3 Şubat 2015 Salı

Oy Kullanma Şirki

































“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-am 116).

Şirk nedir? Allah’tan başka birilerinin, herkesin malı olan ülkenin kaynakları vesilesiyle istediği gibi güç kullanma; bu güç vesîlesiyle kânun/kural/hüküm/yasa koyma;  iktidardakilerin bu yasalarla devşirdikleri “tanrısal güç”le toplumu aslında “keyfî”ne göre yönetme isteğidir. Bu yasalar en nihâyetinde bir-kaç kişinin ön-yargılarına, fikirlerine, düşüncelerine, isteklerine, ideolojisine vs. ve en önemlisi de çıkarlarına göre düzenledikleri yasalardır. Yaptıkları şey sâdece bâzı küçük kurallar üzerine olsa pek sorun yok. Meselâ trafik, güvenlik, sağlık, ekonomi, adâlet vs. gibi düzenlemeler. Kânunları Kur’ân-merkezli ana-yasaya aykırı olmayacak şekilde yapmaları gerekir ki, insanlar “keyfî” yasalarla/kurallarla yönetilmekten ve bu sebeple de zulme uğramaktan kurtulsun. Aksi takdirde, başa kim/kimler geliyorsa o kurucu-kadronun, hattâ kurucu-kadronun başındaki kişinin keyfine göre kânunlar/yasalar çıkmaması imkânsızdır. Öyle ki bu keyfî yasalar o kişinin o günkü genel durumuyla bile ilgili olabiliyor. O kişi o günkü ruh-hâline göre öneriler sunuyor ve “baskın lider” olduğu için bunlar büyük oranda kabûl ediliyor. Adamın o gün huysuzluğu üzerindeyse ve çıkacak/değişecek yasa da bu huysuzluğa göre düzenlendiyse, vatandaş bu huysuzluğa kurban oluyor ve bedelini bâzen de çok ağır ödüyor. Bekleyelim ki keyfi tekrar yerine gelsin ve birazcık olsun merhâmeti kaldıysa o merhâmet içinde tekrar depreşsin de yasayı halk lehine değiştirsinler. Bunu beklemek gerçekten enâyiliktir. Çünkü böyle-böyle ömür geçip gidiyor ve insanlar sıkıntılı bir hayattan sonra huzûru kara-toprakta buluyor. Zâten tüm umudunu yitirdiği için kara-toprağa kavuşmadan önce bunu arzulamaya başlıyor.   

Peki bu zulüm nasıl ortadan kalkar? İşte bunun tek bir yolu var: Başlıkta yazdığımız âyetin gereği yerine getirildiği zaman.. Bir çokluk yönetimi olan demokrasiye îtiraz edildiğinde.. Bu îtiraz aktif şekilde bir “İslâm’i devrim” ile olmuyorsa, oy vermeyerek yapılabilir. Aksi hâlde sürekli farklı keyiflere göre hareket etmekten ve bu nedenle de zulme uğramaktan kurtulamayacağız.  

Biz bu kitabı İslâm’i bilince ve harekete değer vermeyen kişilerden çok, kendini müslüman olarak tanımlayan kişilere ve özellikle de Kur’ân-merkezli çalışmalar yapanlar için yazdık. Zîra bu gruplar sürekli Kur’ân okumaları yaptıkları ve Kur’ân’ı düzenli bir okumaya tâbi tuttukları için okumadan geçemeyecekleri âyetlere rastlıyorlar, fakat bu âyetleri ya sonsuz yorumlara tâbi tutarak anlam kaymasına hattâ anlamın yok olmasına neden oluyorlar, ya da o âyetin ne demek istediklerini anladıkları hâlde rahat bir laik/kapitâlist/neo-liberâl/demokratik/konformist/modernist ve şerefsiz ideolojilerin kendilerine sağladığı mevcut “iyi!” yaşamlarının değişmesini istemediklerinden, veya bu âyetler onlara derinden-derine “yanlış bir durum var” mesajını vermesine rağmen hem kafa-konforlarının bozulma bedelinden hem de gürültüden-patırtıdan çekindikleri için maalesef o âyetleri es ya da “eks” geçiyorlar. Müslümanların bu şerefsiz sistemlere her-hangi bir îtirazlarının ve eleştirilerinin olmaması mal ve can korkusu yüzündendir. Oysa Allah Kur’ân’da:

“De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşîretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticâret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resûlü’nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidâyet vermez” (Tevbe 24).

“Çâresiz, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve kesinlikle gerek sizden önce kitap verilenlerden ve gerekse Allah'a ortak koşanlardan bir-çok incitici sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız, işte bu, azmedilmesi gereken şerefli işlerdendir” (Al-i İmran 186).

“Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur’ân'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefâ gösterecek olan kimdir? Şu hâlde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur” (Tevbe 111).

“Hafif ve ağır (süvâri ve piyâde) olarak sefere çıkın ve mallarınızla ve canlarınızla (nefislerinizle) Allah yolunda cihad edin (savaşın). İşte bu, eğer bilmiş olsanız, sizin için daha hayırlıdır” (Tevbe 41).

“Allah’a ve O’nun Resûl’üne îmân edersiniz ve Allah’ın yolunda canlarınızla ve mallarınızla cihad edersiniz. İşte bu, sizin için hayırdır. Keşke bilseniz” (Saff 11).

 Allah bu âyetlerle müslümanların mal ve can korkusuna kapılmamalarını söyleyerek onları asıl yapılması gereken işlere yönlendirir.  

Özellikle 2. dünyâ-savaşından sonra Dünyâ, İngiliz yönetiminden ABD yönetimine geçince ve kapitâlizm kendini tüm gücüyle empoze edince ve Türkiye’de de Özal ile başlayan Amerikan güdümlü siyâset kabûl edilince müslümanlarda bir değişme oldu. Bu değişim RP döneminde farklı bir kulvara girdiyse de bu sisteme bir-yandan hem adapte oldu hem de farklı yönelişlerin cezâsı 28 Şubat süreciyle çok ağır bir şekilde verildi. İşte müslümanları teslim olmaya zorlayan asıl etken budur. 28 Şubat süreci müslümanları öyle bir korkuttu ki, artık bu yukarıda bahsettiğimiz zâlim ideolojilere/sistemlere rükû ve hattâ secde ettiler/ediyorlar. İşte bu alçalışın gerçek nedeni âhiret bilincinin ve imânının zayıflaması, azalması, dikkate alınmaması ve neredeyse yitirilmesinden dolayıdır. Yâni müslümanlar artık dünyevileştiler ve bunu sorun etmemeye başladılar. Allah’tan, Peygamberden, Kur’ân’dan, hak-hakîkat; adâlet-eşitlikten çok-çok daha fazla, Dünyâ’yı, modernizmi, konformizmi, liberâlizmi, kapitâlizmi, demokrasiyi sevmeye hattâ âşık olmaya başladılar. Öyle ki laf bile ettirmiyorlar bu tağûti sistemlere. Kur’ân-merkezli okuma/çalışma yaptıklarını zannedenler bile aslında kapitâlist-liberâl-demokratik ideolojilerin ve bunların ülkedeki uzantıları olan “partilerin düşünceleri ve çıkarları merkezli” bir anlayışa kapıldılar. Çünkü kendi çıkar ve konfor anlayışları ile bu partilerin çıkar ve  konfor anlayışları aynıdır. Günümüz Türkiye’sinde bu tarz siyâset yapan iktidardaki parti AKP’dir.

Aslında bu partiler de gelip-geçicidirler. Zamânında Özal’ı şakşaklayan ve ondan büyüğünü görmeyenler bir süre sonra aynı yalakalığı Erbakan’a, en nihâyetinde de aynı şakşaklığı ve yavşaklığı Erdoğan’a yaptılar/yapıyorlar. Erdoğan da Allah’ın kaderine uğrayarak zamânın yok etmesine yakalanacaktır. Asıl sorun bu parti lîderlerinin de izinden gittiği laik/seküler/kapitâlist/neo-liberâlist/ konformist/modernist zulüm düzeninin devâm ediyor olmasıdır. Bataklık burasıdır. Diğerleri bu bataklıktan beslenen değersiz “sinekler”dir ve bunlar aslında yoksulun yoksulluğunun sürmesine; zenginin ise servetlerini sürekli arttırmasına sebep oluyorlar. Zâten demokrasinin çıkış nedeni de budur. Demokrasi ve onun eylem şekli olan “oy verme” vesîlesiyle alsında istedikleri lîderi başa getirerek ve düzenlerini sürdürerek garibanın, eleştirenin, isyankârın sesini kesmek istiyorlar. Diyorlar ki: “Halkın irâdesiyle geldik buraya. Bizi eleştirmeye hakkınız yok”. Fakat ey müslümanlar! şunu iyi bilin ki yaptığınız şey, yoruma bile gerek duyulmayan Kur’ân âyetlerine aykırıdır. Oy kullanarak bir şirkin peşine düşmüş durumdasınız. Özellikle de “sözde Kur’ân merkezli bir hayat ve anlayış peşinden koşanlar”, şu âyetler sizi hem bu Dünyâ’da hem de âhirette mahkûm edecektir:

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-am 116).

Şuâra 103, 121, 139, 158, 190. âyetlerinde de “çoğunluk”un olumsuzluğundan bahsedilir. Demokrasi bir “çoğunluk yönetimi”dir. 100 kişilik bir ortamda 49 kişi istemese bile 51 kişinin istemesi o şeyin kabûl edilmesine yol açar. Çoğunluk ne derse o olur, isterse o şey yanlış/çirkin/ayıp/günah ve hattâ şerefsizce olsun. Artık bir-fazla çoğunluğu yakalamış olanlar insanların kaderlerini belirlemeye kalkarak hâşâ ilahlaşırlar. İnsanların ne yiyip-içeceğine, ne giyeceğine, nerede oturacağına kısaca tüm hayâtına onlar karar verir. Verdikleri kararlar keyfî kararlardır. Fıtrata uygun olmayan zulümâne kararlardır çoğu. Bir-şey iyi iken bir-anda kötüleştirebilirler. Halkın lehine olan bir-şeyi bir-anda değiştirerek halkın a-leyhine çevirebilirler ve kimse hesap da soramaz. Hesap sorsa da yanıt alamaz. Artık beklesin ki bir 4-5 sene geçsin de bunlara oy vermesin. Hâlbuki kullandığı oyu da kendi serbest irâdesiyle vermemiştir ve vermeyecektir. Alttan-alta çeşitli kanallarla ona dayatılır kime oy vereceği.

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi? Bunlar, tağut'un önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsa 60).

Peki “tağut” nedir? Ferhat Maviyıldırım yazısında “tağut” hakkında şunları yazar:

“Azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, Şeytan, put, put-hâne, kâhin, sihirbaz. Allah'ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluşların tümü. Arapça "Teğa" kökünden türetilmiş olup kelimenin masdarı olan "Tuğyan" Allah Teâlâ'ya isyân etmek anlamına gelmektedir.

Allah'ın indirdiği hükümlere muhâlif olan ve onların yerine geçmek üzere hükümler îcad eden her varlık tağuttur.

Tağut, Allah (c.c)'a karşı isyân etmekle berâber, O'nun kullarını kendisine kul edinmek gayretinde olandır. Bu ise Şeytan, papaz, dînî veya siyâsî lîder veyahut da kral olabilir. Bu sebepten dolayı bir insanın müslüman olabilmesi için tağutu reddetmesi gerekmektedir.

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm'de: "Andolsun ki biz her kavme "Allah'a ibâdet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının" diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir" (Nâhl 36). "Îman edenler Allah yolunda cihad ederler, kâfirler ise tağut yolunda savaşırlar" (Nîsâ 76). âyetleriyle mü’minlere tağut hakkında bilgi vermekte ve tağuta karşı takınmaları gereken tavrı açıklamaktadır. Âlimler de tağut hakkında, âyet ve hadislerden çıkardıkları deliller çerçevesinde yaptıkları yorumlarla bu kavramı tefsir etmektedirler.

Bu-gün yer-yüzünde yürürlükte olan rejimlerin (siyâset) hepsi, beşerî rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymaktadırlar. Dolayısıyla da Allah (c.c)'ın hükümlerine muhâlefet etmektedirler. O hâlde bu rejimlerin hepsi "tağut" olarak isimlenir. Hattâ kitlelere "en câzip ve hüsn-ü kabûl gören bir rejim" olarak tanıtılan demokratik ve lâik rejimler de tağut hükmündedir.

Her ne şekilde olursa-olsun, insanlar tarafından konulmuş ve Allah (c.c)'ın hükümlerine muhâlefet eden hükümler "tağut" olarak isimlendirilirler.

Tağutların hükümlerine göre yönetilen beldeler "Dâr'ul-Harp" durumundadırlar. Tağutun hüküm sürdüğü beldelerde yaşayan bütün mü’minlerin, din Allah'ın oluncaya, Allah'ın indirdikleriyle hükmedilinceye kadar cihad etmeleri farzdır. Bu cihaddan kaçıp, tağutun hükmüne râzı olanlar ise, ister bilerek, ister bilmeyerek yapsın, kâfir olma durumundadırlar. Allah Teâlâ (c.c) bu hususta; "Îman edenler Allah yolunda cihad ederler, küfredenler ise tağut yolunda savaşırlar" (Nîsâ 76) buyurmakta ve mü’minin tağut karşısındaki yerini belirlemektedir.

Allah Teâlâ, Âdem (a.s)'dan, Resûlullah'a (s.a.v) kadar bütün peygamberleri, insanları Tevhid'e, yâni Allah'ın varlığına ve birliğine, ortağı olmadığına inanmaya; O'nun koyduğu hükümleri kabûllenmeyerek kendi hevâ ve heveslerine göre hüküm koyma isteğinde olan "tağut"a karşı savaşmaya ve tağut kapsamına giren her-şeye kulluk etmekten kaçınmaya çağırmaları için göndermiştir.

Nitekim Allah Teâlâ bu hususta; “Andolsun ki biz her kavme, "Allah'a ibâdet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının" diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir" (Nâhl 36) buyurmaktadır.

Bu tağutlar İbrâhim (a.s) döneminde Nemrut, Mûsa (a.s) döneminde Firavun, Resûlullah (s.a.v) döneminde de Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi Daru'n-Nedve'nin ileri gelenleri ve puta tapan şahsiyetleri olduğu gibi, diğer peygamberler döneminde de, kendilerine gönderilen peygamberlerin getirdiği tevhid akîdesini inkâr edip, atalarından kalan inançları devâm ettirme inatçılığı gösteren puta tapan kavimler olmuşlardır. Günümüzde de hevâ ve hevesleriyle hükümler koyan ve o hükümleri insanlara dayatan meclisler, hükümetler, devletler vb. gibi kurum ve kuruluşlar da bu tağutlardandır.

Müslüman Allah'ın hükümleri doğrultusunda yaşamak, O'nun koyduğu hükümler dışında konulan bütün hükümleri reddetmek, İlâhlık taslayan bütün güçleri yok etmek için çalışmakla mükelleftir. Şu bir gerçektir ki, Allah (c.c)'a îman edenler, O'nun yolunda tağutla savaşmak zorundadırlar. Çünkü tağut bir mü’min için her-şey demek olan îmânını çiğnemek, ona hayat-hakkı vermemek ve Allah'ın hükümlerini iptâl edip, kendi hevâ ve hevesleri doğrultusunda hükümler koymak amacındadır.

Resûlullah (s.a.v) de tağut hakkında bir hadis-i şerifinde; "Her kim (tağuta karşı) cihad etmeden ve onunla mücâdele (ederek Hakk'ı hâkim kılma) arzusunu rûhûnda duymadan ölürse, nifaktan bir şûbe üzerinde ölür" buyurmaktadırlar" (Muhtasar Sahih-i Müslim, Hafız Münzirî, Hd. No: 103).

Bir mü'min, tağutu, yâni Allah Teâlâ'nın emirleri ve yasakları ile çatışan nefsini, diğer şahısları, önderleri, rejimleri ve ilkeleri red etmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah'a ve O'nun düzeni olan İslâm nizâmına âit olduğunu kabûllenmedikçe îmânın sembolü olan tevhid kulpuna yapışamaz. Allah Teâlâ bu konuda da şöyle buyurmaktadır: "Dinde zorlama yoktur. Hakîkat, îman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tağutu inkâr edip de Allah'a (O'nun kânunlarına) îman ederse, muhakkak ki kopması (mümkün) olmayan en sağlam kulpa sarılmıştır. Allah işiten ve bilendir" (Bakara 256).

İslâm dîninin hükümlerini inkâr eden bütün ideolojiler Tağut hükmündedir. Kur’ân-ı Kerim'de; "Allah, îman edenlerin velisidir (yardımcısıdır). Onları karanlıktan (kurtarıp) nûra çıkarır. Küfredenlerin velisi ise Tağut'tur. O da kendilerini nûrdan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. Onlar (Tağut ve ona tâbi olanlar) Cehennemin arkadaşlarıdır. Onlar orada, bir daha çıkmamak üzere ebedî kalıcıdırlar" (Bakara 257) buyrulmuştur.

İnsanları Tağutî güçlere karşı cihada teşvik etmeyen ve bu uğurda gayret sarfetmeyen kimseler ne kadar ilim-sâhibi olursa-olsunlar, kat'iyyen âdil ve müslüman değildirler. Olsa-olsa onlar ancak Bel'âm'dırlar. Dolayısıyla onların fetvâları ile amel edilemez”.

Tağutu “tavuk” diye anlıyorlar. Tağutları ve düzenlerini terk edip (hicret) sâkin bir yerde tavuklarıyla uğraşsalar neyse.

“Daha sonra seni, iş ve yönetimde bir şerîat/bir yol-yöntem üzerine koyduk. Artık ona uy! Bilmeyenlerin keyifleri ardınca gitme!” (Câsiye 18).

“Onlar hâlâ câhiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiye inanan topluluk için hükmü Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (Mâide 50).

“Allah'tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa O, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu hâlde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma” (En-am 114).

“De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim O'na hiç-bir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabbler edinmeyelim" (Âl-i İmran 64).

“Yoksa Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara kânun kılacak ortakları mı vardır? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhâl aralarında hüküm verilirdi. Ve zâlimler için şüphesiz can-yakıcı bir azap vardır“ (Şûra 21).

 “ALLAH ve Resûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rêsûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur” (Ahzab 36).

“Biz yer-yüzünde “Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıkta seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükmü içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslîmiyetle kabûllenmedikçe îman etmiş olamazlar” (Nîsa 65).

“Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunan kimseler bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik; fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirirler” (Mü’minun 71).

“And olsun, size öyle bir kitab indirdik ki, bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” (Enbiyâ 10).

“Hak ile bâtıl apaçık meydana çıkmıştır. Kim tağutu inkâr eder ve Allah’a îman ederse o, muhakkak kopması mümkün olmayan sağlam kulba yapışmış olur” (Bakara 256).

“Hüküm (hakimiyet) ancak Allah’ındır” (En’am 57).

“..O, dilediğini hükmeder” (Mâide 1).

“O, hükmüne kimseyi ortak etmez” (Kehf 26). Oy vermek, Allah’ın hükmüne başkalarını ortak etmek demektir. Hem de bu ortaklar, Allah’ın hükmünden hiç-birini kânun olarak yürürlüğe koymak istemeyenler, hattâ bu şekilde hüküm koymayı yasaklayanlar ve yasaklanmasını onaylayanlardır. Sâdece kendi keyfi yargılarıyla belirledikleri kânun ve kurallara îtibar edenlerdir.

“Hüküm ancak Allah’ındır. O da, kendisinden başkasına kulluk yapmamanızı emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler” (Yusuf 40).

“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet-yönet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarına dikkat et. Eğer (Allah’ın hükümlerinden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların bir-çoğu da zâten fâsıktırlar (yoldan çıkmışlardır). Yoksa onlar câhiliyye (İslâm-dışı) yönetim mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre hükmü bakımından Allah’tan daha iyi kim vardır?” (Mâide 49-50).

“Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir” (Mâide 44).  

“Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar zâlimlerin ta kendileridir” (Mâide 45).

“Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar fâsıkların ta kendileridir" (Mâide: 47).

“Muhakkak ki şirk en büyük zulümdür” (Lokman: 13).

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa o ondan kabûl edilmeyecektir ve o âhirette ziyâna uğrayanlardan olacaktır” (Âl-i İmran 85).

Laik/seküler/kapitâlist/liberâlist/modernist/konformist vs. sistemler unutulmasın ki bir “din”dir.

“Doğrusu, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitap’ı sana hak olarak indirdik; hakkı gözet, hâinlerden taraf olma” (Nîsa 105).

“O, hiç kimseyi hükümranlığa ortak kılmaz” (Kehf 26).

“Tâ ki o, fey ve ganîmet-malları, hattâ genel olarak servet sizden zengin olanlar arasında dolaşıp durmasın” (Haşr 7).

  Peki İslâm’a göre nasıl bir yönetim olmalıdır?. Bu konuda da yine âyetler bize yol gösterecektir:

“Allah’a itaat ediniz, Resûle de itaat ediniz ve sizden olan emir-sâhiplerine (Resûl gibi olan emir sâhiplerine) de” (Nîsa 59).

“Ey îman edenler, Allah ve Resûlü sizi, size hayat veren şeye çağırdığında icâbet edin” (Enfâl 24).

“Güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyoruz” (Kasas 5).

“Andolsun, biz Zikir'den sonra Zebur'da da: Şüphesiz Arz'a sâlih kullarım vâris olacaktır diye yazdık” (Enbiyâ 105).

“Onlar o mü’minlerdir ki, eğer kendilerine yer-yüzünde bir iktidar mevkî verirsek namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler; iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar” (Hacc 41).

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidar sahibi kıldıysa, onları da yer-yüzünde güç ve iktidar sâhibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

İslâm târihinde oy verme diye bir şey yoktur.

Onların iş ve yönetimleri aralarında şûra iledir. (Şûra 38). Demokrasi ile şûra zinhar aynı şey değildir. Demokraside sonsuz görüşler vardır ve hiçbir zaman bir uzlaşma sağlanamaz. Çoğunluğun görüşü hâkim olur. Şûrada ise halkın tamâmının kabûlüyle olan bir uzlaşma yürürlüktedir. Demokrasiyi halk içindeki câhiller ve …ler severken, şûrâ’yı halk içindeki câhiller ve …ler sevmez.

Şûrâ; demokrasi gibi donuk, hareketsiz bir sistem değildir. Demokrasilerde 4-5 yılda bir aktiflik var ve bu aktiflik de özgür irâde ile olan bir aktiflik değil, dayatılan adaylardan birini seçmeye zorlanmaktır. Şûrâda ise dinamik, hareketli bir yapı vardır. Her-an tartışılabilir uygulamalar, düzenlemelerdir. Meselâ kısas durumunda karârı vermek halka âittir. Onu affedecek mi yoksa ölümüne mi hükmedecek?, bunu ölenin yakını belirler, devlet keyfine göre belirleyemez. Demokrasi çok mekanik, şûrâ ise canlı rûh içeren bir yapıdır.

Demokrasi % 49’a karşı % 51’i için bölücüdür ve daha başta tevhide aykırıdır. Tevhide aykırı olduğu için İslâm’a aykırıdır, İslâm’ın özüne aykırıdır. Fırkalara ayrılmanın başladığı yer tüm insanlık târihinde budur. Kur’ân, Enbiyâ 159, Rum 32, Mü’minûn 53-54’te “sakın fırkalaşmayın, yoksa perişân olursunuz” der. Demokrasi, fırkalaşmanın modern adıdır. Karşıdaki %49 size ânında düşman olur. Kur’ân buna müşriklik der: “Gönülden katıksız bağlılar” olarak, O'na yönelin ve O'ndan korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın. Onlardan ki, dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar hâline geldiler. Her hizip kendi elindekiyle sevinip övünür” (Rum 31-32).

“O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış (istişâre et). Karârını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever” (Âl-i İmran 159).

Bu âyet-i kerime Resûlullah (s.a.s.) Efendimizin Uhud savaşının başlangıcında ashabını toplayarak bu konuyu onlarla görüşmesi ve sonrasında yaşananlar sonucu indirilmiştir. Peygamber Efendimiz kendi fikrini açıklayıp onların fikirlerini almıştı. Allah’ın Resûlü Medine’de kalıp gelmekte olan düşmana karşı bir müdâfaa savaşı vermeyi düşünüyordu. Ama istişâre ettiği ashabı arasında daha önce Bedir’de bulunamayıp düşmanla karşılaşmaya can atan, bir meydan muhârebesi için yanıp tutuşan gençler vardı. Bunlar ısrarla Uhud’a gitmeyi, düşmanı şehrin dışında karşılamayı ve kahramanca bir savaşta Resûlullah’ın yüzünü aydın etmeyi istiyorlardı. Onların bu arzularında ısrarlarını gören Allah’ın Resûlü kendi fikrinden vazgeçip onların bu arzusunu kabûl etti. Sonra bu gençler Resûlullah’ı üzdüklerini, onun arzusuna muhâlefet ettiklerini düşünerek pişmân oldular ve gelip şöyle dediler: “Ey Allah’ın Resûlü, sizin arzunuzun aksine bir şey isteyerek gâliba bizler hatâ ettik. Bu tavrımızdan ötürü bizi affet ve nasıl istersen öylece yap. Biz sizinle berâberiz” dediler. Allah Resûlü artık karârını vermişti.

İşte daha önce ashabıyla istişâre edip de bu istişâresinin sonunda kendi fikrinden vazgeçip, onların isteklerine tâbi olmasını yüce Yaradan emrediyordu. Hattâ bu istişâre sonucu alınan karar olumsuz sonuçlanırsa dâhi artık ashâbıyla istişâreden vazgeçme gibi kâlbinden bir duygunun geçmemesi, istişâre ettiğine pişmanlık duymaması için Rabbimiz burada açıkça müşâvere emrini veriyordu.

Kur’ân, ayrıca Allah ile melekleri arasında geçen müşâvereyi insanlığa örnek olarak sunmaktadır. Allah, üstün emredici olarak şûrâ etmeye muhtâç olmadığı hâlde Hz. Âdem’i yaratmayı düşündüğü zaman yeni bir varlık yaratacağını ve onu yer-yüzünde halife kılacağını meleklere meşvereti andırır bir tarzda açarak, şûrâyı bizzat uygulamaktadır. Allah ile melekleri arasında geçen şûrâ Kur’ân’da şu şekilde zikredilmiştir: “...Düşün o zaman ki, Rabbin meleklere, yer-yüzünde (emirlerimi yerine getirip, varlıklar üzerinde tasarrufta bulunacak) bir halife yaratacağım buyurduğunda, melekler şöyle demişlerdi: Yeryüzünde fesat çıkarıp, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Hâlbuki biz seni hamd ile tesbih eder, seni her türlü noksandan yüce tutarız. Allah ise, Ben sizin bilmediğinizi bilirim buyurmuş ve Âdem’e bütün isimleri öğrettikten sonra meleklere göstermiş, eğer (halifeliğe daha lâyık olduğunuz iddiasında) doğru iseniz bunların isimlerini bana söyleyin buyurmuştur. Melekler, seni her türlü noksandan tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur, Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın” (Bakara 30-32). Kur’ân’da geçen bu istişâre örneğinin amacının, şûrânın önemini insanlığa göstermek olduğu düşünülmüştür. Başka bir âyet-i kerimede “Yine onlar, Rablerinin davetine icâbet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar” (Şûrâ 38) buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz şûrâ ve istişârenin önemine işâret etmiştir:

“İstişarede bulunarak işlerinize karşı yardım alınız”.

“Bir topluluk istişârede bulundu mu mutlaka işlerinde en doğru olana yönelirler”.

“İstişâre edilen kişi kendine îtimat olunan kişidir”.

Resûlullah efendimiz Medîne’ye geldiğinde namaza dâvet için nasıl bir çağrıda bulunulması gerektiği konusunda ashâbı ile istişârede bulundu. Tekliflerden bir kısmı ateş yakılmasını, bir kısmı yahudi ve hristiyanlar gibi çan çalınmasını, birisi de gür bir insan sesiyle dâvet edilmesini önerdi ve bu teklifi peygamber efendimiz kabûl etti. Sonrasında sesi güzel olan sahâbe Bilâl-i Habeşi kûba mescidinde yüksek bir yere çıkarak ilk ezanı okudu.

Demokraside alınan kararlar keyfe/akla/çıkara dayanabilirken, Şûrâda, Kur’ân’a dayanmak zorundadır. Mesele budur zâten. Şûrâdan Kur’ân-merkezli bir karar çıkabilir ancak. Kur’ân’a aykırı olmayan örfe de izin verilmiştir.

Demokrasi anti-tevhid içerikli bir ideoloji/şirktir.

Fâruk Furkan demokrasiyi şu şekilde anlatır:

“Yaşadığımız şu çağda insanların insanlığını bitirip onları hayvanlardan daha aşağı konuma düşüren bir-çok şirk çeşidi vardır. Bu şirkler Dünyâ’nın değişik bölgelerine göre farklılık arz edebilmektedir. Örneğin kimisi ineğe taparak bu şirke düşerken, kimisi yıldızlara taparak bu pisliğe bulaşmaktadır. Lâkin bu şirk çeşitleri içerisinde bir tânesi var ki -maalesef- Dünyâ’nın neredeyse her tarafını kaplamış, şu-an yer-yüzünde nefes alıp-veren herkesi içine almıştır. Evet, bu şirk “demokrasi şirki”dir”.

Böyle yapmalarının en büyük nedeni, bu idâre tarzının onların şehvetlerine, arzu ve isteklerine çok fazla müdâhale etmemesi, onlara sonsuz özgürlükler vermesi ve hayvanlar gibi yaşamalarına müsâde etmesidir. Eğer idâre İslâm’ın elinde olsa istedikleri gibi yaşayamayacak, arzularını diledikleri gibi gerçekleştiremeyecekler. İşte bu nedenle demokrasi onlarda bir sevdâya dönüşmüştür.

Demokrasi güçlünün hâkim olduğu rejimin adıdır. Çağdaş bir masaldan ibârettir. Her ne kadar tersi iddia ediliyor olsa bile, seçenlerin ve hattâ seçilenlerin değil; seçtirenlerin ve derindekilerin irâdesi önemlidir. Demokrasi, bir Truva atıdır. Halka, oy vermeme hürriyeti bile vermeyen çağdaş dayatma rejimidir. %51 delinin % 49 akıllıya gâlip getirilmesinin adıdır. Müslümanla kâfirin, mücâhidle İslâm düşmanının, âlimle câhilin, aydınla avamın eşit olduğu adâletsiz rejimin adıdır demokrasi. Demokrasi açısından, oy veren insanlar, eşit olmasına eşittir, ama bâzıları daha çok eşittir. Elli bir pirenin kırk dokuz file gâlip getirilmesidir demokrasi.

Demokrasi, “Halkın -İlâhî bile olsa- başka hiç-bir otoriteye boyun eğmeden kendi-kendini yönetmesi, idâre etmesi” demektir.

Demokrasi asıl îtibârı ile Yunanca bir kelime olup demos ve kratos kelimelerinin bileşiminden oluşmaktadır. ‘Demos’, ‘halk’ anlamına gelmektedir. ‘Kratos’ ise ‘idâre’ demektir. Bu iki kelime ‘demokrasi’ şeklinde telaffuz edilmektedir. Mânâsı ise harfi-harfine ‘halkın idâresi’, ‘halkın otoritesi’ ya da ‘halkın yasama yetkisi’ demektir.

İslâm’daki şûrâ ile demokrasi aynı şey midir?

Aralarında fark var mıdır?

1-Her şeyden önce şunu bilmek gerekir ki, şûrâ Kur’ânî bir kelimedir, İslâm’i bir kavramdır; demokrasi ise Kur’ân ve sünnette kullanımı olmayan batı kökenli bir kelimedir.

Bâzıları hiç utanmadan, arlanmadan ve pervasızca İslâm ile demokrasinin aynı şeyler olduğunu, aralarında en ufak bir farklılık olmadığını söylemektedirler. Bu insanlara şunu sormak isterim: Eğer bu iki kelime aynı ise ve aralarında her-hangi bir fark yok ise neden demokrasi yerine İslâm kelimesini kullanmıyor, konuşmalarınızda bunu dillendirmiyorsunuz? Çünkü siz de çok iyi biliyorsunuz ki, aklı başında olan ve idâreyi elinde tutanlar sizin bu safsatanıza inanmamakta, kandırmaya çalıştığınız câhil halk gibi kanmamaktadırlar. Onlar bunu reddettikleri için onların olduğu yerlerde bu tür söylemlerde bulunamamaktadırlar.

2-Şûrâ Allah’ın hükmü iken, demokrasi ise halkın veya tâğutların hükmüdür.

Demokrasilerde verilen hükümler Allah kaynaklı değildir. İnsanların arzu ve isteklerinin neticesidir. Ya doğrudan tâğutların koyduğu kurallardır ya da halkın oylamasına sunulan kânunlardır. Şûrâ da ise kesinlikle verilen hükümler Allah’a muhâlif olamaz. Çünkü şûrâ hiç-bir zaman Allah’a rağmen ve Allah’a muhâlif kânun koyamaz. Bu nedenle “şûrâ ile demokrasi aynı şeydir” demek hem Allah’a hem de demokrasiyi ortaya koyan insanlara atılmış bir iftirâdır. Çünkü bu sistemi ortaya koyanlar da İslâm ile demokrasinin aynı şeyler olmadığını ifâde etmektedirler.

3-Şûrâ egemenliği kayıtsız-şartsız Allah’a âit görürken, demokrasilerde egemenlik kayıtsız-şartsız halkındır.

Bilindiği üzere İslâm’da mutlak otorite, idâre ve kânun yapma yetkisi sâdece ve sâdece Allah’ın hakkıdır. Allah’tan başka hiç-bir kimsenin ve hiç-bir makâmın bu yetkileri kendinde görme salâhiyeti yoktur. Bu, tüm İslâm âlimlerinin ittifakla kabûl ettiği bir hakîkattir. Hangi mûteber bir İslâm kaynağını açarsanız-açın, orada hâkimiyetin yalnızca Allah’a âit olduğunun vurgulandığını görürsünüz. Bu nedenle falanca kitapta şöyle geçer, filanca âlim şöyle demiştir, demeye gerek yoktur. Haddi zâtında Kur’ân’a bakıldığında, Kur’ân’ın baştan sona bu gerçeği vurguladığı görülecektir. İşte bu nedenle bir insan “ben müslümanım” diyorsa eğer, onun zorunlu bir şekilde tek egemen ve tek hâkim olarak Allah’ı kabûl etmesi gerekir. Aksi hâlde müslüman olamaz. Demokrasilerde ise bu yetki, halkın veya milletindir. Yâni toplumun geneli, egemenliğe sâhip kabûl edilir. Hangi inanca sâhip olurlarsa-olsunlar, fertler bir-birlerine eşit olduklarına göre, her bir şahıs, o hâkimiyetin bir birimine, bir parçasına sâhiptir. Yâni 70 milyonluk bir ülkede hâkimiyet, 70 milyon eşit parçaya bölünmüş demektir. Bunun Kur’ânî ifâdesi 70 milyon ilâh kabûl ediliyor, demektir.

4-Şûrâ yalnızca ictihâdî yerler ve hakkında nâs olmayan meselelerde olurken, demokrasi de her şey tartışılabilir. Velev ki hakkında âyet veya hadis olsun!..

İslâm’da hakkında âyet veya hadis olan bir mesele hakkında konuşmak, söz söylemek, fikir beyân etmek asla câiz değildir ve bu Allah ve Resûlünün önüne geçmektir. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Allah ve Resûlü bir işi hükme bağladığında hiç-bir mü’min erkek ve hiç-bir mü’min kadına o işlerinde istediklerini yapma hakkı yoktur” (Ahzab 36).

“Ey îman edenler! Sakın ha Allah’ın ve Resûlünün önüne geçmeyin; Allah'tan sakının, doğrusu Allah işitir ve bilir” (Hucurât 1).

Müslüman, hakkında Allah ve Resûlünün emri olan bir meselede asla söz söyleyemez. Allah ve Resûlü ne demişse, onun için mesele bitmiştir. Örneğin Allah ve Resûlü, “mîrasta erkek kadından bir fazla alır” demişse müslüman “bu niye böyledir. Bunda eşitlik yoktur” gibi laflar etmez. Ama demokrasilerde böyle değildir. Bir mesele hakkında on âyet, yirmi hadis bile olsa, çoğunluk aksini söylediği sürece doğru, çoğunluğun dediği olarak kabûl edilir. Bu nedenle demokrasilerde Allah’ın yasak kılmış olmasına rağmen, zînâ serbest olsun mu olmasın mı diye oylama yapılabilir. Hattâ Allah’a sövmenin suç olup-olmadığı bile rahatlıkla tartıştırılan konulardandır.

5-Şûrâda sâdece ilim ehli insanlar söz-sâhibi iken, demokrasilerde âlim-câhil herkes söz-sâhibidir.

Şûrâ, Allah adına karar veren bir makam olduğu için orada sâdece Allah’ını bilen ve dîninin âlimi olan insanlar konuşup söz söyleyebilir. Âlim olmayan ve yetkisi bulunmayan kimselerin orada olması ve konuşması söz-konusu değildir. Ve yine İslâm âlimle câhili, bilenle bilmeyeni bir-birinden ayırmış, ikisini aslâ eşit görmemiştir. Ama gelin görün ki demokrasilerde mesele bunu tam aksinedir. Âlim-câhil herkes orada söz-sâhibi olabildiği gibi, inanan-inanmayan herkes de aynı şekilde söz-sâhibidir. Demokrasilerde bir câhil ile bir profesör eşittir; görüşleri, fikirleri ve düşünceleri aynı seviyededir. 30-40 yıl ilimle uğraşan bir bilge ile daha imzâ atmasını bile beceremeyen bir câhil eş-değerdedir. Bu görüş, ilk bakışta âdil gibi gözükse de dikkatlice düşünüldüğünde zulmün ve haksızlığın ta kendisidir. Bu bile demokrasinin ne kadar saçma ve mantıksız olduğunu ortaya koymak için yeterlidir.

6-Şûrâ, çoğunluğa aykırı olsa bile hakka en yakın olan görüşe önem verirken, demokrasi hakka aykırı olsa bile çoğunluğun görüşüne önem verir.

Şûrâ ile demokrasinin bir-birinden ayrıldığı en önemli noktalardan birisi işte burasıdır. Şûrâ, çoğunluğun ne dediğine veya ne diyeceğine değil, hakka ne kadar uyup-uymadığına bakar. Hakka uyduğunu tespit ettikten sonra Dünyâ muhâlif olsa bile o karârı uygular. Demokrasilerde ise durum bunun tam aksinedir. Hakka, yâni Kur’ân ve Sünnete aykırı olsa bile çoğunluğun görüşü bağlayıcıdır. % 49 “erkek, erkekle evlenemez” dese; % 51 hayır evlenebilir, dese % 51’in dediği olur ve erkek, erkekle evlenebilir.

7-Şûrâ Allah’ın dînindendir, ona îman etmek farzdır; demokrasi ise tâğutların dînindendir onu kabûl etmek küfür, onu inkâr etmek farzdır.

Şûrâ, Allah’ın emri ve tavsiyesidir. Bu nedenle ona inanmak ve onunla amel etmek farzdır. Demokrasi ise Allah düşmanlarının ortaya attığı pis ve şirk dolu bir idâre tarzıdır. Bu nedenle onu inkâr etmek, kabûl etmemek, reddetmek îmânın bir gereğidir.

8-Şûrâ tercih edilen görüşe göre bağlayıcı değildir, halife ona muhâlefet edebilir; ama demokrasi bağlayıcıdır, hakka ters bile olsa îtirâz edilemez.

Şûrâ, hakkında Kur’ân ve Sünnette hüküm olmayan bir konuda karar alacak olsa bu, onların başında bulunan halifeyi bağlayıcı değildir. Halife, hakkında nass olmadığı için kendi ictihadıyla onlara muhâlefet edebilir. Ama demokrasilerde böyle değildir. Hakka ters bile olsa çoğunluğun görüşü geçerlidir ve bağlayıcıdır”.

Mehmet Durmuş:

“Kâfir sistemlerin bütün istedikleri, yer-yüzünde Allah'ın adının yücelmemesidir. Hâkimiyetin Allah'a tanınmamasıdır. Kullar egemen olacaklar, kulları da kendilerine kul edecekler, insan haysiyet ve şerefini beş-paralık yapacaklar, piramidin tepe-noktasında bir avuç mutlu azınlık olacak, aşağıdaki büyük çoğunluk ise mütemâdiyen bilinçsizleştirilmeye devâm edilecektir. Modern toplumlarda insanlar, başta banka olmak üzere, iş-hayâtı, mutfak, tuvalet, eğlence ve boş-vakitlerinde de bedenine taabbüd gibi işlerle ömrünü tamamlamaktadır.

Evet, halkın önüne konulan sandık aslında bir din-seçimi oylamasıdır ve bu oylama her bir-kaç yılda bir tekrar edilmektedir. Halkın sisteme bağlılığında oluşan zaaflar böylece onarılmakta, demokratik bey’at tâzelenmektedir.

Biz “din seçimi”, “sistem sorunu” dedikçe, muhâfazakâr ya da dindar çevreler, iktidar partisinin fazîletlerini anlatmaya, diğer partilere karşı mevcut iktidar partisini tercih etmelerindeki büyük hikmetleri sayıp dökmeye başlıyorlar. Mevcut “insan ilahlar” listesine yeni ilahlar ekliyorlar. Hemen ardından da, falanca parti gelse daha mı iyi diyerek, sicilinde Allah'a ve Resûlüne harp açmışlık bulunan bir partiyi örnek gösteriyorlar; böylece bizi demokrasi dînine râzı etmeye çabalıyorlar.

Oysa mesele, partiler, daha doğrusu parti lîderleri arasındaki bir seçim değildir. Bunu anlamamak büyük bir körlüktür. Mesele, nasıl bir dîne göre yaşamak istediğimizin seçimidir; İslâm’ı mı seçmek istiyoruz, küfrü mü? İlah olarak Allah'ı mı kabûl ediyoruz, yoksa beşeri mi? Mesele budur.

Meseleye bu açıdan baktığımızda, mevcut partiyi bilhassa seçmememiz gerektiği kendiliğinden anlaşılacaktır, çünkü bu parti, çürük ve yıkılması mukadder olan bir binâyı sâdece dışarıdan kamuflajla ört-bas etmek işlevini yerine getirmektedir. Müslümanları, uzak durmaları, iş-birliği yapmamaları gereken bir yapıya karşı bilakis cesâretlendirdiği için bilhassa bu gibi partilere karşı tavır almalıdır müslümanlar. Bu, bâzı kimselerin anlamadığı gibi, yukarıda işâret ettiğimiz sicili çok iyi bilinen partileri bu partiye tercih meselesi değildir.

Bu mesele, müslümanlara zulüm edilmesini isteme meselesi de değildir. Biliyor musunuz dostlar, bu ne meselesidir, bu, şâyet müslümanlar, geçmişte öncü nebilerinin yaptığı gibi, tevhid uğrunda dimdik durduktan sonra, “zulüm, kıyım olacaksa varsın olsun” metânetidir. Bu, nebevî yoldur. Bu ikisini aynı kefeye koyacak bir “dindar” varsa, varsın koysun.

Sistemi değiştiremediği ve değiştiremeyeceği çok belli iken, bilakis sistemi yönetmeye tâlip olanları sistem değiştirip dönüştürmekte, kendine benzetmekte iken, ısrarla halkı bu dalâlete çağıran lîderlerle yolları ayrıştırmak gerekmez mi?

Müslümanlar hatırlarlarsa, seçimlerini zâten yapmışlardı. Onların seçimi Allah ve Resûlü’nden yana idi, yâni müslümanlar İslâm’ı seçmişlerdi. Bu büyük ve kutlu seçimden sonra, müslümanın daha başka ne seçimi olabilir ki?..” der.

Ramazan Kayan:

“İşte tam da bu aşamada târihi kritik bir eşikteyiz. Karar verme aşamasındayız. Yoksa bizi bir tercihe zorluyorlar.

Diktatörlükleri gösterip demokrasiye râzı olmamızı istiyorlar.

Tıpkı Komünizmi gösterip Kapitâlizme iknâ ettikleri gibi.

Rusya’yı gösterip ABD’nin güdümüne zorladıkları gibi.

Hülâsa ölümü gösterip sıtmaya ses çıkarmayın diyorlar.

İslâm’ı alternatif olmaktan çıkarmak istiyorlar. Siyâsal İslâm’a ömür biçiyorlar. İslâm’cılığın ipini çekiyorlar. Çünkü tek korkuları: İslâm. Farklı bir yaşam biçimi, siyâset modeli, dünyâ-görüşü sunma potansiyeline sâhip sâdece İslâm’dır. Emperyalizme direnme irâdesi İslâm’da var.

İnsanlar istiyorlar ki, bulundukları hâl üzere İslâm kendilerini onaylasın. Bu, olsa-olsa İslâm’la oyalanmaktır. Olması gereken ya da olmazsa olmazımız İslâm’ı olduğu gibi almak ve anlamaya çalışmaktır.

Şâyet parçacı anlayışlarla yola çıkarsanız İslâm’ı, İslâm-dışı bir-çok şeye monte edebilirsiniz. Laisizme, sosyalizme, nasyonalizme, kapitâlizme, demokrasiye vs.

Bütünlüğünden koparılan İslâm, artık eklemlenebilen, sağa-sola savrulabilen bir mâhiyet kazanır.

İslâm’ı kendi sistematiği içinde ele almadığımız zaman, İslâm’ı önyargıların, asabiyet ve aşırılıkların hedefi hâline getirmiş olursunuz.

Nereden, ne ile beslendiklerini bilmeyenler neye hizmet ettiklerini de bilemezler.

İnsanlar istiyorlar ki Allah bizi korusun ama yönetmesin. Gökleri düzenlesin, üzerimize taş yağdırmasın, yağmur yağdırsın. Demek istiyorlar ki gökleri doğayı düzenlesin ama kânunlarımıza karışmasın. Onu biz düzenleriz. Bu konuda O’na yetki vermeyiz” der.

Demokrasi, “batının istediği demokrasi”dir. Aksi-hâlde Mısır’da ihvân-ı müslimin demokrasi yoluyla kazandığı iktidâra katlanabilirlerdi. Kendi anlayışlarındaki demokrasi dışındaki demokrasilerden ne derece nefret ettikleri, Rabiatü’l-Adeviye meydanında bir günde 3 bin 533 şehid. (11 bin 520 yaralı) edilmesine ses çıkarmamalarından bellidir.

Nerden baksan tutarsızlık nerden baksan ahmakça.. İler-tutar bir yanı da yok..

Kendi öz kültürümüze, dînimize, medeniyetimize göre değil de başkalarının keyiflerine göre yapılan bu sistem, ancak uzlaşmacı ve tâvizkâr insanlar ortaya çıkarır. Artık onların kırmızı çizgisi yoktur.

Ahmet Kalkan:

“Peygamberimiz'e yapılan teklifte de, târihte ve günümüzde yüzlerce tekrâr edilen nice olaylarda da görüldüğü gibi, egemenliği ellerinde bulunduran tâğutî güçler,  İslâm’ın sosyâl hayâta hâkim olmaya kalkmasını dâima kendi şeytanî çıkarları için tehlikeli görmekte ve İslâm’ı gündeme getiren müslümanlara tâviz vererek, onlardan bâzı tâvizler istemektedirler. Tâğutlar, tevhidî hareketi kontrol altına almak ve aslî çizgisinden saptırarak etkisiz hâle getirmek istedikleri için bu yola başvururlar. Başlarında Peygamber ve O'nun gerçek vârisleri olan, sâdece Allah'a bağlı güvenilir lîderlerin bulunmadığı bir-çok tevhidî hareket, şeytan ve dostlarının bu tâviz alış-verişi ve bu müdahalesiyle sapmış ve bağlılarını da saptırmıştır. Evet, hristiyanlığın tevhid dîni olma vasfından saparak, her türlü ahlâksızlığın, zâlim güçlerin, şirkin emrine ve hizmetine girmesiyle sonuçlanan tahrifatına sebep, Kostantinius'un 325 yıllarında hristiyanlıkla Roma despotizmini uzlaştırması olmuş, bugün de kolaylıkla her şeyle, her sistemle uzlaşabilecek mîrâsı hristiyanlık, o zamanlardan muharref bünyesine almıştır.

Uzlaşma; düşüncelerde, değerlerde, ölçülerde, prensiplerde, sosyâl ve siyâsal tavırlarda çöküş içine girmek, sivil itaatsizliği bile becerememektir. Uzlaşma, kaypaklıktır, ilkesizliktir. Olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamaktır. Uzlaşma, psikolojik mağlubiyettir. İzzetin Allah katında ve mü'minlerin hakkı olduğunu unutmak, zelil olanları aziz kılmaya çalışmaktır. Düşmanı gözde büyütmek, bükemediği eli öpmektir; o elin az sonra boğazını sıkmaya hazırlandığını unutmaktır. Uzlaşma, hak ölçülerle uyuşmaz ama kapitâlizm, pragmatizm ve makyavelizmle uyuşan ve örtüşen yönleri az sayılmaz; her şeyi pazarlık konusu yapmaktır uzlaşma; faydayı dâvânın önüne geçirebilmektir. Rasyonel/akılcı olmak ve dâvâ eri mücâhide Allah’ın yardım vaadlerini ve dâvânın Allah’la bağlantısını göz-ardı etmek, kâfirler hangi yoldan başarılı oluyorsa o yolları denemektir. (Hâlbuki Kur'ân'dan açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, mü'minlerle ilgili sünnetullah, kâfirlerle ilgili sünnetullahtan çok farklıdır.) Mutlak doğruyu, vahye âit hakîkatleri, babasının malı imiş gibi değerlendirmektir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın deyip yılanların yaşamasına yardımcı olmak, ömürlerini uzatmaktır. Haktan tâviz ve uzlaşma, yok olmak ilâhî kaderi olan, her-an komada yaşayıp can çekişen bâtılın iskeletine kan pompalamaktır.

Laiklik, ırkçılık, milliyetçilik, demokratlık, materyalizm, determinizm, târih kutsayıcılığı, örf-âdet ve gelenekçilik, pragmatizm, makyavelizm... hep uzlaşmacılıktır. Dergi, dernek, vakıf, özel okul, radyo, televizyon, parti, teşkilât gibi sistem-içi araçları kullanırken çok hassas olunmalı veya ileride tâviz vermeyecek kesin tedbirler ve ilkeler baştan kesin kararlara bağlanmalıdır. Çünkü bunlar, çoğunlukla uzlaşmacı zihniyete kurban edilerek "hizmet ediyoruz" derken giderek bu araçlar amaçlaştırılmakta ve ava giden avlanmaktadır. İslâm’i duyarlılık ve inkılâpçı tavırlarla kânunlar lastik gibi en sonuna kadar uzatılıp sündürülmeli veya görmezden gelinmelidir ki bu tür araçların kullanımı meşrû olabilsin. Bu da tahmin edildiğinden çok zor ve güzel örnekleri yok denilecek kadar az olan bir durumdur. Risk büyüktür; ya bunca maddî-manevî fedâkârlıkları, birikim ve emekleri kaybetmek, ya da bu araçlar vâsıtasıyla Hak rızâsını ve imtihanı kaybetmek. Çoğunlukla görülen odur ki, bu tür silâhlar geri tepmekte, düşmanı değil; kullananları ve destekleyicilerini vurup yaralamaktadır. Az sayıdaki istisnâları hâriç tutarak, müslümanların eliyle ve imkânlarıyla bâtılın güçlenmesine yol açan bu araçların temel vasıflarının tâviz araçları olduğu yaklaşımını haklı gösteren bolca örnekler vardır.

Demokratik yapılanma ve resmî çalışmalar, ister-istemez uzlaşmacı yaklaşımlardır. Bu uzlaşmacı ve demokratik yaklaşım, Hasan el-Bennâ, Abdülkadir Udeh ve Seyyid Kutub’lar zamânında Dünyâ’yı titreten İhvân-ı Müslimîn hareketini ne hâle getirdi, gören gözler için yakın târihin bize ihtârıdır. Resmî tabelâlar altında ve düzenin belirlediği ve yönlendirdiği alanlardaki gayretler, az veya çok tâviz vermeyi kolayca kabullendiğinden bereketsizlikle sonuçlanmaktadır. Cennet, kılıçların gölgesinde olduğu gibi; izzet ve onur da hak prensiplerden tâviz vermeyen şahsiyetli, kimlikli müslümanların hakkıdır.

Hakkı ketm etmek (gizlemek) ve hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılı karıştırmak, Din'i kuşa benzetmektir. Hak Din'in etkisizleştirilmesi, atmalar ve katmalar yoluyla olmuştur. Atma, hakkı gizlemek; katma ise hakka bâtılı karıştırmaktır. Hakkı/İslâm'ı bâtılın/kâfirlerin istediği, râzı olduğu şekle koymak veya konulan bu şekle karşı çıkmamaktır. O yüzden dînin temel ilkelerin-den tâviz, itikâdı ilgilendiren bir vakadır; ihânettir veya en azından ihânete seyirci kalmaktır” der.

Anayasada “Allah” ismi hiç geçmez ama “Atatürk” ismi 36 kez geçiyor. Anayasaya göre kânunlar Allah’a isnat edilemez, hattâ edilmesi yasaktır. Fakat Atatürk’e isnât edilebiliyor. İslâm’a göre Atatürk’e (ya da her-hangi bir insana) isnât edilerek çıkarılan kânunlar şirk kânunlarıdır. Demokrasiye göre Allah’a isnât edilerek kânun çıkarılamaz fakat Atatürk’e dayandırılarak kânun çıkarılabilir. Hattâ kânunların Atatürk’e dayandırılması şarttır. İşte şirk denilen şey budur.

Yine laikliğe göre din devlet işlerine karışamıyor ama devlet dîne o biçim karışıyor, hattâ onu oyuncak gibi kullanıyor. Hâlbuki tam tersi olması lâzım.

Ali Akay:

Bilimin ve aklın akıl-dışı üzerine kurmuş olduğu düşünceye “modern”, aydınlanmış düşünce deniliyorsa; karşımıza çıkan; siyâsi kutbun dîni kutup üzerinde kurmuş olduğu egemenliktir. Dînin devlet işlerinden ayrılması-laiklik, modern bir düşünce ve siyâsi kutbun rûhânî kutup üzerinde hükümranlığını ifâde eder” der.

Demokrasilere anayasa dayanmaz. İslâm’da, şûrâda ise anayasa değişmez. Çünkü Allah’ın kânunlarında değişiklik olmaz. Anayasa Kur’ân’dır.

Demokrasi bir ahlâk da içermez. Demokrasiler iyileri seçebileceği gibi kötüleri de, hırsızları seçebileceği gibi kâtilleri de seçebilir, Bush’u, Sarkozi’yi, Blair’i gibi nice …leri de seçebilir. 20. yüzyıldaki büyük kâtilleri hep demokrasiler seçti. Çok kötü kararlara da imzâ atabilir. Ahlâksız kurallara.

İslâm hukûku ile laik seküler hukuk birleştirilip bir sentez de yapılamaz. Bu hakka bâtıl karıştırmak demektir. Artı ile eksi toplandığında sonuç eksi olur. İlaç ile zehir karıştırılırsa o şey zehir olur. Bir kazan bala bir damla da olsa zehir karıştırıldığında o bal zehirleneceğinden yenmez. Bâtıl, ancak bâtıl hâlinden tamâmen çıktığında hak olur. Domuz yenmez ama tuz gölüne düşüp tuza dönen domuz yenebilir fıkha göre. Meşrû olmayanla meşrû olana gidilemez. Yarısı çürük bir elmanın çürük kısmı kesilip atılmazsa diğer yarısını da çok kısa zamanda çürütecektir. Diğer yarısı ne kadar sağlam olursa-olsun, çürük olan diğer yarımı sağlamlaştıramayacaktır.

Kur’ân’da demokrasiye işâret eden âyet yoktur ama anti-demokrasiye işâret eden âyetler bir hayli çoktur:

“Hüküm vermek yalnızca Allah’a âittir” (Yûsuf 40).

"İyi biliniz ki yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir" (A'raf 54).

"İhtilâfa düştüğünüz her meselede hüküm verecek olan Allah'tır" (Şûra 10)

"Yalnız Allah'ın hükmüne dâvet edildiğiniz zaman kabûl etmiyorsunuz. Fakat şirk unsuru olan başka hükümler bahis konusu olunca kabûl ediyorsunuz. Oysaki hüküm yalnız her-şeye gücü yeten Allah'ındır" (Mü'min 12).

"Câhiliyenin hükmünü mü istiyorlar? İnanmış akıllı bir topluluk için Allah'tan daha iyi yasa koyucu var mıdır?" (Mâide 50).

"Size apaçık (her-şeyi açıklayan) kitabı indiren Allah'ın hükmünden başka bir hüküm mü kabûl edeyim?" (En'âm 114).

"Sana indirilen Kur’ân'a ve senden önce indirilen kitaplara îman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tağutun huzûrunda muhâkeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Hâlbuki tağutu inkâr etmekle (tekfir etmekle, lânetlemekle) emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa saptırmak ister" (Nîsâ 60).

Allah’ın kitabından kendilerine bir pay verilmiş olanları görmedin mi? Bunlar aralarında hüküm versin diye Allah’ın kitabına çağırılıyorlar, fakat sonra aralarından bir grup bu kitaba karşı çıkarak sırt çeviriyor” (Âl-i İmrân 23).

De ki; doğru yol yalnız Allah’ın gösterdiği yoldur” l-i İmrân 73).

Onlara, Allah’ın indirdiği Kur’ân’a ve Peygambere uyunuz denildiğinde, “Atalarımızın mîras bıraktığı düzen bize yeter” derler. Peki ya, ataları hiç-bir şey bilmeyen, doğru yoldan uzak kimseler idiyse” (Mâide 104).

"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar, kâfirlerdir" (Mâide 44).

"Îman edenler Allah yolunda cihad ederler, küfredenler ise tağut yolunda savaşırlar" (Nîsâ 76).

“Andolsun ki biz her kavme, "Allah'a ibâdet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının" diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir" (Nâhl 36).

"Allah, îman edenlerin velisidir (yardımcısıdır). Onları karanlıktan (kurtarıp) nûra çıkarır. Küfredenlerin velisi ise Tağut'tur. O da kendilerini nûrdan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. Onlar (Tağut ve ona tâbi olanlar) Cehennemin arkadaşlarıdır. Onlar orada, bir daha çıkmamak üzere ebedî kalıcıdırlar" (Bakara 257).

“Peki bu Kur’ân'dan sonra hangi söze îman ediyorlar” (Müselât ).

“Karşılarında okunup duran bir kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? (Ankebût 51).

Demokrasi ile hakkın üzerini örtmek isteyenleri için; sakın kâfirlere yardımcı olma der Kur’ân: “Kitabın sana (kâlbine vahy ile) bırakılacağını umut etmezdin; (bu,) Rabbinden ancak bir rahmettir. Öyleyse sakın kâfirlere arka olma!” (Kasas 86).

“Ve dediler ki: Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular. 'Rabbimiz, onlara azaptan iki katını ver ve büyük bir lânet ile lânet et” (Ahzab 67-68). demeden önce:

“Ey Peygamber, Allah'tan sakın, kâfirlere ve münâfıklara itaat etme. Şüphesiz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Ahzab 1).

Peki neye itaat edelim: “Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min bir erkek ve mü'min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzab 36)

Allah’ın hükmünün yanında başkalarının hükümlerini de hüküm olarak kabul edenlere der ki: “Sana indirildikten sonra, sakın seni Allah'ın âyetlerinden alıkoymasınlar. Sen Rabbine çağır ve sakın müşriklerden olma” (Kasas 87).

Örümcek yuvasına bel bağlamayın: “Allah'ın dışında başka veliler edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir; bir bilselerdi” (Ankebût 41).

“Onlar, Rablerinin dâvetini kabûl ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında şûra(danışma/istişâre) iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar” (Şûra 38).

Yüce Allah; “Ey müminler, kendinizden başkasını sırdaş ve dost edinmeyiniz…” (Âl-i İmran 118) diyor.

Hikmet Ertürk şöyle der:

“Âl-i İmran sûresindeki yukarıdaki âyet açıkça şunu da gösteriyor ki; istişâre edemeyeceğimiz bizden olmayanların bizleri yönetiyor olması da düşünülemez. Bu konu günümüzde “adâlet devleti” bahsinde tartışılıyor olsa da, İslâm siyâset târihinde hiç-bir fakih, kâfirin yöneticiliğini tartışmamıştır. Çünkü Kur’ân’la sâbittir ki kâfirlerin mü’minler üzerinde velâyet hakkı yoktur:

“Allah kâfirlere mü’minler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır” (Nîsa 141).

“Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşarak kendilerini savunurlar” (Şûra 39).

 Zâlim birisi aslında tam-anlamı ile müslüman sayılmaz”.

“Allah’tan bir rahmet sâyesindedir ki sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba-saba, katı-yürekli olsaydın, senin çevrenden kesinlikle dağılır giderlerdi. O hâlde bağışla onları, af dile onlar için, iş ve yönetim konusunda da onlarla şûraya git” (Âl-i İmran 159).

Şu bir gerçek ki Allah size emânetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adâletle hükmetmenizi emrediyor” (Nîsa 58).

Şimdi; bu âyetleri duyduktan sonra “işittik itaât ettik” mi diyorsunuz; yoksa “işittik ve isyân ettik” mi diyorsunuz?. Sizce Allah’ın hakkı ve hatırı mı daha önemli ve önde, yoksa meselâ Tayyib’in hatırı mı? Allah’ın hükmü karşısında sonsuz yorumlarla akıl-mantık yürüterek Kur’ân’ın hükmünü ber-taraf etmek mi istiyorsunuz yoksa?. 

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: 

"Hepiniz gözeticisiniz, gözettiklerinizden sorumlusunuz Lider bir gözeticidir, yönettiklerinden sorumludur, adam âilesinin gözeticisidir, onlardan sorumludur, kadın,  kocasının evinde gözeticidir, görevli olduğu işten sorumludur, hizmetçi, efendisinin malının gözeticisidir, ondan sorumludur". İbn Ömer radıyallahu anh Buhârî.

Derler ki, şu-an iktidarda olan AKP için: “Adamlar yine müslüman, namaz kılan insanlar, İslâm’ı bilen kişiler vs. vs.. Eeee; böyleler de sanki İslâm’ın kurallarını mı uyguluyorlar? Oysa bizzat partinin başındaki kişi şöyle diyor: “Dini esaslara dayalı devlet-anlayışını kabûl etmiyoruz”. Yâni dînî, ahlâki esaslara dayalı devlet-anlayışını kabûl etmiyoruz. Hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ilkelerine dayalı devlet-anlayışını kabûl etmiyoruz. Dînin olmadığı bir adâlet anlayışı mı olur? Kimin için adâlet yapacaksınız? Zâten “demokratik devlet-anlayışı”na dayalı bir yönetim şeklinde adâlet olmaz. Yâni herkese eşit adâlet olmaz ve olmuyor da zâten.

Ahmet Kalkan şöyle der:

“Küfür idâresini namaz kılan yönetse ne olur, namaz kılmayan insan yönetse ne olur?, biz hükümete mi devlete mi tâlip olmalıyız?, halk hiç-bir zaman idârede değildir, memleket her-zaman Atatürk’ün ilkelerine göre idâre edilir. Bu nedenle her-zaman CHP iktidardadır. Bütün partiler o ilkelere bağlı olmak zorundadır”.

Yine diyorlar ki Hz. Yûsuf da şirk düzeni içinde görev almıştı: “(Yûsuf) dedi ki: Beni (bu) yerin (ülkenin/toprağın) hazîneleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim” (Yusuf 55).

Bir-kere o, seçimle değil, atama ile iş-başına gelmişti ve işin başındayken uyguladığı kânunlar, kralın kânunları değil, İslâm’ın kânunlarıydı:

“Böylece (Yûsuf) kardeşinin kabından önce onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz Yûsuf için böyle bir plân düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dîninde (yürürlükteki kânuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah'ın dilemesi başka. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi-sâhibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır” (Yûsuf 76).

“De ki: Bu, benim yolumdur. Bir basîret üzere Allah'a dâvet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah'ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim”. (Yûsuf 108).

“Yûsuf kıssası ve particilik” adlı yazıda özetle şöyle denir:

“Yûsuf (as) “gerçekten ben Allah’a inanmayan ve âhireti inkâr eden bir kavmin dînini terk ettim” (Yûsuf 37) diyor.

Kim kimin kânuna itaat ederse, o onun dînindendir. Çünkü ona itaat ederek Rab edinmiştir. İşte Yûsuf (as) Rab olarak Allah’ı kabûl etti, kralı değil. Krala itaat eden zindan arkadaşına:

“Beni rabbinin yanında an!” (Yûsuf 42) derken bu gerçeğe işâret ediyor.

Şimdi de Yûsuf (as)’ın Mısır’daki konumunu inceleyelim;

“Hükümdar dedi ki; Onu bana getirin, onu kendime en yakınlardan kılayım. Onunla konuşunca da şöyle dedi; Sen bugün bizim nezdimizde, önemli bir mevkî sâhibisin, eminsin (Yûsuf 54).

Vehb b. Münebbih’ten şöyle dediği rivâyet edilmektedir; Hz.Yûsuf (as) çağırıldığında, kapıda durdu ve şöyle dedi; Yaratıklarına karşı Rabbim bana yeter. Onun himâyesi güçlüdür, ona övgüler yücedir, ondan başka hiç-bir ilah yoktur” dedi ve içeri girdi. Krala bakınca, hükümdar tahtından inip önünde secdeye kapandı. Daha sonra hükümdar, onu kendisiyle birlikte tahtına oturttu ve; “Sen bu-gün bizim nezdimizde önemli bir mevkî sâhibisin, eminsin” dedi (Kurtubi C.9 S.318).

Bu rivâyete bakılırsa Yûsuf (as) particiler gibi anıtkabirde saygı duruşunda durmuyor, hükümdarın ilke-inkılaplarına bağlı kalacağına söz vermiyor. Allah’ın kânunu dışında kânun çıkarmıyor. Aksine kralı kendisine itaat ettiriyor.

Bütün bu yazılardan sonra tek-tek maddeler hâlinde sıralayıp inceleyelim.

A- Yûsuf (a.s.) görevi aldığı zaman kralın kânun ve dînine bağlı kalacağına dâir yemin etmedi. Halbûki zamânımızda bakan veya milletvekili olan kişi, kâfir anayasaya ve tağuta saygılı ve ihlaslı olacağına dâir yemin ediyor.

B- Yûsuf (a.s.) görev aldığı zaman ona her-hangi bir şart koşulmadı, sınırlar konmadı. Ondan her-hangi bir söz alınmadı ve dîninden zerre kadar tâviz vermedi. Görev almadan önce krala sâdece şöyle demişti;

“Beni yerin (ard) hazînelerinin bakımına mêmur et! Zîrâ ben çok iyi bir koruyucu ve bilgili bir idâreciyim” (Yûsuf 55).

C- Yûsuf (as) devletin kânunlarına bağlı değildi ve kânunlara uymuyordu. Onun görevi özeldi ve böyle bir görev daha önce hiç kimseye verilmemişti. Allah (cc) ona yardım etmeseydi, böyle bir görev onun için söz-konusu olmazdı. Allah (cc) şöyle buyuruyor;

“Böylece biz Yûsuf’u (emin) bir yere yerleştirdik. Orada dilediği gibi davranırdı” (Yûsuf 56).

“Yûsuf’u (emin) bir yere yerleştirdik” (Yûsuf 56).

Buyurduğu üzere, Yûsuf’u(as) Mısır’a yerleştirmiş ve orada onu iktidâr-sâhibi yapmıştı. Böyle bir durumda Yûsuf (as) yer-yüzünde yetkili kıldığında muhakkak Allah’ın(cc) hükümlerini uygular. Zîrâ Allah (cc) yer-yüzünde yetkili olan mü’minlerin nasıl davranmaları gerektiği konusunda şöyle buyurmuştur;

“Onlar ki; yer-yüzünde kendilerini yerleştirir, iktidâr-sâhibi kılarsak, dosdoğru namaz kılarlar, zekatı verirler, mârufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a âittir” (Hac 41).

“Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı bir-takım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında her-hangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sâdece Allah’a âittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler” (Yûsuf 40).

“Şüphesiz ben Allah’a inanmayan bir kavmin dîninden uzaklaştım. Onlar âhireti inkâr edenlerin kendileridir. Atalarım İbrâhim, İshak ve Yâkub’un dînine uydum. Allah’a her-hangi bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler” (Yûsuf 37-38).

Yûsuf (as) hapishânede zayıf bir durumda iken bile tağuttan ve tağuta tapanlardan beri olduğunu haykırdığı hâlde, yönetimde görev almak için nasıl olur da tağutun kânunlarına bağlanır? Yine bu tağutun kânunlarına göre hüküm verir? Zerre kadar îmânı olan bir kimse asla böyle düşünmez.

Tağutlar, kendi kânunlarını tatbik etmeyen, kendisine boyun eğmeyen bakanları görevde asla tutmazlar. Kendileri gibi hareket etmeyecek, kendi pisliklerine, zulümlerine ortak olmayacak, kendi siyâsetlerini, ideolojilerini tatbik etmeyecek bir kişiyi aslâ bakan olarak tâyin etmezler. Kâfir anayasanın kânunlarını kabûl etmeyen, bu kânunlara boyun eğmeyen bir kimsenin, milletvekili olması mümkün değilken bakan olması mümkün olabilir mi? Acaba Yûsuf (as)’ın durumu onların durumuna hiç benziyor mu?

Tağûti sistemlerde milletvekili olmak da bakan olmak gibi, hattâ ondan daha tehlikeli ve daha büyük küfür olan bir ameldir. Çünkü bakan, tağûti sistemlerin yürütme organı, milletvekili ise kânun koyma organıdır. Bu sebeple milletvekillerinin hepsi, istisnâsız tağutturlar. Bunlar yalnızca Allah (cc)’ın hakkı olan teşrî (kânun) koyma yetkisini kendilerinde görmeleri sebebiyle tağut olmuşlardır. İşte bu sebeple bu kimseleri her kim seçmişse, ister kabûl etsin, ister kabûl etmesinler, onları rab edinmişlerdir.

Târih boyunca din hep şu anlamda kullanılmıştır: Allah’ın koyduğu hükümleri benimseyip, onun dışındaki kimselerin hükümleri dışındaki kimselerin koydukları hükümleri reddederek sâdece yüce Allah’a boyun eğmek! Yer-yüzünde de göklerde de O’nun insanların biricik ve tek Rabbi olduğunu kabûl etmek! Yâni sâdece O’nun egemenliğini, hükümlerini, otoritesini ve buyruklarını benimsemek! Nitekim Allah’ın dîninde olanlar ile kralın dîninde olanlar arasındaki yolların ayrılış noktası da bu konuydu. Birinci gruba olan insanlar, sâdece Allah’ın sistemine, şeriatına ve yasalarına boyun eğiyorlardı”.

Ahmet Kalkan, bâzılarının Kur’ân’daki bâzı âyetleri (Yûsuf kıssası gibi) demokrasi ile bağdaştırmasını eleştirerek şunları söyler:

“Tevrat’ın Tekvin babında, Yûsuf Peygamber’in yönetimin başına getirilmesi ile ilgili olarak şu ifâdeler yer almaktadır: “Ve bu söz Firavun’un gözünde ve bütün kullarının güzünde iyi idi. Ve Firavun kullarına dedi: Bunun gibi, kendisinde Allah’ın rûhu olan bir adam bulabilir miyiz? Ve Firavun Yûsuf’a dedi: Mademki Allah sana bütün bu şeyi bildirdi, senin gibi akıllı ve hikmetli adam yoktur; sen evimin üzerinde bulunacaksın ve bütün kavmim senin emrin üzere idâre olunacaktır; ben yalnız tahtta senden büyük olacağım.

Ve Firavun Yûsuf’a dedi: Bak seni bütün Mısır diyârı üzerine koydum. Ve Firavun mührünü parmağından çıkardı ve onu Yûsuf’un parmağına taktı. Ve Firavun Yûsuf’a dedi: Ben Firavun’um ve bütün Mısır diyârında hiç kimse sensiz elini yahut ayağını kaldırmayacaktır” (Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bap 41, cümle no: 37-44, s. 42).

Tevrat’taki bu ifâdeler, Firavun’un, yönetimi tamâmıyla Yûsuf’a bıraktığını, ancak yönetime karışmasa da Yûsuf’un bir üstünde bulunacağını ifâde etmektedir. Bu, günümüzde Britanya Krallığının fonksiyonuna benzemektedir. İngiltere, demokrasi ile idâre olunduğu hâlde sembolik (şeklen, formalite) olarak kraliçe üstte bulunmaktadır. Ancak yönetime karışması diye bir şey söz-konusu değildir.

Esas olan vahyî yapı ile şirk unsurlarını meczeden garip bir yönetim yapısını kabûl etmemektir. Yûsuf Peygamber’in yönetimi kesinlikle vahy ile şirkin karıştırılarak oluşturulduğu hilkat garîbesi bir yapı ve zihnin ürünü değildir. (Hz. Yûsuf dâhil, hiç-bir peygamber, tevhidle şirkin koalisyonunu onaylamaz, böyle bir koalisyonun parçası olmayı kabûllenmez.) Böyle düşünülmesi dâhi mümkün değildir.

Hz. Yûsuf (a.s.) Allah’a kendisine melikliği bahşettiği için şükretmiştir (Yûsuf 100). Her-şeyden öte, bizzat Allah bu olaya tanıktır; meâlen: “Böylece Yûsuf’a ülkede iktidar verdik. Artık ülkenin her yanına istediği gibi tasarruf etme hakkına sâhip olmuştu” (Yûsuf 56).

Kitab-ı Mukaddes’e baktığımızda şunları okuyoruz: “Ve Firavun Yûsuf’a dedi: “Evimi mekânın bileceksin ve halkın senin emrinle yönetilecek. Ben yalnız tahtta senden büyük olacağım. Bak, tüm Mısır ülkesini yönetmeye seni tâyin ediyorum. Senden habersiz Mısır ülkesinde hiç kimse ne parmağını kıpırdatabilecek ne de adım atabilecektir. Ve Yûsuf’a Zaphnath-paaneah (Dünyâ Koruyucusu) adını verdi” (Tekvin, 41: 40-45). Talmud’a göre ise olay şöyledir: Ağabeyleri Mısır’dan babaları Hz. Yâkub’a (a.s.) döndüğünde Hz. Yûsuf (a.s.) hakkında kendisine şunları söylediler: “Mısır meliki, halkı üzerinde öylesine egemen ki ondan üstünü yok. Herkes onun emriyle giriyor, onun emriyle çıkıyor ülkeye. Yöneten onun emirleri. Efendisi Firavun’un nefesini harcamasına gerek bile yok”.

O sâdık bir kimse miydi, değil miydi? -ki Kur’ân, onun sâdık ve sâdıklığın zirvesi olan sıddîk olduğunu söylüyor (Yûsuf 27, 51, 46)- Eğer öyleyse, nasıl oluyor da hâkimiyetin Allah’a değil de, krala âit olduğu teorisini (güyâ) pratikte uygulayabiliyor, oysa zindandayken “hükmün yalnızca Allah’a âit olduğunu” (Yûsuf 40) söylememiş miydi? Ve eğer kimilerinin sandığı gibi o baş-vurusunu krala hizmet için sunmuşsa, bu demektir ki hapisteyken şu söylediklerine ilkece aykırı bir iş yapmış demektir:

“Hangisi daha hayırlı, çeşit çeşit tanrılar mı, yoksa tek bir kâdir-i mutlak Allah mı?” (Yûsuf 39). Mademki Mısır kralı halkın ittihaz ettiği “tanrılar”dan bir tanrıdır; o hâlde İslâm’i bir hukukla yönetilen gayr-i İslâm’i bir düzenin yönetim işini üstlenmeyi, bu konuda hizmet vermeyi teklif etmesi Hz. Yûsuf (a.s.) için Rabbiyle kralı müsâvi tutmak (eşit görmek) olmuyor muydu? Böyle bir durumda söz-konusu yorumcuların Yûsuf’a biçtiği yer ne olacaktır?

Doğrusu bu âyeti böyle yorumlayan müslümanların Hz. Yûsuf’un (a.s.) mânevî şahsını olmayacak derekelere düşürmeleri tam bir saçmalıktır. Bu durumlarıyla kendileri, bozulma dönemlerinde yahûdilerin geliştirdikleri zihniyetin bir benzerine saplanmış olmaktadırlar.

“İşte böylece biz yeryüzünde Yûsuf’a güç ve imkân verdik. Öyle ki, onda (Mısır’da) dilediği yerde konaklardı” (Yûsuf 56). Bu âyette zikredilenler, tüm ülkenin tamâmıyla onun kontrolüne girdiğini göstermek içindir. Yâni ülke ona âitti, herhangi bir bölgesi üzerinde dilediği gibi tasarruf edebilirdi ve avucunun içinde olmayan hiç-bir bölge mevcut değildi. İlk müfessirler de bu âyeti şöyle mânâlandırıyorlar:

“Biz Yûsuf’u Mısır’daki her şeyin sâhibi yaptık. Dünyânın bu bölgesinde dilediğini dilediği yerde yapabilirdi. Zîrâ bu ülkede bütün yetki kendisine verilmişti. Hattâ kralı bile devirebilecek bir güce sâhipti”. Taberî, en âlim müfessirlerden addedilen Mücâhid’den de bir nakilde bulunarak Mısır kralının Hz. Yûsuf (a.s.) aracılığıyla müslüman olduğunu da ekliyor.

Kralın yasasına göre alıkoyamazdı. İfâdenin gerçek karşılığı şu şekilde olmalıdır: “Kardeşini Melik’in yasasına göre alıkoyamazdı. Çünkü böyle davranmak bir peygambere yakışmazdı”.

Bir gerçek vardır ki, Hz. Yûsuf (a.s.) ülkenin en yüksek mevkiindeyken Mısır’da gayr-i İslâm’i bir düzen yürürlükte bulunmaktadır.

İslâm’i hareket açısından ve müslümanları ifsâd eden, onları uzlaşma ve tâviz bataklığına çeken özelliğiyle, hayır dururken şerri benimsettirme yaklaşımıyla “en şerli şer, ehven-i şerdir.”

Hayrı, yâni vahyin tavsiye ettiği husûsu tercih etmeyip şerlerden birini tercih etmek gibi bir yanlış seçim karşısında olan insan bilmeli ki; şer olması hasebiyle hiç-bir günah, küçük ve basit görülemez; hiç-bir şer de şer olması hasebiyle ehven olamaz. 

Muvahhid mü’min için hayırla şer arasında nasıl bir tercih yapması gerektiği gibi bir soru, gereksiz bir soru olması îcap ettiği hâlde, maalesef “vahy” demek olan mutlak hayrı tercih etmenin göreceli zorluğuna katlanmak istemeyen tâvizci kesim kendine göre şerler arasında bir tercih yaparak ehven kabûl ettiği şerri (hayra rağmen) tercih edebilmektedir. Unutmayalım: “vahy”, mutlak hayırdır. Vahiyle irtibâtı olan ilim ve hikmet de hayırdır. “Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sâhipleri anlar” (Bakara 269).

Şerden ancak şer doğar, mahzâ hayır olan şeriat (şer’î uygulama) değil. Şerre sebep olan herhangi bir şey de şerdir. Baştan-aşağı şer kabûl edilecek tâğutî düzenlere oy vermek veya onların devâmından ve güçlenmesinden yana tavır almak da tümüyle şerdir; böyle bir tavrın hayır adına savunulacak hiç-bir yönü yoktur. Muvahhid mü’minler, kendileri şerre sebep olmazlar, şerri üretmezler, şerre destek olmazlar.

Hak, apaçık ortadadır. Bâtıl rengine bürünemez. Bâtıl görünümünde hak veya hak görünümündeki bâtıl, olsa-olsa “ehven-i şer”dir. Ehven-i şerri tercih etmek de şerre râzı olmak demektir. Müslüman hakka tâlip olmak zorundadır. Ehven-i şer mantığı ise, hayra giden yolu tıkayacağı, şerri sevdireceği ve tâbî kılacağı için, esas büyük şerden de daha zararlı olabilir.

Ehven-i şerre râzı, yâni şerrin bir kısmını kabûllenen tâvizci bir edâ ile, hak-bâtıl karışığı, dâvet, tebliğ ve hizmet yolunu Allah yasaklamaktadır: “Hakkı bâtıla karıştırmayın. Ve bile-bile hakkı gizlemeyin” (Bakara 42).

Kur’ân’da ve Sünnette “ehven-i şer” tâbiri yoktur. Yâni “Kur’ân ve Sünnet” şiarını öne çıkaran kimselerin “ehven-i şer” diye bir ölçüleri söz-konusu değildir; onlar kendilerine göre şerlerin ehven olanlarını seçmekle değil; şerleri tümüyle yok etmeye çalışıp “hayr”a yapışmakla emrolunmuşlardır.

Hakkı savunan insan için ise ehven-i şer diyerek şerle uzlaşma, en hafif deyimle bir bid’at ve dalâlet, bir sapma, Dünyâyı âhirete tercih etme ve sâhip olunması gereken müslümanca şereften mahrum olmadır. İlkesizliktir, günü kurtarmaya çalışmaktır, idâre-i maslahatçılık ve pragmatizmdir. Hakkı olmadığı hâlde Allah’ın dîni üzerine pazarlık yapmaktır. Suça ve suçluya göz yummaktır.

Her tâviz, yeni ve daha büyük tâvizler doğurur. Amellerdeki tâvizler, inançlardaki tâvizlere yol açabilir. Tâviz vererek inandığını yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Bâtıl zihniyetin özelliğidir bu; kendi çıkarlarını sürdürmek için her zaman ve her mekânda hak dâvâyı savunanları tâviz ve uzlaşmayla etkisiz hâle getirmeye çalışmak. Bu konuda oltaya taktıkları en önemli yemleri de “ehven-i şer” solucanıdır.“Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar” (Kalem 9).

Hakkı ketm etmek (gizlemek) ve hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılı karıştırmak, Din’i kuşa benzetmektir. Hak Din’in etkisizleştirilmesi, atmalar ve katmalar yoluyla olmuştur. Atma, hakkı gizlemek; katma ise hakka bâtılı karıştırmaktır. Hakkı/İslâm’ı bâtılın/kâfirlerin istediği, râzı olduğu şekle koymak veya konulan bu şekle karşı çıkmamaktır. O yüzden dînin temel ilkelerinden tâviz, itikâdı ilgilendiren bir vakâdır; ihânettir veya en azından ihânete seyirci kalmaktır.

Din “Lâ ilâhe” ile başlar. Önce bir red, bir isyan, bir “hayır”, bir temizlik mekanizması, câhiliye pisliğine her yönüyle bir direnişte bulunan bir tavır gerekir ki; o temizlenen yere tertemiz bir İlâh anlayışı yerleşmiş olsun. Öteki türlü hakla bâtılın karıştırıldığı bir ortam oluşturulur. Bu da müslümanlığın doğru anlaşılmasını zorlaştırır.

“Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiç-bir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın” (Âl-i İmrân 64).

Allah nezdinde, hak din, onların dîni değil; İslâm’dır (Âl-i İmrân 19).

O yüzden onları dost edinmek yasaktır. Onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost kabûl edenler, onlardandır (Mâide 51).

“Muhafazakâr bir partiye oy verecekler de müslümanca yaşayabilecekler, en büyük zulüm olan şirke ve Allah’a isyâna hiç zorlanıp bulaştırılmayacaklar, artık müslümanca rahat bir ortamda yaşayabilecekler” diyebilir misiniz? Hangi haram artık devreden çıkacak, hangi farz daha rahat yerine getirilecek, hangi şirk ve küfür seçimden sonra okuldaki çocuklarımıza dayatılmayacak? Fâiz mi, fuhuş mu, sokaklarda haramlara gözü takılmadan müslümanca yürüme özgürlüğü bile olmayan erkeklerin durumu mu, helâl ve fâizsiz kazancın yollarının tıkalı olması mı çözüme kavuşacak?”.

Târihte demokrasinin çözmüş olduğu bir zulüm-örneği yoktur. Zâten İslâm’dan başka sorun-çözücü bir sistem yoktur. Aksine sürekli yeni sorunlar üretir tağut sistemleri. Sorunlar, onları yaratanların mantığı (demokrasi) ile çözülemez. Yüzyılı aşkın bir süredir demokrasiyi kötü sonuçları ile tecrübe ettik ve gördük ki insanları mutlu edecek bir ideoloji değildir. Sâdece mutlu-azınlığı mutlu ediyor ve zâten onlar tarafından bu sebeple kurulmuştur. Değiştirelim bu zâlim düzeni artık. Bunun için oy vermeyelim.

“Şeylerin Hikâyesi”nde şöyle denir: “Unutmayın ki o eski zihniyet ve sistem de kendiliğinden ortaya çıkmadı. Yer-çekimi gibi birlikte yaşamamız gereken bir gerçeklik değil. Eski sistemi insanlar yarattı. Biz de insanız. Haydi o zaman artık yeni bir sistem yaratalım”.

Çürük bir metottur demokrasi. Alparslan Kuytul:

“Çürük sistemler sağlam adamlar çıkarmaz” der.

Ahmet Kalkan:

“Hak, mutlak doğru; şahsa, zamana ve mekâna göre değişmeyen kesin doğru demektir. Beşerî doğrular, göreceli yaklaşımlar, teori ve zanlarla; hak/hakîkat, farklı şeylerdir. Allah'tan bize gönderilen kânuna da hak diyoruz. Çünkü Hak olan Allah'tan geldiği için haktır. Hak kelimesinin çoğulu "hukuk"tur. O yüzden haklar, yani hukuk da, Hakk'a dayanmalı, mutlak doğru hükümler olmalı; şahsa, zamâna ve yere göre değişen, beş on sene içinde eskidiği kabûl edilip değiştirilmek istenen, nice haksızlıklara/zulümlere kılıf olacak tarzda olmamalıdır. "Kim Allah'ın indirdiği ("hak"la, "hukuk"la) hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir" (Mâide 45). Hak ve hukuk, Hak olan Cenâb-ı Hak'tan gelirse hak ve hukuk olur. Yoksa, bunu insan belirlemeye kalkarsa o, hak ve hukuk olmaz. Çünkü insanın kendisi hak değildir. Kendisi hak olmayandan, hak türeyip ortaya çıkmaz. İnsanoğlunun geçmişi ve sonu, evveli ve yokluğu vardır. Belirli zaman içinde yaşar, belirli düşüncelerin etkisinde kalır. Her-an düşüncesini değiştirebilir. Onun içindir ki, kendisi hak olmayanın söylediği de mutlak anlamda hak ve hukuk olamaz; insanları bağlamaz. Ama Hak olan Allah ve indirdiği kitap; haktır, hukuktur.

Hakların kaynağı İlâhî irâdedir. İnsanlara ve varlıklara âit haklar, bencil, çıkarcı, unutkan, bâzen de zâlim olan insanın eline verilemez. Üstelik insan kafasına dayalı olan hak kaynakları, yine insanlar tarafından değiştirilebilir. Zaman geçtikçe insanların anlayışları da değişiyor. Dolayısıyla onların hak tanımları da değişikliğe uğruyor. Öyleyse hak gibi önemli bir şey, her şeyi hakkıyla bilemeyen insanın hükmüne dayanmamalı. Haklar, ancak Hak olan Allah’ın hak hükmüne göre yerine getirilebilir, korunabilir. Hakk’a rağmen konulan bütün ölçüler, bütün hükümler bâtıldır, temelsizdir, geçersizdir, boştur.

Hak ile bâtıl, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, ancak vahiy ile bilinir ve vahiyle değer kazanır. Allah'a göre, bu değerler her zaman sâbittir, değişmezler. Hak ve hakîkat, Allah'a âit olduğuna göre, sürekli hak-hukuktan bahseden kimselerin hakkı Allah'ın Kitabı dışında aramaları selîm aklın kabûl edemeyeceği bir iştir. Yalnız Allah hak olandır. "Allah, hakkın ta kendisidir, Hak sâdece O'dur. O, ölüleri diriltir; yine O, her şeye hakkıyla kâdirdir" (Hacc 6).

Biri cennete, diğeri cehenneme çıkan iki yoldan birini seçmek durumundadır insan. Ya Allah katından gelen vahiy, yani hak; veya Allah'tan başkasından gelen hevâ ve heves, yâni bâtıl. İkisinden sâdece biri tercih edilebilir. Mü'min için, Allah'ın vahyinden kaynaklanmayan her şey bâtıldır, boştur, hiçtir.

Hakk'ın değil de; halkın irâdesine dayanan sistemin Hak düzeni olamayacağı bir tarafa, iddia edildiği gibi, kânunların yapılışında olsun, işleyiş ve uygulanışında olsun halk  dışında güçler (derin devlet) devreye girmektedir. Kurtlar sofrasında dişini gösterecek kadar gücü olanlar hak alırken, diğerleri avuçlarını yalarlar. Silâhı, sermâyeyi, medyayı, bürokrasiyi, locaları, örgütleri ve iktidârı elinde tutanlar, aralarında uzlaşarak haklarını (hak etmediklerini) alırken, bunlardan mahrum olanlar açıkta kalmaktadır. Demokrasilerde de, faşizan ve totaliter rejimlerde olduğu gibi hak verilmemekte, gücü olanlar tarafından alınmaktadır. Demokratik yönetimler, halka gardiyanlarını seçme hakkı verirler, halkı kendi seçtiklerini sandıkları yöneticilerle, kendi kendilerini yönettiklerini zannettirmek için bin bir çeşit hîlelerle avuturlar. Zulüm yönüyle temelde beşerî düzenler arasında bir fark yoktur; sâdece hakları paylaşan sınıflar, zâlim ve sömürücü gruplar değişmektedir.

“Onların insan tanımının, hak-hukuk tanımının doğru olduğu nasıl zannedilir ve “ötekiler” hakkında, hele müslümanlar özellikle de İslâm söz-konusu olduğunda nasıl “adâlet”le hükmedeceği düşünülebilir? Saflığın bu kadarı, sâdece psikolojiyi değil; aynı-zamanda Akâidi de ilgilendirir.

Ne güne kaldı insanımız? Hakkı, bâtılın elinde/ilinde arıyor. Hakk’a hakkıyla inanmayanların hak dağıtacağını düşünüyor. Kendisini haklamak isteyenlerin hakkından geleceği yerde, hakkı onların yanında sanıyor ve hak edip-etmediği tartışılan kendi hakkını haksızlardan, hak-hukuk tanımayanlardan dileniyor. Bu tavrıyla onları, başkalarına dağıtmaya yetecek kadar hak-sâhibi, yâni “hak”lı, kendisini hakkı olmayan yâni “hak”sız konuma koymuş oluyor. Bir adı da Hak olan Cenâb-ı Hakk’ın hakkını tanımayan, ona hakkıyla kulluk yapma ihtiyâcı duymayan kimseler, nasıl olur da Allah’ın tüm insanlara doğuştan verdiği hakları âdilce dağıtır? Hakk’a teslim olmayan insanlardan hak terâzisi kullanıp hakşinaslık yapmaları nasıl beklenebilir? Sâdece bu tutarsız beklenti ve tavır bile haklarımızı ne kadar hak ettiğimizi, Hak dâvâya ne kadar sarıldığımızı hakkıyla göstermeye yeter. Her hakkı Hakk’ın yanında görmeyip, tüm insanî ve İslâm’i haklarını söke-söke almak için hakkı haykırıp haklı mücâdeleye atılmadığı sürece mazlum insan, haklı olduğunu kendisine bile ispatlayamayacaktır.

Haklı olmak, haklı olduğunu bilmek, haksızlığa tahammül etmeyip hakkını haklılara yakışır tarzda elde etmeye çalışmak, bir insanı bir orduya karşı bile güçlü yapar. Haksızlık karşısında susmak da dilsiz şeytanlığa aday olmaktır. Haksızlığı her kabûl ediş, daha büyüğüne dâvetiye çıkarır. Hz. Ali (r.a.) der ki: “Haksızlık önünde eğilmeyin. Çünkü, hakkınızla berâber şerefinizi de kaybedersiniz. Haksızlıklara baş kaldırmayanlar, zâlim haksızlardan gelecek her kötülüğe katlanmak zorundadırlar”. 
  
Allah'ın verdiği hakları, müslümanlardan ve mazlum tüm insanlardan almaya kimsenin hakkı yoktur. Ama, mazlumların dilenerek haklarını geri alabildiklerini târih kaydetmez. Hakları Allah vermiştir. Beşer, hakkın tanımında Hakk'ı ölçü kabûl etmediği müddetçe hakları hak-sâhibine dağıtmaz/dağıtamaz. Haklı isen korkma, hakkını almak için mücâdele et, Cenâb-ı Hak, haklıyı koruyacaktır. Bir şey, hakkın ise, verilmesini bekleme, almaya çalış! Çünkü hak verilmez, alınır. Zâlimlerden hakkı, söke-söke almak istiyorsak, Hakk'ın emri doğrultusunda cihad, hem hakkımız hem görevimizdir.

Unutmamak gerekir ki, “hak”dan önce "ödev" vardır, sorumluluk vardır. Görev ile hak, anneleri hürriyet/özgürlük olan ikiz kardeştir. Onlar aynı günde doğar, büyür, olgunlaşır ve birlikte kaybolurlar.

İslâm’a göre, insanlara veya yaratıklara âit hakların kaynağı insan irâdesi ve aklı değildir.

Demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük gibi sloganlar Batı için helvadan putlardır. İslâm düşmanlığını ortaya koyacak fırsat ellerine geçtiğinde bu putlarını işkembelerine indirmekte hiç tereddüt etmezler.

Sözü ve hükmü sâdece göklerde geçen, yalnız tabiat güçlerine karışan, insanı yarattıktan sonra başıboş bırakan, sınava tâbi tutmayıp her konuda  özgür bırakan Allah inancı, müşriklerin Allah inancıdır; mü'minlerin değil. İnsanın işine, eşine, aşına, âile yuvasına, okuluna, mahkemesine, sokaklarına, medyasına, meclisine, kânunlarına, devletine... karışmayan bir Allah'a inanmak, kişiyi mü'min yapmaz. Böyle bir yaratıcıya, ama dünyâlarına, yönetimlerine karışmayan bir Allah'a câhiliyye dönemindeki müşrikler, Ebû Cehil'ler de inanıyordu” der.

Allah’tan başkasının koyduğu tüm yollar Allah’ın yolunu önler.

Hikmet Ertürk, demokrasi hakkında şunları yazar:

“Kan, ölüm, gözyaşı hep bizim topraklarımızda. Kullanılan dil hep aynı; özgürlük, adâlet, demokrasi, daha eşit, halka âit âdil paylaşım. Şimdi bu sözcükler halklarının kurtarıcısı olarak görülen müslüman önderlerin diline de dolanmış durumda. Hattâ yaşadığımız ülkemizde demokrasinin gelmesi için nice canların telef olduğu bu halk-ayaklanmalarını kutsayan dînî anlamlar yükleyen, intifâda diye dillendirenler bile var.

Yine Allah ile aldatıcılarımız sahne almışlar. Çok ilginçtir ki ümmete tüm bu katliamları revâ gören, bunu sahneleyen zâlim devletleri gördükçe kendi adımıza bir-birlerimize daha fazla yakınlaşmamız gerekirken şu-an olabildiğince fikirsel ayrılıklar yaşıyor, Allah’ın ipine sımsıkı tutunmayı beceremiyoruz.

Dikkat ederseniz “kral çıplak” diyemeyen tüm bu kesimlerin savuna-geldiği kavram “demokrasi” kavramı olmuş durumda. Müslümanların! kafaları bu tür kavramlar noktasında hâlâ çok bulanık. Kendisini İslâm’a âit hisseden daha bir-çokları, müslüman beldelerde oynanan bu kirli oyunları görüyorlarken bile ard-arda açıklamalar yapıyorlar; “demokrasinin bir din değil, sâdece yönetim-şekli olduğunu ve müslüman ülkelerin demokrasiye geçmelerinin en doğru yol olduğunu” söyleyebiliyorlar.

Müslüman ülkelerin demokrasi ile yönetilmeleri acaba kimleri mutlu edecek. Bu ümmetin çocukları sırf demokrasi ile yönetilmek adına neden canlarını feda ediyorlar? Bu ümmet bir zamanlar müşriklerin bu tarz tekliflerini ret eden, nice çocuklarını, nice canlarını bu uğurda fedâ eden, yerini-yurdunu aç-susuz terk eden, İslâm Devletini kurup İslâm’i hükümler ile yönetilmeyi arzulayan İslâm toplumunun birer parçası değil miydi? Peki şimdi ne değişti? O zaman geriye tek bir sonuç kalıyor, o da günümüz müslümanları! bu kavramları ya doğru anlamıyorlar ya da anlamını hiç bilmiyorlar. Bu şekli ile de dinleri adına tehlikeli bulmuyorlar.

“Laik; Yunanca Laikos, yani halktan olan, din-adamı olmayan, Latince Laicus’tan Fransızca Laic veya Laiiue kelimelerinin Türkçe telaffuz şeklidir. Eski çağlardan bêri din-adamı olmayan, ruhânî bir sıfatı ve dinsel bir işlevi bulunmayan kişi, kurum ve nesneleri, kısacası, dînin dışında kalan alanı belirtmek için kullanılır.

Laikliğin ortaya çıkışına kadar yasama işleri hemen tümüyle Kral-Kilise ikilisinin elinde bulunuyor. Kral söylese kilise tasvip ediyor, kilise söylese krala uygulattırıyordu. Bu iş-birliği bu alanda asırlardır sürüyordu. İşte Kral ve kilisenin bu alana müdâhalesi olmayacağına göre bu alan içinde düşünülen şey demokrasi olmuştur. Yâni demokrasi dînin hayattan uzaklaştırılması mücâdelesinin son noktasıdır.

“Tabi bu konuda taraflar arasında bir mücâdele söz-konusu olmuştur. Mücâdele başladığında taraflar görüşlerinde tâviz vermeden yürürlerken, fıtrî gerçekler onları aslı îtibâriyle fıtrata aykırı olan tezlerinden tâviz vermeye, uzlaşmaya sevk etmiştir. Bunun sonucu olarak da “din vardır ama hayatta yoktur” şeklinde ifâde edilebilecek bir sonuç ortaya çıkmıştır”. İşte bizler şimdi Hristiyanların sorunları sebebiyle ayrılığa düşüp en son olarak “din vardır ama hayatta yoktur” ifâdesinde anlaşmaya vardıkları kavram olan demokrasi ve laikliği içselleştirmeye çalışıyoruz. Bu olayı kabûl etmemizin İslâm’i hiç-bir gerçekliği olamaz. Bu olsa-olsa Allah’ın yasağına rağmen müşrik ve kâfirler ile ortak bir yaşam için uzlaşma anlamını taşır.

Şunu açıkça söylemek gerekir: Din temeline dayanan bir devlet-düzeninin demokrasi ile bağdaşması mümkün değildir. Bilindiği gibi, İslâm-dîni ve onun temelini oluşturan Kur’ân, sâdece îman ve ibâdetle ilgili kurallar getirmekle kalmaz. Bunun dışında devlet yönetimine, toplum düzenine, insanlar arasındaki ilişkilere ve kişilerin davranışlarına yön veren geniş kapsamlı hukuk-kuralları da getirir. Bu hukuk-kuralları toplum yaşamının her-yönünü kapsaması bakımından ‘bütüncü’, bu-günkü deyimiyle ‘totaliter’ bir nitelik taşır. Egemenliğin halka ya da millete âit olması diye bir şey söz-konusu değildir. Egemenlik sâdece ve doğrudan Allah’a âittir. Herkes O’nun mutlak irâdesine boyun eğmek zorundadır”. Ne laikliğin ne de demokrasinin İslâm ile uzaktan-yakından ilişkisi bulunmamaktadır. Hattâ daha öteye giderek söylemek mümkündür ki gerek laiklik gerekse demokrasi İslâm’ın zıddı olduğu gibi İslâm da bunların zıddıdır. Nitekim Kur’ân hemen bir-çok âyetinde insanları hevâlarına uymaktan uzak durmaya sevk etmekte ve Allah’a teslim olmaya çağırmaktadır. Böyle yapması hâlinde Dünyâ ve âhiretinin kendisi için mutlu olacağını söylemektedir. Hevâlarına (gerek kendi hevâsına gerekse başkalarının hevâlarına) uyanların ise hüsrana uğrayanlar olacağını belirtmektedir.

Kulu olan insan, Rabbi olarak kabûl ettiği Allah’a diyecektir ki “bir-takım emir ve nehiylerin başımın üzerine ama, diğer bir kısım emir-nehiylerini dinlemeyecek ve yasama meclisinin yaptığı kânunlara riâyet edeceğim”. Tek-başına hüküm koyucu olduğunu Kur’ân’da bildiren Allah böylesi bir isteği kabûl eder mi? Etmesi mümkün mü? Hangi sebep ve geçerli gerekçe ile böylesi bir düşüncenin kabûl göreceğini sanıyorsunuz? Allah, hiç-bir şeyde kendisine ortak kabûl etmediği gibi, hüküm koymada da bir ortak kabûl etmemektedir.” Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır;

“Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara kânun kılacak ortakları mı vardır? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhâl aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zâlimler için can-yakıcı bir azap vardır” (Şûra-21).

Kim olursa-olsun yüce Allah'ın yarattığı hiç kimsenin yüce Allah'ın kânun olarak koymadığı ve izin vermediği bir şeyi kânun olarak koyma yetkisi yoktur. Kulları için kânun koyma yetkisi sâdece yüce Allah'a âittir. Çünkü bütün evreni yoktan vâr eden ve kendi seçtiği yasalar-sistemi ile tüm evreni yöneten O'dur. İnsanlık hayâtı ise bu uçsuz-bucaksız evren çarkında küçücük bir dişli konumundadır. Bu yüzden evreni yönlendiren yasalar sistemi ile uyuşan bir yasa hükmetmelidir insanlık hayâtına. Bu ise, uçsuz-bucaksız evreni yönlendiren tüm yasalar-sistemini kapsayan bir bilgiye sâhip bir kânun koymadıkça mümkün olmaz. Allah'tan başka herkes tartışmasız bu denli kapsamlı bir bilgiye sâhip olmaktan uzaktırlar. Bu yüzden bu yetersizlikle berâber onların insanlık hayâtı için kânun koymalarına îtibâr edilmez. Bu gerçek olanca çıplaklığı ile gözler-önünde olmasına rağmen, bir-çokları bunu tartışma konusu yapıyorlar veya inanmıyorlar. Halkları için iyiliği seçtiklerini ileri sürerek yüce Allah'ın koyduğu kânunların dışında kânunlar koymaya yelteniyorlar. Bunu yaparken de içinde bulundukları şartlarla, kendi kafalarından uydurdukları kânunlar arasında bir paralellik kuruyorlar. Sanki yüce Allah'tan daha çok biliyorlarmış, ondan daha iyi hüküm verebiliyorlarmış gibi! Ya da sanki, Allah'ın izin vermediği konularda onlar için kânun koyan Allah'ın dışında ortakları varmış gibi! Bundan daha çirkin bir davranış, Allah'a karşı bundan daha küstahça bir tutum olamaz”. Burada şunu anlamalıyız ki demokrasi ile yönetilen sistemler tağûti sistemlerdir ve vahiy belirleyici değildir. O yüzden de Allah’ın vermiş olduğu bir-çok hüküm demokrasi ile yönetilen sistemlerde ret edilmektedir. Ve yerlerine kendi koşullarına uygun hükümler konulmaktadır. O yüzden de Seyyid Kutub böylesi bir davranışı küstahlık olarak açıklamıştır.

Şûrâ, her-hangi bir meselede muhtelif görüş ve bakış-açılarının ehline sunularak, sonuçlardan en verimli ve uygununu elde etmeye çalışma anlamına kullanılmaktadır. Günümüzde sistemi oluşturan hukuk tamâmen batı tandanslı bir hukuktur. Ve bu hukukta vahiy esas alınmamaktadır. Şûrâ ise tamâmen İslâm’i bir terimdir. Buna farklı bir isim vermenin her-hangi bir mantığı da olamaz.

Zâten vahyin açıkça belirlediği hususlarda şûrâ ve ictihat söz-konusu olmayacağına göre söz-konusu tüm hukûkun vahye uygun olması gerekir. Tüm bu konularda görüş bildirilmesi de söz-konusu değildir. Çünkü vahiy ölçüyü kesin olarak belirlemiştir. Yâni siz vahye rağmen İslâm’ın yasak saydığı bir konuda yasağı kaldıran bir düzenleme yapamazsınız. İkincisi demokrasi kavramının oluşumu bir-çok referansa bağlıdır. Dolayısıyla şûrâ ve demokrasi veya cumhuriyet kavramları arasındaki kimi teknik benzerlikler şûrânın demokrasiyle özdeş olduğu gibi bir anlama asla gelmez.

Şûrâ ilkesi, bir yönetim-biçimi olarak demokrasinin alternatifi olarak algılanamaz/düşünülemez. Demokrasi her zaman tartışılacak yetersiz bir yönetim biçimidir. Demokrasilerde halkın çoğunluğunun seçtiği kişiler yönetime geçerler. Bu sistemde dürüst olmayanlar da iktidâr olabilirler. Hattâ İslâm’ın tüm hükümlerine karşı gelen, İslâm’ın iktidâr olmaması için mücâdele eden kişiler bile iktidâr olabilirler.

Demokrasi dînin hayattan uzaklaştırılması mücâdelesinin son noktasıdır. Bizler şimdi hristiyanların sorunları sebebiyle ayrılığa düşüp, en son olarak “Din vardır ama Hayatta yoktur” ifâdesinde anlaşmaya vardıkları kavram olan demokrasi ve laikliği içselleştirmeye çalışıyoruz. Bu olayı kabûl etmemizin İslâm’i hiç-bir gerçekliği olamaz. Bu olsa-olsa Allah’ın yasağına rağmen müşrik ve kâfirler ile ortak bir yaşam için uzlaşma anlamını taşır.

İslâm hayâtı tümüyle kapsayan ve tümünü düzenleyen bir bütün bulunduğu ve bunu din-adamları (ruhbân sınıfı) aracılığıyla yapmadığı için, hayâtı düzenlemenin dînin ya da din-adamlarının elinden alınması diye bir şey söz-konusu değildir İslâm’da.

Kimi İslâm’i basın yazarları demokrasi, laiklik en son olarak ta şûrânın demokrasinin temeli olduğunu savunurlar iken, sanki bulundukları ülkeler İslâm ülkesi imiş gibi davranıyorlar. Hâl böyle olunca da müslümanların bir-birleri arasında yapmaları gereken şûrâyı bâtıl bir ideoloji olan demokrasinin temeli olarak görebiliyorlar. Sonrasında hukûkun üstünlüğünü şûrâ temelli demokrasi gibi isimlendirip, aslında demokrasi İslâm ile çelişmez diyebiliyorlar. İslâm toplumu bu konuda yanıltılıyor ve yanlış bir algı oluşturuluyor. Günümüzde sistemi oluşturan hukuk tamâmen batı tandanslı bir hukuktur. Ve bu hukukta vahiy esas alınmamaktadır. Şûrâ tamâmen İslâm’i bir terimdir. Buna farklı bir isim vermenin her-hangi bir mantığı da olamaz.

Tüm bu açıklamalar şunu gösteriyor ki gerçekten de demokrasi hiç de kendilerine müslüman diyen kimselerin savunacağı bir sistem değildir. Aksine bu durumdan olabildiğince kaçınmalılar. İnşâallah hiç-bir tağûti güçten korkmadan yalnız Allah’tan korkmayı kabûllenerek dosdoğru yolda yürüyebiliriz. Buna hepimizin ihtiyâcı var”.

Demokrasilerde yönetimde olanlar genelde yaşlılardan oluşur ki, bu yaşlılar artık “ölüme yaklaşmış” olduklarından, yapılması gerekenleri yapmayıp, gürültüsüz-patırtısız işlerle oyalanırlar yâni “eski”yi sürdürürler ki, bu çoğu zaman ya zararlı sonuçlar getirir ya da sâdece birilerini rahatlatır. Siyâseti pasifleştirir. Oysa gençler daha hareketli, daha ataktırlar. Ölçülü hareket ettiklerinde başarılı işler yapabilirler.

“99 Soruda Demokrasi ve Bu Dînin Mensupları” adlı yazıdan özet alıntı yapalım:

“Demokrasilerde bir-kaç sene biri, bir-kaç sene de başkası yönetimde olur. Mekke-müşrikleri böyle bir yönetim-şeklini teklif ettiklerinde peygamberimiz bunu şiddetle reddetmişti.

Küfür tek millettir. Her zaman ve her mekânda.

“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir” (Bakara 256).

Bu seküler ideoloji muhâlif oylardan pek korkmaz ama oy vermeyenlerde çok korkar. Onların düzenlerini yıkacak potansiyel, “oy vermeyenler”dir çünkü. Onların korkularını oy vermemekle arttırabiliriz ve onları bu şekilde yıpratabiliriz.

Biat denilen İslâm’i seçim-sistemiyle iş-başına gelmediği için görevini bırakıp çevresindeki âlim ve şuurlu kesim tarafından uzun uğraşlar sonucu iknâ edilip biat edilerek göreve getirilen 5. râşid halife unvânı verilen Ömer bin Abdulaziz örneğimiz var. Bu tavır gibi, meşrû yönetici olacak îman, takvâ ve ehliyete sâhip kişilerin bile meşrû olmayan bu yöntemle kendisine verilecek yöneticilik emânetini üstlenmemeleri gerekirken, kendilerinin bu bâtıl usulle iş-başına gelmek istemeleri nasıl îzah edilebilir?

Batı’nın ve bâtılın gittiği yöntemle ancak, batı’nın ve bâtılın ulaştığı yere ulaşılır ki, orası bir “çirkef”tir.

Demokrasi virüsü girdiğinden bu yana, demokratikleş(tiril)miş halk, kurtuluşu İslâm’da, öze dönüşte, Asr-ı Saâdet'e benzemekte değil; Batıda, Batılılaşmada, Avrupa Birliğinde, Danimarka kriterlerinde görüyor.

İslâm’la bağları kesmek bir ideolojidir. Bu ideoloji, "içi dindar, dışı laik" bir kişilik ortaya çıkarıyor. Ve giderek insanlar yaşadığı ve göründüğü gibi inanmaya, yâni inanmamaya başlıyor.

Halkı kim daha fazla “oyalıyor”, halktan en fazla o “oy alıyor”. Demokrasilerde oyun tükenmez. Ver oyunu, gör oyunu. "Oy, oy!" diye halktan rey dilenenler, iş-başına geçtiklerinde halkı "of, of!" diye inletirler. Buna rağmen oyun devâm eder. Demokrasi sâyesinde insan, ısırıldığı delikten bir değil; on kez ısırılır. Tahterevallidir demokrasi; partilerin biri iner, biri çıkar. Ama bu tahterevallinin üzerine binilip oturulan yerinde gıcırdayan tahta kalas değil; inleyen halk vardır. Hangi doktrin, rejimde hâkimse, onun koyduğu kurallar işlemekte, hâkim gücün çarkının işlemesi için halkın desteğine ihtiyaç duyulduğundan, senaryosu önceden yazılmış oyunda, halka sâdece figüran rôller verilmektedir. Halkın seçmek mecbûriyetinde olduğu düzenin mêmurları, isteseler bile hâkim gücün/derin devletin sistemini değiştirme hakkına sâhip olmadıklarından, halkı temsîlen seçilenlere düşen iş, mevcut sistemin çarkının başında durmaktan öteye gitmez. Bu olayda halka düşen ise, düzenin bâzı yerlerine idâreciler tâyin ederek onların suçuna ortak olmaktır.

Seyyid Kutub'un dediği gibi; "Bu dîne sahip çıkanların şu gerçeği iyi bilmeleri gerekir. Bu din nasıl Rabbânî bir din ise, onun hareket metodu da tamâmen Rabbânîdir, esas tabiatına uygundur. Ve şurası bir gerçektir ki, bu dînin hakîkatini, amelî metodundan ayırmak imkân hâricidir".

Hükümet olunabilir, ama iş devlet olmakta. İktidâr olunabilir, ama iş muktedir olmakta. Davulun kimin elinde olması önemli değil, önemli olan değneğin elinde olması. Çünkü davuldan çıkacak sesi, tokmağı elinde tutan tâyin edip yönlendirecektir. Hükûmet, davulu tutar, tokmağı değil. Davulu taşıma yarışmasına katılmak yerine, tokmağı ele geçirmeye çalışmalı değil mi? Seçimlerin davul taşıyanları seçmek olduğu bilinmiyor mu? Tokmağın da derin devletin, anayasa, kânun ve partiler-kânunu denilen beşerî hükümlerin ve Kemalistlerin elinde olduğu görmezden gelinmiyor mu?

Müslümanların çoğunlukla desteklediği bir veya bâzen bir-kaç parti mutlakâ olmalıdır. Müslüman yığınlar, mecliste demokratik usûlle temsil edilemeyince, kontrol edilemez, tâkip edilip yönlendirilemez. Bu da, düzenin kontrol edemediği bağımsız gelişmeler, faâliyetler demektir". Bu görüşü, düzen bağlısı bâzı Kemalist çevreler dillendiriyor. Dolayısıyla, parti vb. demokratik, uzlaşmacı, yasal, resmî, legâl faâliyetlerden kimi saf beyinlerin iddia ettiği gibi kâfir güçlerin ciddî bir rahatsızlığı söz-konusu değildir. Onlar istiyorlar ki, müslümanlar da beşerî kânunlara tümüyle uysunlar, o kânunlara uygun olarak parti ve teşkilat kursunlar, kontrolsüz faâliyet yaparak düzene temelden darbeler indirmeyi düşünmesinler. Fiilî cihad yolu böylece engellenmiş olsun.

Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'le uzlaşma yolları aradılar. Bâzı tâvizlerine karşılık bâzı tâvizler istiyorlardı. Bu tâvizler arasında "dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet, bir sene de biz yönetelim" teklifi de vardı. Ama Resûlullah, tüm bu tekliflere Kur'ân-ı Kerim'den âyetler okuyarak kesin red cevabı veriyordu. Oysa müşrikler "bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt" diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bir rejimin yönetimi Peygamber'in eline tümüyle veya iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki? Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü "biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkîlerimizden) hızla çekilip alınacağız" (Kasas 57) diyorlardı. Zâten Resûlullah'ın amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini ikâme etmek, yâni Kureyş düzenini kökünden yok etmek, darmadağın edip devirmekti. Yine bir defâsında amcası Ebû Tâlib aracılığıyla, müşriklerin, Efendimiz'e teklif ettikleri bir-kaç husustan biri de "istersen gel, seni başımıza kral yapalım" teklifi idi. Bu-günkü siyasîlerin bırakın krallığa, bakanlığa; milletvekilliği teklifine bile nasıl can attıklarını bir düşünelim. Efendimiz ise: "Vallahi, bir elime Güneş’i, bir elime de Ay’ı verseniz, dâvamdan vazgeçmem" diyordu. Dâvâ hiç-bir tâviz ve dünyevî beklentiyi kabûl etmiyordu. Efendimiz'in reddettiği anlayış günümüzde "bırakın bir-kaç sene de biz idâre edelim" şeklinde hem de çok harâretli tek taraflı isteklere dönüşmedi mi?

Firavunların tesbit ve müsâade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği sahada mücâdele ve çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavunlara açıkça cephe almadan, onları nasıl alt edeceklerdir?

İslâm'ın istediği devlet olmadığında, eğer İslâm'ı temsil iddiâsındaki müslümanlarla küfür düzenleri arasında uzlaşma ve düzenin emrine ve hizmetine girme varsa, devletin istediği İslâm(!) olacak, bu tip İslâm, tâğutların yönlendirdiği, Amerikan-vâri özellikler taşıyacaktır, tevhîdî özellik değil. "Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği Kur’ân hükümlerinin bir kısmından seni şaşırtırlar, vazgeçirirler diye kendilerinden sakın. Eğer onlar, hükümleri kabûlden yüz çevirirlerse bil ki Allah, onların bâzı günahları sebebiyle onları cezâlandırıp, başlarına bir musîbet getirmek istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktır" (Mâide 49).

Dünyâ’nın mü'mine zindan, kâfire cennet (gibi) olması" İlâhî bir tecellî olduğu hâlde, partilerin en önemli derdi; ekonomi, işsize iş, aşsıza aş... Efendimiz (s.a.s.) Mekke'de tâğutlarla mücâdele edip, sâdece Allah'a kulluğa dâvet ederken, Mekke'li muhâtaplarına dedi mi ki: "Beni lîder kabûl edin, ben sizin yollarınızı onarayım, açları doyurayım. Bakın Mekke halkı fakir. Bu ülkenin kalkınması lâzım. Bu da şu şekilde olur... Kalkınma, fakirlikten kurtulma, büyük Mekke devleti olmak için şunları yapmak lâzımdır..." gibilerden her-hangi bir söz söyledi, müşrik yöneticilere akıl vermeye çalıştı, müşrik devletin idâresiyle uğraştı, veya o idâreye o şekliyle tâlip oldu mu? O-günkü çalışma, iş, dünyâ-şartlarını ıslah edeceğini mi vaad etti, yoksa çile, eziyet, işkence ve savaş mı, sabrı gerektirecek zorluklar ve karşılığında cenneti mi vaad etti? İnsanları neye çağırdı?

Sosyalist Parti, Komünist Partisi... olur da, “İslâm Partisi” niye olmaz? Bırakın İslâm’i partiyi, İslâm’i bir-iki teferruat kabîlinden şeyi küçük harflerle gündeme getirdiği için partiler niye kapatılır? Demek ki ipin ucunu ellerinde tutanlar İslâm’ın adının bile anılmasına, bir-iki prensibinin bile uygulanmasına tümüyle kapalılar. Öyleyse, müslümanın İslâm’dan başka gâyesi, O’nun hâkim olmasından başka kesin çözüm önerisi olamayacağına göre, müslümanlar bu oyunda hep nesne olmaya, piyon ve figüran olmaya mı istekliler?

Demokrasinin dedesi, milât öncesinde yaşamış Yunan filozofları ve Yunan kültürü; babası da eski Atina ve Isparta yönetimidir. Dolayısıyla Rönesans ve Aydınlanma çağı, gericilik yaparak milat öncesine dönmüş ve unutulan demokrasiyi hortlatmıştır. Bu gerçeklerden yola çıkarak demokrasi çağdaş bir yönetim midir, yoksa gerici bir yönetim mi?

Müslümanlardan oy alarak seçilen tüm milletvekilleri: "Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına, Cumhuriyet'i koruyacağına, laikliği ve rejimi savunacağına..." yemin etmekte, nâmusu ve şerefi üzerine söz vermektedir. Hem de bu yemine tüm vatandaşları şâhit tutmaktadır düzen, televizyon kanallarından naklen vermektedir bu yemin denilen elfâz-ı küfrü. Bir hadis-i şerif: "Bir kimse Allah'tan başka bir şey üzerine yemin ederse şirke düşmüş, küfre girmiş olur." (Müslim, Eymân 4; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218). Başka bir hadis-i şerif de, "yemin ederken, başka şeye dâir niyet etse, niyeti (nasılsa) sağlam olsa, ne olur?" sorusuna cevap veriyor: "Yemin, yemin edenin niyetine göre değil, ettirenin niyetine göre hüküm alır. Senin yeminin arkadaşının seni kendisiyle tasdik ettiği şeye göredir." (Müslim, Eymân 21, hadis no: 1653; Ebû Dâvud, Eymân 8, h. no: 3255). Denilebilir ki, zâten parti tüzüğünde açıkça "Atatürk ilkelerine ve partiler kânununa... bağlı kalınacağına dâir yazılı têminat verilmiş değil mi? Bunlar, basit birer formalite olarak değerlendirilebilir mi? “Kim îmânından sonra Allah'a (karşı) inkâra sapıp da, -kâlbi îmanla tatmin bulmuş olduğu hâlde baskı altında zorlanan hâriç- inkâra göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır” (Nâhl 106). âyetin hükmü doğrultusunda, küfrün kurumlarına sâhip çıkmak, zâlim düzeni güçlendirerek ölüm döşeğindeki rejimin iskeletine kan pompalamak gibi hususlar elfâz-ı küfür ve ef'âl-i küfür kapsamına girer mi, girmez mi?

Düzenin uygulayıcıları olarak kendi önlerine çıkarılan partiler ve isimler arasında bir tercih yapmak, içinde kendine benzeyen bulamadığı için dayatılan adaylardan ehven-i şerri tercih etmeye çalışan kimse oyuna getirilmiş olmuyor mu? Halk idâresi diye, halkın inancına, yaşayış ve ahlâkına saldıran düzenin adıdır bu ülkede demokrasi. Başta Kemalizm ve onun ilkeleri olmak üzere, laiklik vb. tabuların bulunduğu düzen, nasıl halkın yönetimi olabilir? Demokrasilerde egemenlik kayıtsız-şartsız paranındır, medyanındır, derin devletindir; ama halkın değildir. Halk, rüzgâr ne yönden esiyorsa onun gücüyle savrulan yaprak gibidir. Ulusal ve uluslararası istihbârât örgütleri, kartel ve holding patronları, siyonizm, ağalar, şeyhler, hizmet adı altında devlet rüşvetleri, reklâm, aldatmaya dayalı propaganda, seçim-kânunu vb. adla seçim hileleri, büyük partilerin devlet yardımı vb. yollarla avantajları... bütün bunların halkı yönlendirmediğini kim iddia edebilir? Öyleyse, gerçekten halk mı yönetiyor halkı? Öyleyse niye şikâyetleri bitmiyor?                

Güçlünün hâkim olduğu rejimin adıdır demokrasi. Çağdaş bir masaldan ibârettir. Her ne kadar tersi iddia ediliyor olsa bile, seçenlerin ve hattâ seçilenlerin değil; seçtirenlerin ve derindekilerin irâdesi önemlidir. Demokrasi, bir “Truva atı”dır. Halka, oy vermeme hürriyeti bile vermeyen çağdaş dayatma rejimidir. %51 delinin % 49 akıllıya gâlip getirilmesinin adıdır. Müslümanla kâfirin, mücâhidle İslâm düşmanının, âlimle câhilin, aydınla avamın eşit olduğu adâletsiz rejimin adıdır demokrasi. Demokrasi açısından, oy veren insanlar, eşit olmasına eşittir, ama bâzıları daha çok eşittir. Elli bir pirenin kırk dokuz file gâlip getirilmesidir demokrasi. Kazanan ve kaybedenin maçtan önce belli olduğu şikeli bir karşılaşmadır. Hakka rağmen halk idâresi olmasının yanında; aslında halka rağmen egemen çevrelerin halkın inancına ters dayatmalar rejimidir. Teorisiyle pratiği birbirine bu denli ters bir anlayış, başka hiç-bir ideolojide bu kadar sırıtmaz.

Kapitâlizmin sömürüsünü perdeleyen bir simgedir demokrasi.

Halk, atasözü olarak "nerede çokluk, orada ..." der. Halkın çoğunluğunun dediği demokrasiye göre doğru kabûl edileceği için, demokrasi de bu sözün doğruluğunu kabûl etmek zorundadır. Öyleyse demokrasi, böyle bir pisliktir”.

(Tam metin için:

Abdurrahman Arslan:

“Bu siyâset ahlâksızdır, iktisat ahlâksızdır, bunlara bir ahlâk katalım demek muhâfazakâr bir tavırdır. Siyâsetin tanımladığı bir paradigmanın içerisinde ona bir ahlâki unsur katabilirsiniz, ama bu paradigmanın emrettiği, izin verdiği nispette mümkündür. Ahlâkın tanımladığı bir paradigmanın içerisinde iktisâdi faaliyette bulunmak başkadır ama modern iktisat paradigmasının içerisinde ahlâki bir unsur katmak başkadır. Öncelikle bunun farkında olmamız lâzım. Öyle olduğunda ahlâk siyâsetin, iktisâdın belirlediği çerçevede bir ahlâk olur. Oysa ahlâkın belirlediği bir paradigma içerisinde siyâset, iktisat o ahlâk tarafından belirlenir. Bu-gün üzerinde sıkıntı çektiğimiz şeylerden biri de budur. Bu bir düşünce-biçimidir ve biz bu düşünce-biçimini edinmek zorundayız.

Modernizmde temsil edilirken demokratik ya da modern siyâsetin meşrû gördüğü kategorilerden birine girmeniz lâzım. Aslında girdiğiniz andan îtibâren de o sizi belirlemeye başlıyor.

Bu son dönemlerde özellikle neo-liberâlizm dindarlar için bir kapı açtı. Tabi laik olduğu için liberâlizm, İslâm’cılığa müsaade etmeyeceklerdir. Muhâfazakârlık kategorisi içerisinde parlamento içerisinde bir yer vermek lâzım. Çünkü İslâm-dünyâsında barajın önünde sular çok birikmiştir, eskisi gibi değildir. Barajın önündeki suyu barajı yıkmaktan alıkoymak için onları parlamentoya götürmeniz lâzım. Son dönemlerde dindarlara muhâfazakârlık kategorisi içerisinde parlamentoya girmelerine izin verdiler. Bu aynı-zamanda kentleşmeyle birlikte gelen zihnî dönüşümün netîcesinde oldu” der.

Meclis, kişilerin -müslüman da olsa- dîni ezerek girdikleri bir yerdir. Ayrıca, İslâm’da yemin sâdece Allah adına yapılabilir. Allah adına yapılmayan yeminler geçersizdir. Bunu dinle bir işi olmayanlar umursamayabilirler fakat müslümanların da umursamaması onların dinde ciddî olmadığını gösterir. Evet; vekillerin mecliste ettikleri yemin İslâm açısından bâtıldır ve müslüman açısından da en azından inandırıcı değildir:

Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukûkun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refâhı, milli dayanışma ve adâlet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim”.

Üzerine yemin edilen değerler insan-üstü bir konuma yapılmadığı için gerçek inancı yansıtmaz ve yeterince ciddî olamaz. Yemin, metinde geçen şeyler üzerine edildiğinde her-hangi bir “çekince” oluşturmadığı ve âhireti düşündürtmediği için onun meselâ bir yolsuzluk yapmasına engel olmayacaktır. Ancak yüce bir değer için edilen yemin insanı kötü bir işten alıkoyabilir.

Biz İslâm’ın yönetim-şekli “imamlık”tır diyoruz. Ama “bu yönetim-şekli olmuyorsa en iyisi demokrasidir” demek cehâlettir. Demokrasinin meselâ krallıktan daha iyi yönetim olduğunun delili nedir?. Platon krallığı savunurken, öğrencisi Aristo demokrasiyi savunurdu. İkisi de büyük filozoflardı. (Fakat bir şeyi ıskalıyorlardı: İmamlık). Bir kıyaslama yaparsak: Krallıkta tek-bir “kral” varken, demokrasilerde yüzlerce “kral” vardır. Sömürü/hırsızlık varsa, tek bir kişinin hırsızlığı/sömürmesi mi, yoksa yüzlerce kişinin hırsızlığı/sömürmesi mi daha iyidir? Târihe bakıldığında, insanların hayatlarının krallık yönetimlerinde, demokratik yönetim seviyelerindeki kadar perişân olduğu görülmez. İslâm’ın yönetim şekli olan “şûrâ imamlığı” ise, fıtrata en uygun olanıdır. 

“Râina demeyin unzurna deyin” demek, “bizi güt” demeyin, “bize de bak” deyin demektir ki bu ancak şûrâ ile olur. Demokrasiler de bir çeşit gütme-güdülme yönetimleridir çünkü. Bir kişinin de değil, yüzlerce kişinin çoban-güdücü olduğu “gütme” işidir.

Bir makâlede demokrasi için şunlar söylenir:

Her kim bu hakîkati idrâk eder, anlamak için kendini soyutlar ve arzularının tuzaklarından kurtulursa, kendisine arz edilen her türlü fikri, siyâseti ve rejimi hak ettiği mekâna koyması onun için kolaylaşır. Böylece bu fikir ve siyâsetler hakkında hiç tereddüt etmeden, şaşkınlığa düşmeden, nezâket ya da ayak uydurmaya çalışmadan Allah (azze ve celle)'nin verdiği hükmü verir.

Çağın felâketlerinden olan ve ortaya amaçsız bir batı toplumu çıkaran sistemlerin ürettiği en büyük sıkıntı ve zulüm, demokrasinin İslâm ümmetine sızmasıdır. Nitekim demokrasi, İslâm ümmetinin içerisine ümmet gaflet uykusunda iken, halkları mustazaf durumdayken, hâkimleri mürted, evlatlarının câhil ve âlimlerinin büyük bir kısmının ihmalkârlık içinde olduğu bir vakitte sinsice nüfûz etmiştir.

Demokrasi İslâm ülkelerinde bayraklarını yükseltti; zehrini ümmetin eklemlerine saçtı; sapık ve bâtıl olan akide esaslarını onların arasında yaydı ve sapkınlığıyla ümmetin vatandaşlarını baş-başa bıraktı. Câhiller buna aldandı; ancak düzenbazlar bunu bir fırsat olarak kullandılar. Halklarını helâk edici bir yola sürüklediler. Zâten zayıf düşürülmüş olan ümmeti, ölüm sancıları ile baş-başa bıraktılar. Şûrâ adı altında en açık küfür amelleri pazarlandı. Özgürlük sloganları altında rezâlet yayıldı. İnanç özgürlüğü adı altında inkârcılar üstün görüldü ve ümmetin evlatları arasında ateizm kol gezmeye başladı. Düşünce özgürlüğü adı altında câhiller ve ahmaklar dîne saldırma cüretinde bulundular. Görüş ayrılığı ve çoğulculuk adı altında ümmet fırkalara ve partilere bölündü. Bütün bu saydıklarımızla berâber hâlâ bu yeni dînin dâvetçilerinin minberleri salladığını görüyoruz. Bu yeni dîne teşvik için kalemlerin sivriltilip mürekkepler harcandığına şâhit oluyoruz. Ve insanları bu yeni dînin mensubu olmaları için yazılı, görsel ve işitsel medya yayın organları istihdam ediliyor. Yayılması, dayatılması ve hâkim kılınması için insanî ve maddî imkânlarıyla Dünyâ’nın çeşitli yerlerine ordular seferber edildi. Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki bu, İslâm’ın muhteşem temiz görünümünü kirleten, saflığını ve şeffaflığını bulanıklaştıran muâsır bir felâkettir.

Bizler, Demokrasi'yi incelediğimiz zaman onun mefhumları, akide esasları, kuralları, ritüelleri, usûlleri ve değerleri olan diğer dinlerden farklı olmayan bir din olduğunu göreceğiz. Çünkü bir dînin din olabilmesi için gereken bu esasların hepsi Demokrasi'de mevcut.

Peki, bütün bunlara rağmen neden Yahudiliğin İslâm’la bir-arada zikredilemeyeceği konusunda hem-fikir olduk da, Demokrasi'yi övgü dolu ifâdelerle İslâm’a yamamaya çalışıyoruz? (Halbuki demokrasi, bir yahudi îcadı ve oyunudur H.G.).

Demokrasi Dîni halka, kayıtsız-şartsız egemenlik yetkisini sunmaktadır. Hâkim olan otorite halkın otoritesidir. Yürürlükte olması gereken kânunları da halk koyar. Bağlayıcı olan onun yasalarıdır. Ve en yüce olan yine halkın egemenliğidir. Demokratik sistemlerde halkın hükmünü bozacak ve onun hükmünü engelleyebilecek kimse yoktur. Demokratik sistemlerde halk, asla yaptığından sorulmaz.

Bu yeni dîni sürekli insanlara güzel gösterdiler ve ucuz, bayat felsefelerle bunun çirkin yüzünü örtmeye çalıştılar. Ve sonra insanlara, Demokratik İslâm’a gelin, dediler.

Kâlbine îman nûrundan bir şey temâs etmiş herkes şunu iyi bilir ki, bu din ile İslâm Dîni, ne kâlplerde ne de vakıada bir an bile bir-araya gelemez. Ve bu ikisinden birini etkisiz hâle getirmeden diğeri asla uygulamaya dökülemez.

İslâm Dîni’nin kendisi üzerine binâ edilmiş olduğu esaslardan bir tânesi de koyduğu bütün kurallara teslimiyet göstererek itaat etmek ve kapsamlı bir şekilde boyun eğmektir. Nitekim İslâm, bizzat bu mânâyı içerdiği için İslâm diye isimlendirilmiştir. Çünkü İslâm demek; Allah'ın emirlerine teslim olmak ve bu emirlere herhangi bir şekilde muhalefet etmemek demektir. Ve bu yüzden kendini bu dîne nispet eden müslümanların Allah (azze ve celle)'nin hükümlerine boyun eğmeleri ve emirlerine tam bir teslimiyet ile itaat etmeleri gerekir. Ve kendisinde bu esas oturmamış bir insanın İslâm’ı iddiadan öteye gidemez. Çünkü Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır: "Muhsin bir şekilde Allah'a teslimiyet göstererek İbrâhim'in şirkten arınmış dînine tabi olandan daha hayırlı kimdir? Allah İbrâhim'i dost edinmiştir" (Nîsa 125).

İşte, İslâm’ın söylediği ve onayladığı Allah (azze ve celle)'nin de kendisinin dışında bir şeyi din olarak kabûl etmeyeceği İslâm Dîni bu esas üzerine kuruludur. Ancak Demokrasi Dîni ise, tamâmen muhayyerliklerle dolu bir dindir. Böylelikle Demokrasi Dîni, İslâm Dîni’nin üzerine kurulmuş olduğu esâsı tamâmen yıkmıştır. Demokrasi sistemi ile yönetilen rejimlerde ya da daha doğru bir ifâde ile Demokrasi Dîni ile yönetilen rejimlerde, parlamento heyeti tarafından kabûl görülüp onaylanmadığı sürece hiç-bir olgunun kutsallığı ve îtibârı söz-konusu değildir. Allah (azze ve celle)'nin, muhkem olan ve her müslümana “işittik ve itaat ettik” demesi gereken bağlayıcı hükümleri, Demokrasi Dîninin kendilerine sınırsız yetki verdiği parlamenterler tarafından eklemeye, eksiltmeye, iptâl edilmeye, onaylanmaya, silinmeye, tahrif edilmeye ve reddedilmeye açıktır. Eğer isterlerse kabûl ederler, istemezlerse de reddederler.

Örneğin; Allah (azze ve celle) içkiyi muhkem âyetlerinde haram kılmıştır. İnsanlar ve cinlerden oluşan tüm milletler içkinin haramlığı onaylansın mı onaylanmasın mı diye toplansalar; haramlığını kabûl etsinler veya etmesinler onlar bu fiilleri ile kâfir olurlar. Hâl böyle iken Demokrasi Dîni, İslâm Dîni’nin koyduğu kuralları onaylama ve reddetme konusunda kapılarını sonuna kadar açıyor. Varın siz düşünün. Hattâ ve hattâ Demokrasi Dîni tarafından İslâm Dîni’nin kabûlü ve reddedilmesi bile halkın seçimine bırakılmış durumda. Eğer halk İslâm Dîni’ni muhterem kabûl ederse İslâm Dîni saygıyı hak eden ve kutsal sayılan bir şey hâline gelir. Ancak, eğer İslâm Dîni halk tarafından muhterem kabûl edilmez ise, kendisine asla değer verilmez ve bütün saygınlığı ayaklar altına alınır. Ve artık Demokrat İslâm’cılar öyle bir hâl aldılar ki onlardan kimileri açık-açık şunu söylemeye başladılar: "Eğer halkımız Allah’sızlığı esas edinen komünizm ile yönetilmeyi seçerlerse bizler de onların bu karârına saygı duyarız. Veya halk İslâm’i hükümler ile hükmedilmeyi kabûl etmez ise onların bu kararından hoşnut oluruz.

Allah (azze ve celle) Kur’ân-ı Kerim'de bize şöyle söylediğinde, “Allah hükmeder ve kimse O'nun verdiği hükme hesap soramaz” (Ra’d 41).

Demokrasi Dîninin mensupları bizlere şöyle cevap veriyorlar: "Hayır, millet bir konuda hüküm verdiği zaman kimse onların verdiği hükme hesap soramaz".

Allah (azze ve celle) kitabında şöyle buyuruyor: “Allah ve Rasûlü bir konuda hüküm verdikleri zaman hiç-bir mü'min erkeğin ve hiç-bir mü'min kadının seçme hakkı kalmamıştır” (Ahzâb 36).

Onlar ise şöyle cevap veriyorlar: "Aksine, tercih-hakkı halkındır. Doğru onun doğru dediği, yanlış da halkın yanlış dediği şeydir. Halk, yasalardan dilediğini seçme konusunda tam bir hürriyet sâhibidir".

Onlara, Allah (azze ve celle) Kur’ân'da; “Allah gökte de yerde de ilahtır” (Zuhrûf 84) diye buyuruyor dediğimiz zaman, onlar bize şöyle cevap veriyorlar:

"Göğe gelince; o Allah'ın olsun. Ancak Allah bize yer-yüzünde karışmasın. Yer-yüzünde söz-sahibi olan halktır. Geçerli olması gereken yasalar halkın koyduğu yasalardır. Ve son karârı da halk verir".

Allah (azze ve celle) doğru söylemiştir: “Onlardan çoğu şirk koşmadan Allah'a iman etmezler” (Yusuf 106).

İslâm’ın tüm hükümlerini beğenilmeye ve beğenilmemeye müsâit hâle getiren Demokrasi Dînidir.

İyi bilmeliyiz ki Allah (azze ve celle) bizden, sâdece içkiden sakınmamızı, ahlâksızlıklardan kendimizi korumamızı ve finansı yerle bir eden fâizden el-etek çekmemizi istemiyor. Allah (azze ve celle) bizden bütün bunlardan kaçınmakla berâber, Allah'ın yasaklayıcı kânunlarına itaat etmemizi istiyor. Çünkü onlar Allah'ın kânunlarıdır. Ve aslâ tahrifi ve değişikliği kabûl etmezler. Vallahi eğer, Allah'ın şeriatı herhangi bir beldede parlamenterler istediği için ve halk bundan râzı olduğu için tatbik edilse bu Allah'ın şeriatı olmaz. Çünkü bu şeriatı insanlar arasında hâkim kılan şey Allah'ın emri olmayacak, halkın rızâsı olacak. Ve bundan râzı olan halk yarın bundan sıkılınca, bu şeriat değişikliğe uğramak zorunda kalacak. Böylelikle bu şeriatın diğer kânunlardan hiç-bir farkı kalmayacak. Zîrâ bu şeriatı insanlar arasında saygı-değer kılan Allah değil, aksine ismi parlamento olan, konuşan ve ilah edinilen bir puttur. Kendisi de koyduğu kânunlar da kahrolsun.

Hiç kimse küçük ya da büyük olsun, herhangi bir şeyi Allah'ın izni olmadan helâl veya haram kılamaz. Çünkü Allah(azze ve celle) şöyle buyurmaktadır: "Diliniz yalana alışageldiğinden dolayı, Allah'a karşı yalan uydurarak; şu helâldir veya şu haramdır demeyin. Şüphesiz ki Allah'a iftirâ atanlar iflah olmazlar" (Nâhl 116).

"De ki: Allah'ın size indirdiği rızkın bir bölümünü helâl kılıp bir bölümünü de haram kıldınız. De ki: Allah mı size izin verdi yoksa ona iftirâ mı atıyorsunuz?" (Yunus 59).

Ümmetin ittifâkı ile, teşrî yetkisini Allah'tan başkasına vermek büyük küfürdür. Ve kişiyi İslâm dâiresinden çıkarır. Nitekim yeryüzü Allah'ın mülküdür. Ve Allah'ın mülkünde yasakları ve serbestlikleri o belirler; çünkü o âlemlerin Rabbidir. Bu, İslâm Dîni’nde kesin bir şey iken, Demokrasi Dîni bu esâsa tamâmen zıt bir esas üzerine binâ edilmiştir. Çünkü herkes tarafından mâlûmdur ki Demokrasi Dîni, helâl ve haram belirleme yetkisini Allah (azze ve celle)’den gasp edip halka ve halkın eliyle de parlamenterlere sunmaktadır.

Demokrasi Dîninin hâkim olduğu sistemlerde helâl ve haram belirleme yetkisi tamâmen halka âittir. Çünkü onların en bâriz sloganlarından bir tânesi de; "Egemenlik kayıtsız-şartsız milletindir" sloganıdır. Böylece, haram sâdece parlamenterlerin haram kıldığıdır. Helâl ise yalnızca onların serbest kıldığı şeydir. Güzel, onların güzel gördüğü; çirkin, onların çirkin gördüğüdür. Kânunlar onların râzı olduğu, yasa onların onayladığı yasalardır. Parlamentoda kendisinin takdisi olmadan hiç-bir din mukaddes değildir.

Doğrusu bu parlamentoya verilecek en güzel isim Millet Meclisi değil Rabler Meclisi'dir. Çünkü o mecliste Allah'ın helâllerini ve haramlarını değiştirenlerin insanların ilahlık tasladıklarını Rabbimiz kitabında bize şöyle anlatıyor: “Yahudiler Allah'ı bırakıp hahamlarını Rabler edindiler. Hristiyanlar da râhipleri ve Meryem oğlu Îsa'yı Rabler edindiler. Oysa onlar yalnızca tek olan Allah'a ibâdet etmek ile emrolunmuşlardı. Allah'tan başka ilah yoktur. Allah, onların şirk koştuklarından münezzehtir" (Tevbe 31).

Bakın, sapıklık insana neler yapıyor. Âlimleri olan hahamlar ve âbidleri olan râhipler, Allah'ın ismi ile konuştuklarını, kânunlarını din sloganı altında çıkarttıklarını ve Allah'ın sevip râzı olacağı kuralların kendi koydukları kurallar olduğunu iddia ediyorlardı. Ancak Allah (azze ve celle), kendi koyduğu helâlleri yasakladıkları ve yasakladığı şeyleri serbest bıraktıkları için onları Rabler diye isimlendirdi. Peki, İsrâil-oğullarının yaptığı gibi; Allah'ın adı ile konuşmak yerine, her fırsatta İslâm şeriatından beri olduklarını açıkça söyleyen demokratlardan, laiklerden, komünistlerden ve diğer ideolojileri benimseyen insanlardan oluşan ve asrımızda ismi Millet Meclisi olan Rabler Meclisi'nin durumunu varın siz düşünün. O hahamların ve râhiplerin yaptığı şeyler, bu-gün Rabler Meclisi'nde bulunan parlamenterlerin yaptığı şeylerin aynısıdır. Bu da; kendilerini o mevkiye getiren insanlar için yasaklar ve serbestlikler belirlemek. Böylelikle kurdukları düzen kendi koydukları haramlar ve helâller üzerinde devâm edip bağlayıcı olsun, ihlâl edenler cezâlandırılsın, saygı duyup bağlı kalanlar da saygı değer olsun. Ancak bu-günkü parlamenterler ile o zamanın hahamları ve râhipleri arasında es geçmememiz gereken bir fark var. İsrâil-oğulları bu yaptıkları küfür fiilini dînî sloganlar altında yaparak bu yaptıklarının aslında Dînin ve Dünyâ’nın maslahatına uygun olduğu görüntüsünü vererek yapıyorlardı. Ancak günümüzün Rableri ise bunu hiçbir şer'î dayanakları olmadan yapıyorlar. Bu da, tam bir cehâlet, Allah'ın şeriatına karşı kasıtlı bir muhâlefettir.

Adiyy bin Hatim'den rivâyet edildiğine göre o şöyle söylüyor: "Bir-gün peygamberin yanına gittim; o sırada peygamber Tevbe Sûresi'ni okuyordu. 31. âyete gelince; “Allah'ın dışında hahamları ve rahipleri Rabler edindiler” dedi." Ben, “Ey Allah'ın Resûlü, bizler onları Rabler edinmiyorduk” dedim. Resûlullah buyurdu ki: “Aksine! Onlar size Allah'ın haram (müsaade etmediğine) kıldıklarını helâl (müsâit), helâl (müsaade ettiğine) kıldıklarını da haram (yasak) kılarken sizler onlara itaat etmiyor muydunuz”. Ben de, “Evet” dedim. Sonra şöyle buyurdu: “İşte bu, sizin onları Rab edinmenizdir” (Sünen Tirmizi 3095 no’lu hadis)

Belki de bu hahamlar ve râhipler kendilerinde kânun koyma yetkisini sürekli olarak görmeyerek, sâdece hayâtın bâzı alanlarında pratik olarak uyguluyorlardı. Ancak bu-gün yürürlükte olan parlamentolar tamâmen bu yetkiyi kendilerinde görerek toplumları adına kânunlar çıkartıyorlar. Ve bu çıkardıkları kânunların Allah'ın koyduğu kânunlara ters düşüp-düşmeyeceğini hiç hesâba katmıyorlar. Zâten yasaklar ve serbestlikler belirleme yetkisi parlamentoda yer alan parlamenterlerin başlıca görevlerindendir. Yâni herhangi bir insan parlamento kubbesi altına girdiği andan îtibâren kendisine, sâdece âlemlerin Rabbi olan Allah'a has bir yetki, yâni haram ve helâl belirleme yetkisi takdim ediliyor ve Demokrasi Dîninin esaslarına göre, sunduğu yasa ve önergeler husûsunda saygıdeğer, vazîfesi mukaddes ve zâtı îtibârı ile dokunulmazlığı olan bir Rab hâline geliyor. Ve bu âciz olan insan parlamentonun kubbesi altında bulunduğu sürece asla yaptıklarından hesâba çekilmez.

İşte bu, İslâm âlimlerinin şirk olduğu konusunda müttefik oldukları meselelerden bir tânesidir. Bu insan ister o kubbe altında kânun koysun veya koymasın, fark etmez. Çünkü Allah'ın koyduğu kânunlar dururken ona tamâmen muhalif kânunlar çıkarmak bir şirk, kişinin kendisinde bu hakkı görmesi başka bir şirktir. Allah (azze ve celle) şöyle buyuruyor: “Yoksa onların, Allah'ın Dîninde yasaklamış olduğu bir şeyi meşrû kılacak ortakları mı vardır” (Şûrâ 21).

Din, Demokrat İslâm’cıların hâkim kılmaya çalıştıkları şekilde hâkim kılınsaydı, bunu herkesten önce peygamberler yapardı. Ve işleri gerçekten çok kolaylaşırdı. Ancak Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır: “Rabbinin sözünü kimse değiştiremez” (En-âm 34).

Bakın, Rabbimiz bir âyetinde şöyle buyuruyor: "Kesilirken Allah'ın adı ile kesilmeyen hayvanlardan yemeyin; çünkü bu bir günahtır. Şeytanlar da dostlarına sizinle cedelleşmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz müşriklerden olursunuz" (En-âm 121).

Tefsir âlimleri kitaplarında bu âyetin iniş sebebine dâir şöyle buyuruyorlar:

"Kâfirler, müslümanlar ile tartışmak ve onların kafalarında dinleri hakkında şüphe oluşturmak için Allah'ın haram kıldığı leş hayvan hakkında müslümanlara gelip şöyle söylemişler: “Sizler, Allah'ın rızâsını elde etmeye çalıştığınızı iddia ediyorsunuz. Ama Allah'ın öldürdüğü hayvanı haram kılıp, kendi elleriniz ile kestiklerinizi helâl kılıyorsunuz”. Sonra Allah (azze ve celle) bu âyeti indiriyor: "Eğer onlara itaat ederseniz (Yâni artık leş hayvanları bu şüphe sebebi ile helâl kılarsanız) müşriklerden olursunuz" (Ebu Davud, İbnu Mace, Tabarani, Nehhas, Beyhaki İbnu Abbastan rivâyet etmiştir).

Bu, o zamânın müşriklerinin sahabenin kafasını karıştırmak ve onları dinleri konusunda tereddüde düşürmek için attıkları bir şüphe. Buna karşın belki de günümüz çağdaşlarının önemsiz addedecekleri bu meselede Allah (azze ve celle) peygamberin ashâbına bu üslûp ile cevap veriyor. Yâni, eğer onlara itaat edip leş hayvanlarını helâl kılarsanız müşriklerden olursunuz.

Parlamenterler Allah'ın Dîni'nde haram olan bir şeyi serbest kılarken veya helâl olan bir şeyi yasaklarken herhangi bir sebebe ihtiyaç duymazlar. Bu hususta, onlar için yasakladıkları veya serbest bıraktıkları şeyin maslahat adı altında yapılması yeterlidir. Parlamenterler, insanların nefsânî istek ve arzularını toplumun menfaati başlıklı önergelerle parlamentoya sunarak onların hayatlarını şekillendiren kânunlar koyarlar. Örneğin, Allah'a ve Resûlü'ne savaş açmak manasına gelen fâiz, ekonomik sebeplerden dolayı serbestleştirildi. Zînâ ve ahlâksızlık kişisel özgürlükler başlığı altında meşrûlaştırıldı. Alkollü içecekler ve meyhâneler turizm ve müreffehlik adı altında mubah kılındı.

Meselâ, bizler kesin olarak biliyoruz ki İslâm Dîni'nin koyduğu yasalar çerçevesinde alkollü içecekler kat’î haramlardandır. Herhangi bir milletvekili ülkenin çökmüş olan finansının canlanması için veya turizm piyasasına can vermek için kısa bir süreliğine alkollü içeceklerin satışının serbest bırakılması için parlamentoya bir önerge sunmak istese bu önerge asla garip karşılanmaz. Bu büyük ekonomik projenin yürürlüğe girmesi için diğer milletvekillerinin onayı yeterlidir. Ne zaman ki parlamentodaki çoğunluk bu önergeyi onayladı, işte o zaman içkinin tüketimi ve ticâreti mubah olur ve kimse bu karâra îtirâz edemez.

Ve artık durum öyle bir hâl aldı ki, ülkemizdeki eşcinseller yaptıkları fiil sebebi ile ayıplanmamak için meclise önergeler sunmaya başladılar. Ve kendileri için korunma ve fiilleri için bir dokunulmazlık talep ediyorlar. Bu saydıklarımızın yasaklanması veya serbest bırakılması tamâmen parlamentonun haklarındandır. Parlamentodaki Rabler kendilerine sunulan önergeler konusunda fikir alış-verişinde bulunduktan sonra dilediklerini yasaklarlar, dilediklerini de serbest bırakırlar. Ve Rabler Meclisi'nden çıkacak olan karâra bütün vatandaşların îtibâr etmesi ve saygı duyması beklenir. Herhangi birisi İslâm Dîni'nin kırmızı çizgilerine tecâvüz eden bu kânunlara îtirâz ederse kendisi hakkında soruşturma başlatılıp cezâlandırılır.

Demokrasi Dîni ile yönetilen ülkelerde herhangi bir şeyin meşrû kılınması veya yasaklanması için sâdece tek bir şart vardır. O da; o şeyin Rabler Meclisi'nin kubbesi altında bulunan parlamenterler tarafından onaylanması. Koydukları kânunun İslâm Dîni ile çatışması hiç önemli değildir. Zîrâ Rabler Meclisi'ndeki parlamenterlerin rubûbiyyeti Demokrasi Dîni'nde Allah (azze ve celle)'nin rubûbiyyetinden önce gelir. Ve o mecliste bulunan Rabler Demokrasi Dîni'nin nazarında âlemlerin Rabbinden daha yüce ve daha değerlidir.

Demokrasi Dîni'nde bir şeyin hak veya bâtıl olması, güzel veya çirkin olması, ilericilik veya gericilik diye vasıflanması tamâmen Rabler Meclisi'ndeki çoğunluğa kalmıştır. Ve o mecliste çıkan herhangi bir kânun, meşrûiyetini çoğunluğun karârı ile kazanmaktadır. Ancak buradaki başka bir problem; bu kânun çıkarken parlamentoda bulunan herkesin ismi ile çıkmasıdır. Yani parlamentoda çıkarılacak olan kânuna onay vermeyen insanlar bile kânun onaylandıktan sonra onay vermişler sayılır. Bu konuda herhangi bir önergenin kânunlaştırılması en azından 3 aşamadan geçer:

1. aşama; Önerge, Rabler Meclisi'ne sunulur ve tartışmaya açılır. Ve bu önerge sunulurken gözetilmesi gereken tek kural, sunulan önergenin Demokrasi Dîni'nin kırmızı çizgilerine tecâvüz etmemesi.

2. aşama; İşte bu bizim şu-anda bahsetmiş olduğumuz aşamadır. O da bu yasa üzerinde oylama yapılması. Parlamenterlerin görüş alış-verişi yaparak öneri ve düzeltmelerini sunduğu aşamadır. Önerge arz edildikten sonra oylamaya alınır. Herkes önergeye kendi penceresinden bakar. Dileyen îtirâz eder, dileyen kabûl eder; kimileri önergenin düzenlenmesini talep eder. Kimileri de bu konuda kararsız kalırlar. Eğer önerge çoğunluk tarafından onaylanırsa, yasa olmaya doğru yol alır.

3. aşama; Bu aşamada bu yasanın direkt olarak ya da devlet başkanının onayı ile kânunlaştırılması. Ancak bu önerge yasa olarak mecliste onaylandığı zaman çoğunluğun adı ile değil, parlamentonun tamâmının adı ile kânunlaştırılıyor. (Bu nedenle herhangi milletvekilinin birinin: ben buna râzı değilim demesi bir işe yaramaz H.G.)  Örneğin; Herhangi bir parlamenter Demokrasi Dîni'nin kırmızı çizgilerine tecâvüz etmeden hemcinslerin evliliği için bir yasa-tasarısı önerse, o vakit parlamenterler bunun kabûlü veya reddi için tartışmaya başlarlar. Her birisi fikrini belirtir. Herkes fikrini belirttikten sonra onaylayanlar çoğunluk mu azınlık mı bakılır. Eğer ki onaylayanlar onaylamayanlardan ve sessiz kalanlardan çok olursa, o vakit artık erkeklerin erkekler ile evlenebilmeleri çoğunluk tarafından kabûl edilen bir yasa değil, parlamento tarafından kabûl edilen bir yasa olarak kabûl edilir. Resmî îtirâz, önerge önerildiği zaman geçerlidir. Ancak önerge kabûl gördükten sonra hiç kimse Rabler Meclisi'nin koyduğu bu kânuna îtirâz edemez. Bu da İslâm’cı milletvekillerin içine düştükleri en rezil bataklıklardan sâdece bir tanesidir. Ancak insanlarımızın çoğu bunu idrâk edemiyorlar ve İslâm’cıların o meclislerde söz-sâhibi olmalarını sâdece kötünün iyisi olarak yorumluyorlar.

Eğer ki parlamento İslâm şeriatının tatbik edilmesini önerirse ve bu önerge kabûl görürse, bu İslâm şeriatı olmaz. Çünkü İslâm Dîni'ne göre, İslâm şeriatı önerilmeye açık bir yasa-tasarısı değildir. İslâm şeriatı, kendisini İslâm’a nispet eden insanların hayatlarını kendisi ile tanzim etmeleri gereken bir hayat nizâmıdır. Zîrâ parlamentonun tatbik edeceği şeriat nizâmı, parlamenterler değiştiği zaman değişmeye mahkûm bir şeriat olacaktır. Çünkü şeriatı parlamento yolu ile hâkim kılan parlamenterler, parlamentoda bulunan çoğunluğun onayı ile şeriatı hâkim kılmış olacaklar. Ve gün geldiğinde başka bir çoğunluk bundan hoşnut olmayıp başka bir ideoloji ile yönetilmek istediğinde bu düzen yıkılıp yerine belki de İslâm’a taban-tabana zıt olan bir düzen kurulacak. Ve o mecliste bulunan İslâm’cıların îtirâzı îtirâzdan öteye geçmeyecektir.

Doğrusu, unutmamamız gereken çok önemli bir husus var. O da; İslâm Dîni aslâ çoğunluğa bir ayrıcalık tanımamıştır. Hattâ Kur’ân-ı Kerim'e baktığımız zaman çoğunluğun genelde yerildiğini göreceğiz. Örneğin, "Sen çok arzu etsen de insanların çoğu iman etmezler" (Yusuf 103) âyetinde olduğu gibi.

Başka bir ayette; "Onların çoğu Allah'a şirk koşmadan iman etmezler" (Yusuf 106).

Ayrıca şöyle buyuruyor: "Eğer sen yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Zîrâ onlar zanna tabi oluyorlar ve yalan söyleyip duruyorlar" (En'am, 116)

Ayrıca şöyle buyuruyor: "Muhakkak ki Biz, bu Kur’ân'da her türlü misâli çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasını kabûllenmediler" (İsrâ 89) Bu konuda vârid olan âyetler gerçekten çoktur.

Peki, asrımızda çoğunluğun mizânını düzgün bir mizan, doğru bir tercih, yerinde kânunlar koyan ve adâletli bir hâkim kılan nedir? "Yoksa sizin kâfirleriniz onlarınkinden daha mı hayırlı, yoksa sizin için kutsal kitaplarda zikredilen bir beraat mi vardır?" (Kamer 43)”.

Ahmet Kalkan demokrasinin bir şirk düzeni olduğunu şu şekilde belirtir:

“Demokrasiyle idâre edilen bir ülkede her şey tartışılmalı. Gerekirse halkın en kutsal değerleri bile tartışılabilir; ama rejimin temel ilkeleri ve heykelleri tartışılamaz. Çünkü tartışılması Kemalist anlayışa ve Devlet dînine göre câiz değildir, demokrasi dîninin kurallarını ihlâl etmektir.

Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi meşrû kılmak, O'na karşı din üretmek anlamına gelir: "Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı var? (Allah'ın izin vermediği bir dîni getiren ortakları mı var?) Eğer (azâbı erteleme sözü) kesin hüküm bulunmasaydı, derhâl aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zâlimlere can yakıcı bir azap vardır" (Şûrâ 21)

Câmiler devlet siyâset ve politikasına âlet edilip demokrasinin hizmetinde kullanılarak seçim sandıkları câmilerin içlerine kadar giriyor, hasta hâldeki kadının o mekâna girmesi câiz görülmediği hâlde, seçim ve cezâ gerekçesiyle girmek zorunda bırakılıyor, câmilerde de kurulan sandıklara oy atılarak yapılan bu demokratik seçimler de siyâsete güya câmileri âlet etmiyor.

Kur’ân-ı Kerim'de: "Sana indirilen Kur’ân'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tağutun huzûrunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbûki tağutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lânetlemekle) emrolunmuşlardır" (Nîsâ 60) buyrulmaktadır. Kur’ân'daki bütün bu âyetleri dikkate alarak şu husûsu belirtmekte fayda vardır: Tağutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: "Bu ayet-i kerimede (Nîsâ 60) Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ve diğer peygamberlere îman ettiklerini söylemekle berâber, ihtilaf ettikleri hususlarda, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden kaçınıp, insanların kendi akıllarına göre (beşerî kânunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin îman iddiasını Allah reddetmektedir" (İbn Kesir 1/519).

Bugün Dünyâ’da; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızâsına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah'ın hükümlerine mukâbil ve onların yerine geçmek üzere hükümler îcad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler, bu noktada "tâğutî" özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün ideolojik sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifâde ile, İslâm’ın dışındaki bütün sistemler tağutîdir. Tağutların hükümlerine göre yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü'minlerin, Allah'ın indirdiği hükümlerin gâlip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır. Şurası unutulmamalıdır ki, tağutun hükümlerine "evet" diyenler, Allah'ın dînine "hayır " demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; "Allah'a ibâdet edin, tağuta kulluktan kaçının" diye tebligat yaptıkları âyetlerle sâbittir. Tağutun hükümlerini inkâr etmeyen ve tağutî güçlerle mücâdele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun, "müsteşrik" çizgisini asla geçemez.

Tağut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden tağut denmiştir. Tağut, hakka, hakîkate ve îmâna karşı gelen, Allah'ın kulları için çizdiği nizâmı ve sınırları aşan her-şeyi ifâde eder. Tağut, bir şahıs olabileceği gibi, Allah nizâmından alınmamış her türlü sistem, Allah'a bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün bunları ne şekilde olursa-olsun reddeder ve yalnız Allah'a îman edip bağlanır, sâdece Allah'ın kânun ve nizamlarını kabûl eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yâni kurtulmuş olur. (Bakara 256) Tağutu reddetmeden îman eksiktir, yarımdır; böyle bir îman geçerli olmaz. Bu durum, aynen müşriklerin Allah'a inanması gibidir. Tağut, Allah'a ibâdetten alıkoyan, Allah'a giden yolu tıkayan, dîni Allah'a has kılmayı, Allah ve Resûlü'ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği gibi, ağaç, beton, tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu kavramın içine koyabiliriz.

Seyyid Kutub da tağutu şu şekilde tanımlar: Allah'ın emri dışındaki her çeşit sistem, Allah'ın şeriatına dayanmayan her türlü nizam tağuttur. Tağut, Allah'ın şeriatından başka bütün idâre şekilleridir. Zîrâ insan, ulûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mâl edip, adâletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatın hudutlarını aşarak kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyan etmiş ve kendi haddini aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyandır ve böyle iddialar ileri sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir. Bunlara inananlar, bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler.

Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hemen hepsi, beşerî rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymakta; dolayısıyla da Allah'ın hükümlerine muhalefet etmektedirler. O yüzden bu rejimlerin hepsi "tağut" olarak isimlenir.

Bir kimse; Allah'a, âhirete ve inanılacak hususlara inandığını açıklasa; fakat demokratik, laik, sosyâlist, kapitâlist vb. rejimlerden herhangi birinin hükümlerini kabûl edip itaat etse, böyle bir kimsenin irtidâdına hükmedilir. Zîrâ insanları yaratan Allah'tan başkası, insanların nasıl idâre olunacağı husûsunda ve onların sosyâl yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine sâhip değildir. Çükün hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği insanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sâhip değildir. Allah katında üstünlük, sâdece takvâ iledir. (Hucurât 13) Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyip, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar aynı-zamanda "ilâhlık" iddiâsı içindedirler. Dolayısıyla Allah'ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar da, tevhid akidesinin dışına çıkarlar.

Tağutları destekleyen, onları ölçü alan, onlara sevgi besleyen her insan, Allah'a ibâdet ve kulluktan vazgeçip tağutun kulluğunu kabûllenen şeytan askeridir. Allah'ın emirleri ve yasaklarıyla çatışan nefsi, fertleri, önderleri, rejimleri ve ilkeleri reddetmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah'a ve O'nun nizâmı İslâm nizâmına âit olduğunu tasdik etmedikçe, tevhid kulpuna yapışılamaz. (Bkz. Bakara 256) Müslüman olmak için şart olan tağutun şiddetle reddedilmesi, sâdece sözle yeterli değildir. Rûhun derinliklerinde kasırgalaşan ve amelî hayatta netîceler doğuran fiilî bir red gerekir. Bunun için de tağutla savaşmak lâzımdır.

Peygamberimiz: "Her kim (tağuta karşı) cihad etmeden ve onunla mücâdele (ederek Hakkı hâkim kılma) arzusunu rûhunda duymadan ölürse nifaktan bir şûbe üzerinde ölür" (Sahih-i Müslim; Riyâzü's- Sâlihin, II, no: 1346) buyurmuşlardır. Tağutu kâlben reddetseler dâhi, fiilen onunla vuruşmayanlar, amelî hayâtın icâbı onunla anlaşma ve dostluk kurma yoluna gitmeye mecbur kalırlar. Bu da Allah ve tağut dostluğunu bir-araya getirmek olan nifâkın ilk tezâhürü olur. Hâlbuki Allah, tağuta ancak kâfirlerin dostluk gösterebileceğini açık bir şekilde belirtmiştir. (Bkz. Bakara 257)

Müslümanlar, bugün Allah ve tağut hâkimiyetini, dostluğunu bir-arada yaşatmaya çalışmak gibi sonu zulmet ve ateş olan çıkmaz bir yolun üzerindedirler. Namazı, orucu... kabûl edip, hattâ yerine getiren niceleri, İslâm’ın asrımızın yaşayan bir toplumsal ve siyâsal düzeni olmasını lüzumlu bulmayanlar, Allah ve tağut hâkimiyetini bir arada tanımış oluyorlar. İslâm insanının yetiştirilmesini isteyen niceleri, materyalist eğitim sistemine mücâdele etmeksizin rızâ göstermekle tağut dostluğuna sine açıyorlar. Ferdî mülkiyeti, Allah'ın mülk vb. hâkimiyetini kabûl eden niceleri, fâiz düzenini zarûri görmekle, tağut egemenliğine baş eğiyorlar. Ahlâk ve fazîlet ölçülerinin yaşanmasını isteyen niceleri, kişisel çıkarları uğruna çeşitli çirkinlik ve kötülükleri yapmakla tağut dostluğunu açığa vuruyorlar. Bütün bu durumlar, kendisinden râzı olundukça veya tağuta karşı bir îman ve amel harbi açılmadıkça bir küfürdür (Bkz. Nisâ 60).

Avazımızın çıktığı kadar haykırıyor ve diyoruz ki: Ey müslüman! seçime oy vererek katılıp, tâğutlardan bir tâğutu tercih edemezsin! Oy vererek demokrasi rejimini zımnen de olsa kabûllenmiş duruma düşemezsin. Allah'ın hükümleri dışında bir hüküm ve kânun kabûllenemezsin. Kânun koyucuları seçemezsin. Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyeceği veya hükmedemeyeceği belli olanların hüküm etmelerine (hükümetlerine) yardımcı olamazsın. Bu, îmânını tehlikeye sokan bir meseledir!

Müslüman, düşmanlarına karşı nasıl, neyle korunacak? İslâm Dîni, kâfirlerin kullanmakta olduğu her türlü hücum ve müdâfaa âletlerini dâvâ için, gâye için meşrû görmüş müdür? "İslâm gelsin de; ne yolla, nasıl gelirse gelsin" denilebilir mi?

İslâm nizâmı gelsin diyerek veya demeyerek, câhiliyye hükümlerinin uygulanmasını mı istiyor bâzı müslümanlar? Câhiliyye hükümleri uygulansın, ama müslümanlar veya müslüman zannedilenler eliyle mi uygulansın, bu mu isteniyor? "Onlar, hâlâ câhiliyye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kimmiş Allah'tan daha güzel hüküm veren, hüküm koyan? Fakat bunu, gerçekten anlayış sâhibi olan bir toplum bilir" (Mâide 50).

"Sana indirilen Kur’ân'a ve senden önce indirilen kitaplara îman ettik diye boş iddiâda bulunanlara bakmaz mısın? O azgın şeytana, tâğûta muhâkeme olmak, onun hükümlerini kabûl etmek istiyorlar. Halbûki onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları çok uzak bir sapıklığa düşürmek ister. Onlara, “Allah'ın indirdiği Kur’ân'a ve Peygamberin hükmüne gelin” denildiği zaman münâfıkları görürsün ki, senden düşmanca bir dönüşle yüzçevirirler" (Nisâ 60-61). "... Hüküm (hâkimiyet, egemenlik ve kânun koyma hakkı) ancak Allah'ındır. Ve O yalnız, sâdece Kendisine kulluk ve ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte doğru ve gerçek din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler" (Yûsuf 40)”.    

Demokrasi ve laiklik, dîni dünyâ-hayâtından soyutlamaktır ki bu, dîni yok etmek demektir. Bu ise küfrün en büyüğüdür.

Ahmet Kalkan:

“İslâm’a göre laiklik, “çok dinlilik” demektir. Câmide ibâdet edilen ilâh başka; sokakta, okulda, işte, mahkemede hâkimiyeti kabûl edilen ilâh başka olsun, Tevhid dîni İslâm bunu hiç kabûl eder mi? Siyâseti ibâdet, ibâdeti siyâset olan bir dindir İslâm. Tek Hak Dini devletten ayırdığınızda devlet dinsiz; devleti dinden ayırdığınızda din, devletsiz ve güçsüz olur. Dinle devlet, etle kemik gibidir. Devlet, vücut ise, din de o vücûdun canıdır, rûhudur. Bu ikisini birbirinden ayırmak, insanı/insanlığı katletmektir, cinâyettir.

İslâm’la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, îmanla küfrün birleşip bir-araya gelmesi eşyânın tabiatına aykırıdır. Aralarında târih boyunca süren ve kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz-konusudur. Uzlaşmayı, kesin nasslara rağmen kabûl edenler, netîcede Allah'ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm’dan bahsetmeye kadar vardılar” der.

Demokrasi, insan-merkezli bakış-açısına sâhiptir ve bu bakış-çeşitliği insanların sayısıncadır. Şûrâ’da ise din-fıtrat merkezli bir bakış-açısı vardır ve ortak bir görüşte birleşmek kolaydır bu nedenle. Çünkü insanların tamâmı İslâm fıtratı üzre yaratılmıştır.  

Demokrasi bir puttur. Putları insanlar yapar, yine insanlar tapar, sıkıştığında da yer onları. Meclis ise, helâlin haram, haramın da helâl kılındığı yerdir. Bunları yapanlar kendilerini ilah îlan etmiş demektir. (Adiy bin Hatem rivâyeti). Bu, meclistekilere oy vererek onların helâli haram haramı da helâl yapmalarını onaylamak, onları ilahlaştırmak ya da ilahlıklarını onaylamak demektir. "Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Siz, aklınızı kullanmaz mısınız?" (Enbiyâ 67).

Laiklik ve demokrasi bir dindir. Laik ve demokratik olduğunu îlân tüm devletler aslında teokratik devletlerdir ve yöneticileri de ruhbanlardır. İslâm’dan başka tüm dinlerde ruhbanlık vardır.

Peygamberimiz: "Benden sonra bir-takım emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim 'havz'ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir. Ben de onunla berâberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır" (Sünen-i Tirmizî, 121, hadis no: 2360).

Peygamberimiz, kendisine yapılan: “gel bir-iki sene sen idâre et, bir-iki sene de biz idâre edelim (demokrasi) talebine en ufak bir tâviz vermeyerek reddetmişti. “Bir elime Güneş’i, diğer elime Ay’ı verseler vazgeçmem, tâviz vermem” demişti.

Ahmet Kalkan:

“Eski Türkçe'de fırka, Arapça'da hizip (hızb) diye karşılık bulan, bu-günkü Türkçe'de Avrupa'daki kullanılışı gibi aynen kullanılan "parti" zâten parça demekti. Partinin bu anlamı, âileleri, samîmi insanları bile nasıl parçalayıp birbirine düşman ediyor, müslümanlar nasıl parça-parça olup, kardeşliğini unutup düşman hâle geliyor, bu seçim atmosferinde daha berrak gözükmektedir. 

Demokrasiyi ve seçimlerde oy vermeyi savunmak, giderek bizim mahalleyi ciddî boyutta sarsacak bir konu hâline dönüştü. Güzel istisnâlar dışında kimse, Kur’ân’dan yola çıkarak tezini savunmuyor. Kur’ân’da hiç-bir delil bulamayan tâvizci zihniyet, eskiden bêri varsa-yoksa “Hılfu’l-fudûl, Rumların gâlibiyetine sevinmek, ehven-i şer, Habeşistan’a hicret ve Hz. Yûsuf’un idâreciliği”ni Kur’ân’a ters yorumlayarak Kur’ân’daki muhkem âyetlerin karşısına delil gibi çıkarmaya çabalıyor.

Aklınıza ne kadar büyük günah ve hattâ şirk eylemi gelirse gelsin, “ehven-i şer” damgası vurulunca iş hâllolur; damga tutmadıysa, “hılfu’l-fudûl”; benzemediyse “Hz. Yûsuf’un idâreciliği” ile örülmüş bir laf salatası; daha tutmadıysa, “oy vermeyin de koyverin mi diyelim” bilimselliği. Efendim, “maslahat icâbı”, “ne yâni şerrin ehvenini (küçük şerri) desteklemeyelim de büyük şer mi başımıza belâ olsun?” gerekçesi; tüm tevhidî ve Kur’ânî referansları geçersiz kılacak “târihselci” anlayış(sızlık)tan beter bir işlev görüyor.

Demokratik kültürde “insan hakları” esastır. İnsan hakları, özgürlük, hümanizm, rasyonalite v.b. bölünmez bir bütünü oluştururlar. Demokratik açıdan, Din’in (İslâm’ın) diğer insanlara tebliğ edilmesi gibi bir niyet, bağışlanabilir bir teşebbüs değildir, absürddür. Çünkü tebliğ, dâvet edilen kişinin kâfir olarak algılandığı anlamını içkindir. Bu ise evrensel insan hakları anlayışına aykırıdır ve onları ötekileştirmeye kimsenin hakkı olmadığı iddia edilir.

Beşerî anayasalar ve demokratik düzenler, “öteki” diye bir şey tanımaz. Kimse ötekileştirilemez. Vatandaşlar anayasa nazarında eşittir. İslâm’da ise insanlar mü’min, müşrik, müslüman, kâfir, fâsık gibi inanç gruplarına ayrılır. İslâm açısından mü’minler/müslümanlar doğru yolda, diğerleri ise bâtıl yoldadır.

“Beşerî anayasalarda ve demokraside ise; insanların inanma ya da inanmama özgürlüğü vardır” deniyorsa da, aslında tamâmen “inanmama özgürlüğü” güvence altına alınmaktadır. Demokratik hak ve özgürlük anlayışı, gayri müslimlerin her türlü inançsızlık, ahlâksızlık, içki, kumar, fâiz, her türlü cinsel sapkınlık, her türlü “giyim” değil, her türlü çıplaklık ve teşhircilik; plajlar başta olmak üzere, her türlü eğlence; güzellik yarışmaları ile, kadının şeref ve haysiyetini metalaştırıcı, beş paralık bir cinsel paçavraya dönüştürücü her türlü sapkınlığını hem meşrû sayar, hem de güvence altına alır. Bu anayasaların İslâm’la temelden çeliştiği ise gâyet açıktır.

Muhammed (s.a.s.) Peygamber olarak Allah tarafından görevlendirildiği andan îtibâren, hiç-bir “sivil” vasfı kalmamıştır. O artık, bütün Mekke halkını “öteki” olarak gören; toplumun akidevî, ekonomik, ahlâkî, siyâsî temellerini, kelimenin tam anlamıyla dîne dayandıran ve ileri aşamada bu vasıfta bir devlet kurmayı hedefleyen bir siyâsî kişidir.

İslâm, kendinden başka hiç-bir din, düşünce ve hayat-görüşünü meşrû saymaz. Bir şey ya İslâm’dır ya da küfürdür. İslâm, başkalarının haklarına saygı; öteki’ne saygı, çoğulculuk, hoşgörü, diyalog, interaktif ilişki gibi sloganlarla, İslâm’i akidenin sulandırılmasını, İslâm’i siyâsî duruşun za’fa uğratılmasını aslâ kabûl etmez.

Allah, Elçisine, yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve Din tamâmen Allah’a has kılınıncaya kadar kâfirlerle savaşmasını emretmektedir (Bakara 193; Enfal 39).

İslâm’ın bir “din” olarak nasıl yaşanacağı, nasıl tebliğ edileceği, İslâm’ın neye tâlip olduğu, neye tâlip olmadığı tamâmen onun kendi içinde belirlidir. İslâm başka hiç-bir ideolojinin sığıntısı olamaz. Hiç-bir ideolojinin kavramları ve kurumlarıyla İslâm açıklanamaz, tanımlanamaz. İslâm hiç-bir kâfir ideolojinin dayattığı koşullarla uzlaşmaz. İslâm’ın şerefli peygamberler silsilesi, İslâm’i hayâtın ve İslâm’i tebliğin en mükemmel örnekleridir. İslâm-dışı siyâsî bir sistemin açık kapılarından girilmek sûretiyle nebevi bir tebliğin yapıldığı da hiç-bir zaman görülmemiştir” der.

Ali Bulaç:

Dînin kendine çizdikleri özerk sınırlar içinde siyâsete, iktisâdi hayâta, devletler arası ilişkilere, toplumsal ve kamusal politikalara karışmayacağını/karıştırılmayacağını; hayat-alanlarının düzenlenmesinde dînin referans alınmayacağını savunanlar, hakîkatte dîni kendi içinde reforma uğratanlar, Kur’ân’ın açık ifâdesiyle “Kitab’ın bir kısmını kabûl edip bir kısmını reddeden kimseler”dir: “Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır’’ (Bakara 85).

Ali Akay:

“İnsanların hayâta bakışındaki farklılıklar ortak-yola girmeyi engellemektedir. Siyâsi partilerin bu denli az heyecan verici olmaya başlaması, biraz da "temsil edilemezlik" nedeniyle kendini gösteren bir durumdur. Önceleri kralın veya sultânın hayâtı model olarak alınıp o model üzerinden toplumsal düzen kuruluyordu. Şimdi ritüeller çoğaldı, geleneksel normlar değişti.

Buna göre her bir grubun ayrı ritüelleri, hayat-görüşleri olmaya başladığında, lîderlik için ortaya çıkan çobanlar yol göstermez olduğunda, temsilî ilişki de ortadan kalkmış oldu. Atomize olmuş toplumlarda, belli bir siyâsi partinin belli seçmenleri temsil etmesi durumu artık söz-konusu değildir. Temsîliyet sorunuyla berâber insanların ilgileri başka noktalara kayar. Yeni ilgi odakları çıkmaya başlar” der.

20. yüzyılın ve insanlık târihinin en büyük trajedilerinin yaşandığı 1. ve 2. Dünyâ savaşları, en çok insan kaybının yaşandığı savaşlardır. Ve bu savaşları çıkaranlar demokrasiyle iş-başına gelmiş olanlardır.

Târihte demokrasinin çözmüş olduğu bir zulüm-örneği yoktur. Zâten sözde-iyilikle çözülmüş (biri hâriç) zulüm örneği de yoktur:

“Keşke söz-konusu yıkıma uğramış şehirlerden her-hangi biri îman etseydi de, îmânının yararını görseydi!. Yalnız Yunus’un soydaşları hâriç” (Yûnus 98).

Demokrasi bir “kendi-kendine yetme sistemidir. Kur’ân “İnsan mutlakâ azar, kendi-kendisine yettiğini zannettiğinde (A’lak 6-7) der.

Sürekli değişebilen kuralların olması, bir kuralın olmaması anlamına gelir. Değişmeyen kurallar ise bir tek “din”de vardır ki bu da Allah indinde tek din olan İslâm dîninin kurallarıdır. Çatısını vahyin belirlediği bu kurallar ise demokrasi ile taban-tabana ters kurallardır. Allah ile insanların koyduğu kurallar arasında, Allah ile insan kadar fark vardır.

Muhammed Emin Tombak şöyle der:

“Günümüzde müslümanlar çok önemli bir sınavdan geçmektedirler. Bu sınav çürükleri ayıklayarak gerçek anlamda müslümanları tespit etmektedir. Günümüzün en önemli problemi tağûti sisteme entegre olan (eklemlenen) müslümanlardır. Sisteme entegre olmaktan kastım, müslümanların bu sistemi benimsemeye başlamasıdır. Normâlde müslümanlar tağûti sistemleri benimsemezler, bu sistemlerden uzak dururlar, yâni peygamberimizin ve ashâbının yaptığı gibi yaparlar, yâni bu sistemin kânun makamlarından uzak dururlar, bu sistemi yönetecek ve kânunlar koyacak tağutları seçmezler, anayasa gibi beşer kânunlarının belirlenmesi için yapılan referandumlara katılmazlar, ayrıca bu sistemi yönetecek ve kânun koyacak konuma gelmezler. Ama günümüzde çoğu müslüman bu tavrı sergileyemediği gibi bu sistemi meşrû görmeye başlıyorlar. Size peygamberimizin hayâtından bir kesit ve bir âyet sunacağım:

Rûhûl Meani tefsirinde İsrâ sûresi 74, 75’ inci âyetlerin iniş sebebinde şu rivâyet geçer: İbni Ebi İshak, İbni Mardeveyhi ve başkaları Hz. Ömer’den rivâyet ederler: “Ümeyye bin Halef, Ebu Cehil ve Kureyş’ten iki adam Hz. Resûlullah (s.a.v)’e geldiler. Dediler ki: Gel putlarımıza elini sür. Bizler de senin dînine gireriz. Kavminin İslâm’dan uzak oluşları Hz. Resûlullah (s.a.v)’e ağır geliyor ve onların müslüman olmalarını çok istiyordu. Onların bu sözlerine karşı Hz. Resûlullah’ın kâlbi yumuşadı. Bunun üzerine Allah’u teâlâ bu âyeti indirdi:

“Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin. Bu durumda, biz sana, hayâtın da kat-kat, ölümün de kat-kat (acısını) tattırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın” (İsrâ 74-75).

Bazı tefsirlerde bu âyetin iniş sebebi hakkında şöyle geçer: Bu tekliflerden biri "Sen bizim ve atalarımızın bağlı bulundukları ilahları eleştirme, biz de senin ilahına kulluk yapalım".

Bu tekliflerden biri de bâzılarının: "Allah nasıl Kâbe'yi kutsal saymışsa, sen de bizim yurdumuzu kutsal sayarsan sana uyarız" demeleridir.

Bu tekliflerden biri de: Onlardan bâzılarının fakirlerin katıldığı oturumdan ayrılarak kendilerine bir oturum ayırmasını istemeleridir...

Yine Cenâbı Hak şöyle buyuruyor:

“Seninle birlikte tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın. Çünkü O, yaptıklarınızı görendir. Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka velîleriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz” (Hûd 112-113).

Görüldüğü gibi; peygamberimizin tavrı açık ve nettir. Peygamberimizin bir-an kâlbi yumuşama hissettiğinde, Allah peygamberimizi bu âyetlerle uyarmıştır. Peygamberimiz bu uyarıların şiddetinden olsa gerek "Hûd sûresi başımı ağarttı" demiştir. Bu örneklerden yola çıkarak tavrımızı kesinlikle belirlemeliyiz. Tağutlara tâviz vermemeliyiz”.

Demokrasi, tüm insanlara demokrat bir düşünme şekli dayatan baskıcı bir yönetim şeklidir.
Timurtaş (Uçar) Hoca:

“Kralın kânunlarına Allah'ın kânunları diyen şerefsizdir, nâmusuzdur” der..

İnsanlar, mü’min olduklarını, Kur’ân’a inandıklarını, peygamberlere inandıklarını söylüyorlar fakat Kur’ân’ın hakemliğini kabûl etmiyorlar.

Hikmet Ertürk:

“Allah kâfirlere mü’minler üzerinde aslâ velâyet hakkı tanımamıştır” (Nîsâ141).

Şimdi müslümanlar bu hüküm gereği günümüz siyâsi anlayışını aslâ kabûllenemezler.

Laik; Yunanca Laikos, yâni halktan olan, din-adamı olmayan, Latince Laicus’tan Fransızca Laic veya Laigue kelimelerinin Türkçe telaffuz şeklidir. Eski çağlardan beri din-adamı olmayan, ruhânî bir sıfatı ve dinsel bir işlevi bulunmayan kişi, kurum ve nesneleri, kısacası, dînin dışında kalan alanı belirtmek için kullanılmış.

Fakat İslâm bu alanı bir-birinden ayırmıyor. Hele ki müslüman olmayanların yönetici olmalarına izin vermiyor. Hattâ İslâm siyâset târihinde hiç-bir fâkih kâfirin yöneticiliğini tartışmamıştır da. Çünkü Kur’ân’la sâbittir ki kâfirlerin mü’minler üzerinde velâyet hakkı yoktur.

Yâni Allah’ın vâr olduğunu kabûl ediyoruz fakat Allah varmış gibi yaşamıyoruz. Bu hâl yaşantımız içerisinde belirgin, görünür değil.

Bir kez; îman edenler egemenliğin mutlak olarak “vahye ve Resûl’e (s.a.v.) uymayı gerektirdiğini bilmeliler. Bu-günün insanı dünyevileşmiştir ve olayları dînin dışından değerlendirmektedir. O yüzden çıkarlar belirleyicidir. Bunların hayâtında Allah aslâ belirleyici olamıyor. Hayâtın içinde değil. Zâten bir kişi için bundan daha çirkin bir davranış, Allah’a karşı bundan daha küstahça bir tutum olamaz.

İslâm’ın ön-gördüğü bir duruşa sâhip olunmadan oluşturulan toplulukların herhangi bir toplumsal değişime katkı sağlaması mümkün de değildir. Zâten olmuyor da.

Şu-günlerde kimi İslâm’i çevrelerin câhili sistemlere payanda olarak varlıklarını sürdürmeye çalışmaları İslâm adına çok utanılacak bir durumdur. Allah’ın egemenliğini ölçü almayan tüm sistemler Allah’ın hükümlerini dışlayan sistemlerdir. Bunu böyle anlamalıyız.

Seyyid Kutub’un dediği gibi, ne yazık ki, zaman-zaman bu gerçeği unutuyoruz. Bu yüzden, tüm değerlere ilişkin ölçülerimiz karışmakta, bütün bağlarla ilgili düşüncelerimiz karmaşık hâle gelmekte, ellerimizdeki tüm kriterler bozulmaktadır. Ne tarafa gideceğimizi, neyi alıp neyi bırakacağımızı bilmez hâle gelmekteyiz.

Karşımızda kendi güçlerinin farkında olmadan hareket eden ödünç kimlikler ile toplumda vâr olan büyük bir kalabalık var.

“Bu kesimler iktidar sâhiplerinin ellerindeki caydırıcı güce aldanmaktadırlar. Bu otoriteyi yeryüzünde dilediğini yapabilen tek egemen güç sanıyorlar. Bu yüzden korku ile ümitle bu güce yöneliyorlar. Ondan korkuyor endişeleniyorlar. Vereceği zarardan korunmak ya da onun koruyucu (!) kanatları altına girmeyi garantilemek için onları hoşnut etmeye çalışıyorlar.

En azından bilinçli olanlarımızın böylesi iktidar sâhiplerine karşı yumuşak tavırlar sergilemesi olmamalıydı. Bu kesimler yalancıdırlar, hayra engel olmaktadırlar, saldırgan ve günahkârdırlar, mal yarışına girmişler ve kazançları ile övünmekte caka satmaktadırlar. İnananları Allah ile aldatmaktadırlar.

Laik ve seküler bir hayâtı içselleştirmiş vahyi dışlayan böylesi kişilere karşı mücâdele etmemiz ve onlardan ayrışmamız emredilmekteyken, onlarla aynı havayı soluyabileceğimizi söylemek, onların oluşturmuş oldukları sistemlere sâhip çıkmak ya da böylesi bir sistem içerisinde İslâm’i yaşantımızı sürdürebileceğimizi düşünmek, Kur’ân’ın emirlerini anlayamadığımızı gösterir. Allah’ın “soysuz ve alçak” olarak nitelendirdiği kimselerle ortak noktalarımız olamaz. Eğer böyle bir şeye yelteniyorsak bu onlara kendi adımıza vereceğimiz tâvizler sebebiyle oluşabilir. Hâlbuki böylesi devlet ya da sistemleri güçlü görüp buralara sığınmamız gerçekte aldatıcı bir şeydir.

Bizler Ankebût Sûresi 41. âyette geçtiği üzere; gerek fertlerin, gerek toplumların, gerekse devletlerin ellerindeki bu güçlere sığınmanın tıpkı örümceğin ağdan örülü yuvasına sığınması gibi olduğunu unutmamalıyız. Bu zayıf, güçsüz ve çâresiz örümceği, gevşek yuva koruyacak değildir. Bu zayıf eve sığınmakla tehlikelerden korunmamız mümkün değildir.

Bizler için Allah’ın himâyesinden başka bir himaye, O’nun güvenilir korusundan başka bir sığınak, O’nun sarsılmaz gücünden başka bir destek yoktur.

Kur’ân’dan öğreniyoruz ki; Allah’ın gönderdiği Elçileri de aslâ kendilerini başkalarının yönetmesine izin vermemiştir. Dâvetleri başkaları tarafından destek görmese bile tek-başlarına kalsalar bile bu böyle olmuştur. Hz. İbrâhim tek-başına ümmettir/devlettir.

O yüzden demokratlık bir müslümanın kimliği olamaz. Ve İslâm’ın kendisi müslümanları yönetmelidir. Yâni bizi yönetenler bizden olmalı, kullandıkları araçlar/vâsıtalar da İslâm’dan olmalıdır. Demokrasi aslâ İslâm’i bir yönetim biçimi olamaz. Öyle ki; İslâm’ın yönetim biçimini demokrasiye nispet etme gayretini taşıyan mülâhazalar yanılgı içinde kalmaya hükümlüdür.

Eğer İslâm’i bir ortamın oluşturulması amaçlanıyorsa, bu, İslâm’ın öngördüğü yöntemle gerçekleştirilebilir. Demokrasinin kolaylıklarından yararlanarak ulaşılabilecek her sonuç demokrasinin mülâhazat hânesine bir artı olarak kaydolur. Buradaki inceliğin kavranmasını önemle ve özellikle talep ediyorum.

O yüzden bizler câhili bir sistem içerisinde nasıl bir başarı kazanırsak kazanalım bu İslâm hânesine yazılan bir başarı değildir. Bu sözü bir-çok kardeşimiz ısrarla söylüyorken, maalesef kimse bu uyarılara kulak kabartmamıştır.

Hattâ Yüce Allah’ın uyarıları bile göz-ardı edilebilmiştir.

“Ey Muhammed! Sana indirilen Kur’ân’a ve Sen’den önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tağuta (İslâm’ın dışındaki bütün sistemler ve kânunlar) muhâkeme olmayı istiyorlar. Oysa onu reddetmekle emr olunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister” (Nîsâ 60).

Seyyid Kutub bu ayetin açıklamasında diyor ki ;

“Şu şaşkınların şaşkınlıklarına bak! Bunlar mü’min olduklarını iddia ediyorlar, sonra da bir-anda iddialarını yine kendileri çürütüveriyorlar. Bunlar bir yandan “Sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürüyorlar” sonra da sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitapların hakemliğini benimsemiyorlar. Bunun yerine başka bir kaynağın, başka bir sistemin, başka bir hüküm merciinin hakemliğine baş-vurmak istiyorlar. Tağutun hakemliğine baş-vurmak istiyorlar. Sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara dayanmayan; ölçüsünü, kriterini sana ve senden önceki peygamberlere indirilen mesajlardan almayan bir hüküm-kaynağının yargısına boyun eğiyorlar. Böyle bir hüküm-kaynağı, hem ilâhlığın başta gelen yetkisini kendisine yakıştırdığı için ve hem de hiç-bir değişmez kritere bağlı olmadığı için “tağut”tur, yâni azgınlık ve taşkınlıktır.

Bu adamlar bu işi bilmeyerek, yanılgıya düşerek yapmıyorlar; tersine yargısına baş-vurdukları bu tağutun hakemliğine baş-vurulmasının yasak olduğunu kesin olarak biliyorlar. Çünkü “ona karşı çıkmaları, onu tanımamaları emredilmiştir”. O hâlde mesele bilmemek ya da yanılgıya kapılmak meselesi değil. Tersine ortada inatçılık ve kasıt vardır. Bundan dolayı bu iddiaları, yâni “sana ve senden önceki peygamberlere indirilen mesajlara inandıkları” şeklindeki iddiaları geçersizdir, asılsızdır” der.

Atasoy Müftüoğlu:

“Gazze çağında, Guantanamo çağında, Ebu Gureyb çağında, hiç kimsenin Yahudi fundamentalizmini hiç-bir şekilde sorgulamaya cesâret edemediği bir çağda, “insan hakları”ndan, “hukuk”tan, “demokrasi”den söz etmekten daha büyük bir saçmalık, daha büyük bir yalancılık olamaz” der.

Demokrasi “halk için” değildir. “Belli bir kesim” içindir. Ali Şeriati:

“Halkın, yâni toplumun büyük çoğunluğunun da, toplumun geleceğini belirlemede payı olduğunu kabûl eden akımlar vardır. Fakat, antik ve çağdaş biçimleriyle demokrasi de dâhil olmak üzere hiç-bir düşünce-akımı, toplumsal gelişme ve değişmede kitlelerin temel etken olduğunu kabûl etmemektedir. Demokratik düşünce akımları, en iyi yönetim biçiminin, halkın yönetime katılması olduğuna inanmaktadırlar; ama Atina demokrasisinden günümüze kadar bu akımların hiç-biri halk-yığınlarının toplumsal değişikliğin ve kalkınmanın belirleyicisi olduğunu kabûl etmemiştir. Öyleyse, en demokrat sosyologlar bile bir-yandan halkın seçimlerde oy kullanarak yönetime katılmasının en iyi devlet ve toplum-düzeni olduğunu ileri sürerken; öte-yandan “halk”ı toplumsal değişikliğin ve gelişmenin temel etkeni olarak kabûl etmeye yanaşmamaktadırlar” der.

Demokratik ülkelerde hüküm yetkisi aslında direkt olarak siyâsalların ve meclisin elinde değildir. Küresel sermâyenin ve büyük şirketlerin elindedir ki bu durum tam bir kölelik ve tutukluluk hâlidir. Mete Gündoğan bu konuda şunları söyler:

“Bugün ülkemizde sermâye sınıfının etnik ve sosyo-kültürel açıdan azınlık niteliği ve karakteri taşıması doğal olarak onların icraatlarına da yansımaktadır. Türkiye’deki egemen sermâyenin reel yatırımdan ziyâde finansal yatırımlara eğilimli olması ve sürekli “yükte hafif pahada ağır” enstrümanlara yatırım yapması, sermâyenin düşünsel tutumu ve etnik kökeni ile doğrudan alâkalıdır. Çünkü azınlık sermâyesi her zaman reel yatırımdan ziyâde finansal yatırıma eğilimlidir. Mevcut sermâyenin sosyokültürel kökeni, politik iktidar ile ekonomik iktidar arasındaki ayrışma ve çatışmanın temelini oluşturmaktadır. Seçim mekanizması sâyesinde, nüfusla doğru orantılı olarak siyâsal iktidar üzerinde belirleyici olan halk, ekonomik düzlemde azınlık konumundadır. Siyasetin çoğunluk tarafından şekillendirildiği bir ortamda, ekonominin azınlık zihniyetinin elinde şekillenmesi sonuçta muktedir bir iktidârın doğmasını engellemektedir. Halkın büyük çoğunluğunun oylarıyla iktidâra gelen kadroları, bir ikilem beklemektedir. Bu kadrolar ya azınlık zihniyetinin elindeki ekonomik iktidâra teslim olarak kendi tabanları -seçmenleri ile çatışmakta ya da kendi tabanı lehine düzenlemeler yapmak için ekonomik iktidarla çatışmaktadır. Birinci seçenekte iktidâra gelen güç, bir sonraki seçimde seçmen tarafından cezâlandırılırken, ikinci seçenekte ekonomi politik iktidar mücâdelesi genelde dış güç odaklarının müdâhalesi ile sonuçlanmaktadır. Bu mücâdelede dış güçlerin taraf olduğu kesim genellikle kazançlı olarak çıkmaktadır. Daha teknik bir ifâde ile, bu üç odaktan anlaşabilen, ikili mücâdeleyi kazanmaktadır. Ya iktidar erki dış-güç odaklarının himâyesine girerek ekonomik iktidâra karşı konum kazanmakta ya da ekonomik iktidar dış güç odaklarının desteği ile siyâsal  iktidarı değiştirmektedir. Ekonomik iktidar ile siyâsal iktidârın birlikte hareket etme olasılığı ise bu zamâna kadar en zayıf olasılık olarak tebârüz etmiştir. Bu zâfiyet hem siyâsal ve ekonomik iktidârın niteliğinden kaynaklanmakta hem de dış-güç odaklarının Türkiye’yi kendi hâline bırakmak istememesinden kaynaklanmaktadır. Dış-güç odakları her-zaman bir şekilde ülkemiz ekonomi-politik denkleminde etkin rôl ala-gelmişlerdir.

1950’den bu yana yaşanan tüm seçimlerde bu üç gücün mücâdelesine tanık olmaktayız. Bir-yandan siyâsal iktidar ekonomik iktidâra karşı konum kazanmak için millî menfaatlerden tâviz verip dış güç-odaklarının desteğini alırken diğer yandan dış güç-odakları da siyâsal iktidârın kendilerine bağımlılığını sürekli kılmak için ekonomik iktidârın alternatif olarak devâm etmesini sağlamaktadırlar. Dolayısıyla bu üçlü dengede sürekli kazanan taraf dış-güçler olmaktadır. Sonuçta ekonomik iktidar ve siyâsal iktidar aynı gerekçelerle dışa mutlak bağımlı hâle gelmektedirler.

Ülkemizde 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte siyâsal iktidârın elinde vâr olan ekonomik yapılar yine siyâsal iktidârın var veya tercih ettiği kartellere devredilmeye başlanmıştır. Özelleştirme, pazar dinamikleri ve rekâbet adı altında kartel hâkimiyeti kurumsallaştırılmıştır. 1980 sonrası liberalizasyon süreci ve Derviş Restorasyonu ile rantiyeci elit bir asrı aşkın süredir kamu inisiyatifi ile vâr edilen ekonomiyi tek-yanlı olarak ele geçirmiştir. Bu durum, piyasa dinamikleri çerçevesinde serbest pazar ilkelerine göre işleyen bir ekonomik sistemin kurumsallaşması yerine, tekelci vahşi kapitâlizmin daha da güçlenmesine yol açmıştır.

Artık siyâsal ve ekonomik iktidârın halkın refah ve huzûru için koordineli bir şekilde çalışması imkânı giderek ortadan kalkmaktadır. Pazar dinamiklerinden uzak, rekâbetçi olmayan kartelci sermâye siyâsal iktidar karşısında ekonomi teorisini gerekçe göstererek özerk bir konum kazanmıştır. Bu durum millî egemenliği ve demokrasiyi işlevsiz hâle getirdiği gibi, kamusal refah düzeyini de arttırmamaktadır. Sınırsız ve kontrolsüz sermâye özerkliği, siyâsal iktidarların tüm icraatlarını bloke edebilmekte ve hattâ bâzen millî egemenliği dâhi etkisiz hâle getirebilmektedir. Millî egemenliğin TBMM’den sermâyenin eline geçişi olarak değerlendirebileceğimiz bu yapılanma; finans piyasaları, hükûmet ve parlamentonun tüm icraatlarının sınandığı bir muhâlefet platformuna dönüşmüştür.

Sonuç olarak, 1980’den sonra giderek derinleşen ekonomik ve siyâsal iktidârın ayrışma süreci ile birlikte günlük hayâtın tüm alanlarında materyalist zihniyet de güçlendirilmiştir. İnsanlar neredeyse bütün olayları ekonomik rakamları ile değerlendirir olmuşlardır. Bu da ekonomik iktidârı elinde bulunduran dar bir kesimin geniş halk yığınları üzerinde egemenlik têsis etmesine yol açmıştır. Ekonomik gücü elinden giden siyâsal iktidarların işlevsizleşerek geniş halk yığınlarına yabancılaşması sonucu depolitizasyon yaygınlaşmıştır. Ekonomik iktidârı kaybeden siyâset mekanizmasına ve siyâsetçilere olan güven aşınmıştır. Ekonomik iktidar ise tekelci  bir yapı kazanarak bütün piyasa dinamiklerini ve serbest pazar şartlarını tahrip etmiştir. Sermâye birikiminin üretim fonksiyonundan ayrışarak kendi-kendini besleyen bir döngüye girmesi sonucu, ekonomik büyüme halka yansımamaya başlamıştır. Çevre kirliliği ve kayıt-dışı istihdam ise apayrı bir sorun olarak yaygınlaşmıştır”.

Evet; demokrasi, “kırk satır mı kırk katır mı” (iki olumsuzluktan birini seçmek) meselesidir.

Medine vesikası bir koalisyon (demokrasi) değildir. Çünkü sorunlar Allah ve Peygamberine götürülecek denilir: Madde 23- “Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir”.

Demokrasinin Batı tarafından konmuş kuralları vardır ve bu kuralların dışındaki bir demokrasi zâten kabûl edilmez. Bu nedenle bahsedilen demokrasi “Batı demokrasisi”dir.  

Firavunların ezelî korkusu. Gerçekten haklılar korkmakla: “Firavun dedi ki: 'Bırakın beni, Mûsa'yı öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü sizin dininizi değiştirmesinden ya da yer-yüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum” (Mü’min 26).

Dediğimiz gibi; cumhuriyet ve onun eylem-şekli olan demokrasi, burjuvanın, zenginliklerini korumak için sözde halka da oy kullandırarak halkı da iknâ etmek için uydurduğu ve kurduğu bir sistemdir. Böylece herkes oy verdiği için artık îtiraz edemeyecekler. Ki bu oyu kendilerine gösterilenlere veriyorlar. Adayı halk belirlemiyor hiç-bir zaman. Kimseyi ve hiç-bir partiyi istediğimiz zaman değiştiremiyoruz. Bir-kere oy kullandığında artık 4-5 yıl bekliyorsun değiştirmek için. Demokrasilerde halkın (gerçek irâdesi olmayan) görüşüne 4-5 yılda bir baş-vuruluyor. Bu demokratik sistemde zenginler refahlarını sürekli arttırırken, demokrasiyi ayakta tutan oyu kullanan halk ise sürekli yerinde sayarak sonsuz umutlara kapılır durur. Durumu hiç-bir zaman değişmez.

Merhum Üstad Ebu’l Hasan En Nedvi:

“Tekrâr ediyorum, kriz; adam kıtlığı, îman ve ahlâk krizidir. Kendimi, hükûmet ve partilerin değişmesiyle durumun değişeceğine inanmaktan tenzih ederim'' der.

Siyâsi partiler kânununun 86. maddesinde açıkça şöyle denir: “Siyâsi partiler, Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğinin değiştirilmesi ve halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemez ve bu amaca yönelik faaliyetlerde bulunamazlar”.

Anayasanın 24. maddesinde ise: “Kimse, Devletin sosyâl, ekonomik, siyâsi veya hukûki temel düzenini kısmen de olsa, din-kurallarına dayandırma veya siyâsi veya kişisel çıkar, yâhut nüfûz sağlama amacıyla her ne sûretle olursa-olsun, dînî veya din-duygularını, yâhut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz”.

Fâruk Furkan Allah’tan başka kânunların ve kânun koymanın ne denli bir çirkinlik olduğunu şu şekilde anlatır:

“Bir insanın “benim Kitabım Kur’ân’dır” demesi her-hâlde sâdece elindeki mushafın Allah’tan geldiğini îtirâf etmesi anlamına gelmez. Zîrâ gerektirdiği doğrultuda bir hayat sürdürmediği hâlde nice insan bu kitabın Allah’tan geldiğini kabûl etmekte ve bunu dili ile söylemektedir. Ama bu kabûl ve îtirâf, onları Kur’ânî bir hayat yaşamaya sevk etmemiştir. Demek ki bir insanın “Kitabım Kur’ân’dır” demesi onun kitabının hakîkaten Kur’ân olması anlamına gelmez. Tıpkı bana âit olmayan bir ev için “bu ev benimdir” dememin, evin benim olması anlamına gelmediği gibi…

Şunu kesin olarak bilmek gerekir ki, bir insanın “Kitabım Kur’ân’dır” demesi aynı-zamanda “beni doğruya yönlendirecek, beni düzeltecek, beni idâre edecek, hükümlerine baş-vuracağım, ihtilaflarımı çözeceğim, emirlerini ve yasaklarını tatbik edeceğim, ahkâmını uygulayacağım kitap Kur’ân’dır” demesi anlamına gelmektedir. Bir kul her ne zaman bu şekliyle Kur’ân’a yaklaşırsa işte o zaman gerçek anlamda “Kitabım Kur’ân’dır” demiş olur; aksi-hâlde Kur’ân’ı, Kur’ân olarak kabûl etmemiş demektir. Yüzlerce kere de bu sözü söylese Kur’ân hiç-bir zaman onun kitabı olmayacaktır.

Unutmamak gerekir ki kitap, ancak ve ancak hayâta şekil verdiği, insanı yönlendirdiği ve içerisindeki kânunlar tatbik edildiği zaman kitaptır. Hayâta şekil vermediği, insanı yönlendirmediği ve içerisindeki kânunlar tatbik edilmediği zaman kitap, gerçek anlamda kitap değildir; içi boşaltılmış ve sâdece sûreti kalmış bir kağıt yığınıdır.

Kur’ân hükmetmek için indirilmiştir. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düşülen meselelerde, problemlerde ve ihtilaf hâlinde hüküm vermek için.

“Biz sana Kitab’ı (Kur’ân’ı) insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin diye hak ile indirdik. Sen, sakın ha hâinlerin savunucusu olma!” (Nîsâ 105).

“Artık, onların arasında Allah’ın indirdiği (kitap) ile hükmet ve sana gelen haktan ayrılıp da onların arzularına uyma!” (Mâide  48).

“Onların aralarında, Allah’ın indirdiği (kitap) ile hükmet. Onların arzularına uyma ve Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından (Kur’ân’ın bâzı hükümlerinden) seni şaşırtmalarından sakın” (Mâide 49).

İşte Kur’ân’ın indiriliş gâyelerinden birisi budur. Ama gelin görün ki insanlar onu bu gâyeden uzaklaştırmış ve onu sâdece alınıp öpülen, alına konulan, mezarlıklarda, kandil gecelerinde veya merâsimlerde teberrüken okunan bir kitap hâline getirmiştir. 21. yüzyılın Kur’ân karşısındaki en büyük problemi budur.

Kur’ân müslümanın anayasasıdır. Kur’ân tıpkı bir ibâdet kitabı, bir ahlâk manzûmesi ve bir hidâyet rehberi olduğu gibi bir yasa kitabıdır da aynı-zamanda. Bu nedenle “Ben müslümanım” diyen bir kimsenin zorunlu olarak bu kitabın hükümlerini kabûl etmesi ve onların uygulanırlığını îtirâf etmesi gerekmektedir.

Müslüman, Kur’ân’dan başka bir kitabı kesinlikle “anayasa” olarak kabûl edemez. Zîrâ yasaların anası kesinlikle Kur’ân’dır.

Kur’ân, içerisinde bir-çok hükmü ve kânunu barındıran, yüzlerce ahkâmı içeren bir kitaptır. Bu hüküm ve kânunlar, elbette ki okunsun ve harflerinden sevap elde edilsin diye indirilmedi sâdece; bununla birlikte hayâta yön versin, insanların ihtilaflarını çözsün ve onlara temel dayanak olsun diye indirildi. İşte insan her ne zaman bu gâyenin dışına çıkarsa, o zaman haktan sapmış ve Kur’ân’a karşı görevini yerine getirmemiş olur.

Cengiz Han, çocuklarının ve halkının idâresini sağlamak, onların hayatlarını düzenlemek ve ihtilaf ânında müracât etmelerini têmin etmek amacıyla bir kitap hazırlamış ve hazırladığı bu kitaba “Yasa” adını vermiştir. Bu kelime, Moğol dilinde “düzenlemeler” anlamına geliyordu ki, şu-anda da Türkler bu kelimeyi hâlâ aynı anlamıyla kullanmaktadırlar. Lâkin Cengiz Han’ın murâd ettiği mânâ günümüz türkçesinde ancak başına “ana” kelimesi ilâve edilerek ifâde edilebilmektedir. Yâni Cengiz Han’ın, “yasa” dediği şey, şu-an bizim dilimizdeki  “anayasa”nın tam karşılığıdır.

Cengiz Han bu kitabına genele ve özele hitâp eden düzenlemeler, hükümler ve kânunlar koymuştu. Kitabın geneli kendi arzu ve isteklerinden oluşan hükümleri içermekteydi. Ama Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm ve diğer dinlerden alıntılanmış kurallar da mevcuttu. Bu kânunlardan bâzıları şunlardır:

Zînâ eden kişi, ister evli olsun ister bekâr mutlaka öldürülür.
Homoseksüellik yapan öldürülür.
Kasten yalan söyleyen öldürülür.
Büyü yapan öldürülür.
Câsusluk yapan öldürülür.
Çekişmekte olan iki kişinin arasına giren ve bu iki kişiden birisine yardım eden öldürülür.
Durgun suya dalan öldürülür.
Sâhibinin izni olmaksızın bir esire yemek yediren veya su içiren veya bir şey giydiren öldürülür.
Kaçak birini görüp de sâhiplerine veya hükûmete teslim etmeyen öldürülür.
Bir esire yemek yediren veya yiyecek bir şeyi bir kimsenin önüne atan öldürülür. Çünkü yiyeceği önüne atılmamalı, aksine bizzat eliyle ona vermelidir.
Bir kimse bir başkasına yemek yedirecekse önce kendisi o yemekten tatmalıdır. Misâfir emir olsa bile, böyle yapmalıdır. Ama esire yedirmemelidir.
Bir kimse yemek yer de yanındakine yedirmezse öldürülür.
Bir hayvanı boğazlayan kimse o hayvan gibi boğazlanır. Hayvanı boğazlamamalı, aksine karnını yararak öncelikle eliyle kâlbini tutup çıkarmalıdır...”

Görüldüğü üzere Cengiz Han, bu tür kânunlarla İslâm’a ve diğer dinlere alternatif bir şey oluşturmuş ve insanların hayâtını bunlarla tanzim etmeye çalışmıştır.

Cengiz Han aslı îtibârı ile müslüman birisi değildi. Yâni İslâm’ı hiç kabûl etmemişti. Ama ondan sonra gelen ve müslüman olduğunu îlân eden Moğollar, müslüman olduklarını söylemelerine rağmen Cengiz Han’ın kânunnamesi olan “Yasa” ile hükmetmeye devâm etmiş ve Kur’ân ellerinin arasında durduğu hâlde onun hükümlerini tatbik etmeyi terk etmişlerdi. Hem müslüman olduklarını söylüyorlar, hem de Allah’ın kitabından başka bir kitapla hükmediyorlardı? Hem “Kitabımız Kur’ân’dır” diyorlar, hem de ondan başka anayasalar kabûl ediyorlardı. Tıpkı günümüz Dünyâ’sındaki sözüm-ona müslümanların söyledikleri ve yaptıkları gibi.

İşte bu pozisyonda onların hükmü avamdan bâzı müslümanların kafasını karıştırdı. Hemen o dönemdeki İslâm-âlimlerinin kapılarını çaldılar ve bu insanların yaptıklarının İslâm’daki yerini, hükmünün ne olacağını ve onlara karşı nasıl bir tutum içerisinde olmaları gerektiğini kendilerine sordular. O âlimler de hiç tereddüt etmeden ve bir-an bile duraksamadan Allah’ın kitabıyla yönetmeyi terk eden, Kur’ân’a aykırı yasa koyan ve Kur’ân’dan başka bir kitabın hükümleri ile hükmeden bu insanların -her ne kadar adları müslüman bile olsa- kesinlikle kâfir olacağını ve yaptıkları bu işin kendilerini dinden çıkaracağını söylediler.

Şimdi onlar hakkında bu ağır, ama gerçek olan fetvâyı veren bir-kaç âlimden nakilde bulunalım:

Ünlü tefsir âlimlerinden birisi olan İbn Kesîr rahimehullah, Mâide Suresi’nin 50. âyetini tefsir ederken Cengiz Han’ın çıkarmış olduğu “Yesak” adlı kânun kitabıyla alâkalı olarak şöyle der:

“Allah, kulların kendi elleriyle koydukları ve Allah'ın şeriatına dayanmayan câhiliyye hükümlerinin sapıklıklarını ve bilgisizliklerini reddediyor. Bu sapıklıkları kendi görüş ve hevesleri sonucu ortaya çıkardıklarını bildiriyor. Söz-gelimi Tatarların Cengiz Han diye bilinen krallarından alınma krallık buyrukları vardır ve bununla hüküm verirler. Nitekim bu yasayı onlara kral koymuştur. Bu yasalar Yahûdî, Hristiyan ve İslâm dînine mensup muhtelif milletlerden iktibas yoluyla tanzim edilmiş kânunlar topluluğudur. Ancak bu yasalar içerisinde bir-çoğu Cengiz Han’ın mücerret görüş ve heveslerinden ibârettir. O bunu, çocukları için izlenen bir hüküm hâline getirmiştir ki onlar, Allah’ın kitabından ve Resûlullah’ın sünnetinden önce bu yasaya uyarlar. Onlardan böyle davranan birisi kâfirdir, Allah ve Resûlünün hükmüne dönene dek kendisi ile savaşmak vâciptir. Az veya çok hiç-bir konuda Allah'tan başkasının hükmüne müracât edilemez”.

Allah’a yemin ederim ki, bu-günkü beşerî kânun ve anayasalar, Cengiz Han’ın “Yesak” adlı kânun-nâmesinden daha rezil ve daha haktan uzak durumdadırlar. Çünkü Cengiz Han bu kânun-nâmeyi oluştururken aslı semâvî olan kitaplara müracât etmiş ve bâzı hükümleri onlardan almıştır. Hattâ İbn Kesir’in de dediği gibi, bu kânun-nâmede İslâm şeriatından bire-bir alıntılanmış kânunlar bile vardı. Bu-günkü Cengiz Hanlar ise kânun-nâmelerine İslâm şeriatından en ufak bir hükmü bile koymamaktalar.

İşte tüm bu nakiller, Allah’ın kitabını bırakıp yerine insan-kaynaklı kânunlar koyan ve bunlarla halkları idâre eden kimselerin kâfir olacağını ifâde etmektedir. O dönemde yaşayıp benzeri fetvâ veren daha bir-çok âlim bulmak mümkündür. Çünkü Allah’ın kitabını bütünüyle terk ederek başka kânunlarla hükmetmek, Kur’ân’a aykırı yasalar çıkarmak, Allah’ın serbest dediğine yasak, yasak dediğine serbest demek İslâm’da kesin küfür olan ve insanı net bir şekilde dinden çıkaran amellerdendir. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfirlerin tâ kendileridir” (Mâide 44).

Bu âyet, Allah’ın hükmü ile hükmetmeyi bütünüyle terk eden kimselerin net olarak kâfir olacağını beyan eden âyetlerden birisidir. Bir insan, idâre ettiği ülkede Allah’ın hükmünü bütünüyle terk ederse Kur’ân’ın ifâdesi ile bu insan kâfir olmuştur. Hele bir de başka-başka kânunlarla hükmederse bu, ikinci bir suç kabûl edilir ve insanın kâfirliğini artırır.

Bu-gün Allah’ın pak ve saadet getiren hükümlerini bırakıp cezâ kânununu İtalya’dan, ticâret kânununu Almanya’dan, medenî kânununu bilmem hangi gavur memleketinden getiren insanlar acaba bu âyetleri hiç mi okumazlar? Hiç mi bu tehdidin kendilerini kapsayacağını düşünmezler?

İşte kardeşim, buraya kadar anlatmaya çalıştığımız şeylerle sana bir mesaj vermek ve senin yegâne yasa kitabının Kur’ân olduğunu, ondan başka bir kitabı kabûl edemeyeceğini, yer-yüzünde sana süslenip-püslenerek sunulan diğer tüm kânun kitaplarının hakîkatte bir bâtıl ürünü olduğunu îzah etmeye çalıştık. Artık sen de bu çağrımıza kulak ver ve Allah’ın kitabından başka hiç-bir kitabı kânun kaynağı olarak kabûl etme! Onlarla hükmedilmeye, idâre olunmaya râzı olma! Aksi-hâlde îmânını kaybeder ve -Allah korusun- ebedî hüsrâna uğrayanlardan olursun.

Yarın Allah’ın huzûruna vardığın zaman “Kitabın nedir?” diye sorulduğunda, eğer kânunlarına uyduğun kitap Kur’ân değil ise, anayasan Kur’ân değil ise, hükümlerine baş-vurduğun kitabın Kur’ân değil ise Allah aşkına ne cevap vereceksin? Ne diyeceksin âlemlerin Rabbinin karşısında?

Bunu Allah için düşünmeni istirham ediyoruz”.

Râgıb el-İsfahânî büyük şirk-küçük şirk ayrımı yapar. Râgıb’a göre:

“Büyük şirk Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmektir ki inkârın ve küfrün en büyüğüdür Küçük şirk ise bâzı iş ve fiilleri icrâ ederken Allah dışında kişilerin rızâsını da hesâba katmaktır. Riyâkârlık/ikiyüzlülük bu cümledendir".

Hz. Peygamber, ümmeti adına şirkin en çok bu sinsi türünden korktuğunu söylemiş ve bu şirk-türünü tanıtırken şöyle buyurmuştur:

“Ümmetim adına en çok korktuğum şey Allah’a şirk koşmaktır. Ancak benim söylediğim, onların Güneş’e, Ay’a, puta tapmaları değildir. Benim korktuğum bu şirk, Allah dışındaki şeyleri/kişilerin hoşnutluğunu gözeterek ameller yapmak ve bir de gizli şehvettir” (İbn Mâce zühd 21).

Ali Bulaç:

“Geçmiş toplumlarda “Allah’a ortak olma” suçunu işleyenler ateist veya agnostik kimseler değildi. Allah’ın varlığına inanıyorlardı ve O’nun yaratıcı sıfatını da inkâr etmiyorlardı: “Andolsun onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı, Güneş’i ve Ay’ı kim emre âmâde kıldı? diye soracak olursan, şüphesiz: “Allah” diyecekler. Şu hâlde nasıl oluyor da çevriliyorlar?” (Ankebût 61). Onların îtirâzı sosyo-politik ve ekonomik hayat-alanlarını düzenleyen ilâhi hükümlere idi. “Yasaları biz belirleriz, servet ve malları biz taksim ederiz, bizim irâdemiz ve aklımız hükmünü icrâ eder, tabiat ve toplumda bizim sözümüz geçer” diyorlardı” der.

İlk-önce keyiflerine göre hüküm çıkarıyorlar, sonra da keyiflerine göre çıkarttıkları bu hükümleri, yine keyiflerine göre yorumluyorlar.

İşte! oy vermek/kullanmakla, Kur’ân’ı, İslâm’ı işe karıştırmayan bir düzene destek (salât) olmuş oluyorsunuz. Hâlbuki salât buna engel olur: “Dediler ki: Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın (salât) mı emrediyor? Çünkü sen, gerçekte yumuşak-huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın” (Hûd 87).

“Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rablar (ilahlar) edindiler ve Meryem-oğlu Mesih'i de.. Oysa onlar, tek olan bir ilaha ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir” (Tevbe 31).

Bu âyeti duyan Adiy ibni Hatem îtiraz etmişti; “ben de bir hristiyanım fakat biz ahbar ve ruhbanlarımızı Rab edinmiyor ve onlara ibâdet etmiyoruz” demişti. Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu: Allah’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kıldıklarında onların dediklerini kabûl etmiyor musunuz?

Adiy ibni Hatem “evet, kabûl ediyoruz, çünkü onlar dînî konularda yetkili kişilerdir” dedi. Bunun üzerine Resulûllah: “işte bu onları Rab edinme değil de nedir?” buyurdu. Rab; dinde hüküm-koyucu demektir. Hüküm yalnız yüce Allah’ındır, Yüce Rabbimiz dinde, ulûhiyette, rubûbiyette, hükümde, ibâdette ve hükümranlıkta hiç-bir kimsenin ortaklığını kabûl etmez.

Oy kullanmak, Allah’tan başkalarının hükümleriyle hükmedenlere (tağut) destek olmak demektir.

Oy kullanmak; “Hâkimiyet (egemenlik) kayıtsız-şartsız milletindir” şirkine destek sağlamaktır. Oysa hâkimiyet; kayıtsız-şartsız milletin değil, kayıtsız-şartsız, şeksiz-şüphesiz Allah’ındır. Hâkimiyet/egemenlik yaratıcıya âittir. 

“Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sâhipleri de çok-ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar” (Zümer 29)

“Allah’tan başka bir takım hâmiler (veliler) edinenlere gelince, Allah onları dâima gözetleyip kontrol etmektedir, sen onlar üzerinde yönetici değilsin” (Şûrâ 6)

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Arzu ve heveslerini, benim getirdiğim ölçülere uydurmadıkça, sizden hiç biriniz mümin olduğunu iddia edemez.”

Suat Yıldırım:

Kur’ân-ı Kerimde velî kelimesi hamî, koruyucu, idâreci, ilah, dost, yardımcı gibi anlamlarda kullanılmıştır. 

a- Bir şahıs, başkasının koyduğu kânunlara ve hükümlere uyarsa onu veli edinmiş sayılır. (4: 119; 7:30).

b- Bir şahıs, birinin yol gösterdiğine inanıp, öbür yolların yanlışlığını düşünürse onu veli edinmiştir (2:257; 17:97).

Hak dîni inkâr eden akımlar değişik de olsalar, bâtıl olmakta müşterektirler. Bunlar servetlerini sırf Dünyâ için değerlendirirler. Fakat sırf Dünyâ’ya yöneldikleri hâlde Dünyâ’yı da doğru-dürüst yönetemezler. Zîrâ Dünyâ-âhiret dengesi üzerinde duran fıtrata karşı çıkarlar. Bu sebeple harcamalar dengesiz olur. Tahrib edici silahlanma uğruna milyarlar seferber olur. Yüz milyonlar aç iken böylesi harcamalar yapılır. Fakat sonunda, dünyâ-hayâtı perişan olur” der.

“Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah, her şeye güç yetirendir”. (Âl-i İmrân 189).

Hz. Peygamber bu âyet hakkında şöyle buyurmuştur: “Yazıklar olsun bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunun hakkında düşünmeyenlere!”.

“Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şâyet sana gelip Allah'tan bağışlama dileselerdi ve elçi de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah'ı tevbeleri kabûl eden, esirgeyen olarak bulurlardı. Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar” (Nîsâ 64-65).
   
Suat Yıldırım:

“Hz. Muhammedi (a.s.m.) Allah’ın resûlü kabûl etmenin mânâsı, onun tebliğ ve tatbik ettiği inanç, düşünce ve yaşayış tarzını kabûl etmek, bu hususlarda onu örnek almaktır. Yoksa Allah onu, insanlar peygamberliğine şehâdet etsinler, fakat başkalarına tâbi olsunlar diye göndermemiştir” der.

“Onlar, Allah'ı bırakıp da (Allah'ın) kendisine bir delil indirmediği ve haklarında (hiç-bir) bilgileri olmayan şeylere kulluk ediyorlar. Zulmedenler için hiç-bir yardımcı yoktur” (Mü’minûn 71). Eğer Allah’tan başka ortaklar, yasa-koyucular olursa, artık kaostan başka bir şeyden bahsedilemez.

Kim yarattıysa o hükmeder. Allah’ın hükmü Kur’ân’dır: “Allah, her-şeyin yaratıcısıdır. O, her-şey üzerine vekildir. Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Allah'ın âyetlerine (karşı) inkâr edenler ise; işte onlar, hüsrâna uğrayanlardır. De ki: Ey câhiller, bana Allah'ın dışında bir başkasına mı kulluk etmemi emrediyorsunuz?” (Zümer 62-64).

“Allah hak ile hükmeder. Oysa O'nu bırakıp taptıkları hiç-bir şeye hükmedemezler. Şüphesiz Allah işitendir, görendir” (Mü’min 20).

Hükümleri Allah yapmalıdır, çünkü: “O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Gaybı da, müşâhede edilebileni de bilendir. Rahman, Rahim olan O'dur. O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Melik'tir; Kuddûs'tur; Selam'dır; Mü'min'dir; Müheymin'dir; Aziz'dir; Cebbar'dır; Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok yücedir. O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca vâr edendir, şekil ve sûret verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hâkimdir” (Haşr 22-24).

Bir kere; parlamentoya giren vekillerin üzerine ettikleri yemin, yine insanlar tarafından çıkarılan bir anayasayadır. Bu anayasa değişmeye mahkûm bir anayasadır ve bu nedenle vekiller yemin ederken aslında ciddî değildirler. Neden bir insanın ya da insan topluluğunun yaptığı yasaya mutlak bir bağlılık göstersinler ki? Çıkarlarına yemin ediyorlar aslında. Hâlbuki yemin sâdece Allah’a edilir ve Allah’tan başkası üzerine edilen yeminler bâtıldr ve şirktir. Yâni şirke daha ilk-andan îtibâren başlıyorlar.

Nâhl Sûresi 36. âyette şöyle buyrulur: “Biz her ümmete, Allah’a ibâdet edin ve tâğuttan kaçının diye (tebliğ yapan) bir peygamber gönderdik”.

Fâruk Furkan Kur’ân’ın en önemli meselesi için şunları söyler:

“Allah için söylüyorum, “Kur’ân’da Allah’ın en önemli hakkı nedir?” şeklinde bir soru ile Kur’ân’ı yeniden gözden geçirin, göreceksiniz ki Kur’ân’da Allah’ın en önemli ve en öncelikli hakkı olarak karşımıza çıkarılan şey hâkimiyettir. Yâni yarattıklarını yönetme, idâre etme ve işlerine karışma hakkı.

Hangi devlet Allah’ın hâkimiyet ve kânunlarını tanımazsa o devlet Kur’ân’a göre “tâğut” olur. Adının İslâm’i olmasının, hükmü değiştirme noktasında en ufak bir têsiri yoktur. Yâni ismi İslâm’i bile olsa, Allah’ın hâkimiyetini uygulamadığı sürece o tâğuttur ve “müslümanım” diyen birisi tarafından kabûl edilmemelidir. Eğer kabul edilirse, hükmü tıpkı Firavun’a itaat eden kimselerin hükmü gibi olur ki, Allah Firavun’la onların arasında en ufak bir ayırım yapmamış ve hepsini berâberce yok etmiştir. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Firavun, kavmini ezdi, onlar da kendisine itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir toplumdu” (Zuhruf 54).

Bu âyette Rabbimiz, Firavun’un baskı ve zorbalığına rağmen halkının ona itaat ettiğini bildiriyor. Âyetin sonunda da itaat eden bu insanları “yoldan çıkmış” olmakla nitelendiriyor.

Yâni sen, ezilmişliğine rağmen tâğutlara itaat edersen onlarla aynı ismi almaya hak kazanırsın.

Diğer bir âyette de Rabbimiz şöyle buyurur:

“Şüphesiz Firavun, Hâmân ve askerleri (şirke düşüren bir) hatâ içerisinde idiler” (Kasas 8).

“O (Firavun) ve askerleri yer-yüzünde haksız yere büyüklük tasladılar. Biz de onu ve askerlerini yakaladık ve onları (helâk olmaları için) denize attık. Zâlimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak!” (Kasas 39-40).

Bu âyetlerde de Rabbimiz Firavun ile kendisine destek olan ordusunu aynı kefeye koymuş ve helâk ederken kesinlikle ayırım yapmamıştır.

Kur’ân’da kendisine “tâğut” denilen bir diğer kişi de Kâ‘b b. Eşref’dir. Lâkin Kâ‘b b. Eşref’in ismi Firavun’un ki gibi Kur’ân’da açıkça zikredilmez; ama içerisinde tâğut kelimesinin geçtiği bir âyet onun hakkında indiği için biz ona “tâğut” denildiğini anlarız.

Kâ‘b b. Eşref, Peygamber Efendimiz zamânında Medîne’de yaşayan yahudilerin önderlerinden ve ihtilaf anında kendisine müracât ettikleri büyük zâtlarından birisi idi. Bu zât, insanlar ihtilâf ettiğinde onların problemlerini çözer ve aralarında hükmederdi. Lâkin bu işi yaparken Allah’ın koyduğu ölçüleri göz-önüne almaz ve Allah’ın kânunları ile meseleleri çözüme kavuşturmazdı. Daha çok kendi arzu ve istekleri doğrultusunda hüküm verirdi. İşte onun bu tavrından dolayı Kur’ân ona “tâğut” demiştir.

Kâ‘b b. Eşref hakkında indiği söylenen âyet şu şekildedir:

“(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur’ân’a ve senden önce indirilen (kitaplara) îman ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Onlar, reddetmeleri kendilerine emrolunduğu hâlde, Tâğût’un verdiği hükme göre yargılanmak/muhâkeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları (haktan çok uzak) bir sapıklığa düşürmek istiyor” (Nîsâ 60).

Âyet-i Kerime’de geçen “Sana indirilen Kur’ân’a ve senden önce indirilen (kitaplara) îman ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Onlar, reddetmeleri kendilerine emrolunduğu hâlde Tâğût’un verdiği hükme göre yargılanmak/muhâkeme olmak istiyorlar…” ifâdesi hakîkaten çok dehşet verici ve korkutucudur. Allah böylesi insanların îmanlarının sâdece “zan”dan ibâret olduğunu ve Allah katında en ufak bir değerinin olmadığını bildiriyor.

Ne yapmışlar da Allah onların îmanlarını yok saymış?

Bu soruları iyiden-iyiye düşünmemiz lâzım.

Âyetin zahirinden anlaşıldığına göre bu insanlar “tâğut” kapsamına giren kimselerin hükümlerine gitmeyi, onlara göre yargılanmayı ve bu hükümlerin kendilerine uygulanmasını kabûl etmişlerdi.

Tağut 3 şekilde reddedilir:

1-İnanç” ile
2-Dil ile
3-Amel” ile

Bu da kişinin hiç-bir şekilde onlara destek vermemesi, onları yönetici, lîder ve baş seçmemesi ve her fırsatta onlardan ictinâb ederek uzak durması sûreti ile olur.

“Tâğuta ibâdet (ve itaat) etmekten uzak duran ve Allah’a yönelenler var ya işte onlar için müjde vardır” (Zümer 17).

“Ey îman edenler! Kâfirleri veli (dost, yardımcı, yönetici) edinmeyin!” (Nîsâ 144).

Oy verdiğimiz zaman iktidârın yaptığı/yapacağı her işe onay vermiş oluyoruz. Yanlış bir iş yaptığında ona “dur” diyemiyoruz ki. Demokraside böyle bir olanak yok. 4-5 yılda bir, sâdece tek bir hakkımız var. Hâlbuki şûra sisteminde müslümanlar hükûmetin yaptığı işleri demokrasideki gibi 4-5 yılda bir denetlemiyor. Sürekli bir denetleme vardır şûrada. Canlı bir denetleme sistemidir şûrâ. Buna Ebu Hanife örneği üzerinden şöyle bir örnek verebiliriz:

İbn Hubeyre, Emevi Devleti aleyhine gelişen olaylara engel olabilmek için ulemayı kalkan olarak kullanmak istiyordu. Nitekim Irak bölgesi fâkihlerinden İbn Ebi Leyla, İbn Şübrüme ve Davud b. Ebi Hind’i vilâyete çağırarak her-birine devlet idâresinde önemli görevler verdi. Vilâyete gelmesi için Ebu Hanife’ye de haber gönderdi. Mührü onun eline vermek istiyordu. Her emir Ebu Hanife’nin onayıyla yürürlüğe girecekti. İmâm-ı Âzam bu görevi kabûl etmekten çekindi ve geri durdu. İbn Hubeyre kabûl etmemesi durumunda Onu (r.a.) döveceğine yemin etti. Diğer fâkihler araya girip görevi kabûl etmesi için Ebu Hanife’ye baskı yaptılar. O, arkadaşlarına şöyle dedi: “Vâli benden Vâsıt Mescidi’nin kapılarını saymak gibi basit bir işi talep etse onu dâhi kabûl etmezken nasıl olur da böyle bir teklife rızâ gösterebilirim. O benden başını vuracağı bir adamın îdam fermânını yazmamı isteyecek, ben de buna onay vereceğim öyle mi? Allah’a yemin olsun ki, asla böyle bir sorumluluğun altına girmeyeceğim”. Bu cevap üzerine İbn Ebi Leyla diğer fâkihlere: “Ebu Hanife’yi bırakın; O doğru söylüyor”. dedi. Vâli, Ebu Hanife’nin sağlam irâdesi karşısında çâresiz kaldı. Onu, hapse atarak isteğini kabûl ettirmeyi denedi. Cellatların kırbaç darbeleri başını şişirdi. Cellat vurmaktan usandı; Fakat İmam, zulme evet demeye yanaşmadı. O hâlâ ilk durduğu yerdeydi; Vâli ile arasında git-gel yapanlara: “Değil devlet idâresinde görev almak, câminin direklerini saymayı bile kabûllenmem” demeye devam ediyordu.

Evet, böylece Ebu Hanife, iktidârın her dediğinin yapılmayacağını, çünkü her-zaman doğru kararlar veremeyeceğini söylemek istemiştir. Bu tarz bir yönetim-şeklini desteklemeyerek, canı pahasına da olsa örnek bir davranış sergileyerek çağları aşan bir örneklik göstermiştir. “Oy vermeyelim de koy mu verelim” gibi saçma-sapan sözler laf-ebeliğinden başka bir şey değildir. Zîra oy vermek zâten koyvermektir. Oyu bir kere ver, sonra da 4-5 yıl bekle ki irâdeni kullanasın. Ama o arada atı alan Üsküdar’ı geçmiş oluyor ve garibanın mazlûmiyeti devâm ediyor. İşte bu nedenle ileride pişman olmamak için bu konuda duygularla değil, vahiy-akıl-kalp üçlüsünün senteziyle düşünüp bir karâra varmak gerekir. Aksi takdirde zûlmün/mazlûmiyetin sürmesine destek vermiş olur ve en sonunda da: “Eyvah!, yazıklar olsun bize” dediler. Gerçekten biz zâlimlermişiz” (Enbiyâ 14) âyeti tarafından mahkûm edilirsiniz. Ey müslümanlar! eyvah! demeden Allah! deyin..

Şûra, hüküm koymada değil, işleri yapmada geçerlidir. Eylem durumunda uygulanır.

“Aralarındaki dâvâlarda Allah’ın ve Peygamberin vereceği hükme uymaya çağırılan mü’minlerin söyleyebilecekleri tek söz “duyduk ve uyduk” sözüdür. İşte mutlu sona erenler onlardır” (Nûr 5).

Gece, en son kıldığımız namaz, yatsıdan sonra vitir namazıdır. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duâsı. Bu duâda “ve nahlau ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yâni diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyân eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, lîderlikten) hâl edip al-aşağı ederiz, onu kendi hâline terk ederiz. Nahlau (hâl ederiz) derken kullandığımız “hâl” kelimesi, “ehl-i hal’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye “hâl” etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dâir bir ahid ve söz verme, bir siyâsi bilinçtir.

“Ve nahleu ve netrukü men yefcuruk” diyoruz. “Sana isyân eden, fâsıklık yapan kişileri “hâl” ederiz, makamlarından al-aşağı edip indiririz ve onlara yardım etmeyerek kendi hâllerine bırakırız”. Böyle söz veriyor, geceyi bu sözle kapatıyoruz. İsyân eden, fâcirlik ve fâsıklık yapan kişileri makamlarından indirme sözü veriyoruz da, ya milyonlarca insanı cehenneme doğru sürükleyen, onların şirke girmesine, Allah’a isyân etmesine sebep olan ve hattâ bunu dayatan tâğutlara karşı ne yapmamız gerektiğini düşünmek zorunda değil miyiz?

Kur’ân-merkezli yaşamama ve Kur’ân’a aykırı kânunlarla yönetilmeye râzı olma nedeni şu âyetle belirlenmiştir: “Dediler ki: 'Eğer seninle birlikte hidâyete uyacak olursak, yerimizden (yurdumuzdan ve konumumuzdan) çekilip-kopartılırız. Oysa biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her-şeyin ürününün aktarılıp toplandığı, güvenli bir harem'de yerleşik kılmadık mı? Fakat onların çoğu bilmiyorlar” (Kasas 57).

M. Hanefi Palabıyık şöyle der:

“Şeriat, batılı anlamdaki hukuktan farklı bir şeydir, çünkü din hayat-şeklidir, hem âmme hem husûsî hukuk alanlarını kapsar. Kişilerin bir-birleriyle, kişinin devletle ve devletin başka devletlerle olan ilişkilerini de düzenler ve toplum hayâtını düzenleyici kurallar koyar.

Din ve siyâsi işler arasında ayrımlarının yapılmadığı İslâm düşüncesinde, ilk dönemlerde, dîni otorite ile siyâsi otorite aynı şahsın elinde toplanmıştır. İdâreciler, hem dîni hem de siyâsi otoriteye sâhip bulunmuş ve her ikisini birlikte kullanmışlardır. Bulundukları yerin camiinde imam olarak mü’minlerin önüne geçip namaz kıldırmış, savaşta ordunun başına geçip kumandan olmuş ve barışta yönetim kademelerinin başında bir icrâcı olarak görev yapmışlardır. Hz. Muhammed, merkezî olsun, tâlî olsun devlet başkanlığı ile câmi imamlığını birleştirmiş bulunuyordu. Hayatta olduğu müddetçe; peygamberlik, dîni başkanlık, kânun koyuculuk, baş hâkimlik, ordu komutanlığı ve devlet başkanlığı fonksiyonlarını şahsında toplamış ve bunları îfâ etmiştir. Hz. Peygamber’in bir-çok tasarrufu gibi yasama (Bu “yaşam”a Allah’ın şeriatını yürürlüğe koymak demektir H.G.), yürütme ve hattâ yargıyı kendi şahsında bulundurmasından dolayı, İslâm’da “kuvvetler ayrılığından söz edilemez” gibi bir temel yargıya varılmaktadır”.

İslâm, o günkü Dünyâ devletlerine bakarak her-hangi bir kânun/kural almamıştır. Böyle bir şey olmuş olsaydı, o şeyin alındığı devlet “iyi devlet” olacağından, tamâmen o devlet kopya edilirdi. 

Peygamberimiz müşriklerin hiç-bir dâvetini/önerisi kabûl etmeyerek Allah’tan başka bakış-açılarını desteklememiştir. Onlara katılarak desteklememiştir ve düzenlerini onaylamamıştır. Kur’ân’a baka-baka, Kur’ân’ı okuya-okuya oy verilemez çünkü.

Ali Şeriati’ye göre “ılımlı”lar şunu demeye getiriyorlar:

"Peygamber dönemi İslâm devriminin ideâllerini biraz olsun hafifletin. Zamânın değişmiş olduğunu kabûl etmelisiniz artık. Bu-günün İslâm’ı da Mekke ve Medîne arasındaki bölgeye sıkışıp kalmış değildir; bir ucu İran'da bir ucu da Bizans'tadır. Ali'nin ideâlist ülküleri ve kuru adâlet isteğinin etkisinde kalmayınız. Kardeşinin bile ona dayanamayıp Muâviye'ye sığındığını biliyorsunuz. Durum böyleyken daha dün Kisra ve Sezar’ların yönettiği kimselerden onun yaptıklarına dayanmasını nasıl bekleriz? Günümüzdeki değişikliklere gerçekçi bir gözle bakacak olursanız; Emevi rejiminin güç, siyâset, akıl ve altını İslâm’i değerleri yüceltmek, İslâm ülkesini genişletmek, küfür dinleriyle savaşıp İslâm’ı yaymak, Dünyâ’da İslâm’ı saygın hâle getirmek, müslüman toplumu uygar toplumlar düzeyine çıkarmak, şehirleri mâmur kılmak, halkın refah seviyesini yükseltmek, batı ve doğu uygarlıklarından alıntılar yapmak için kullanıldığını siz de göreceksiniz! Dolayısıyla "Ne yapmalı?" diyorsanız; siz de bizim gibi düzenle iş-birliğine geçiniz. Darbe girişimlerini ve siyâsi çekişmeleri bırakınız. Hak, adâlet, imâmet, takva, zâhitlik ve sünnet gibi kavramlar üzerinde tartışmayı bırakın. Bunlar insanlara yarar sağlamıyor. Bunların nasıl bir sonuç verdiğini defâlarca gördük. Hep yenilgiyle sonuçlandı. Üstelik halife, (lîder) İran ve Bizans'a, Hristiyanlık ve Mecûsiliğe karşı cihad yapmaktadır. Dolayısıyla halifeye karşı isyâna kalkışmak onu dış cephede geriletecek ve İslâm’ın gücünü azaltacaktır. Bu yapılmamalıdır. Siyâsî mücâdeleye kalkışmayı da, bir köşeye çekilip sinmeyi de bırakalım. Gerçekleri kabûllenip, halkın yararına çalıştığı sürece onu güçlendirmeye çalışalım. Yanlışlarını da gücümüz yettiğince denetleyip düzeltelim. Bunu da ancak düzenle iş-birliği yapmamız durumunda gerçekleştirebiliriz. Güçsüz insanların yarârına çalışmak, mazlumların hakkını almak, hayırlı işler yapmak, yoksullara yardım etmek, hattâ dînî faaliyetlerde bulunmak, toplumu iyileştirmek ve ahlâki bozulmalarla savaşmak bile ancak düzenle anlaşıp, güç ve makam elde edilirse mümkün olabilir”.

Ali Şeriati:

“İnançlı kimseler, yaşam ve değerlerini, güçlü oldukları dönemlerde cihadla; güçsüz ve bütün mücâdele imkânlarından yoksun oldukları dönemlerde ise şehâdetle güvence altına alırlar, ılımlılıkla (demokrasi) değil” der.

“Oy vermek gibi fiillerin, oy verenlerin niyetine göre yâni eğer kişi "bunlar bu bozuk düzeni düzeltebilirler" gibisinden düşünerek oyunu kullanıyorsa o zaman bu şirk değildir diyebilir miyiz?” diye bir soruya şöyle cevap verilmiştir:

“Dikkat edilmesi gereken ve zaman-zaman bir-çok kişilerin istismârına yol açan bir konu vardır. Bu da amel-niyet ilişkisidir. Bir-çok insanlar -ameller niyetlere göredir- hadisinin arkasına sığınarak amel-niyet münâsebetini çok çarpık bir şekilde yorumlamışlardır. Özellikle bunlar bulundukları mevki ve makamlardan tağutun kendilerine bahşettiği imkânlardan vazgeçmeyenlerdir. Bunlar durumlarını meşrûlaştırmak ve İslâm’i bir kılıfa sokmak isterler. Bunun için bir-takım dînî ıstılahları özellikle dînin temel kaynağı durumunda olan Kur’ân ve Sünnet’ten deliller getirerek kendi basit zevklerini ve dünyevî çıkarlarını ilâhi bir temele dayandırmaya çalışırlar. Zâten bu târih boyunca da hep böyle olmuştur. Krallar ve hükümdarlar bile makamlarını meşrûlaştırmak için zaman-zaman durumlarını ilâhi bir kaynağa dayandırma ihtiyâcını hissetmişlerdir. Eski Mısırlılarda Firavun Tanrının oğludur. Hükümdarlık yetkisini Tanrıdan almıştır. Çinlilerde de durum böyledir. Kral semâvi hükümdarın oğludur”.

Şeriatın haram ve küfür gördüğü bütün ameller niyete göre midir ki bu durum niyete göre olacak?.

Bütün İslâm alimlerine göre; iyi niyet, dince yasaklanmış olan bir işin yapılmasına cevaz değildir. Ve o işin kötülük ve günah vasfını da ortadan kaldırmaz. Ancak dînin hoş gördüğü ve İslâm’ın temel prensipleriyle çatışmayan şeriata uygun ameller niyete göredir ve ancak böyle işler için yapılan niyetler sevap getirir.

Şeriatın haram veya küfür gördüğü ameller asla niyete göre değildir. Bir Müslüman, şirk, küfür ve haram olan bir ameli işlerken onu iyi niyetle işliyor olsa bile bu küfürdür, iyi niyeti onu müşrik olmaktan kurtarmaz. Müşrikler bile putlara ibâdet ederken iyi niyetli olduklarını, niyetlerinin Allah’a yaklaşmak olduğunu dile getiriyor ve şöyle diyorlardı: 

“Biz onlara ancak bizi daha çok Allah’a yaklaştırsın diye ibâdet ediyoruz” (Zümer: 3).

Ameller niyetlere göredir hadisini küfür ve şirk ameller için kendilerine bir ruhsat gören kimselere sormak lâzım; Resûlullah kendisine teklif edilen “dâr-un nedve” ve câhiliyye parlamentosunun başına geçme teklifini; “ameller niyete göredir” deyip ben bunların küfür meclisine gireyim, çaktırmadan yavaş-yavaş İslâm’i tebliğ ederim, hem müslümanlara yapılan işkence ve eziyetleri önlerim” demiş midir? dememiştir. Ama Resûlullah tam tersini yapmıştır.

Dîni, hayâtının birinci kısmına koyanların oy kullanması düşünülemez.

Partinizi mi daha çok seviyorsunuz yoksa Allah’ı, peygamberi, Kur’ân’ı, İslâm’ı mı?

“Onlara, yer-yüzünde bozgun çıkartmayın” dendiğinde, “tam tersine, bizler ıslah edicileriz; barış ve esenlik getirenleriz” demişlerdir. Dikkat edin, gerçekte onlar, bozgun getirenlerin ta kendileridir de bunun bilincinde olmuyorlar” (Bakara 11-12).

Bir makâlede şöyle denir: “İnsanlar kendilerine tebliğ edilen dindeki temel ilke ve değerlerini baz alıp her devirde karşılaştıkları farklı olaylara bu ilâhi ilke ve değerler üzerinden çözümler üreteceklerine ve yaratıcının din göndermekteki esas maksat ve gâyesine uygun olacak şekilde hükümler/içtihatlar çıkaracaklarına; somut olarak olayların kendilerini esas almış ve bu olaylardaki hükümleri ve şekilleri değişmez evrensel kurallar olarak her devirde uygulamaya çalışmışlardır.

“Allah neden insanlarla irtibâta geçerek onlara bir “din” göndermiştir? Allah insanlara din gönderirken nihâyetinde nasıl bir Dünyâ’nın teşekkülünü arzu etmiştir?” diye sormuştum.

Elbette ki Allah’ın insanlara din göndermesinde, insanlar açısından istenen ve olması beklenen en nihâi amaç yer-yüzünde “selamete, emniyet ve barışa dayalı, sosyal adaletin ve Allah indinde eşitliğin hüküm sürdüğü, insanların bir-birlerini öldürmedikleri, fuhşiyattan ve toplumsal yozlaşmadan uzak” bir ortamın -âdetâ cennet ortamının- teşekkül etmesidir. Dînin temel ve nihâi amacı bu Dünyâ’nın geçiciliğini göstermek, dünyevî meta uğruna, geçici şeyler uğruna kan dökmenin, fesat çıkarmanın yanlışlığını ortaya koymak, herkesin Allah’ın kulu olmasından ve tevhidden hareketle Allah indinde eşitliğe ve sosyal adâlete dayalı bir toplumsal yapı meydana getirmek, kimsenin kendine/kendi yakınının başına gelmesini istemediği kötü ve gayr-i ahlâki davranışların olmaması için insanların yaptıklarından sorumlu olacaklarını hatırlatmak ve bunun sonucunda Dünyâ’yı âdetâ cennet misâli huzur ve barış dolu bir bahçeye çevirmektir”.

“Hevâ ve hevesinin peşinde gidenleri destekleme” der Kur’ân: “Buna rağmen sana icâbet etmeyecek olurlarsa, artık bil ki, onlar, gerçekten kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymaktadırlar. Oysa Allah'tan bir kılavuz (doğru yol gösterici) olmaksızın, kendi istek ve tutkularına (hevâsına) uyandan daha sapık kimdir? Şüphesiz Allah zulmeden bir kavme hidâyet vermez” (Kasas 50).

Rab yetiştiren, terbiye eden demektir. Her konuda bir terbiye. Kur’ân, Allah her-şeyin Rabbidir diyor. Ama gel gör ki meclisin rabbi olamıyor. İnsanlar bu seküler meclisi desteklemekle Allah’ın mecliste/kânunlarda/kurallarda/hayatta rablik yapmasına izin vermiyor ve rabliği sâdece entelektüalitede bırakıyor.

Ne yâni; Allah’tan başka hüküm verecek olanlara oy vermekle, yâni Allah’tan başkalarının keyiflerine göre ahkâm kesmeleri ile, Allah’ın Cebrâil aracılığı ile alemlere rahmet Peygamberimize getirdiği vahiylerin olduğu Kur’ân hükümleri aynı mıdır diyorsunuz?

Ellerinde Kur’ân var. Kendilerini Kur’ân talebesi, Kur’ân okuyucuları/halkaları/meclisleri vs. olarak kabûl ediyorlar. Fakat zihinlerini/kâlplerini Kur’ân inşâ etmemiş. Bu nedenle de eylemlerini Kur’ân-merkezli yapmıyorlar-yapamıyorlar. Söylemleri ile eylemleri birbirini tutmuyor:Bu, onların îman etmeleri sonra (Allah’tan başkalarına uyarak) inkâr etmeleri dolayısıyla böyledir. Böylece kâlplerinin üzerini mühürlemiştir, artık onlar kavrayamazlar” (Münâfikûn 3).

Kur’ân okuyorlar ama Kur’ân’daki şeriata düşmanlar.

Kur’ân okuyup da oy vermekten rahatsızlık duymamak da nedir? Yeminle söylüyorum: Vallâhi, billâhi, tallâhi; Kur’ân ve demokrasi-oy vermek ve hele ki bu ideolojinin ürünleri olan partilerin tutumunun uyuşması-uzlaşması ve yan-yana gelmesi söz-konusu bile olamaz. Bunu kabûl etmeyenlerin Kur’ânî-İslâm’i bir dayanakları yoktur. Dayanakları hevâ ve hevesleri, çıkarları, gereksiz ve aşırı bağlılıklarından başka bir şey değildir.

“Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var? İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlaka sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki siz ne hüküm verirseniz o, mutlaka sizin kalacak diye” (Kalem 37-39).

“Yoksa onların bir-takım ortakları mı var ki, Allah'ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine bir şeriat kıldılar? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm (karar) verilirdi. Gerçekten zâlimler için acı bir azap vardır” (Şûra 21). Bu uyarıdan sonra söylenmesi gereken şey şudur:

“Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidâyette olduklarını sanırlar” (Zuhrûf 37).

 “Şu hâlde, sen bundan dolayı dâvet et ve emrolunduğun gibi doğru bir istikâmet tuttur. Onların hevâ (istek ve tutku)larına uyma. Ve de ki: Allah'ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adâletli davranmakla emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. Bizimle aranızda deliller getirerek tartışma (ya, huccete gerek) yoktur. Allah bizi bir-araya getirip-toplayacaktır. Dönüş O'nadır” (Şûra 15).

Şu emir önce ilk muhatap Hz. Muhammed’e verilmişti, şimdi de bize söylüyor: “Sonra seni bu emirden bir şeriat üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin hevâ (istek ve tutku)larına uyma” (Câsiye 18).

Saff 9. âyeti Ahmet Tekin şöyle çevirmiştir: O, Resûlünü bir hidâyet rehberi olan Kur’ân ile ve toplumunuzda hakça düzeni gerçekleştirecek Hak Din ile, âdil bir şeriatla, gerçek medenî kuralları öğretmekle görevli özgürce sorumluluklarını yerine getirmek üzere gönderendir. İlâhlığında, otoritesinde, mülkünde, tasarruflarında, Allah’a ortak koşan, başka otoriteleri olan müşrikler istemeseler de dînini, düzenini bütün inançlara, medeniyetlere, rejimlere üstün ve hâkim kılmak için göndermiştir”.

Oy vermek şirk olduğu için oy verenler de müşriktirler. (Tabi oy kullananların çoğu bunun farkında değil)Şu-hâlde sen, kendilerine vâdedilen (azap) günlerine kavuşuncaya kadar onları bırak; dalıp-oynasınlar, oyalansınlar” (Meâric 42).

Müslümanların yapması gereken şey oy vermek değildir, Nâziât 17-19’un dediğini yapmaktır. “Firavun'a git; çünkü o, azdı. Ona de ki: Temizlenmek ister misin?'. Seni Rabbine yönelteyim, böylece (O'ndan) korkmuş olursun” (Nâziât 17-149). Zîrâ “ben sizin en yüce rabbinizim diye bağıran-bağırana..

Oy alanlar, oyalayanlardır. En çok oy alanlar, en çok oyalayanlardır. Yurt-dışı seçmenleri ile birlikte 55 milyon seçmen var. Son cumhurbaşkanlığı seçiminde 13 milyon kişi oy kullanmadı. Oy kullanmamak gâyet doğal bir şey yâni. O kadar paniğe kapılmaya gerek yok.

 

Dünyâ’nın beti-bereketi kalmadı. Çünkü Allah’ın kânunlarına/yasalarına göre hareket edilmiyor: “Eğer onlar (insanlar ve cinler), yol üzerinde dosdoğru bir istikamet tuttursalardı, mutlaka Biz onlara bol miktarda su (rahmet) içirir (tükenmez bir rızık ve nîmet verir)dik. Ki, kendilerini bununla denemek için. Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, (Allah), onu gittikçe şiddeti artan bir azâba (sıkıntıya) sürükler. Şüphesiz mescidler, (yalnızca) Allah'a âittir. Öyleyse, Allah ile berâber başka hiç-bir şeye (ve kimseye) kulluk etmeyin (duâ etmeyin, boyun eğmeyin, tapmayın)” (Cin 16-18)

 

“Göklerde ve yerde büyüklük O'nundur. O, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Câsiye 37).

 

“Göklerde ilah ve yerde ilah O'dur. O, hüküm ve hikmet sâhibidir, bilendir” (Zuhrûf 84).

“Göklerin ve yerin yönetimi Allah'a âittir. Saat (Dünyâ’nın sonu) gerçekleştiği gün, işte o gün (oy kullanarak Allah’ın âyetlerini etkisiz kılmaya çalışıp) bâtılı savunanlar hüsrâna uğrayacaktır” (Câsiye 27).

“Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” (Tekvir 29). Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Her-şeyi kendi irâdenize bağlamayın.

“Artık onlar, bundan sonra hangi söze inanacaklar?” (Mürselât 50).

Kâinât O’nun hukûkuyla hareket eder ve O’nun hukûkunu dillendirir sürekli. Meselâ kumru kuşu: “hukûûk Hu!, hukûûk Hu!” diye öter. Yâni der ki: O’nun hukûku, O’nun hukûku…

Demokrasi hakkındaki bâzı sözler:

“Eğer oy vermek bir şey değiştirseydi yasaklanırdı” Emma Goldman.

"Demokrasi oy vermek değil, oyların sayılmasıdır" Tom Stoppard.

Demokrasi iki-yüzlülüktür; Eğer demokrasi özgürlükse, neden bizim insanlarımız özgür değil?. Eğer demokrasi adâletse neden biz adâlete sâhip değiliz?. Eğer demokrasi eşitlikse neden biz eşitliğe sâhip değiliz? Malcom X.

“Kelimenin tam anlamıyla gerçek bir demokrasi hiç-bir zaman vâr-olmadı ve vâr-olmayacaktır” Jean Jacques Rousseau.

“Demokrasinin  kötü olan bir yönü çoğunluğun tiranlığına dönüşmesidir” Lord Acton.      

“Bütün despotizmler içerisinde demokrasi, en az dayanıklısı olmakla birlikte en kötüsüdür” Fisher Ames.

“Çoğunluğun azınlık tarafından yönetimi tiranlıktır; azınlığın çoğunluk tarafından yönetimi de tiranlıktır. Her iki durumda da “senin istediğin gibi değil, bizim istediğimiz gibi yapacaksın” kuralı geçerlidir” Herbert Spencer.

“Bireysel çıkar değil, asıl grup-çıkarı tehlikelidir” Friedrich A. von Hayek.

“Hiç-bir şey çıkar-gruplarının etkisinden daha tehlikeli değildir” Jean Jacques Rousseau.

“Kânunları zenginlerin çıkarı için yapıyorsunuz” Euripides.

“Parlamentonun kapıları fakirlere kapalıdır” Ovid.

“Demokrasi konusundaki eleştirilerin nedeni, devletin çoğunluğun üzerinde anlaşmış olduğu kararlara hizmet ettiği düşüncesi değildir, asıl îtiraz çoğunluğun, holdinglerin ve çeşitli çıkar-gruplarının isteklerine hizmet etmek zorunda kalmasıdır” Friedrich A. von Hayek.

“Demokrasi keyfi güçten başka bir şey değildir” Pierre Joseph Proudhon.

“Demokrasi gizli bir aristokrasidir” Pierre-Joseph Proudhon.

“Demokrasi despotizme dönüşür” Eflatun.

“Demokrasi despotizmdir. Genel irâdenin onaylamadığı bir yürütme oluşturur” Immanuel  Kant.

“Demokrasi despotizmin en ileri şeklidir” Aristo.

“Demokratik kurumların özgürlüğü ve medeniyeti er ya da geç mahvedeceği konusunda iknâ olmuş bulunmaktayım” Thomas Babington Macaulay.

“Karşı-karşıya kaldığınız aşılması zor sorunları, mevcut düşünce yapınızla çözemezsiniz. Çünkü bu sorunlar, mevcut düşünce yapınızın ürünüdürler” Einstein.

“Demokrasi câhil kitlelerin egemen olduğu bir yönetim şekline dönüşebilir” Aristoteles.

“Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devâm edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar” Platon.

“Demokrasilerde önce oyunuzu kullanırsınız, sonra emrederler, diktatörlükte oy kullanmanıza gerek kalmaz” Charles Bukowski.

“Demokraside, yüz bin tane fakir sandığa gider, sandıktan bir tâne zengin çıkar” Ali Şeriati.
 
“Politikacıların anladığı şekliyle demokrasi bir yönetme biçimidir; yâni insanlara, kendi istediklerini yaptıkları sanısıyla lîderlerin istediklerini yaptırma yöntemidir. Böylece, devlet eğitimi belirli bir eğilime yönelmiştir. Bu eğitim gençlere toplumdaki kurumlara saygılı olmalarını, egemen güçleri işin özüne ilişkin olarak eleştirmekten sakınmalarını, başka uluslara kuşku ve nefretle bakmalarını elinden geldiğince öğretir” Bertrand Russell.
 
“Özgürlük ve Demokrasi kelimelerini sürekli duyduğunuz dakika şüphe edin. Gerçekten özgür memleketlerde kimse size özgür olduğunuzu, sürekli vurgulamaz” Jacque Fresco.

“Avrupa, gerileme hâlinde olan bir âlemdir. Demokrasi, devletin gerilemiş biçimidir” Nietzsche.
     
“Ver oyunu, gör oyunu!” “Kim daha oy alıyor/oyalıyor?” "Oy, oy!" diye halktan rey dilenenler, iş-başına geçtiklerinde halkı "of, of!" diye inletirler. Buna rağmen oyun devâm eder”.

“Oy vermek kötü bir alışkanlıktır. Peygamberimiz “Allah’ım alıştırma” diye duâ ederdi sık-sık.

Oy kullanmak, dîne yapılan bir ihânettir.

Demokratik partilerin tümü hizbuş-şeytandır, karşısında ise ancak hizbullah olabilir.

Demokrasi de yine bir aristokratlar yönetimidir. Aristokratlar (parayla soy kazananlar) çoğalınca böyle bir yola baş-vrulmuştur.

Demokrasinin iyi yanları varsa İslâm bunu zâten şûrâ içinde eritmiştir. Bu nedenle Voltaire şûrâ’nın bâzı özelliklerini Osmanlı devlet yönetimi içinde görünce şöyle der: “Türk devleti bir demokrasidir”.

Demokrasi, Allah’ın egemenliğine karşı, halkın egemenliğini ortaya koymaktır. Allah’ın mutlak hükümranlığına karşı, halkın mutlak hükümranlığıdır. Demokrasi, Allah’ın kânunlarına karşı halkın kânunlarıdır.

İnsanların çıkaracağı kânunlar Şeytan’ın kânunları olacaktır. Çünkü insan nefsine uygun olarak düşünür ve iş yapar.

Demokrasi için oy kullanan “inananlar” müşriktir.

“Hak olan çağrı (duâ, ibâdet) yalnızca O'na (olan)dır. Allah'tan başka çağırdıkları ise, onlara hiç-bir şeyle cevap veremezler. (Onların durumu) yalnızca, ağzına gelsin diye, iki avucunu suya uzatan (ın boşuna beklemesi) gibidir. Oysa ona gelmez. İnkâr edenlerin duâsı, sapıklık içinde olmaktan başkası değildir” (Ra’d 14).

Bir de müslümanlar şirke varan şöyle bir yanlışa kapılıyorlar; “İslâm’ı demokrasi üzerinden ortaya koymak ve güyâ yaşamak”. Bunun için de demokrasiyi savunuyorlar. Bu büyük bir tâvizdir ve bu tâviz diğer tâvizlerin de verilmesine neden olacak ve inancı laçkalaştıracaktır. Peygamberimiz bu nedenle müşriklere hiç-bir tâviz vermeyerek meşhur; “Bir elime Güneş’i, diğer elime Ay’ı verseniz dâvamdan vazgeçmem ve sizin önerilerinize uymam” demiştir.

Râsim Özdenören:

“Eğer İslâm’i bir ortamın oluşturulması amaçlanıyorsa, bu, İslâm’ın öngördüğü yöntemle gerçekleştirilebilir. Demokrasinin kolaylıklarından yararlanarak ulaşılabilecek her sonuç demokrasinin mülâhazat (düşünce) hânesine bir artı olarak kaydolur. İslâm’ı, başkalarının lütuf ve ihsânıyla gerçekleştirilebilecek bir hedef olarak hayâl etme yerine, onun kendi asal yöntemiyle gerçekleştirilmesini hedef almak İslâm’ın rûhuna uygun düşer” der.

Peki yönetenler ile onları seçenler aynı mıdır?. Yâni aynı mesûliyette midirler?. Şu formülü söylemenin tam sırası: “Mevcut sistem-ideoloji (demokrasi) altında oy kullananlar ve yönetenler ya câhildir ya da şerefsiz”. Yaptığı şeyi cehâleten yapıyorsa belki mahsurlu sayılabilir. Fakat yaptığı şeyi, dîne rağmen bile-isteye yapıyorsa şerefsizdir. Tabi bile-isteye yapanların sayısı çok düşüktür.

Bir yazıda şunlar söylenir:

“Bilindiği üzre günümüz beşeri hukûku, Kur’ân’daki âyetlerin topluma direkt temas eden kısımlarını nesh etmiştir. Yâni, başka bir mânâda bu beşeri hukuk ve onun ardında bulunan şer-odakları laiklik adı altında Allah'a ve Resûl'üne harb îlân etmişlerdir.

Farz-ı muhâl, siz Allah'ın hükümleriyle hükmedilmek isterseniz, sizi beşerî mahkemelerinde yargılarlar (Anayasanın 24. maddesi gereği H.G.) ve ömrünüz boyunca bedel ödersiniz. Tıpkı Peygamber dönemindeki mü’minler gibi..

Peki, peygamber dönemindeki mü’minler "Din, Allah'ın oluncaya kadar" yâni dîni kendi yaşamlarına hukuk ve sosyâl anlamda egemen edinceye kadar gerek canlarıyla gerek fikirleriyle mücâdele etmişken ve bu mücâdeleye katılmayan bâzı müslümanların ölüm sırasında canlarının melekler tarafında nasıl alınacağı âyetler tarafından apaçık anlatılmışken, günümüzdeki muvahhid kardeşlerimiz neden laiklik gibi bir sistemi bu kadar yüceltmektedirler?

“Gerçekten Tevrât'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır. İslâm olmuş peygamberler, onunla yahûdilere hüküm verirlerdi, kendilerini Tanrıya vermiş zâhidler ve âlimler de "Allâh'ın Kitabını korumakla görevlendirildiklerinden onunla (hüküm verirlerdi) ve onu gözetip kollarlardı. (Ey hâkimler), insanlardan korkmayın, benden korkun ve benim âyetlerimi az bir paraya satmayın! Kim Allâh'ın indirdiği ile hükmetmezse işte kâfirler onlardır” (Mâide 44).

Bu âyet müslümanlara hitâp eder. Bildiğimiz üzre Kur’ân bir mûseviye, bir müslümanın şeriatının uygulamasını emretmez”.

Siyon protokôllerinde:

Halka muayyen bir müddet için kendi-kendini idâre etme yetkisi vermek, onları düzensiz bir güruh hâline getirmeye yeter. Ondan sonra orada öldürücü bir didişme ortaya çıkar ve kısa zamanda sınıf mücâdelesine dönüşür. Bu durumun içinde devletler yanıp yok olur ve onların değeri bir kül yığını derecesine iner. Halk temsilcilerinin değiştirilme imkânı, onları bizim emrimize tabi hâle getirdi ve böylece bize onları tâyin etme kuvveti verdi.

Kesin bir çoğunluk têsis edebilmek için sınıf ve vasıf farkı gözetmeden herkese rey verdirmeliyiz. Çünkü kesin çoğunluk, eğitim görmüş servet sâhibi sınıfların reyleri ile elde edilemez. Bu hususta herkese kendine fazla önem verme hissi telkîn ederek yahudi olmayanlar arasında âilenin, tahsil ve terbiye ile ilgili değerlerinin önemini yok edeceğiz Liberâlizm anayasal devletleri meydana çıkardı. Bunlar yahudi olmayanların yegâne koruyucusunun yâni istibdâdın yerini aldılar; ve bir anayasa ise gâyet iyi bildiğiniz gibi bir anlaşmazlık, yanlış anlama, çekişmeler, uyuşmazlıklar, semeresiz parti kışkırtmaları, parti kaprislerinin okulu olmaktan başka bir şey değildir. Kısaca devlet-işlerinin şahsiyetini yıkmaya hizmet eden her şeyin okulu. Konuşmacıların kürsüsü de basından daha az tesirli değildir. İdârecileri hareketsizliğe ve güçsüzlüğe mahkûm etmiş ve bu sûretle onları faydasız ve lüzumsuz kılmıştır. Gerçekten bir-çok memlekette idâreciler bu sebepten dolayı mevkîlerinden indirilmişlerdir. O zaman cumhuriyetler devri bir imkân dâhiline girdi ve gerçekleştirilebildi ve sonra biz hükümdârın yerine bir yönetim karikatürü, bizim kuklalarımız, kölelerimiz olan mahlûklar arasından, avamdan alınan bir başkan geçirdik. Bu bir mayın döşeme idi ki biz yahudi olmayan halkın altına döşedik. Hattâ yahudi olmayan bütün halkların altına demeyi tercih ederim” denir.

İslâm bizim çağrımıza uymayacak, biz İslâm’ın çağrısına uyacağız.

Allah’tan başka hüküm koyanların hükümleri zannî hükümlerdir. Bu nedenle de sürekli bir değişime tâbi tutulmak zorundadırlar. Bu değişimin sonunda ise bir taraf sevinirken diğer taraf üzülür. Ve hiç-bir zaman genel bir iyiliğe ulaşılamaz. Allah’ın hükümleri ise değiştirilemez hükümlerdir. Beyinsizler bunu bilemese de.

Allah Kur’ân’da fırkalaşmayı yâni parti kurmayı yasaklıyor. Parti kurmak partileşmek-fırkalaşmaktır zîrâ. Bir-kere parti kurulduğunda yâni fırkalaşıldığında ayrışma da başlar ve toplum o anda bölünmeye başlar ki bölünme bir-kez başladığında, artık ayrışma durdurulamaz. Kur’ân’da “fırka-parti” hep olumsuz anlamda kullanılır ve sakındırılır:

“Siz (müslümanlar) onların size inanacaklarını umuyor musunuz? Oysa onlardan bir fırka, Allah'ın sözünü işitiyor, (iyice algılayıp) akıl erdirdikten sonra, bile-bile değiştiriyorlardı” (Bakara 75).

“Sonra (yine) siz, bir-birinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyordunuz. Oysa onları çıkarmanız, size haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir” (Bakara 85).

“Ne zaman bir ahidde bulundularsa, içlerinden bir fırka onu bozmadı mı? Hayır, onların çoğu îman etmezler. Ne zaman onlara Allah katından yanlarındakini doğrulayan bir elçi gelse, kitap verilenlerden bir fırka, sanki bilmiyorlarmış gibi Allah'ın Kitabını arkalarına attılar” (Bakara 100-101).

Ey îman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir fırkaya boyun eğecek olursanız, sizi îmânınızdan sonra tekrar küfre döndürürler” (Âl-i İmrân100).

Hep birlikte Allah'ın ipine yapışın, fırkalara-partilere bölünüp parçalanmayın..” (Âl-i İmran 103).

Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra çekişmeye girip fırkalar-partiler hâlinde parçalananlar gibi olmayın. Onlara büyük bir azap vardır” (Âl-i İmran 105).

“Bu benim dosdoğru olan yolumdur. Şu hâlde ona uyun. Sizi O'nun yolundan ayıracak fırkalara-partilere uymayın. Bununla size tavsiye etti, umulur ki korkup sakınırsınız” (En-âm 153).

“Gerçek şu ki, dinlerini parça-parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç-bir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah'adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir” (En-âm 159).

“Kendilerine ilim geldikten sonra, sâdece aralarındaki kıskançlık ve azgınlık yüzünden fırkalara-partilere bölündüler. Eğer belli bir süreye kadar erteleme sözü Rabbinden gelmiş olmasaydı, aralarında iş mutlakâ bitirilirdi. Onların ardından Kitap'a mîrasçı olanlar da onun hakkında, işkillendiren bir kuşku içindedirler” (Şûra 14).

İslâm’ın sistemini bozan, ümmeti kutuplara ayıran etken işte bu fırkalaşmalar olmuştur/oluyor.

Şu âyetler demokrasiyi yerin dibine geçirir:

"Bu-gün size dîninizi kemâle erdirdim; üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve İslâm’ı sizin için uygun gördüm" (Mâide 3). Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: "Size, sarıldığınız müddetçe asla sapıtmayacağınız iki tâne esas bıraktım: Allah'ın kitabı ve O'nun gönderdiği peygamberin sünneti." (Hakim Müstedrek, 289)

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin ve sizden olan emir sâhiplerine itaat edin. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve âhiret gününe gerçekten îman etmiş iseniz, bu anlaşmazlığı Allah'a ve Resûlü'ne arz edin. Bu daha iyidir; sonuç bakımından da daha güzeldir" (Nîsa, 59) Âlimlerin de belirttiği gibi Allah'a arz etmek, kitabına arz etmektir. Peygambere arz etmek ise, sünnetine arz etmek demektir. Allah (azze ve celle) şöyle buyurmuştur: 

"Hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah'a âittir" (Şûrâ 10).

"Sonra, seni din konusunda bir şeriat ve düzen-sâhibi kıldık. Sen ona uy ve bilmeyenlerin arzularına uyma" (Câsiye 18). 

"İşte bu benim dosdoğru yolum. Artık O'na uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça-parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah, kendisinden sakınasınız diye emretti" (En-am 153). 

“De ki: "Pis ile temiz bir olmaz, pis olanın çokluğu ilgini çekse bile. O hâlde ey temiz özü, düşünür beyni olanlar, Allah'a sığının ki, kurtuluşa eresiniz!” (Mâide 100).

“Sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Zîrâ sen doğru yol üzeresin” (Zuhruf 43). 

"Eğer onlar sizin îman ettiğiniz gibi îman ederlerse muhakkak ki doğru yolu bulmuşlardır. Ancak eğer yüz çevirirlerse muhakkak ki onlar derin bir ayrılığa düşmüş olurlar. Allah onlara karşı sana yeter. O, hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir" (Bakara 137). 

Allah’ın hükümlerinin yerine başka hükümlerle hükmedilmesini destekleyenler yoldan çıkmışlardır (fâsık). Bu kişiler insanların büyük çoğunluğunu oluşturur:

"Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; onların arzularına uyma ve seni Allah'ın sana indirdiği şeylerden uzaklaştırmalarından sakın. Eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah onları bâzı günahlarından dolayı bir belaya çarptırmak istemektedir. Muhakkak ki insanların çoğu fasıktırlar" (Mâide, 49).

“Onların çoğunluğu zandan başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç-bir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yûnus 36).

“Allah hak ile hükmeder. Oysa O'nu bırakıp taptıkları hiç-bir şeye hükmedemezler. Şüphesiz Allah işitendir, görendir” (Mü’min 20).

"Sizin Allah dışındaki taptıklarınız, Allah'ın kendileri hakkında hiç-bir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın koyduğu isimlerden başka bir şey değildir. Hüküm yalnızca Allah'a âittir. O, yalnızca kendisine ibâdet edilmesini emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler" (Yusuf 40).

"Allah ve Resûlü bir konu hakkında hüküm verdikleri zaman, mü'min bir erkeğin veya mü'min bir kadının kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Artık kim Allah'a ve Resûlü'ne isyân ederse derin sapıklıkla sapıtmıştır" (Ahzâb 36).

"Ey Ademoğulları! Ben size Şeytan’a kulluk etmeyin; çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır. Ve bana kulluk edin; bu benim dosdoğru yolumdur demedim mi?" (Yâsîn 60).

"De ki: Allah'ın size indirdiği rızkın bir bölümünü helâl kılıp bir bölümünü de haram kıldınız. De ki: Allah mı size izin verdi yoksa ona iftirâ mı atıyorsunuz?" (Yunus 59).

“Yoksa onların, Allah'ın Dîninde yasaklamış olduğu bir şeyi meşrû kılacak ortakları mı vardır” (Şûrâ 21).

Şu hadis de mânidardır:

“Abdullah bin Mes'ud (radıyallahu anhu) şöyle rivayet etmiştir: "Bir-gün Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bize bir çizgi çizdi. Ve “bu, insanı Allah-u Teâlâ'nın rızâsına kavuşturacak olan doğru yoldur, dedi. Sonra, bu çizginin sağına ve soluna ayrı-ayrı çizgiler çizdi ve bu yolların her-birinin başında o yola çağıran bir şeytan durur, buyurdu. Sonra; “İşte bu benim dosdoğru yolum; artık ona uyun” âyetini okudu” (İ. Ahmed müsnedinde 4142 ve 4437 nolu hadis.)

Ali Şeriati:

“Hükmetmeyen İslâm, İslâm olmadığı gibi, İslâm’ı hükmettirmeyenler de müslüman değillerdir.

İnsanlık, liberâlizme vararak, kurtuluşunun anahtarı diye, teokrasi yerine demokrasiyi kabûl etti. Bu kez, demokrasinin teokrasi kadar aldatıcı olduğu, zâlim bir kapitâlizmin tuzağına düştü. Liberâlizm, yalnızca, saldırı ve yağmalamada bir-birleriyle yarışan atlılara hürriyetin tanındığı bir arena olarak kendini gösterdi” der.

Hz. Muaz Allah Resûlü'ne (s.a.v.) sorar:

Başımızdaki âmirler şâyet senin sünnetine, senin getirdiğin emir ve hükümlere uymazlarsa, bize ne emredersin?” sualine cevâben Allah Resûlü: ''Allah'a itaat etmeyene itaat yoktur'' diye buyurur.

Modern müslüman, papaz tarafından değil ama, imam tarafından vaftiz olmaya râzı olan müslümandır. Müslümanlar yönetimin müslüman olup-olmadığına bakmıyorlar, yönetenin Müslüman (!) olmasına bakıyorlar.

Hikmet Ertürk:

“Eğer bir yalanı yeterince uzun, yeterince gürültülü ve yeterince sık söylerseniz, insanlar inanır. İnsanları, bir yalana inandırmanın sırrı, yalanı sürekli tekrar etmektir. Sâdece tekrar, tekrar ve tekrar söyleyin” (Adolf Hitler).

Bu-arada Adolf Hitler’e her kesim bir şekilde kızıyor olabilir fakat “Hitler’in Almanya’da yaptığı her şeyin “yasal” olduğunu “asla” unutmayın” (Martin Luther King Jr.).

Tıpkı İsrâil’in Filistin’de yapmış olduğu katliamları da yasal bir şekilde yaptıkları gibi. Demek ki insanların ürettikleri yasalar insanlığa barış ya da mutluluk getirmiyor. Politikacılar timsah gözyaşlı ve ikiyüzlüler. Sâdece “kınama” denilen bir söze baş-vuruyorlar. İlâhi yasalar bir başkasının çıkarı için mazlumların ölümüne izin vermez. Beşeri olanda ulus çıkarlar, kavmiyetçi bakışlar söz-konusudur. Kalkan eller doğru olmayan bir şeyi doğru/yasal yapabilir. O yüzden tüm insanlık İslâm’a ve onun öğretilerine/kurallarına muhtaçtır” der.

Basit bir iş yapan iki ortak bile bir iş üzerinde anlaşamazken, devletin yönetiminde yüzlerce ortağın (parlamento) anlaşabileceğini düşünmek safdillik olur. Bunların anlaşamamazlığının cezâsını halk çekecektir.

Îtikâdi olan şeyler için bile oylama yapıyorlar. Baş-örtüsü, içki, kumar, zîna vs. bunların olup-olmaması ya da devâm edip-etmeyeceğini belirlemek için. Allah’ın yasakladığı bir-şeyin uygulanması için oylama yapılıyor ve yasağı ortadan kaldırıyorlar. Allah’ın zâten emretmiş olduğu bir şeyin uygulanması için mecliste oylama yapılıyor ve bunu “uygun” görüp yasallaştırıyorlar. Allah’ın o şeyi uygun görüp emretmiş olmasını yeterli görmüyorlar. Böylelikle Allah’ın kesin emirlerini tartışılır durumuna sokuyorlar.

“Onlar hâlâ câhiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü Allah'tan daha güzel olan kimdir?” (Mâide 50).

“Allah'tan başka bir hakem mi arıyayım? Oysa O, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu hâlde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (En-âm 114).

“Siz yalnızca zannın peşinden gidiyorsunuz ve sürü psikolojisiyle hareket ediyorsunuz” (En-âm148).

Peki neyden yana olmalıyız?. Âit olduğumuz toplum da bir fırka olmayacak mı? Allah buna “fırka” değil “hizip” diyor ve bu hizbi şu şekilde överek târif ediyor:

“Kim Allah'ı, Resûlü'nü ve îman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır (hizbullah)” (Mâide 56).

İslâm’i topluluğun dînî ve siyâsî lîderliğine imâmet-i kübrâ denilir. Bu ikisi laiklikte olduğu gibi ayrılmaz. Ayrıldığı anda zâten adâlet bozulur ve her türlü melânet ortaya çıkıverir.

Ahmet Kalkan İslâm’daki yönetim şeklini şu şekilde anlatır:

“İnsanlar sanki kulluk ve sınav için değil de; geçim ve seçim için Dünyâ’ya gelmişler. İnsanlar eğer Dünyâ’ya seçim için geldiklerini düşünüyorlarsa; bu, hak ile bâtıl, İslâm ile câhiliye arasında bir seçimdir; tevhid ile şirk arasında bir tercih, sırât-ı müstakîm olan peygamberlerin, sıddık, şehid ve sâlihlerin yolunu mu, yoksa Batılı bâtılların yolunu mu tercih edeceklerine dâir bir seçimdir bu. Bu tercihler de demokratik yoldan oy kullanmakla olacak bir şey değildir. İslâm’ın her şeyi orijinâldir. Başka din ve dünyâ görüşlerinden ödünç kavram ve yaşama biçimlerine iltifat etmez. İslâm’ın devlet idâresi ve yöneticileri de kendine has özelliklere sâhiptir; câhiliyyenin yönetim tarzlarına ve onların lîderlerine benzemez.

İslâm hukûkunda “imâmet”, Dünyâ’yı din ile idâre etmekte peygamberliğe vekâlet etmektir. “İmam” veya “halife”: Bey’at sonucu mü’minler adına tasarruf (yönetme) yetkisine sâhip olan ve Allah’ın indirdiği ahkâmın adâlet ve istişâre ile tatbikini sağlayan kimse demektir. Müslümanların işlerini yönetmek için Resûlullah’a vekil olana imam denir. “İmam”, müslümanların özel bir seçim sistemi olan “biat”ı ile seçilen, ümmetin (müslüman toplumun) din ve dünyâ-siyâsetini idâre etmek üzere seçilmiş müslüman önderlere denir. Bu mânâda ‘imam’, İslâm’la yönetilen bir ülkenin müslüman başkanıdır. Bu imama “ülü’l-emr”, “halîfe”, “emîru’l-mü’minîn”, “veliyyü’l-emr” de denilir. Mü’minler, kendi zamanlarında müslümanların serbest biatıyla (özel seçimiyle) iş-başına gelen imama tâbi olmak durumundadırlar. Böyle bir imama biat etmeden ölen müslümanlar hâtâ etmiş olurlar.

İmamın seçimi, “ehl-i hall ve’l-akd”in, yâni toplumun ileri gelenlerinin bey’atiyle olur. Dört halifenin iş-başına gelme şekilleri üzerinde ümmet ittifak etmiştir. Onlardan birinin göreve geldiği tarzda veya o usûllere benzer şekilde yönetici imam/halife başa geçebilir.

İslâm, yönetim sahasında mükemmel bir sistem getirmiştir. Bu, İslâm’ın her zamâna ve her yere uygun olduğunu, evrensellik ve kapsamlılığını bize gösterir. Bu düzen ebedîdir ve kıyâmete kadar da tatbiki mümkündür. Bu ümmetin sonra gelenlerine yaraşacak sistem, önce gelenlerine yaraşan ve “asr-ı saâdet” örneğinde ortaya çıkan sistemden başkası değildir.

İmâmetin hedeflerinin en önemlisi, dîni korumak, Dünyâ’yı da din ile yönetmektir. Bu ise, imamın boynuna takılan görevlerin en önemlisidir. Zîrâ din ile siyâseti/yönetimi ayıran ve Dünyâ’yı bu dînin dışında yöneten mü’min olamaz (Mâide 44). Dîni siyâsetten ayırıp “din başka, devlet başka” deyince; devlet dinsiz, din de devletsiz/güçsüz kalacaktır.

İmâmete geliş usûlü, Kur’ân ve sünnet ilkeleri çiğnenmemek şartıyla ümmete bırakılmıştır. Râşid halîfelerin iş-başına geliş şekilleri ve bey’atın yapılış tarzı örnek alınmalı ve bu örnekler çağa uyarlanabilmelidir.

İmamı seçme yetkisine sâhip olanlar, “ehl-i hal ve’l-akd (sözleşme)” diye isimlendirilen ümmetin en âlim ve seçkinleridir. Demokrasilerde olduğu gibi seçime bütün insanlar direkt olarak katılamaz. Şûrâ’ya da bundan dolayı, en uygun ve en akıllı olanlar seçilir. Çağdaş demokrasilerde olduğu gibi milletvekili olabilmek için insanları iknâ etmeye (kandırmaya) ve bu uğurda boş yere ve çokça para harcamaya ve propaganda yapmaya da gidilmez.

Devrim yoluyla ve zorla imâmete geçmek, şer’î bir yol değildir. İmâmet, ümmetin bey’ati olmaksızın gerçekleşmez.

Şûrâ, meşrû ve gereklidir. İmamın seçilmesi ânında şûrânın olması vâcip olduğu gibi, halkın işlerinin düzenlenmesinde de şûrâ gereklidir. Bu, halkın direkt veya dolaylı seçimiyle oluşabilecek “Danışma Meclisi” şeklinde seçilecek milletvekillerinden veya İslâm’a ters düşmeyen çağın anlayış ve ihtiyaçlarına uygun farklı şekillerde istişâre meclisinden oluşabilir.

Tesbihin başlangıç ve bitiş yerini belirleyen, tesbihi boncuk dizisinden ayırıp “tesbih” yapan şeyin adına “imâme” denir. Tesbih bile imâmesiz olmadığına göre, ümmetin imamsız olması elbette mümkün değildir.

Günümüzde Kur’ân’ı yaşam-biçimi olarak kabûllenmeyip başka sistemleri (komünizm, faşizm, kapitâlizm, demokrasi, Kemalizm vs.) onun yerine ikâmeye çalışanlar ile bâzı meselelerde Kur’ân’ı kabûllenip hattâ bâzı ibâdetleri de şeklen (namaz, oruç, hac gibi) yerine getirmelerine rağmen, toplumsal yapıyı düzenlemede Kur’ân dışı sistemlerden birini kabûllenen toplumlar câhiliyye toplumu kategorisine girerler. Câhiliyye toplumu, İslâm’a ve müslümanlara, kademeli olarak savaş başlatır ki; hem kendi sistemini ayakta tutabilsin, hem de kendisini yok etmeye yönelik tüm düşünce, oluşum ve örgütlenmeleri yok edebilsin.

Kur’ân bize rehberlik ederek küfrün önderlerine karşı sürekli bir mücâdele içerisinde olmamızı öğütler; onlarla savaşmamızı emreder (Tevbe 12). İşte bu savaş, yâni cihad, organize olmuş imamlı bir cemaatle olur. Toplum, müttakî bir topluluktur. İmamları ise takvâ sâhiplerinin önderidir. Onlara takvâda öncülük eder. Bu toplumda bütün hesaplar âhiret üzerine yapılır, âhireti kazanmanın mücâdelesi verilir. “Ve onlar (îman edip tevbe edenler), “Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sâhiplerine imam/önder kıl!” derler.”(Furkan 74)

Günümüzde İslâm’i ve ideâl anlamda cemaat bile olamayan müslümanların, aralarından imam çıkarmaları ve imamsız devlete tâlip olmaları gerçekleşmeyecek bir düşten ibârettir. Rüyânın gerçek olması için önce cemaat ve ümmet bilincine sâhip olmalı ve içimizden bizi çekip çevirecek bir imam çıkarması için dil ve fiil ile duâ etmeliyiz: “Ve onlar (îman edip tevbe edenler), “Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sâhiplerine imam/önder kıl!” derler” (Furkân 74).

İslâm Devletinin akdî temeli, ümmetin halifeyi seçme hakkı bulunduğu esâsına dayanır. İmam/halife, özel bir seçim olan bey’atla seçilir. Ehl-i Hal’ ve’l-Akd denilen ümmetin seçkin temsilcileri tarafından bey’atla seçilerek görev alır. Bu kurumun; halife küfre meyleder, açıkça fısk olan işleri yapar, yönetimi hakkıyla icrâ edemeyecek duruma düşerse halifeyi azletme (hal’ etme) yetkisi vardır. Halife, şeriatı, bu seçkin temsilcilerden oluşan organla istişâre ederek icrâ eder. Bu organ, aynı zamanda şûrâ organıdır. Halk direkt olarak da şûrâ meclisini seçebilir”.

Peygamberimiz: “Allah’a isyân konusunda yaratılmışlara itaat edilmez” der. (Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839). “Ma’siyet emredilirse, ne dinlemek vardır, ne de itaat!” (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839).

Bir imam (Hz. Ebubekir) şöyle diyebilmelidir: “Ben, sizin en hayırlınız olmadığım halde başınıza geçmiş bulunuyorum. Eğer doğru yolda yürürsem bana yardım ediniz; doğrudan saparsam bana gerçek yolu gösteriniz. Doğruluk emânet; yalan ise hiyânettir. İçinizde zayıf bir kimse, hakkını kendisine vererek rahatlatıncaya kadar nazarımda kuvvetlidir. Kuvvetli de, başkasının hakkını ben kendisinden alıncaya kadar yanımda zayıftır. Hiç-biriniz Allah yolunda cihadı terk etmesin; çünkü cihadı terk eden kavmi Cenâb-ı Allah zillete düşürür. Bir kavimde de kötülükler yayıldı mı, Allah onları genel belâlarla terbiye eder. Ben Allah ve Resûlüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Eğer Allah ve Peygamberine itaat etmezsem sizin de bana itaatiniz gerekmez!” (et-Taberî, Târihu’r-Rusül ve mülûk, IV/1829).

Demokrasi, yer-yüzündeki “Rabliği Allah’a vermeme sistemidir.

“De ki; “Ben sizin keyfî arzularınıza uymam; uyarsam sapıtmış, doğru yolda gidenlerden olmamış olurum(En-âm 56).

Demokrasinin eylemi olan oy kullanmak küfürdür ve küfür, çok da uzak olmayan bir zaman sonra mutlakâ zulme dönüşür.

Unutmayın ki ABD, Batı ve İsrâil’in ve “zenginler”in gösterdikler adaylara oy veriyorsunuz. O adaylara oy vermek zorundasınız. Bu, sizin irâdeniz değildir.

Allah gelip-geçici şeylerle oyalanmayı ve oyalananları sevmez. Bu nedenle Hz. İbrâhim: “Ben gelip-geçenleri (kaybolup batanları) sevmem” (En-âm 76) der.

Peygamberimize peygamberlik gelmeden önceki Mekke ve arap-yarımadası toplumunun yönetim-şekli, “halk idâresi” yâni demokrasi idi (kabîle demokrasisi) ve Allah bu yönetim şeklinin üzerine, bu yönetim-şeklini yıkmak için peygamber gönderdi. Çünkü o yönetim şekli zulüm-sistemiydi ve mazlumları çoğaltıyordu. Peygamber de bu duruma isyân ediyor ve kendini Hira’ya atıyordu. Tâ ki Cebrâil gelene kadar..

Şöyle bir şey vardır ki, bir peygambere vahyin tümü tek bir seferde verilmediği için, peygamber de doğal olarak vahyin tamâmına göre hareket edemezdi. Vahye göre hareket etmekle mükellef olan peygamberler, vahiy gelene kadar ve o şeyi helâl-haram edene dek o şeylerden mükellef değildirler. Tabi bu durum o zaman için geçerlidir. Bizi ilgilendirmez, zîrâ vahyin tamamı elimizdedir.

Demokrasi bir batak/bataklıktır. Demokrasi yolunda gittikçe daha fazla batarsınız. Hiç-bir o zaman da o bataklıktan kurtulamazsınız. Hattâ demokratik ülkelerde bir sorun/kriz çıktığında, bu sorunun çâresi olarak “daha fazla demokrasi” söylemleri başlar ve bu söylemlerin sonu gelmez. Sonuçta bir yaraya merhem de olunmaz, çünkü daha fazla da olsa demokrasi bir çâre değildir. Bu durum aynen; kronik hasta olan birinin hastalığının artması/alevlenmesi durumunda daha fazla ilacın önerilmesi ve uygulanması gibidir. Fakat bu tutum bir tedâvi değildir. Hastalığı daha fazla derinleştirmektir. Hiç-bir zaman şifâ bulunmaz ve sürekli arttırılarak ilaç kullanılmaya devâm edilir. Tâa ki Azrâil görünen kadar.. 

Bir şey %99 hak %1 şirk olsa, o şey yine şirk olur: “Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): “Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrâna uğrayanlardan olacaksın” (Zümer 65).

“Biz bu kitabı sana, her-şeyin ayrıntılı açıklayıcısı, bir doğruya iletici, bir rahmet, müslümanlara bir müjde olarak indirdik” (Nâhl 89).

Hüküm yalnız Allah’ındır. O kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur. Ama insanların çoğu bilmiyorlar” (Yûsuf 40).

Allah size kitabı detaylandırılmış bir hâlde indirmişken, Allah’ın dışında bir hakem mi arayayım?(En-âm 114).

Kendilerine okunmakta olan Kitab’ı sana indirmemiz onlara yetmiyor mu? (Ankebût 51).

Kitap’ta hiç-bir şeyi eksik bırakmadık” (En-âm 38).

Neyiniz var? Nasıl hüküm veriyorsunuz? Yoksa okuyup, ders almakta olduğunuz bir kitabınız mı var? İçinde keyfinize uyanın sizin olduğu” (Kalem 36-38).

Sen de aralarında, Allah’ın indirdiğiyle hükmet” (Mâide 49).

“Bak iyice kavramaları için âyetleri nasıl türlü şekillerde açıklıyoruz” (En-âm 65).

Ey Rabbim! Benim toplumum bu Kur’ân’ı devre-dışı tuttular” (Furkân 30).

Allah’ın kurallarını-kânunlarını yok sayanlar ve görmezden gelenler iflah olmazlar.

Demokrasi bir ideolojidir. Şûrâ ise bir ibâdet.

Son pişmanlığın âyeti şudur: “Ey Rabbimiz! Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbimiz! Onlara azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır)” (Azhab 67-68).

“Eleysallâhu bi ahkemil hâkimîn”. Allah hükmedenlerin hâkimi değil midir? (Tin 8).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

(Not: Bu konuda Ahmet Kalkan’ın bir konuşması için: https://www.youtube.com/watch?v=ij-VkFOqrAM).

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2015




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder