“Ey
insanlar!; sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden
bir-çok erkek ve kadın türetip-yayan Rabbinizden
korkup-sakının. Ve (yine) kendisiyle, bir-birinizle dilekleştiğiniz Allah’tan
ve akrabâlık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde
gözeticidir” (Nîsâ 1).
“Ey
insanlar!; gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi
tanımanız ve tanışmanız için’ sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz,
Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe
değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).
“Allah katında Îsâ’nın örneği, Allah’ın topraktan yarattıktan
sonra ‘ol’ demesi ile olu-veren Âdem’in örneği gibidir” (Âl-i İmran 59).
"Ey
insanlar!; Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız.
Âdem ise topraktandır” (Hz. Muhammed sav).
Bakara Sûresi 30. âyetinde geçen
“câilun” kelimesine farklı anlamlar vermek sûretiyle Hz. Âdem’in ilk insan
olmadığı yönünde bâzı görüşler mevcut. Buna göre “câilun” kelimesinin
“yaratacağım” anlamına değil de, “kılacağım/seçeceğim” anlamına geldiği iddia
ediliyor. Böyle olunca da “zâten var olan” bir insan-kitlesinin içinden birini
(Hz. Âdem) halife tâyin etmenin kastedildiğini söylüyorlar. Yâni “câilun”
kelimesini, “bu insan-grubunun içinden birine vahiy göndermeye başlamak” olarak
anlıyor ve anlatıyorlar.
Açıkçası ben bu tür
anlamaların/düşünmelerin konjonktürel bir anlama olduğunu ve bilim ile ters
düşülme endişesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Ayrıca Kur’ân’da geçen
kelimelerin esneme payının çok da fazla olmadığına, hattâ etimolojik
değerlendirmelerin fazla zorlandığında “tahrifat” yapacağına, bunun sonucunda
da anlam-kaymalarının olacağına inanıyorum. En azından bu tür düşünceleri
benimseyecek bir grubun varlığı ile yeni bir tefrikanın ortaya çıkacağı
tehlikesi var. Tabî ki Kur’ân-ı Kerim mûcizevî bir kitaptır ve evrensel olduğu
(sâdece belli bir zamâna has olmadığı) için her çağa hitâp edebilecek kelimeler
içerir. Fakat Kur’ân’daki kelimelerin anlamları hem Kur’ân’ın kendisiyle, hem
de kelimenin diğer anlamlarıyla çelişmemelidirç
Şimdi, ben bu düşünceyi yâni “Hz. Âdem’den
önce de insanlar vardı” düşüncesini etimolojik olarak değil de, Kur’ân’ın diğer
bir âyetini/âyetlerini inceleyerek ve mantık yürüterek yanlış olduğunu
göstermeye çalışacağım..
“Onlara
Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah’a) yaklaştıracak
birer kurban sunmuşlardı. Birininki kabûl edilmiş, diğerininki kabûl
edilmemişti. (Kurbanı kabûl edilmeyen) demişti ki: ‘Seni mutlaka öldüreceğim’
(öbürü de:) ‘Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabûl eder. Eğer beni öldürmek
için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak
değilim. Çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Şüphesiz kendi
günahını ve benim günahımı yüklenmeni ve böylelikle ateşin halkından olmanı
isterim. Zulmedenlerin cezâsı budur”. Sonunda nefsi ona kardeşini öldürmeyi
kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrâna uğrayanlardan oldu. Derken,
Allah ona, yeri eşiyerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösteren
bir karga gönderdi. ‘Bana yazıklar olsun’ dedi. ‘Şu karga gibi kardeşimin
cesedini gömmekten âciz miyim?’. Artık o, pişman olmuştu” (Mâide 27-31).
Bu âyetlere göre; Hâbil’i öldüren Kâbil,
onu öldürdükten sonra bir bocalama yaşamış ve kardeşini öldürdükten sonra
cesedi ne yapacağını bilemeyerek onu belli bir süre orta-yerde bırakmıştır. Fakat
kardeşinin cesedinin orta-yerde öylece durması onu vicdânen rahatsız
etmektedir. Zâten işlenen suçun sonucunun görünür olması insanı rahatsız eder.
Cesedi ne yapacağını bilemez bir hâldeyken Allah, ölü bir kargayı gömen bir
karga gönderiyor ve Kâbil de bir çukur kazarak ve kardeşinin cesedini bu çukura
gömerek bu sıkıntıdan kurtulma yoluna düşüyor. Fakat burada önemli olan kısım,
Kâbil’in “karga gelene kadar kardeşinin cesedine ne yapacağını bilmiyor”
oluşudur. Yâni Kâbil bir ölüye/cesede ne yapılacağını bilmemektedir.
Şimdi; eğer Hz. Âdem’den önce binlerce
yıldır insanlar yaşıyorsa ve bu insanlar öldüklerinde ölülerini gömüyorlar/yakıyorlar
yada orta-yerde bırakıp çürümeye terk ediyorlarsa Kâbil ceset yüzünden niçin
rahatsız olmuştur?. Eğer mevcut gelenek cesetleri orta-yerde bırakıyorsa Kâbil
de aynısını yapardı ve meseleyi dert etmezdi. Fakat toplum cesetleri gömüyorduysa
Kâbil neden karganın o hareketinden ilham alsın ki?. Zâten ölülerin gömüldüğünü
bildiği için hemen kardeşini gömmeye koyulurdu. Yâni Kâbil mevcut gelenekte
ölülere/cesetlere ne yapılacağını a-priori olarak bilirdi zâten. Bu nedenle
olayı dert edinmesine gerek olmazdı.
Fakat anlaşıldığına göre Kâbil, ölen
kardeşinin cesedinin orta-yerde öylece durmasından ve onu ne yapacağını
bilmediğinden dolayı rahatsız olmuş, bunu dert edinmiştir. Bu durum onun
ölülere ne yapılacağını bilmediğini gösterir. Çünkü kendisi ve âilesi yer-yüzünde
yaşayan ilk insanlardır. İlk-insan olan Hz. Âdem’in oğlu ya da torunudur ve
henüz daha hiç ölüm yaşanmamıştır ve ölene ne yapılacağı bilinmemektedir.
İnsan-ölümünü ve insan öldürmeyi de sâdece teorik olarak biliyorlar.
Kendilerinin hayvanlardan farklı olduğunun bilincindeler. İnsanın hayvanlar
gibi doğal çürümeye yada yok olmaya bırakılmaması gerektiğinin da farkındalar.
Evet; Hâbil’in ölümü ilk insan
ölümüdür ve gömme olayı da ilk gömmedir. Eğer daha önceden uzun zamandır
insanlar yaşamış olsaydı ölülere ne yapıldığı tecrübeyle sâbit olurdu ve ortada
sorun kalmazdı. Kâbil de kardeşinin cesedini meselâ kazdığı bir çukura gömer ve
olay kapanırdı. Fakat Hz. Âdem ve Hz. Havva ilk insan ve Hâbil-Kâbil de onların
ilk çocukları/torunları olduğu için ölüm olayını ilk defâ deneyimliyorlar. Bu
durum ise Hz. Âdem-Havva’dan önce yada birlikte insanların yaratılmadığını ve
yaşamadığını gösterir.
Yine; çıplaklıklarının farkına
vardıkları anda utanarak mahrem bölgelerini yapraklarla kapatmaları da Hz. Âdem
ile Havvâ’nın “ilk insanlar” olduklarını gösterir. Hayâ fıtrattandır. Onlardan
önce başka insanlar olsaydı ve o insanlar çıplak yada giyinik olsalardı, Hz. Âdem
ve Havvâ da onlar gibi çıplak yada giyinik olurdu ve bir sıkıntı yaşamazlardı.
Çünkü herkesin çıplak yada giyinik olduğu bir yerde bir sorun yoktur.
“Ve ey Âdem, sen ve eşin cennete
yerleş. İkiniz dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa
zâlimlerden olursunuz. Şeytan, kendilerinden ‘örtülüp gizlenen çirkin
yerlerini’ açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: ‘Rabbinizin
size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veyâ ebedî
yaşayanlardan kılınmamanız içindir’. Ve: ‘Gerçekten ben size öğüt
verenlerdenim’ diye yemin de etti. Böylece onları aldatarak düşürdü. Ağacı
tattıkları anda, ayıp yerleri kendilerine beliriverdi ve üzerlerini cennet
yapraklarından örtmeye başladılar. (O zaman) Rableri kendilerine seslendi: ‘Ben
sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim?. Ve şeytanın sizin gerçekten apaçık düşmanınız
olduğunu söylememiş miydim?’. Dediler ki: Rabbimiz, biz nefislerimize
zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten hüsrâna
uğrayanlardan olacağız” (A’raf 19-23).
Şeytanın
bir ayartması sonucunda çıplak kalan Hz. Âdem ve Havvâ, bu durumdan dolayı
utanıp mahcup olmuşlar ve hemen çıplak yerlerini örtmek için en yakındaki
ağacın yapraklarını kullanmışlardır. Şimdi; bu âyette hitâp, Hz. Âdem ve
eşinedir (Havvâ). Fakat, Âdem ve Havvâ’nın onlarla birlikte yaşayan diğer
insanlar arasından seçildiği düşüncesine göre; çıplaklılarından ilk defâ
rahatsız olup utanan ve hemen çıplak yerlerini örtmeye başlayanlar neden Hz. Âdem
ve Havvâ anamız olmuştur?. Âdem ve Havvâ çıplak iseler, o-hâlde diğer insanlar
da çıplaktırlar. Peki onlar neden -en azından insan olduklarından ve İslâm
fıtratına sâhip olmalarından dolayı- çıplaklıklarından rahatsız olmadılar da
telaşla bir şeylerle örtünmediler?. Eğer örtülü iseler Âdem ve Havvâ da
örtülüdür zâten. Eğer denilirse ki, “onlara çıplaklıklarını vahiy fark
ettirdi”; o-hâlde çıplak olan her insan
da vahyi duyunca örtünmesi lâzım. Modern dönemlerdeki gibi yarı-çıplak
dolaşılmaması lâzım. Hayır!, ilk örtünme, Hz. Âdem ve Havvâ ile başlamıştır.
Çünkü onlar ilk insanlardır.
Hz.
Âdem’den önce de “tam insan” olmayan varlıkların olduğundan bahsetmek, ilkelden
mükemmele doğru bir gidişten bahsetmek demektir ki bu anlayış sakat bir
anlayıştır. Darwin ve Evrim Teorisi ile ilgilidir. Çünkü bu teoriye göre
insanlar ilkelden kompleksliğe doğru bir seyir izlemiştir. Açıkçası; “Âdem’den
önce de insanlar vardı” demenin, “Evrim Teorisi doğrudur” demek olduğunu ve
yine Âdem’den önce de insanların olduğunu söylemenin, Evrim Teorisi’nin küresel
etkisi dolayısı ile “söylenmek zorunda kalınan” bir söz olduğu kanısındayız.
Ahmet
Kalkan bu konuda şöyle der:
“İnsanda evlât
sevgisi, yaratılıştan gelen fıtrî bir sevgidir (Âl-i İmrân 14). Hz. Âdem ve
Havvâ’dan îtibâren tüm anne-babalardaki bu fıtrî meyilden dolayı, çocuklarının
bakım ve geçimini hemen her ana-baba yerine getirir. O yüzden ‘evlâtlarınızı
sevin, onlara merhâmetle muâmele edin’ gibi emir Kur’ân’da yer almaz, zâten
fıtratta olduğundan sevmemesi, ilgisiz kalması pek düşünülemez. Hz. Âdem’le
Havva’nın ana-babası olmadığından olsa gerek, insanın ana-babasına sevgi ve
saygısı fıtratın mecbûr ettiği hususlardan değildir”.
Bu
nedenle de Kur’ân anne-babaya nasıl davranılacağı ile ilgili bir-çok emirler ve
tavsiyelerde bulunmuştur.
Hz.
Âdem’in beşer konumundan insan konumuna geçmesi, fizîki anlamda değildir, mânevi
anlamdadır. Ne zaman ki Rabbinden “kelimeler” aldı, o zaman beşerlikten
insanlığa geçti. Zâten şimdi de aynıdır; İnsan ne zaman Rabbinin kelimeleriyle
tanışır da vahiy-merkezli yaşamaya başlarsa, beşerlikten insanlığa terfî eder.
Peygamberimiz, Habeşistan meliki
Necaşi’ye gönderdiği mektupta, Hz. Âdem’in, aynen Hz. Îsâ gibi, “mûcizevî bir
yaratılışla” yaratıldığından bahseder: Peygamber Efendimiz, Amr bin Ümeyye’yi,
eline şu mektubu vererek, Habeş Necaşîsi Ashame'ye gönderdi.
“Ve şehâdet ederim ki, Meryem’in oğlu Îsâ,
Allah’ın kulu ve Kelime’sidir. Allah, O Kelime’yi (ki, Îsâ’ya vücud veren ‘kün’
hitâbıdır) ve o rûhu ve çok temiz ve afif olan ve dünyâ hayâtından tamâmıyla
çekilmiş bulunan Meryem’e nefhetti. Bu sûrette Meryem, Îsâ’ya hâmile kaldı.
Böylece Allah, Îsâ’yı yarattı. Nasıl ki, Âdem’i de Allah, kudret eliyle ve
bir mûcize olarak yaratmıştır” (Taberî, 3:89; Zâdü'l-Meâd, 3:71;
İnsanü'l-Uyûn, 3:293).
Kur’ân’da Hz. Âdem’in çocukluğundan
bahsedilmez ve o’na hep yetişkin olarak hitâp edilir. Bunun nedeni elbette, Hz.
Âdem’in hiç bebeklik ve çocukluk dönemi geçirmemiş olmasından dolayıdır. Hz.
Âdem, yaratıldığı anda o’na tüm isimler de öğretilmiş ve bilgilendirilmişti.
Yaratılışı bu bilgilerle birlikte oldu. Yoksa o isimleri büyüdükçe edinmiş
değildir.
Peki bu söylediklerimiz sonucunda, Hz.
Âdem’den önce insan olmadığı “Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri” yoluyla apaçık
görülmesine ve anlaşılmasına rağmen, insanlar niçin yine de hâlâ bu görüşü
savunur ve Hz. Âdem’den önce insan bulunduğunu kabûl etmek ister?. Modern
insana niçin Hz. Âdem’den önce yaşayan birilerinin olduğu daha câzip gelir?.
Bunun nedeni, modernizm ve modern-bilimin, “insanlığın, ilk insanlar olan Âdem
ve Havvâ’dan geldiği” hakîkatine aykırı söyleminin olmasıdır. Çünkü
modern-bilim, insanlığın Âdem ve Havvâ’dan değil, maymunlardan yada onlarla
ortak bir atadan geldiğini iddiâ eder ve bunu çeşitli kanallarla dayatır. Böyle
düşünülmesinin nedeni modernizm yâni dünyevîlik-beşerîlik (ki şeytan ve nefsin
ayartmasıyla ortaya çıkar) merkezinde düşünüldüğünden ve yine bu merkezde akıl
yürütüldüğünden dolayıdır.
Düşünme iki şekilde olur; 1-Dünyevîliği
ve beşerîliği merkeze alarak düşünme; 2-Uhrevîliği-Allah’ı merkeze alarak
düşünme. Kur’ân’ın ve tüm peygamberler gibi, Peygamberimiz’in bize gösterdiği
düşünme ve de yaşama-şekli, “uhreviliği merkeze alarak yaşamak” şeklindedir. Bu
yaşama-şeklinde Dünyâ’dan el-etek çekmek değil, sâdece, “Dünyâ’yı merkeze
almamak ve uhrevîlik merkezli Dünyâ yorumu yapmak ve uhrevî-merkezli yaşamak”
esastır. Lâkin tam-tersine; dünyevî-merkezli olunduğunda, uhrevîlik ikinci
plâna hattâ çok daha gerilere atılır ve ortalıkta pek de görülmez. Modernizm
bir “dünyevîlik uygarlığı”dır ve modern insan dünyevîliği merkeze alarak
düşünmekte, konuşmakta ve yapmaktadır. İnsanın bâtıl ve yanlış düşüncelere
sapması ve bu sapmalar nedeniyle yaşadığı bunalımın nedeni budur.
Son
söz olarak bir âyet verelim ve kısa bir açıklama yapalım:
“Ey insanlar, sizi tek bir nefisten
yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden bir-çok erkek ve kadın
türetip-yayan Rabbinizden korkup-sakının…” (Nîsâ 1). Bu
âyette erkek ile kadının aynı-anda yaratıldığından bahseder. Daha sonra
ikisinden bir-çok erkek-kadın türemiştir zamanla. Fakat Hz. Âdem ve Havvâ’nın ilk
yaratılışı bir-anda ve berâber olmuştur.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz
2014
Eline yüreğine sağlık manytıklı bir açıklama olmuş
YanıtlaSil