konusudur. Kalkan eller doğru olmayan bir şeyi doğru/yasal yapabilir. O
yüzden tüm insanlık İslâm’a ve onun öğretilerine/kurallarına muhtaçtır” der.
Basit
bir iş yapan iki ortak bile
bir iş üzerinde anlaşamazken, devletin yönetiminde yüzlerce ortağın
(parlamento) anlaşabileceğini düşünmek safdillik olur. Bunların
anlaşamamazlığının cezâsını halk çekecektir.
Îtikâdi
olan şeyler için bile oylama yapıyorlar. Baş-örtüsü, içki, kumar, zîna vs.
bunların olup-olmaması ya da devâm edip-etmeyeceğini belirlemek için. Allah’ın
yasakladığı bir-şeyin uygulanması için oylama yapılıyor ve yasağı ortadan
kaldırıyorlar. Allah’ın zâten emretmiş olduğu bir şeyin uygulanması için
mecliste oylama yapılıyor ve bunu “uygun” görüp yasallaştırıyorlar. Allah’ın o
şeyi uygun görüp emretmiş olmasını yeterli görmüyorlar. Böylelikle Allah’ın
kesin emirlerini tartışılır durumuna sokuyorlar.
“Onlar hâlâ câhiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle
inanan bir topluluk için hükmü Allah'tan daha güzel olan kimdir?” (Mâide 50).
“Allah'tan başka bir hakem mi arıyayım? Oysa O, size Kitabı
açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten
Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu hâlde, sakın
kuşkuya kapılanlardan olma!” (En-âm 114).
“Siz yalnızca zannın peşinden gidiyorsunuz ve
sürü psikolojisiyle hareket ediyorsunuz” (En-âm148).
Peki
neyden yana olmalıyız?. Âit olduğumuz toplum da bir fırka olmayacak mı? Allah
buna “fırka” değil “hizip” diyor ve bu hizbi şu şekilde överek târif ediyor:
“Kim Allah'ı, Resûlü'nü ve îman edenleri dost
(veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır
(hizbullah)” (Mâide 56).
İslâm’i
topluluğun dînî ve siyâsî lîderliğine imâmet-i kübrâ denilir. Bu ikisi laiklikte
olduğu gibi ayrılmaz. Ayrıldığı anda zâten adâlet bozulur ve her türlü melânet
ortaya çıkıverir.
Ahmet
Kalkan İslâm’daki yönetim şeklini şu şekilde anlatır:
“İnsanlar sanki
kulluk ve sınav için değil de; geçim ve seçim için Dünyâ’ya gelmişler. İnsanlar
eğer Dünyâ’ya seçim için geldiklerini düşünüyorlarsa; bu, hak ile bâtıl, İslâm
ile câhiliye arasında bir seçimdir; tevhid ile şirk arasında bir tercih,
sırât-ı müstakîm olan peygamberlerin, sıddık, şehid ve sâlihlerin yolunu mu,
yoksa Batılı bâtılların yolunu mu tercih edeceklerine dâir bir seçimdir bu. Bu
tercihler de demokratik yoldan oy kullanmakla olacak bir şey değildir. İslâm’ın
her şeyi orijinâldir. Başka din ve dünyâ görüşlerinden ödünç kavram ve yaşama
biçimlerine iltifat etmez. İslâm’ın devlet idâresi ve yöneticileri de kendine
has özelliklere sâhiptir; câhiliyyenin yönetim tarzlarına ve onların
lîderlerine benzemez.
İslâm hukûkunda
“imâmet”, Dünyâ’yı din ile idâre etmekte peygamberliğe vekâlet etmektir. “İmam”
veya “halife”: Bey’at sonucu mü’minler adına tasarruf (yönetme) yetkisine sâhip
olan ve Allah’ın indirdiği ahkâmın adâlet ve istişâre ile tatbikini sağlayan
kimse demektir. Müslümanların işlerini yönetmek için Resûlullah’a vekil olana
imam denir. “İmam”, müslümanların özel bir seçim sistemi olan “biat”ı ile
seçilen, ümmetin (müslüman toplumun) din ve dünyâ-siyâsetini idâre etmek üzere
seçilmiş müslüman önderlere denir. Bu mânâda ‘imam’, İslâm’la yönetilen bir
ülkenin müslüman başkanıdır. Bu imama “ülü’l-emr”, “halîfe”,
“emîru’l-mü’minîn”, “veliyyü’l-emr” de denilir. Mü’minler, kendi zamanlarında
müslümanların serbest biatıyla (özel seçimiyle) iş-başına gelen imama tâbi
olmak durumundadırlar. Böyle bir imama biat etmeden ölen müslümanlar hâtâ etmiş
olurlar.
İmamın seçimi, “ehl-i
hall ve’l-akd”in, yâni toplumun ileri gelenlerinin bey’atiyle olur. Dört
halifenin iş-başına gelme şekilleri üzerinde ümmet ittifak etmiştir. Onlardan
birinin göreve geldiği tarzda veya o usûllere benzer şekilde yönetici
imam/halife başa geçebilir.
İslâm, yönetim
sahasında mükemmel bir sistem getirmiştir. Bu, İslâm’ın her zamâna ve her yere uygun
olduğunu, evrensellik ve kapsamlılığını bize gösterir. Bu düzen ebedîdir ve
kıyâmete kadar da tatbiki mümkündür. Bu ümmetin sonra gelenlerine yaraşacak
sistem, önce gelenlerine yaraşan ve “asr-ı saâdet” örneğinde ortaya çıkan
sistemden başkası değildir.
İmâmetin hedeflerinin
en önemlisi, dîni korumak, Dünyâ’yı da din ile yönetmektir. Bu ise, imamın
boynuna takılan görevlerin en önemlisidir. Zîrâ din ile siyâseti/yönetimi
ayıran ve Dünyâ’yı bu dînin dışında yöneten mü’min olamaz (Mâide 44). Dîni
siyâsetten ayırıp “din başka, devlet başka” deyince; devlet dinsiz, din de
devletsiz/güçsüz kalacaktır.
İmâmete geliş usûlü, Kur’ân
ve sünnet ilkeleri çiğnenmemek şartıyla ümmete bırakılmıştır. Râşid halîfelerin
iş-başına geliş şekilleri ve bey’atın yapılış tarzı örnek alınmalı ve bu
örnekler çağa uyarlanabilmelidir.
İmamı seçme yetkisine
sâhip olanlar, “ehl-i hal ve’l-akd (sözleşme)” diye isimlendirilen ümmetin en
âlim ve seçkinleridir. Demokrasilerde olduğu gibi seçime bütün insanlar direkt
olarak katılamaz. Şûrâ’ya da bundan dolayı, en uygun ve en akıllı olanlar
seçilir. Çağdaş demokrasilerde olduğu gibi milletvekili olabilmek için
insanları iknâ etmeye (kandırmaya) ve bu uğurda boş yere ve çokça para
harcamaya ve propaganda yapmaya da gidilmez.
Devrim
yoluyla ve zorla imâmete geçmek, şer’î bir yol değildir. İmâmet, ümmetin
bey’ati olmaksızın gerçekleşmez.
Şûrâ, meşrû ve
gereklidir. İmamın seçilmesi ânında şûrânın olması vâcip olduğu gibi, halkın
işlerinin düzenlenmesinde de şûrâ gereklidir. Bu, halkın direkt veya dolaylı
seçimiyle oluşabilecek “Danışma Meclisi” şeklinde seçilecek milletvekillerinden
veya İslâm’a ters düşmeyen çağın anlayış ve ihtiyaçlarına uygun farklı
şekillerde istişâre meclisinden oluşabilir.
Tesbihin başlangıç ve
bitiş yerini belirleyen, tesbihi boncuk dizisinden ayırıp “tesbih” yapan şeyin
adına “imâme” denir. Tesbih bile imâmesiz olmadığına göre, ümmetin imamsız
olması elbette mümkün değildir.
Günümüzde Kur’ân’ı
yaşam-biçimi olarak kabûllenmeyip başka sistemleri (komünizm, faşizm, kapitâlizm,
demokrasi, Kemalizm vs.) onun yerine ikâmeye çalışanlar ile bâzı meselelerde
Kur’ân’ı kabûllenip hattâ bâzı ibâdetleri de şeklen (namaz, oruç, hac gibi)
yerine getirmelerine rağmen, toplumsal yapıyı düzenlemede Kur’ân dışı
sistemlerden birini kabûllenen toplumlar câhiliyye toplumu kategorisine
girerler. Câhiliyye toplumu, İslâm’a ve müslümanlara, kademeli olarak savaş
başlatır ki; hem kendi sistemini ayakta tutabilsin, hem de kendisini yok etmeye
yönelik tüm düşünce, oluşum ve örgütlenmeleri yok edebilsin.
Kur’ân bize rehberlik
ederek küfrün önderlerine karşı sürekli bir mücâdele içerisinde olmamızı
öğütler; onlarla savaşmamızı emreder (Tevbe 12). İşte bu savaş, yâni cihad,
organize olmuş imamlı bir cemaatle olur. Toplum, müttakî bir topluluktur. İmamları
ise takvâ sâhiplerinin önderidir. Onlara takvâda öncülük eder. Bu toplumda
bütün hesaplar âhiret üzerine yapılır, âhireti kazanmanın mücâdelesi verilir.
“Ve onlar (îman edip tevbe edenler), “Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak
eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sâhiplerine imam/önder kıl!”
derler.”(Furkan 74)
Günümüzde İslâm’i ve
ideâl anlamda cemaat bile olamayan müslümanların, aralarından imam çıkarmaları
ve imamsız devlete tâlip olmaları gerçekleşmeyecek bir düşten ibârettir.
Rüyânın gerçek olması için önce cemaat ve ümmet bilincine sâhip olmalı ve
içimizden bizi çekip çevirecek bir imam çıkarması için dil ve fiil ile duâ
etmeliyiz: “Ve onlar (îman edip tevbe edenler), “Rabbimiz! Bize gözümüzü
aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sâhiplerine imam/önder
kıl!” derler” (Furkân 74).
İslâm Devletinin akdî
temeli, ümmetin halifeyi seçme hakkı bulunduğu esâsına dayanır. İmam/halife,
özel bir seçim olan bey’atla seçilir. Ehl-i Hal’ ve’l-Akd denilen ümmetin
seçkin temsilcileri tarafından bey’atla seçilerek görev alır. Bu kurumun;
halife küfre meyleder, açıkça fısk olan işleri yapar, yönetimi hakkıyla icrâ
edemeyecek duruma düşerse halifeyi azletme (hal’ etme) yetkisi vardır. Halife,
şeriatı, bu seçkin temsilcilerden oluşan organla istişâre ederek icrâ eder. Bu
organ, aynı zamanda şûrâ organıdır. Halk direkt olarak da şûrâ meclisini
seçebilir”.
Peygamberimiz:
“Allah’a isyân konusunda yaratılmışlara itaat edilmez” der. (Müslim, İmâre 38,
hadis no: 1839). “Ma’siyet emredilirse, ne dinlemek vardır, ne de itaat!”
(Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839).
Bir
imam (Hz. Ebubekir) şöyle diyebilmelidir: “Ben, sizin en hayırlınız olmadığım
halde başınıza geçmiş bulunuyorum. Eğer doğru yolda yürürsem bana yardım
ediniz; doğrudan saparsam bana gerçek yolu gösteriniz. Doğruluk emânet; yalan
ise hiyânettir. İçinizde zayıf bir kimse, hakkını kendisine vererek
rahatlatıncaya kadar nazarımda kuvvetlidir. Kuvvetli de, başkasının hakkını ben
kendisinden alıncaya kadar yanımda zayıftır. Hiç-biriniz Allah yolunda cihadı
terk etmesin; çünkü cihadı terk eden kavmi Cenâb-ı Allah zillete düşürür. Bir
kavimde de kötülükler yayıldı mı, Allah onları genel belâlarla terbiye eder.
Ben Allah ve Resûlüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Eğer Allah ve
Peygamberine itaat etmezsem sizin de bana itaatiniz gerekmez!” (et-Taberî,
Târihu’r-Rusül ve mülûk, IV/1829).
Demokrasi, yer-yüzündeki
“Rab”liği Allah’a vermeme sistemidir.
“De ki; “Ben sizin keyfî
arzularınıza uymam; uyarsam sapıtmış, doğru yolda gidenlerden olmamış olurum” (En-âm 56).
Demokrasinin
eylemi olan oy kullanmak küfürdür ve küfür, çok da uzak olmayan bir zaman sonra mutlakâ zulme dönüşür.
Unutmayın
ki ABD, Batı ve İsrâil’in ve “zenginler”in gösterdikler adaylara oy veriyorsunuz.
O adaylara oy vermek zorundasınız. Bu, sizin irâdeniz değildir.
Allah gelip-geçici şeylerle oyalanmayı ve oyalananları
sevmez. Bu nedenle Hz. İbrâhim: “Ben
gelip-geçenleri (kaybolup batanları) sevmem” (En-âm 76) der.
Peygamberimize peygamberlik gelmeden önceki Mekke ve
arap-yarımadası toplumunun yönetim-şekli, “halk idâresi” yâni demokrasi idi
(kabîle demokrasisi) ve Allah bu yönetim şeklinin üzerine, bu yönetim-şeklini
yıkmak için peygamber gönderdi. Çünkü o yönetim şekli zulüm-sistemiydi ve
mazlumları çoğaltıyordu. Peygamber de bu duruma isyân ediyor ve kendini Hira’ya
atıyordu. Tâ ki Cebrâil gelene kadar..
Şöyle
bir şey vardır ki, bir peygambere vahyin tümü tek bir seferde verilmediği için,
peygamber de doğal olarak vahyin tamâmına göre hareket edemezdi. Vahye göre
hareket etmekle mükellef olan peygamberler, vahiy gelene kadar ve o şeyi helâl-haram
edene dek o şeylerden mükellef değildirler. Tabi bu durum o zaman için geçerlidir.
Bizi ilgilendirmez, zîrâ vahyin tamamı elimizdedir.
Demokrasi bir batak/bataklıktır.
Demokrasi yolunda gittikçe daha fazla batarsınız. Hiç-bir o zaman da o
bataklıktan kurtulamazsınız. Hattâ demokratik ülkelerde bir sorun/kriz
çıktığında, bu sorunun çâresi olarak “daha fazla demokrasi” söylemleri başlar
ve bu söylemlerin sonu gelmez. Sonuçta bir yaraya merhem de olunmaz, çünkü daha
fazla da olsa demokrasi bir çâre değildir. Bu durum aynen; kronik hasta olan
birinin hastalığının artması/alevlenmesi durumunda daha fazla ilacın önerilmesi
ve uygulanması gibidir. Fakat bu tutum bir tedâvi değildir. Hastalığı daha
fazla derinleştirmektir. Hiç-bir zaman şifâ bulunmaz ve sürekli arttırılarak
ilaç kullanılmaya devâm edilir. Tâa ki Azrâil görünen kadar..
Bir
şey %99 hak %1 şirk olsa, o şey yine şirk olur: “Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): “Eğer şirk
koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrâna
uğrayanlardan olacaksın” (Zümer 65).
“Biz bu kitabı sana, her-şeyin
ayrıntılı açıklayıcısı, bir
doğruya iletici, bir rahmet, müslümanlara bir müjde olarak indirdik” (Nâhl 89).
“Hüküm yalnız Allah’ındır. O kendisinden
başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur. Ama insanların çoğu bilmiyorlar”
(Yûsuf 40).
“Allah size kitabı detaylandırılmış bir hâlde indirmişken, Allah’ın dışında bir hakem mi arayayım?” (En-âm 114).
“Kendilerine okunmakta olan Kitab’ı sana
indirmemiz onlara yetmiyor mu?”
(Ankebût 51).
“Kitap’ta hiç-bir şeyi eksik bırakmadık”
(En-âm 38).
“Neyiniz var? Nasıl hüküm veriyorsunuz? Yoksa okuyup, ders almakta olduğunuz bir
kitabınız mı var? İçinde keyfinize
uyanın sizin olduğu” (Kalem 36-38).
“Sen de aralarında, Allah’ın indirdiğiyle hükmet”
(Mâide 49).
“Bak iyice kavramaları için âyetleri
nasıl türlü şekillerde
açıklıyoruz” (En-âm 65).
“Ey Rabbim! Benim toplumum bu Kur’ân’ı devre-dışı tuttular”
(Furkân 30).
Allah’ın
kurallarını-kânunlarını yok sayanlar ve görmezden gelenler iflah olmazlar.
Demokrasi
bir ideolojidir. Şûrâ ise bir ibâdet.
Son
pişmanlığın âyeti şudur: “Ey Rabbimiz!
Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de onlar
bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbimiz! Onlara azâbın iki
katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır)”
(Azhab 67-68).
“Eleysallâhu
bi ahkemil hâkimîn”. Allah
hükmedenlerin hâkimi değil midir? (Tin 8).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder