Batı’nın
Fransız Devrimi ile başlattığı seküler dünyâ-görüşü, müslümanlara da resmî
olarak, 1839’da Tanzimat Fermânı; 1856’da da Islahat Fermânı ile birlikte sirâyet
etti. Artık bundan sonra müslümanlar devlet ve medeniyet düşüncesini vehedefini
bir-tarafa bırakarak, batı bakış-açısı ile Dünyâ’yı yorumlamaya ve
şekillendirmeye başladılar. Tabî ki bu bakış-açısı ve şekillendirme seküler bir
bakış-açısına sâhip olduğu için İslâm’ın özüne aykırıdır. İslâm-dünyâsında
artık müslümanları hakkıyla savunacak güçte bir devletin olmaması da bu durumu
hem hızlandırmış hem de benimsetmiştir. İşgâl edilen yerdeki insanlar, bir-süre
sonra işgâlcilerin dînine inanmaya başlarlar çünkü. O-zamanki şartlarda bu
durum belki bir nebze makûl görülebilir. Çünkü batı’nın oluşturduğu seküler
sinerji çok güçlüydü ve enerjisi de sürekli artıyordu. İnsanlarda bulunan “nefs”
denen olgu ise buna hem fazla ses çıkaramıyor, hem de çıkarmak istemiyordu.
Ama Dünyâ artık o 100-150 yıl önceki
Dünyâ değil. Resmî rakamlara göre 63 tâne müslüman ülke var ve nüfûsu 1.57
milyar. Dünyâ GSMH’sı yaklaşık “65 trilyon 820 milyar dolar” iken, İslâm
ülkelerinin GSMH’sı 8 trilyon dolar civârındadır. Dünyâ-rakamlarına göre bu
servet küçük görünse de yabana da atılamayacak bir rakamdır bu ve bu nüfus ve
servetle Dünyâ’nın “değişmesi” sağlanabilir. Fakat bir sorun var: Müslümanların
böyle bir değişim hedeflememesi ve istememesi. Batı’nın oyalama taktiği hâlâ
olanca hızla devâm ettiği için bu zillet de devâm ediyor. Tabî ki bu değişimi
şiddetle isteyenler de bir-hayli çok ve bu konuda nasıl bir yol izlenmesi
gerektiğinin tartışmaları sürekli yapılıyor. Biz de bu konuda nasıl bir yol
izlenmesi gerektiğini “Asr-ı saadet” merkezli düşüncelerimizi ortaya koyarak
paylaşmak istiyoruz..
Allah tüm Dünyâ’yı ve tüm kâinâtı çok
esaslı (hak) bir amaç için yaratmıştır. Bu amaç da Allâh-u âlem 5 aşamada
gerçekleşecek bir değişimin sonunda oluşacak olan İslâm Medeniyeti’dir. Medeniyet
kurmak şarttır. Çünkü sâdece bilgi ile insanların zihinlerini etkileseniz bile
yanlış yaşamlarını istisnâlar dışında değiştiremiyorsunuz. İslâm’ın bize
bildirdiği örnek yaşama-şeklini hayâta aktarmamız lâzım ki insanlar bu medeniyetin
içinde İslâm’ı solusunlar ve onu tüm varlıklarında hissetsinler.
Îman ön-şartına bağlı olan bu beş-aşama şu
şekildedir:
1-Bilgi Aşaması
Müslümanlar için “bilgi”nin kaynağı
kayıtsız-şartsız Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân bilgisini elde etmek için yapılması
gereken şey; disiplinli, gayretli, samîmi, ciddî ve hedef-merkezli, zaman
açarak/ayırarak ve illâ ki “odaklanarak” yapılacak derin okumalar yapmaktan
geçer. Kur’ân bu tarz okumalar/çalışmalar yapan kişilere çok cömert
davranacaktır. Kur’ân’ı canlı bir kitap olarak görmek ve kişinin Kur’ân’ın ilk
muhâtabının kendisi olduğunu düşünerek okumak elzemdir, çünkü sonuç verir. Kur’ân’da
müteşâbih âyetler vardır ve bunların en doğru yorumunu sâdece Allah bilebilir.
İlimde derinleşenler ise sâdece “Allah’ın bildirdiği kadarını” bilebilirler.
Şunu bilelim ki Kur’ân bir “sırlar kitabı”, “ölüler kitabı”, “şifreler kitabı”,
“sonsuz anlamları olan bir kitap” değildir. En âliminden en câhiline kadar
herkesin okuyunca yada duyunca ne dediğini idrâk edebileceği bir kitaptır. Tabî
ki Kur’ân, okundukça zihni/kâlbi/rûhu
güçlendireceği için daha gayretli olanlara daha fazla şeyler söyler. Kur’ân’ın
bir bilinci, bir rûhu, bir bakış-açısı, bir temel-konusu ve bir hedefi vardır
ve bu hedef insanlık için kemâl derecede bir hedeftir. Ancak o hedef (İslâm
medeniyeti) gerçekleşirse, başta insanlar olmak üzere canlı-cansız tüm varlık
zulümden kurtularak mutlu olabilir ve fıtratına uygun yaşayabilir. Bilgi
konusunda Kur’ân’ın bu hedefini yakalayabilmemiz gerekir.
Kur’ân okumaları aslında “Kur’ân-merkezli
okumalar”dır. Çünkü Kur’ân, insanları çeşitli adreslere gönderir:
“..Hiç
yer-yüzünde dolaşmıyorlar mı, ki kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona
uğradıklarını görmüş olsunlar?. Korkup-sakınanlar için âhiret-yurdu elbette
daha hayırlıdır. Siz yine de akıl erdirmeyecek misiniz?” (Yûsuf 109) ve;
“Yer-yüzünde
gezip dolaşmıyorlar mı?. Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona
uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler,
toprağı alt-üst etmişler (ekmişler, mâdenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu,
kendilerinin îmar ettiğinden daha çok îmar etmişlerdi. Elçileri de onlara açık
delillerle gelmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi
nefislerine zulmediyorlardı” (Rûm 9) diyerek târihe;
“Yer-yüzünde
bir bakmadılar mı ki, biz onda her güzel (kerim) çiftten nice ürünler bitirdik” (Şuârâ 7) diyerek bitki-bilime
(botanik);
“Üzerlerindeki
göğe bakmıyorlar mı?. Biz, onu nasıl binâ ettik ve onu nasıl süsledik?. Onun
hiç bir çatlağı yok” (Kâf
6) ve;
“O,
biri diğeriyle tam bir uyum (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır.
Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt)
göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve
çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz
(uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4) diyerek gök-bilime
(astronomi);
“Bakmıyorlar
mı o deveye; nasıl yaratıldı?” (Ğaşiye 17) ve;
“Onlar,
üstlerinde dizi-dizi kanat açıp-kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı?. Onları
Rahmandan başkası (boşlukta) tutmuyor. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla görendir” (Mülk 19) diyerek hayvan-bilime
(zooloji);
“Bakmıyorlar
mı dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu?. Yere; nasıl yayılıp-döşendi?” (Ğaşiye 19-20) diyerek dağ-bilime
(oroloji) ve yer-bilime (jeoloji) adres gösterir ve bu konularda araştırmalar
yapılmasını önerir.
Bu âyetlerin gönderdiği adreslerdeki
olası yanlış bilgiler Kur’ân-merkezli okumalar tarafından açık hâle gelecek,
bâtıl olan bilgiler okuyucular tarafından hemen fark edilecektir. Kur’ân’daki
bilgiyi almak ve bir sonraki aşamaya geçmek için Kur’ân-bütünselliği çok
önemlidir. Çünkü Kur’ân nüzûl olarak, konu-vahyi şeklinde değil, hayâta
aktarıla-aktarıla gelmiş ve bu şekilde tamamlanmıştır. Elimizde olan Kur’ân
şu-an ”tamamlanmış” bir kitap olarak bulunduğu için bütünsel bilgiyi yakalamaya
çalışmalıyız. Bizce bunun en iyi yolu, odaklanarak yapılan günlük okumalardır.
Böylece Kur’ân hayat ile birlikte okunmuş olur. Günlük olarak yapılacak
yaklaşık 2-3 sayfalık (1-2 konu arası) okumalar bile kişinin (kültürel durumuna
ve gayretine/odaklanmasına göre değişir) 4-5 yıl sonra artık Kur’ân’ın rûhunu/bilincini/hedefini/bakış-açısını/temel-konusunu
idrâk edebilmesine yetecektir. Bilinmelidir ki bilgilenme hiç-bir zaman bitmez.
Çünkü:
“De
ki: Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir
benzerini (bir o kadarını) dâhi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce,
elbette deniz tükeniverirdi” (Kehf 109).
“Eğer
yer-yüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha
eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez.
Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokman 27) âyetlerine göre Allah’ın
ilmi tükenmez. Kervan biraz da yolda düzülür. Bu bir yürüyüştür ve hedefin -çok
uzun zamanlar gerektirmeyecek- aşamaları vardır.
2-Bilinç Aşaması
Bilincin kaynağı da Kur’ân’dır. Ama
bilinç, hayâtı da gözeterek yapılan okuma biçimidir. Artık îman desteklenerek
bir hayli sağlamlaşmıştır. Okuma-aşamasından sonra artık bilinç-aşaması geliyor
ki zâten bilgi-aşamasının bir sonucudur bu. Bu-aşamada kişi hayat ile iç-içedir.
Kur’ân okumalarını hayâta, siyâsete, ekonomiye vs. vurarak yapmaya devâm eder. Bu-aşama,
Kur’ân’ın önermeleri, söylemleri, tutumları, anlayışları ve ideâlleriyle;
mevcut hayattaki önerme, söylem, tutum, anlayış ve ideâller arasındaki derin
uçurumun görülmesi aşamasıdır. Bu-aşamada başta insanlar olmak üzere canlı ve
cansız tüm varlığın nasıl da bir zulme mâruz kaldığını vahyin kazandırmış
olduğu ferâsetle ve “kerim bir öfke” ile bilecek ve görecektir. Kur’ân bu
zulümden şu şekilde bahseder:
“O,
iş-başına geçti mi (yada sırtını çevirip gitti mi) yer-yüzünde bozgunculuk
çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise,
bozgunculuğu sevmez” (Bakara
205).
Kişi bu âyeti artık çok iyi anlar ve
gözlemler. Bu zulmün böyle süremeyeceğini bilir ve görür. Çünkü ortada Allah’ın,
Kur’ân’ın, İslâm’ın görüşüne taban-tabana zıt bir durum ve hayat vardır. Kişi;
okumalarını, fikirlerini, düşüncelerini, yazılarını, konuşmalarını,
eleştirilerini, îtirazlarını, isyanlarını artık bu minvâlde yapar. Bu iş eylem
olmadan zinhar düzelmeyeceği (ıslah) için, bir eylem-plânı hazırlamayı
düşünmeye başlar. Bu-arada kişi müslümanların söylem/düşünce/davranışlarındaki
aykırı tutumları görmeye başlar. Onu en çok da bu üzer ve karamsarlığa düşürür.
Çünkü müslümanların geneli İslâm’ın bilinç ve eylem yönünü neredeyse tamâmen
unutmuş, sâdece bilgi-edinme peşinde koşturuyor, ama bunu da hakkıyla yerine
getirmemektedirler. Bu kişiler Kur’ân’ı bir “sırlar-kitabı” olarak gördükleri
için ve (tek bir yer hâriç) Kur’ân’ın bahsetmediği ve çok da önem vermediği “anlama”
peşine, “anlam devşirme” peşine düşerek oyalanmaktadırlar.
Hâlbuki buna gerek yoktur. “Îman sâhibi”
herkes için açıklanmış ve kolaylaştırılmış bir kitaptır Kur’ân: Kamer: 17, 22,
32 ,40; Duhan 58; Meryem 97. âyetleri bunu çok açık bir şekilde ortaya koyar.
Aksi tutumlarda bulunanlar şu âyetlerle mahkûm edilirler:
“Onlar,
dinlerini bir eğlence ve oyun (konusu) edinmişlerdi ve dünyâ-hayâtı onları
aldatmıştı. Onlar, bu günleriyle karşılaşmayı unuttukları ve bizim âyetlerimizi
yok sayarak tanımadıkları gibi, biz de bu-gün onları unutacağız.
Andolsun,
biz onlara bir Kitap getirdik; îman edecek bir topluluğa bir hidâyet ve bir
rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık.
Onun te’vilinden başkasına bakmazlar mı?. (Onun yalnız te’vilini
gözetirler). Onun te’vilinin geleceği gün, daha önce
onu unutanlar, diyecekler ki: Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı
getirmişlerdi. Şimdi bize şefaat edecek şefaatçiler var mıdır?. Veyâ geri
çevrilsek de işlediklerimizden başkasını yapsak. Gerçek şu ki onlar,
kendilerini hüsrâna uğratmışlardır, uydurmakta oldukları şeyler de
kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuşlardır” (A’raf 51-53).
Evet; bu uyarılara kulak vererek bu tarz
davranışlardan uzaklaşmalı ve bilgi ve bilinçten sonra artık eylem-aşamasına
geçmek gerekmektedir.
3-Eylem Aşaması
Bu aşamada
cemaatten “hareket”e geçilmiştir artık. İslâm’i bir hareket. Bu-aşamanın
kaynağı sünnettir. Eylemin kaynağı sünnettir çünkü. Peygamberin gelen
vahiylerden sonra ne yaptığı çok önemlidir. Peygamber yeni gelen vahiyler
karşısında nasıl bir tutum benimsemiş, ne yapmış olduğunu bilmek îcab eder.
Bu-konuda Peygamberin o zamâna/coğrafyaya/insanlara-has olarak yaptıklarını
değil; o âyetler karşısında nasıl bir tavır takındığıdır önemli olan. O tarzı
yakalamak önemlidir. Peygamberin sünneti, âyetler karşısında gösterdiği tavır
ve tarzlardır. Sünnet budur zâten ve bu evrenseldir. Âyetler karşısında
takınılan tavır ve tarz evrenseldir. Sünnet bu demek olduğu için, sünnet
evrenseldir.
Sâdece
soyut/teorik ilimle mutlak-anlamda bir îman/mutmainlik olmaz. Hz. İbrâhim
örneğindeki gibi: “Hani
İbrâhim: Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster demişti. (Allah
ona:) İnanmıyor musun? deyince, Hayır (inandım), ancak kâlbimin tatmin olması
için dedi” (Bakara 260). Hz: İbrâhim inancının sağlam olmasına rağmen eylem olarak
da bunu görmek istiyor. Soyut bilgilerle de bir inanç oluşabilir fakat gerçek
tatmin/îman, eylem/yaşanmışlık ile birlikte olabilir ancak. İllâ ki yaşanmışlık
olması gerekir.
Bu-aşama îmanın artık eyleme zorladığı
bir aşamadır. Sabır, sebat ve cesâret aşamasıdır. Artık bu-aşamada “adanmışlık” gerekir. Adanmış
şahsiyetlere ihtiyaç vardır. Artık bu aşama “adanma”
aşamasıdır: “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim,
dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı
yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163). Bu-aşamada biat edilmiş bir “imam”ın
belirlenmesi zarûridir. Fakat eylem de öyle bodoslama olmaz. Eylemin de aşamaları
vardır. Kişinin ilk-başta kendine bir çeki-düzen vermesi gerekir. İslâm’a,
Kur’ân’a aykırı tüm davranışlarından vazgeçecek, Allah’ın istediği ibâdetleri
(başta namaz, oruç, infâk olmak üzere) hakkıyla yerine getirecek, insanlarla
ilişkiye geçecektir. Bu-aşamada ilk-önce kendini belli bir oranda tezkiye
ettikten (temizledikten) sonra, en yakınları ile temâsa geçip onlara bilgi-bilinç-eylem
aşamalarını anlatıp bilinçlendirecektir. Âilesini uyarmak ilk-başta yapacağı
iştir. Bununla birlikte artık çevresindeki duyarlı arkadaşlarıyla, cemaatlerle
ve kişilerle temâsa geçip bilgi-bilinç
paylaşımı yapacaktır. Eyleme geçilmesi ve eylem adına neler yapılmasının
konuşulacağı bu toplantılar bir-süre devâm edecek ve bir tarz ortaya
çıkacaktır. Ortak-bilinçteki o ortamlarda meydana gelen samîmiyet ve kardeşlik
şuuruyla birlikte neler yapılabileceği kararlaştırılarak uygun adımlar atılacak
ve bu çalışma çeşitli kanallarla insanlara duyurulacak ve insanlar da bu eyleme
dâvet edilecektir.
Ali
Şeriati:
“Ümmetin siyâsî
felsefesi ve rejimi, kelle demokrasisi, sorumsuz ve gâyesiz liberâlizm, balçık
aristokrasisi, halk düşmanı diktatörlük, oligarşi değil; toplumun dünyâ-görüşü
ve ideoloji temelleri üzerinde, insanın yaratılış gâyesine uygun bir şekilde
harekete geçirilmesinden sorumlu olan inançlı ve devrimci bir önderliktir.
İmâmet’in gerçek anlamı budur” der.
Bilgi-bilinç-dâvet-devlet-medeniyet
süreci Fetih 28’de kısaca şu şekilde gösterilir: “Ki O, elçilerini hidâyetle ve
hak din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. Şâhid olarak
Allah yeter” (Fetih 28).
İslâm’i olmayan
otoriteye îtiraz/eleştiri/isyân şarttır bu aşamada. Hz Mûsâ örneğinde olduğu
gibi: Allah Hz. Mûsâ’yı Firavun’a âsâ ile birlikte gönderir. Âsâ “isyân”
demektir. “Fe
kezzebe ve asâ. Fakat o,
yalanladı ve isyân (âsâ) etti” (Nâziat 21).
Bu-aşamada eylemin en bâriz görünümü olan
îtirâz, eleştiri ve hattâ isyânî sözler ve davranışlar olabilecektir tabî ki.
Siyâsete, ekonomiye, adâlete, eğitime, sağlığa vs. yönelik konularda olan
yanlış işlere karşı olan eleştiriler ve îtirazlar yazılı, sesli ve hareket
içeren eylemler şeklinde gerçekleştirilecektir. İsyân, insanın özelliklerinden
biridir. Hz.
Âdem cennette bile isyân etmişti. İnsan isyân eden varlıktır.
“Allah’ın; samîmi, ciddî ve gayretli olanlara
yollarını açacağı inancı”yla yapılan bu işlere Allah da rızâ gösterirse mü’minlerin
önleri açılacak ve yeni bir duyarlıklık ve yeni bir çığır açılabilecektir.
Allah bize bu-aşamada şu âyetleri öneriyor:
“Biz
seni ancak bütün insanlara müjdeci, uyarıcı olarak gönderdik” (Sebe’ 28).
“Rabbine
dâvet et” (Kasas 87).
“Hikmetle,
güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır” (Nâhl 125).
“Sizin
içinizden hayra çağıran iyiliği emredip kötülükten vazgeçiren bir topluluk
bulunsun” (Âl-i İmran 104).
“Siz
insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz
iyiliği emreder ve Allah’a inanırsınız” (Âl-i İmran 110).
“İyilikle
kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü güzel bir şekilde önle” (Fussilet 34).
“Rabbinin
yoluna hikmet ve güzle öğütle çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücâdele
et” (Nâhl 125).
“İnsanlara
hatırlat. Çünkü hatırlatma îmanlı kimselere fayda verir” (Zâriyât 55).
“Ben
mü’minin deyip, sâlih-amel işleyip, insanları Allah’a çağıran kimseden daha
güzel sözlü kim vardır”
(Fussilet 33).
“Allah’ın
dînine yardım ederseniz. O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz” (Muhammed 7).
“Allah
bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik
kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Şöyle diyerek duâ ediniz): Ey
Rabbimiz!. Unutur, yada yanılırsak bizi sorumlu tutma!. Ey Rabbimiz!. Bize,
bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz!; bize
gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme!. Bizi affet, bizi bağışla, bize acı!. Sen
bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et” (Bakara 286).
“Kim
güzel bir (işte) aracılık ederse, ona o işin sevâbından bir pay vardır. Kim de
kötü bir (işte) aracılık ederse ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın
her şeye gücü yeter” (Nîsâ
85).
Bu âyetlerin de yönlendirmesiyle müslümanlar, Mekke müşriklerinin
zulmünden kurtularak İslâm’ın ön-gördüğü biçimde özgürce yaşayabilmek amacıyla
Habeşistan’a hicret etmişlerdir. Müslümanlar, ilki Hz. Muhammed’in peygamberlikle
görevlendirilişinin beşinci yılında (614), ikincisi de altıncı yılın (615)
başlarında olmak üzere iki defâ hicret ettiler. Bu hicretler “birinci
Habeşistan hicreti” ve “ikinci Habeşistan hicreti” olarak adlandırılır. Daha 5.
yılda, İslâm’ın Mekke’nin o zamanki ortamında İslâm’ın hakkıyla
yaşanamayacağını gören mü’minler, Peygamberin emri ile Habeşistan’a hicret
ederek orada İslâm’ın yaşanmasının mümkün olup-olmamasını denetlemek ve
mü’minlerin en azından bir kısmının rahat bir şekilde inancını yaşayabilmesi
için hicret etmişlerdir. Çünkü İslâm, zinhar hayâta aktarılmadan yaşanabilecek
bir din değildir. Habeşistan’da rahat bir şekilde hem inançlarını hem de
hayatlarını yaşayabilen mü’minler, Habeşistan’ın dâvete karşı olumsuz bir tutum
takınmamasına rağmen, oturmuş bir devlet-düzeni olduğunu ve devlet-içinde bir
devletin olamayacağını gördükleri için Habeşistan’ın Dâr-ül İslâm olması
düşüncesinden/umûdundan vazgeçmişlerdir. Peygamberimiz daha sonra aynı amaç
için 10. yılda çok uygun iklimi ve şartları olan Taif’i denedi. Taif daha
ilk-başta bu “fırsatı” tepti. Medîne o dönemde Evs ve Hazreç kabîlelerinin
arasındaki savaş nedeniyle ilk-başta düşünülmemişti. Daha sonra Allah Medîne’yi
nasip etti müslümanlara Dâr-ül İslâm olarak.
“Tarafımdan söyle: Ey îman eden kullarım, Rabbinizden
korkun!. Bu dünyâ-hayâtında güzel düşünüp güzel davrananlara güzellik var.
Allah’ın toprağı/yer-yüzü geniştir. Sâdece sabredenlere, ücretleri hesapsız
ödenecektir” (Zümer 10).
Eyleme kadar îman/inanç ve ahlâkla
donanmak şarttır. Eylem ile birlikte artık hicret ve cihad başlar. Evet; çok
gayretli çalışmalarla, varını-yoğunu ortaya koyarak gösterilecek çabalarla ve
tabî ki Allah’ın izni ile Allah bu işin sonunu “devlet”e çıkaracaktır.
4-Devlet Aşaması
Bu-aşamanın gerçekleşebilmesi için çok-çok
uzun olmayan ama kısa da olmayan bir süre geçmesi gerekecektir. Bu-aşamaya
gelindiğinde nitelik ve nicelik olarak bir kitle olması kesin şarttır. Çünkü
artık ortada “idâre” edilmesi gereken bir devlet vardır. Eylem aşamasında kazanılmış
ve destek alınmış halk bu-aşamanın en büyük yardımcılarıdır. Eylem-aşamasının
sonunda devletin kurulmasının hangi yoldan olacağı coğrâfî, kültürel, politik,
ekonomik vs. nedenlere bağlıdır. Fazla gürültü-patırtı çıkarmadan Hak-merkezli
bir devlet olamayacağı için bâzı gürültüler çıkması kaçınılmazdır. Hattâ
bazıları ağır bedeller ödemek zorunda kalınabilir. Bu bedeli en çok da “kurucu
kadro” ödemelidir. Allah Kur’ân’da:
“Şüphesiz
îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar, Allah’ın
rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Bakara 218).
“Yoksa
siz, Allah, içinizden cihad edenleri belirtip-ayırdetmeden ve sabredenleri de
belirtip-ayırdetmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmran 142).
“Andolsun,
mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine
kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici
(sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan
azimdendir” (Âl-i İmran
186).
“Ey
îman edenler!, içinizden kim dîninden geri döner (irtidat eder)se, Allah
(yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü’minlere
karşı alçak-gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad
eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın
bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir” (Mâide 54).
Bu aşamada
savaş da vardır. Hoşunuza gitmese bile:
“Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde
üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için
hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de
siz bilmezsiniz” (Bakara 216).
“Ey îman edenler, sizi acı bir azapdan kurtaracak bir
ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resûlü’ne îman edersiniz, mallarınızla
ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır;
eğer bilirseniz” (Saff 10-12).
Ramazan
Kayan:
“Toplumlar savaşlar ile
yok edilmezler, korkularıyla yok olurlar” der.
“Elçilerini hidâyet ve hak din üzere gönderen O’dur.
Öyle ki onu (hak din olan İslâm’ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır;
müşrikler hoş görmese bile” (Saff 9)
Ahmet Tekin bu âyeti şöyle çevirmiştir: “O,
Resûlünü bir hidâyet rehberi olan Kur’ân ile ve toplumunuzda hakça düzeni
gerçekleştirecek Hak Din ile, âdil bir şeriatla, gerçek medenî kuralları
öğretmekle görevli özgürce sorumluluklarını yerine getirmek üzere gönderendir.
İlâhlığında, otoritesinde, mülkünde, tasarruflarında, Allah’a ortak koşan,
başka otoriteleri olan müşrikler istemeseler de dînini, düzenini bütün
inançlara, medeniyetlere, rejimlere üstün ve hâkim kılmak için göndermiştir”.
Dünyâ’yı fesada boğanların
birlik olup berâberce aynı zihniyeti paylaşmaları ve görece bir-birlerine
yardımcı olmalarına aldanma!. Onlar, reklâmı iyi yapılmış ve gerçek zannedilen
birer seraptırlar:
“Onların gönüllerinde, korku bakımından siz, Allah’tan
daha zorlusunuz. Bu böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veya duvar
arkasında olmaksızın sizinle toplu bir hâlde savaşmazlar/savaşamazlar. Kendi
aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa
kâlpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları
dolayısıyla böyledir” (Haşr 13-14).
“Kâfirlerin yer-yüzündeki güçlerinin
karşı konulmaz olduğunu sanmayınız. Onların varacakları yer
cehennemdir. Orası ne kötü bir varılacak yerdir” (Nûr 57).
“Biz, bir-biriyle yardımlaşıp öcünü alan bir
topluluğuz mu diyorlar?. Yakında o topluluk bozguna uğratılacak ve arkalarını
dönüp kaçacaklardır” (Kamer 44-45).
“Yoksa,
güçlü ve üstün olan, karşılıksız bağışlayan Rabbinin hazîneleri onların yanında
mıdır?. Yoksa göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların mülkü onların
mı?. Öyleyse, sebepler içinde (bir imkân ve güç bularak göğe) yükselsinler.
Kabîlelerden oluşmuş, sözüm ona bir ordudur bu; şurada (her-hangi bir yerde) bozguna uğratılacaktır” (Sâd
9-11).
“Allah, yazmıştır: Andolsun, ben gâlip geleceğim ve
elçilerim de. Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sâhibidir, güçlü ve üstün
olandır” (Mücâdile 25).
“Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle
gönderdik ve insanlar adâleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve
mizânı indirdik. Ve kendisine çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli)
yararlar bulunan demiri indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb
ile (görmedikleri hâlde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın).
Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sâhibidir, üstün olandır” (Hadîd 25).
Fitne
kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet
vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).
“İnsanlar, (sâdece) îman ettik diyerek, sınanmadan
bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
“Yoksa siz,
içinizden cihad edenleri ve Allah’tan ve Resûlü’nden ve mü’minlerden başka
sır-dostu edinmeyenleri Allah bilip (ortaya) çıkarmadan bırakılıvereceğinizi mi
sandınız?. Allah yaptıklarınızdan haberdardır” (Tevbe 16).
Allah dîni, diğer dinlerin üstüne çıkarmak
ister: “Müşrikler istemese de O dîni (İslâm’ı) bütün dinlere üstün kılmak için
elçisini hidâyetle ve hak dinle gönderen O’dur” (Tevbe
33)
“Ama
îman edip îmânı kendisine yarar sağlamış -Yûnus kavminin dışında- bir ülke
olsaydı ya!. Onlar îman ettikleri zaman dünyâ-hayâtında onlardan
aşağılatıcı azâbı kaldırdık ve onları belli bir zamâna kadar yararlandırdık” (Yûnus 98).
“Hafif
ve ağır olarak savaşa kuşanıp çıkın ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla
cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır” (Tevbe 41).
“Allah’a
ve Resûlü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad
edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz” (Saff 11).
Devletin kurulması hicret ile olacaksa,
onun gereği olan sünnetten ilhamla davranılması; mevcut ülkede olacaksa ona
göre bir tavır takınılması gereklidir. Mü’minler bu-aşamayı “yıkmak için değil,
yapmak için” isterler. Tabi kötü bir şeyi yıkmadan yenisinin ve iyisinin
yapılması da mümkün değildir. Devlet, İslâm Devleti olarak değiştiğinde ve ana-yasası
Kur’ân merkez alınarak yapıldıktan sonra çeşitli düzenlemeler de zamanla
yapılabilecektir. Artık kervan yolda düzülecek ve düzelecektir.
İslâm için devlet de bir
araçtır. Aslolan İslâm’ın ilkelerinin
(vahiy) yeryüzüne hâkim
kılınmasıdır.
5-Medeniyet (Ümmet)
Peygamberin
en büyük sünneti, devlet ve medeniyet kurmaktır.
Atasoy
Müftüoğlu:
“Müslümanların vâr
olduğu, ancak, İslâmî bir toplumun var olamadığı bir Dünyâ’da yaşıyoruz. Bu
korkunç çelişkiye ilişkin bir farkındalığa sâhip değiliz. Müslüman olarak vâr
olmak mümkün iken, İslâmî bir toplum/Dünyâ inşâ etmek niçin mümkün olmasın diye
kendimize sormuyoruz” der.
Evet; nihâyet artık son-aşamaya
gelinmiştir. Bu-aşama bir sonuçtur ve Allah’ın bir ödülüdür. Tabî ki bu-aşamada
gayretli ve diraâetli çalışmalar yapılmaya devâm edecektir. Zâten Dünyâ bir
imtihan-dünyâsıdır. Bir yapıyı yapmak kadar korumak da zordur ve önemlidir. Bu
yapı sürekli “el atılarak” ilerletilecek ve yapılandırılacaktır. Bu-aşama da
disiplin gerektiren bir aşamadır. Medeniyet ne kadar sağlam kurulursa o kadar
uzun yaşayacak ve de insanları mutlu edecektir. Bunun için insanlar artık çok
da zor olmayan bâzı gayretleri göstermek ve ufak da olsa bazı dokunuşlar yapmak
zorundadır.
Sâdettin
Ökten, medeniyet için şöyle der:
“Hedefi olmayan toplum medeniyet
yapamaz. Medeniyet tasavvurunun referansları vardır. İslâm medeniyetinin sâbit
referansları Kur’ân ve Sünnet’tir. İç-dünyâmızda her-şeyi yerli-yerine koyan, bir-takım
değerleri sevdiren, tanıtan ve o değerler doğrultusunda hareket etmemizi
sağlayan medeniyet tasavvurudur. Kendiliğinden
meydana gelen değişim hattâ dönüşümlerin târihidir medeniyet târihi.
Felsefî sistem orada
bir yerde öğretilmek için dururken, medeniyet tasavvuru ise, öğretileriyle
birlikte uygulanmak için vardır. Bir davranış-biçimini insanların hayâta
geçirmeleri için ona inanmaları lâzım. İnsan inanmadığı bir şeyi yapmaz,
yapamaz. İnanmadığınız şey sizin için sâdece bilgidir.
Medeniyet tasavvuru, oldukça ağır
bir yüktür. Dolayısıyla tahakkuk edebilmesi için de bâzı ön-şartların yerine
gelmesi gerekli. Toplumun ses getiren kesimlerinden birinin/birilerinin alt-yapı
oluşturması ve toplumsal mutâbakatı sağlaması şart. İkinci aşamada bu mutâbakatın
somut irâdeye dönüşümü gerekli: Değerin hayattaki karşılığını görmeliyiz”.
Bu-aşamadaki en önemli şey şudur: Artık müslümanlar
ve insanlar ama özellikle de mazlumlar derin bir “oh” çekecek ve içten bir “çok
şükür” diyeceklerdir. Hak-Hakîkât, adâlet-eşitlik bu medeniyetle sağlanmıştır
artık. Artık zulümler sona ermiş, bebekler mutlu ve sağlıklı, anaların
endişesi, göz-yaşları, korkuları bitmiş, babalar işlerinin-güçlerinin başında, maddi-mânevî
fıtrata uygun bir ortamda mutlu-huzurlu bir şekilde yaşamaya başlamışlardır.
Tabî ki burası cennet değil, Dünyâ’dır ve Dünyâ’nın fıtrî zorlukları vardır.
Artık tüm kurumlar adâlet üzeredir. “Ekin ve neslin” güvenliğini sağlamanın
adımları atılmış ve değişim başlamıştır artık. Bu ülke başta diğer müslüman
ülkelere olmak üzere diğer tüm devletlere ve tüm insanlara örnek olmak üzere
yer-yüzünde boy göstermiştir. Bu İslâm Ülkesi ve Medeniyeti’nden sâdece câhiller
ve şerefsizler çekinmekte ve korkmaktadır.
Medeniyet
“din-merkezli bir Dünyâ” demektir. Tüm bu aşamalar aslında medeniyet kurmak
için değildir. O bir sonuçtur. İlk dört adımdan sonra ortaya çıkar. Tüm bu aşamalardan
sonra ortaya çıkan “medeniyet” çok önemlidir fakat mü’min için nihâi bir amaç
da değildir. Nihâi amaç, Allah yolunda vahyin gösterdiği istikâmette çalışmak
ve netîcede Allah’ın rızâsını kazanarak cennete kavuşmaktır.
İslâm’ın
özü olan tevhid, medeniyete ayarlıdır. Tevhid bir-kez harekete geçtiğinde artık
onu kimse durduramaz ve medeniyet ile sonuçlanır. Ali Şeriati:
“Tevhid, salt doğa-ötesi idealist bir teori
değildir. Tevhid, Allah’ın varlığında tek olduğuna, çoğul olmadığına inanmaktan
da ibâret değildir. Tevhid, aynı-zamanda bir dünyâ-görüşüdür. Târihî, sosyâl ve insânî bir
görüştür. Varlıkla birliğin, ırksal-sınıfsal birliğin alt-yapısıdır tevhid.
Grupsal, düşünsel, sınıfsal ve ulusal şirkin inkârcısıdır.
Medeniyet: Mûsa’nın
yaptığı iş. O, esir, zelil köleliğe râzı ve alışkın, düşkün, paraya tapan,
hakir ve bireysel çıkarlarını önemseyen bir topluluktan böyle bir târih yaptı.
Medeniyet; Hz. Muhammed(a.s.)’in yaptığı iş. Cehâletin, fakirliğin ve bedevî
kinciliğin egemen olduğu bir sahrada, dağılmış vahşî bir topluluktan, Dünyâ’nın
doğu ve batısının en büyük emperyâlist güçlerini darmadağın edenleri ve insan
târihinin bütün medeniyet ve kültür mîmarlarını vâr etti” der.
Medeniyet,
“yeni bir medeniyet kurmak” demek değildir. O kadim İslâm medeniyeti -ki Hz.
Âdem ile başlar- yeniden diriltmektir.
Lütfi
Bergen:
“Batı’lı
teknik-bilim, batı-dışı dünyânın sömürülmesinin ve ham-maddelerinin Avrupa’ya
taşınmasının sonunda ortaya çıktı. “Bu kadar ham-maddeyi nasıl yeniden Dünyâ’yı
işgâl etmek için kullanalım” düşüncesinin ürünüdür bu teknik ve bilim. Batı’nın
kullandığı tüm teknik araçlar batı bilmeden önce İslâm vahyinde ve bu vahyin
yüzlerce yıl içinde etkili olduğu coğrafyalarda bilinmekteydi. Yâni Zülkarneyn’i
târihten çıkarırsanız Çin’de hikmet nâmına bir şey kalmayacaktır. Çin,
pusula ve barutu Avrupa’dan çok önce biliyordu. Ancak bu barutla öteki
toplumları boyunduruk altına almayı düşünmemişti. Pusula ile Dünyâ’yı
işgâle yönelmemişti. Kısaca teknik gelişme ile “medeniyet” oluşmayacaktır;
oluşsa idi zâten Avrupa’da buna dâir işâretler olurdu. Yâni Yûsuf (as) nasıl
buğday dolu siloları insanlığın açlık meselesini çözmek için tahsis etmişse, batı
da örneğin kapitâlizm gibi bir tatbikâta bu kadar üretim bolluğu içinde
yakalanmamalıydı. Teknik, ahlâkî değer üretmez. Medeniyet değildir.
Teknik eğer ahlâkî değer üretse idi, Afrika’da açlığa bir çözüm bulunurdu. Bu
çerçevede “yeni ve köklü bir medeniyet inşâsı” şeklinde tanımlama, bizim “medeniyet”
fikrimizden kopuktur. Çünkü bizde medeniyet “yeni” olanı değil tek ve Âdem’den
bêri gelip Hz. Peygamber (asv) ile kemâle ermiş bir müslüman toplum olma
irâdesini ifâde eder. Yâni medeniyet Âdem ile başlar. Buna göre ilk insan olan
Âdem’in vahşî bir adam olduğunu ileri süren batı paradigmasından kopmamız
gerekecektir. Müslümanlar ders kitaplarında ilk insanların vahşî olduğunu
çocuklarına anlatıp duruyorlar. Sonra da çocuklarına ilk insan olan Âdem’in
peygamber olduğuna inanmalarını istiyorlar. Âdem’in vahşî olmadığının ilk
delîli onun hayâ duygusu ile örtünmüş bulunmasıdır. Çocuklarımıza bunu
anlatmamız gerekir. Âdem ve çocukları mağarada yaşamadılar, çünkü Kâbe’nin inşâ
edicisi Âdem idi. İlk müslüman toplum olan Âdemoğulları nikâh akitleri ile
bir-birine bağlıydılar, vahşî değillerdi. Üretim ehli idiler, çünkü kurban
sunmuşlardı. Yâni kurban vererek mallarını kendilerine verenin Allah olduğunu
gösteriyorlardı. Bu malları emekle elde etmişlerdi. Kurban koç olduğuna göre
bir ehlileştirme yapılmış olmalıdır. Süt ve yün de değerlendirilmiş olmalıdır.
İlk insanlar vahşi ve toplayıcı değillerdi. Bir şehirleri, mekân duyguları
vardı. Bugün kent yapılaşması câmi-merkezli değildir. Oysa insanlığın atası
olan Âdem’in mekân algısı, mescid-kıblegâh merkezli idi. Müslümanlar
şehirlerini bu gerçeklikten başlayarak oluşturmalıdırlar. Bizim kaybedilmiş ilk
hikmetimiz mekân algısıdır. İslâm Medeniyeti’nin doğuşu ancak ahkâmı yaşayan
bir İslâm toplumunun ortaya çıkışı ile mümkündür. Medeniyet, müslümanların
toplumsal varlığının tez+ahürüdür” der.
Şeyhülislâm
Mûsa Kâzım, bir toplumda ilimlerin ve eğitimin yaygınlaşmasını “medeniyet”
vâsıtaları olarak görmez. Bu tür bir iddiaya şöyle cevap verir:
1) Bir insanın bir
ilim-sâhibi olması ancak hayâtının bütününü bu meseleye hasretmesi ile
mümkündür. Hâlbuki bir toplumu, bir milleti teşkil eden fertlerin bütününün
tüm zamanlarını ilim ve fenleri öğrenmeye ayırması, kendilerini geçindirecek,
ihtiyaçlarını giderecek kimse bulamamalarına neden olur.
2) İnsanlar dirâyet
ve kâbiliyet bakımından farklı olduklarından, bir toplumu meydana getiren
fertlerin tamâmı tüm zamanlarını ilim ve fenne hasretseler bile, hepsi o yüksek
mertebeyi elde edemez; belki binde biri o rütbeye nâil olur ve geri kalanları
yine kendilerini behîmiyetten (hayvâniyet) kurtaramaz.
3) Eğer eğitimin
yaygınlaşması demek herkese okuma-yazma öğretmek demek ise, bu da amacın
gerçekleşmesinde yeterli olmaz. Çünkü onlar nefsânî ihtiyaçlarını ve hayvânî
şehvetlerini daha genişletmiş olacağından, kendilerinin insâniyeti korumaktan
ziyâde, hasîs menfaatlerine hizmet ve onlara ulaşmak için her türlü vâsıtaya
müracaat edecekleri âşikardır.
Mûsa Kâzım ilim ve
fen ile “insâniyet”in tahakkuk edeceğine kanaat etmez. O’na göre insâniyet
demek; istikâmeti, ciddiyeti, merhâmeti, şefkati, âtıfeti, her hususta adâleti,
kısaca bütün yüksek ahlâkı ve fâzıl sıfatları gerektiren “insanlık” demektir.
Bu ise, dînin, mezhebin, itikâdın teferruatındandır. Yâni dîni, îtikâdı olmayan
her-hangi bir şahıs kendini hayvanlıktan kurtaramaz; o yüksek ahlâk ile
ahlâklanamaz, fazîletli sıfatlarla muttasıf olamaz, şahsî çıkarları uğrunda
aşağılık iş yapmaktan kaçınamaz.
Medeniyetler
“Kitap”tan başka kılıçla (demir) kurulur. Bir makâlede şöyle denir:
“Hz. Muhammed’i diğer
bir-çok peygamberden ayıran en önemli başarısı, savunduğu dâvâyı, silahlı bir
insan-gücünü örgütleyerek zafere ulaştırmış olmasındadır. Ve o dâvâ, medeniyet
dâvâsı idi. Nitekim bir-çok batılı bilim-adamı, bu açıdan Hz. Muhammed’i bir
medeniyet kurucusu olarak târihteki yerine oturturlar”.
Abdurrahman
Arslan:
“İslâm iki şeyi
düzenler, zamânı ve mekânı” der.
Ali
Şeriati:
“Doğru düşünce
olmadan doğru bilgi; doğru bilgi olmadan da inanç olmaz. Bu üçü, uyanık bir
şuur veya teori ve pratikte mükemmele ulaşmak isteyen bir hareket için mutlakâ
gereklidir. Bilmeden inandığımız yüzeysel inançlar, çok geçmeden fanatizme ve
bâtıl inançlara dönüşür, toplumsal yapıyı olumsuz yönde etkiler. Toplumda
ideolojik dönüşüm başarılmadan, hiç-bir köklü dönüşüm gerçekleştirilemez. Hızla
gelişen çağdaş-dünyâda en çok ihtiyaç duyduğumuz şey de, işte bu ideolojik ve
fikri dönüşümdür. Bu tür bir dönüşüm, yaygın bir hareket hâline gelmeden önce,
ferdin hayâtında ve şuurunda kök salmış olmalıdır. Ancak bu yolla, “kutsal”
kurumlar adı altında donup katılaşmış olan hareketsiz yapılar, toplumun varlık
hamlesinde etkin bir rôl oynayan canlı ve hareketli unsurlar hâline gelebilir”
der.
İslâm=Îman-Hicret-Cihat’tır: “Îman
edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad
edenlerin Allah katında büyük dereceleri vardır. İşte kurtuluşa ve mutluluğa
erenler bunlardır” (Tevbe 20).
“Ey îman eden kullarım, şüphesiz benim arzım
geniştir; artık yalnızca bana ibâdet edin. Her nefis ölümü tadıcıdır; sonra
bize döndürüleceksiniz” (Ankebût 56-57).
“Kendi
rızkını taşıyamayan nice canlı vardır ki onu ve sizi Allah rızıklandırır (korkmayın). O, işitendir,
bilendir” (Ankebût 60).
İşte
Allah’ın vaadi: “Bizim uğrumuzda cihad edenlere, şüphesiz yollarımızı gösteririz.
Gerçekten Allah ihsan edenlerle berâberdir” (Ankebût 69).
Ali
Şeriati:
“Târihte bildiğimiz
yirmi-yedi medeniyetin hepsi, bir hicretten sonra ortaya çıkmışlardır. Bunun
bir tek istisnâsı bile yoktur. Bir başka deyişle, ilkel bir topluluğun,
yaşadığı yurdu bırakıp bir başka yere göçmeden medenileşebildiğini gösteren bir
örnek yoktur. En sonuncusundan (Amerika), en eskisine (Sümer) kadar bildiğimiz
bütün medeniyetler, hicretlerin ardından kurulmuşlardır. Her defâsında ilkel
bir topluluk, ana-yurdunu terk-etmediği sürece ilkel olarak kalmış; ancak
hicret edip kendine bir başka yurt edindikten sonra medeniyete ulaşabilmiştir.
O hâlde bütün medeniyetler, ilkel toplulukların hicretinden doğmuştur” der.
“Neden bu konuyu bu kadar irdeliyorsun”?
diyorlar; çünkü vicdanlar rahatsız. Dünyâ yanıyor. İnsanlık perişân. Bunu Kur’ân
da söylüyor: “Kellâ lev ta’lemûne ilmel yakîn, Le teravunnel cahîm”. “Kesinlikle hayır!.
Eğer kesin (yakîn) bir bilgiyle bilmiş (bakmış) olsaydınız, cehenneme (uçuruma) doğru yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz”
(Tekâsür 5-6). “Kim
kaçınır (menittekâ) ve düzeltirse (asleha) o zaman onlar için korku yoktur ve
üzülmeyeceklerdir (fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne)” (A’raf
35). âyet düzeltmek emrini içerir. Yâni böyle bir yazı yazmamın sebebi, baktığım/durduğum yerden
görülen şeyin zulümden başka bir şey olmamasıdır. Beni en çok karamsarlığa
kaptıran şey ise, beş adımdan oluşan böyle bir süreç ve hedefin talep
edilmemesi ve anlatıldığında da çeşitli nedenlerle ilgisiz kalınmasıdır. Fakat
bunlar yazmamam için sebep olamazlar. Çünkü bir; “söylemeyeyim de öleyim mi?”
durumu var. Lâkin, Fuzûli’nin dediği gibi: “Konuşsam têsiri yok, sussam gönül
râzı değil. Yine de Cem Karaca’nın çok güzel seslendirdiği Nazım Hikmet
şiirinde söylendiği gibi söylemeye devâm edeceğim: “İnsanlar gülüyordu de; Trende,
vapurda, otobüste; Yalan da olsa hoşuma gidiyor, söyle.. Hep kahır, hep kahır,
hep kahır; Bıktım be!..
“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek
istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır.
Müşrikler istemeseler de, dînini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini
hidâyet ve hak ile gönderen O’dur. Ey îman edenler!. Sizi acı bir azaptan
kurtaracak ticâreti size göstereyim mi?. Allah’a ve Resûlüne îman eder,
mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu
sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar,
sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere
koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan
yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!”
(Saff 8-13).
Ahmet
Kalkan:
“Bir-çok peygamber
gelmiş, ömürlerini Allah’ın rızâsı doğrultusunda tebliğ ve cihada
harcamışlardır. Fakat bâzıları küçük bir ümmet/cemaat bile oluşturamadan
gitmişlerdir. Bu, mağlûbiyet ve başarısızlık mıdır?. Maddî ve zâhirî yönden
“evet!” Hz. Nûh da, dünyâ-ölçeğinde mağlup olduğunu belirtiyordu: “(Nûh)
Rabbine; “Ben mağlûb oldum, yenik düştüm, bana yardım et!” diye yalvardı”
(Kamer 10). O Nûh (a.s.) ki, her türlü yöntemi denemiş, gece-gündüz, gizli-açık
tebliğ etmiş, tebliğ etmişti: “(Nûh:) Rabbim! dedi, doğrusu ben, kavmimi
gece-gündüz (îmâna) dâvet ettim; fakat benim dâvetim, ancak kaçmalarını
artırdı. Gerçekten de, (îmâna gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için
onları ne zaman dâvet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni
görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe
kibirlendiler. Sonra ben kendilerine haykırarak dâvette bulundum. Üstelik,
onlarla hem açıktan-açığa, hem de gizli-gizli konuştum” (Nûh 5-9). Hem de, dile
kolay; tam 950 sene. (Ankebût 14).
Ama, hakîkatte ve
âhiret ölçeğinde onlar başarılıydı, gâlipti, gâyelerine ulaşmışlardı. Onlar, ne
yaptılarsa Allah rızâsı için yapmışlar ve o rızâyı da kazanmışlardı. İnsan,
sâdece kulluk yapmak için (Zâriyât 56), Allah’ın emir ve yasaklarına uyup O’na
teslimiyetle itaat için yaratıldığına göre, bu görevlerini yapandan daha
başarılı kimse olur mu?.
Başarı ve zafer Allah’ın
yanındadır. O dilemeden hiç kimse gâlip gelemez. Mağlûbiyet ihtimâli var diye
savaştan kaçan insan, gâlibiyeti hak etmeyen bir korkak olduğu için, o, hiç-bir
zaman gâlip gelemeyecektir. İnsan, dâvâsının savaşçısıdır. “Îman edenler
Allah yolunda savaşırlar, kâfirler de tâğut yolunda savaşırlar. Öyle ise o
şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki şeytanın hîlesi zayıftır” (Nîsâ 76).
Bu hak-bâtıl savaşında savaşçı olarak yer al(a)mayan kimseler, kâfirlerle mü’minlerin
arasında tercih yapamayan münâfıklardır ki, onlar da bu tavırlarıyla kâfirlerin
cephesinde kabûl edilirler.
Zafer sabra bağlıdır;
Müslüman için kaygının sonu sevinç, zorluğun sonu kolaylıktır. Zaferin
büyüklüğü, belânın büyüklüğü nispetindedir. Hiç kimse, gâlibiyet ve başarı
merdivenine elleri cebinde tırmanmamıştır. Güçlükler, gâlibiyet ve başarının
değerini artıran süslerdir. Bâzı yıkılışlar, daha parlak kalkışların
teşvikçisidir. Bir şeyi yapabileceğinize kendinizi inandırırsanız, ne kadar güç
olursa-olsun onu başarırsınız. Fakat, Dünyâda en basit işi yapamayacağınız
kuruntusuna kapılırsanız, onu yapmanıza imkân kalmaz. Tepecikleriyle karşınıza
aşılmaz dağlar gibi dikilir. Başarmak için tehlikeye atılmadıkça yarışı
kazanmak, mücâdeleyi göze almadıkça da zaferi elde etmek mümkün değildir. Büyük
başarıların ve gâlibiyetlerin sâhipleri, küçük işleri titizlikle yapabilme
sabrını gösteren kişilerdir. Ve… Yenileceğinden korkan dâima yenilir.
Uhud Savaşından
mağlûp çıkan müslümanlara verilen mesaj, içinde yaşadığımız Dünyâ’da uzun
zamandır siyâsî ve sosyâl alanda zâlim kâfirlerin gâlip ve mazlum müslümanların
mağlûp kabûl edildiği ortamda imtihan edilen kimseler için de geçerlidir: “(Ey
mü’minler!) Gevşemeyin, mahzun olmayın. Siz eğer (gerçekten) mü’min iseniz
(düşmanlarınıza gâlip ve onlardan) çok üstünsünüzdür” (Âl-i İmrân 139). İnsan,
savaşı önce içinde kazanır yada kaybeder. Bir amacın başarı ve gâlibiyet
limitini, kendi inancımız belirler. Mü’min, Allah’ın, Resûlünün ve O’nun
hizbinin (safını ve nihâî tercihini Allah’tan yana yapanların) gâlip olduğuna
hiç şüphe etmeyen insandır. Ve esas gâlibiyet, iç-dünyâmızdakine paralel olarak
ebedî hayatta felâh olarak ortaya çıkacaktır” der.
Ramazan
Kayan:
“Rüyâsı olmayanlar,
kâbuslardan kurtulamazlar. Rüyâ görmek; hedef belirlemek, yüce ideâllerin, ulvî
gâyelerin adamı olmak demektir. İdealleri çökmüş, iddiaları bitmiş, irâdeleri
tükenmişlerin ne rüyâsı olacak?. Rüyânın gerçekleşmesi için, öncelikle uykudan
uyanmak gerekir. Hareket hâlinde olanların rüyâsı haktır. Âkıbetleri hayırdır. Unutmamak
lâzım ki; Yûsuf’un Mısır diye bir rüyâsı vardı. Hz. Mûsâ’nın Firavun’un zulmü
altında köleleştirilen İsrâiloğulları için ilk günden gördüğü bir özgürlük
rüyâsı vardı. Hendek’te açlıktan mîdesinin üstüne taş bağlayan Hz.
Muhammed(sav)’in Kayzer’in, Kisra’nın, Yemen’in saraylarının kapısının bu
ümmete açılacağına dâir bir rüyâsı vardı. Hudeybiye’den önce fethin rüyâsını
görmüştü. Selahaddin-i Eyyübi, Kudüs’ün rüyâsını görmeseydi Kudüs’ü fethedemezdi.
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un rüyâsını gördükten sonra Konstantin İstanbul
oldu” der.
Ali
Şeriati de:
“Yüzyılların getirdiği donukluk, bâtıl inanışlar ve
lekelerden kurtulup, canlı bir ideoloji hâlinde uygulamaya konulduğu zaman, en
önemli ve gerekli görev kuşkusuz İslâm’ın olacaktır.
Bu, gerçek İslâm aydınlarının görevidir. Yalnızca bu yolla, İslâm
-bir inanç rönesansı ve tepkiyle, yalnızlıktan kurtulduktan sonra- günümüzdeki
inançlar savaşına katılabilecek ve özellikle, merkeze hükmederek, yeni insânî
rûhun yeni bir Dünyâ ve yeni bir insanlığa başlama aracı peşinde koştuğu çağdaş
düşünceye bir örnek olma hizmeti görecektir.
Bu, hiç de olmayacak
bir öneri değil, bir görevdir. Yalnızca İslâm’ın aslî çağrıları bunu
gerektirmekle kalmaz, aynı-zamanda Kur’ân bunu, İslâm’ın gerçek izleyicilerine
açıkça emreder: “Doğu da Allah’ın, batı da... Böylece sizi vasat bir ümmet
yapmışızdır, insanlara karşı şâhidler olasınız, peygamber de sizin üzerinize
tam bir şâhid olsun diye” (Bakara 142-143)
Hakikati aramak,
özgürlüğü elde etmek ve insanı kurtarmak yolunda çaba göstermek hayâtın kendisi
ve mutluluğun ta kendisidir” der.
Atasoy
Müftüoğlu ise:
“Biz yer-yüzüne İslâm’i
düşüncenin, İslâm’i vâr-oluşun, İslâm’la kavganın, eylemin, ufkun, bilincin,
hayat-tarzının, dünyâ-görüşünün özneleri olmak için gönderildik. “İslâm’i vâroluş bilincine sâhip
olan sorumluluk sâhibi müslümanlar, bütün bir Dünyâ’yı tanır ve bu Dünyâ
üzerinde kendi sistemlerini nasıl inşâ edebileceklerine, bu sistemi nasıl
gerçekleştireceklerine ilişkin bir yol belirlerler. İslâm’i vâroluş bilincine
sâhip olmayanlar ise, küresel sistem tarafından Dünyâ’yı ve olayları nasıl
tanımlamaları isteniyorsa, Dünyâ’da nasıl yaşamaları isteniyorsa o yönde hareket
ederler. Bu konuda nesne yada eşyâ muâmelesine mâruz kalmakta bir sakınca
görmezler. Sorumlu özne gerçeği görür, gerçeğin peşinde koşar, sorumsuz nesne
ise, hiç-bir şeyi doğru göremez. Neden biz târihin dışına sürüldük?. Neden
târihin nesnesi haline geldik?. Neden biz bu-günün târihinin öznesi değiliz?.
Hâlbuki yeryüzüne gönderilişimizin nedeni târihin öznesi olmak içindir.
Târihin/toplumun/siyâsetin/bilginin öznesi olmak için biz yeryüzünde
bulunuyoruz. Allah’ı temsil etmek, O’nun hakîkatini temsil etmek, ilâhi
hakîkatin bilincinde ve farkında olarak yaşamak demektir” der.
Ahmet
Kalkan:
“Zahmetsiz rahmet
olmaz. Allah sebeplerin mahkûmu değildir ama, Dünyâ’yı bir sebepler kânununa
bağlı kılmıştır. “Yere eken göğe bakar”. Yere bir şey ekmeyen kimsenin göğe
bakıp yağmur ve rahmet bekleme hakkı yoktur. Tarlaya tohum ekmeden, yâni fiilî
duâ yapmadan, kimsenin Allah’tan ekin istemesi (kavlî duâ) doğru olmaz.
Sünnetullah dediğimiz Allah’ın evrendeki değişmez kânunları, hep sebep-sonuç
ilişkilerine oturtulmuştur.
Aynen böyle; kul,
Allah’a, yâni O’nun dînine yardım edecektir ki, O da kuluna yardım etsin
(Muhammed 7). Îman edenler, kendilerinden önceki mü’minlerin sünnetullah gereği
başından geçen sıkıntılara göğüs gerecek ve “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye
tavırları ve dilleriyle o yardımı bekleyip hak kazanacaklar ki, “Allah’ın
yardımı yakın” olsun. Allah’ın yardımı olmadan muvaffâkiyet/başarı yoktur (Hûd
88). Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet-sâhibi Allah’ındır (Âl-i İmrân 126).
Allah dilediğine yardım edip zafer verir (Rûm 5). Allah dilediğini yardımı ile
destekler. Elbette bunda basîret sâhipleri için büyük bir ibret vardır (Âl-i
İmrân 13). Mü’minlere yardım etmeyi Allah üzerine hak olarak almıştır (Rûm 47).
Îman edip mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda savaşanların günahlarını
bağışladığı ve onları cennetlere koyduğu gibi, Allah, onlara sevecekleri başka
bir şey daha vaad eder: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih (Saff 10-13).
Bir kısmının adı
“ensâr” olan ashâbın Allah’ın yardımına nâil olup kısa bir zaman içinde maddî
ve mânevî her alanda Dünyâ’nın en büyük gücüne sâhip olması, O’nun yardımıyla
zaferden zafere koşmaları işte bu bilinçte yatmaktadır: Onlar öncelikle Allah’ın
dînine yardım ettiler, Allah da onlara yardım etti. Onlar öncelikle kendileri
Allah’a doğru adım attılar, Allah da onlara yardım etti. Önce İlâhî yardıma,
zafer ve devlete liyâkat kesbettiler, Allah da onlara kapılarını açtı. Günümüz
insanı hazırcılığa, kolaycılığa, görevlerini ihmâl edip haklarını öne
çıkarmaya, özgürlüğünü savunup sorumluluktan kaçmaya, her şeyi eleştirip kendi
nefsini savunmaya, cihad gibi Allah’ın yardımına ulaştıracak vesilelerden
uzaklaşmaya, dünyevîleşip ölümden korkmaya meyyâl olduğu için Allah’ın
yardımı da gelmemektedir.
Allah’ın yardımı
hangi şartlarda gelir?. Kur’ân bu sünnetullahı bir-çok âyette belirtir.
Bunlardan biri: “(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin
başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?.
Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve onlar öyle sarsıldılar ki Peygamber
ve onunla berâber îman edenler, nihâyet “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?”
dediler. İşte o zaman (onlara): “Şüphesiz Allah’ın yardımı yakın” (denildi).”
(Bakara 214). Bu âyette eşsiz bir terbiye örneği vardır. Müslümanlar için Dünyâ’da
ve dolayısıyla âhirette başarılı olmanın yolu, îman ve cihadla çalışmak,
çabalamak, Allah yolunda sıkıntılara katlanmak, güçlüklerden yılmamak, dâima
tembelliği, zevk ve sefâyı, eğlenceyi tercih eden nefsin hevâsından, Şeytan’dan
uzak olmaktır. Ey müslümanlar!. Sıkıntı çekmeden, cihad etmeden, kurban
vermeden zafere ulaşamazsınız, cennete giremezsiniz. Bu âyet, bir rivâyete
göre, Hendek Savaşı’nda müslümanların çektiği sıkıntıları dile getirir. Diğer
rivâyete göre, Uhud Savaşı ile ilgilidir. Diğer bir rivâyete göre ise,
evlerini, mallarını ve yakınlarını Mekke’de bırakıp bunca sıkıntılara
katlanarak Medine’ye göç eden müslümanları teselli için inmiştir.
Allah âdildir, zerre
kadar zulmetmez. Hak edene hak ettiğini verir. Hattâ, hak etmek için, liyâkat
kesbetmek için gerekli gayreti gösteren kimselere lütfuyla muâmele eder,
fazlaca nîmetler ihsân eder. Önemli olan, mü’min kulların kulluk bilincidir.
İnsan Allah’a doğru adım atar-atmaz Allah kapılarını açacak, Dünyâ’da izzet ve
devlet, âhirette sonsuz nîmet ve cennet verecektir” der.
“Böyle bir devlete-medeniyete ulaşılamaz,
târihte İslâm’i bir devlet kurulmamıştır, zâten İslâm’ın da bir devlet talebi
yoktur” vs. gibi asılsız boş laflar edenlere müslümanların kurduğu devletlerin
listesini verecek değilim. İsteyenler bunu internetten çok kolay bir şekilde
bulabilirler. Ama şunu söyleyeyim ki, târihte en çok devlet kuran din,
İslâmiyettir. Fakat İslâm’ın devlet talebini bildiren âyetleri vermemiz îcab
eder:
“Allah barış yurduna çağırır ve kimi dilerse
dosdoğru yola yöneltip-iletir. Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası
(medeniyet) vardır. Onların yüzlerini ne bir karartı sarar, ne bir zillet, işte
onlar cennetin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır” (Yûnus 25-26).
“Allah,
içinizden îmân edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç
şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidâr sâhibi kıldıysa, onları da
yer-yüzünde güç ve iktidâr sâhibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği
dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından
sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve
bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır.
Dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve elçiye itaat edin. Umulur ki, rahmete
kavuşturulmuş olursunuz” (Nûr 55-56).
“Ey Davud,
gerçek şu ki, Biz seni yer-yüzünde halife (yönetici) kıldık. Öyleyse insanlar
arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevâya) uyma; sonra seni Allah’ın
yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından
dolayı şiddetli bir azap vardır” (Sad
26).
“Gerçek şu
ki, îmân edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla
cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte
birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. Îmân edip hicret etmeyenler, onlar
hicret edinceye kadar, sizin onlara hiç bir şeyle velâyetiniz yoktur. Ama din
konusunda sizden yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak,
sizlerle aralarında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil. Allah,
yaptıklarınızı görendir” (Enfâl 72).
“Şüphesiz,
Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı
hak olarak indirdik. (Sakın) Hâinlerin savunucusu olma!” (Nîsâ 105).
“Ey îmân edenler, Allah’a itaat edin;
elçiye itaat edin ve sizden olan emir-sâhiplerine de. Eğer bir şeyde
anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve elçisine döndürün. Şâyet Allah’a
ve âhiret gününe îmân ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha
güzeldir. Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne
sürenleri görmedin mi? Bunlar, tâğut’un önünde muhâkeme olmayı
istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak
bir sapıklıkla sapıtmak ister. Onlara Allah’ın indirdiğine ve elçiye gelin
denildiğinde, o münâfıkların senden kaçabildiklerince kaçtıklarını görürsün”
(Nîsâ 59-61).
“Biz elçilerden
hiç-kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle
göndermedik. Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şâyet sana gelip Allah’tan
bağışlama dileselerdi ve elçi de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı
tevbeleri kabûl eden, esirgeyen olarak bulurlardı. Hayır öyle değil; Rabbine
andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin
verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle
teslim olmadıkça, îmân etmiş olmazlar. Eğer gerçekten biz, onlara: Kendinizi
öldürün (adayın) yada yurtlarınızdan çıkın diye yazmış olsaydık, onlardan az
bir bölümü dışında, bunu yapmazlardı. Onlar, kendilerine verilen öğüdü yerine
getirselerdi, bu şüphesiz onlar için hayırlı ve daha sağlam olurdu. Biz de
onlara, o zaman yanımızdan büyük bir ecir (devlet) verirdik. Ve onları
mutlaka dosdoğru yola yöneltip-iletirdik” (Nîsa 64-68).
“Sonra seni
bu emirden bir şeriat üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin hevâ
(istek ve tutku)larına uyma” (Câsiye
18).
“Yoksa O’nun
dışında bir-takım veliler mi edindiler?. İşte Allah; veli O’dur, ölüleri
dirilten O’dur. O, her-şeye güç yetirendir. Hakkında ihtilâfa düştüğünüz
her-hangi bir şey; artık onun hükmü Allah’ındır. İşte Rabbim olan Allah. Ben
O’na tevekkül ettim ve yalnızca O’na dönüp-yönelirim” (Şûrâ 9-10).
“Sana da
(Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona bir şâhid-gözetleyici
olarak Kitab’ı (Kur’ân’ı) indirdik. Öyleyse aralarında Allah’ın indirdiğiyle
hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların hevâ (istek ve tutku)larına uyma.
Sizden her-biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah
dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) verdikleriyle sizi denemesi
içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah’adır. Hakkında
anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. Aralarında Allah’ın
indirdiğiyle hükmet ve onların hevâlarına uyma. Allah’ın sana indirdiklerinin
bir kısmından seni şaşırtmamaları için diye onlardan sakın. Şâyet yüz
çevirirlerse, bil ki, Allah bir-kısım günahları nedeniyle onlara bir musîbeti
tattırmak istemektedir. Şüphesiz, insanların çoğu fasıklardır. Onlar hâlâ
câhiliye hükmünü mü arıyorlar?. Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için, hükmü
Allah’tan daha güzel olan kimdir?”
(Mâide 48-50).
Allah
bizden Dünyâ’da iktidâr olmamızı istiyor. Bunu çeşitli âyetlerde şu şekilde
ifâde ediyor:
“Uğrumuzda cihad edenleri, kesinlikle bize
ulaştıran yollara erdiririz. Hiç kuşkusuz Allah iyi işler yapanlarla
berâberdir” (Ankebût 69).
“Allah, dinden Nûh’a tavsiye ettiği, sana
vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsa’ya ve Îsâ’ya tavsiye ettiğimiz, “Allah’ın dînini
hayâta egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin” direktifini sizin
için bir hayat-düsturu olarak ön-gördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur,
Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve
kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûra 13).
“Resûlünü, hidâyet ve
hak dinle gönderdi ki o hak dîni, bütün dinlere üstün kılsın. Şâhid olarak
Allah yeter” (Fetih
28).
“Biz Peygamberlerimizi kesin kanıtlarla
gönderdik, insanlar arasında âdil bir düzen kurulsun diye onlarla birlikte
kitabı ve ölçüyü indirdik. Ayrıca büyük caydırıcılığı ve sertliği yanında
insanlara yönelik bir-çok faydaları olan demiri indirdik. Böylece kimlerin
görmedikleri hâlde Allah’ı ve Peygamberi destekleyeceklerini ortaya çıkarmak
istedik. Hiç kuşkusuz Allah güçlü ve üstün irâdelidir” (Hadîd
25).
“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek
istiyorlar. Hâlbuki zâlimler istemese de Allah nûrunu tamamlayacaktır. Müşrikler
istemese de dînini bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidâyet ve hak
ile gönderen O’dur” (Saff 8-9).
“Allah,
içinizden îmân edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç
şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidâr sâhibi kıldıysa, onları da
yer-yüzünde güç ve iktidâr sâhibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği
dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından
sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve
bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır.
Dosdoğru namazı kılın, zekâtı verin ve elçiye itaat edin. Umulur ki, rahmete
kavuşturulmuş olursunuz” (Nûr 55-56).
Devlet diyoruz cennet demiyoruz.
Kurulacak İslâm devletinde bâzı aksaklıkların çıkması doğaldır ve olasıdır. Hâkim
uygulamaları, kânunları, kuralları, İslâm/Kur’ân belirledikten sonra bâzı aksaklıkların
yaşanması o devletin İslâm Devleti olarak anılmasına mâni değildir. Dünyâ’nın
doğal bir yükü/zorluğu vardır ve mücâdele kıyâmete kadar sürecektir.
Hiç kimse “İslâm’ın devlet talebi yoktur”
falan demesin. Allah, hem, fertlerden hem de topluluklardan “ancak devlet bulunduğunda
geçerli olabilecek ve uygulanabilecek” şeyleri emredecek ve isteyecek, hem de
devlet olmadan gerçekleşmesi imkânsız olan bu istekler ve emirler için devlet
istemeyecek.. böyle bir şey olmaz.
Peki neden devlet olmalı?. Medeniyet
için. İslâm’ın/Kur’ân’ın yaşanması için. Yaşanmayan yada yarı-yaşanmaya
çalışılan Kur’ân ve İslâm, hiç yaşanmayan bir Kur’ân ve İslâm’dır. Çünkü İslâm’ın/Kur’ân’ın
bütünlüğü bozulamaz.
Hayrettin Karaman şöyle der:
“İslâm, kendisine inanan ve hayâtını inancına
göre yaşamak isteyenlerden -ferde veya topluma yönelik bir-çok şey arasında-
belli ölçülerde dinlerini, onun ana-kaynağını öğrenmelerini, öğrendiklerini
hayâta geçirmek için gerekli bulunan din-eğitimini almalarını da istemektedir.
Bir müslüman İslâm’ın bu taleplerini yerine getirmek için örgütlenmeye
muhtaçtır. Bu örgütlenmeyi ya devlet yapacaktır, yâhut da müslümanlar’ın sivil
olarak örgütlenmelerine izin ve imkân verecektir. Devlet bir-yandan
müslümanların okumalarını ve kamu-görevi almalarını, diğer yandan da
din-eğitimini ve Kur’ân öğrenimini engeller, sınırlar ve yasaklarsa, İslâm ile
devlet, mü’minlerin yerine getirmek mecbûriyetinde oldukları “dinin emir ve
talepleri” ile devletin talepleri arasında çatışma ortaya çıkar. Mü’minler açıkça
dînin taleplerine aykırı bulunan devlet emirlerine uymakta zorlanırlar, ikileme
düşerler; devletin emri usûlüne göre yapılmış ictihada dayanmaz da -lâiklik
ilkesi gerekçe gösterilerek- din ka’le alınmadan, din ve vicdan hürriyetinin
gereğine uyulmadan verilmiş/çıkarılmış olursa bu emre uyamazlar, bu emri veren
devlete karşı yabancılaşmaya başlarlar.
Böyle bir durumda müslümanlar’ın şunları
yapmaları beklenir:
1- Sivil itaatsizlik (yâni kânunun hukûka aykırı
olması sebebiyle ona uymamak, cezâ alsa da dînin talebini yerine getirmeye
devâm etmek.
2-Kâmil mânâda din ve vicdan hürriyeti veren bir
devlet/iktidâr talep etmek, bunun için elden gelen meşrû gayretleri göstermek.
3-Başka inanç ve hayat-tarzı sâhipleri ile
anlaşarak böyle bir iktidârın oluşturulması mümkün olmazsa -başkalarına da din
ve vicdan hürriyeti tanımakla berâber- İslâm’ı önceleyen, onu hak diğerlerini
bâtıl olarak değerlendiren devleti ve iktidârı oluşturmak.
İslâm’ın ve müslümanların devlet ve iktidâr ile
ilişkisini bilmek isteyenlerin teoride boğulmak yerine dînin taleplerinden yola
çıkmaları gerekir; böyle bir yolculuğun varacağı menzil ise yukarıdaki gibidir.
Aksini iddia edenlerin en azından bir kısmının yaptığı ilim değil, yağcılıktır
ve güneş, yağı bırakın balçıkla bile sıvanamaz.
Müslümanların maddî ve mânevî varlıklarını, değerlerini korumaya, düzene
ve adâlete ihtiyaçları vardır; bu ihtiyaç neyi gerektiriyorsa (kurum, kuruluş
vb.) onu gerçekleştirmek dînî vazîfedir; “farzı (vâcibi) tamamlayan şey de
farzdır” cümlesi, fıkıhta bir genel kâidedir. Bu tezi haklı olarak savunanlara
göre kaynaklarda devlet ve hükûmetin şekli, kurumların detayları ile ilgili
bilgi ve talîmatın bulunmaması ihmâl değil, hikmet eseridir; hikmet ise
müslümanlara, içinde bulundukları şartlara uygun olarak amaca ulaştıran şekli
seçme imkânı vermekten ibârettir”.
“İyi ama bu işin bedeli çok ağır, çekiniyoruz”
diyenlere şu âyeti hatırlatmak isterim:
“Yoksa
sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi
sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve
öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki mü’minlerle; Allah’ın
yardımı ne zaman? diyordu. Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214).
Bu değişimin gerçekleşmesi için öncelikle
şu âyetlerin bahsettiği bir toplumu oluşturmak şarttır: “Sizden;
hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran
bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmrân 104).
“Siz,
insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; mâruf (iyi ve İslâm’a uygun)
olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a îman edersiniz. Kitap Ehli
de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden îman
edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır” (Âl-i İmran 110).
“Tamam ama biz çok güçsüz bir durumdayız. Korkuyoruz”
diyorsanız, imdâdınıza şu âyetler yetişiyor: “Andolsun, siz güçsüz iken Allah size Bedir’de yardımıyla zafer verdi.
Şu hâlde Allah’tan sakının ki O’na şükredebilesiniz” (Âl-i İmran 123).
Korkmayın çünkü: “…Allah, kâfirlere mü’minlerin aleyhinde kesinlikle yol
vermez” (Nîsâ
141).
Hz. Mûsâ’nın
kavmi de “bir avuç” olmasına rağmen Firavun’a/diktatöre baş-kaldırdı. Firavun
onlar için şöyle söylüyordu: “Gerçek şu ki bunlar azınlık olan bir
topluluktur; buna rağmen
elbette bize karşı büyük bir öfke beslemektedirler” (Şuârâ 54-55). Peki sonuçta ne oldu: “Böylelikle biz onları (Firavun ve
kavmini) bahçelerden ve pınarlardan sürüp çıkardık; hazînelerden ve soylu
makam(lar)dan da. İşte böyle; bunlara İsrâiloğullarını mîrâsçı kıldık” (Şuârâ 57-59).
Çünkü Allah’ın
bir maksadı vardı: “Biz ise, yer-yüzünde güçten düşürülenlere lütufta
bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk. Ve
(istiyorduk ki) onları yer-yüzünde iktidar sahipleri olarak yerleşik kılalım,
Firavun’a, Hâmân’a ve askerlerine, onlardan sakındıkları şeyi gösterelim” (Kasas 5-6).
Bu yolda mü’minler yalnızca Allah’a
güvenmelidir: “Ey îman
edenler, Allah’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın; hani bir topluluk, size
ellerini uzatmaya yeltenmişti de, (Allah,) onların ellerini sizlerden geri
püskürtmüştü. Allah’tan korkup-sakının. Mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül
etmelidirler” (Mâide 11).
Bu yol Hakîkat yoludur. Tabî ki de
güçlükler vardır. Meselâ şehitsiz olmaz: “Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de
benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri biz onları insanlar arasında
devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın îman edenleri belirtip-ayırması ve sizden
şâhidler (veya şehidler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez” (Âl-i İmran 140).
Yol budur, çâresi yok: “Yoksa siz,
Allah, içinizden cihad edenleri belirtip-ayırdetmeden ve sabredenleri de
belirtip-ayırdetmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Âl-İ imran 142). Peygamberlerin kitap
ve hikmet öğretmesi bu demektir.
Allah müjdeyi veriyor: “Ancak îman edenler, sâlih amellerde
bulunanlar ve Allah’ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer
kazananlar (veya öçlerini alanlar) başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl bir
devrimle inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir” (Şuârâ 227).
Bu
sistemi yerleştirecek ve yürütecek önderlerden mahrumuz ne yazık ki. Bunun
nedeni îman problemidir: “Ve onların
içinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola iletip-yönelten önderler
kıldık; onlar bizim ayetlerimize kesin bilgiyle inanıyorlardı” (Secde
24).
Fakat:
“Allah’tan ümîdini kesenler ancak kâfirlerdir” (Yûsuf 87). Bu sebeple dediğimiz şeyin
yada benzerinin olacağına inanıyoruz ve ümîdimiz de var. Artık iş, her konuda
gösterilecek gayretlere bağlıdır. Şu âyetler de bize bu hedefi gösteriyor:
“Allah,
içinizden îmân edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç
şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidâr sâhibi kıldıysa, onları da
yer-yüzünde güç ve iktidâr sâhibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği
dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından
sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve
bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır.
Dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve elçiye itaat edin. Umulur ki, rahmete
kavuşturulmuş olursunuz” (Nûr 55-56).
“Dediler ki: ‘Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyete uğratıldık’. (Mûsâ:) ‘Umulur
ki, Rabbiniz düşmanınızı helâk edecek ve sizleri yeryüzünde halifeler (egemenler)
kılacak, böylece nasıl davranacağınızı gözleyecek’ dedi” (Â’raf
129).
“Andolsun, (peygamber olarak) gönderilen
kullarımıza (şu) sözümüz geçmiştir:
Gerçekten onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer)
bulacaklardır. Ve
şüphesiz; bizim ordularımız, üstün gelecek olanlar onlardır. Öyleyse sen, bir süreye kadar onlardan
yüz çevir. Ve
onları seyret; (azâbı)
yakında göreceklerdir” (Sâffât 171-175).
“Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere
lütufta bulunmak, onları
önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk. Ve (istiyorduk
ki) onları yeryüzünde iktidar sâhipleri olarak yerleşik kılalım’, Firavun’a,
Hâmân’a ve askerlerine,
sakındıkları şeyi gösterelim” (Kasas 5-6).
İnsanın özü
ancak bu aşamalardan sonra ortaya çıkabilir. O öz, İslâm’i bir özdür. O özün
ortaya çıkması, İslâm’ın ortaya çıkması demektir.
Ahmet
Kalkan şöyle der:
“İslâm’ın hiç-bir
kurumu, sâdece belirli zamanlarda yaşanıp bir daha hayata dönemeyecek ceset
değildir. Yine, hiç-bir esâsı, insanları fikir ve hayâl dünyâsında gezintiye
çıkaran felsefî ütopya şeklinde kabûl edilemez. İslâm, her şeyiyle bir hayat
nizâmıdır. Evrenseldir, her coğrafyada ve her zaman-diliminde tatbik
edilebilecek yapıdadır. “Halifelik de, târihî bir kurum olarak ne kadar câzip
ve muhteşem olursa-olsun, bu-günkü ve yarınki insana vereceği fazla bir şey
yoktur” diyen kimse, İslâm’ı anlamamış demektir. Hilâfet, Resûlullah’ın âhirete
irtihâlinden 1924 yılına kadar tam 1293 yıl müslümanları kendi etrâfında
toplayan mıknatıslı bir sancak olmuştur ve daha nice yıllar aynı görevi
üstlenecektir.
Umûdu, hedefi, ideâli
olmayan kimse, dâvâ adamı olamaz. Dâvâsı olmayan eyyamcı tip, reel-politik
oltalarına takılan tâvizci, günlük işler arasında kaybolan ve yozlaşmaya,
olumsuz değişime açık, sürüleşmeye aday boş vermişlerden oluşur. Böyle
kimselerin bırakın mensup olduğunu düşündüğü din ve dâvâya, kendine bile
faydası olmayacaktır.
Muhakkak zorlukla
berâber bir kolaylık vardır (İnşirâh 5). Kim takvâ sâhibi olur, Allah’tan
korkarsa, Allah ona işinde kolaylıklar verir (Talâk 4). İnsanlara emr-i bi’l-ma’ruf
ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en kolaya
yöneltip onda başarılı kılacaktır (A’lâ 6-9). Bu konudaki İlâhî sünnet,
îman-takvâ-infak konusunda görevini yapanlara kolaylığın ihsân edilmesidir
(Leyl 5-7). Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp Hakka boyun eğmez,
en güzeli de yalanlarsa, o da İlâhî kudret eliyle en zora yöneltilecektir (Leyl 8-10).
“Ey îman edenler!.
Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi. Allah’a ve Resûlü’ne
îman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer
bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin
günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki
güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey
daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele”
(Saff 10-13).
“De ki:
Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan
Allah’ındır” (En-âm 162)”.
Ali Şeriati:
“İnsan hür irâdesiyle nefsini ve
karşılıklı ilişkileri içinde toplumu değiştirme mücâdelesi verecek ve böylece
temel koşul yerine geldiği için, Allah da üst-belirleme ilkesi gereği toplumu
ve târihi değiştirecektir. Böylece hür-irâdesine dayalı seçimler üzerinden
insanın kendisi târihin motoru hâline gelecektir. Ancak unutulmamalıdır ki bir
ilâhi üst-belirleme olmaksızın bu motor hiç-bir işe yaramayacaktır” der.
İnsan bunu
gerçekleştirebilir. Zor bir süreçtir ama insan da zâten zorluklar içinde,
zorluklara uygun yaratılmıştır: “Andolsun,
biz insanı bir zorluk içinde yarattık” (Beled 4) Bu yolda ölmek de var kalmak da. Ne zamana kadar yaşamak
istiyorsunuz ki?. Uzun yaşamak her-zaman iyi bir şey mi?. Hayır!: “Kime uzun ömür verirsek, yaratılışta onu
tersine çeviririz. Yine de akıllarını kullanmayacaklar mı? (Yâsin 68). Karınca misâli, sonuca
ulaşılamazsa, hedefe varılamazsa.. o yolda ölünür. Fakat şu âyeti dâima akılda
tutmak gerekir: “Gerçekten
zorlukla berâber kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle berâber kolaylık vardır”
(İnşirâh 5-6).
Hâbil-Kâbil
ile başlayan mücâdele, ütopya (İslâm Ülkesi Vahdetya) kurulana kadar devâm
edecektir. “Ütopya”yı çok da fazla olağan-üstüleştirmeye gerek yok. “Asr-ı saadet
zamânı” bir ütopyadır meselâ ve doğal bir hayat vardır orada. Bir-kaç kısa
süreli (Hz. Süleyman’ın dönemi gibi) zaman-dilimleri de aynıdır.
“Derler ki:
‘Eğer doğru söylüyor iseniz, şu fetih ne zamanmış?. De ki: ‘Fetih günü, inkâr
edenlere (o gün) inanmaları bir yarar sağlamaz ve onlara bir süre tanınmaz’.
Öyleyse, sen onlardan yüz çevir ve bekleyedur; gerçekten onlar da
beklemektedirler” (Secde 28-30).
“Şüphesiz
îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar, Allah’ın
rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Bakara 18).
Malcom X in dediği gibi, “zaman
şehitlik zamânıdır”.
Medeniyet
din-merkezli bir Dünyâ demektir. Tüm bu aşamalar aslında medeniyet kurmak için
değildir. O bir sonuçtur. İlk dört adımdan sonra ortaya çıkar. Tüm bu aşamalardan
sonra ortaya çıkan “medeniyet” çok önemlidir fakat mü’min için nihâi bir amaç
da değildir. Nihâi amaç, Allah yolunda vahyin gösterdiği istikâmette çalışmak
ve netîcede Allah’ın rızâsını kazanarak cennete kavuşmaktır.
Evet;
insanlık yeniden bir “İslâm medeniyeti”ne gebedir. Fakat insanlar en
nihâyetinde, ebedi saadeti yaşayacakları cennete muhtaçtır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
(Not: İslâm
devletinin şekillenmesi konusunda ayrıntı için “İslâm Ülkesi Vahdetya” isimli kitabımıza
bakılabilir. http://777has444.blogspot.com.tr/2015/02/İslâm-ulkesi-vahdetya.html)
Hârûn Görmüş
Nîsan 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder