Yapılacak
işleri yapmayanlar; yapılmayacak işleri yapmaya başlarlar..
ÖNSÖZ
Milâdi 610 yılında, toplumdaki olumsuz
durumlar sebebiyle ızdırap çeken Hz. Muhammed, teselliyi Nur Dağı’ndaki Hira
mağarasında buluyordu. Yine Hira’da olduğu bir günde melek Cebrâil’in “oku”
hitâbıyla, Peygamberimizin hayâtının sonuna kadar sürecek olan
mücâdelesi/mücâhedesi başlıyordu.
O vakitte Mekke halkının çoğu okuma-yazma
bilmeyen, hattâ çoğu, hayatlarında kitap bile görmeyenler insanlardı. İnsanların
ilk derdi “geçim” olduğu için, hayatlarını kazanç yolunda tüketiyorlardı.
Kültürel etkinlikleri ise şiir ve ataların isimlerinin kayıtları ile bâzı
sözleri idi. Sözel bir kültür vardı yâni. Vahiy işte böyle bir kültürel düzeydeki
kişilere gelmişti. Peygamberimiz belki biraz bu nedenle görevin ağırlığını
hissetmişti omuzlarında. Çünkü vahiy, bildirmekle ve dâvet ile başlıyordu.
İnsanların çoğu okuma-yazma bilmeyen ve çobanlıkla uğraşan kişiler olmasına
rağmen şan ve şeref için de olsa yiğitlik ve cömertlikle anılan kişilerdi. Aslında
bu hasletler okuma-yazma bilmekten daha önemlidir. Çünkü Peygamberimize daha
çok bu kesimlerden destek geliyordu. Okuma-yazma bilenlerin çoğu tedirgin ve
kibirli davranıyordu. Hem zâten Kur’ân peygamberlerin kıssalarını anlatırken
daha çok mücâdele/mücâhedeyi öne çıkaran hitaplarda bulunuyordu.
İşte Peygamberimiz de kendisine inen
vahiyden bunu anladığı için tüm peygamberliği boyunca Mekke’de görece pasif,
Medîne’de ise aktif mücâdele/mücâhedede bulundu. Kur’ân’ın/Vahyin kâlplere
hitâp eden etkisi, onun üzerinde sonsuz yorumlar/anlatımlar/araştırmalar
yapılmasına gerek bırakmıyordu. Gelen vahiyler bir kere
dinlenildiğinde/okunduğunda bile idrâk ediliyor, artık iş “uygulama”ya
kalıyordu. Kur’ân ile daha yoğun ilgilenen Ashab-ı Suffa örneğine rağmen
Peygamberimizin gelen vahiyleri okumakla/bildirmekle ve bu âyetlerle ilgili
uygulama metotlarını konuşmaktan başka düzenli olarak derin Kur’ân dersleri
yaptığı vâki değildir. Bir-tek arada-bir sahabenin ilk-defa duyduğu kelimelerin
anlamlarını sorması istisnaydı. Zâten zulmün ayyuka çıktığı zamanlarda derin
araştırmalar yapılması çelişki olarak görülür vicdanlara.
Evet; Peygamberimiz ve ashab, bu tarz bir
İslâm’i mücâdele/mücâhedede ile 23 yıl sonunda Arabistan yarım-adasında İslâm’i
bir barış/selâmet yurdu kurdu. Bu durum bâzı aksamalara rağmen Hz. Ali’nin
vefâtına kadar sürdü. Ondan sonra başa gelenler, Kur’ân’ı aşırı yorumlama ile
anlam kaybına uğrattılar ve iktidarlarını sürdürdüler. Yaklaşık 100-150 yıl
sonra hem maddî hem de kültürel olarak müslümanların çıtası yükselse de, içi
boşalmış bir idrâk ve anlayış hâkim durumdaydı. Halk kendi içinde hakîkati
korumak istese de iktidar, kültürel etkinlikleri çoğaltarak hem kültürel bir
keşmekeşe sebep oluyor, hem de bu kargaşayı kullanarak iktidarlarını güvenceye
alıyorlardı. Bu içi boşalmış (yâni eyleme dönmeyen aşırı yorumlama) kültürel
etkinlik, 12. yy.ın başında iflâs etti. Artık tam bir kültürel karmaşa hâli
vardı. İslâm’ın Kur’ân ile bağı koparılmış ve uydurma hadis/söz/yorumlara
bağlanılmıştı. Kılıçların etkisinin sürdüğü 19. yy.’ın başına kadar perişanlık
açıkça görünmese de bu târihten sonra bu kopuş kendini acı bir şekilde
göstermeye başladı ve 2. Dünyâ savaşından sonra ayyuka çıktı.
19. yy.’ın sonlarına doğru bâzı kişiler
bu kötü durumun nedenini anladılar fakat baskı karşısında çok fazla bir netîce
alamadılar. Diğer bâzı İslâm’i hareketlerin gayretleri de gerek karşılarındaki
güç, gerekse de iç-destekten yoksunluktan ve bâzı hatâlardan dolayı netîceye
ulaşamadı. Bundan sonra artık müslümanlar şu karâra vardılar: “Biz sistemli
kültürel etkinlikler yapmadığımız için bu kötü durumlara düştük. Bunu düzeltmek
için sistematik kültürel çalışmalar/dersler yapmak lâzım”. Ve sürekli okumalar/yazmalar/sohbetler
vs. yapıldı. Bir-zaman sonra Kur’ân-merkezli okumaların yapılması gerektiği
doğru olarak anlaşıldı. Bu bir silkiniş dönemi olabilirdi ama çeşitli
nedenlerle ve baskılarla bu silkiniş gerçekleşemedi. Bunun sonucunda Kur’ân
daha çok okunmaya, okunduktan sonra tekrar okunmaya, sonra yorumlanmaya, te’vil
edilmeye, tefsir edilmeye, meâllendirilmeye, kavramlarının ayrıştırılmasına ve araştırılmasına
vs. başlandı. Kur’ân tâbir-i câizse didik-didik edildi. Fakat bir-türlü
eyleme/harekete dönmüyordu. Kamusal alanda, sosyal hayatta kendini
göstermiyordu. Kur’ân profesörleri çoğaldıkça çoğalıyor, Kur’ân konusunda
bilgilenme, uzmanlaşma “pik” yaparak en üst dereceye yükseliyor ama değişen bir
şey olmuyor, mazlûmiyet bitmiyordu. Müslümanların hâl-i pür melâli devâm ediyordu.
Bu süreç değişmediği için artık müslümanların ışığı sönmeye başlamıştı. Artık
âlim denilen kişiler bile kolayca tâvizler verebiliyor, iktidardan yana
yorumlar yapabiliyor ve İslâm’ın düşman olduğu sistemleri yüceltebiliyorlardı.
Tüm bu etkinliklerin başta mazlumlar olmak üzere müslümanlara bir faydası
olmadı. Şeytan “sağdan” yaklaşmış ve yine müslümanları Allah ile aldatmıştı.
Evet; müslümanların başına ne geldiyse
hep hayattan kopunca gelmiştir. En büyük kopuş hayattan kopmaktır. İşin ilginç
yanı, hayâtın tam ortasına inadına-inadına yönlendiren Kur’ân ile yapılmıştı bu
hayattan koparılma. Aşırı yorumlama ile yapılmıştı. Kur’ân ısrarla hayâtın
içini adres gösterirken, sözde âlimler ise aşırı yorumların yapıldığı
dernekleri/vakıfları/zâviyeleri gösteriyordu.
İşte bu kitap bu sorunu gündeme
getirmeyi, sonra da doğru okumalar/eylemler yaparak bir bilincin oluşmasını ve
hayâtın her alanında İslâm’ın hâkim olmasını isteyecek, hedefleyecek ve bunun gerçekleşmesi
için gayret edecek bir toplumun ortaya çıkmasını hedeflemektedir.
Hârûn Görmüş
OKUMAK ANLAMAKTIR
Vahiy, gerçekliği “anında” gözler-önüne
serer.
“Yaratan
Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir alâk'tan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem
sâhibidir” (Alâk 1-3).
“Sana
Rabbinin kitabından vahyedileni oku. O'nun sözlerini değiştirici yoktur ve
O'nun dışında kesin olarak bir sığınacak (makam) bulamazsın” (Kehf 27).
“Yâhut
buna biraz ekle. Ve Kur’ân'ı ağır-ağır, düşüne-düşüne oku” (Müzzemmil 4).
Görüldüğü gibi Kur’ân, “oku” dedikten
sonra bir de “anla” demiyor. Yâni “oku ve anla” demiyor. “Oku” ve “üzerinde
düşün”, “anlat”, “açıkla” diyor. Çünkü Kur’ân, “oku”duktan sonra zâten
anlaşılan da bir kitaptır.
Peygamberimiz ve sahabeler ilk iki-üç
yıllık bir Kur’ân okuma çalışmasından sonra, hayâta dönerek;
eleştiriler/tebliğler/dâvetler yaparak sözlü; mazlumu kayırma/köleleri
özgürleştirme/yardımlar vs. gibi etkinliklerle de fiîli hareketlere/çalışmalara
başlamışlardır. Hiçbir zaman: “hele bir Kur’ân’ın inişi tamamlansın; hele bir Kur’ân’ın
tamamını tam-anlamıyla anlayalım; hele onun bir meâlini/tefsirini/te’vilini
yapalım; kavramlarını ayıralım; semantiğe vuralım; hermönetiğini yapalım; çeşitli
ders-halkaları kurarak onu topluma yayalım; çeşitli İslâm’i etkinlikler yapalım
da, daha sonra eleştiriye dönüp zulümlerle/adâletsizliklerle/eşitsizliklerle
vs. uğraşırız” gibi bir düşünceye kapılmadılar ve böyle bir yola gitmediler. (Kur’ân
üzerinde denklem çözme çalışmaları bile yapılıyor). Şunu unutmamalıyız: zihindeki mükemmellik dış-dünyâda
hiçbir zaman karşılığını tam olarak bulamaz. “İlk önce zihni inşâ edelim”
düşüncesi kemâle eremez. Kemâlin zirvesi kendini eyleme döndüğünde gösterir.
Eğer Peygamberimiz
ve sahabe, Erkam’ın evinde; inen âyetlerin meâl-tefsirini yapıp, kavramlarını
inceleyip, önceki vahiyleri ve peygamberlerin hayatlarını araştırıp inceleme konusu
yapsalardı ve İslâm’ı sâdece bu şekilde anlayıp yürütselerdi, Mekke müşrikleri
onlara hiç-bir şey demezdi. Fakat peygamberimiz, halkı yönetenlerle, daha
doğrusu halka zulmedenlerle uğraşmaya başladı. Onların üzerine gitti ve
düzenlerine laf etti. O şerefsiz düzene karşı hak düzenden bahsetti ve bu
konuda en ufak bir tâviz bile vermedi. Müşrikler bu yüzden peygamberimizi ve
sahabeleri karşılarına aldılar ve çatışma başladı. Bu nedenle derin ilmî çalışmalar,
İslâm’ın “en azından başlangıç evresinde” uğraşılacak konular değildir.
Zâlimlerle, “sömürgen”lerle uğraşılmalı ki peygamberliğin örnekliği (sünnet)
diriltilsin. Hüseyin Alan bu konuda şunları söyler:
“Sabahtan akşama kadar Kur’ân
tefsiri yapıp duranlara, âyetlerin anlamı şöyleydi-böyleydi diye metin tahlili
yapanlara, lehte veyâ aleyhte hadis konuşarak popülizm yapıp duranlara, “ne
diyor bunlar, ne demek istiyor bu adamlar, hangi peygambere benziyor bu adamlar”
diye sormalı ve onlara bu gözle bakmalısınız.
Hz. Muhammed’in Mekke’sinde
ruhban sınıfı yoktu. Allah’ın son elçisine ve kuluna bir ikrâmıydı bu. Böylece
Muhammed (s.a.v), din tartışmasıyla uğraşmak yerine doğrudan Kureyş’in ileri
gelenleri, hırsız zenginleri ve alçak soylularıyla uğraştı. Çünkü Allah’a karşı gelenler
bunlardı. Allah’a, “sen bizim dünyâ-işimize, ticâretimize, siyâsetimize,
putlarımıza ne karışıyorsun” diyenler bunlardı. Ahâliyi yönlendirenler, baskı
altında tutup Muhammed’e (s.a.v) düşman edenler de bunlardı.
Muhammed’in (s.a.v) haklı
olduğunu ve doğru söylediğini kabûl ettikleri hâlde diğerlerinin etkisiyle ona
düşmanlık ederek karşı safları güçlendiren çoğunluğu, Allah, -tevbe edip
dönmedikleri takdirde- cehennem ateşiyle uyardı. Kur’ân’da, cehennemde, “Yâ
Rabbi, bizleri saptıran kavmimizin ileri gelenleri bunlardı” diye sızlananları
örnekleyen âyetler bunlara yönelikti. Bu çoğunluk, dünyâ-hayâtında sâhibine
göre kişneyen at misâlidir.
İslâm’dan bahsetmek, hak dîni
insanlara duyurmak, kulluk sorumluluğunu örnekleyerek ifâ etmek isteyenler
halkla uğraşmaz, onunla didişmezler. Bunun yerine onların kime inandıklarıyla,
hangi yolda olduklarıyla, kimlerin peşinden gittikleriyle ilgilenirler ve
onlarla uğraşırlar. “Halka gideceğim, halkla birlik olacağım, onları
örgütleyeceğim” gibi popülist safsatalar, bu sebeple önemsizdir. Bunun yerine
devletlûyla, iktidar-sâhipleriyle, emretme yetkisine sâhip bürokrasiyle,
haksızca biriktiren zengin ve ruhban sınıfıyla uğraşıyı esas alırlar. Hakîkati,
onlara karşı haykırırlar. Çünkü hem halkı uyuşturan hem de Allah’a karşı
çıkanlar bunlardır.
Sahih dinden yana olduğunu
söyleyenler bu-günün Türkiye’sinde bu yalın gerçeği haykırmıyorlarsa,
iktidar-sâhiplerini, soygun düzeniyle servet biriktirenleri, bürokrasiyi, ilâhiyatları,
diyâneti vs. konuşamıyorlarsa, onlar da aldatanlardandır”.
Ali Şeriati:
“Yalnızca inkılapçı bir teşkilâtın aracılığıyla ya da en
azından yardımıyla hâkim olan tezgahı ortadan kaldırmanın mümkün olduğunda bir
şüphe yoktur. Önemli olan bu inkılapçı işin ne zaman ve nasıl başlayacağıdır.
Hiç-bir inkılapçı hareket mutlak kâmil olduğu bir noktadan başlamamıştır.
İnkılapçı çevre oluşunca her ne kadar eksik de olsa bir çaba ve bir kıvılcım,
işe başlamak için yeterlidir. İşin içinde eksiklikler giderilir, kemal
merhâlesi ve başarı muhakkak gelecektir” der.
Kur’ân daha ilk sûresinde eleştirel bir dil kullanarak kaçınılması ve karşı
durulması gereken hedefleri göstermeye başlıyor: “Engellemekte olanı gördün mü? Namaz kıldığı zaman bir kulu” (Alâk
9-10). Zâten Mekke “âcil olarak peygamber gönderilmesi gereken bir yer” durumuna
gelmişti. Mâlûmdur ki peygamberler güllük-gülistanlık ve hiçbir derdin olmadığı
yerlere değil; zulmün/acının/adâletsizliğin/öfkelerin/çığlıkların/feryatların ayyuka
çıktığı yerlere gönderilmişlerdir. Bu yerlerdeki zulümlerin tez-elden ber-taraf
edilmesi içindir gönderilme nedenleri ilk-başta. O yüzden, ilk-andaki Kur’ân hitaplarıyla
başlayan Kur’ân’ı okuma/dinleme çalışmaları sürerken fiîli çalışmalara da
başlamışlardır.
“Oku” diye başlayan vahiy süreci, “oku” dedikten
sonra bir de “anla” demeye gerek duymamıştır. Çünkü Kur’ân okunduğunda zâten
anlaşılabilecek de olan bir kitaptır. Bu yüzden de Kur’ân’ın hiçbir yerinde: “bu
Kur’ân’ı okuyun ve anlayın” denmez. “Okuyun ve ibret/öğüt alın”, “okuyun ve
düşünün” denir. Hattâ Müzzemmil 20’de: “Kur’ân’dan
kolay geleni “okuyun” diye iki kere tekrar yapılır: Gerçekten “Rabbin,
senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde (namaz
için) kalktığını bilir; seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da (böyle
yaptığını bilir). Geceyi ve gündüzü Allah takdir eder. Sizin bunu
sayamayacağınızı bildi, böylece tevbenizi (O'na dönüşünüzü) kabûl etti. Şu
hâlde Kur’ân'dan kolay geleni okuyun. Allah sizden hastalar olduğunu,
başkalarının Allah'ın fazlından aramak için yer-yüzünde gezip-dolaşacaklarını
ve diğerlerinin Allah yolunda çarpışacaklarını bilmiştir. Öyleyse ondan (Kur’ân'dan)
kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah'a güzel
bir borç verin. Hayır olarak kendi nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz
şeyleri daha hayırlı ve daha büyük bir ecir (karşılık) olarak Allah katında
bulursunuz. Allah'tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok
esirgeyendir” (Müzzemmil 20). İlginçtir ki ilkinde
“okuyun” dedikten sonra ikincide de yine “okuyun” der, (fe ikraû) “anlayın” tarzı
bir ifâde kullanmaz. Okumak demek anlamak demektir zîrâ. Anlamayı içinde
barındırır. Anlama okumanın içinde mündemiçtir yâni. Bu nedenle ayrıca bir “anlama
çalışması” yapmak abestir. Kur’ân’da “anla” (fehim) diye bir emir ya da
öneri yoktur. Aklını kullan/ibret al/düşün vs. der Kur’ân.
Mustafa Yıldız şöyle der:
“Kur’ân'ın anlaşılmasından söz ettiğimizde gerçekte iki tür
anlamadan, yâni ya “fehmetmekten” ya da “fıkhetmekten” söz etmiş oluyoruz.
Şâyet Kur’ân'ın “ne dediğini” anlamaktan söz ediyorsak “fehim” düzeyinde bir
anlamadan, yok eğer “ne demek istediğini” anlamaktan söz ediyorsak “fıkıh”
düzeyinde bir anlamadan söz etmiş oluyoruz.
Fehim düzeyinde bir anlama doğrudan dil ile ilgilidir. Eğer
söylenilen söz o dili bilenler tarafından anlaşılıyorsa, “fehim” düzeyinde bir
anlama gerçekleşmiş demektir. “Fıkıh” düzeyinde bir anlama ise mütekellimin
(sözü söyleyenin) kastıyla alâkalıdır. Mütekellimin bu söylediği söz ile “ne
demek istediği” anlaşılmışsa “fehim” düzeyinde bir anlama gerçekleşmiş
demektir.
Pek-çok âyette de açıkça belirtildiği gibi; Kur’ân, arapça
konuşan bir topluma “apaçık bir arapça” (arabiyyen mübin) ile nâzil olmuştur.
Bu-yüzden onun muhâtaplarının, “biz bu söylenileni anlayamıyoruz” demeleri
söz-konusu değildir ve olmamıştır da. Nitekim Allah (c) bu duruma işâret etmek
için Kur’ân'da şöyle der:
“Eğer biz onu a'cemi (arapça olmayan bir dilde) olan bir Kur’ân
kılsaydık, her-hâlde derlerdi ki: “Onun âyetleri açıklanmalı değil miydi? arap
olana, a'cemi (arapça olmayan bir dil)mi?” De ki: “O, ‘iman edenler için bir
hidâyet ve bir şifâdır. Îman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır
ve o (Kur’ân), onlara karşı bir körlüktür. İşte onlara (sanki) uzak bir yerden
seslenilir” (Fussilet 44).
Dolayısıyla Kur’ân'ın apaçık bir arapça ile indirilmiş
olması, onun “ne dediğini” anlama konusunda her-hangi bir mâzerete meydan
bırakmamıştır. Zâten arap müşriklerinden bu bağlamda her-hangi bir îtirazın
vâki olmaması, bilakis onun “ne dediğini” çok iyi anladıklarına ilişkin pek-çok
örneğin bilinmesi, Kur’ân'ın ilk muhâtaplarının “fehim” düzeyinde bir anlama
sorunu ile karşı-karşıya olmadıklarının göstergesidir. Her ne kadar bâzı
sahabelerin bâzı âyetleri yanlış anladıklarına ilişkin bir-kaç rivâyet
nakledilse de, bu istisnâi örnekler bu gerçeği değiştirmez. Kaldı ki, her
toplumda sözün “hakîki anlamda” mı yoksa “mecâzi anlamda” mı söylendiğini ilk
etapta anlama zorluğu çeken birileri de bulunabilir. Nitekim, “Şafağın beyaz
çizgisi gecenin siyah çizgisinden ayırt edilinceye kadar yiyip için” (Bakara
187) âyetindeki haytu'l-ebyad (beyaz iplik) ve haytu'l-esved (siyah iplik)
kelimelerini peşinden gelen mine'l-fecr (fecrin) ifâdesine dikkat etmeyerek
hakîki anlamıyla anlayan Adiy bin Hatem ile ilgili rivâyet bu bağlamda tipik
bir örnek teşkil eder. Yine aynı şekilde sahabe arasında Kur’ân'da geçen bâzı
kelimelerin bilinen ilk anlamlarının kastedilip-kastedilmediğine ilişkin bâzı
anlama zorluklarının yaşanmış olması da bu gerçeği değiştirmez. Bu bağlamda “zulüm”
kelimesini bilinen ilk anlamıyla anlayan sahabeye Hz. Peygamberin; “Şirk büyük
bir zulümdür” (Lokman 13) âyetini hatırlatarak mezkûr âyetteki “zulüm” kelimesi
ile “şirk”in kastedildiğini söylemesi örnek verilebilir.
Kaldı ki her dilde bu tür kullanımlar söz-konusudur ve bu
tür durumlarda insan her zaman kullanılan kelimenin -bağlam içerisinde- “hakîki
anlamda” mı yoksa “mecâzi anlamda” mı kullanıldığını bilemeyebilir. Yahut
anlamını bildiği o kelimeyle -o bağlam içerisinde- başka bir şeyin nitelenip-nitelenmediğini
bilemeyebilir. Bunun genel anlamda o dilin bilinip-bilinmemesiyle yâhut
söylenilenin herkes tarafından anlaşılıp-anlaşılmamasıyla alâkası yoktur. Bu
tamâmen bağlamla ilgili kişisel bir durumdur. Dolayısıyla ilk dönem
arap-toplumunda mü’min olsun, müşrik olsun herkes Kur’ân'ın “ne dediğini”
anlama konusunda kayda değer bir sorun yaşamamıştır.
Ancak aynı şey “fıkıh” düzeyinde anlama için söylenilemez.
Bu noktada müşriklerle müslümanlar arasında yüzde yüz bir fark vardır.
Müslümanlar “ne dediğini” anladıkları bu Kitabın “ne demek istediğini” de
anladılar ve gereğini yaptılar. Ancak müşrikler “ne dediğini” anladıkları bu
Kitab'ın “ne demek istediğini” anlamadılar; daha doğrusu anlamaya yanaşmadılar.
Anlamak istemediler. Anlamazlıktan geldiler. Çünkü anlamak işlerine gelmedi.
Bu konuyla ilgili pek-çok örnek verilebilir. Ancak Hacc
Sûresi’nde zikredilen bir temsil karşısında müşriklerin takındığı tutum,
onların, aslında “ne dediğini” çok iyi anladıkları bir âyetin “ne demek
istediğini” işlerine gelmediği için anlamazlıktan gelmelerine ilişkin somut bir
örnek teşkil eder.
Âyette şöyle denilir: “Ey insanlar!. Size bir misal
veriliyor; onu can-kulağı ile dinleyin!(). Allah'ı bırakıp tapındığınız o
düzmece varlıklar var ya; işte onların hepsi bir-araya gelseler bile bir sinek
dâhi yaratamazlar. Hattâ sinek onlardan bir şey kapsa onu bile geri alamazlar.
İsteyen de âciz, istenen de” (Hacc 73).
Görüldüğü gibi âyetin “ne demek istediği” çok açık. Burada
müşriklerin, bu misal ile onların tapındıkları tanrıların acziyetinin apaçık
bir biçimde gösterildiğini anlamamaları düşünülemez. Bunu anlayan birinin
yapması gereken şey de ortadadır: Hiç-bir halt olmayan, hattâ bırakın bir sinek
yaratmayı, bir sineğe bile güçleri yetmeyen tanrılarını terk edip, Âlemlerin
Rabbi olan Allah'a îman etmek... Ama onlar bunu yapmadılar. Hem “ne dediği” hem
de “ne demek istediği” bu denli açık bir âyeti, bu kadar somut bir misâli
anlamazlıktan geldiler.
Dolayısıyla müşriklerin problemi dil ile ilgili
değil, bilâkis kâlp ile ilgilidir.
Onun “ne demek istediğini” anlamak istiyorsanız,
kâlbinizin sâlih bir amel işlemeye niyetli olup-olmadığını kontrol edin”.
Okuduktan sonra “anla” diye bir emir
yoktur ama gör/idrâk et/şuûruna var/aklını kullan/düşün/ibret
al/anlat/açıkla/bildir vs. diye, yâni harekete geçirici ya da fiîliyatla ilgili
kelimeler gelir. Okuma anlama ile berâberdir zâten. Artık okunduktan sonra îman
etme ve üzerinde düşünüp/akıl yürütülüp/karar verilip yapılacak olana/eyleme/işe
yönelinmelidir. Bu konuda meselâ şöyle denilir:
“Sana
Kitap'tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz,
çirkin utanmazlıklar (fahşâ)dan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah'ı zikretmek
ise muhakkak en büyük (ibâdet)tir. Allah yaptıklarınızı bilir” (Ankebut 45).
Evet; okuduktan sonra ne yapılacağı
görülmüştür artık. Namazını kılarsın, tüm ibâdetlerini yaparak kendini bir disiplin
altında tutarsın ve fahşâdan/kötülüklerden uzak kalmış olursun. “Namaz kıl”
emrini okuduktan sonra, “acaba ne demek istiyor” diye günlerce namaz/salât
üzerinde araştırmalar/incelemeler yaparak zaman/enerji isrâf etmeye gerek yok.
Söylenen açık zâten:
Andolsun
Biz Kur’ân'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt
alıp-düşünen var mı?
(Kamer 17-22-32-40).
Okunduğu anda anlaşılan şeyler olduğu
gibi, dinlenildiği anda anlaşılan şeyler vardır. Fakat
bilmenin/idrâkin/anlamanın kemâli, meydanda eylem (cihad) hâlindeyken olur.
Yâni bilmenin/anlamanın yöntemleri okuma, dinleme ve cihattır.
“Kur’ân’ın ne dediğinin anlaşılmasına
gerek yoktur” diyoruz. Çünkü Kur’ân, ilk muhatapların bilmediği/anlamadığı
hiç-bir şeyden söz etmemiştir. Kur’ân zâten okunduğunda/duyulduğunda ânında
anlaşılır. Fakat Kur’ân’ı hayâta/yaşadığımız zamâna taşıma anlamında “fıkh
etmek” zarûridir. Önemli olan budur. Bu nedenle Kur’ân’ı doğru okumak yetmez; “dosdoğru okumak” gerekir.
KUR’ÂN KİMLERE
GÖNDERİLMİŞTİR
“Hakk’a batıldan elbise giydirip de
bile-bile hakkı gizlemeyin” (Bakara 42) “Kur’ân’ın sırtından geçinmeyin” demektir bu.
Mustafa Çelik şöyle der:
“Hakkı tesbit ve bâtılı iptal” niyet ve maksadına mâtuf
olmayan münâzara ve münâkaşalar, bizi hak’tan ve hakîkatten mahrum kılmak için
nefs-i emmarenin bize kurduğu tuzaklardır”.
Kur’ân’ın ilk muhatapları %99’u
okuma-yazma bilmeyen insanlardı. (Şu-anda da Türkiye’de 4 milyon 640 bin
yetişkin insan okuma-yazma bilmiyor). Çölde yaşayan bedevilerdi. Deve
çobanlarıydılar. Kaba-saba kişiler vardı içlerinde. Haydutluk yapanlar vardı. İşte
Kur’ân bu kişilere gönderildi. Onlara okundu. (Belazuri’ye göre peygamberimiz
zamanında sâdece 10 kişi okuma-yazma biliyordu). Bu kişiler “bu dediklerini
hele bir anlama sürecine sokalım, kelimelerini/kavramlarını ayırıp inceleyelim
de ondan sonra karar veririz” demediler. Vahiy onlara öyle bir bilinç ve inanç
aşıladı ki, Dünyâ’yı fethetmelerine sâdece îmanları ve gayretleri yetti.
Atilla Fikri Ergun:
“Kur’ânîyyûn mezhebinin sâlikleri
tarafından sıkça tekrarlanan “Ve Resûl de dedi ki, ‘Rabbim, şüphesiz benim
kavmim bu Kur’ân’ı mehcur bıraktı/ondan uzaklaştı'” (Furkân 30) âyeti nâzil
olduğunda, ortada bu-gün bizim anladığımız şekilde bir kitap, dolayısıyla
mushaf yoktu. Mehcur bırakılan/kendisinden uzaklaşılan/terk edilen Kur’ân,
Resûlullah’a okunan, onun da kavmine okuduğu vahiy idi, dolayısıyla âyette
bu-gün hemen herkesin evinde bulunan yazılı metinden değil, ilâhî bir hitap
olarak vahiyden söz edilmektedir. Kâfirler-müşrikler tebliğe muhâtap oldular ve
mâlûm gerekçelerle vahiyden uzaklaştılar, dolayısıyla âyette kast edilenler
bu-gün müslüman oldukları hâlde namaz kıraati dışında Kur’ân okumayan veya
önceleri Kur’ân metnini okuyup da daha sonra okumayı terk eden kimseler
değildir.
Şu bir gerçek ki, “üç kul fü, bir
elham” diyen, dili dönmediği için yanlış telaffuz ettiği üç sûre ile namazını
edâ eden müslüman Anadolu insanı, İslâm’ı “allâme” geçinen modernistlerden daha
iyi anlamıştı. Elinin emeğiyle geçinen, ölüm var diye borcunu kâğıda yazıp
yastığının altına koyan, kıt-kanaat geçindiği evinde yolcu misâfir eden, durumu
elveriyorsa komşusunun borcunu kapatan, komşusu öldüğünde onun
çoluğuna-çocuğuna sâhip çıkan, sağ elinin verdiğini sol elinin görmediği,
cephelerde savaşmış, ümmî irfânına sâhip insanlardan bahsediyoruz. Toprağın
altında şühedâ ağlıyor!” der.
Cemil Meriç: “Îman mutlaktır, ilim
parçadır” der.
Ahmet Kalkan:
“Parçacı yaklaşım,
uzlaşmacı yaklaşımdır. Parçayı
bütün sanan, bütünü aslâ aramayacak, bütünü hepten yitirecek,
bütünle bağlarını koparacaktır. Bu, hikmetin yitirilmesi değildir sâdece; dînin de yitirilmesine
giden yoldur aynı-zamanda. Parça, bütünden koparılınca
bütünün değerlerini kaybeder. Ağaçtan koparılan bir dal, bitkiden koparılan bir
çiçek, insandan koparılan
bir el, göz, kulak veyâ baş, kısa-zamanda ne duruma düşerse.. (onun gibi)” der.
Bu okunanları duyanlar içinde daha
ilk-anda onun Allah kelâmı olduğunu görenler ve inananlar olduğu gibi, onu
inkâr edenler de oldu. Bu inanma ve inkâr körü-körüne yapılmış bir inanç ve
inkâr değildi. Kendilerine okunan şeyin ne dediğini okunduğu-anda anlayan
kişilerin tepkileriydi bunlar. Söylenen şey belliydi. İlk-anda kabûl edenler
olduğu gibi daha sonraları inananlar da oldu. Kâlpleri/vicdanları hemen uyum
sağlayanlar olduğu gibi daha sonraları uyum sağlayanlar ve hiç uyum
sağlamayanlar oldu. Alışkanlıkların vermiş olduğu bağlılıktan kopmak zordu ne
de olsa.
Kur’ân’ın hitâbı, halkın seviyesinde bir
hitâptır.
Evet, bu Kur’ân âlimlere/filozoflara/entelektüellere/toplumun
okumuş kesimlerine/cins kafalara/arap-dili uzmanlarına/ulemâya/şâirlere/profesörlere/akademik
kariyer sâhiplerine/süper zekâlara/tasavvufçu-bâtınilere/zenginlere vs. gelmedi
sâdece. Bunlar da dâhil Dünyâ’nın her yerinde yaşayan ve akıl zaafiyeti olmayan
tüm insanlara gönderildi. Allah, “ya eyyuhen nas”, “Yâ eyyûhellezîne
âmenû” diyerek tüm insanlığa hitâp ediyor. Sâdece bir-kısım
özel insanlara değil, herkese sesleniyor. Bunların içinde dağda yaşayan
çobanlar, çölde yaşayan bedeviler, ovada yaşayan göçebeler ve şehirlerde
yaşayan her kesimden insan vardır doğal olarak. İşte herkese hitâp eden bir kitaptır
Kur’ân-ı Kerim. Sâdece bilgisayarlarla donanmış modern çağlara değil, her zaman
ve mekânda ve her koşulda yaşayanların okuduğunda kolayca anlayabileceği bir kitap
ve hitaptır yüce Kur’ân. Bir îman/gönül/fedâkârlık/cömertlik/mertlik/yiğitlik
söylemidir. Bu vasıflara sâhip olanlar ille de “okumuş” olanlar değildir. Bu Kur’ân din konusunda uzman olanlara gelmedi.
Peygamberimiz büyük ihtimâlle okuma-yazma bilmeyen, diğer vahiy kitaplarını
okumamış, ümmî birisiydi. İşte vahiy bu kişiye geldi. O, kendisine söylenen
şeyi hemen anladı. Anladığı için de bilgi-bilinç-dâvet/eylem-devlet-medeniyet
uygulamalarını hemen başlattı ve uyguladı. Zihinlerle
birlikte gönüllere/kâlplere de hitâp eden bir sestir bu Kur’ân. Kim daha
samîmi/cömert/ciddî/azimli/kararlı/fedâkâr ve mazlum ise en çok da ona hitâp
eder ve onda hayat bulur. Âlimler “bilenler”den ziyâde “yaşayanlar”dır. “Bilmek”
sâdece ezberlemek demek değildir. Teslim olmak demektir. Hattâ belki de ona
derinlemesine araştırıp anlamaya çalışanlardan çok, diğer kesim hizmet
etmiştir. Çünkü Kur’ân sâdece zihinlerde yaşamak için değil, hayatta yaşaması/iktidar
olması için gönderilmiştir. Târihe bakıldığında bu ideâl için en çok, “anlamayan”
fakat “inanan” insanların çaba gösterdiği görülür. Bilâl-i Habeşi, Ebu
Zerr, Ammar bin Yâsir vs. hiç-biri büyük âlim değildiler. Fakat gösterdikleri
teslimiyet/samîmiyet/fedâkârlık vs. adlarının yıldızlara yükselmesine neden
olmuştur. Âlim olmaktan ziyâde âlimin ne yaptığı önemlidir.
Gerçek âlim, “bilmek”ten çok “yapmak”la
ilgili olandır. Halkın bildiği nice bilgin kişiler vardır ki âlim değildirler.
Sâdece entelektüeldirler. Bunlar, halkın yanında değillerdir. Halkın ne durumda
olduğuna da bakmazlar. Ali Şeriati bunların ünlü olanlarından birini şu şekilde
tanıtır:
“İbn-i Sînâ, İslâm medeniyetinde, bütün bilim ve felsefe
târihinin övündüğü büyük bir filozof, bilim-adamı ve dâhidir. Fakat, böylesine
önemli bir filozof ve bilim-adamı olan bu büyük adam, toplumsal açıdan
bakıldığında, iktidârın ve yöneticilerin emrinde hizmet etmekten pek hoşnuttu.
İnsanların âkıbeti ve içinde yaşadığı toplumun geleceği onu hiç
ilgilendirmiyordu. Ona göre, kendi âkıbetiyle başkalarınınki arasında hiç-bir
bağ yoktu. Onun biricik düşüncesi, bilimsel konular ve araştırmalardı. Bunun
dışındaki hayat onu pek ilgilendirmiyordu. Kim ona para ve mevki bağışlarsa başının
üstünde yeri vardı” der.
Evet; Kur’ân sâdece üstte bahsettiğimiz
kişilere gelmemiştir. Ki bu kişilerin
pek-çoğu Kur’ân’ın metnini/dilini bilseler de rûhûnu göremiyorlar ve idrâk
edemiyorlar. Çünkü bu idrâk, zihin ile değil, kâlp ile olur ve zihin ve kâlbin
birleşmesinden sonra Kur’ân kendini net olarak ortaya koyar.
Kur’ân hiç-bir yerde derinlemesine
araştırma yapmayanları eleştirmez. Tam aksine, derinlemesine araştırma yapanı
eleştirdiği/kınadığı görülür:
“Çünkü
o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine)
kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü
ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: “Bu,
yalnızca “aktarılarak öğrenilen” bir büyüdür” dedi. “Bu, bir beşer sözünden
başkası değildir dedi” (Müddesir
18-25).
Görüldüğü gibi Arapların dil-dâhisi Velid
bin Muğire, yaptığı dil-analizinden sonra aklı almıyor ve onun inkâr ediyor.
Çünkü Kur’ân ilk önce zihinlere değil, kâlplere hitap eder. “Kâlpleri” olmayanların
IQ’leri 200-250 olsa ne yazar ki?.
Hâki Demir der ki:
“İnsanlık târihinde epistemolojiden müstakil ontoloji teklifi en
mütekâmil mânâda İslâm tarafından yapılmıştır. Peygamberler-târihi bu teklifin
mütemâdiyen yapıldığını göstermektedir ama İslâm son ve en mütekâmil din olması
hasebiyle bu teklifi, konunun ufkunun ötesinde teklif etmiştir. Hak dinlerin ve
son din olarak İslâm’ın teklif ettiği ontoloji, vahiy ile teklif edildiği için,
insanın akıl merkezinde ürettiği epistemolojiden bağımsızdır. Felsefî gelenekte
“mutlak bilgi” (yâni vahiy) olmadığı için, insanın idrâk vâsıtalarından (umûmiyetle
de akıl mârifetiyle) elde edilen bilgiden (ve dolayısıyla epistemolojiden)
ontoloji kurulur. İslâm irfan ve hikmetinde ise bu silsile tam tersinedir ve
önce ontoloji vardır, zîra vahiy mevcuttur. Dolayısıyla İslâm irfan ve hikmet
sarayı, ontoloji üzerine oturan epistemolojik bir mimâri ile inşâ edilmiştir”.
İDRÂK MERKEZİ
Bir şeyi anlamak/kavramak/fıkh-etmek
zihin ile değil, kâlp ile olur:
“İçlerinden
seni dinleyenler vardır; fakat biz onu fıkh-etmelerine engel olmak için kâlplerinin
üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık koyduk. (Onlar) her mûcizeyi
görseler de yine ona inanmazlar. Hattâ sana geldiklerinde seninle tartışırlar;
o kafirler: “Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir” derler (En-am 25).
Bir şeyi fazla kurcalamak, o şeyin fiîliyata
geçmesine engel olur. Çünkü kurcaladıkça beyin gelişse de kâlp kuşkuya düşer. Bakın
bununla ilgili bir örnek Bakara Sûresi’nden:
“Hani
Mûsa kavmine: “Allah, muhakkak sizin bir sığır kesmenizi emrediyor” demişti. “Bizi
alaya mı alıyorsun?” dediler. (Mûsa) “Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım”
dedi. “Rabbine adımıza yalvar da, bize niteliklerini açıklasın” dediler. (Mûsa,
Rabbine yalvardıktan sonra) “Şüphesiz Allah diyor ki: O ne pek yaşlı, ne de pek
genç, ikisi arası dinç(likte bir sığır olmalı)dır. Artık emrolunduğunuz şeyi
yerine getirin” dedi. (Bu sefer) dediler ki: “Rabbine adımıza yalvar da,
bize rengini bildirsin”. O: “(Rabbim) diyor ki: O, bakanların içini ferahlatan
sarı bir inektir” dedi. (Onlar yine:) “Rabbine adımıza yalvar da, bize onun
niteliklerini açıklasın. Çünkü bize göre sığırlar birbirine benzer.
İnşaallah (Allah dilerse) biz doğruyu buluruz” dediler. (Bunun üzerine Mûsa, “Rabbim)
diyor ki: O, yeri sürmek ve ekini sulamak için boyunduruğa alınmayan, salma ve
alacası olmayan bir inektir” dedi. (O zaman): “Şimdi gerçeği bildirdin”
dediler. Böylece ineği kestiler; ama neredeyse (bunu) yapmayacaklardı” (Bakara 67-71).
AMAÇ YA DA AMAÇSIZLIK
Kur’ân bütünsel olarak anlaşılabilir
ancak. Parçalayıcı yaklaşımlarla, anlamayı daha zorlaştırmaktan ve içinden
çıkılmaz bir hâle getirmekten başka bir şey yapmış olmazsınız. Sonuçta parçacı
yaklaşım, amaçtan kopuk bir yaklaşımdır.
Aşırı-anlama
çalışmalarının bir amacı yoktur, hedefleri yoktur. Eğitim ve bilgi edinme kendi
içinde bir “hedef” hâlini almış. Fakat bu insanı hiçbir zaman tatmin etmez. Bu
yüzden de sürekli olarak “ne yapmalı” sorusunu sorup dururlar. Belki de ne
yapılacağını bildikleri hâlde sordukları bir sorudur bu.
Ludwig Feuerbach:
“Sâdece irâde değil, müphem bilgiler değil, teorik ve pratik
faaliyetin birliği olan amaca yönelik faaliyet insana ahlâksal bir temel ve
dayanak, yâni karakter bağışlar. Bu yüzden herkes nihâi amaç koymak zorundadır.
Nihâi amaç bilinçli ve istençli özsel bir yaşam itkisidir, dâhice bakıştır,
kendini bilmenin ışık huzmesidir, doğanın ve tinin insandaki birliğidir. Nihâi
amacı olan bir kimse kendi üstünde yer alan bir yasaya sâhiptir; o sâdece
kendini sevk ve idâre etmez; sevk ve idâre edilir. Nihâi amacı olmayan bir
kimsenin yurdu da yoktur mâbedi de. En büyük felâket amaçsızlıktır. Önüne
sıradan bir amaç koyan kişi bile, hiç-bir amacı olmayan birinden daha başarılı
olur, hem de ondan daha iyi bir insan olmasa da” der.
Kur’ân’ı anlamanın/anlama çalışmasının
sonu da yoktur. Hattâ bu durum bir zaman sonra sâdece Allah’ın gönderdikleri
için değil, birilerinin yazmış olduğu kitaplar için de geçerli olacaktır. İslâm
târihinde çokça görüldüğü gibi, bir efendinin/şeyhin/hocanın/üstâdın vs. yazmış
olduğu bir kitabı, o kişinin bağlıları ömürlerinin sonuna kadar okurlar ve yine
de anlayamazlar. Anlamayı bitiremezler. Aşırı-anlama çalışması anlamanın ve
yaşamanın önündeki en büyük engeldir çünkü. Hele de anlamanın nesnesi yapılan
bu kitap yedi kat göklerden gelen Kur’ân olduğunda edep sorununa bile yol açar.
Kur’ân bizi ve kıyamete kadar tüm insanları inşâ etmek için gönderilmiş
tükenmez bir hazînedir. Onun mutlak-anlamda anlaşılması olmaz. Çünkü bir
şeyi anlamak demek, onu kuşatmak demektir aynı zamanda. Kuşatmak, yâni onun
anlamını tüketmek/bitirmek/sona erdirmek demektir. Aşırı-anlama çabasının
sonucu buna varıyor bilerek ya da bilmeyerek. Bir şeyi anlamak onu bitirmek
demektir. O yüzden anlaşılamaz. Sâdece Kur’ân değil, hiçbir varlık
mutlak-anlamanın nesnesi değildir. Kur’ân “anlama kitabı” değildir zâten. “Yaşama
kitabı”dır. Kişinin kendisinden başlayarak tüm Dünyâyı inşâ etme,
mü’minleştirme, kâinat ile hem-dem olma yolunu gösteren bir kitaptır. Aşırı-anlama
telâşına düşenler bunu fevkalâde bir şekilde ıskalıyorlar.
Aşırı-anlama çalışmalarına boğulmakla vahyi
arkaya atarak aklı ön-plana getirmiş oluyorlar. Akla uyulmuş oluyor. Hayâta
dönüşmediğinden Kur’ân dersleri mushaf derslerine dönüşüyor ve iş beyin-fırtınasına
dönüyor.
“Salâta Yürüyüş” makâlesinde “Sabahlara
kadar âyet okuyup ertesi gün okuduklarımızdan hiç-birini hayâta aktarmaya
çalışmıyorsak, bir dâvâmız yok demektir” denir.
Mustafa Öztürk şöyle der:
“Eğer biz bu-gün Kur’ân kelimesini
telâffuz ettiğimiz kadar da “anlamak” kelimesini dillendiriyor, “Kur’ân’ı
anlamak” lafzını vird-i zeban hâlinde habire tekrar edip duruyorsak, bunun
yegâne sebebi Kur’ân’ın târihsel bir hitap oluşundan başka bir şey değildir.
Mademki Kur’ân târih-üstüdür, mademki Kur’ân mübin, yâni gâyet açık ve
anlaşılabilir, bizzat kendi beyânıyla anlaşılsın diye kolaylaştırılmıştır; o
hâlde niçin hep “Kur’ân” ve anlamaktan söz edip duruyoruz ve sürekli olarak Kur’ân’ı
doğru anlayamama yahut da yanlış anlama meselesini tartışıyoruz? Bunun yanında
târih-üstü bir metin târih boyunca niçin sayısız yoruma tâbi tutulmuş ve binbir
çeşit farklı yorum ortaya çıkmıştır? Gâyet açık, gâyet seçik, üstelik
târih-üstü bir metin bu kadar çok yorumlanır ve bu kadar çok yorum ihtilâfına
konu olur mu? Bunca ihtilâf sâdece istismarlar ve suistimâllerle açıklanabilir
mi?”.
Atasoy Müftüoğlu:
“Yeni bir başlangıç yapmak isteyenlerin evvela bu-günü tanımlamaları
gerekiyor. Kitapta, Kur’ân-ı Kerim’in nasıl
okunacağı, nasıl anlaşılacağı konusunda teknik anlamda bitmek-tükenmek bilmeyen
tartışmalar yaptığımız için Kerim Kitabımızın nasıl uygulanacağı konusunu hiç
gündem etmiyoruz. İslâm-dünyâsı toplumları bin dört yüz küsur yıldan
beridir Kur’ân okuyor. Hâlâ bıkmadan-usanmadan “Kur’ân’ı anlayalım” çalışmaları
yapılıyor. Ümmet bin dört yüz yıldan beri Kur’ân’ı anlamamışsa bırakın gitsin.
Bir uçuruma. Zâten bir uçurumda yuvarlanıyor. Evet, ümmet bir uçurumda fakat
farkında değil. Şöyle ki; sanıyor ki Dünyâ işte burasıdır, bu uçurumdur. Bu
uçurumu normal-dünyâ olarak algılıyor. Böyle bir laubâlilik olabilir mi? Biz bu
Kur’ân’ı niçin okuyoruz? Neden öğrendiniz söyler misiniz? Nerede
kullanıyorsunuz? Eğer siz Kur’ân’ı okuyor olsaydınız, gösteri toplumunun,
tüketim toplumunun karakteristiklerinden uzakta olurdunuz.
Dînin kişisel bir hobiye, ya da
bir sosyâl yardım kurumuna indirgenmiş olması karşısında da İslâm’i
yükümlülüklerimizi, sorumluluklarımızı yerine getiremiyoruz. İslâm, târihe
çıktığında, müslümanlar, Kur’ân’dan hareketle yeni bir
insan-toplum-siyaset-düşünce-kültür-edebiyat-mîmâri-şehir-felsefe-estetik-hukuk-ekonomi
bütünüyle yeni bir hayat-tarzı, dünyâ-görüşü ve yeni bir medeniyet
oluşturmuşlardı. Bu-gün Kur’ân-merkezli oluşumlar, yaklaşımlar, yönelişler,
ısrarla Kur’ân-ı Kerim’e vurgu yapıyor, Kur’ân-ı Kerim’e ilişkin
târihsel/ansiklopedik/maddî/teknik/akademik bilgiler dışında yeni bir tarz,
yeni bir ufuk oluşturamıyor. Niceliksel okumalarla, her-hangi bir alanda,
nitelikli bir dönüşüm sağlanamıyor. Kur’ân-ı Kerim’le olan ilişkimiz, İslâm ile
olan ilişkimiz, toplumsal/siyâsal/ekonomik/hukûki değerler/ölçütler/referanslar
toplamı olarak temsil edilemiyor, tecrübe edilemiyor. Hristiyanlıkta olduğu
gibi bireysel dindarlıkla sınırlı bir zeminde temsil edilebiliyor. Müslüman
yazarlar/düşünürler, bu nokta üzerinde büyük bir hassasiyetle durmaları
gerekirken, böyle bir sorun yokmuş gibi davranıyor, mezhep meşrûiyeti üzerinde
yoğunlaşıyor.
İslâm-dünyâsı toplumlarında İslâm ve Kur’ân; yaşayan, tâyin edici ve belirleyici bir gerçeklik olmaktan çıkarılarak,
bir
inceleme ve araştırma konusu hâline getirildiği için, bir
inanç/düşünce/referans-sistemi hâlinde, içerisinde
yaşadığımız Dünyâ’ya/döneme/târihe hitâp etmiyor. Bireysel
dindarlığı, millî dindarlığı, yerli dindarlığı,
seküler/liberâl/meteryalist hayat-tarzıyla bağdaştırdığımız için, Kur’ân-ı Kerim’in bu-günün insanlığına/târihine hitâp edebilmesini mümkün kılacak bir vizyona/zihinsel üretime/mücâdeleye/tefekküre
ihtiyaç duymuyoruz. Kur’ân-ı Kerim’le ilgili çalışmalar, pratik
hayâta yansımayan, insâni davranışlara/ilişkilere
yansımayan/yansıtılamayan soyut/teorik/skolastik
çalışmalar-tartışmalar-uzmanlıklar şeklinde sürdürülüyor” der.
Hikmet Ertürk şöyle der:
“İnsanlar ellerine aldıkları kitaptaki metinlerden bir şeyler
okuyorlar. Fakat okudukları bu şeyler hayatlarında hiç-bir değişikliğe sebep
olmuyor. Çünkü bu metinleri hayatlarını değiştirsinler kaydı ile
okumuyorlar. Okudukları bu metinlerin harflerindeki sevâbın peşindeler.
Fakat hayatlarını emânet ettikleri şeyler hep başkalarından geliyor. Onların
istedikleri hayâtı kendi dinlerine karıştırarak yaşıyorlar.
Aslında şöyle yapmalıydılar. Önlerine gelen kelimeleri okudukları
metinde geçen kelimeler ile karşılaştırsalardı, belki olabilir ki sürekli
tükettikleri bu sözcükler kendi metinlerinde yasaklanan bir anlamı ihtivâ
ediyordur. Yâni bizler değer verdiğimiz kendi kelimelerimizle ama bize âit
olanlarla bizleri olumsuz yönde kuşatan başkalarının kelimelerini
karşılayabilmeli, farklılıklarını ortaya koyabilmeliyiz. Kelimeleri/kavramları
mağlup olmuş ve böylelikle onların kavramlarını ödünç alarak yaşamaya mahkum
olmuş bizleri her-hangi bir başarı elde etmesi düşünülemez. Çünkü elde
ettiğimiz tüm kazanımlarımız onların sistemlerini geliştirecek, bizler
böylelikle hep onların değirmenine su taşımış olacağız.
Hayatlarımız üzerindeki bu etkiyi ne ile kıracağız?. Bizi hiç
hissetmiyor olduğumuz halde yöneten, yönlendiren bu kavramlar kelimeler ne
zaman hayatımızdan çıkacaklar?.
Belki cevâbı şöyledir; Ne zaman farkına varır, bir bilinç
oluşturur, ne zaman zor olanı (fekkur akabe) karşılamaya râzı olursak”.
Aliya İzzetbegoviç:
“Kur’ân-ı Kerim'in araştırılmasında
ve yorumlanmasında bilgeliğin yerini kılı kırk yaran yorumlar, büyük fikirlerin
yerini okuma becerileri aldı. Bu doğal olmayan durum yavaş-yavaş normal olarak kabûl
edilmeye başlandı, çünkü bu vaziyet, sayıları her geçen gün artan ve Kur’ân-ı
Kerim'le yollarını ayıramayacak durumda olan, fakat aynı-zamanda hayatlarını
onun isteklerine göre düzenleyecek kudrette olmayanların işine gelmekteydi.
Kur’ân-ı Kerim'in aşırı okunmasındaki
psikolojik açıklamayı burada aramak gerekir. Kur’ân-ı Kerim'i okuyor,
yorumluyorlar, sonra yine okuyorlar, inceliyorlar ve sonra yine okuyorlar. Bir
defa olsun uygulamak zorunda kalmamak için bir cümlesini binlerce defâ
tekrarlıyorlar. Hayatta nasıl uygulanacak sorusundan kaçmak için Kur’ân-ı
Kerim'in nasıl okunması gerektiği husûsunda geniş ve îtinâlı bir ilim
ürettiler. Nihâyetinde, Kur’ân-ı Kerim'i, anlaşılan bir mânâsı ve içeriği
olmaksızın çıplak bir ses hâline getirdiler.
Kitaba karşı olan ateşli teslimiyet
zamanla onun hayâta geçirilmesi gereken ilkelerin mutlak mânâda yok sayılması
hareketiyle birleştirildi. Asırlardır halklarımız eğitimli insanlara sâhip
değildir. Onların yerine, aynı-derecede istenmeyen iki ayrı sınıf insana
sâhiptir: Eğitimsiz ve yanlış eğitimli.
Halklarımızın itaâtkar olmaları için
artık demir zincirlere ihtiyaç yoktur. Bir halkın eğitimli olan insanlarının
vicdan ve irâdesini paralize eden bu yabancı “aydınlatmanın” ipekli ipleri aynı
güce sâhiptir. Böyle eğitim varken, yabancı güç-sâhipleri ve onların müslüman
ülkelerindeki yerli iş-birlikçilerinin kendi mevkileri için korkmamaları
gerekir. Onlara karşı bir isyân ve direniş olması gerekirken, böylesine bir
eğitim onların en iyi destekçisidir. Aydınlar ile halk arasında bulunan ve
bizim genel durumumuzu tasvir eden en karanlık işâretlerden biri olan bu
korkunç uçurum başka taraftan da derinleşmektedir. Onlara sunulan yabancı ve
gayr-ı İslâm’i özelliğini hisseden bu eğitimi halk iç-güdüsel olarak
reddetmekte ve böylece uzaklaşma iki taraflı olmaktadır. Müslüman toplumunun
eğitim ve okula karşı soğuk olduğu yolunda anlamsız ve saçma bir suçlama ortaya
atılmaktadır. Hakîkatte ise, okula karşı bir ret tavrı olmadığı açıktır, tepki,
İslâm ve halkla her türlü mânevi bağını kaybeden yabancı okula/düşünceye
karşıdır”.
Mustafa Öztürk şöyle der:
“Kur’ân tam bir fantezi nesnesi hâline geldi, Kur’ân’la Kur’ân’ca
bir ilişki kurulmuyor, Kur’ân bir rehber/hidâyet/hayat-kitabı olarak
görülmüyor. Stres topu, bir eğlence, kış gecesi eğlencesi gibi oldu. Soba
üstünde kestâne pişirmek, kahvede okey oynamak gibi”.
Evet; yapılan şey, Mustafa Öztürk’ün
dediği gibi “entelektüel geyik”tir. “Entelektüel küstahlık ve kibir”dir.
“Adam kazanmak” için vermedikleri tâviz
kalmadı neredeyse. Dîni, “tâviz dîni”ne çevirdiler. Öyle ki bâzen karşı taraf “yanlış
anlamasın” diye Kur’ân’ı hakkıyla açıkça okumuyorlar. Ne Kur’ân’da ne de
sünnette böyle bir uygulama olmamıştır.
Türkiye’de 2014 yılı îtibâriyle 250 civârında farklı meâl
bulunuyor. Peki niye? Kur’ân’ın bu kadar çok meâllendirilmesi garip değil mi?
Aslında Türkiye’de sâdece tek bir meâl olması lâzım. İlmî/ahlâki yeterliliğini
kanıtlamış olan bir komisyonun hazırladığı ve diğer âlimlerin de
(eleştirini/önerilerini sunduktan sonra) onayladığı, Kur’ân’ın bire-bir
çevirisi olan tek bir meâl. İmi yeten kişiler bu meâl üzerinden çalışma ve
yorumlama yapabilirler. Onu tefsir edebilirler. Kur’ân meâl olarak değil,
tefsir/te’vil olarak evrenseldir ve yeni düşüncelere/yorumlara açıktır. Fakat
bu yeni yorumlar/düşünceler meâl olarak yazılamaz, tefsir olarak yazılabilir.
Meâlin değil, tefsirin/te’vilin konusu olabilir. Kur’ân meâl/çeviri olarak
târihsel, tefsir/te’vil olarak evrenseldir. Lafız
târihsel, söz evrenseldir. Târihsel bağlam dikkate alınmadıkça aşırı ve yanlış
yorumlar ayyuka çıkacaktır. Gerçek mânâya bu nedenle ulaşılamayacaktır.
Mevcut Kur’ân meâllerinde doğal bir dil yok. Sanki
insanla hiç alâkası olmayan bir metinden bahsediliyormuş gibi çevrilen meâller
yapılıyor. Yapılacak çeviri, kullanılan günlük dille aynı dile sâhip olmalıdır.
Bu meâl sâbit bir anlamı olan bir meâl olmalıdır. Bu kadar çok meâlin olması,
aslında o kadar çok te’vilin olması demektir. Meâl kelimesi te’vil kökenlidir.
Yapılması gereken şey, üzerinde ittifak edilen (ülkenin konuştuğu dile göre)
tek bir “çeviri”nin olmasıdır. Kur’ân’ı arapçadan türkçeye çevirirken en
isâbetli karşılıkların yazılmasıyla yapılan bir çeviri.
Arap-dilinin “cıcığını çıkararak” yapılan bir çalışma
var. Bu durum, yaşlılar, okuma-yazma bilmeyenler ve sabırsız insanların
ilgisini hiç mi hiç çekmiyor.
Kur’ân çeviricileri/meâlcileri hem
tefsirleri/te’villeri meâl olarak yazıyorlar, hem de bu sözde tefsirleri tekrar
aşırı-yoruma tâbi tutarak yozlaştırıyorlar ve Kur’ân’ın yapısını bozuyorlar.
Bunun sonucu tabî ki tahrip ve tahriftir.
“De
ki: Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir
benzerini (bir o kadarını) dahi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce,
elbette deniz tükeniverirdi. De ki: Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan
bir beşerim; yalnızca bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor.
Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık sâlih bir amelde bulunsun ve Rabbine
ibâdette hiç kimseyi ortak tutmasın” (Kehf 109-110).
Görüldüğü gibi bu işin bir sonu yok.
Ömrünüz/gayretiniz/çabanız/zamânınız vs. hiçbir şey yetmez sonunu getirmeye. “Anlama”nın
sonu yok. Sonu olmayan/sonuca ulaşılamayacak olan bir mâcerânın peşindesiniz. Kıyâmet kopmadıkça Kur’ân’ın anlamı tükenmez. İslâm’ı “sâdece bilginin konusu” hâline getiriyorsunuz. Hâlbuki
“Allah’ın tek ilâh olduğu” bize yetmelidir. Sâlih amel için gerekli olan tek
şey sâdece bir tek “Lâilâheillâllah”tır.
Kur’ân’ın bir “rûhu” vardır. O rûha ulaşıldığında
kişi artık Kur’ân’ı idrâk etmiş olur ve hayâtı da doğru bir şekilde okumaya
başlar. Düşünceleri/fikirleri doğru çıkar. Yerinde ve doğru te’viller yapar.
Bir insan samîmi, ciddî ve disiplinli olarak okuma yaparsa o rûhu yakalar.
Artık bu kişi için bir konuyu temcit pilavı gibi ısıtıp-ısıtıp ortaya getirmeye
gerek kalmaz. Kur’ân’ı okudukça hayâtı kavrar ve fıkh eder; hayâtı okudukça da Kur’ân’ı
kavrar ve çok yerinde eylem-plânları yapabilir.
EYLEME DÖNÜŞMEYEN İLİM..
İsmâil
Râci Fâruki:
“İnançla tasdik, eğer
hareket sahasına bir girişi temsil etmiyorsa, onun için anlamsız ve
faydasızdır. Eğer fıtraten bir tavra sâhipse, bu, emâneti bütünüyle tahakkuk
ettirmek için taşımak ya da bu yolda bir müslüman gibi ölmek gerekir” der.
Kur’ân’a sanki; bir kitâbe yazıtları
gibi, bir hiyeroglif gibi, bir bulmaca gibi, bir şifre gibi, bir pazıl gibi,
bir gizli bilgiler kitabı gibi vs. yaklaşmak Kur’ân’a yapılacak en büyük
hakârettir. Böyle yapmak Kur’ân’ı “anlaşılmaz bir kitap” gibi göstermek
demektir. Kur’ân, bu tür nitelemelerden uzaktır.
Kur’ân’da aranacak bir şey yoktur. Her
şey/âyet o kadar açıktır ki, aranmayı/anlamayı değil, okunmayı beklemektedir.
Neyi arıyoruz? Ne bulacağız? Felsefede
şöyle bir soru vardır: “Aradığımız şey bilinen bir şeyse, bunu aramaya gerek
yoktur. Bilinmeyen bir şeyse, bulduğumuz şeyin aranan şey olduğunu nereden
bileceğiz?”.
Maalesef bir “ilim züppeliği” oluşmuştur.
“…Rabbinin
âyetlerinden bâzılarının geleceği gün, daha önce îman etmemişse veya îmânıyla
bir hayır kazanmamışsa hiç kimseye îmânı yarar sağlamaz..” (En-âm 158). Sâlih-amel ile taçlanmamış
bir îman fayda vermez.
Âyetleri
çok iyi bilmek kurtarmaz, eylem gerekli: “Onlara kendisine âyetlerimizi
verdiğimiz kişinin haberini anlat. O, bundan sıyrılıp-uzaklaşmış, Şeytan onu
peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan olmuştu. Eğer biz dileseydik, onu
bununla yükseltirdik. Ama o yere meyletti (veya yere saplandı), hevâsına uydu.
Onun durumu, üstüne varsan dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan
dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalanlayan
topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek haberi onlara aktar. Ki
düşünsünler” (A’raf
175-176). Eyleme dönüşmeyen Kur’ân ilmi, âyetleri yalanlama ilmidir. Kur’ân
uzmanlığı Dünyâ’ya kapılmaktan kurtarmıyor. Mâlûmat-ı furuş değil, cûh-u huruş
önemli.
Anlama
çalışmasına gerek yok. Okuyunca îmânı artar mü’minlerin. Kur’ân’ı olduğu gibi
kabûl edemeyip onu aşırı-yoruma vuruyorlar. Hâlbuki bu istek âhiretten kuşkusu
olanların isteğidir. Üstelik böyle bir istek isyândır: “Onlara
âyetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduğunda, bizimle karşılaşmayı ummayanlar
derler ki: Bundan başka bir Kur’ân getir veya onu değiştir. De ki: Benim
onu kendi nefsimin bir ön-görmesi olarak değiştirmem benim için olacak şey
değildir. Ben, yalnızca bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyân edersem, gerçekten
ben, büyük günün azâbından korkarım” (Yûnûs 15).
Kur’ân’ı anlamayı parçalayıcı bir
akılla/çalışmayla yapıyorlar. Sûre, âyet, hattâ kelimelere kadar parçalıyorlar.
Hâlbuki Kur’ân, bir bütünlük hâlinde; bütünlüğü yakaladıktan sonraki “ruh”u
görmekle tam olarak kavranabilir ve mânâsı bilinebilir ancak.
Bu tarz
çalışma gayretlerine Hindistan alt-kıtasında Kur’ân’iyyun Hareketi’nde de
rastlıyoruz. Arap-dilini ve âyetleri aşırı zorlayarak bâzı anlamlara varmak
istiyorlar. Mehmet Görmez bu konuda:
“Bunlara göre Kur’ân, bir
hidâyet rehberi olmaktan çok, âyetleri arasında her-şeyin hazır bir hâlde
bulunabileceği bir kitaptır. İşte böyle bir anlayış, târih boyunca, insanları Kur’ân’da olmayan şeyleri
ona yüklemeye sevk etmiştir” der.
Atasoy Müftüoğlu:
“Herkes Kur’ân okuyor, Kur’ân
anlatıyor, Kur’ân üzerine çalışıyor, araştırma yapıyor, ancak, bu etkinlikleri
yürütenler, bu yapılanların düşünsel/kültürel/ekonomik/politik, kişisel ve
toplumsal hayat üzerinde niçin dönüştürücü bir karşılığı olmadığını düşünmüyor. İslâm’i değişim/dönüşüm/yeniden inşâ yeteneğine, irâdesine,
ahlâkına ve bilincine sâhip olmayanlar, koşulların hizmetine girerek,
var-olanın, mevcut olanın hizmetine girerek, mezhep/cemaat/etnik âidiyet
bağnazlıklarının/bencilliklerinin hizmetine girerek, neo-liberâl-seküler
dilin/düşüncenin hizmetine girerek, bağımlı/güdümlü hayatlar sürdürürler.
İslâm-dünyası toplumları, kolektif bir bilince, yeni bir fikre, yeni bir
topluma, yeni bir siyâsal bilince/program ve yönteme ihtiyaç duymuyor, statüko
ve gelenek kurbânı olarak yaşamaya devâm ediyor. Toplumlarımız geleneksel
kültürün etkisiyle klişelerle düşünüyor. Klişelerle düşünmek derin ve kapsamlı
düşünceye engel teşkil eder. “İnşallah iyi olacak” bir temenniden öte bir klişe
hâline gelmiştir. İyi şeyler yaptıklarından, iyi şeyleri gereği gibi, hakkını
vererek yaptıklarından emin olanlar iyi şeyler bekleyebilirler. Ortak, birlikte
var-oluş bilincine, ufkuna, bütünlüğüne sâhip olmayanlar, birlikte hareket etme
yeteneğine sâhip olmayanlar iyi şeyler ümit edemezler. Yalnızca kendi
ihtiraslarının/çıkarlarının devamlılığının peşinde olanlar, ortak-iyinin
düşmanlarıdır” der.
Kur’ân bir detaylar kitabı değildir, o
prensipler ve küllî kuralların kitabıdır. Onun gerçek vazîfesi, İslâm nizâmının
fikrî, ahlâki ve siyâsi esaslarını açıkca ortaya koymak, aklî deliller
getirerek, hissî teşviklerde bulunarak bu ilkeleri insanlar arasında yaymaktır.
Klâsik anlayışta din-âlimi olmak için; “Kur’ân-ı
Kerim’i ve mânâlarını ezbere bilmek, binlerce hadis-i şerifi ve mânâlarını
ezbere bilmek, İslâm’ın 20 ana ilminde mütehassıs olmak ve bunların kolları
olan 80 ilmi iyi bilmek, dört mezhebin inceliklerine vakıf olmak, bu ilimlerde
ictihad derecesine yükselmek, tasavvufun en yüksek derecesinde olmak lâzımdır”
(S. Ebediyye).
Aşırı-anlama yolunun üyeleri, klâsik
dindarları, İslâm’ı anlamadan, sâdece üstadların! söylediklerini aynen
uygulayarak körü-körüne taklit etmelerini haklı olarak kınamaktadırlar. Bunu
biz de sert bir şekilde kınıyoruz. Çünkü bu taklitçilik onları oyalıyor ve
uygulamada da bir şeyi değiştirmiyor; her-hangi bir zulmü/eziyeti/acıyı
ber-taraf etmiyor. Fakat “anlamadan” İslâm’ı yaşadığını zannedenleri eleştiren
aşırı-anlama taraftarları da tersinden aynı hatâya düşüyorlar. Aşırı bir anlama
çabasının sonucu olarak (aslında çok da gerekli olmayan şeyleri anlıyorlar)
anlama ile sınırlı kalıyorlar ve bir şey yapmıyorlar. Bu yaptıkları şey de
onları oyalıyor ve uygulamada bir şeyleri değiştirmiyor; her-hangi bir
zulmü/eziyeti/acıyı ber-taraf etmiyor. Yâni sonuç aynı oluyor. Aynı sonuçta
birleşiyorlar. “Kardeşlerimiz”in mâruz kaldığı zulümlere/acılara karşı; Dünyâ’nın
üzerinde bulunduğu şerefsizliğe karşı “bilmeyerek” bir şey yapmayanlarla, “bilerek”
bir şey yapmayanlar.. Ne fark eder? Sonuçta ikisi de fiîli bir şey yapmıyor.
“Bir şey yapmayanlar” mecbûren statükocu olurlar.
Bir makâlede şöyle denir:
“Maalesef, insanlığa nüzûl eden bu ilâhi hatırlatmayı, bu öğüdü, bu Kur’ân’ı
anlamadık, anlayamadık, izin vermediler. Kur’ân’a sırtımızı döndük, onun asıl
mesajını, özünü anlayamadık. Kur’ân’ı anlamak için Arapça gramerini Arap’tan
daha iyi bilmelisin, o da yetmez, Araptan daha iyi arapça konuşmalısın, o da
yetmez Kur’ân’ın tamâmını ezbere bilmelisin, o da yetmez, sayısı milyonu bulan
tüm hadislere vâkıf olmalısın, o da yetmez, sayısı binden fazla tefsirden de
haberin olmalı, o da yetmez, dört mezhebin fıkıh kitaplarını da tam mânâsıyla
bilmelisin dediler. Hayâtımızı bunlarla uğraşmakla geçirdik. Yanı-başımızda
ölen insanlığımızı göremedik. Ormanda
yol ararken ağaçlara odaklandık ve meseleye yukarıdan bakarak yolumuzu tâyin
edemedik. Detaylarda boğulduk. Kendi saatimizi, kıyâmetimizi kendi ellerimizle
tâyin ediyoruz. İnsanlık olarak kendi sonumuzu kendimiz hazırlıyoruz. Saat
yaklaştı. Ay yarıldı. Gerçekler gün gibi ortada. Gidişat hiç de iyi değil. Fe
eyne tezhebün? Hâl böyle iken nereye gidiyorsunuz?” (Tekvir 26).
Kur’ân’ı
aşırı-anlama çalışması kişiyi tembelleştiriyor, uyuşturuyor, hayâta karşı
duyarsızlaştırıyor, kişiyi korkaklaştırıyor, hazcı hâle getiriyor, kalitesizleştiriyor.
Şeytânî, tağûtî işlere sıcak bakar hâle getiriyor. Böyle olunca da hiçbir
haksızlığa/zulme karşı çıkmıyor, mücâdelede/isyânda/îtirazda/eleştiride vs.
bulunmuyorlar. Müslümanlar Kur’ân ile îtiraz-eleştiri-isyân edeceklerine, Kur’ân’ı,
tağutların düzenini onaylamakta kullanıyorlar. Bu tavır zulme, adâletsizliğe
karşı “Lâ”, “Kellâ” demeyi geciktiriyor. Zulmün yerleşmesine ses çıkarmayarak
tağutlara alan açıyor. Çünkü anlamanın sonu yoktur ve olamaz. Bir türlü oradan
çıkamıyor. Bir türlü kafasını çevirip hayâta bakamıyor. Zulmün yanından
umursamazlıkla geçip gidiyor. Normal olmayanı bir süre sonra normal görmeye
başlıyor. Tek derdi “anlama” oluyor. Yaşamayı/hayatı erteliyor ve bir süre
sonra dînin hayatta görünür/yaşanır olma isteğine karşı çıkar hâle geliyor. Tağutlara
taşeronluk yapmaya başlıyor.
Kur’ân’ı (hâşâ) matruşka bebeklerle
döndürdüler. Bir türlü “gerçek bebek” ortaya çıkmıyor. Tam, “işte gerçek bebek
bu” dediğinizde altından yeni bir bebek daha çıkıyor. Sonu gelmiyor bir türlü.
Evet; Kur’ân’ı aşırı-anlama çalışmaları, Kur’ân’ın
gerçek keşfini ve hareketini engelliyor. Kahve-falı bakar gibi atıp-tutuyorlar
çünkü. Bir-türlü yaşantıya geçirmiyorlar.
Târihin sonu tezlerini öne sürmelerine
karşılık 1979’da İran devrimi ile sarsılan seküler-dünyâ, bu devrimlerin devâm
etmemesi için; müslümanların büyük çoğunluğunu oluşturan sünni kesime de
sirâyet etmemesi için yeni fikirler geliştirmişlerdir. Atasoy Müftüoğlu bunu şu
şekilde dile getirir:
“Yeni bir devrim olmaması için ne yapmalıyız? Bu Neo-nurculuk
akımı diye tanımladığımız akım burada başlıyor. “Yeni bir devrim olmaması için
ne yapmalıyız”a yanıt ararken, Dünyâ yanıt ararken şu tür çözümlemeler
yaptılar. Devrimci dilin ihrâcı karşısında biz Dünyâ’ya şunu söyleyebiliriz.
Devrimcilik şiiliğin îcâdıdır. sünnilik hiçbir şekil ve sûrette birşey içermez.
Devrimci bir duyarlılık içermez. Çünkü sünnilik statükodan yanadır,
gelenek-görenekten yanadır, konformizmden yanadır. Ve Sünniliği küresel-sistem
her türlü konuma iknâ edebilir. Onların kurulu düzene karşı ve meşrû siyâsi,
hattâ gayri-meşrû siyâsal iktidâra karşı ayaklanmak gibi bir kaygıları yoktur.
Böyle bir gelenek de yoktur. Buna iknâ ettiler. Önce şunu yaptılar. Türkiye,
Arabistan ve Mısır'dan resm ve gayri-resmiî ulemânın katkılarıyla bunu formüle
ettiler. Bu sözünü ettiğim anlayışı formüle ettiler. Yâni sünni dünyâ kurulu
düzenlerin yanındadır ve kurulu düzenlerle her konuda uzlaşabilir, bu uzlaşmaya
iknâ edilebilir. Bu devrimci dil şiiliğin îcadıdır. Bunun üzerine aynı günlerde
çok daha ilginç bir şey var, bu çok ilginçtir. Bunun üzerinde de konuşmak
gerekir. Bu sözünü ettiğim sürecin ayrıntılarını Çohmsky târihte yayınlanan “kader
üçgeni” kitabında anlatıyor. Ayrıntılı şekilde anlatıyor. Bir başka kitapta
Brzezinski ise (Beyaz Saray'ın bir dönem danışmanlığını yapmış) aynen şunları
söylüyor: (Autof kontrol kitabında)”Bu tür bir din-algısının îcâdı için
Amerikan Kongresi şu kadar para ayırdı” diyor.
Şimdi düşünebiliyor musunuz, toplumlarımızın ne tür bir
din-algısına hizmet edeceği ve kendilerine hangi zihniyet konusunda hangi
yaklaşım konusunda yapılandıracaklarına ilişkin çerçevenin kurulabilmesi için
Amerikan Kongresi parayı ayırıyor. Yâni bu ibret verici bir şeydir, merkezî bir
noktadır. Ben özet hâlinde anlatıyorum. Bu bağlamda olay sürdürülüyor ve “ılımlı
İslâm” gibi “Türk İslâm’ı” gibi neler îcat ediliyor. Kavramlar îcat ediliyor.
Bu aynı-zamanda İslâm’ın bütünüyle ve eksiksiz bir şekilde vülgarize edilmesi
anlamına geliyor.
Yâni kalabalıkların, hiçbir kaygısı olmayan kesimlerin hoşuna
gidecek bir din îcat etmek. Yâni aynen bu-gün Neo-liberâl
dünyâ-görüşü, daha doğrusu bir tür ibâhilik, her şey meşrû, bu-gün dîni hayat
büyük ölçüde ibâhilik ve işrâkilikle malûldür. Bunların konuşulması gerekir. Bu-gün
Kur’ân-ı Kerim'i referans olarak almak yerine diyelim ki İbn-i Arabî’yi
referans olarak alıyor, Kur’ân-ı Kerim'i referans olarak almak yine Mevlana'yı
referans olarak alıyor ve Kur’ân-ı Kerim'i referans olarak almak yerine Said-i
Nursi'yi referans alıyor, Yunus Emre'yi referans alıyor. Bu, dinin sonu
demektir. Yâni müteşerri bir söylemin, duyarlılığın, yapılaşmanın, kavramların
ve kurumların bütünlüğüyle ve savsaklanabildiği, umursanamaz hâle getirildiği,
rafa kaldırılabildiği ve insanların bir tür kişisel hayâta kapatılmaya iknâ
edildikleri anlamına gelir.
Modern müslümanlar mevcut durumlarını hiç eleştirmiyorlar.
Çünkü bu durumdan menfaat devşiriyorlar. Bizim bu-gün yaşadığımız konumun
Kitab-ı Kerim nezdinde bir açıklaması yoktur. Çünkü böyle bir konumu Kitab-ı
Kerim konum olarak kabûl etmiyor. Yâni sürekli Arafta yaşayan bir topluluk. Ne
cennet ne cehennem. Ne cennet için bir mücâdele veriyor ne de cehennemden
içtinab eden bir şeyi var, hep sürekli Araf'ta duruyor ve sürekli temelsiz
beklentiler içinde umutlar içinde bulunuyor.
Zihinsel sömürge durumunda bulunduğumuz için, hangi düzeyde
olursa-olsun, aldığımız eğitim hepimizi aptallaştırıyor. Hepimiz
aptallaştırıldığımız için, bize anlatılan hikâyelerin bütün boyutlarını
göremiyoruz. Her alanda aptallaştırıldığımız için, modern/seküler/kapitâlist/liberâl/materyâlist
değer-yargılarının ve değer-yapılarının, referansların, paradigmaların
belirleyici olduğu, İslâm’ın bir referans-sistemi olmaktan çıkarıldığı bir
toplumda yaşadığımız hâlde bu durumun vahâmetini kavrayamıyor, İslâm’i bir
toplumda yaşadığımızı sanıyoruz”.
Mehmet Şevket Eygi, sonunu başka bir yanlışa bağladığı bir yazısında
şunları söyler:
“Şu-anda,
gerçek İslâm’ın yerine “Yeni bir İslâm”
türetilmeye çalışılıyor. Ilımlı, light, fıkıhsız ve şeriatsız,
sulandırılmış, ehlîleştirilmiş, beşerî bir hümanizma veya ideoloji hâline
getirilmiş yeni bir İslâm. Avrupa Birliği standartlarına uygun bir İslâm.
Feminist bir İslâm. Cihadsız bir İslâm. Diyalogçu ve hoşgörülü bir İslâm. Allah
katında tek hak din olma özelliğinden arındırılmış bir İslâm. Resmî ideolojiye
ayarlanmış bir İslâm. Kitaba, Sünnete, icmâya dayanan (İslâm’ın böyle
(icmâ) bir dayanağı yoktur) gerçek İslâm’ın yerine yepyeni bir İslâm çıkartmak
istiyorlar”.
Ahmet
Kalkan, Ilımlı İslâm için şunları söyler:
“Ilımlı İslâm
tâbiriyle içi boşaltılmış bir din kastedilmektedir. Tevhidî içerikten
soyutlanmış, cihadı, ahkâm (hükümle ilgili) âyetleri, toplumsal emir ve
yasakları, devlet talebi olmayan, küfre ve şirke karşı hiç-bir tavrı olmayan
bir din oluşturulmaya çalışılmaktadır. Çok eski zamanlardan bêri bu amaca
yönelik çalışmalar yapılmakla birlikte, İsrâil’in sömürgesi konumundaki ABD’nin
başını çektiği Batı, özellikle ikiz kulelere saldırılardan sonra bu yoldaki
çalışmaları yoğunlaştırdı. BOP, Ortadoğu’nun dînini yeniden şekillendirmeyi,
yâni ılımlılaştırmayı hedefleyen bir projedir. Türkiye yönetimini de hem
demokrasi ve hem de ılımlı İslâm’ı bir-arada yürüttüğü için model ülke kabûl
etmekte, yöneticilere “lâ”sı olmayan ılımlılaştırılmış bu dini (ki, buna “İslâm”
demek doğru olmaz) diğer ülkelere de pazarlamasını istiyor. Türkiye’de
devletin dîninden ve düzenin öngördüğü din anlayışından (ulusal Türk dîni
hâlini almış özel dinden, ılımlı İslâm’dan) râzı olduğunu ısrarla belirtiyor.
Görünen o ki, yöneticilerin de bu rolden pek şikâyetleri yok. Bu coğrafyadaki
düzen ve tâğutlar, bir taraftan kendi ülkelerinde tevhidî muhtevâdan uzak,
demokrat, Atatürkçü, devletçi, ulusalcı, laik, muhâfazakâr (neyi muhâfaza
ediyorsa) bir dîni, yâni “ılımlı İslâm”ı, dînini yaşamak isteyen müslüman halk
için tek alternatif şeklinde sunuyor. Diğer yandan bu tahrif edilmiş din
anlayışını diğer ülkelere Batı adına ihrâç etmeye, kendilerini örnek almalarını
istemeye çalışıyor.
Ilımlı İslâm kavramı,
gerçek İslâm’ın zor olduğu, aşırı olduğu ön-yargısından yola çıkılarak
oluşturulmuş alternatif beşerî bir din anlamı taşır. İslâm, hiç de zor bir din
olmadığı, Dünyâ ve âhiret saâdetini en kolay, en kestirme ve en doğru yoldan
elde etmenin adı olduğu hâlde; bâzıları onu zor, kaynar derecede sıcak kabûl
ediyorlar da, kendi şeytanlarının ve şeytanlaşmış arzularının doğrultusunda
hoşlanacakları kolay, basit ve ılımlı bir din dizayn edip halka “sizin dîniniz
bu olmalı” deme gücünü kendilerinde görüyorlar.
İmtihanın gereği bâzı
zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu birtakım güçlüklerin olması
doğaldır. Aslında aziz İslâm’ın teklifleri insanın yapısına, tabiatına
uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı hiç-bir yük yüklemez (Bakara 286).
Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, vâr olmasının sebebini anlamayıp, kendi
hevâsına göre yaşamayı seçmiş kimseler; İslâm’ın tekliflerini ağır bulurlar.
Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’ân’a dâvet edilmelerini çok ağır bir teklif
olarak kabûl etmektedirler (Şûrâ 13).
Emredilen ibâdetler,
bir zorluk, sıkıntı veya işkence değil; huzur, rahatlık, düzen ve iç ferahlığı
ve dengeli bir yaşayışın plân ve programıdır. Dînimizde nass’la (kesin deliller ile) sâbit olan şeyleri
değiştirmek, zamâna ve toplumlara uydurmak mümkün değildir. Ilımlı İslâm
kavramıyla, tek hak din olan İslâm, atmalar ve katmalarla dejenere edilmek,
çağın bâtıl ideolojilerinin ve sapık insanların güdümünde uyduruk bir din
oluşturulmak istenmektedir.
Günümüzde İslâm’ı
yaşamak ve hayâta geçirmekle ilgili zorluk, dînin ve dînî kuralların zorluğundan
ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin ve tâğûtî düzenlerin,
müslümanların dinlerini yaşaması önüne sayısız engeller koymasından, baskı ve
zulümlerinden kaynaklanıyor. Dînin yaşanması zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istikamet
işâretleriyle topluma dayatılınca, kısır-döngü şeklinde hayâtın her alanı da
zorlaştırılmış oluyor.
İçinde “hak”dan bazı
unsurlar taşıyan “bâtıl”, en tehlikeli bâtıldır. Bâtıl/küfür, kendi aslî
yapısıyla İslâm’ın karşısında durmayı göze alamadığı için, hak maskesi takarak,
hakla koalisyona girerek, sûret-i hakdan gözükerek kalleşçe, münâfıkça İslâm’ın
karşısına geçiyor. Dîne karşı din, İslâm’a karşı ılımlı İslâm yaklaşımıyla
câhil kitleleri safına çekmeye, gerçek İslâm’ı içten yıkmaya çalışıyor. Bu,
modern zamanlarda îcat olunan yeni bir keşif değil; kâfirlerin çok eski, ilkel
bir taktiği. Medîne münâfıklarından farklı bir şey yok küfür cephesinde.
Ilımlı İslâm denilen
şey, “lâ”sız bir İslâm anlayışıdır. Reddedecek, tavır alacak, savaşacak bir
düşmanı olmamak; her şeyle ve gayri müslim herkesle diyalog içinde
kardeş-kardeş, barış içinde yaşamak. Kendisine ve her şeyden önce dînine kast
eden bunca zâlime karşı nasıl olacaksa bu!... Aslında bu çirkin kavramla
istenen şey belli: müslümanın iğdiş edilmesi, işgâlcilere karşı direnç ve tavır
gösteremeyecek şekilde pasifize edilmesi, emperyalist zâlimlere kul ve köle
edilmesi.
“Allah ve Rasûlü bir
işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine
göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir
sapıklığa düşmüş olur” (Ahzâb 36). Allah’ı hakem kabûl etmeyen, O’nun hükmüne
râzı olmayan, O’nu her konuda tek ölçü kabûl etmeyen kimse müslüman olabilir
mi? Allah’ın dînini beğenmeyen, O’nun dîninde bâzı eksiltmeler veya artırmalar
yapan, o dindeki bâzı hükümleri yok sayan veya başka görüşlerle sentezleyen
kimseden daha sapık kim olabilir?! Ilımlı İslâm denilen şey, işte böyle bir
sapıklıktır. Ilımlı İslâm, zâlim
devletlerin, işgâlci ve emperyalist güçlerin toplumları kendilerine kul etmek
için prensiplerini belirledikleri kuşa benzetilmiş bir din anlayışıdır.
Ilımlı İslâm’ı
savunan ve dînini yaşamak isteyen müslümanlara tek alternatif olarak dayatan
çıkar gruplarının esas amaçları, İslâm’i hareketi saptırmak veya satın almak ya
da boğmaya çalışmaktır. “(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah'ın
indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği
hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz
çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların
başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zâten yoldan çıkmışlardır”
(Mâide 49). Allah Teâlâ, müşriklerin arzularına, hevâ ve heveslerine uymamak ve
Allah’ın hükümlerinden bir kısmının bile uygulanmasından tâviz vermemeyi
peygamber şahsında mü’minlere emretmektedir.
“Doğrusu Rabbin,
kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete erenleri de en iyi bilen
O’dur. O hâlde, (hakîkati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar isterler ki,
sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar” (Kalem 7-9).
BOP (Büyük Ortadoğu
Politikası), müslümanların kökünü kazıyamayacağını ve çok pahalıya mal olan
işgâllerle işi halledemeyeceğini anlayan büyük şeytan Amerika’nın kendilerine
göre doğunun ortasında, Ortadoğu’da radikâl diye tanımladığı kaynağa bağlı
gerçek İslâm’ı terörize edip suçlamak, yasakla(t)mak ve ılımlı İslâm anlayışını
daha bir yayıp dayatmaktır. Böylece uslandırılmış ve sulandırılmış bir dîni
İslâm diye takdim edip sâdece adı ve kâfirleri rahatsız etmeyecek özellikleri
kalan din anlayışı ile yetinen sözde müslümanları emperyalist hedefleri
istikâmetinde köleleştirmektir.
Bugün okullarda
öğretilen mecbûrî din, câmilerden halka empoze edilmeye çalışılan din, medyanın
% 90’ında gündeme getirilen din, İslâm’ın sahtesidir, ılımlısıdır; aslı değil.
TV’den, kimi bürokratların, particilerin, yöneticilerin, sözde aydınların
ağzından kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu ılımlı ve sahte
dindir.
Amaç, dili pak bir
ifâdeyle; devletle uyumlu yeni bir müslüman(!) tip yetiştirmek. Yeni Türk
müslümanının standartlarını düzen ve kemalist ilkelerle tesbit edip TSE damgalı
bir din oluşturmak. Bu standartların dışındaki dîne “irticâ” damgası/yaftası
vurarak onu yasaklamak. Cumhuriyet çocuğu, demokrat, laik, Atatürk ilkelerini
benimsemiş, Türk standartlarına uygun, düzenle uyum içinde, etliye sütlüye
(tabii zâlimlere ve sömürücü tâğutlara) karışmayan müslüman(!) vatandaşlar
yetiştirmek. İncil’e benzer bir Kur’ân, kiliseye benzer bir câmi, papaza
benzer bir imam ve hristiyana benzer bir müslüman oluşturmak.
Açık cephe alarak
fertlerin içinden sökemedikleri Allah inancını köreltip etkisiz hâle
getirmenin, müslümanlığı tahrif etmeye çalışıp İslâm inanç ve yaşayışını
saptırmanın, “müslümanım” dediği hâlde kâfir gibi yaşamanın adını “ılımlı İslâm”
koymuşlar. Bu tanımlarla uyuşmayan Kur’ân’ın istediği İslâm ise, “radikâllik,
fundamentalizm, köktendincilik, terör, bölücülük, taassup, bağnazlık, yobazlık,
irticâ” gibi yaftalarla çirkin gösterilmeye çalışılmış ve belirli mesâfeler
alınmıştır. Halk sâdece ismen müslüman kalsın, ama müslümanlığın içini İslâm
düşmanları doldursun ve “ancak şu şekildeki bir müslümanlığı yaşayabilirsin”
diye halkın dînini yönlendirsinler; yerlisiyle yabancısıyla egemen küfrün zorba
güçleri tarafından istenenleri ve yapılanları böyle değerlendirmek
gerekiyor.
Öğrendiklerimiz bizi
takvâ sâhibi yapması gerekirken, daha tartışmacı, daha uzlaşmacı, daha edilgen
yapıyorsa ya okuduklarımızda veya okuma tarzımızda problem var demektir. Zâten artık
okuyan insanımız da kalmadı. Bakan insanımız var. Gözüyle düşünen, gözüyle
karar veren, gözüyle inanan veya inancını değiştirmeye başlayan. Okurlarımız
yazmıyor, yazarlarımız okumuyor. Okur-yazarlarımız ve özellikle
okur-yaşarlarımız yok artık. Böyle bir ortam, müslümanın canına okuyanlara
fırsat veriyor.
Bu çizgi,
uzlaşmacı ve tâvizci bir anlayışı hâkim kıldı. Uzlaşma ve tâviz ise; tevhidî
harekete, bütüncü, radikâl, köktenci, inkılâpçı anlayışa set vuruyor”.
Mete Gündoğan:
“Özellikle
11 Eylül 2001 olayını projenin mîlâdı olarak ele almak gerekir. Henüz kimin
yaptığı net olarak bilinmeyen bu saldırı olayı, BOP’un açık bir gerekçesi olarak
kullanılmış ve hâlâ da kullanılmaktadır. Irak’ın işgâli için operasyona
başlanılmasından çok kısa bir süre önce, Bush, yeni muhâfazakâr (Neo‐con)
fikirlerin merkezlerinden biri olan Amerikan Girişim Enstitüsü adlı kuruluşta
bir açıklama yaparak, Ortadoğu’da demokratik değerlerin yayılmasını öngören
projesini anlattı. Buna göre Ortadoğu’nun, inanç ve anlayış olarak da
Amerikan/Batı değerlerine yakınlaştırılması hâlinde Dünyâ’nın daha emniyetli
olacağını iddia etmiştir.
Bu
konuşmadan yaklaşık iki ay sonra Irak işgâli gerçekleştirildi. İşgâle karşı
bölgede geniş bir tepki oluşunca, biraz da bu tepkileri bastırmak için iki ay
sonra 9 Mayıs 2003 târihinde yaptığı bir konuşmada Bush, on yıl içerisinde bir
ABD-Ortadoğu Serbest Ticâret Bölgesi’nin kurulacağını söyledi. Bu ifâdeden de
iki ay sonra, 7 Ağustos 2003 târihinde, The Washington Post gazetesinde Condolezza
Rice imzâlı bir yazı yayınlandı. Yazı, bölgede 22 ülkenin haritasının
değişeceğini ifâde ediyordu.
Bundan
da yaklaşık iki ay sonra, 6 Kasım 2003 târihinde Bush, Ulusal Demokrasi
Vakfı’nda, Ortadoğu’yu özgürleştirme stratejisini açıkladı. Hemen-hemen aynı târihlerde,
Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Davos’ta yapılan Dünyâ Ekonomik Forumu’nda
“Büyük Ortadoğu’ya Reform” projesini açıkladı. Daha sonra Dışişleri Bakanı
Colin Powel, konuya ilişkin açıklamalarda bulundu ve proje kapsamındaki bölge
ülkelerinde görüşmelere başladı. Proje, zenginler kulübü olarak da bilinen G8
zirvesinde de ele alındı ve koordinasyon için Büyük Ortadoğu Girişimi Eş-başkanlığı
oluşturuldu. Üç tâne eş-başkan tâyin edildi. Türkiye ve İtalya Başbakanları ile
Yemen Devlet Başkanı eş-başkan olarak belirlendiler. Böylelikle BOP, 21.
yüzyılda İslam Dünyâ’sı siyâsal coğrafyasının yeniden şekilleneceği bir yol
haritasına dönüştürülmüş oldu” der.
Bir değeri anlamak demek, o değerle
hareket etmek ve o değerin gereklerini yerine getirmek demektir. Bilgi, ümmete
ve tevhide dönmüyorsa, ha bir kuru ekmektir.
Aliya İzzetbegoviç:
“Müslüman halkların, aynı yerde
devr-i dâim yapmaktan, bağımlılıktan, fakirlikten ve geri kalmışlıktan
kurtulmalarını istiyor muyuz? Yeniden ve emin adımlarla şerefle ve aydınlık
yolunda, kendi kaderlerinin sâhibi olmalarını istiyor muyuz? Ahlâklılığın,
dâhiliğin ve cesâretin kaynaklarının bütün gücüyle yeniden fışkırmasını istiyor
muyuz? O zaman bu hedefe götüren yolu açık bir şekilde işâret edelim:
İslâm’ın bireysel, âilevi ve
toplumsal hayâtımızın tüm alanlarında İslâm düşüncesinin yenilenmesi ve
Endonezya'dan Fas'a kadar tek bir İslâm-birliğini gerçekleştirmek. Bu hedef
uzak ve ihtimâl hâricinde görülebilir, ancak imkân dâiresinde bulunduğu için
gerçektir. Aksine her bir gayr-ı İslâm’i program çok yakın ve hedefin yanında
görülebilir; ancak o, İslâm-âlemi için tam bir ütopyadır, çünkü imkânsız
dâiresinde bulunmaktadır” der.
Hüseyin Bülbül:
“Hayatla ilgisi olmayan bir fikrin anmaya değer bir kıymeti
yoktur” der.
Kur’ân’ın bir de şeriatı/kânunları vardır ve bu
şeriatın/kânunların tezâhür etmesi için bir “yer” lâzımdır. O yer olmadığında
şeriat tabî ki es geçilir ve Kur’ân edebiyat/felsefe/mantık kitabı hâline
gelir. Artık sonu gelmez araştırmaların konusu olur.
SONU OLMAYAN EYLEMSİZLİK
Anlayamazsınız kardeşim.. Anlama çalışmasını
bitiremezsiniz. Allah zâten böyle bir şey istemiyor. Anlamsız anlama
çalışmalarıdır bunlar. Bu “anlama” işini ritüel hâline getirmemek gerekir.
Yüz-yıllardır bu çalışmalar yapılıyor ve
müslümanların rezilliği bitmediği gibi daha fazla artıyor. Zâten müslümanların
bu kötü durumunun nedeni, Kur’ân’ı hayattan çekip zihinlere hapsetmekti.
Einstein:
“Aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar almayı
bekleyenler ahmaktır” der.
Hikmet Ertürk:
“Her şeyin sürekli değiştiği bir Dünyâ’da
yaşıyoruz. Tabi bu değişen şartlar içinde sürekli yeni yollar inşâ
edilmektedir. Çoğu-zaman böylesi şeyler ile ne amaçlandığının farkında
olamıyoruz. Sanki çevremizde hiçbir şey olmuyormuş gibi kendi dar gündemimizdeki
kimi tekrarları sürekli yapıp duruyoruz. Ve bu tekrarlar hep aynı tonda
devam ediyor. Unuttuğumuz şeyleri hatırlamakta fayda var. Fakat ilginç olan
şey, bildiğimiz şeyleri de sürekli tekrar edip duruyoruz. Ve sürekli bir daha
okumalar yapıyoruz. Okunan bilgilerin hayatımızda olan şeyleri olumlu yönde
etkilemesi gerekirken hiçbir şey değişmiyor. Ve okuyarak biriktirdiğimiz
bilgiler paylaşılmıyor. Paylaşılsa bile kim ne şekilde arzu ediyorsa o kadarı o
kişiye söyleniyor. Çünkü hep herkes ile ilişkilerimizin iyi olmasını
istiyoruz. Doğru bilgiler ile çevremizdeki arkadaşlarımızın rahatsız olmasını
göze alamıyoruz. Bu hiç de İslâm’i bir davranış değildir. Kur’ân’dan
öğrendiğimiz bilgiler Allah’ın emirleridir ve bizler bu bilgileri saklayamayız.
En yakınımızdakiler bile olsa bu bilgilerin o kişilere aktarılıp iman
iddialarının samîmi olup-olmadıkları ölçülmelidir. Böylelikle yol
arkadaşlarımızı da daha iyi tanımış oluruz.
İşte böylelikle bir şeyleri başarmak istiyorsak,
“zafer hazırlık gerektirir”. Fakat öyle görülüyor ki Müslümanlar hazırlık
yapmayı bırakın, daha ne yapacaklarına dâhi karar verebilmiş görünmüyorlar.
Ortada tâkip edebilecekleri, öğrenip biriktirdikleri bilgileri
harcayabilecekleri hiçbir yol çalışması yok. Sâdece aralarında
konuşa-geldikleri sohbetleri mevcut. Şunu hemen belirtelim ki “kaybettiğiniz
zaman bahanelerin hiçbir önemi yoktur”.
Yapa-geldiğimiz tek şey Kur’ân metinlerini
sürekli bir şekilde okumak. Fakat bu şekilde Kur’ân okumalarının artık müslümanlara
bir şey kazandırmayacağı görülüyor. Bunlar sâdece metin okumalarıdır. O
yüzden artık bizler “ne yapılmalı” sorularını kendimize, kardeşlerimize
sormalıyız. Sürekli okuyup durduğumuz bu kutsal metinler bizlerden ne
istiyor. Bizler bu bilgileri artık yaşanır kılarak biriktirmekten vaz-geçecek
miyiz?.
Yarınlarda yapılıp yaşanması gereken emirlere öncelik vererek
bu emir ve hükümlerin hayâtımız içerisinde yozlaşmasına neden oluyoruz. Çünkü zamansız, mekânsız, yerli-yerinde olmayan, sırası
birbirine karıştırılmış, önceliği belli olmadan yaşanmaya çalışılan her amel,
biçimsiz ve ruhsuz, kontrolsüz çabalarla hebâ olmuştur. Gündemimize aldığımız
bu ve benzeri konular, amelsiz kıpırdamamıza sebep olmuşsa da zaman geçtikçe
zihnimizde kuru ifâdeler olarak şekillenmiştir. Çok-önceleri bildiğimiz fakat
yaşamadığımız kavramlara da olumsuz bir bağışıklık kazanmışız. Bu hâlimiz
toplumlarımızın dönüşümünü de gerçekleştirememiştir.
Yapmamız gereken şeyleri doğru bir şekilde yapmadığımız
sürece hep aynı şeylerle karşılaşacağız. Devran şu şekilde sürüp gidecek: Önce
bizler daha öncesinde İslâm’a dâir şâhitliğini hakkı ile sürdüren, sonraları bu
hâlinden kopuşlar yaşayan muhâtabımıza bir şeyler anlatacağız. Fakat onlar,
ağabeylerimiz o hep bildik edâlarla bizleri umursamayacak, sonra bizler
şâhitliğimizden tâviz vere-vere yaşlanacağız, o kuşağın genç müslümanları
aynı şeyleri bizlere anlatacak, bizler de o bildik tavırlarla yine
kulaklarımızı tıkayacağız. Çünkü geçmişimizden bir türlü çıkamayan bizler,
her zaman hep o uyarıları zâten önceden biliyor olacağız.
Zihnimizde, yüreğimizde, yaşamımızda Kur’ân’ı tüketirsek, bu
aslında kendi tükenişimizdir. Gelin geleceğimizi “eski geçmiş” yapmak için
yaşamayalım. Allah bizlerden hayâtı îmâna göre biçimlendirmemizi istiyor.
Yoksa sürekli geçmişimizde yaşadığımız anılarda hep kaybolur gideriz” der.
KUR’ÂN’DA AŞIRI-ANLAMA
ÇALIŞMASI EMREDİLİYOR MU
Yâsin Aktay’ın bir yazısını alıntılayarak
bunu cevaplayalım..
“Kabaca bir eşleme
yapmak gerekirse, bu-gün okunan Kur’ân'ın hiçbir anlaşılma zorluğu
barındırmadığını, herkese her durumda aynı şeyleri söyleyebileceğini,
dolayısıyla gerekli olan tek şeyin kitabın ihtivâ ettiği anlamlara ulaşmak için
elverişli teknik ve yöntemlere baş-vurmak olduğunu varsayan anlayış, Kur’ân'ı
anlama konusunda bu kurguya göre objektivist bir irâdeye tâbî olmaktadır.
Objektivist irâde çağdaş dünyâda müslümanların Kur’ân'ı okumalarında yıllarca
en fazla etkili olmuş olan bir irâdedir.
Kur’ân üzerinde bir-takım semantik/anlam-bilimsel incelemeler,
dil-bilimsel tahliller, kavramsal etüdler yapmak sûretiyle Kur’ân'ın en doğru
bir şekilde anlaşılması hedeflendi. Kur’ân'a “ön-yargısız”, bütün kültürünü “sıfırlamış”,
tek amacı doğruyu bulmak olan bir kafa-yapısıyla gitmek ideâlize edilirken,
böylesi bir tedbirle Kur’ân'a gitmenin Kur’ân'ı anlamak için sanki yeterli
olacağı iyimserliği taşındı. Anlaşılan veya anlaşılacak olan şey kişiden-kişiye
değişmeyecek kadar gerçek, nesnel, “orada” olan bir şeydir. Hiç bir bireysel,
kültürel, târihsel, toplumsal farklılık, her-hangi bir Kur’ân âyetinin, ifâdesinin
anlamında her-hangi bir farklılığa yol açmak için meşrû bir gerekçe teşkil
edemez.
Ana-gövdesini böylesi bir anlayışın oluşturduğu objektivist irâde
böylelikle Kur’ân'ı anlamanın fiîlî durumlarına çok fazla gönderme yapma ihtiyâcında
bulunmaksızın, ya mevhum bir geleneğe atıfta bulunarak gelenekselci; veya
semantik ve filoloji disiplinlerinin, hattâ adı konulmamış bir târih
sosyolojisinin verilerine baş-vurmak sûretiyle de modernist İslâm anlayışlarına
eşlik etmiştir. Kanaatimce burada modernist yorumla gelenekselci yorum
arasındaki fark belirsizleşmekte, ikisi aynı düşünce âilesinin üyeleri hâline
gelmektedir. Her ikisinde de “Kur’ân'ı anlamak”, Kur’ân'la aramıza böylesine
nesnel sınırlar koymak sûretiyle ulaşılabilecek bir hedef hâline gelmektedir.
Sorun sâdece uygun anlama aracını uydurabilmekte yatar.
Şimdi ben buradaki düşünce mülâhazamı biraz daha anlaşılır kılmak
için biraz kışkırtıcı olabilecek bir soruyu ortaya atmak istiyorum: Sâhi biz Kur’ân'ı
anlamak zorunda mıyız? Veya şöyle diyelim: Kur’ân'ı anlamak, Kur’ânî bir sorun
mudur? Bizim geleneksel anlamda anladığımız “anlama” tâbiri -böyle
anlamayanları tenzih edebiliriz- her-hangi bir yerde olup-biten bir anlam
muhtevâsını aynen aksettirmek, kopyalamak, idrâk etmek gibi bir şey. Bir şeyi
anladığımız zaman onu bir nevi ayna görevi gören zihnimizde aksettirmiş
oluyoruz. Onu olduğu gibi kuşatıyoruz. Kendi zihnimizdeki bütün kavramlardan,
düşüncelerden, ön-yargılardan veya bir bütün olarak “anlama ufkumuzdan”
sıyrılıp anladığımız nesnenin, metnin, kişinin, ifâdenin anlama ufkuna
yerleşiyoruz. Genel olarak “anlama” derken kastedilen şeyin bu olduğunu
biliyoruz. Böylesi bir anlama zihnimizi bir ayna olarak tasarlar. Dahası
evrensel bir anlama hedefi, bir anlama ideâli kurmaya sevkeder. Belli bir
yargıya ulaşmış olan herkese de o yargıya evrensellik atfetme meşrûiyeti
üretir. O zaman da Kur’ân'ı anlama konusunda mü’minle kâfir, takvâlı ile takvâsız,
zengin ile fakir hiç bir zaman farklı konumlarda tasavvur edilemezler. Çünkü
söz-konusu olan etkinlik-türü, bilimsel bir çabaya indirgemek ve bir matematik
problemi çözülür gibi Kur’ân ayetlerinin içerdiği anlam sorunlarının
çözülebileceği kabûl edilmek zorundadır.
Şimdi sorumu yineliyorum: Kur’ân'ı anlamak Kur’ânî bir sorun
mudur? Kur’ân bizden kendisini bu anlamda kuşatmamızı, tüketmemizi, bütün
anlam muhtevâsına nüfuz etmemizi, tâbiri câizse vahyedenin niyetlerini çözücü
bir çaba mı beklemektedir? Biraz erken olacak bir cevapla kendi mütâlaalarımı
sürdüreyim. Kur’ân'dan edindiğim izlenim bu anlamıyla Kur’ân'ı anlamak gibi
bir yükümlülüğe sâhip olmamak bir-yana, öyle bir anlamaya da hiç bir zaman
ulaşamayacağımız yönündedir. Basit bir veri şudur: “Kur’ân'da insanların, Kur’ân'ı
bu anlamıyla anlamaları gerektiğine dâir en ufak bir vurgu yoktur” desem eminim
çoğu kişi epey şaşıracaktır, belki de îtiraz edecektir. Türkçesi “Kur’ân'ı
Arapça olarak indirdik ki daha iyi anlayasınız” diye yaygınlaşan âyetin veya
genel olarak siyâkında “anlayasınız” olduğu zannedilen âyet meâllerinin arapça
aslında “anlama” değil de “düşünme” “ibret alma”yla karşılanabilecek
sözcüklerle geçmektedir. Bu ise, ayrıca Kur’ân'ın anlaşılmasına yönelik
objektivist irâdenin zihnimizin derinliklerine kadar nasıl işlediğini
örneklemesi açısından oldukça mânidârdır. Evet, Kur’ân'da Türkçe'nin bu tür
çağrışımlarıyla birlikte sâhip olduğu “anlama” sözcüğüne tekâbül eden hiç bir
sözcük yok. Örneğin bir “f h m” kökünden gelen sözcük Kur’ân'da sâdece bir
yerde geçmekte, (Enbiyâ 79 H.G.) o da Kur’ân'ın
anlaşılmasıyla ilgili bir mevzuda değil de, Hz. Süleyman'a anlaşılır kılınan
bir meseleyle ilgilidir. Netîcede şunu söyleyebilmek için sanırım yeterince
gerekçemiz var. Bizim Kur’ân'la ilişkimiz bu tür objektivist çağrışımlarıyla
birlikte bir “anlama-anlaşılma” ilişkisi değildir, belki bir öğüt alma, kulak
verme, itaât etme, üzerinde düşünme ilişkisidir v.s. Burada da sorunumuz
bizim bir şeyi anlamaya kalkışırken kendi üzerimizde neler olup-bittiği
konusundaki bilgiye insan olarak yeterince vâkıf olamayışımızdan kaynaklanıyor.
Kur’ân'la Kur’ân'ın târif ettiği bir diyaloğu tesis ettiğimizde Kur’ân'ı,
anlama faaliyetinin objektif sınırlarında tüketmekten âciz olduğumuzu farkettiğimiz
gibi, okurken bize bir hâller olduğunu da eminim hepimiz hissediyoruzdur.
Aslında her çeşit metni okurken içine düştüğümüz bir-çok durumun
sayısız kat fazlasına Kur’ân'ı okurken giriyoruz. Çünkü Kur’ân'ı her-hangi bir
metni okur gibi okumuyoruz. Her-hangi bir metin gibi okuyanları dışta
tutabiliriz, ama bir ibâdet kastıyla Kur’ân'ı okumaya alışmış bir insanın, Allah'tan
gelmiş olduğuna inanarak, öğüt almak, hidâyet aramak üzere okuyan bir insanın Kur’ân'la
kendisi arasına nesnel mesâfeler koyarak okuması fiîliyatta mümkün değildir
zaten. Peki bunu yapmaya kalkışırsa, yâni salt bir anlama nesnesi olarak mütâlaa
edip kutsiyetini rafa bir-an için bile kaldırırsa ne olur? Böyle bir durumda Kur’ân'ın
değişik yerlerde değindiği tiplemelerden birine denk düşme ihtimâlinin çok
yüksek olduğunu söylemek durumundayım: “Ölçüp biçen”, “Allah ne murat etti”
diyen “bunlar geçmişlerin masallarıdır”, “bir büyüdür” ve sâir şeyler diyen
tiplemelerden bahsediyorum. Tabiî ki bu-arada bunca nesnel teşhisle Kur’ân'da
söylenen hiç bir şeyi üzerine alınmadan, onu ameliyat masasına yatıranların
bile kendilerini alamadıkları bir durumun yol açtığı tip var. “Onun etkisine
kendilerini kaptırıp gizlice onu dinlemeye gidenlerin tiplemesi”. Bu-arada yeri
gelmişken Kur’ân'ın bilgi kuramsal (epistemolojik) mâhiyeti üzerine deminden
beri yaptığım değinileri uyarlamak istiyorum. Özetle Kur’ân tüm bu nedenlerle
bir epistemoloji nesnesi olmak hedefine çok fazla tâlip görünmüyor.
Anlama kelimesinin
batı dillerindeki eş karşılıklarından birisi de “to exhaust” tur. Bu da bir
anlam içeriğini kavramak, ama tüketerek kavramak şeklindedir. Yâni bir anlamda
Kur’ân'ın her-hangi bir âyetini anladığımızı söylerken onda artık anlaşılacak
başka hiç bir şeyi geride bırakmamış olduğumuzu söylemiş oluyoruz”.
Yahudilerin
“üstün millet”, “vaad edilmiş topraklar” gibi vurguları ebedileştirmeleri de
aşırı-anlama yüzündendir. Hristiyanların “teslis”, “günah çıkarma”, domuz eti
yeme”, Hz. İsa’yı tanrılaştırma süreçleri aslında, aşırı-anlama ve
aşırı-yorumlama süreçleridir Çünkü aşırı-anlama yoluna düşenler, bir-zaman
sonra aşırı-yorumlama yoluna da gireceklerdir. Ehl-i Kitab’ı yanlışlara sürükleyen
ve kitaplarını tahrif etmelerine neden olan etken, aşırı-anlama ve
aşırı-yorumlamadır.
PSİKO-EKONOMİK DAYATMA
Genelde 2. Dünyâ savaşından sonra; Özellikle
de İran devriminden sonra; Türkiye’de 12 Eylül ve 28 Şubat sürecinden sonra; Dünyâ’da
ise 11 Eylül olayından sonra yoğunluk kazanan “küresel ılımlı/hoşgörülü İslâm”
projesi var. Aslında bu bir “protestan müslümanlık” şeklidir. Yeni Dünyâ
Düzeni’nin tezâhürüdür bu. “Modernist Müslüman” anlayışıdır. Batının domuz gibi
tüketmeye yetmeyen kaynaklarından açığa çıkan ekonomik krizlerini aşmak için
geliştirmiş olduğu bir proje. Mevcut pazarlarla kapatılamayacak bir açık var.
Batı-insanı bu sorunu, “tüketmeyi yavaşlatarak” aşmayı istemiyor. Çıtayı
düşürmek istemiyor. Bu nedenle de hükümetlerine sürekli baskı yapıyor. “Domuz-başları”nın
servetlerini katlama hırsları da buna eklenince batı hükümetleri ürünlerini
pazarlayarak kâr elde edecekleri yeni pazarlar bulmak ve açmak zorunda
kalıyorlar çâre olarak. Bu nedenle de gözlerini orta-doğuya ve orta-asyaya diktiler.
Buraların yer-altı ve yer-üstü kaynakları iştahlarını kabartıyor. Özellikle orta-doğu
ilk sırada.
Fakat bir sorun var.. Buralarda
istedikleri pazarları açamıyorlar. Çünkü pazarlayacakları ürünlere rağbet yok
buralarda. Kültür farklı. Alışkanlıklar farklı. Dînî ve millî kimliklerinden
gelen kültürleri batının ürünlerine ilgisiz bırakıyor onları. O hâlde batılıların
ilk önce kendi kültürlerini buralarda yerleştirmeleri gerekir. Bunun için de ilk
yapmaları gereken şey kültürlerini resmî/ideolojik olarak kabûl ettirmektir.
Bunun da ilk aşaması, şeytani bir ideoloji olan demokrasiyi o ülkeye
yerleştirmektir. Fakat demokrasiyi yerleştirmek için de İslâm’ı zayıflatmaları
gerekiyor. Çünkü İslâm ile demokrasinin uyuşması söz-konusu bile değil. Tabi
bazı aşırı-şişman ve toplu ve de demokrasiden geçinen demokrasi aşığı “âlim”
kişileri saymazsak. Peki İslâm’ı nasıl zayıflatacaklar? İşte zurnanın “zırt”
dediği yer burası.. “Korunmuş Kur’ân”dan bir şeyler azaltamazlar. İlâve de yapamazlar.
O zaman tek-seçenek olarak mevcut âyetleri aşırı yoruma tâbi tutmak gerekir.
Aşırı yoruma tâbi tutarak anlam kaymaları yapmak ve insanları “demokrasiye
karşı gelmez” bir hâle getirmek. Yapılan aşırı yorumlar demokratik/neo-liberâl/kapitâlist/sekülerist/modernist/konformist/laik
yorumlar çünkü. Bu tarz yorumları gündemde tutmak, desteklemek ve bu tür
yorumlarda bulunanları ön-plana çıkarmak başlıca öncelikleri. İşte bizim sözde
gayretli yorumcular bunların tuzağına düşerek aşırı yorum zırvalığına
yöneliyorlar ve bir zamanlar Yahudi ve Hristiyanların Persler ve Roma’lıların
baskılarıyla yaptıkları aşırı yorumlama tuzağına düşüyorlar ve Kur’ân’ın metnini
olmasa da yorumunu tam da tağutların istediği şekle sokuyorlar. Evet; batı, Kur’ân’ı
bile “oyalama”nın nesnesi hâline getiriyor. Kimsenin doğru-dürüst Kur’ân’ı
meâlden/tefsirden okuma çalışması yapmadığı bir toplumda insanlar gündemdeki
yorumları din zannediyorlar. Sonuçta İslâm-ülkeleri demokrasiyi ülkelerinde
kurmakla aslında batıya pazar kurmuş oluyorlar. Ve böylece onlar domuzluklarına
domuzluk katarlarken, garibanlar da garipliklerine gariplik katıyorlar.
Parmaklarına çalınan bir damla bal ile ömürlerini geçiriyorlar.
Cemâl Doğan:
“Misyonerlik
faaliyetlerinin İslâm
ülkelerinde iki-yönlü bir gâyesi vâr-olageldi. Birincisi, müslüman
halkı hristiyanlığa
kazandırmaktı. Bu alanda pek fazla bir başarı sağlayamadılar. İkinci gâye olarak, eğer müslümanlar hristiyanlaştırılamıyorsa, o zaman sekülerleştirmekti. Bu yolla müslümanlar sömürgeci yayılmaya ve sömürüye yönelik bir
tehlike oluşturmayacaklardı. Sekülerleştirmenin
gerçekleştirilmesi için misyonerler eğitim görevini üstlendiler. Sekülarizasyon vazîfesini
üstlenen misyonerler, vazîfelendirildikleri ülkelerin dilini, târihini, edebiyatını vs. bilgilerini çok iyi öğreniyor ve sömürgeleştirmede vâsıta olarak kullanıyorlardı” der.
Lütfi
Bergen:
“Avrupa,
müslümanların kadim ahlâk-âile-iş-inanç disiplinini kendi dokusuna eklemlemeye
çalışıyor. Ancak bu değer, hem Avrupa’lının ırkçı yaklaşımlarıyla çelişiyor ve
hem de “müslüman değerleri” zamanla deforma uğruyor. Ama bu, “Avrupa için ne
gam” bir durumdur. Çünkü Batı kültürünün çöküşü, kendi nüfus dengesini
yitirmesinden ivme alıyor. Avrupa uygarlığı, antik Yunan’dan bêri nüfus
üzerinde baskıcı-sınırlayıcı bir siyâsal toplum fikri getirmektedir. İşte bu
nüfus bu-gün Avrupalılık olgusunu taşıyamayacak bir zaaf içindedir. Bu nedenle
Avrupa, ölmüş bedeni içinde acılar çeken bir ruh paniğine yakalanmış, içine
gireceği bir genç beden arıyor. Bunu Akdeniz havzasından başka bir yerden
bulamaz.
Hüseyin
Alan:
“Modern târih yorumu, varlık ve
bilgi felsefesinden etkilenen müslüman aklı, Kur’ânî târih yorumu, varlık ve
bilgi sistematiğinden koparak zaman algısını, değer yargısını, âhiret telâkkisini
vs değiştirdi. Batılı aklın têsirine giren akıl, asr-ı saadeti bile bu nedenle
târihselleştirdi, geride bıraktı. Bir daha yaşanamaz, târihsel olarak bir daha
dönülemez zaman ve şartlar olarak değerlendirdi. Bu-arada gelenek, birikim,
sahih kökler de terk edildi, aşağılandı. Aynı suda iki kere abdest alınamaz
derken mantık oyununa girdi ve sapkın bir kıyas yaptı. Suyla abdesti
karıştırdı. Ona göre su akıp gidiyordu. Ve zamânı geriye çevirmek, aynı
suda yıkanmak mümkün olmazdı. Dolayısıyla asr-ı saadet gibi artık tüm geçmiş
bir nostaljiydi, Zion’du. Bir daha gerçekleşemezdi. Nostaljiyle de yaşanmazdı,
çünkü anokronik duruma düşülür, reel gerçeklikle ideâl karıştırılmış olurdu.
Buysa büyük bir çelişkiydi.
Bu akıl Kur’ân’ı da aynı algıyla
okuyunca, doğal olarak, bu-günkü zamâna ve şartlara uymayan hükümleri, geçmiş
şartlar ve zamanla kayıtlı olarak okudu, yeniden yorumlamak zorunda kaldı. Şer-i
hükümler ve ölçüler bu nedenle evrensel olamazdı, geçmişin şartları geçmişte
kalmış, bu-günse değişmişti. Evrensel olan, din ya da dînî olan,
ahlâkla-ibâdetle-mâneviyatla sınırlanmalıydı. Dînî hükümler, hukuk, dînî cemaat
ve amaç yeni insana, tekâmül etmiş insana, şartlara, târihsel şimdiki zamâna
uygun olarak yeniden yorumlanmalıydı. Çünkü realite buydu, çünkü şimdiki-zaman
yaşanıyordu.
Bu görüşü meşrâlaştırmak için vahiy
telâkkisini, Allah ve kutsal algısını, peygamber algısını değiştirmek, hadisi,
fıkhı, usûlü, yöntemi, geleneği, geleneğe âit birikimi vs. dışlamak zorunda
kaldı. Bu akılla okuduğu vahiy’den yeni bir din inşâsına başladı. Artık
vahiy, inzâl edilen, teslim olunması gereken değil, özneleşmiş insan tarafından
anlaşılması ve yeniden yorumlanması gereken bir metindi… Elçilikse örneklik
özelliğini yitirdi, kendi çağı ve şartlarıyla sınırlandırıldı. Vahiy
kesilebilir miydi?. Din evrensel değil miydi?. Bu-günün elçiliğine
soyunanlarınsa ne yapacağıysa belliydi… Buradan âhiret algısına gelmek zorunda
kaldı ve bunu da yeniden yorumlamaya başladı. Benzer düşünüş biçimiyle
kıssaları, târihsel gerçekliğe ve olgulara uymayan edebî kurgular olarak okudu.
Mûcizeleri, bilimsel bilgiyle îzah edemediği için metaforik okumaya tâbi tuttu.
Yeni din-inşâsı böyle başladı ve
bu işlem devâm ediyor. İlâhiyat bilimleri bu alana âit kılındı ve
yönlendirildi. Garâbete bakın ki bu aklı yalancı çıkaran yine kendi yorumu
olacaktır, çünkü bu din-inşâsı, yeni değildi. Yeni târihsel zamâna âit
gerçeklik hiç değildi. Kapitâlist üretim tarzıyla at-başı gelişen hristiyan
teolojisinin protestan yoruma tâbi tutulduğu 16. yüzyılda, hristiyan
ilâhiyatçıları bu işleri yapmıştı. Anokronik olan bizim adamdı,
bizimkisinin aklıydı. O sâdece yeni keşfe çıkmış, eskiyi yeniden üretime
sokmuştu. Demek ki zaman yeniden yaşanabiliyormuş.
Civilization sürecinde akıl, özne
olan birey aşamasına geldiğinde, dîni ve ibâdeti de yeniden inşâ edecektir.
İncil ulus-dillere çevrildi, katolik otoritenin yorumları ve ibâdetleri bidat
ve hurâfe olarak dışlandı, İnciller yeni bir okumaya tâbi tutuldu. Artık her
İncil okuru dînî kendisi anlayabilirdi. Otoriteye ihtiyaç yoktu. Allah
tasavvuru, vahiy-peygamber-âhiret inancı ve telâkkisi, ibâdet gibi dîne âit
temel değerler, bu süreçte, bu akılla yeniden tanımlandı. Nihâyet bu çabalar, protestan
tarzı yeni bir mezhebi hareketi geliştirdi. Bu teolojik kabûl, yeni gelişen
kapitâlist ekonomik süreçle birlikte kapitâlist ahlâkı, ibâdetsiz ve şeriatsız
dînî algıyı meşrûlaştırdı. Bu sürecin en önemli gelişmesi, bireyin özne olması,
kutsal dâhil her değerin nesneye dönüştürülmesidir” der.
Biz
müslümanlar o çirkef ruhun bedeniyiz! Kirlenmek-kirletilmek üzereyiz.
Bânu Avar:
“Bir zamanlar düşman komünizmdi, Sovyetler şeytanın ta
kendisiydi. Sovyetlerin çöküşünden sonra batının hedefine zengin İslâm
coğrafyası oturuyor. Bu-gün İslâm düşmanı olan Rasmussen CFR kararıyla Nato’nun
başına geçiriliyor. Obama ise “Afganistan, Pakistan” ilk hedefimizdir diyor.
Orta Asya’ya hücum işte böyle başlıyor” der.
Weizmann'ın
notlarında: “Arap-halkı hâin tabiatlarıyla” batılı uygarlıktan nasibini
almamıştır. O hâlde batılı ile aynı haklara sâhip olamamaktadır ya da ona bu
hakları alması batılı tarafından öğretilecektir” denir.
Mustafa Armağan:
“Halkları hurâfe ve bâtıl inançlardan kurtarıp aklın
egemenliğini ve ışığını ona muhtaç olanlara götürme iddiasındaki Batılı güçler,
aslında bir-türlü suya kandıramadığı içindeki susuzluğu, çölü taşımaktadır
gittiği yerlere. Çöl, Dünyâ’ya yürümektedir. Gittiği yerlerde var olan bitki ve
canlı yapısının üzerini örtmektedir. Hayâtı durdurmaktadır. Ancak götürdüğünü
iddia ettiği hayat ve ışık, medenileştirme misyonu, ne kendi susuzluğunu, ne de
gittiği yerlerdeki insanlarınkini giderebilecektir” der.
Batı doğuyu oyuncak yapmak istiyor ve onu
istediği gibi değiştiriyor ve istediği şekle sokuyor süre içinde. Duke
Üniversitesi’nden iki değerli araştırmacı, Martin Lewis ve Karen Wigen, haklı
olarak “Neden Batı sâbit bir çekirdeğe sâhiptir de Doğu neden sürekli değişir?”
sorusunu soruyor.
Yusuf Özkan Özburun:
“Batı, sanâyi devrimini gerçekleştirince, ihtiyaç-eksenli
üretim ortadan kalkmış, arzu eksenli bir üretim dönemine girilmiştir.
Makinelerin seri üretime geçmesiyle ortaya çıkan ihtiyaç fazlası ürünler için
reklam, pazarlama ve halkla ilişkiler meslekleri ortaya çıkmıştır. 1924’den
îtibâren Amerika’da zirveye çıkan bu çalışmalar bir süre sonra fazlasıyla
üretilen ürünler sebebiyle bütün Dünyâ’ya yayılmıştır. Afrika, Hindistan,
Ortadoğu ve Çin’e de ürün pazarlamaya karar vermişlerdir. Hattâ Çin onların
ürünlerini istemediği için savaş açmışlardır. Batı bunu gerçekleştirmek için
antropoloji dediğimiz bilimden faydalandı ve antropologlarını Afrika’nın
köylerine kadar göndererek insanların hayat-tarzını inceletti, kodlarını
öğrendi. Sonra teknolojisiyle övünerek bu ülkelere, “sen geri kalmış ülkesin,
gelişmek için bana muhtaçsın” dedi. Mâlik bin Nebi de kitabında Fransız
sömürüsündeki Cezâyir halkının yaşadığı trajik durumdan dolayı “az gelişmişlik
zokasını yuttuk ve mahvolduk” diyor. Söyleyin? Aynı-anda 100 bin kişiyi öldüren
bir silaha sâhip olmak gelişmişlik midir?” der.
Alparslan Kuytul bu-konuda şöyle der:
“Modern olmak medenî olmak demek değildir. Onların üretmiş olduğu mallları-ürünleri
kullanalım diye, o modern hayâtın ürünlerini onlardan alalım kullanalım diye..
Onlar, zengin olabilmeleri için ürettikleri malı bir yerlere satmak
zorundadırlar. Ellerinde birikmiş malları var ve nüfusları mal kadar artmıyor.
Makineler geliştikçe gelişiyor, ürünler üretimi 10 kat artıyor. Ama nüfusları o
kadar artmıyor. Bu fazla malı bütün Dünyâ’ya satmak zorunda kalıyorlar. Bunun
için de bütün Dünyâ’nın kültürünü değiştirmek zorundadırlar. İnsanlar onların
kültürlerini almadıklarında mallarını da almayacaklar çünkü. O yüzden bize
modern hayâtı medeni hayat diye yutturmaya çalışıyorlar. Allah’ın boyasını o
yüzden değiştirmek zorundalar. Onların şirk anlayışlarına sessiz kalmamız için
bizi değiştirmek zorundalar. Onların üretmiş olduğu ürünleri kullanabilmemiz
için, bizi değiştirmek zorundalar. Ya biz onların mallarını alacağız, ya da o
malları satamayacaklardı, o yüzden bizi değiştirmeye çalışıyorlar,
değiştirdiler/değiştiriyorlar”.
Savaşlarda nihâi zaferler olmuyor artık. Savaş
masrafları en zengin ülkelerin bile belini büküyor. Ülkeyi savaşmadan ele
geçirmenin/sömürmenin yolu, o ülkeye demokrasi getirmektir batılılara göre.
Fakat o ülke müslüman bir ülke ise ilk önce İslâm’ı ılımlılaştırmak gerekir.
Çünkü İslâm demokrasi ile uyuşamaz. Ilımlılaştırılıp demokratikleştirilen ülke,
işgal edilmiş bir ülkedir artık. Böylece savaş masrafı bile etmeden açık bir
pazar hâline gelmiştir.
“İslâm’ın Protestanlaştırılması”
makâlesinde şöyle denir:
“Batı Dünyâsı, yâni Hıristiyan âlemi, ilk zamanlar İslâmiyeti
pek ciddiye almadı. Arabistan yarım-adasında, Araplar arasında dîni bir mücâdele
olarak baktı olaya. İslâmiyet Arabistan dışına taşıp, doğuya, batıya, özellikle
de Anadolu kapılarına dayanıp, Bizansı, Avrupayı tehdit eder duruma gelince Hristiyan
âlemi telaşlandı.
Haçlı-seferlerini başlattılar. Kudüs’e kadar ulaşıp binlerce
müslümanı kılıçtan geçirdiler. Fakat müslümanları yıldıramadılar, müslümanlar
tekrar toparlanıp haçlı sürüsünü Kudüs’ten ve Anadoludan attı.
Hristiyan âlemi bu yenilgiyi bir türlü hazmedemedi. Her
fırsatta saldırıya devâm etti. Ancak, asırlar süren savaşlara rağmen bir netîce
alamamaları onları farklı taktik uygulamaya sevketti. Kaba-kuvvetle bir yere
varamayacaklarını anlayarak, müslümanları içeriden yıkmaya karar verdiler.
18. asırda bu yeni planı uygulamaya koydular. Yetiştirdikleri
casuslarla (Hempher gibi) ve müslümanların arasından satın aldıkları kimselerle
İslâm’ın esaslarını bozmaya, yâni protestanlaştırmaya karar verdiler.
15. yüzyıla kadar, Hristiyanların üzerinde Katolik Kilisesi,
yâni Papa hâkimdi. Merkezî bir din-otoritesi vardı. Keşiflerden sonra ortaya
çıkan burjuva sınıfı, zenginliğin verdiği güçle, kontrolsuz bir şekilde,
haram-günah tanımadan zenginliğin tadını çıkarmak istediler. Fakat, bozulmuş da
olsa, kendine göre emir ve yasakları olan Hristiyanlığın ahlâki kuralları ile
çatışınca, isteklerini rahat bir şekilde yapabilmenin yollarını aramaya
başladılar.
Meselâ, zenginleşen tüccarlar fâiz ile çalışmaya başladılar.
Hristiyanlık buna müsâde etmedi. 1517’de Alman papazı olan Martin Luther çıkıp
her türlü isteğe izin verince, burjuva sınıfı yâni zenginler rahatladı. Din-baskısından
kurtulmuş oldular. Dîni kendi âdi isteklerine alet etmeye başladılar.
Günümüz Lutherleri de, adis-i şerifleri, âyet-i kerîmeleri
yorumlarken aklı ön-planda tutmuyorlar mı? Herkesin aklı farklı olduğuna göre,
herkesin anlayışı farklı olacağından, akıl sayısı kadar görüş, din, yâni
dinsizlik ortaya çıkmayacak mı? Getirilmek istenen nokta da bu değil mi zâten.
Bu protestanlaştırma projesini, İngiltere’nin
yönlendirdiği Avrupa yürütüyordu. 11 Eylül olayından sonra ABD de açıkça aktif
bir şekilde projeye destek vermektedir.
11 Eylül olayı belki de, müslümanlara gösterdiği
toleransı kırmak ve ABD’yi de projeye dâhil etmek için hazırlanan sinsi bir
plândır”.
Müslümandan istenen bir din-anlayışı var: “Kişisel düzeyde
yüksek bir şekilde yaşanan fakat sosyâl ve siyâsal alanda bir talebi olmayan
din”. Kur’ân/İslâm bir hayat felsefesi değildir, hayat tarzıdır. İslâm
herşeyden önce “hareket”le ilgilidir.
Yaşar Nûri Öztürk:
“Bu-günkü Dünyâ’yı Şeytan yönetiyor. Şeytan,
Dünyâ’yı kitlelerin başına geçirdiği piyonlarıyla yönetir. Sebep,
elbette ki insanın tembellikleri, şehvetleri, gafletleri, dalâletleri,
hıyânetleri, nankörlükleridir. Şimdi, târihin diyalektiği, insanlığın ne yapıp
nasıl bir tavır sergileyeceğine bakıyor. Sergilenecek tavra göre, yarınlar ya
daha kahırlı olacak yahut da mutlu. Ama bu şekilde asla devâm etmeyecek.
Şeytan’ın Dünyâ’yı yönetme icraatında gücün başını süper-etki
noktalarında oturan şeytânî kurmaylar çekiyor. Bunlar, târihin amansız ve büyük
zâlimleri, Şeytan’ın güçlü iş-birlikçileridir. İstavrozluları var, namazlıları
var. Bir de bunlara bağlı, bunların piyonu ve hizmetçisi olarak iş gören
ikinci, üçüncü, dördüncü sınıf taşeron Şeytan uşakları var. Taşeron
şeytancıların en yamanları, İslâm coğrafyalarında mekân tutmuş despot
riyâkârlardır. Bu şeytan-yamakları, gücü, parayı, oyu, müslüman kitlelerden
almakta ama hizmetlerini dâima haçlı kurmaylara arz etmektedirler. Bunlar
için İslâm, haçlı kurmayların onayladığı kadarıyla dindir. Bunların din
adına en becerikli oldukları şey, İslâm’ın, haçlı kabûlleri dışında kalan
kısmının “o kadar da önemli olmadığı” yolunda delil hazırlamaktır. Nitekim
bunlar, Şeytan’ın yeni Ortadoğu dîni olan Ilımlı İslâm’a destek için, İslâm’ın
temel îman şartı olan Kelime-i Şehâdet’in yarısını devreden çıkarıp “Muhammed
Allah’ın Elçisidir” kısmını dışta bırakmışlardır” der.
Yusuf Kaplan:
“Aslında soğuk-savaşın bitirilmesinden sonra “İslâm’a karşı İslâm”
stratejisi geliştirildi. 1970’lerde bunun teorik alt-yapısı oluşturuldu. Bunun
başını da Bernard Lewis çekti. Hâlâ da, 11 Eylül’den sonraki süreçte çok etkili
biri Bernard Lewis. “İslâm’a karşı İslâm” diye bir şey geliştirdiler. Şunu çok
net bir şekilde biliyoruz ki, Osmanlı durdurulunca İslâm küresel bir aktör
olarak târihten çekildi. Müslümanların temsilcisi bin yıldır araplar değil,
biziz. Bin yıldır Selçuklular ve Osmanlılar ile birlikte yapılan bir târih
söz-konusu. 20.yüzyılın başında Osmanlı’nın durdurulmasıyla birlikte İslâm’ın
bir aktör olarak târihten çekildiğini görüyoruz. Batılılar buna kesin kanaat
getirmiş durumdalar. Zâten Birinci Dünyâ Savaşı’nı da onun için çıkardılar ama
İkinci Dünyâ Savaşı başlarına belâ oldu. İkinci dünyâ savaşı ile Avrupa fiilen
çöktü aslında ve bir şekilde târihe girmeye çalışıyor. İslâm’ın kesin bir
şekilde târihten çekildiğine inanmışlardı Batılılar. Ancak sömürgecilik sonrası
dönemde Fas’tan Malezya’ya kadar kültürel olarak, sosyal olarak, entelektüel
olarak İslâm’ın müslüman toplumların omurgasına yerleşmesi Batılıları
çıldırttı. Çünkü onlar bu iş bitmişti diye düşünüyorlardı. Benzer şeyleri başka
kültürlere, coğrafyalara da yaptılar. Meselâ Japonları kapitâlistleştirdiler ve
bitirdiler. Çin’e ve Hindistan’a aynı şeyi yapmaya çalışıyorlar.
Batılılar, Soğuk Savaş sonrası süreçte, bütün stratejilerini
İslâm-dünyâsının târihe girişini önlemek ve İslâm’ı sisteme entegre ederek
bitirmek şeklinde geliştirdiler. “İslâm’a karşı İslâm” stratejisi, bunun adıdır”
der.
Aliya İzzetbegoviç:
“Orduları yerine onlar şimdi düşünce
ve sermâyelerini benimsetmektedirler ve bu yeni têsir-biçimi ile yine aynı
hedefe varmak istemektedirler: Müslümanlar arasındaki varlıklarını têminat
altına almak, müslüman halkların siyâsi ve maddî bağımlılığını ve mânevi
güçsüzlüğünü devâm ettirmek” der.
Amaç İslâm’ı bloke
etmek ve hattâ değiştirerek başkalaştırmak. Bu projeye en uygun ülke olarak
Türkiye görülüyor. İslâm’ı Türkiye üzerinde yıkma projesidir bu proje.
Demokratik ılımlı İslâm projesi, İnsan-ı
Kâmil potansiyelini baskılamak için düzenlenmiş bir projedir. Böylelikle “satın
alınamayacak mü’min” insanın/insanların potansiyelini kırmak istiyorlar. Çünkü
bu tarz mü’minler, Dünyâ’yı İslâm lehine değiştirme isteği ve potansiyeli
taşıyan mü’minlerdir.
Atasoy
Müftüoğlu:
“Direniş bilincine ve kültürüne sâhip olmayan müslümanlar, cemaat
hareketleri, hayatta kalabilmek için, teslimiyetçi konumları, yöntemleri,
tarzları seçiyor. Radikâl düşünceler, tercihler, tavırlar îtibardan düşüyor,
yaftalanıyor, karalanıyor. Ilımlı İslâm, ılımlı müslüman yeni bir kategori
olarak moda hâline getiriliyor. Ilımlı İslâm ve ılımlı müslüman ile aslında
ılımlı araçlar/araçsallaştırmalar, ılımlı iş-birlikçiler kasdediliyor” der.
Bâtılın Tehlikeli Gerçekleri ve Şeytan’ın
Hizmetkârları yazısında şunlar söylenir:
“Ünlü misyoner Râhip Samuel Zwemer'in, müslümanları
hrısityanlaştırma konusundaki taktiğine, Thomas Michel'in Türkiye’de üstlendiği
misyonu rahatlıkla örnek verebiliriz...
Bakın Râhip Samuel Zwemer' in taktiği neymiş:
“Müslümanları vaftiz etmek için boş yere çabalayıp
durmayalım.. Başka yollar deneyelim. İslâm ülkelerinde girişeceğimiz
faaliyetlerde onlara, hristiyan âdetlerini, hristiyan bayramlarını, hristiyan
kültürünü, hristiyan ahlâkını aşılayalım”.
Görünen şu ki, bu-gün biz kendi içimizde bir-birimizi tekfir
etmekle yarışırken, adamlar içimize kadar sızarak, elini-kolunu sallaya-sallaya
inançlarını rahat bir şekilde tebliğ ediyorlar, etmekle de kalmıyorlar, İslâm’ı
kendi inançlarına benzetmeye çalışıyorlar...
Müslüman kardeşlerim, sizler akledip sorgulmadıkça ve
bölünmenin size verdiği zararı görüp, bölüşmenin bilincine varmadıkça, Allah’ın
dînine düşman insanlara dolaylı olarak katkıda bulunmaya devâm edeceksiniz..
Ümmet olma bilincine varmanın zamânı geldi de
geçiyor bile, hakîkate geç kalmayın..
27 Mayıs 1960 darbesini fiili olarak
destekleyen ABD, Adnan Menderes'in iktidârında yaşanan “Türkiye'yi gerçek
bağımsızlığına kavuşturma” girişimlerinin farkında olarak yeni bir politika
geliştirdi. Adına Komünizmle Mücâdele denilen, ancak 1940'lardaki komünist
hareketlere karşı geliştirilen tepkiden farklı bir konsepte sâhip bu yeni
sürecin tek amacı vardı:”ABD'nin izin verdiği kadar Müslümanlık”.
Ulvi
Murat Kılavuz, dînin küreselleşme ve/yâni postmodernizm tarafından ne şekilde
tutsak edildiğini şu şekilde anlatır:
“Postmodernizm “dîni
canlanma”yı sekülarizasyonun tersine çevrilmesine imkân tanıyan bir olgu olarak
görmemektedir. Sâdece dîni, her-şeyin
mübah olduğu (“anything goes”) parçalanmış bir “kültürde” kolaj
(kes-yapıştır) türünde bir bütünleştiriciliğin sembolik öğesi olarak
konumlandırmaktadır. Postmodernizm bu noktada dînin bizâtihi bir “kültür”
olduğu gerçeğini gözden kaçırmaktadır. Dolayısıyla din, dayatılan bir kültürün
sembolik bir öğesi konumuna itilme değil, tabiatıyla bir alternatif olarak
bizzat o kültürün yerine geçme yolunu seçecektir.
Postmodernistlere göre,
doğru, akıl, erdem, Tanrı, gelenek ve târih gibi fikirlerin çözümsel
araştırmalarına uyarak yaşamak hepten anlamsızdır. Postmodernizm bir kez
meta-anlatıların sonu olarak kabûl edildiğinde, postmodern dünyâda dinlerin de
sağlam bir yer edinemeyecekleri düşünülebilir; zîrâ dinlerin tamâmı, Lyotard’ın
bahsettiği türden anlatısal bilgi olmaksızın ayakta duramazlar.
Asıl sorun, bir yandan
sayısız dinsel anlayışın bir-aradalığının yarattığı psikolojik münâsebetsizlik
hissi, bir yandan da dinlerin kendi anlayışlarının beslenmesi için vasat teşkil
eden gündelik hayat örüntülerinin modern hayâtın örgütlenmesi içinde kendisine
sağlam bir yer bulamamasıdır. Turner’ın tesbitiyle, bu durumda, küreselleşmenin
tanımı gereği, her-gün insan hayâtına büyük bir hızla girip yine aynı hızla
çıkıp giden, bâzen gitmeyip eski önem ve anlamını kaybeden, bâzen de anlamını
arttırsa bile yerinde emânet gibi durduğu herkesçe bilinen muâşeret
biçimlerinin deverânı içerisinde, dîni inanç ve pratikler hiç-bir imtiyâza
sâhip olamamaktadır. İmtiyazsız inanç ve pratikler, dolayısıyla, müntesiplerine
sağlam bir Dünyâ tasavvuru sunamamakta, en iyi ihtimâlle insanlar için çok
gevşek kimlik referansları oluşturabilmektedirler. Esâsen, paradoksal gibi
gözükse de, İslâm bir tasavvur olarak geriledikçe bir biçimler bütünü olarak
daha fazla ön plâna çıkabilmektedir. Biçimin muhtevâdan bağımsızlığını ilân
ettiği postmodern sanâyi toplumunda
dinsel tasavvur, muhtevâdan giderek daha fazla ayrışan biçimlere
yüklenmektedir. Diğer taraftan, dinsel tasavvurun muhteva-biçim bütünselliğine
dayanmasını postmodern toplumun sembolleri, biçimleri, imajları
bağımsızlaştıran baskısına karşı bir garanti gibi görerek, korunması daha kolay
olan biçimde ısrar etme tavrı, sonunda giderek içi boşalmış şekillerle kalmaya
varabilmektedir.
Günümüzde, bir insanın
Hristiyanlığının en fazla müziğine yansıyan bâzı tercihlerden, müslümanlığının
domuz eti yememe konusunda gösterdiği duyarlılıktan, Alevîliğinin bir Zülfikâr
kolyesi veya evin duvarına asılan Hz. Ali ile Atatürk portreleri veya Pir
Sultan’dan türkülere kulak kabartmaktan öteye gidememesi çok yaygın olmamakla
birlikte zaman-zaman gözlenebilecek bir durumdur.
Küreselleşmenin dîni
inançlar ve dînin gündelik hayattaki tezâhürleri üzerindeki etkisi salt bununla
sınırlı değildir. Kuşkusuz bu bağlamda söz-konusu edilen küreselleşme temâsı
dînin yükselişini açıklamaya çalışan yönüyle dikkat çekmektedir. Oysa
küreselleşmenin dînin yükselişi kadar dinsel inançlardaki sulanmayı berâberinde
getiren çok negatif sonuçları da vardır. Bir-anda Dünyâ’nın her tarafından bir
sürü değişik milliyetle karşılaşan insanların kendi millî kimliklerinin sınırlarını
görmeleri kadar, hattâ belki de daha fazla bir etkilenim, bir inanca mensup
olanların, aşırı çoğalmış ve her türden inanç ve ritüel biçimleriyle
karşılaşmaları esnasında meydana gelmektedir. En azından teoride, dînin
küreselleşmeyle daha büyük travmalar yaşayacağını söylemek mümkündür.
Bu-günün küreselleşmeyle
karakterize edilen kültürel durumunun en belirgin özelliği, kültürel formların,
dinsel inançların, günlük yaşam örüntülerinin, en yüksek düzeyde çoğulcu bir
toplumsal pota içerisinde aşağı-yukarı eşitlenmiş olması, aralarından birinin
üstünlüğüne hüküm verecek bir üst ilkenin varlığıyla ilgili olanakları tüketmiş
olmasıdır. Esâsen bunun da temelinde postmodern düşüncenin temel
karakteristiklerinden olan görecilik yatmaktadır. Postmodernizm, tek,
kapsayıcı, nesnel, dışsal ya da aşkınsal doğruluk tasarımına karşıdır. Doğruluk
(hakîkat) kaygan bir şeydir; çok biçimli, içe-dönük, özneldir. Bu mânâda,
dosdoğru tanımlanabilecek bir şey değildir. Merkezî, klâsik bilgi kuramının
belirleyici terimleri, bilgiyi edinme yollarından birinin doğru, ötekilerinse
yanlış olduğu varsayımını da içermekteydi. Sorun, farkı bulmak, bu fark yerine
oturtulduğunda da onu haklı kılmaktı. Postmodernizmin tasarımı ise şudur:
Hiç-bir fark yok; bilginin türleri arasında bir sıralamaya gitmek, siyasal ve
ahlâkî anlamda alçakça bir girişimdir.
Bu, bir deri renginin başka bir deri renginden daha üstün olduğunu söylemek
kadar densizcedir.
Küreselleşmenin getirdiği
bu kaotik bilinç yapısı ve belirleyici bir üst değerin yokluğu, insanlara
emniyet ve tekinlik hissi sağlayan kaynaklar olan millet ve âile gibi
unsurların çözülmeye uğramasıyla birleştiğinde, kişilerin ruh sağlığına olumsuz
etkileri ortaya çıkmakta, dinî/mânevî yönelişlerde anlam ve içerik kaymaları
söz-konusu olmaktadır. Bütün bunların doğuracağı sonuç açıktır: İslâm’ın
küresel sistemin “alt küresel kültürü” olarak konumlanması; dolayısıyla hem
göreceliliği meşrûlaştıran bir araca dönüşmesi, yâni postmodernize olması, hem
de değişim için değişime mecbur bırakılması. Dinlerin ve özelde İslâm’ın
önünde çözümlenmesi gereken en büyük sorunun, kaçınılmaz biçimde bir “medeniyetler
çatışması”nın tarafı olma ya da küresel sisteme eklemlenerek bir “alt küresel
kültür” veya “küçük anlatı” olma ikilemini aşarak, sâbitelerinden vazgeçmeksizin
toplumun gereksinimlerine cevap veren bir konuma yerleşmek olduğu söylenebilir.
Öncelikle, küreselleşme, her ne kadar zaman-zaman her türlü müdâhaleden
bağımsız bir heyulâ şeklinde tasvir edilse de, bizâtihî değer koyucu, otonom
bir varlık veya süreç değildir. Küreselleşmenin empoze ettiği değerler büyük
ölçüde Batı’nın değerleridir ve icrâ konumunda da Batı yer almaktadır. Dolayısıyla
İslâm’a yönelik küresel yaklaşımlar, özünde Batı’nın bakış-açısının
yansımasıdır. Bu mânâda küreselleşme ile mücâdelenin bir yönüyle söz-konusu
bakış-açılarıyla mücâdele olduğu söylenebilir.
İslâm, muhâtaplarına
sâdece bir “hayat tarzı” vaat eden diğer dinlerden farklı olarak, geniş ölçekli
bir hukuk ve ilişkiler sistemi de sunmakta ve bu, İslâm’ın mevcut küresel
düzene karşı bir tehdit olduğu algısına yol açabilmektedir. Buna binâen,
Hristiyanlık’ta büyük ölçüde gerçekleşmiş olan dînin sosyâl hayattan soyutlanıp
kişisel alana ve vicdâna hasredilmesi İslâm’dan da talep edilmektedir. Ancak
İslâm da küreselleşmenin bu talebini kendi varlığına yönelik bir tehdit olarak
görmektedir. Bu mücâdele sürecinde İslâm’ın kendi potansiyellerinin farkında
olarak hareket etmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Daha önce ifâde
edildiği gibi, İslâm’ın ana kaynaklarının, hayâtın tüm vechelerini kuşatıcı bir
yapı sergileyen öğretileri ile bu öğretileri esas alarak farklı zaman dilimleri
ve farklı coğrafyalarda ortaya konulan İslâm geleneğinin kültürel birikimi,
sosyâl, siyâsal ve ekonomik alanlarda farklı toplum yapılarına tatbik
edilebilecek çözüm önerileri geliştirme imkânına sâhiptir. Meselâ
küreselleşmenin dîni çoğulculuk yönündeki talep ve baskısı -bu durumun, homojen
bir İslâm ümmeti ideâline aykırı olması, dâru’l-İslâm-dâru’l-harp gibi klâsik
ayırım ve kavramlaştırmalardan vazgeçilmesini gerektirmesi gibi sebeplerle-
İslâm açısından ilk bakışta problem teşkil etmektedir. Ancak önce Hristiyan ve
Yahûdîler’e tatbik edilen ve daha sonra oldukça liberâl sayılabilecek bir
yorumla Zerdüştîler’i, Hindû ve Budistler’i de kapsamına alan zimmet veya
millet sistemi uygulamasının gelenekten çıkarılacak çözüm önerilerine bir örnek
oluşturduğu söylenebilir. Küreselleşmenin getirmiş olduğu güç ve gelir
dengesizliği karşısında İslâm’ın toplumun genelini gözeten adâlet ve sosyâl
eşitlik prensipleri bu tarz çözüm önerilerinin insanlık nezdinde kabûl
görmesini sağlayacak ilkeler olarak görünmektedir.
Bireyler açısından
bakıldığında da, İslâm’ın, Tanrı’yla bağlarını koparmayan fakat kurumsal dinden
uzaklaşan, kendilerine rehberlik edecek ve âidiyet duygusunu yaşayacakları bir
toplumsal çevreden yoksun insanlar için, kendiliğinden bir alternatif hâline
geldiği söylenebilir. Zîrâ İslâm, kişiye yeni bir kimlik ve hayâta yeni bir
anlam kazandırma taahhüdünde bulunmakta ve âidiyet ve güven duygusunun
yaşanacağı bir toplum yapılanması sağlamaktadır.
Sonuç olarak İslâm’ın,
küreselleşmeye bir alternatif oluşturduğunun bilincinde olması kaydıyla,
öncelikle bireylerden hareket etmek sûretiyle bu mücâdeleden başarıyla
çıkabileceğini söylemek mümkündür”.
Evet; amaç dîni ortadan kaldırmak
değildir. Kendi istekleri doğrultusunda dînin yorumlanmasıdır. Böylelikle dîni
de kullanarak çıkarlarını istedikleri gibi yönlendirecek ve çıkarlarını
arttıracaklardır.
İSLÂM’İ OLMAYAN ORTAMDA
İSLÂM’İ YORUM OLAMAZ
Bu-gün, İslâm’a âit olmayan sosyal bir
gerçeklik içinde İslam yorumlanmaya çalışılmaktadır.
Mehmet Durmuş:
“1998 yılı, 28
Şubat süreci denilen döneme tekâbül etmektedir ve o yıllar, İslâm’ın siyâsal
bir mühendislikle terbiye edilmek istendiği bir dönemdir. Müslümanlara, gerek
cebren ve gerekse hile ile İslâm’ın hiçbir siyâsi talebinin olmadığı, Kur’ân’ın
asla devlet önermediği söylettirilmek isteniyordu. Şu vardı ki, bunu tanklarla
söyletmek mümkün olmamıştı. O hâlde, bir de bunu ılımlı metotlarla denemeliydi.
O güne kadar, söyleyenlerin etrafına bakınarak söyledikleri, İslâm’ın laiklikle
çelişmediği görüşü artık sempozyumla alenîleşmiş, bir-anlamda gizli tebliğ
döneminden alenî tebliğ dönemine geçilmiştir. Artık muhâfazakar kitleler
nazarında İslâm’la demokrasi, İslâm’la laiklik arasında her-hangi bir sorun
kalmamıştır.
İslâm’ın Batı Dünyâsına
karşı direnç noktalarına saldırıda bulunulan toplantılarla (Abant) amaç, uyumlu
ve ılımlı Müslümanlar yetiştirmektir. Bu dönüştürme projesini, post-kemalist
düzenle yeniden dizayn edilmek istenen Türkiye’nin model ortaklık üzerinden İslâm-dünyâsına
pazarlama niyetinden bağımsız düşünemeyiz elbette. Baş-örtülü kızların okul
kapılarında yerlerde sürüldüğü bir ülkenin İslâm-dünyâsına model olamayacağını
bilen Batılı müstekbirler, batı sisteminin dışında durmaya çalışan ‘radikal
müslümanlar’ı da kabûllenemezdiler. Bu yüzden önce buradaki müslümanları ve
bunlar üzerinden İslâm-dünyâsındaki “radikal”leri dönüştürmek gerekiyordu. Batının
bu isteğini fark eden F. Gülen Hareketi ve AK Parti kadroları, bu dönüşüme
gönüllü râzı oldular. Örneğin, AK Parti’nin en İslâm’cı kurmaylarından
olduğu düşünülen Bülent Arınç, 1999 yılında gerçekleştirilen 2. Abant
Toplantısı’nda “Beş-altı sene önce İslâm’i
bir devlet modelinin olabileceğine ve siyâsetin görevinin bunun önünü açmak
olduğuna inanıyordum, ama şimdi görüyorum ki yanılmışım. Artık hedeflenmesi
gereken modelin insan haklarına dayalı demokratik hukuk devleti olduğu inancını
taşıyorum” sözleriyle değişimin lokomotifi olmaya aday olduklarını
açıkça belirtmiştir. Ki sonraları iktidâra gelen partisine yönelik kemalizmin
yaramaz çocuklarının yapmaya niyetlendiği darbeler engellenmiş ve iktidar
kapıları sonuna kadar kendilerine açılmıştır.
Katı laik uygulamaların
yumuşatılması gerektiği belirtilen Abant toplantılarında modernleşmenin, tek
bir yolunun olmadığı, Türkiye’deki gibi incitmeden de modernleştirilebilineceği
yorumları yapılmaktadır. Mısır’da gerçekleştirilen toplantıda da bu tespitler
yapılmış ve halkın, daha yumuşak bir tarzda incitilmeden modernleştirilmesi
gerektiği belirtiliyordu.
Bu-gün Dünyâ’ya hükmeden
müstekbirler şunu söylemektedirler: Siz, İslâm’ın bir devlet-düzeni, bir
yaşam-biçimi olmasını istemeyin, istediğiniz kadar “dindar” olabilirsiniz, İslâm’ın
bir-takım tezâhürlerine tutunabilirsiniz. Bunda hiçbir beis yoktur. Tabi
bu-arada, bir-takım haham ve râhipleriniz de, İslâm’ın bir devlet-düzeni
önermediğini, devletin hiç önemli olmadığını, İslâm'ın %98 îtibâriyle kişi ile
Allah arasındaki bir vicdan işi olduğunu söylemelidir” der.
Yahudi bir yazar olan Gilad Atzmon:
“Neo-conların tek istediği, arapların batılılaşmış bir
toplum olarak Coca Cola içmeleridir” der.
Hikmet Ertürk şöyle der:
“Bir şeyleri düzeltme adına yapmamız gereken şeylerin riskleri
bizleri korkutuyor. Sonrasında bizlerin yapması gerekenleri hep başkaları
yapıyor. Mûsa, Tûr dağından inmeli, hepimiz bulunduğumuz yüksek yerlerden
inmeliyiz. Yoksa biraz bizlerin inançlarından, biraz kendilerininkinden yeni
dinler oluşturuyorlar. İş böyle olunca inançlarımızın asla onaylamayacağı
bir-çok davranış sanki çok normâl şeylermiş gibi yaşanabiliyor. Bizler de aynı
düşüncemizde bir-kaç kardeşimizle ancak bu durumlara hayıflanıp duruyoruz.
Can Dündar; “Duyuyoruz
fakat uzakları göze alamıyoruz. Sonra da hep başkaları boyuyor gökyüzünü… Bize
alkışlamak düşüyor ve el sallıyoruz uzak düş ülkelerinin gezginlerinin ardında,
sonra da yenik bir ordu gibi küçük kumdan kalelerimize dönüyoruz” diyor.
Aynen böyle oluyor.
Ve yine geleceğimiz belirsiz kalıyor. Belki geçmişteki
yapamadığımız şeyler bizlere bu tarz telkinleri yapıyordur. Fakat bizler çözüm
odaklı düşüncelere sâhip olmalıyız. Enerjilerimizi birleştirmeli ve
çoğaltmalıyız. Seslerimizi güçlü kılmalıyız.
İslâm târihi süresinde îman ile ameli ayrı şeylermiş gibi gösterilmesi
çabaları başarıya ulaşmış gibi görünüyor. Aslında Kur’ân’da îman ile ameli ayrı
iki alan gibi gösteren hiç-bir yaklaşım/âyet bulunmamaktadır.
“Resûlullah dönemi ve
o’ndan sonra kısa bir süre devâm eden saf İslâm toplumuna egemen olan Tevhîdi/Kur’âni
düşünce, yerini, kendisine musallat olan câhili ve beşeri düşüncelere
bırakınca, müminler topluluğu, içinde bulundukları “dini gereğince yaşayamama”
hâllerine çözümler aramaya başladılar. Bu çözüm arayışları ve sonuçları bugün
hepimizin mâlûmudur: isyanlar, cinâyetler, savaşlar, sürgünler, katledilmeler..
Kur’ân’ın bize aktardığı geçmiş ümmetlerin mücâdeleleri aynen tekrarlanıyor.
İşte bu sırada İslâm ümmetine egemen olan zâlim iktidarlar, yanlarına
aldıkları “din-adamları” vâsıtasıyla, şeklen tahrif edemedikleri vahyi, mânen
kendi hevâ ve çıkarları doğrultusunda yeniden yorumlamaya başladılar. Vahyin
mesajını asıl kimliğinden ve bütünlüğünden tecrid ederek yeniden
biçimlendirdiler. Öncelikle kendi varlıklarını ve konumlarını meşrûlaştırdılar.
Sonra da “îman nedir?” sorusunu sorarak onu salt zihinsel bir “bilme” olarak
formüle eltiler. Kur’ân’da “kâfir” ile eş-anlamlı olan “zâlim” ve “fâsık”
tâbirlerinin mü’minler için de kullanılabileceğini iddiâ ettiler. Kur’ân’a, Kur’ân’ın
istediği biçimde yaklaşan hiç-bir kimsenin kabul edemeyeceği mü’min–müslim
ikilemini izâfe ettiler. Artık “îman”, pratik boyutundan koparılmış, amelsiz
bir olguya dönüşmüştü. Tüm bunları yaparken, hevâ ve heveslerince
yorumladıkları âyetleri delil getirmekten de geri kalmıyorlardı” (Fevzi Zülaloğlu).
Günümüz ve geçmişte yaşanan tüm bu olaylar aslında hep mahrum
bırakılmışların kendilerine revâ görülen zulümlere ses çıkarmamalarından
dolayıdır. Kendilerine verilmiş kimi ayrıcalıkları ellerinden kaybetmemek
adına İslâm’ın böylesi tahrif edilmesine sebep olmuşlardır. Hâlbuki Kur’ân
onlara “Allah mü’minlerden mallarını
ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır” (Tevbe 11). “Gerçek mü’minler ancak Allah’a ve Resûlüne îman eden, ondan sonra asla
şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte îman
sözlerinde doğru olanlar onlardır” {Hucûrat 15) uyarısında bulunuyordu.
Ve artık mü’minlere, yâni îman edenlere düşen, îmanlarının gereği
malları ve canlarıyla Allah yolunda savaşmak olmalıdır.
Günümüzde tüm bu hususlar çok da değişmiş gibi görülmüyor. “Din-adamları”
vâsıtasıyla daha önceki yıllarda şeklen tahrif edemedikleri vahyi, mânen kendi
hevâ ve çıkarları doğrultusunda yeniden yorumlanması çalışmaları hâlâ devâm
etmektedir. Vahyin mesajı asıl kimliğinden ve bütünlüğünden tecrid edilerek
yeniden biçimlendirilmektedir. Toplum da bu tarz tahrifatların din-adamları
olarak gördükleri kimseler tarafından yapılıyor olmasından dolayı farkına
varamamaktadır. Hem bâzı din-adamlarının hem de kendilerine dindar diyen büyük
bir halk topluluğunun bir türlü yenemediği korkuları mevcut. Bu korkular
makam-mevki, Dünyâ’ya dâir geçimlik korkuları olduğu gibi can korkusu da buna
eklenebilmektedir. Mevcut tağûti yönetimleri güçlü görerek sahih İslâm’ın
yanında yer alamayan dindarların durumu çok acınası bir durumdur. Bu hâli ile
baktığımızda “ne garip ne hazindir ki
Dünyâ’daki sömürü çarklarını sömürenler değil, sömürülenler çevirmektedir.
Çağdaş firavunları güçlü görerek bu firavunlara itaat eden ve kulluk yapan bu
zavallılar, firavunlarda gördükleri ve ürktükleri gücün, kendi kulluklarından
kaynaklandığını idrâk edemezler. Hâlbuki firavunların sâhip oldukları güç, bu
kölelerin gücüdür. Çağdaş firavunlar hükmettikleri bu kölelerin gücü ile ayakta
durmakta ve kölelerden aldıkları bu güç ile kölelere hükmedebilmektedirler.
Firavunluğu yaşatan ve firavunları güçlendiren bu kölelerdir. Sonra, sonra da
kendilerinin verdiği bu güçten korkarak kulluğa devâm edenler, yine bunlar,
yine bu şaşkın ve zavallı kölelerdir” (Mehmed Alagaş).
Dış-görünüşleri cesâretli gözükse de kâlplerini korku salmış,
kendilerini müslüman olarak lanse eden bu kimseler gerçekten îman etmiş,
Allah’tan başka kimseden korkmayan mü’minlerden korku duymaktalar, onlar ile
anılmaktan çekinmektedirler. İstiyorlar ki Allah katında hem müslüman
sayılsınlar hem de tağutlar ile iyi geçinsinler ve böylelikle dünyâ-hayâtı
boyunca kendilerine hiç zarar dokunmasın. Böyle bir ayrımın Allah katında kabûl
görülmesi asla mümkün değildir. Çünkü Yüce Allah aramızı mü’minlerle değil kâfirlerle
ile ayırmamızı, sonu ne olursa-olsun mü’minlerle bir-arada olmamızı istiyor.
Yalnızca konuşarak bir-takım bilgileri karşımızdaki kardeşlerimize
yüklemeye çalışmak çok doğru bir davranış değildir. Bu tür şeyler zamanla
têsirsiz olurlar ve söylemiş olduğumuz sözlerin etkisi de kalmaz. Meselâ bizler
belki yüzlerce defâ bu tarz uyarıları karşımızdaki kardeşlerimize anlatmak
yerine bir defâ dâhi olsa yapılmasını paylaştığımız İslâm’ın emirlerini
birlikte uygulasak, bu bir defâlık uygulama diğerinkinden daha tesirli
olacaktır. Bir de eğer bizler sürekli
bir-birlerimize yapamayacağımız sözleri yükler isek, bir müddet sonra normâl
olarak yapabileceğimiz şeyleri de yapmamaya başlarız. O yüzden bir kardeşimizin
yapamayacağını bildiğimiz şeyleri ona yüklememeli, ondan böylesi bir şeyi
yapmasını istememeliyiz.
Unutmayalım ki sözlerimiz ancak eylemlerimiz ile yücelir, değerli
olur. O yüzden hiç-bir zaman eyleme dökemeyeceğimiz şeyleri konuşup
durmamalıyız. Sözlerimiz ile eylemlerimiz arasından çok fazla farklar oluşmamalı.
Bu sözümüzün gücünü etkisiz kılacaktır. Çünkü yapamayacağımız şeyleri
söylememiz çok çirkin bir durumdur. Fakat bu durumu söz söyleyici konumda olan
kardeşimizin de görmesi gerekir. Yaptıkları uygunsuz şeyleri bağırarak anlatan
bir kardeşimizi ne kadar doğru şeyler söylese de uyarıda bulunduğu kardeşi
duymayabilir. Yâni sözünün etkisi olmaz. Sözün etkisi ancak eylemleri ile
sözlerinin uyumlu olması ile mümkündür. Yoksa her dâim bir kardeşimiz
bizlere “yaptıkların o kadar bağırıyor
ki seni duyamıyorum” diye seslenecektir.
“Ey iman edenler!
Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemek, Allah
katında büyük gazâba sebep olur. Doğrusu Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir
duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever” (Saff 2-4).
Önemli olan Allah adına büyük sözleri sarf etmek değil, onları
yaşayabilmektir. Söz söylemekle kardeşlerimizin yanında onlardan daha takvalı
olduğumuzu zannettiğimiz sürece Allah’ın yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi
olamaz, O’nun yolunda kardeşlerimizle saf bağlayarak savaşamayız. Böylelikle
Allah’ın sevdiği topluluk içerisinde de yer almamız mümkün değildir. Âyette
görüldüğü üzere Allah, sözünü söylemiş ve yapılması gereken doğru işi yâni
ameli belirtmiştir. Bu nedenle önemli olan, her-şeyi yapabiliyormuş gibi
konuşmak değil, az ama bize âit olan, elde ettiğimiz kazanımları konuşup,
edindiğimiz azıkla yol almaya çalışmaktır. Tabî sürekli olarak nefsimizle savaş
içerisinde olmalı, cihada kadar uzanacak yolda kendimize yeni yol azıkları
edinmeliyiz.
Söylenen onca iddialı söz ve hâlâ yürünecek bir yolun olmaması,
teslimiyet yolcularının da vâr-olmadığı gibi bir sonucu ortaya çıkardı.
Söylediğimiz ama hayâtımıza aktarmadığımız bu sözlerle İslâm’ın taraftarları
olabildik belki ama, İslâm’ın insanı olamadık.
Yapılacak ilk iş uzak düşmanlara slogan atmak değildir. Şu-an
bizlerde görülen kararsızlık ve ikili kişilik, asr–ı saadet dönemi
müslümanlarında yoktu. Zâten ne bu tarafa, ne de o tarafa yâr olmama hâli
görülen ve buna rağmen kendisini İslâm’a mâl eden kişiler de mü’minlerden İslâm’a
dâir böyle bir onay alamamışlardı. İlk dönem müslümanları o dönemki câhili
yaşantılarından tamâmen uzaklaşmışlardır. İşte bu nedenle Ebu Cehil gibi
aklıyla bilse de, Abdullah b. Übeyy gibi diliyle söylese de, Ümeyye b.
Ebi’s–Salt gibi aklıyla bilip, diliyle söyleyip, kâlbiyle inandığını iddia
etseler de söz-konusu kişiler kendilerini o değere teslim etmemiş “muvahhit” olamamışlar ise, mü’min
sayılmamış, aksine dışlanmışlardır.
Ancak her-şeye rağmen yol alanlar engellerle karşılaşırlar. Yol
alma zahmetinde dâhi bulunmayanlar yaşamları üzerinde bir sıkıntı ya da engel
ile karşılaşmazlar. Fakat başarıya ulaşmak ya da elde etmek istediğimiz şeyi
kazanabilmek için menzile varmak gerekir. Hiç yol almayıp oturduğu yerden
ağızlarını oynatarak sürekli sözler sarf edenler aslında hiç-bir şey yapmayan
kimselerdir. Değerlerinizi sürekli konuşarak bir değere dönüşemezsiniz. Eğer
sâhip olduğunuz değerlere başkalarının da sâhip olmasını istiyorsanız, bu
değerlere ulaşmak için yürümek, yol almak zorundasınız. Ve kendinizden bir
şeyleri de fedâ etmek zorundasınız. Bir yanınız zorluklara göğüs germeden
rahata eremezsiniz.
Şimdi bizler her yönü ile batılıları taklit eden, kendisi
üretmeyen, sürekli tüketen bireylere dönüştük. Hep içimizde bir başkası var ve
kendimiz olarak var olmayı beceremiyoruz. Ve tüm bunlar bizlerde değer
yargılarına dönüşüyor. Fakat bu İslâm’i değerleri içselleştirmemiz önünde büyük
bir engel olarak duruyor. Batı’nın ürettiği kendine has değerler ile
hesaplaşmamız gerekiyor.
Bizler için tüm bunlar kendi bağımsız kimliğimizi unutturacak
olgular değildir. Fakat biz şunu rahatlıkla görüyoruz ki toplumumuzun büyük bir
çoğunluğu, âit olduklarını söyledikleri değer kimliklerinden farklı ve
bir-birlerine oldukça zıt bir kimlik ile yaşamaya devâm ediyorlar. Bu bir tür
Alinasyon’dur (yabancılaşma).
Her işi başkalarından bekleyen ne kadar çok insan var. Önlerinde
ki bir engeli hep bir başkasının kaldırmasını bekleyen bir yığın kardeşleriniz
var. Yol açılırsa o yolda yürüyecek. Fakat açık değilse etrafından dolanacak
ama hiç-bir şekilde engeller ile yüzleşmeyecek. Emek sarfetmeyecek, çilelere
tâlip olmayacak. Bu anlayış hepimizin de şâhit olduğu gibi sürekli
eleştiren, sorumluluk almayan kişilerin sayısını oldukça çoğalttı.
Mesut Karaşahan’ın dediği gibi; Bu-gün Müslümanlar solcu, liberâl,
ılımlı, hoşgörülü, çağdaş, ilerici, aydın, gibi kulağa hoş gelen batılı,
emperyalist, seküler ve materyalist açıdan değer yüklü ne kadar kavram veya
niteleme varsa hepsinin eş-anlamlısı gibi kullanılan demokratlık elbisesinin
tek giyicileri durumuna düşürülmüşlerdir. Demokratlık biricik sıfat hâline
dönüştürülmüştür.
Liberâl, çağdaş, ilerici, seküler, materyalist gibi kavramları içinde
barındıran sözcüsü durumunda olan demokratlık elbisesinin tek giyicileri
durumuna düşen müslümanların durumları hiç de iç-açıcı görülmemektedir. Çünkü
tüm bu kavramları da İslâm adına bir değer olarak görüp içselleştirip
yaşıyorlar. İslâm ile tamâmen zıt olan böylesi düşünceleri İslâm ile
barıştırmaya çalışıyorlar. Ve işin daha tuhaf yanı ise, bir-gün karşı oldukları
batılı kavramları başka bir gün savunuyor hâle geliyorlar. O yüzden de düşünsel
kirlilik ve tutsaklık gerçekten de çok kaygı verici bir aşamaya ulaşmıştır.
Bedensel tutsaklık için bunu belki söyleyemeyiz ama zihinsel tutsaklık her
şeyden daha tehlikeli bir şey olmalı. Zihninizi ödünç verdiğinizde artık
başkalarının değer verdiği kelimelerin tutsağı oluyorsunuz. Ve her ne yapıp
ediyorsanız o başkalarının değirmenine su taşımış oluyorsunuz. Onların
hayat-tarzları, onların kavramları, onların kelimeleri hep yaşanılır ve geçerli
değerlere dönüşüyor. Ve böylelikle sizler hiç-bir ücret dâhi almadan kendinizi
bu değerlerin hizmetlisi durumuna düşürüyorsunuz.
Rôl yapmayı, yürüyormuş gibi yapmayı bir-an önce bırakmalıyız. Çünkü
yalnızca sözü dillendirmek bizlerin samîmiyetinin ölçüsü değildir. Tüm bu söylediğimiz sözlerimizden sorumlu olacağımızı asla
unutmayalım.
Adem Çaylak:
“İslâm’i söylem ve değerler manzûmesi, vaaz edilmesi gereken sloganlar
bütünü değil, yaşanması gereken hayat rehberleri olmalıdır” der.
MÜSLÜMANLARIN
DEMOKRATLAŞMASI
Modern ilâhiyatçılar bir “çoğunluk”, “çoğulculuk”
ideolojisi olan demokrasiyi sanki İslâm’ın kesin bir emri, en yüce isteği gibi
lânse ediyorlar, demokrasiyi “Şûra” anlayışı ile aynı görüyorlar ve her
fırsatta demokrasinin iyiliklerini/fazîletlerini dile getiriyorlar ve dînin de şiddetle
demokrasiyi istediğini/önerdiğini söylüyorlar ve savunuyorlar.
Evet, demokrasi bir çokluk yönetimidir.
Kim daha fazla oy aldıysa o kesimin desteklediği grup hüküm koyma yetkisine
kavuşur bu sistemde. (Oysa hüküm koyma yetkisi sâdece Allah’ındır). Ana-yasayı/kanunları/kuralları
onlar koyar, insanların hayatlarını onlar düzenler. Bu bir çeşit ilâhlaşma/rableşmedir.
Adâletten sapmadır. Çünkü daha az oyu olan kesim illâ ki mahrum kalacaktır.
Avantajlı taraf çokluk tarafı olacaktır. Hiçbir zaman mutlak demokrasi oluşturulamaz.
Pratikte oluşması imkânsızdır. Demokrasi insanları bölen/farklılaştıran/kutuplaştıran/düşman
hâline getiren şeytânî bir sistemdir. Aynı-zamanda sürüleştiren ve sömüren bir
sistemdir. Çokluğun övüldüğü hattâ ilâhlaştırıldığı bir sistemdir. Oysa Kur’ân
bunun tam da tersini söyleyerek çokluğa uymayı kınıyor:
“Yer-yüzünde
olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar.
Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-am 116).
Abdurrahman Aslan:
“Mâsum bir çaba değil bu. Tartışılan şey İslâm. Ama İslâm’ın
değişmez hakîkatleri vardır. Müslümanlar, ABD'nin neo-liberâlist değerlerine
inanmak zorunda değiller. Yeni bir medeniyet tasavvurundan, yeni bir medeniyet
inşâsından bahsediyorlar. Müslümanlar, bu medeniyet tasavvurunu kendilerine âit
olmayan kavramlarla mı yapacaklar? İslâm, neo-liberâlizm kalıbına sokulmak
isteniyor. İslâm, meşrûiyetini toplumun talepleri üzerinden almaz.
Farklı olana açılma Batılı paradigmanın sorunudur. Bir-buçuk asırlık İslâm-târihinin
farklılık diye bir sorunu olmamıştır” der.
Âlim, çok kitap okuyana, çok bilene, diploma-sâhibi
olana değil; dînini doğru bilene, hakkı bâtıldan ayırabilene denir.
Peygamberimiz;
“kıyâmet/yıkılış yaklaştıkça ilim azalır, din-adamlarına güvenilemez.
Kıyamete yakın ilim azalır, cehalet artar” (İbni Mâce). “Her asır, önceki
asırdan daha bozuk olur. Böylece kıyâmete kadar hep bozulur” (Hadika). der.
Ramazan Yazçiçek:
“Modern Batının bütün hedefi, İslâm ile müslümanların
arasını açmaktır. Kezâ varılan noktada müslümanların
arasını açmak gibi bir hedef Batı tarafından çoktan aşılmıştır.
Müslümanların İslâm’i kimlikleriyle bir daha ayağa kalkmamaları için İslâm’ın temel prensiplerinden ve
hattâ İslâm’dan şüpheye
düşmeleri amaçlanmaktadır. Batı-merkezli bütün teolojik üretme ve
yönlendirmelerin arkasında bu kasıt yatmaktadır. Emperyal-dünyâ, hedeflerini
gerçekleştirmenin imkânını, “teolojik imkân” arayışında görmektedir. Buna
ulaşmanın en kestirme yolu ise Kur’ân’ın genetik kodlarıyla oynama
hadsizliğinde görülmektedir” der.
Muhittin Bozkurt:
“İslâm’ın savaşçı, mücâdeleci, îtirazcı ruhunu ortadan
kaldırarak, sömürgeciliğe karşı büyük bir mücâdele ortaya koyan İslâm’ı
ılımlaştırmak, onu etkisizleştirmek ve müslümanları uyutmak, böylelikle İslâm
topraklarında yapacakları her ameliyat için müsâit bir ortam hazırlamak
istiyorlar. Bu-günkü “ılımlı İslâm projesi” de Hristiyan atına müslümanı
bindirmekten ibârettir” der. (İslâm Mücâdeledir makâlesi).
Batının yâni tağutun belirlediği modern
ufkun içinde bir İslâm anlayışı olamaz.
Ilımlı, liberâl ve “euro” sıfatlarıyla
anılan İslâm’lar, çağın egemen güçlerinin İslâm üzerindeki siyâsal
hesap-kitaplarının açık tezahürüdür. Yâni bu tür İslâm’lar, “İslâm olsun ama
hayatta etkin olmasın” politikasının uzantılarıdır. “Euro İslâm” (Bu kavramı Suriye
asıllı Prof. Bessam Tibi’nin îcat ettiği sanılmaktadır), çoğulculuk, demokrasi
gibi değerler! ve batı kültürüyle İslâm’ın uzlaştırılması olarak
kurgulanmıştır. Nuray Mert bunu, “Bessam Tibi’nin, yaşadığı toplumla barışık
bir İslâm formülü arayışı” olarak ifâde etmektedir.
Muhammed Fatih Ergün bu konuda şunları
söyler:
“Küresel güçler, projeler, uygulama alanları,
organizasyonlar, yerli iş-birlikçiler ve gönüllü taşeronlar ile ilgili söylemem
gerekir ki: Dünyâ-siyâsetinin kavşak noktası olan ABD de 1983 yılından bu-yana
Cumhuriyetçiler, 2000 yılından sonra Demokratlar ciddi bir şekilde bir proje
üzerine çalışmalar yapmaktalar; projenin ihyâsı için küresel organizasyonlar
yapılmakta, büyük hîbe fonları kullanılmaktadır. Amerika’nın bir-çok şehrinde, bizzat
finanse ederek “ABD-Türk Ticâret
Dostluğu” adı altında özellikle Müslüman entelektüelleri bir-araya
getirmeyi hedefliyorlar. Hedef sâdece Türkiye değil elbette, projenin
uluslar-arası bir hedef-kitlesi var.
Proje küresel bir eksene ve işleve sâhiptir: Sömürgecilerin,
kendi hedeflerine engel gördükleri tüm İslâm-algılarını değiştirmek ve dönüştürmek.
Yeni bir din-algısı oluşturmak için küresel bir yapılanma ve bu yapı üzerinden
çaplı bir tahrif hedeflenmekte. Yeniden yorumlama, amaca giden yolda örtülü
bir tanımlama, bizim referanslarımızı bize karşı kullanmak için irdeliyor ve
sorguluyorlar. Geliştirdikleri söylemlerinde isâbetleri olsa bile,
istikâmetlerinden söz-etmek mümkün değil.
1983 yılında Reagan ve Pentagon askeri-üyelerinden oluşan
bir grup Cumhuriyetçi, kısa adı “NED” olan National Endowment Democracy adında
bir yapılanma oluşturdu: www.ned.org.
Bunların üç temel amaçları vardı: İlki ve en önemlisi, “dinler-arası
diyalog”; ikincisi, “demokrasi”; üçüncüsü ise, “feminizm propagandası” idi.
Siyâsi kontrolü demokrasi ile sağlayacaklar, zihinleri dinler-arası diyalog
fikri ile bozacaklar, sosyal hayâtı ise feminizm ile denetleyecek ve tahrip
edeceklerdi. Bu vakfın tüm harcamaları ABD Kongresinin onayı ile ABD devlet
bütçesinden karşılanıyordu. Siyâseti kontrol edilecek her ülkeye giriş için
kullanılan parola “Demokrasi getireceğiz” sloganı idi. Biliyorsunuz,
işgâl edilen tüm devletlerin ilk serüveni bu demokrasi sloganı ile başlamıştır.
Bu hareket, 1993-94 yılları arasında küresel anlamda hem
medya hem de eğitim alanlarında çok ciddi kurumsal yapılanmalara girişti.
Türkiye’de Gülen Hareketi’nin ciddî yapılanmaları da bu yıllara rastlar.
Özellikle “dinler-arası diyalog” fikri ile sürekli papalar ve hahamlar
eşliğinde Gülen dünyâ-basınında boy göstermiş, “bu işe Muhammed de onay
veriyor; ben o’nu o kadar seviyorum ki, öyle olmasa ben de kabûl etmem”
mesajları vermiş, özellikle ekran karşısında psikolojik iknâ teknikleri ile “belirlenmiş”
konular işlenmiştir.
Bu sürecin sağlıklı işleyebilmesi için kapalı-devre okuma
teknikleri uygulandı, telkinlerin sorgulamadan kabûl edilmesi önerildi; bu öğreti,
bir düşünce ve inanç hâline getirildi. Okullar kullanıldı, âileler denetim
altına alındı; bu yolla toplumları denetlemeyi hedeflediler. Bu okullarda
okuyanlar ya zengin ya da bürokrat olmak zorundaydı, sıradan halkın çocuklarına
eğitim verilmiyordu. Böylelikle, bir imaj oluşturuldu, ardından İslâmo-fobi
üzerinden ılımlı bir İslâm-algısı oluşturulmak istendi. Feminizm ile Müslüman
kadının düşünce kodlarıyla oynandı. Merkezi Londra’da olan Emel Magazin
dergisinin danışmalığında ve NED finansörlüğünde yayınlanan Ala Dergisi ile
İslâm yaşam-tarzı ve âile kültürümüz sorgulandı”.
Aytunç Altındal:
“Hristiyan
âleminde iki önemli kilise kavramı vardır. Bir tânesi bildiğimiz kiliseler,
ikincisi “Invisible Church” dediğimiz göze gözükmeyen
kilisedir. Yâni somut ve mevcut bir Dünyâ olarak göremediğimiz bir türden
kilise var. Protestanlar tarafından kurulmuş olan bu kilise der ki; Şahısların
müslümanlıktan hristiyanlığa geçmesi gerekmez. Oldukları yerde oldukları gibi
kalsınlar. Ama bizim istediğimiz gibi düşünsünler. Yâni müslüman gibi
düşünemesin, hristiyan gibi düşünsün, ancak müslüman gibi yaşadığına inansın”.
Bu-gün ülkemizde de BOP kapsamında Fethullah
Gülen’in ”Ilımlı İslâm” kimliğiyle
üstlendiği görev, İslâm’ın bir nevi İsevîleştirilmesidir. Yaşanılacak dönüştürme
süreci içinde Dünyâ’ya hristiyan gözüyle bakan, o kültürü benimsemiş
yaşam-tarzı süren ve kendini müslüman olarak kabûl eden bir toplum yaratmaktır.
Dinlerarası diyalog kapsamında ”Protestan İslâm” adı altında bir “din”
oluşturulmaya çalışılması, gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır” der.
Mevcut hükûmet olan AKP hükûmeti de (bâzıları
her ne kadar takıyye yaptığını zannetse de) bu projeye destek olacak şekilde
hareket ediyor. Cüneyt Ülsever:
“AKP’nin ortaya koymaya çalıştığı bu yeni yaklaşım, partiyi
yakından gözlemleyen İslâm’i çevrelerce yanlış algılanıyor. ‘Üçüncü yol’, ya da
‘Yeni bir İslâm’cılık’ falan değil bu. Bu kapitâlizmin Türkiye’ye başarıyla
uygulanma versiyonudur” der.
Yusuf Kaplan:
“Hegemonik güçler Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra “Kızıl
tehlike”yi ber-taraf veya tasfiye ederek, yerine “Yeşil tehlike”yi îcat
ettiler. Ve en büyük stratejilerini “İslâm fundamentalizmi” olarak
adlandırdıkları ve terörle, fanatizmle özdeşleştirerek mahkûm etmeye
çalıştıkları İslâm-dünyâsı, özellikle de Osmanlı coğrafyası demek olan
Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu coğrafyasını eksene alarak geliştirme çabası
içindeler. 20. yüzyılda Osmanlı'nın târih sahnesinden çekilmesi ile oluşan
vakum'un (boşluğun) bölge ülkeleri, bölgenin aktörleri ve dinamikleri
tarafından doldurulmasını önlemeye çalışıyorlar. Tam 75 devletin yer aldığı
Osmanlı coğrafyası ve hinterlandına hem doğrudan, hem de dolaylı olarak (yâni
kendi hegemonyalarını ve çıkarlarını garanti altına alacak proje ve
stratejileri uygulayarak) kesinkes yerleşmenin yollarını araştırıyorlar.
Görünürdeki hedef, Osmanlı coğrafyasının ve hinterlandının
doğal, ekonomik zenginliklerini ve kaynaklarını kontrol etmek. Ama asıl hedef,
Osmanlı'dan boşalan vakumun bölgedeki aktörler, dinamikler tarafından
doldurulmasını engellemeye çalışmak. Bunun için jeo-ekonomi yoluyla jeo-politik
yapıyorlar.
Bu proje ve stratejilerin tutması için iki projeyi aynı-anda
uygulamaya koyuyorlar. Birincisi, ne yapıp-edip İslâm’ı terörle, fanatizmle
özdeşleştirerek mahkûm etmek. İkincisi de, İslâm’ı protestanlaştırmaya, yâni İslâm’ı
sâdece bireysel bir inanç meselesi hâline getirerek ve İslâm’ın bu dünyâya,
hayâta ilişkin entelektüel, siyâsi, ekonomik, kültürel taleplerini iptâl etmeye
çalışmaktır” der.
Aslında amaç demokrasi de değildir. Bir
çeşit “haz” ve “hız”cılıktır. (dromokrasi).
ABD’nin dış-işleri yetkilisinin İslâm’ı
yozlaştırmak için yaptığı şu açıklaması da bu konuda çok mânidar görünmektedir:
“İslâm’da reform olmayacak, ancak insanların İslâm dininden anladıkları
değişecek”. Bu açıklama bu konuda alınan bir-dizi kararlardan sâdece
birisidir. Yıllardır Abant toplantılarıyla, diyalog çağrılarıyla, ılımlı-İslâm
tezleriyle gelinmek istenen adres işte burasıdır. Yeni-İslâm’cılık denen şeydir
bu.
Yusuf Kaplan:
“Yeni-İslâm’cılık söylemi, tıpkı Batıcılık söylemi gibi
pergelini şaşırmış ve bizi bir kez daha yeni zihinsel travmalar yaşamaya mahkûm
edecek absürd bir söylemdir. İthâl bir söylemdir ve İslâm’ın toplumsal,
ekonomik ve siyâsî taleplerini en asgarî düzeye indirgemeyi; Amerikalıların İslâm-dünyâsı
üzerindeki kontrolünü ve yeni-sömürü biçimlerini kolaylaştırmayı,
meşrûlaştırmayı amaçlamaktadır.
Bu söylem, Amerikalıların şu-an İslâm-dünyâsında uygulamaya
koydukları İslâm’ı protestanlaştırma projesinin bir başka adı veya
versiyonudur. Bu proje, İslâm’ın kamûsal hayattan uzaklaştırılıp, İslâm’ı Tanrı
ile insan arasında olup-biten bireysel bir inanç meselesine indirgemeyi
amaçlıyor. Yeni-İslâm’cılık söylemi, bu projeyi hayâta geçirmek için
geliştirilmiş konjonktürel ve dolayısıyla yenilgi psikolojisi üzerine îcat
edilen bir söylemdir. Önceden bir garp-zedeler sınıfı vardı. Şimdi de
şark-zedeler sınıfı türemeye başladı. Garp-zedelerin ve şark-zedelerin
zihin-yapısını belirleyen şey, yenilgi psikolojisi ve öz-güven kaybıdır.
Amerikalıların AKP’ye bu gözle baktıkları anlaşılıyor:
AKP’nin, İslâm’i söylemlerinin Amerika’nın hegemonyasına ve yeni-sömürü
biçimlerine göz-yumacağı bekleniyor. Ama pratiğin hiç de böyle tezâhür
etmediği, AKP hükümetinin Amerika’nın Irak savaşını önlemek için yoğun çaba
göstermesinden anlaşılıyor” der.
Ramazan Yazçiçek:
“Batının kutsala açtığı savaşın yerli-dili İslâm’a karşı
pervâsızca uygulamaya konulmuştur. Bu yaklaşım ”hakîkatin neliği” sorusunu anlamsızlaştırmış, ”değerin buharlaşması”na sebep
olmuştur. Gaybî îman-hakîkatinin akılcı zeminde reddi ve/veya nasların aşırı
yoruma tâbi tutulması, ifsad-edici kastı gerçekleştirmenin yöntemi olarak öne
çıkmıştır” der.
Bu
çalışmalar “muhâfazakâr sistem” çalışmalarıdır. Bu çalışma-şekliyle bir yere
varılamaz. Abdurrahman Arslan:
“Siyâsi ve sosyolojik olarak batıda bir
paradigma olarak inşâ edilen muhâfazakârlık, batı siyâsetinde bir yer
edinmiştir. Muhâfazakârlık belirlenmiş siyâsi sınırlar içerisinde ne yaptığı,
ne yapacağı belirlenen bir siyâsi düşünce olarak ortaya çıkmıştır.
Muhâfazakârlık ve sosyalizm arasında çatışmacı çok unsur olabilir ancak
liberâlizm ile muhâfazakârlık birbirinden kopuk şeyler değillerdir.
Liberâlizmde deyim yerindeyse dînin mülkünde kendine bir mülk edindi. Sonra o
mülkü genişletti ve dîne kendi mülkü içerisinde bir yer ayırdı. Din iştigâl
edeceği mülkü kaybettiği için liberâlizmin dünyâsında ona ayırdığı zemin
üzerine geldi. Şimdi bu-gün biz, müslümanlara da teklif edilen budur.
Bu-gün başkalarının siyak ve sibâkı içerisinde
hayâtı anlamaya çalışıyoruz. Bu-gün biz İslâm’ın kavramını modern bağlamlarla
içerisinde anlamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla İslâm’ın bir değerini, bir
kavramını kurbân ediyoruz.
Gördüğümüz eğitim bize böyle bir meleke
kazandırmıyor. İmam-hatip okumak, ilâhiyat okumakla bunu kazandırmıyor. Biz
verilen bilginin mâhiyeti üzerinde düşünmüş insanlar değiliz” der.
BATI BAKIŞ-AÇISIYLA AŞIRI
YORUMLAMA
Sezâi Karakoç:
“İslâm, batı medeniyetinden ayrı bir medeniyet olarak ele
alınmadıkça gerçeğine varılamayacak bir realitedir.
Bakış-açısı ve niyet çok önemlidir. Hayâtı buna göre
yorumlayıp, buna göre hareket edersiniz çünkü.
Batı, müslümanları, mücâhitliği bırakıp
entelektüel olmanın peşine takıyor. Bu yüzden aşırı-anlama çalışması yapmak
sûretiyle ancak batıya çanak tutulmuş olunur. Bu nedenle de algı, olgunun önüne
geçmiş durumdadır.
Hayâtımız/dînimiz hakkında yapılan
yorumlar/tefsirler hep batı bakış-açısıyla yapılan yorumlardır. Batının her
çeşit kültürü bizi her-yandan nefes alamayacak ölçüde kuşattığı için farklı
bakış-açıları geliştiremiyoruz ve ürettiğimiz bakış-açılarıyla yeni ve İslâm’i
yorumlar/tefsirler yapamıyoruz. Çünkü mevcut hayattan bağımsız düşünce
üretilemez. Ancak hayatta mâkes bulmuş İslâm’i düşünce, “hayâtın tam da
ortasında üretilmiş düşünce” tağutun düşüncesinden başkadır. Zâten bu düşünce,
tağûti düşüncenin tam karşısındadır.
Varlığını
hayâtiyetini anti-tevhide bağlayanlar, tevhidin hayatta görünür kılınmasına
zinhar râzı olmayacaklardır.
Ahmet
Kalkan:
Peygamberimize
yapılan teklifte de, târihte ve günümüzde yüzlerce tekrâr edilen nice olaylarda
da görüldüğü gibi, egemenliği ellerinde bulunduran tâğutî güçler, İslâm’ın sosyâl hayâta hâkim olmaya
kalkmasını dâima kendi şeytânî çıkarları için tehlikeli görmekte ve İslâm’ı
gündeme getiren müslümanlara tâviz vererek, onlardan bâzı tâvizler
istemektedirler. Tâğutlar, tevhidî hareketi kontrol altına almak ve aslî
çizgisinden saptırarak etkisiz hâle getirmek istedikleri için bu yola
başvururlar. Başlarında Peygamber ve O'nun gerçek vârisleri olan, sâdece
Allah'a bağlı güvenilir lîderlerin bulunmadığı bir-çok tevhidî hareket, şeytan
ve dostlarının bu tâviz alış-verişi ve bu müdâhalesiyle sapmış ve bağlılarını
da saptırmıştır. Evet, hristiyanlığın tevhid dîni olma vasfından saparak, her
türlü ahlâksızlığın, zâlim güçlerin, şirkin emrine ve hizmetine girmesiyle
sonuçlanan tahrifâtına sebep, Kostantinius'un 325 yıllarında hristiyanlıkla
Roma despotizmini uzlaştırması olmuş, bugün de kolaylıkla her şeyle, her
sistemle uzlaşabilecek mîrâsı hristiyanlık, o zamanlardan muharref bünyesine
almıştır.
Yeni dünyâ-düzeni
demek “müstekbirlerin zulmüne ses çıkarmayan düzen” demektir. Afrika ve Asya’da
yaşayan insanları, o ülkelerde yönetime getirdikleri veya seçtirdikleri
kuklaları sâyesinde fakirleştiren, kendisine köle hâline getiren bu vampir
müstekbirlere karşı tüm gücümüzle cihad etmek zorundayız. Amerikanlaştırılmış
din, “lâ”sı olmayan, demokrat ve mevcut yapıyı koruyan muhâfazakâr
anlayışlardır. Bu anlayışı sâdece Amerika değil; Avrupa Birliği adlı müstekbir
topluluğu da tek din anlayışı olarak kabâl etmektedir. Müslüman, lâ/hayır
diyerek müstekbirlere tavır almak mecbûriyetindedir. Onun için, bırakın ezilip
sömürülmeye, yâni müstaz’aflığa rızâ göstermeyi, tüm dünyâ-garibanlarını, ezilmişleri de bu
vampirlerin elinden kurtarmaya çalışır muvahhid müslüman.
Atasoy Müftüoğlu:
“Hâlen var olan çerçeveler, kategoriler, bu kategorilerin
sınırları içerisinde düşünmek, konuşmak ve yapmak, vâr olan gerçekliğin
aşılamayacağını düşünmek anlamı taşır. Bu durum aşılması imkânsız gibi görünen
gerçeklikle uzlaşılması gibi bir sonuç doğurur. Uzlaşmayı seçmek ise,
özgürlük ve bağımsızlık uğraşlarından, mücadelelerinden vazgeçmek demektir.
Uzlaşmayı seçmek, İslâm’i bir gerçeklik oluşturulamayacağı kanaatinden kaynaklanır.
Koşullarla hesaplaşamayanlar, koşulları kabûl edilebilir hâle getirmek üzere
her tür te’vile, zorlamaya baş-vurur, her-tür mâzereti meşrûlaştırırlar.
Koşullarla bütünleşenler, koşullara göre hareket edenler,
târihin aktörleri tarafından anlatılan/anlatıla-gelen hikâyelere inanırlar.
Koşullara göre hareket edenlerin kendilerine-özgü anlatılmaya değer hikâyeleri
yoktur. Bu nedenledir ki, vâr olan gerçekliğin sınırları içerisinde vâr-oluş
imkânı arayanlar, hayâti konular, hayâti sorunlar, hayâti bağımlılıklar
etrâfında büyük sessizliği seçerler, sessizliği sese dönüştüremezler” der.
Hâki Demir:
“Batının dünyâyı siyâsi, askerî ve iktisâdi işgalinden daha
derin ve daha vahim olanı, kültürel işgâlidir. Ruhlar, zihinler, akıllar işgâl
edilmiştir, üniversitelerdeki binlerce profesörün “bilim târifi” bile batıdan
kopyalanmış hâldedir. İnsanın ruhu ve aklı işgâl edildikten sonra, askerî
işgâle ihtiyaç kalır mı?
Müslümanlar yeni bir çağ başlatabilmek için, öncelikle
batıdan aldıkları “zehirli telkin ve tesirleri” akıl, zihin, ruh ve kalp-dünyâlarından
söküp atmalıdır. Bu hamle, maalesef sâdece kelâmi bir mesele değil,
aynı-zamanda fiîli bir çabayı da gerektiriyor. Herkes batıya karşı ama herkes
batılı akıl çeşidiyle düşünüyor. Bir insan için “akıl-terkibi” neredeyse o
insanın ta kendisidir. Onunla bakıyor, onunla anlıyor, onunla karar veriyor,
dahası hislerini bile onunla değerlendiriyor, ne hissettiğini bile onunla târif
ediyor. Akıl-terkibi bu kadar mühim olunca, onu bir-anda kaldırıp atması muhâl,
bunu yapabilecek olsa bile geriye koskoca bir boşluk kalıyor. Yeni bir akıl-terkibini
bir-anda gerçekleştirip, hayâtına kaldığı yerden devam etme imkanı yok, bu iş
bir süreç ve zaman işi.
İnsanın akıl-terkibini baştan sona yenilemesi, batıdan edindiği pozitif
akıl-terkibini kaldırıp atması ve yerine İslâm’dan hareketle inşâ edeceği “akl-ı
selimi” ikâme etmesi ne kadar zor. Üstelik bunu arzu ederek teşebbüse geçmesi
hâlinde bu kadar zor, oysa müslümanlar sâhip oldukları pozitif akıl-terkibinden
memnun görünüyor ve “akl-ı selimi” gündemlerine bile almıyorlar. Akl-ı selim
yoksa müslümanca düşünme imkânı yok. Ne var ki bunun için büyük teşebbüsler
gerek, bizim elimizdeki imkânlarla konuyu gündeme bile getirmek mümkün değil”
der.
Atasoy Müftüoğlu:
“Kapitâlist/seküler/liberâl bir dünyâ-görüşünün, siyâsetin/kültürün/ekonominin/eğitimin/hukûkun
belirleyici olduğu bir toplumda, İslâm’i vâr-oluşlardan söz etmek hiçbir
şekilde inandırıcı olamaz. Keskin karşıtlıkların oluştuğu bir Dünyâ’da “hoşgörü”
ve “esneklik”ten söz etmek çâresizlikle ilgilidir. Esnek olan bir şeyi
zorladığımızda kırarız.
Her cemaat, her hizip, her mezhep, kendi îcat
ettiği/ürettiği propaganda diliyle büyüleniyor, bu dili mutlaklaştırmanın
yollarını arıyor ve buluyor. Schopenhauer’in söylediği gibi “herkes kendi
görüş-alanının sınırlarını Dünyâ’nın sınırları zannediyor”. Herkes kendi
gündeminin peşinde koştuğu için, herkes kendi bencilliklerinin peşinde koştuğu
için, ortak-ümmet gündemi üzerinde hiçbir çabamız yok.
Bu-günün küresel-dünyâsında, bütün toplumlar, baskın dünyâ-görüşünün
gerçeklik algısı doğrultusunda düşünüyor. İslâm’i anlamda bir bilinç-kayması ve
vâr-oluşsal bir kriz yaşadığımız için, Dünyâ’yı algılayış biçimimiz İslâm’i
değil. Kartezyen ikiliklerin baskısı altında yaşıyoruz, düşünüyoruz, eylemde
bulunuyoruz.
Hayâtın her alanında tükettiğimiz bilgi/düşünce/kültür,
bizler farkında olsak da olmasak da çok ustalıkçı bir şekilde,
seküler/sömürgeci dünyâ-görüşünün dinamiklerini yansıtıyor. Toplumlarımızın
zihin Dünyâları bu dünyâ-görüşü tarafından biçimlendiriliyor. Bu nedenle de
birbirinden çok farklı kimlikleri/kişilikleri bir-arada yaşamak gibi çok
garip/tuhaf çelişkiler biriktiriyoruz. Seküler bir dünyâ-görüşü ve
hayat-tarzıyla hangi nedenle olursa-olsun bütünleşmek, İslâm’i kimliğimizde ve
kişiliğimizden nihâi olarak vaz-geçmek demektir.
Toplumlarımızda seküler bilginin, eğitimin belirleyiciliği
karşısında, her-hangi bir şekilde bir rahatsızlık duyduğumuzu iddia edemeyiz.
Seküler söylemin, kibirli/küstah tekelciliği karşısında, bütünlüklü/tutarlı bir
İslâm’i ifâde sistemine maalesef sâhip değiliz. Gerçek böyle olduğu hâlde İslâm
ve müslümanlık üzerinde abartılı, sansasyonel bir dil kullanmaya devâm
edebiliyoruz. Dünyâ-müslümanlığının tek umudu olduğumuzu ileri sürecek ölçüde
bir sarhoşluk içerisindeyiz. Bilinçli farkındalıklara uzak yaşadığımız için,
gerçek hayâta yönelik olmayan soyut çevreler üzerinde tartışarak vakit
öldürüyoruz. Müslüman kitlelere hakîkatı söylemek yerine, kitlelerin duymak
istediklerini söyleyen çıkarcı cemaatler oluşuyor.
Aydınlarımız, düşünce-adamlarımız, ilâhiyatçı akademisyenler
vb. siyâsal bilince/vicdâna ve ufka değil, ahlâki bilince/vicdâna ve ufka hitâp
eden bir İslâm’i dilin kullanılması gerektiğini savunuyor” der.
Müslümanların hedefi insanları hidâyete
erdirmek değildir. Böyle bir hedef koyamayız biz kendimize. Kaldı ki, âyette,
Efendimiz’e sarih bir şekilde, “senin
vazîfen sâdece tebliğ etmektir; hidâyete erdirmek değil” diye buyuruluyor.
(Kasas 56), (Bakara 272)
Temel bir bilgilenme/bilinçlenme süreci olması
tabî ki, illâ ki gereklidir. Fakat bu durum olmazsa-olmaz bir “dönüştürme”
yöntemi değildir. Nihâyetinde bunu çok dile getirenler bilmelidirler ki bu
taktik İslâm’dan çok batı’nın, seküler batı’nın taktiğidir. İslâm’ın ise
kendine-özgü bir yöntemi vardır.
Kur’ân, batının oluşturduğu, tağutun
oluşturduğu bir Dünyâ içinde, onların bakış-açısıyla değerlendirilerek tefsir
ediliyor. Müslümanlar İslâm’i bir ortam oluşturmadan gerçek bir tefsir ve
te’vil de oluşmayacak. Ancak müslüman bir ortamda ve müslüman
gözüyle/bakış-açısıyla baktığımız zaman Kur’ân’ın gerçek ve doğru tefsirini
yapabiliriz.
Mâlik Bin Nebi, Batı’nın ayak izlerini
tâkip etmenin ve çözüm için onların modelini taklit etmenin müslümanların
problemlerini çözmeyeceğini, böyle bir fikrin yanıltıcı olduğunu açıkça
belirtmiştir. Bin Nebi, ayrıca İslâm-dünyâsında modernist ve reformcu diye
ayırdığı iki farklı yönelimden bahseder ve bunların oluşmasını sömürgecilere
bağlar. Bin Nebi, özellikle modernist hareket taraftarı olanların medeniyetinin
sömürge için yeteri kadarını getiren Avrupa’nın yerli mektepleri dediği kültür
bagajlarıyla oluşmasında etkili güç oluşturduğunu ve medreselerin önceyle
bağları kesmeye çalışırken bu okulların Batı’yla temâsı sağladığını belirtir.
Fakat bu İslâm-dünyâsının menfaatini sağlamamıştır. Çünkü Avrupalı, İslâm-dünyâsını
medenileştirmeye değil sömürgeleştirmeye gelmiş ve İslâm-dünyâsı ile
münâsebetlerinde Hristiyan rûhu her şeyden çok bir sömürgeci rûhu şeklinde
tezâhür etmiştir. Avrupa kültürü bir medeniyet eseri değil, Avrupa emperyalizmi
ve hâkim ırk anlayışının şekil değiştirmiş hâli olmuş ve kendi dışındaki
insanlığı bir yükselme basamağı olarak görmüştü. Sonuçta sömürgecilik İslâm-dünyâsında
iki hareket meydana getirmiştir: İslâm’i şuura bağlı reformcu hareket ve
kaynağı Avrupa olan yeni bir sosyâl çığırdan mülhem modernist hareket. Her iki
hareket de tam teessüs edememiştir. Zîrâ her ikisi de ana kaynaklarına
ulaşamamıştır. Şöyle ki reformcular İslâm düşüncesinin köklerine inememiş,
modernistler de Batı düşüncesinin temellerine ulaşamamıştır.
Bin Nebi’yi sömürgeciliğe karşı harekete
geçiren etkilerden en önemlisi, özellikle genç müslümanların çoğunun dîni
eğitimlerini hattâ dîni tutum ve davranışlarını oryantalistlerin
çalışmalarından alıyor olması oluşturmuştur. Bu oryantalistlerden bâzıları
özellikle İslâm dîninin temel referans noktaları konusunda müslüman bireylerin
zihinlerini bulandırmak istemiştir. Oryantalistlerden bâzıları‚ Kur’ân ve Hz.
Muhammed/sünnet konusundaki olumsuz yaklaşımlarını ve fikirlerini yüksek sesle
dile getirirken diğer bir kısmı ise bilim kılıfına büründürerek sunmuşlardır. Bin
Nebi, bu Batılı, oryantalist yaklaşımı İslâm’i Araştırmalar ve Kur’ân
incelemelerine kadar sirâyet eden sakatlayıcı ve duyarlıkları kötürümleştirici “dışarı”dan
“içeri”ye bir bakış olduğunu, çağdaş bir İslâm’i diriliş hamlesinin ve
medeniyet sıçramasının gerçekleştirilebilmesi için, bu “ödünç akıl”ların ve
ödünç bakış-açılarının terk edilmesi gerektiğini, ondan sonra da her alanda İslâm’i
bir dil ve duyarlık geliştirilmesi üzerinde yoğunlaşılmasının kaçınılmaz
olduğunu belirtmiştir.
Mâlik Bin Nebi’nin ifâdesiyle
sömürülebilirlik, insanların zihinlerine işlemiştir ve özellikle kültürel
konuları kendisine çalışma alanları olarak seçen oryantalizm, Batılı güçlere
oldukça yardımcı olmuştur. Müslüman kesimden önemli bir grup, oryantalistler ve
sömürgeciler arasında gizli-kapaklı ilişkiler olduğunu iddia etmiş ve İslâm’la
ilgili eleştirileri aracılığıyla oryantalistlerin kasıtlı olarak İslâm’i
politik etkiyi hattâ İslâm’ın kendisini yok etmeye çalıştıklarını belirtmiştir.
Yâni entelektüel bir disiplin olarak oryantalizm özellikle İslâm-dünyâsındaki
sömürge bölgelerini sağlamlaştırma konusunda Batı ülkelerine yardım etmek için
geliştirilmiştir. Hatta Edward Said gibi bâzı batılılar bile oryantalizmi
emperyalizmle eşit görmüştür. Hattâ oryantalizm Batı’nın emperyalist güçlerinin
Doğu kültürlerini nesnelleştirdiği ve karaladığı bir kültürel ideolojiyi ifâde
ettiği belirtilmiştir.
İsmail
Kara:
“Modernist İslâm’cı söylem, kendisini oryantalistlerin İslâm’a
ilişkin tespit ve tanımlamalarını temel alarak târif etmiş ve
konuşlandırmıştır. Modernist İslâm’cı
söylem, her-şeyden önce, oryantalistlerden kopyaladığı tespit ve iddiaları
tekrâr ederek kendi âidiyetlerini sorgulamaya yönelmesi sebebiyle ârızalıdır”
der.
Hakan Mertcan,
oryantalizm merkezli sömürü hakkında şunları söyler:
“Oryantalizm, akademik bir disiplin,
sanatsal bir uğraş alanı olarak meşrûluk kazandırılmaya çalışılan bir
ideolojidir. Her ne kadar söylem, oryantalizmi mâsum kılmaya çalışsa da,
gerçeklik bunun aksini ortaya koymaktadır. Ne sosyâl bilimlerde ne edebiyatta
ne de sanatın her-hangi bir dalında, anlatıldığı gibi mâsum bir düşünce
sistemiyle karşı karşıyayız. Oryantalistlerin yüklendiği misyon,
sömürgecilik için çok işlevsel olmuştur. Batı, Doğu’da kendi arzularını
aramış, kendi “yüksek” ahlâkına sığdıramadıklarını Doğu’ya atfetmiş, onunla
masalsı yolculuklara çıkmıştır. Kimi zaman Doğu Alaaddin’in sihirli lambasıdır,
lambadaki cin, cinin bir çırpıda kurduğu büyülü Dünyâ’dır; ama ahlâksızdır,
erdemsizdir, sapkındır çoğu zaman bu Dünyâ. Hayâli bir Doğu inşâ edilmiştir ve
bu kurgusal mekân, “harem”, “hamam”, “erotizm”, “egzotizm”, “despotizm”, “miskinlik”,
“çirkinlik”, “pislik”, “sapkınlık” vb. imgelerle beslenmiştir. Nihâyetinde
kesin olan bir şey ortaya çıkmıştır, o da Doğu’nun ıslah edilme zorunluluğu.
Bunun karşısında sorumluluk sâhibi “erdemli” Batı, onu “doğru yola” getirmek
için kılıçlarını kuşanmış ve sonu gelmeyen seferlerine çıkmıştır.
Lord Curzon, 27 Eylül 1909’da Lordlar
Kamarası’nda yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Doğu insanının yalnız dillerine
değil, törelerine, hissiyatına, geleneklerine, târihine, dînine de âşina
olmamız, Doğu-rûhu diyebileceğimiz şeyi anlama mahâretimiz, kazanmış olduğumuz
mevkii gelecekte de koruyabilmemizi sağlayacak tek dayanaktır”.
“Batılı gözlerimizde terörizmin “Arap”, fanatizmin ise “İslâm” olmasını neden kabûl ettiğimizi hiç sorduk mu kendi kendimize” diye soran Hentch, bu düşüncenin oluşumunun uzun geçmişini ortaya koyar. Buradan, Doğu hakkında oluşturulan efsânelerin, Batı’da, Batı için oluşturulduğu -bir kez daha- açıkça görülür.
“Batılı gözlerimizde terörizmin “Arap”, fanatizmin ise “İslâm” olmasını neden kabûl ettiğimizi hiç sorduk mu kendi kendimize” diye soran Hentch, bu düşüncenin oluşumunun uzun geçmişini ortaya koyar. Buradan, Doğu hakkında oluşturulan efsânelerin, Batı’da, Batı için oluşturulduğu -bir kez daha- açıkça görülür.
Batı, uzun bir târihsel sürece
yayılmış çabalar sonucunda, gerçekte olmayan bir “Doğu” inşâ etmiştir: “Hayâli
Doğu”. Ve bu sâyede/ bunun üzerinden kendini tanımlamıştır (Doğu, Batı’nın
kendine baktığı bir ayna olmuştur; Doğu’nun çirkinliğine baktıkça, kendinden geçerek, kendi güzelliğini yaşamıştır). Bu kurgusal
Doğu, “harem”, “hamam”, “erotizm”, “egzotizm”, “despotizm”, “miskinlik”, “çirkinlik”,
“pislik”, “sapkınlık” vb. imgelerle besleniyordu. Doğu dekorunda, her türlü
mistik öğe, bir-birinden “renkli” cinsel fanteziler, garip yaratıklar, tuhaf
insan toplulukları yerlerini almıştı. Kısacası, Doğu bir merak konusu, bir
eğlence nesnesi, seyirlik bir malzeme, tuhaflıklar ve utanmazlıkların
diyârıdır; acınası bir çocuk, keşfedilmeyi bekleyen genç bir kız ve ıslah
edilmesi gereken azgın bir yaratıktır. Bin yıllık bir durağanlık içindeki bu “geri”,
“sapkın”, “gelişime düşman”, “kara câhil”, “gizemli”, “kendini idâre edemeyen”,
“despotizmin zulmü altında inleyen”, “uyuyan” Doğu imajı, Batı için
olmazsa-olmaz bir önem taşımaktaydı. Çünkü Doğu’yu bin yıllık uykusundan
uyandıracak, onu ileriye götürecek, aydınlatacak, uygarlaştıracak olan, “medeniyetin
yegâne temsilcisi”, “erdemlerle yüklü” “dinamik” Batı’dır. Kısaca, her türlü
olumlu değerin taşıyıcısı olan Batı, olumsuz koşullar içinde kıvranan doğu’yu
kurtaracak olan güçtür; böylece Doğu’yu kurtarmak üzere yapılan bütün
müdâhaleler de meşrû bir dayanağa sâhip olabilecektir.
Doğu’nun, Batı tarafından fethi
asırlar boyu süren, oldukça uzun, çatışmalı ve çelişkili bir süreçtir.
Beaudet’in de belirttiği gibi, “bu fetih süreci, Batı edebiyatı ve felsefesi
tarafından çok uzun süre idealize edilir. Bu öylesine bir idealize ediştir ki,
sonuçta ortaya düpedüz bir “ideoloji”, hem de Batı’nın kültürel ve düşünsel
yapısını bütün boyutlarıyla etkileyecek bir “doğu uzmanlığı” ideolojisi çıkar.
En geniş biçimiyle Batı literatüründe, bir yandan (kökleri Antik Yunan’a
dayandırılan) Avrupa’nın üstünlüğü yönündeki Avrupa merkezci tezler işlenirken;
diğer yandan, yukarıda çerçevesini çizdiğimiz biçimiyle, olumsuz Doğu kurgusu
-açık veya örtülü, kaba veya inceltilmiş biçimlerde- oluşturulmuştur. Monolitik
bir tarzda oluşturulmuş olan bu kurgunun bütün Doğu’yu homojenleştirdiği” ve “târihsizleştirdiği”
âşikârdır. Bu “hayâli Doğu”nun senaryosu, seyyah, filolog, antropolog, filozof,
edebiyatçı, sanatçı, siyâsetçi, misyoner ve farklı disiplinlerden
akademisyenlerin içinde yer aldığı geniş bir yazar kadrosunca oluşturulmuştur.
Bunların içinde, İslâm’a, Doğu halklarına güçlü nefret duyguları besleyenler,
açık emperyâl emeller taşıyanlar, Doğu’nun fethini savunanlar, buna yönelik
projeler üretenler, Doğu’nun Hristiyanlaştırılması gayretinde olanlar olduğu
gibi, Doğu’ya romantik bir ilgi-heyecan duyanlar, mâcera arayanlar, “akademik”
amaçlar taşıyanlar, kendilerini arap-müslüman dostu görenler de vardı kuşkusuz.
Fakat genel olarak söylersek bunların hiç-biri, Doğu’ya ilişkin “metinsel
tutumun” dışında değildi; bir başka ifâdeyle, Doğu hakkında yazan bu kişiler,
Doğu’yu metinler aracılığıyla anlatırken, “hayâli Doğu” kurgusuna bir yerinden
katılmışlardır. En mâsum yaklaşımlarda bile, olumsuz bir Doğu temsili
üretilmiştir. Örneğin, Doğulu kadınların güzelliği anlatılırken sahnenin diğer
yanında erkeklerin çirkinliği, kabalığı yerini almıştır; bunu gözden kaçırmamak
gerekir.
Çok sayıda gezi yazısında, romanda,
öyküde, şiirde, tiyatro oyununda, resimde ve hattâ 20. yy. ile birlikte sinemada
bu imgeler tekrar-tekrar -zenginleştirilerek- üretilmiştir. Bu imgeler
aracılığıyla kurulan “hayâli Doğu”nun, “modern” Batı’ya muhtaç olduğu
âşikârdır. Artık “bilge” Batı’nın yapması gereken -Doğuludan daha iyi tanıdığı-
Doğu’yu sefih durumundan “kurtarmaktır”; zîrâ, bu pespâye durumda yaşayan
yaratıklar cemaatini Batı’dan başka “adam edecek” bir güç de yoktur. Böylece,
Batı’nın politik-askeri gücü Doğuluların “hayrına”, Doğu’ya gelip yerleşecek,
maddî ilişkiler bütününü -siyâsal, ekonomik, kültürel, dinsel- her veçhesiyle “gerektiği
ölçüde” zor kullanarak değiştirebilecekti.
Bu sâyede de Doğu’nun kapıları,
yolları ontolojik anlamlarını, “açıl susam açıl” türünden şifrelerin bilgisine
sâhip “bilge” ve “cesur” Batılı fatihlerin seferleriyle kazanmış olacaktır.
Ne sömürge ilişkilerinin ne de
her-hangi bir tahakküm ilişkisinin çıplak bir şiddetle, salt “zor”a dayanarak
yürümesi mümkündür. Üzerinde tahakküm ilişkisi kurulan insanların, bu ilişkinin
têsisini-devâm ettirilmesini engelleyecek bir pratik içine girmemeleri için
rızâ üretimi zorunludur. Şöyle de söylenebilir; sömürgeci sömürgeleştirdiği
insanların bir kısmının “sempatisini kazanma”ya muhtaçtır. Bunun sağlanabilmesi
için de “bilim” ve “bilim insanları”nın kullanılması, sınıflı toplumsal
formasyonlarda iktidâr meşrebine aykırı bir durum değildir. Napolyon’un Mısır
işgâlinde, yanında oldukça kalabalık bir bilim-adamı/akademisyen topluluğuyla
İskenderiye’ye adım atması, bu anlamda mânidardır. (Bu bilim-adamları içinde
büyük oryantalist Sylvestre de Sacy’nin de bir-çok öğrencisi yer alıyordu).
Napolyon’un hizmetinde yer alan oryantalistler, ilk Mısır Enstitüsü’nü (İnstitute d’Egypt) kurmuşlar, Mısır’ın Tasviri’ni (Description de
l’Egypte) yayınlamışlardır. Bu sâyede -incelenerek, tanınarak, tanımlanarak,
gerektiği ölçüde kabûl veya reddedilerek- Mısır Fransa’ya mâl edilebilecek ve
ayrıca Fransız işgâli haklılaştırılabilecekti. Bunun “güzel” bir (resmî
târih yazım) örneği, Mısır’ın Tasviri’nde, Mısır’ın fethedilmediği, “kurtarıldığı”nın
yazıyor olmasıdır. Kısacası, oryantalistler, sömürge yöneticilerinden,
askerlerden daha az önemli görevler îfa ediyor değillerdi. Geniş uzman
kadrosuyla Enstitü’nün, bir anlamda “ordunun âlim tümeni” olarak çalıştığını
söylemek yerinde bir tespit olsa gerek. Oryantalizmin sömürgecilikle olan
ilişkisi basit bir ilişki değildir. Oryantalizm, sömürge yönetimlerini
meşrûlaştırdığı/ haklılaştırdığı/ aklileştirdiği, onların gerekliliklerini
açıkladığı gibi, onların ortaya çıkmasında/oluşmasında da önemli bir işlev
görmüştür. Oryantalistler, sömürgeci güçlere, gidecekleri uzak-diyarların
bilgisini taşımış, önlerini açmış, yolarını aydınlatmışlardır; bir anlamda,
onların “keşif kolu” olmuşlardır.
Özetle söyleyecek olursak,
sömürgecilik târih içinde değişik aşamalardan geçerek evrimleşmiştir; ama asla
ortadan kalkmamıştır. Aynı durum oryantalizm için de geçerlidir. Bu-gün de
oryantalistler (Doğu uzmanları) var ve bugün de “modern” oryantalistler
geleneksel misyonlarını devâm ettiriyorlar. “Uygar Dünyâ” ile entegrasyondan
(uygarlaştırmadan), “demokrasi”, “insan hakları”, “özgürlük” götürmeden dem
vuruyorlar. En önemli örneklerden biri Bernard Lewis’tir. Bu-gün yaşayan en
meşhûr oryantalistlerden olan Lewis, uzmanlığının gereğini, ABD yönetiminin,
Ulusal Güvenlik Konseyi’nin danışmanlığını yaparak yerine getirmektedir.
İsrâil’in, Filistinlilere, Araplara yönelik Siyonist saldırgan politikaları da,
oryantalist tâifeden gıdâsını almaktadır. Örneğin, İbrâni Üniversitesi İslâm’i
Çalışmalar bölümü, Siyonist idârenin ihtiyaçlarına koşulmuş durumdadır. Bu-gün
hâlen, bir-çok Doğu uzmanının,
başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin Doğu üzerinde hegemonya têsisinde;
savaş ve işgâl plânlarında görev aldığı görülmektedir. Körfez savaşında,
Afganistan ve Îrak işgâllerinde bu oryantalist kadronun desteği yadsınamaz.
Söz-konusu “Doğu” olunca, ABD ve Avrupa’daki yazar-çizerlerin, haber
sunucularının, program yapımcılarının ve benzerlerinin tutumlarının,
oryantalist bakış-açısından bağımsız olmadığı açıktır. Emperyalist
merkezlerdeki medyanın kısa süreli tâkibi bile, oryantalist zihniyetin nasıl
devâm ettiğini, tekrar-tekrar üretildiğini göstermek için, sanırız yeterli
olacaktır.
Oryantalizmin gücünün önemli
dayanaklarından birini Batı-dışı toplumlardaki kendi toplumuna yabancılaşmış
yönetici elit ve “aydın”lar oluşturmaktadır. Kendi toplumuna/
kültürüne/târihine yabancılaşan yönetici elit ve “aydın”lar, medeniyet ve Batı
terimlerini eş-anlamlı olarak kabûl etmekte ve Batı’nın Doğu’ya ilişkin değer
ölçülerini, bakış-açısını benimsemektedir. Buna “oryantalizmin içselleşmesi”
denilebilir. Kurtulunması gereken bir yük olarak addettikleri kendi varlıklarından sıyrılıp
bütünüyle Batı gibi olma gayretindeki bu elitler için de, Doğu, artık Batı’nın
gözündeki Doğu’dur. Bu, bir anlamda, Dünyâ’ya
sömürgecinin gözüyle bakmaktır ya da zihinlerin sömürgeleşmesidir.
Cemil Meriç:
İntelijansya (aydınlar sınıfı) batının
yalanlarını taşımaya başladı. Bütün mantık çerçevesinden sökülmüş bir halita
hâlinde empoze etmeye çalıştı. Zâten batı cemiyetinin bütününü ifâdeden âciz
olan liberâlizmi de bir parçasıyla aldık. Pozitivist denen, mânevi inançları
kökünden söken ilimcilik. Aklın da, hürriyetin de karikatürünü aldık. Batı
kafamızı bir düşünce enkazı ile yoğurdu. Ve insanımız eline verilen reçeteleri
okumaya mêmurdur.
“Batı modelini kabul etmek yetmez, onu yaşamak da
lâzım” sözüdür felsefeleri.
Mehmet Pamak:
“Türkiye’de sistem-içi bir değişim süreci yaşanıyor. Kemalist oligarşik
diktatörlükten, AB standartlarında görece özgürlükçü ve insan haklarına daha
saygılı “demokratik” bir sisteme doğru, yerli liberâller ile Batı destekli
AKP-Gülen koalisyonu öncülüğünde bir değişim gerçekleştirilmeye çalışılıyor”
der.
İslâm dîni sâdece bilgi olarak
kavranamaz. Tamer Yıldırım, “Mâlik Bin Nebi’de Sömürülebilirlik Olgusu”
makâlesinde şunları söyler:
“İslâm özellikle oryantalistlerin faaliyetleriyle rûhundan
koparılmış bir entelektüel kategori hâline dönüştürüldükçe bâzıları onu
yaşanmaktan çok, hakkında bilgi edinilmesi gereken bir düşünce dizgesi diye
algılamaya başlamışlardır. Bu, İslâm’ın hayattan uzaklaştırılması anlamına
gelir. Diğer bir deyişle oryantalistler üniversitelerde İslâm’ı
öğrettiklerini söylerken öğrettikleri şey, aslında gerçek İslâm olmayıp
oryantalist yorumun ürünü olan bir İslâm’dır. Din vasıtasıyla kurulan ilişkinin
insâni seviyeleri ve tabiat-üstü arasındaki karşılıklı ilişkinin
karşılaşmasının sonucu olan dîni tecrübe, doğası gereği ruhsal ve sezgisel
bir algılamaya dayanır. Bu anlamda analitik veya eleştirel yöntemlerle
kavranamaz. Din dışında olanlar, o dîni, içinde olanların anladığı biçimde
anlayamazlar. Bu, kitaplardan öğrenilebilecek bir şey değildir.
Oryantalizmin hâkim karakteri modernizm olduğundan, İslâm’ı vahye dayalı bir
din olarak değil de, târihsel ve toplumsal bir fenomen olarak görür yâni onlar
için İslâm târihsel bir saha, bir merak konusu, araştırılması gereken bir alan
olmaktan ibârettir. Fakat İslâm dîni bundan öte bir şeydir. Ayrıca günümüzde
oldukça değişmiş ve çeşitlenmiş ise de klâsik dönemde oryantalistler daha
ziyâde dil araştırmalarına yoğunlaşmıştı. Bir anlamda oryantalist etkinin
sınırlılığı söz-konusudur. Hattâ Muhammed Arkoun, “oryantalistlere klâsik
metinleri sâdece tahkik edip yayımladıkları ama eleştirel bir bakış-açısı
getirmedikleri için kızıyorum” demektedir. Bu noktada oryantalizmi kültürlerin
olumsuzlanması için bir araç olarak görmek yerine diyalog imkânına hizmet
edecek bir araç olarak görmek daha mâkûl bir çözüm gibi görünmektedir. Fakat
bunun gerçekleşmesi için oryantalistlerin İslâm’ın kutsal değerlerine karşı
düşmanca bir tavır almamaları gerekir.
Bin Nebi, -görüşleri eleştiriye açık olsa da- oryantalizmin
ürünü olan eserlerin kültür havzamızı geniş bir şekilde doldurmasına karşın
bunu değiştirmek için reddedici veya teslimiyetçi bir tavrın fayda
sağlamayacağını bize göstermeye çalışmıştır. Batı’dan ödünç alınan fikirleri
kesin bir dille kabûl etmemiş ve müslümanların iç güvenlerini kazanmaları
gerektiğini ve sosyâl ve kültürel açıdan kendi fikirlerini üretme ve
geliştirmede cesur olmaları gerektiğini savunmuştur.
Erkan Perşembe
postmodernlik bağlamında şöyle der:
“Postmodern durum veya
dönemleştirmede, din kavramının anlaşılması belirli bir tanım ölçeğine
uymamaktadır. Modernlik düşüncesi evrensel bir meşrulaştırma potansiyeli ile
din ve gelenekten arındırılmış bir dünya kurgusu üzerinde varolmuştur.
Postmodern durum ya da söylem, modernlik eleştirileri üzerine kendisine yer
belirlemeye çalışırken, bu durum çağımız insanların yaşantılarında yeni bir
anlam-dünyâsı keşfetmelerinden çok, vâr-olan anlam-dünyâsının daha da bulanıklaşmasını
ve belirsizleşmesini gündeme getirmiştir. Böylesine bir belirsizlikte, din ve
geleneğin postmodernlikle birlikte yeniden ele alınışı da sorunlu bir alana
girmek olarak görülmektedir. Çünkü Postmodernlikte ne dinlerin yeniden tesisi,
ne de ritüele yeniden dönüş söz-konusudur. Yalnızca dinlerdeki adâlet, sevgi ve
yardımlaşma duyguları postmodern dünyânın çoğulcu toplumsal yaşantısında
kendisini gösterebilecek bir zemin bulabilmektedir.
Postmoderniğin en önemli özelliklerinden biri de, zamânımızda her
şeyin kültürel hâle gelmesi ve herkesin kendi kültür-dünyâsında yaşamasının
veya kendi yaşam tarzını bir kültür-dünyâsına dönüştürmesinin
haklılaştırılmasıdır. Bu, aynı-zamanda toplumsal çatışmaların yerini “kültür
savaşlarının” aldığı anlamına gelir. Toplumlar arasındaki kültür savaşları,
özneyi âdem-i merkez kılmakta ve değer alanlarının hiper farklılaşmasına ve iç
sınırlarının çoğalıp parçalanmasına sebep olmaktadır. Parçalılığın kendisini
ifâde ettiği en anlamlı kavram “sivil toplum” olgusu olmaktadır. Sivil toplumun
“olmazsa olmaz” koşulları vardır ve birincisi, farklılaşma, parçalanma ve buna
bağlı olarak iktidârın bölünmüşlüğüdür, ikincisi, sivil toplumun kökeni, dinsel
özgürlük için verilen mücâdele sonucunda, her türlü dinsel hareketlerin sivil
toplumda yer edinebilmesidir. Bu noktada sivil toplum ile postmodernlik arasında kuvvetli bir
bağ oluşmaktadır. Öznenin merkeziliğini yitirmesi sonucu cemaat duygusu
belirmiş ve geniş kitlelerin duygusal cemaatler de bir-araya gelmesiyle yeni
bir yaşam sitili oluşmuştur. Bazı sosyologlar, “oluşan bu cemaatlere “postmodern kabîleler” demektedirler.
Medyadaki gündelik
yaşamla ilgili bir çok konunun ve doğal olarak dinsel anlayışların
tartışılmasında da popüler imajları ön-plana çıkaran bir metalaştırılma
söz-konusudur. “Seçkin bir kültürün temsilcisi olarak, âlimlerin entelektüel
ilgileri, aşağı kültürün yâni popüler kültürün ilgi ve beğenilerini pazara
çıkatmanın kaçınılmaz sonucu olarak hedefledikçe, hem dinsel konularda dînin
doğasına aykırı bir çok-seslilik hâkim olmakta hem de din gerçekten de
yeniliklerin, îcatların ve yeni teknolojilerin alanı hâline gelmektedir”.
Özellikle din üzerindeki etkileri bağlamında postmodernizmi, hattâ modernizmin
kendisini, salt entelektüel veya bilişsel bir eğilim olarak almak her zaman çok
yanıltıcı olmuştur. Çünkü, “aslında her ikisi de, din üzerindeki gerçek
etkilerini, dînin gündelik yaşam örüntülerinin varlık alanını daraltma veya
genişletme noktasında göstermişlerdir”. Postmodernite,
dîne şahıslar arası bir konum tâyin etmektedir. Bu anlamda postmodernite, dîni özel alana
inhisar ettirmektedir. Çünkü postmodernite,
özel alana rağbet ederek, dinsel canlanmayı de teşvik etmektedir. “Modernizm, sekülarizasyon yoluyla
dinsel inançların kaybolacağını öngörürken, postmodernizm ise bu anlayışı reddederek, dinsel canlanmanın
sekülarizasyonun ortadan kalkması sonucunu doğuracağını kabûl etmemektedir.
Modernizmin dinsel hakîkati dışlayan tutumuna karşılık postmodernizmin etnik-dinsel köklere
dönüş, geçmişle bağların sürdürülmesi, kutsal, geleneksel üzerinde yeniden
odaklanma gibi içerimleri, müslüman entelektüeller açısından oldukça anlamlı
karşılanmıştır. Son yüzyılda İslâm dünyâsında gözlenen modernleşme ve
geleneksel yapılar arasındaki uyum krizleri, Batı’nın kendi modernlik projesine
karşı duyulan güvensizlikle paralellik gösterdiği ileri sürülebilmektedir. Postmodernliğin Batılı kritiği bu anlamda
İslâm’i fundamentalizmle birlikte modernliğe
alternatif olmaktadır.
Postmodern durum ya da
söylem modernlik eleştirileri üzerine kendisine yer belirlemeye çalışmaktadır.
Bu durum çağımız insanların yaşantılarında yeni bir anlam dünyâsı
keşfetmelerinden çok, vâr-olan anlam-dünyâsının daha da bulanıklaşmasını ve
belirsizleşmesini gündeme getirmiştir. Böylesine bir belirsizlikte, din ve
geleneğin postmodernlikle birlikte yeniden ele alınışı da sorunlu bir alana
girmek olarak görülebilir.
Mustafa Öztürk:
“Bir taraftan “Gerçek din Kur’ân’dır; Kur’ân’dan başka
hiç-bir sağlam dînî kaynak yoktur; din en saf ve som şekliyle yalnız Kur’ân’dan
öğrenilir; Kur’ân’ın tüm hükümleri evrenseldir” demek; diğer taraftan da modern
zamanların hâkim norm ve genel kabûllerine terâkki değeri atfetmek, işin daha
da kötüsü Kur’ân’ın beyanlarıyla modern çağın genel kabûlleri çatıştığında hem Kur’ân’a
hem de modern kabûllere sadakatten vazgeçememektir. İki-ara bir-derede kalmışlık durumunda merdiven-altı tefsircisi Kur’ân’ı
modern normlar ve genel kabûller lehine te’vil etmeyi yeğler. Söz-gelimi, Nîsa
sûresi 34. âyetteki vadribûhünne ifâdesine, “Karılarınızı têdip maksadıyla
dövebilirsiniz” mânâsı vermez, veremez; çünkü bu mânâyı değil, çağdaşçı,
laikçi, seküler çevrelere, kendi hâne-halkına, az-çok mürekkep yalamış ve
sosyal medyaya bulaşmış çoluk-çocuğuna bile îzah edemez. Hâl böyle olunca,
merdiven-altı tefsircisinden şu tarz yorumlar sâdır olmaya başlar: “Efendim,
bahis-konusu âyet bindört yüz küsur yıl boyunca hep yanlış anlaşılıp yanlış
yorumlanmış. Âyetteki “darabe” kelimesinin ifâde ettiği anlam, vurmak ya da
dövmek değil, evden uzaklaştırmak, hattâ Türkiye’deki Kur’ân’cıların babası
Hüseyin Atay’a göre cinsel ilişkide bulunmaktır”.
Kabûllenilmesi zor ve acı verici olsa da içinde bulunduğumuz
çağ bu tarz yorumların ve merdiven-altı Kur’ân yorumcularının altın çağıdır. Bu
tarz yorumculuğun sistematik karakter kazanmasının milâdı on-dokuzuncu asırdır.
Hafızlarımızı yoklarsak, on-dokuzuncu asır İslâm’ın Dünyâ üzerindeki en son ve
en büyük siyâsi gücü olan Osmanlı Devleti’nin Batılı devletler tarafından
askerî, siyâsi, kültürel açıdan çok-yönlü mağlûbiyete uğratıldığı, buna paralel
olarak bütün müslümanların ehl-i küfür karşısında şamar-oğlanı durumuna
düşmenin derin travmalarını yaşadığı çok tâlihsiz bir asırdır. Bu asırda
müslüman âlim ve mütefekkirler inkıraz ve izmihlâlin temel sebebini İslâm
dîninin yanlış anlaşılıp yanlış uygulanmasına bağladılar ve bunun mantıksal
sonucu olarak da târihin seyrini müslümanların lehine çevirmenin tek mümkün
yolunun gelenek safrasını atmış yepyeni bir din tasavvuru oluşturmaktan geçtiği
noktasında karar kıldılar. Hâlbuki asırlar öncesinde İbn Hâldun, toplumların
yükseliş ve çöküşünü dîne bağlayıp din temelinde îzah etmenin pek sağlıklı
olmadığını söylemişti” der.
İç-Dünyâ ile dış-Dünyâ arasında fark
olduğu müddetçe bu tarz çalışmalardan bir fayda elde edilemeyecektir.
Eyleme dönüşmemiş, dönüşmeye de niyeti olmayan
çalışmaların üreteceği bilgiler de kıymetsiz ve boş bilgilerdir. Liberâl (her
şeyden mutlak özgür) bilgi budur. Ne kadar felsefî ve derinlikli olursa-olsun
faydası yoktur/olamaz. Kendi-kendine oluşturduğu, inandığı ve onunla tatmin
(hattâ orgazm) olduğu düşünce. Liberâl ortamın ürettiği düşünce..
Hüseyin
Alan:
“Modernle cebelleşirken bu amaç
ve hedef gözetilmeksizin yapılan kaynağa dönüş, kaynağı yeniden okuma ve anlama
faaliyetleri, eğitim çalışmaları, tebliğ faaliyetlerinin neye ve kime
yaradığının anlaşılması gerekmektedir. Sözümüz, rehberi peygamber olanların
dikkatini çekmeye dâirdir.
Devlet ve mülk konusunda işin
temelini oluşturan rablik ve ilahlık bağlantısını anlayamamak, ya da
dikkatlerden uzak tutmak, İslâm’ı, Kur’ân’ı ve peygamberin örnekliğini doğru
anlamamaktır. Bu durumda modernizmle karşılaşan müslümanların modernizme karşı
cevap üretirken “kaynağa dönüş”, “öze dönüş” ve “anlama” çabaları ve
çağrıları, insan kalabalıklarını tevhidî temelde yeniden örgütleme
faaliyetlerine dönüşmeli, nihâyetinde İslâm Devleti kurma hedefinde
buluşturmalıdır.
Devleti, mülkü merkeze almayan
çabalar müslümanlara değil modernizme fayda sağlamakta, modernizm içinde mânevi
hazzı sağlarken dîni de ahlâkçılık dînine dönüştürmektedir. Çünkü bir
müslüman’ın dünyâ-hayâtında varlık gerekçesi ve imtihan bilinci olarak nihâi
amacı devlet kurmak, bu güç-mülk ve devletle fitneyi yeryüzünden kaldırmaktır.
Bunun sonucunda dînini tam olarak yaşamak ve insanlara hak dâveti ulaştırmaktır.
Bu nedenle bir müslüman bilir ki,
devleti olmayan müslüman, her tür tehlikeye açık durumda sokakta çıplak ve
korumasız kalan insan gibidir. Çünkü o şartlarda dînini, neslini ve aklını
koruyamaz. Nihâyet kenti, toplumu ve devleti dönüştüremeyen müslüman bu nedenle
kendini dönüşmüş, dînini değiştirmiş, kavmi içinde helâk olanlarla birlik
olmaya râzı olmuş hâlde bulur.
Buna rağmen özne rolüne soyunan
günümüz insanının, kaynağı yeniden okuma adına, geleneğe karşı durarak vâr-olma
çabası doğru rotayı tâkip etmemektedir. Kaynağa dönüş, yeniden anlama ve eğitim
çalışmaları, devlet ve mülk gerçeğine temâs etmediği, bunu gündem ederek aşmaya
ve yapılanmaya çalışmadığı her durumda, detaylarda boğularak modern kalmaya
mahkûmdur. Modernin içinden, modern düşünüş ve parametrelerle gelenek
eleştirisine dayalı vâr-oluş, modern akledişle üretilen her bilgi, türedilik
üretecek, küreselliğin içinde sistemi besleyen sonuçlara yol açacaktır.
Diğer taraftan, devlet ve mülk
konusunu eksene almadan, konuyla bağlantılı donanıma sâhip olmayı düşünmeden,
bu uğurda eksiğini-gediğinin hâlletmeye çabalamadan, olup-bitenlere bigâne
kalarak teolojik tartışmalarla rahatlamayı kâr saymak gibi bir anlayışın önünün
açıldığına da şâhit olmaktayız. Geleneğimizde gördüğümüz hâricilik, tekfircilik
ve elfaz-ı küfür bahsinin yeniden canlandırılması bu. Devlet ve mülk
sâhipliğiyle mücâdeleyi merkeze alması gerekenler, onun yerine selâmı
yaygınlaştırmak, Allah’ın kullarına hakâkati tebliğ etmekle sorumlu olduğu
ahâliyle teolojik kavgayı sürdürerek hedef şaşkınlığı yaşamaktadır. Dolayısıyla
enerjisini, bilgisini, neslini doğru hedef yerine modernizme sunmaktadır.
Nitekim küresel sistem, devlet ve
mülk konusuna temâs etmeden yapılan Kur’ân çalışmalarının sözcülerine ve
ürünlerine geniş alanlar açmakta, teolojik tartışmalar yanında gelenek
eleştirisini teşvik ederek bu anlayışın yaygınlaşmasını sağlamaktadır. Teolojik
tartışma konuları, yeniden-yeniden anlama çabaları mâsumâne niyetlerle devâm
etse de sistem bu gibilere kendi içinde meşrûiyet alanları sağlayarak nesilleri
boşa çıkartmaktadır. Devletin stratejik aklı biliyor ki teolojik tartışma
çerçevesini aşmayan yeni telâkki üretimleri, ne yapılması ve nasıl yapılması
aşamasına geçemeyecektir. Buysa İslâm’ı ve müslümanlığı anlamanın önünde en
büyük engel olmaya devâm edecektir” der.
Hâki Demir:
“Kadimden bêri bilinir ki, ferdin hayâtı inşâ etme kudreti yoktur. Hayat,
cemiyet ile kâimdir. Hayâtı mümkün kılmayan gerçeklik, hangi “kıymeti”
üretebilir veya hangi kıymeti muhâfaza edebilir veya hangi kıymete hayâtiyet
kazandırabilir? İnsanlık târihinde eşi-benzeri görülmemiş bir fikir
üretseniz, hayat bulmadıktan sonra ne kıymeti olabilir? Mücerret mânâda
kıymetli olduğu doğru ama bu kıymeti kim bilir? Kimsenin bilmemesi kıymetini
azaltmaz denirse, azalmayan o kıymetin ne faydası var? “Faydalanmayanlar
utansın” derseniz haklısınız ama fikrin tatbik alanı cemiyet değil midir? O
olmadığında yâni fikir tatbik edilmediğinde yâni fikir hayat bulmadığında, “muhteşem
fikir” olduğunu nasıl test edeceksiniz ki, fikir mi vehim mi olduğu ortaya
çıksın…
Ferdin kıymetini inkâr mı ediyoruz? Asla.. Ferdî gerçekliği ret mi
ediyoruz? Asla ve kat’a… Hele-hele fikrin cemiyetten değil, fertten zuhur
ettiğini husûsen biliyoruz. Fakat cemiyette mayalandığını ve tekâmül ettiğini
de biliyoruz. Ferdin kıymeti ve ferdi gerçeklik, cemiyetin ve hayâtın motor
gücüdür. Tabi ki motor otomobilin en önemli parçasıdır fakat cemiyet, motor da
dâhil otomobilin tamamıdır. Direksiyon olmadan otomobili kullanamazsınız veya
teker patladığında otomobil gitmez ya… Ya da motoru otomobilden söküp ortaya
koyduğunuzda garip ve mânâsız bir varlık olarak kalır ya…
Her insan her istediği düşünceye sâhip olabilir mutlaka… Fakat ölçü
şart… Ferdi ve içtimâi hiçbir ölçü olmaksızın her insan istediği şekilde
düşündüğünde ortaya çıkan durum, ölçü katliamıdır. Ölçü… Fikrin diğer adı…”
der.
Abdurrahman Aslan:
“Müslümanlar başlangıçta içinde varlıklarını sürdürdükleri “hayat
evrenleri”nin yüz-yüze kaldıkları modern “duruma” cevap veremeyen taraflarına çözüm
bulmak için Kur’ân ve Sünnet'e baş-vurdular. Maksat Kur’ân ve Sünnet'in
yardımıyla “teknoloji” ve “bilim” gibi bazı “yeni araç”ları kendi bünyesine
aktararak sâhip olmak; kendine âit hayat ve değerler-dünyâsını korumak, böylece
muhâlifine karşı güçlü duruma gelmekti. Ne var ki, bu-günden bakıldığında
varılan nokta hiç de umut edildiği veya varsayıldığı gibi netîcelenmemiştir.
Yaşanan uzun bir tecrübe sonrasında bunun yanlış bir ön-kabûlün netîcesi olduğu
söylenebilir. Bu-gün kurtulması gerekilen bu yanlışlık; her şeyin müslüman
zihin tarafından bir “araç” hâlinde görülmesi veya kolayca bir “araç”a
indirgenmesidir. Başlangıçta zahmetsiz bir çözüm bulma yolu olarak kolayca
benimsenen bu “indirgemeci zihin hâli”nin giderek İslâm’a âit kavramları da bir
“araca” indirgeyerek içerik anlamlarında sorumsuzca değişiklik yapmaya
başladığını söyleyebiliriz.
Bu-günün müslümanları için, artık mâhiyet olarak bir dönüşüm
geçirmiş olmasının netîcesinde, ortada kendilerine âit bir “hayat evreni”
kalmadığından, bu defâ başlangıçta, modernite ile karşılaştıklarında
yaptıklarının tam tersinden bir faaliyet içinde bulunmaktadırlar. Yine Kur’ân
ve Sünnet'e baş-vurmakta, fakat bu defa onların imkânları ile mevcut/modern
hayat-evrenini “İslâm’ileştirme”ye çalışmaktadırlar. Bunun netîcesi olarak
dünkü müslümanın sâhip olduğu zihniyet ile inşâ etmiş olduğu “Dünyâ” ve
toplumsal “gerçeklik”, bu-gün aynı dinin sâhipleri tarafından gerektiği
nispette anlaşılamamaktadır.
Bu-günün modern-dünyâsının öncelikli meselesi; müslüman
kimliğin yerinden edilerek, onun yerine modern bir kimlik, ilişki, kültür ve
iktidarın inşâsıdır” der.
İlginçtir, Batı, müslümanları taklit
ederek bir uygarlık kurdu ama bu uygarlık şimdi İslâm’a hiç benzemiyor. Şimdi
biz de aynısını yaparak Batıdan uygarlık almaya çalışıyoruz. Onlar gibi olmak
için mi? İslâm’ın, yıkılsa da ölmez bir medeniyet-anlayışı vardır ve başka
uygarlıklara ihtiyâcı yoktur.
Peygamberimiz bir
hadislerinde:
“Sizden
öncekilerin yoluna adım-adım, karış-karış tâbi olacaksınız. Hattâ bir kertenkele
deliğine girseler siz de gireceksiniz”. Dediler ki: “Ya Resûlullah, Yahudi ve
Hristiyanlara mı uyacağız?”. Hz. Peygamber dedi ki: Ya kime? (Tabi onlara
uyacaksınız)” (İbnu Mâce, Fiten, Hadis No: 3994) der.
Diğer bir hadiste de:
“Kıyâmet alâmetlerinden ilki, insanları şarkdan garba sürükleyen
bir ateştir.” (Buhârî, Fiten, 24) der.
BATI BAKIŞ-AÇISIYLA İSLÂM
KAMUSAL ALANDA YER ALAMAZ
Atasoy Müftüoğlu:
“Bizler kavramsal inşâyı başarabilmiş değiliz.
Kavramlarımızın kamûsal alanda ölü kavramlar olduğunu hatırlatmak isterim. Kamûsal
alanda yaşayan ve kamûsal alanı etkileyen kavramlarımız yok. Bütün
kavramlarımız çok özel zamanlarda, çok özel mekânlarda hatırlanıyor ya da bir
uzmanlık hâline getiriliyor. Yoksa dilimizin, kavramlarımızın, düşüncelerimizin
kamûsal-dünyâda hiçbir yankısı yok. Belirleyici ve tâyin edici bir içeriği yok.
Sorun budur. Buradan hareketle bütün kavramların irdelenmesi gerekir.
Kavramlarımız yaşayan kavramlar mı ölü kavramlar mı buna bakmak gerekir. Bu
kavramları hangi koşullarda kullanıyoruz? Herkes kavramları istismar aracına mı
dönüştürüyor acaba? Bu-gün Allah’ın muazzez dîni çok çirkin bir şekilde
istismar konusu yapılmaktadır.
Bize ne düşüneceğimiz dışarıdan ve tepeden dayatılmaktadır.
Bu-gün öncelikle şunu hatırlamamız gerekiyor. Biz neden bu-gün İslâm’i bir
modelden söz etmiyoruz da böyle parçalara bölünmüş bir dilden söz ediyoruz?
Neden İslâm’i bütüne ilişkin bir entelektüel mücâdelenin içinde değiliz?
Özellikle gençlerin neden böyle bir gündemi yok meselâ? Asıl bu konular
etrafında bir çalışma yapmak gerekmektedir.
İslâm târihe bir yanardağın fışkırması gibi çıktı ve târihi
bütünüyle etkilemekle kalmadı, aynı-zamanda târihi dönüştürerek târihin öznesi
oldu. İnsanlık târihinin en zor döneminde ilk küreselleşmeyi müslümanlar
gerçekleştirmiştir. Onlar Kur’ân’ı özümseyerek hayatlarının kendisi kıldılar. Biz
ise Kur’ân’ı daha çok bilgi biriktirmek için kullanıyoruz. Bu bilgi
hayatlarımızı dönüştürmüyor. Bizleri dönüştürmeyen Kur’ân bilgisi toplumu nasıl
dönüştürecek? Günümüzde İslâm-dünyâsında en çok okunan kitap Kur’ân’dır.
Yalnızca sâdece ‘okunmaktadır.’ Okunan Kur’ân’ların, içinde yaşadığımız çağ ile
ilişki kurduğunu söyleyemeyiz.
Biz bu-gün asıl sorunları değil, yüzeydekileri konuşuyoruz.
Yüzeyden gidiyoruz, derine inmiyoruz. Olayları konuşuyoruz, olguları
konuşmuyoruz. Olup-bitenleri konuşuyoruz, olması gerekenleri konuşmuyoruz.
Gündemimizde ne olduğunu bilmiyoruz, çünkü kendi gündemimiz dâhi yok. Gündemler
bize dışarıdan dayatılıyor. Biz dışarıdan tanımlanıyoruz. Neyi okuyup neyi okumamamız
gerektiğine, ne kadar müslüman olup ne kadar olmamamız gerektiğine hep
başkaları karar veriyor. Bizim öncelikle bu İslâm’i bütünlük lehinde bir tercih
yapmamız gerekiyor. İslâm’i bütünlük lehinde tercih yapmak için zihinsel
sömürge olmaktan vazgeçmek, zihinsel sömürgesizleştirme mücâdelesine hazır hâle
gelmek gerekiyor. Kolonyalistler İslâm-dünyâsı topraklarını sömürgeleştirmeden
önce oranın insanlarının zihinlerini sömürgeleştirdi. Bu zihnin eleştiri,
sorgulama, hesaplaşma ortaya koymasına, isyân üretmesine engel oldular. Ve
hâlen bu zihinsel sömürge devam etmektedir. Nasıl devam etmektedir peki? Biz
kapitâlizmle, sekülerizmle, liberâlizmle bütünleşmiş bir toplumda yaşıyoruz.
Böyle bir toplumda yaşıyor olmak demek, İslâm’i bir toplumda yaşamıyor olmak
demektir. Eğer İslâm’i bir toplumda yaşıyor olsaydık ne kapitâlizm ne
sekülerizm ne liberâlizm bünyemize nüfûz edemeyecekti. Müslüman olmak demek bir
dirence sâhip olmak demektir. Eğer İslâm-kültürü ve medeniyeti diye bir şey
varsa bu medeniyetin kendi kurumlarını da üretmesi gerekirdi. İslâm kültür ve
medeniyeti bu-gün kamûsal alanda varlığını sürdürüyor olsaydı o zaman
kapitalizmin, sekülerizmin ve liberâlizmin etkisine maruz kalmayacaktık.
Bu-gün halkların afyonu hâline getirilmiş bir din-algısı
var. Sizin kuşakların bu muhafazakârlık adına İslâm’a acımasızca zarar veren İslâm’i
cemaatlerin gerçekliğini görmeleri gerekiyor. Bu durum aslında dînin bütün
boyutlarıyla vülgarize (halk için) edilmesidir. Bu da dinin kalabalıkların
hoşuna gidecek şekilde sunulması, pazarlanması demektir. Şimdi yeni bir moda
daha var . O da dinin emperyalistlerin hoşuna gidecek şekilde pazarlanması
modasıdır.
Allah’ın muazzez kitabı meşrûiyet kaynağı olmaktan
çıkmıştır. İslâm meşrûiyet kaynağı olmaktan çıkmıştır. Demokrasi meşrûiyet
kaynağı hâline gelmiştir. Herkes Kur’ân okuyor, okuyor. Kur’ân okulları, Kur’ân
hareketleri, Kur’ân halkaları vs. vs. Ama tüm bu çabalara rağmen Kur’ân
referans kaynağı değil. Burada bir çelişki yok mu? Neden referans kaynağı
değil. Neden hayâtımızı, siyâsetimizi, dünyâmızı, toplumumuzu Kitab-ı Kerîm’e
göre inşâ etmiyoruz. Nerde Kitab’ın ön-gördüğü kurumlar? Bakınız çok vahim bir
çelişkiyi yaşıyoruz. Ama bu vahâmeti gençlerin fark etmesi gerekir.
Seküler bir siyâsal kimliğimiz var. Buna karşın duygusal bir
İslâm’i kimliğimiz var. Bu çelişki kadar vahim bir çelişki olamaz müslümanlar
için. Sekülerizmin hangi derecede olursa-olsun İslâm toplumlarında etkisinin
olması kadar vahim bir durum olamaz. Siz bu tarz bir kötülüğe mâruz kalmış
bir topluluk gibi görünmüyorsunuz. Hattâ hiçbir kötülüğe maruz kalmış insanlar
gibi görünmüyorsunuz. Herkes lâle devrinde yaşıyor gibi hayâtını
sürdürüyor. Böyle bir durumda sorunun vahâmetini kavramak gerekiyor.
Bu-gün geldiğimiz noktada müslümanlar neo-liberâl gündemin
belirlediği doğrultuda örgütlenmeler gerçekleştiriyorlar. Meselâ sivil-toplum
bunlardan bir-tanesidir. Sivil-toplum bizde câmidir. Ama bu-gün câmiler İslâm’ı
temsil etmiyorlar. Câmiler ulus-devleti temsil ediyorlar. Câmiler ulus-devletin
kutsallarını temsil eden mekânlar olarak varlar. Câmiler İslâm’ı istemekte
özgür değiller. Biz bu-gün câmilerin politik mekânlar olduğunu söyleyemeyiz.
Hâlbuki câmiler politik mekânlardır. Sivil-toplum kuramında sivil-toplum,
toplumun taleplerini devlete iletir. Bizde ise devlet câmiler aracılığıyla
günde 5 kez toplumun nabzını tutmaktadır.
Bu-gün geldiğimiz noktayı görüyor musunuz? Hayâtın içinde,
toplumun içinde, kavganın içinde bir sanat, edebiyat, felsefe, tefekkürden söz
ediyoruz. Bilgelikten söz ediyoruz. Kitab-ı Kerîm referans kaynağı değil,
Mevlana referans kaynağı. Kur’ân-ı Kerim referans kaynağı değil, İbn Arabi,
Said Nursi referans kaynağı. İsimleri çoğaltmak mümkündür. Bir-çok şahıs
referans kaynağı iken sâdece Kur’ân referans kaynağı değil. Tüm bunlarda bir
çelişki yok mu? Burada yapısal bir problem yok mu? Tekrâr ediyorum, İslâm
maneviyatçılıktan, Bâtınilikten, sezgicilikten ibâretse, Mevlana’yı da
okuyabilirsiniz, İbn Arabi’yi de okuyabilirsiniz, Said Nursi’yi de
okuyabilirsiniz. Oysa İslâm bunlara indirgenemez. O hâlde İslâm’ın bütün
boyutlarını bir-araya getiren bir bilincin oluşturulmasına öncülük etmek
gerekir. Bunu sizin kuşaklar yapabilir.
Bu-günün sorunları eski kalıplara sığmıyor. İbn Arabi’nin,
ya da Mevlana’nın, ya da Yunus’un, seküler diktatörlük gibi, seküler tahakküm
altında kalmak gibi sorunları yoktu. Bu-günün insanı bunları konuşacak ve
bunları tartışacak. Eğer arz ettiğin gibi İslâm bir Bâtınilikse, o zaman
hepimiz geçmişe dönelim. Dînî bir tercihte bulunmak demek geçmişe doğru yürümek
anlamına gelmez. Bu-günü siz yaşıyorsunuz. Neden geçmişe doğru yürüyorsunuz da
bu-günü daha anlamlı hâle getirmek için bir çaba, bir etkinlik içine
girmiyorsunuz, ya da girmiyoruz? Neden bu-günün bu büyük tartışmasında
yokuz? Büyük tartışmadan kastım; yâni İslâm târihten ne zaman, niçin, nasıl
çekildi ve yeniden târihe (kamusal alana) nasıl, ne zaman dönecek? Var mı böyle
bir kaygımız? Biz İslâm’ın târihe dönmesini mi istiyoruz, yoksa biz İslâm’ın
sâdece içimize dönmesini mi istiyoruz? Bu-gün geldiğimiz nokta şudur;
bu-günkü dindarlık biçimleri, seküler dindarlık, mistik dindarlık,
halk-dindarlığı olarak özetlenebilecek bir dindarlık biçimidir. Din-algısı
bütünüyle vulgarize edilmiştir ve gürûhun, kalabalıkların hoşuna gidebilecek
bir biçime dönüştürülmüştür. İslâm’i esaslar, temel kaygılar gündemimizden
çıkmıştır. Bunlarla ilgili hiçbir çabamız yoktur ve bu-günün târihine tanıklık
edebilecek hiçbir şekilde bir içerik üretiyor değiliz. Üretmiyoruz. Bunları
nasıl konuşacağımız etrafında bir çözümleme yapmak gerekiyor.
Alışkanlıkları norm hâline getiriyoruz. Gerçek normlar gündemimizde değil, alışkanlıkları norm
hâline getiriyoruz. Bunların hepsine isyân etmeliyiz. Kitab-ı Kerîm’in ruhuna,
vizyonuna, müktesebâtına, nasıl bir toplum, nasıl bir insanlık istediğine
ilişkin bir çözümleme yapmadıkça, Kur’ân-ı Kerim’i sonsuza dek okusanız Kur’ân’ın
size hiçbir katkısı olmayacaktır. Kur’ân okumak öyle kolay mı
sanıyorsunuz? Kur’ân-ı Kerim okumak Allah Tebarek ve Teâlâ hazretleriyle temas
hâlinde olmak, onu dinliyor olmak, ona âit olmak, onun için yapıyor olmak
demek. Bu öyle kolay bir şey değil. Ama biz
onu okumayı da çok mekanik bir şey haline getirdik.
Demokrasi sayıların gâlibiyetiyle ilgili bir konudur.
Sayılar hiçbir zaman hakîkatin ölçütü olamazlar ama müslüman düşünürlerin
geldiği nokta nedir; “Demokrasi nihâi bir mutabakat zeminidir” noktasına
gelmişlerdir. Demokrasi büyük bir puttur ve en büyük put-kırıcı mücâdeleyi
demokrasi ve insan-hakları kavramları etrafında vermek gerekirken biz bu-gün
hepimiz demokrasinin ve insan-hakları kavramının himâyesini seçtik. Bu bir
düşüşün ifâdesidir. Bundan daha büyük bir düşüş olamaz.
Müslüman halklar daha çok kısmî bir müslümanlık'la iktifâ
ediyor. Yine İslâm toplumlarında koşullara göre değişen, farklı çıkarlara
hizmet için kullanılan İslâm’i yaklaşımlar da var. İslâm’i cemaatler, muhâlefet
irâdeleri yok edilen, sistemle uyumlu kılınan, ehlileştirilmiş cemaatler olarak
varlıklarını sürdürüyor. Müslüman halklardan ılımlı olmaları isteniyor.
Ilımlılık, tavırsızlık, pasiflik, edilgenlik anlamına geliyor. Ilımlı İslâm’la,
güçsüz, ifâdesiz ve irâdesiz bir İslâm amaçlanıyor.
Her alanda, her konuda kendi yaklaşımlarımız, yorumlarımız,
çözümlemelerimiz olmalı. Kendimiz için, kendi Dünyâ-ahiret görüşümüz için var
olmalıyız. Küresel karar merkezlerinden bağımsız, düşüncelerimiz, tercihlerimiz
olmalı. Güçlü ve kuşatıcı bakış-açılarına ve ilgilere sâhip olmalıyız.
Akıntıyla birlikte değil, akıntıya karşı yüzmeliyiz. Gündemi dönüştürebilecek
düşüncelerimiz ve yanıtlarımız olmalı. Kamu-oyu algılarını etkileyebilecek
güçlü/zengin düşüncelerimiz/erdemlerimiz olmalı” der.
Abdurrahman Aslan modern dönemin müslümanların yaşantısına
soktuğu araçlardan bahsederken: “Onlarla düşünüyoruz, onlarla yaşıyoruz.
Modernite müslümanların hayâtını da yeniden kurdu. Zâten ideolojisi de odur: “Yeni
bir hayat kurmak.” Modernitenin kendinde taşıdığı hedefler ile ilkeleri ile
sâhip olduğu araçlar, yaşanan hayâtın sosyal karakterini derinden
değiştirmektedir.
11 Eylül’le berâber Amerika’nın Pakistan, Yemen, Fas, Tunus,
Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki medreselerin kapatılmasını istemesine; İslâm’ın
en eski kurumu sayılan El-Ezher’in müfredâtının değiştirilmesi için Mısır’a
baskı yapmaya itti; daha önemlisi küreselleşmenin lîderi olarak kendisiyle
uzlaşacak İslâm’ın yeni bir “versiyonunu” aramasına sebep oldu.
Burada küreselleşmenin İslâm’ı nasıl bir “Dünyâ’ya” katmak
istediği veya artık içinde yaşayarak zihinselleştirmeye başladığımız böyle bir Dünyâ’nın
nasıl bir özelliğe sâhip olduğu önem taşıyor. Katettiği süreçlerle kendini inşâ
etmeye başlayan bu “yeni” Dünyâ’nın belirgin vasfı, her şeyin temeline
relativizmi yerleştirmeye çalışmakta olmasıdır. Kendinden öncekine yüklendiği
tepkiyle, her şeyi relativist bir temel üzerinde yeniden anlamlandırmaya tâbi
tutma özelliği taşıyor. Bu yüzden relativist değerlerin dünyâsı bu-gün müslümanlardan
gerçekliği Popper’e, iktisadı Hayek’e göre düzenlemelerini; karşılaştıkları
bütün siyâsal/sosyal sorunlarının çözümünü neo-liberâlizmin içinde aramalarını
onlar için “kurtuluş” olarak görmektedir. Bu “telâkki” böylece müslümanların, İslâm’ın
kültürel bir “unsura” dönüşerek siyâsal/sosyal etkinliğinin olmadığı; buna
karşılık anayasaların, parlamentoların ve demokratik kurumların sözde işlerliği
olan toplumlar hâline gelmelerini sağlamayı ön-görmektedir. Bu durumda İslâm’ın
bir kültür kodu olarak “yerellik” kategorisi içinde kolayca yer alacağına
inanılmaktadır” der.
Protestan İslâm anlayışını oturtmak isteyenler
sürekli Mevlana/Yunus/İbn-i Arâbi vs. gibi sapık/heretik tasavvufî/bâtınî
görüşlerin temsilcilerini öne çıkarıyorlar ve bunu yapmakla sanki İslâm’ı öne
çıkarıyorlarmış gibi bir hava oluşturuluyor. Hâlbuki bunlar İslâm/Kur’ân-dışı
yorumların temsilcileridirler. Neden gerçek/samîmi/gayretli/eylemli ve hayâtını
Kur’ân’a adamış kişilerden hiç bahsedilmiyor? Tabi böyle kişilerden bahsedilse
planları boşa çıkacak. Çünkü bu kişiler târih boyunca tağutların yapmak
istedikleri şeytâni/pislik işleri deşifre etmişlerdir. Ali Bulaç:
“Mevlânâ, Yunus, Hacı Bektâşi, Ahmet Yesevi gibi
şahsiyetlerin referans gösterilmesine karşılık Ebu Hanife başta olmak üzere,
diğer mezhep imamları, Hasan Basri, Gazâli, Kurtubi, Mâturîdi-Eş'ari, İbn
Teymiye, Şâtıbi vb. müfessir, muhaddis, kelamcı ve fâkihin zikredilmemesi, asıl
amacın “Protestanlaştırılmış, post-modern (ne olsa gider), içi boşaltılmış ve
sonuç îtibarıyla modası geçmekte olan hümanizme hizmet eden bir din inşaı
projesi” olduğunu göstermektedir. İslâm,
insanın ferdî fikrî/rûhi hayatıyla ilgili olduğu kadar, maddî ve toplumsal
hayatıyla da ilgilidir” der.
Aşırı-anlama çalışmaları bâzı kolaylıklar
sağlasa da aslında idrak etmeyi, bilmeyi zorlaştırır. Bir-zaman sonra da
imkânsızlaştırır. Çünkü aşırı-anlama çalışmaları anlama/bilme noktalarını
fazlalaştırarak ve kafa-karışıklığı meydana getirerek karar verme ve tatmin
olmayı bloke eder ve imkânsızlaştırır. Artık ortada anlaşılamayan ya da sonsuz
anlamları olan bir Kur’ân (daha doğrusu mushaf) vardır ve düşünce birliği de
ortadan kalkmıştır.
Bilgi yetmez, bilgi ahlâkı da lazımdır.
Bilginin ahlâkı o şeyin gereğinin yerine getirilmesi, hayatta karşılığını
bulması ve böylece gerçek hayatta gerçekleşmesidir.
Atasoy Müftüoğlu:
“Emperyal ideolojik proje; kontrol etmek istediği,
istikrarsızlaştırmak istediği, toplumların/halkların düşünme süreçlerini ele
geçirerek istediği doğrultuda yönlendirebiliyor, bu toplumları/halkları kendi
çıkarları doğrultusunda kullanılabilecek bir noktaya sürükleyebiliyor. Emperyal
tahakküm sistemi, ideolojik manipülasyonlar yoluyla; ciddî bir dirençle,
muhâlefetle karşılaşmaksızın toplumlarımızı sömürgeleştirmeye devâm edebiliyor.
Emperyal böl-yönet politikaları, asılsız ve saldırgan ideolojik propaganda
karşısında, hiç bir şey gereği gibi eleştirilemiyor, sorgulanamıyor. Toplumlarımız
siyâsal içeriği olmayan bir kültüre sâhip oldukları için, her vesile ile
kolaylıkla manipüle edilebiliyor.
İçerisinde bulunduğumuz dönemde, İslâm-dünyâsında,
Türkiye’de de İslâm’cı algı/bilinç/proje ve yapılanmalara karşı, bu
yapılanmaları etkisiz kılmak üzere yeni bir kuşatma çalışması yapılıyor.
Kuşatmaları ruhumuzda hissetmediğimiz için, kuşatmaya karşı alınması gereken
önlemleri, tavırları konuşmuyoruz, Anlaşılması güç bir tevekkül anlayışı
içerisindeyiz, anlaşılması güç bir rehâvet içerisindeyiz. Hiç bir
rahatsızlığımızı dile getirmiyoruz, her kuşatmayı, saldırıyı bir kader gibi
kabûl ediyoruz. İslâm-dünyâsı ülkeleri/toplumları jeopolitik kimlikleri
olmayan, stratejik bakış-açıları olmayan ülkeler/toplumlar olarak yaşıyor.
Bağlı bulunduğumuzu iddia ettiğimiz bütün İslâm’i ilkeler, hayâtın
içerisinde hareket hâlinde ve hayatı düzenleyen ilkeler olmalıdır, İslâm’i
metinler, uygulanmayan ve üzerinde çalışılan metinler olmaktan çıkarılmalıdır.
Günümü-dünyâsında düşünceler/fikirler koşulları
belirleyemiyor, tam tersi olarak, koşullar düşünceleri/fikirleri belirliyor.
Koşullar tarafından belirlenen fikirler/düşünceler gündeme alınırken, bağımsız
fikirler düşünceler ilgi görmüyor.
Her iki Batı, Avrupa ve Amerika modern târihte yalnızca İslâm
devriminden şiddetli rahatsızlık duymuşlardır. Onları rahatsız eden bir başka
olay yoktur. Çünkü 1979’da İran’da yapısal bir değişim olmuştur. İran’da
târihin son beş yüz yılının görmediği yeni bir şey olmuştur. Yâni bu meydan
okuma yeni bir değer-sisteminin ortaya çıkışı demektir. Yeni bir politik sistemin
ortaya çıkışı demektir. Yeni bir dünyâ-görüşünün ortaya çıkması demektir. Yeni
bir hayat-tarzının ortaya çıkması demektir. Hâlbuki Batılılar İran’da devrim
gerçekleştiği dönemde târihin sonunu konuşuyor idiler. Târihin sonunu konuşmak
demek neo-liberâl, kapitâlist, demokratik dünyâ-görüşünün nihâi zaferi anlamına
geliyordu. İslâm devrimi gerçekleşince onlar târihin sonuna gelinmediğini dehşetle
düşündüler ve artık bu defâ yeni bir devrim olmaması için ne yapılması
konusunda çok yoğun çalışmalar yaptılar. Ve sonunda çözümü de buldular. Yeni
bir devrim olmaması için yapılması iktizâ eden şey, dünyâ-müslümanlarını
devrimin şiiliğe özgü bir îcat olduğuna iknâ etmeye çalıştılar. Evet devrimi
Şii’liğe özgü olduğuna iknâ etmenin yanında, sünni müslümanlara, sünniliğin
devrimci bir düşünce içermediğini, değişim ve dönüşüm düşüncesini içermediğini,
sünniliğin statüko ile birleşmek demek olduğunu, konformizm ile bütünleşmek
demek olduğunu, sünniliğin aynı-zamanda her-hangi bir toplumun
istikrarsızlaştırılması durumunda, her otoriter rejimi kabûle müsâit olduğunu,
yâni istikrardan yana olduğunu ve istikrar için her türlü otoriter rejimi
kabûle müsâit olduğunu telkin etmeye başladılar.
Noam Chomsky “Kader Üçgeni” adlı kitabında, bu-gün
geldiğimiz noktayı özellikle seksenli yıllara ilişkin bir-takım örnekler
vererek anlatır. Yeni bir devrim olmaması için ne yapmak gerekir, sorusunu
sormaktadır. Yeni bir devrim olmaması için Amerika, Mısır, Türkiye ve Suudi
Arabistan arasında bir-takım temasların olduğuna dâir bilgiler verir. Bu-sırada
şu noktaya atıfta bulunur. Yeni bir devrim olmaması için ilgili ülkelerde müslümanların
devletçi, ulus-devletçi bir İslâm anlayışının, milliyetçi ve mezhepçi bir İslâm
anlayışına kazandırılması, dönüştürülmesi gerektiği noktasında bir mutâbakat
hâsıl olur. Yâni artık ulus-devlet dinden daha kutsaldır, milliyet dinden daha
kutsaldır ve mezhep dinden daha kutsaldır, şeklinde, Amerika öncülüğünde,
Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır arasında gerçekleşen bir mutâbakat ortaya
çıkar. 1981’li yıllardan söz ediyoruz. Evet, böyle bir çalışma yaparlar. Ve
bunlar önlemler alırlar ve ilgili ülkelerde milliyetçi, devletçi ve mezhepçi
din-adamları yetiştirmeye çalışırlar. Nitekim bugün ulus-devletlerin takdis
edildiği her ülkede ulus-devletin çıkarları, İslâm’ın çıkarlarından öncedir.
Auto Control kitabında Brzezinski, bu tür bir
din-anlayışının İslâm toplumuna kazandırılması için Amerikan kongresinde
milyarlarca dolar para ayrıldığını söylemiştir. Yâni müslümanların ne tür bir
dîne inanacakları noktasındaki çalışmaların mâliyeti Amerikan kongresi
tarafından finanse edildiğini nakletmektedir. Biz şimdi sürekli olarak medya
uyuşturucuları aldığımız için olayları bütün boyutları ile göremiyoruz, bütün
boyutları ile nüfûz edemiyor, bütün boyutları konuşmuyoruz. Herkes sâdece kendi
boyutunu konuşuyor.
Sürekli naslara atıf yapan müslümanların, Kur’ân ve sünnete
atıf yapan müslümanların yine Türkiye örneğinden yola çıkarak şunu düşünmeleri
gerekir. Bizim sürekli atıfta bulunduğumuz Kitab-ı Kerim, Kitab-ı Mecid referans
kaynağı olmaktan çıkarılmıştır. Peki yerine ne ikâme edilmiştir, demokrasi
referans kaynağı edinilmiştir. Kapitalizm, sekülarizm referans kaynağı haline
getirilmiştir. Kur’ân ve Sünnete atıfta bulunan bir topluluk eğer samîmi ise ve
kendisini İslâm’a nispet ediyorsa, bütünüyle İslâm’a nispet ediyorsa, yapması
gereken bir şey vardır. Kendisini İslâm’a nispet eden bir topluluk, seküler
bilginin tahakküm üreten iktidarına karşı, seküler bilginin müslümanları
araçsallaştıran iktidarına karşı ne yapması gerekir? bir meydan okuması
gerekir, reddiye gerçekleştirmesi gerekir. Çünkü İslâm ile sekülerizm arasında
büyük bir uçurum vardır. Şu-anda müslümanların sekülerizm ile uzlaşması demek,
uçurumla uzlaşması, büyük bir uçurumla uzlaşması demektir. Bu iki kavramı ya da
dünyâ-görüşünü bir-arada değerlendirmek asla ve kata mümkün değildir. Çünkü
sekülerizmin İslâm-dünyâsı toplumlarıyla temâsına ilşkin hiçbir İslâm’i gerekçe
bulunamaz, savunulamaz ve meşrûlaştırılamaz.
Bu-gün Kur’ân’a ve Sünnete atıf yaparak çalışan bütün
gurupların şunu düşünmesi lazım; sekülerizm Türkiye’de referans kaynağıdır,
fakat İslâm referans kaynağı değildir. İslâm bu-gün sâdece folklördür folklör,
o kadar. Evet İslâm Türkiye’de yalnızca bir folklördür, çünkü, kapitâlizm bir
belirleyicidir, bütün kavram ve kurumları ile tahakküm edicidir. Sekülerizm
bütün kavram ve kurumları ile tâyin edici ve belirleyicidir. Neo-liberâlizm,
demokrasi bütün kavram ve kurumları ile tâyin edici ve belirleyicidir. Fakat İslâm
hiç-bir kavramı ile tâyin edici ve belirleyici değildir. Yâni İslâm bu hâli ile
sâdece folklorik olarak durmaktadır. Bu-gün Türkiye’de kendilerini Kur’ân’a,
İslâm’a nispet edenlerin, neden İslâm’ın hukukuyla, emir ve nehiyleri ile amel
edemiyoruz ile ilgili bir rahatsızlıkları olmalıyken, yoktur. Neden İslâm’i
eğitimi hayâta kazandırmak gibi bir çözümleme üzerinden çalışmıyoruz. Neden
hayâtın her alanında seküler bilginin tahakkümüne boyun eğmiş durumdayız, diye
sorgulamaları gerekirdi. Seküler hukuk, seküler eğitim, seküler siyâset, kapitâlizm
gibi her şeyi metalaştırdığı gibi dîni de metalaştırıyor. Kendilerini İslâm’a
nispet edenlerin hiç değilse dînin metalaştırılmasına, pazarlanmasına, bir
ticâret nesnesi hâline getirilmesine îtiraz etmeliydiler. Ama buna îtiraz
etmiyorlar. Dînin neo-liberâlleştirilmesine, enitinkors, yâni her şey mübah
anlayışına îtiraz etmeliydiler. Türkiye’de fuhşiyat ve münkerât özgürdür fakat İslâm
özgür değildir. Fuhşiyat ve münkerât neo-liberâl anlayışın himâyesindedir.
Meselâ bu-gün Türkiye’de ahlâkı savunan İslâm’i çevreler bir cümleyi kurmak
liyâkatine sâhip değildirler. “Bu ahlâki değildir” diye bir cümle
kuramazsınız, ancak “bu demokratik değildir diye bir cümle kurmak zorundasınız”.
Dolayısıyla, sürekli olarak naslara atıfta bulunarak kendilerini ifâde eden toplulukların
evvela nasların dilini özgürleştirmeleri iktizâ eder. Bu dilin özgür olduğunu
iddia edemezler. Bu dilin kamu-oyuna yönelik hiçbir iddiası yoktur. Kişisel
anlama yönelik iddiaları olabilir, fakat kamûsal alana yönelik, kamûsal alanın
değiştirilmesine yönelik bir iddiası yoktur. Bu-gün Türkiye’de kamûsal alanı
biçimlendirmeye yönelik programlı bir çalışma ve bir proje yoktur. Evet, durum
budur. Bu-gün Türkiye’de müslümanların gündeminde, kamûsal alanın İslâm’i
temeller noktasında dönüştürülmesi hakkında hiç bir projesi yoktur.
İslâm’i ilgilerimiz, bağlılıklarımız, çabalarımız, târihi
metinlerde, arşivlerde, kütüphânelerde, araştırma merkezlerinde kapalı tutulan,
İslâm’ı araştırmaktan, İslâm’a nisbet ettiğimiz folklorik gösteriler
sergilemekten öte geçmiyor” der.
Abdurrahman Arslan: “Modernizm zihinlerimizi inşâ etti. Biz
Dünyâ’ya müslümanca bakmıyoruz. Müslümanız, fakat modernler gibi bakıyoruz,
seküler bakıyoruz. Baktığımızda da tabî olarak onlar gibi anlam çıkarıyoruz. Bu
Dünyâ’yı çok meşrû görüyoruz, hayâtın kaçınılmazı olarak telakki ediyoruz, şu
olmazsa hayatımız yürümez diyoruz, bir sürü şey söylüyoruz. Ama sâhiden böyle
midir yâni?! Sorunlara bakış biçimimiz tek bir ideoloji, pozitivist temel
üzerinden kuruluyor. Benim bunun dışında bir tercihte bulunma hakkım var mı?
Yok.
Unutmamak lazım ki, zihin bir boşlukta değil; içinde
faaliyet gösterdiği sosyo-kültürel ortamda şekillenir. Kişi içinde bulunduğu
sosyo-kültürel ortamdan bağımsız düşünemez. Bu tabî ki büyük nispette zihni
kendi-başına bırakırsan böyle olur. Bu-gün olduğu gibi o ortama uyum göstermek
için çaba sarf ediyorsanız, o ortamda şekillenir ve ondan gelen kirlilikleri
pek fark etmezsiniz. Akıl bize hükümler çıkarmada yardımcı olur; ama bunları,
şekillendiği sosyo-kültürel ortamdan hareketle oluşturur. Dolayısıyla akıl
boşlukta oluşmaz; dış-dünyâyı yorumlamamızda bize öncülük eden zihniyet
kendiliğinden meydana gelmez; bizim doğarken berâberimizde getirdiğimiz bir şey
değildir. Yaşadığı ortamda hem algılar hem de tepki verir; yâni bir-yandan
yargılara varır, bir-yandan da kendini inşâ eder. Dolayısıyla kirlenmiş malzeme
aklı inşâ ettiğinden dolayı, size doğruyu söylemede yanlış hareket eder”
der.
“İslâm zâten “belirleyici” değildir”
diyenlerin dînine de şerefine de şimdiden..
Ramazan
Yazçiçek:
“Bilinmelidir
ki bütün kavramlar kendi felsefî zemininde doğar ve gelişir. Kavramlar, başka
yere tarafsız olarak taşınmaz, aksine kendi kasıtları doğrultusunda değiştirip
dönüştürmeyi hedeflerler. Kavramların dönüştürücü etkisinin farkında olan
sistemler, kavramsal alandan başlattıkları deformasyonun etkilerini sosyal
hayâta taşıyarak sürdürmek isterler. Nitekim bu müdâhalenin bir-çok kavram
üzerinden yapıldığını görmek mümkündür. Bu sebepten, İslâm’a âit kavramları
seküler aklın kuşatması altında okumak ve anlamlı sonuçlara varmak mümkün
olmadığı gibi, modern kavramların da uhrevî îman zemininden kalkılarak doğru
tanımlanması mümkün değildir” der.
Aslında
yapılan, tersinden Kur’ân’ın anlaşılamazlığını ortaya koymaktır. Klâsik kesimin
“28 tâne ilim bilinmeden Kur’ân anlaşılamaz” dediği gibi, “28 tâne ilim bilmek”
aşırı-anlama çabasınında bir konusudur.
Hikmet Ertürk bu konuda şunları söyler:
“Bu-gün insanların Kur’ân ile buluşmasında, vahiy ile nefislerini arındırmasında ve hayatlarını Allah’ın âyetleri ile yönlendirmesindeki en önemli engellerin başında “Kur’ân’ın herkes tarafından anlaşılamayacak bir kitap olduğu” ön-yargısı
gelmektedir, bu
listenin devâmı da vardır. Kişilerin Allah’ın vahyi ile doğrudan
muhâtap olmasının önüne bir-sürü şart koyulmuş: Çok iyi bir arapça bilgisi; tefsir usûlü, hadis ve hadis usûlü, fıkıh usûlü, nüzûl sebepleri,
muhkem/müteşâbih, nasih/mensuh âyetler bilgisi, İslâm târihi, İslâm
düşünürlerin klâsik eserleri, câhiliyye şiiri, arap edebiyatı, arap ve orta-doğu
târihi, siyâset, ekonomi, fen bilimleri...
Tüm bu alanlarda
detaylı bilgiye vâkıf olmadan Kur’ân’ın
sıhhatli bir şekilde
anlaşılamayacağı kesin ifâdelerle ileri sürülerek, âdetâ insanlar Kur’ân’dan uzaklaştırılmaktadır.
Kur’ân’ın anlaşılmayacağı, anlayabilmek için ciltler dolusu kitap
okumak gerektiği şeklinde ileri sürülen görüşleri; “Biz onları anlayasınız diye indirdik” (Yûsuf
2) âyeti ve şu âyetler reddetmektedir:
“Akledesiniz diye
indirdik” (Zuhrûf3).
“Güçlük çekesin diye indirmedik” (Tâ-hâ 2).
“Öğüt alasınız
diye kolaylaştırdık” (Kamer,17, 22, 32, 40)”.
Sürekli olarak “acaba ne denmek istendi”;
“bundan maksat nedir”; “allâmelere sormak lazım” vs. gibi çabalara giriyorlar. Kur’ân,
bu tarz endişelere kapılmayı gereksiz görür. Dediğimiz gibi, o herkesin
anlayabileceği bir kitaptır. Zâten insana inmiştir. Sorun, anlama meselesi
değil, yapıp-yapmama meselesidir.
Ahmet
Kalkan:
Îman, gönüllerde
pasif bir inanış, vicdanlarda hapis hayâtı yaşayan kuru bir inanç değildir. O
bulunduğu kâlbi ve kalıbı ihyâ ettiği gibi, çevresini de başta şirk ve Hakk’a
isyân olmak üzere her türlü pislikten arındırmaya çalışan bir ıslah
hareketidir. Mü’minin en temel özelliğinden biri, sâlih amel sâhibi olmasıdır.
Sâlih amel, insanın hem kendini hem toplumu ıslah edecek davranışları Kur’ân
ölçüsü içinde yerine getirmektir. İnsanın kendi içindeki câhiliyye ve fesâda
meyille mücâdelesinden başlayarak çevresindeki fitne ve fesâda karşı İslâm’i
tavrıdır sâlih eylemler.
Her türlü
puta tapıcılığı, şirkin tüm çeşitlerini, tâğutun bütün görüntülerini, sahte
ilâhların egemenliklerini reddetmeden yalnız Allah’a kulluk
sergilenemeyecektir.
İslâm, hiç-bir zaman
nazarî inanç ve bir-takım ibâdetlerden ibâret değildir. Bir yandan bir-takım
ibâdetler yapmak, diğer taraftan da fiilen mevcut olan câhiliyye toplumunun
faal bir üyesi şeklinde çalışmak bir-arada bağdaşamaz.
İslâm adına gerçek
bir çalışma şu şekilde olur: Muslihun (ıslahatçı olanlar), Rablerine ibadette
kimseyi ortak koşmayan (Kehf 110), Allah’ın kitabına sımsıkı sarılan (A’raf
170), cehâlet ve kötülükten arınmaya çalışan (İsrâ 9), mü’min kardeşlerinin
arasını ıslah eden (Hucurât 10), resûllerin canından önce kendi canlarının
kaygısına düşmeyip Allah yolunda susuzluğa, açlığa, yorgunluğa hazır olan
(Tevbe 120), iyiliği emredip kötülükten sakındıran ve hayır işlerine koşan
(Âl-i İmran 114), Allah'a çağırıp ben müslümanlardanım diyen (Fussılet 33)
kimselerdir.
Hucurât sûresinde; “Allah
yanında sizin en üstününüz en takvâlı olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır”
(Hucurât 13) buyurulurken, Nisâ sûresinde; “Allah, mallarıyla ve canlarıyla
cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Allah mücâhidleri,
oturanlardan çok büyük bir ecirle fazîletli kıldı” (Nîsâ 95) buyurulmaktadır.
Zümer sûresinde ise üstünlük konusunda şöyle denilir: “Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 9). Demek ki bilenler, yâni âlimler bu âyete
göre üstün ve fazîletli kimselerdir. Bu üç âyette üç ayrı şahsiyetin fazîleti
ifâde edilmektedir. Peki, en kıymetli kimse, Kur’ân'a göre kimdir, düşündünüz
mü? Yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak cevaplayabiliriz: Takvâ sâhibi, cihad
eri âlim. Ya da ilim erbâbı, müttakî mücâhid. Veya cihad rûhuna sâhip, ilimde
derinleşmiş, müttakî gönül adamı.
Bilindiği gibi, takvâ
kalptedir; ilim kafada, cihad da bilekte, kas gücünde. Fazîletin esâsı, bu üç
gücü dengeli bir şekilde birleştirmektedir. İlim olmadan kaba kuvvet, sâhibini kolayca
zâlim ya da terörist yapabilir. Takvâ olmadan bilgi, hattâ vahye dayalı ilim
bile müşrik düzenin destekçisi Bel'am yapabilir kişiyi. İlim olmadan da takvâ
gerçekleşmez. Çünkü Allah “Kulları içerisinde ancak âlimler, Allah'tan
(gereğince) korkar” (Fâtır 28) buyurmaktadır. Dolayısıyla öğrendikleri,
kişiyi Allah'tan, daha fazla huşû ile korkutup takvâya meylettirmiyorsa,
öğrenilenler ilim; öğrenen kişi de âlim değildir.
“Kalp sağlam olursa
bütün vücut sağlam olur” diyordu Allah'ın Resûlü. Kâlbi/îmânı
sağlamlaştırmalıydı her şeyden önce. (Kâlbin
sağlam olması takvânın sağlam olmasıdır. Takvânın yeri kâlptir zîrâ H.G.).
Allah nazarında
en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu
dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen kimsedir.
Bugün İslâm’i çalışma
yapanların başarısızlıkları, saâdet asrının yıldızlarına çağdaş ayna olamaması,
bu altın sentezi yapamamaları, bu bütüncül bileşim için ciddî gayret
göstermemeleriyle ilgilidir. Bileği güçlü ve cesâreti, ya da maddî imkânı olan
müslümanın ilmi yetersiz kalmakta; dışından takvâ sâhibi olduğu zannedilen
kişiler, ellerine gücü, kafalarına bilgiyi yerleştirememektedirler. Âlim
zannedilen kişilerin çoğu ise, cihad rûhuna yeterince sahip olamadıklarından,
korkup İslâm’ı ketmetmekte/gizlemekte, kafaları kadar gönüllerini doldurmayı da
düşünmemekteler. Fili olduğu gibi tanımlaması gerekenler, tuttuğu parçayı
fil zannetmekle kalmamakta, başkalarını da bu organın fil olduğuna inandırmaya
çalışmakta, hattâ gözü açık olanların da bu körebe oyununa katılmasını
istemekteler.
Günümüzde istismâr
edilmeyen kavram kalmamış, ifrât veya tefrîte kurbân edilmeyen erdemden söz
edilemez olmuştur. Fetihle işgâl, ıslâh ile ifsâd, amel-i sâlih ile eylem,
cihad ile terör, huzur ile anarşi, özgürlük ile başıboşluk, sabır ile zillet,
tedbir ile korkaklık, cesâret ile delilik, tedrîcilik ile ihmâlkârlık, ilim ile
faydasız bilgi, takvâ ile şekilcilik, tebliğ ile propaganda, dâvet ile
çığırtkanlık, denge ile aşırılık, istikrar ve sebat ile anlık heyecan ve geçici
heves birbirine karıştırılmıştır. Gönül, kafa ve bileklerin dengeli
beslenmediği ve birbirleriyle uyumuna önem verilmediği ortamlarda bu
karışıklıktan başka bir şey beklemek zâten cehennemde saraylar aramaya kalkmak
demektir” der.
İnanç bir kenara atılıyor ve onun yerine
düşünce/anlama ortaya konuyor. Çünkü düşünülüp/anlaşılıp yaşanan hayatlar ki bu
hayatlar batı-güdümlü hayatlardır, yaşanan hayatlarla örtüşüyor. Fakat îman ile
örtüşmüyor. Yaşadıkları hayat ile inançları çelişik. Savaşmaktan çekinen yada
daha gerçekçi konuşmak gerekirse korkan müslümanlar! inançtan daha çok, mevcut
hayatla barışık olan ve zâten kaynağını da oradan aldıkları anlama/düşünme
çalışmalarına yöneliyorlar. Bu çalışmalar inanca/îmana dolayısı ile İslâm’a
uygun çalışmalar değildir. Çünkü yaşadıkları hayat, düşünceleriyle/inançlarıyla
örtüşmüyor.
BATININ OYUNLARI ve
SONUÇLARI
Hikmet Ertürk:
“Son dönemlerde Müslümanlar arasındaki tartışmaları
dikkatlice izlediğinizde, geçmişteki tartışmalardan çok da fazla bir şeyin
değişmediğini göreceksiniz. Bu belki de yıllardır değişmeyen “hâkim
iktidar/zihniyet çizgisinde İslâm’i söylem” geliştirmenin daha fazla kalabalık
demek olduğu gerçeği ile orantılı bir durum. Zâten kendisini İslâm’a âit
hisseden, öyle anlamlandıran bir-çok kesim iktidar-dışı bir söyleme hiç sâhip
olamıyor. Daha doğrusu kendilerinden gördükleri iktidârı koruyup-kollama yönünü
tercih ediyorlar. Sonrasında da o bildik ders faaliyetlerine, Kur’ân
okumalarına devam edip duruyorlar.
Benim dikkatle müşâhede ettiğim konu ise müslümanların
siyâsi bir bilinçten çok yoksun olduğudur. Bir-türlü Dünyâ’da olup-biten
şeylere ilgi duymuyorlar. Zihinsel olarak kuşatıldıkları sözcüklerin üretildiği
yerleri anlamlandıramıyorlar. Mücâdele alanının asıl buralar olduğu konusunda
bir fikre sâhip değiller. Sonrasında İslâm diye başka bir şeyleri yaşamayı
inançlarının bir parçası gibi görüp sâhipleniyorlar.
Genelde bu tarz
kavramların manipüle edildiği, en azından bizi etkileyen yer Batı’dır.
Batı’nın, bu şekilde manipüle ettiği pek-çok
kavram vardır. Bunlardan biri, örneğin “azınlık”
kavramıdır. Bu kavramın içi, ABD’nin, Avrupa Birliği’nin lokomotif ülkelerinin
(Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin) değişen ihtiyaçlarına göre boşaltılıp
yeniden dolduruluyor. Uydurdukları, bizim yarı-aydınlarımızın üzerine
balıklama atladıkları, ağızlarında pelesenk ettikleri bir diğer kavram da “çok-kültürlülük” veya “mozayik” yutturmacasıdır. Emperyalist
ülkeler bununla ”farklılıkları
ayrılıklar hâline getirme”ye, bu yoldan da başka
ülkeleri zayıflatıp çökertme hedefine ulaşmaya çalışıyorlar. Küreselleşme kavramı da öyle… Bu
görüş, Batılı sözde bilim-adamlarının, Derin Merkez’in çıkarlarına uygun olarak
oluşturdukları, gerçekte “yeni emperyalizm”i maskelemeye yönelik bir
ideolojinin ta kendisidir. Bir politika olarak “Washington Uzlaşması” da öyledir. Bizim sözde aydınlarımız sanki
bilimin zorunlu bir ürünüymüş gibi gözü-kapalı atlamışlardır bütün bu “maksatlı
ve tuzak fabrikasyonlar”ın üzerine.
Demokrasi kavramı da bu tarz kavramlardan bir
tanesidir. Türkiye’de ABD’den, Avrupa’dan estirilen rüzgârlarla dokunulmaz,
yüce bir kavram hâline getirilmiştir demokrasi kavramı. Oysa “derin merkez”;
çevre ülkelerine “liberâl demokrasi” adı altında, sâdece emperyalist sömürüye
hizmet eden bir tür “demokrasi düzeni”ni, iç-bedhahlarla iş-birliği yaparak
uygulatmayı bir strateji olarak benimsemiştir. Demokrasi bu yüzden, her şeyi
ile, bir-çok sonucuyla bizden çok ‘çirkin Batı’nın çıkarlarına hizmet
etmektedir.
Bizim dışımızdaki gerçek olan Dünyâ’da tüm
bunlar yaşanırken bizler ise hâlâ Kur’ân’da açıkça ifâdesi bulunan bir-çok
hükmü hayâtımızda yaşanır kılıp yolumuza devam etmemiz gerekirken, bu hükümlerin
anlamları üzerinde hattâ arapça kelimelerin kök-anlamları üzerinde tartışmalar
yapıyoruz. Sonrasında bazı Kur’ânî ifâdeler anlam olarak da değişmiş oluyor. Fakat biz o âyetleri nasıl düşünür nasıl
anlamlandırırsak-anlamlandıralım her-hangi bir faydayı hayâtımızda görünür
kılamıyoruz. Bu-arada zaman sürekli bizim aleyhimize işliyor. Çünkü bizler hâlâ
gerçek anlamdaki kavganın ne olduğunu kavramış olmuyoruz.
Bu içeriksiz tartışmalar zamanla genç nesil
üzerinde İslâm’i yaşayıştaki heyecânın da kaybolmasını sağladı. Yeni
genç nesil müslümanlar sâdece kendileri açısından bilgi edinmeye başladı. Almış
oldukları bilgilerin bir başkasını düşünen yanı bulunmuyor. Sâdece tartışıp,
karşısındaki arkadaşı üzerinde üstünlük kurmaya çalışıyor. Hayatlarında İslâm’a
dâvet etme gibi bir sorumluluk bulunmuyor.
Şimdi olaylara şöyle bakabiliriz. Kur’ân’da
yapmamız gereken hükümler gerçekten anlaşılmıyor mu? Neden anlaşılan
hükümleri yaşayarak yol almayı düşünmüyoruz? Öyle anlaşılıyor ki
birbirlerimize üstünlüğümüz takvâ ölçüsü olmaktan çıkmış, kelimelere verdiğimiz
anlamların kavgalarına dönüşmüş” der.
Mustafa İslamoğlu Yahudileşme temâyülünün
belirtisini şöyle açıklar:
“Ortada yapılacak bir iş dururken, o işi yapmak
için kolları sıvamak yerine soru sormaya başlamak Yahudileşme eğilimin ilk
belirtileridir”.
Batıyı
en çok korkutan şey, İslâm’ın kendine has bir dünyâ-görüşünün, hayat-nizâmının
olmasıdır. Bu, batı dünyâ-görüşüne, tek-tipleştirmesine çok güçlü bir alternatif
olduğundan, açığa çıkması hâlinde batıyı yok edecek olan bu sistemi örtmek ve
boğmak istiyorlar. İşte esas konuşulması gereken şey budur. İslâm’ın bir dünyâ-görüşü
olduğunu söylemek ve bunu hayâtın tam orta yerinde uygulayarak göstermek.. Âlim
denilen kişi bunu yapmalıdır. Bunu yapmayanlar ya câhildir ya da şirkin çocuğu
olan Bel’amlardır.
Ahmet
Kalkan:
“Onlar kâlbimiz
temizdir” diyerek kendilerini aldatmaktadırlar. Hayatlarına, dinlerine göre
yön vermek yerine, hayâtın içinde buldukları şeyleri kendileri için din hâline
getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm
adına sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına
laiklik... İslâm’ın neyi kabûl edip neyi kabûl etmediğini nerede ise Allah’ın
rızâsı değil; çağın îcapları tâyin etmekte ve de çağın îcaplarına göre te’vil
edilmek sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.
Elbette Kur’ân-ı
Kerim, kıyâmete kadar bâki kalacağına göre, çağın getirdiği yeniliklere karşı İslâm’ın
mesajı olacaktır. Müslümanların bilgileri ve tecrübeleri geliştikçe Kur’ânî
anlayışları da gelişecektir. Ancak, burada çağın gereklerinden yola çıkarak Kur’ân’ı
te’vil etmek değil; Kur’ân’dan yola çıkarak çağı yorumlayıp onu meşrû bir
yoruma tâbi tutmak zorundayız. Reddettiğimiz şeyin doğrusunu, savunduğumuz
şeyin delillerini ortaya koymamız gerekir.
Türkiye ille de laik
olacaktı ya, devlet değişmeyeceğine göre, din devlete uymalıydı. Batılı anlamda
bir laikliği mümkün kılmak için imamın papaza, câminin kiliseye, Kur’ân’ın da
İncil’e benzemesi gerekiyordu. Bütün gayret de onun için. Yâni, hristiyan gibi
(hattâ dinsiz gibi) yaşayacak, yine de müslüman gibi ölüp törenle müslümanca
gömülecektiniz. Âhiret, dînin alanına girdiği için, öldükten sonra imama
teslim olacaktınız; yaşarken Sezar’lara, tanrının tüzel kişilik kazanmış hâli
olan iktidar irâdesine! Bu, aslında laiklik filan değil; doğrudan-doğruya
din düşmanlığı idi aslında.
Bugün okullarda
öğretilen mecbûrî din ve aynı şekilde câmilerden halka empoze edilmeye
çalışılan, yine dinde reform gayreti sâhiplerinin yaymaya çalıştıkları sahte
bir din söz-konusudur. Bu sahte dinle bırakın müslüman olmayı, hristiyan
olmak bile mümkün değil. Hattâ dinsiz bile olunamaz, ancak din düşmanı
olunabilir. Bugün hristiyan misyonerliğinden daha korkunç olan; radyodan,
TV’den, kimi bürokratların, sözde aydınların ağzından kafasını uzatan şeytanın
tebliğ etmeye çalıştığı bu sahte dindir.
Amaç, devletle uyumlu
yeni bir müslüman(!) tip yetiştirmek. Yeni Türk müslümanının standartlarını
düzen ve kemalist ilkelerle tesbit edip TSE damgalı bir din oluşturmak. Bu
standartların dışındaki dîne “irticâ” damgası/yaftası vurarak onu yasaklamak.
Cumhuriyet çocuğu, demokrat, laik, Atatürk ilkelerini benimsemiş, Türk
standartlarına uygun, düzenle uyum içinde, etliye-sütlüye (tabii zâlimlere ve sömürücü
tâğutlara) karışmayan müslüman(!) vatandaşlar yetiştirmek.
Dünyevî talebi
bulunmayan, içi tümüyle boşaltılmış, hristiyanvari bir kimliğe büründürülmüş;
Dünyâ’yı Sezarlara, tiranlara, tâğutlara, laiklere, demokratlara terk etmiş bir
İslâm anlayışı, teori olarak topluma kabûl ettirilmekte ve pratikte gerçek
dînin hâkim olmasına müsaade edilmemektedir. Câmileri kileseye, Diyânet mêmuru
imamları papaza, hayâta bakışı hristiyanlığa benzetilen bir din... Böyle bir
müslümanlık, Allah’ın dîni olan İslâm değildir” der.
Pragmacı yaklaşımın ekseriyetle İslâm’i
kavramları anlam kaymasına uğrattığı, hattâ hedefine ulaşmak için nasları
gerçek anlam-zemîninin dışında konumlandırdığı bilinmektedir. Bu yaklaşımla dînin
belirleyen değil, fütûrsuzca belirlenen olarak konumlandırılması, paradigmanın,
dinî değil teo-politik olduğunu göstermektedir. Nitekim İslâm siyâsaldır ve
siyâsal hedefleri olan bir dindir. Çoğulcu paradigma ise bir taraftan “siyâsaldan
soyutlanmış bir İslâm-anlayışı” talep ederken, diğer taraftan “İslâm’a, İslâm’i
olmayan farklı siyâsal roller” dayatmaya kalkışmaktadır.
Nihâi/kesin hedef kâlplere yerleşmediğinden dolayı
sonsuz ara-hedefler gündemi meşgûl edip tüketiyor. Hâki Demir:
“Vâr-oluş sürecindeki akışın mutlaka “bütünlük” hedefine doğru yönelmesi,
nihâi hedefin bulunamaması veya ulaşılamaması ihtimâllerinde ara-hedeflerde
tükenmeye yol açar. Özellikle de nihâi hedefe dâir rûhun verilerine ulaşamamış,
onları sezememiş olan anlayışlar, ara-hedefleri nihâi hedef zannetmek gibi
hatâlara mahkûm olmaktadır. İdrâk zâfiyetinden kaynaklanan hedef belirleme
hatâlarının nihâi hedefe yönelebilmek konusundaki şuuru üretememiş olması
ihtimâli insanlık târihi boyunca kendini göstermiştir.
Nihâi hedefin aranıp bulunacak ve bulunduktan sonra anlaşılacak bir
menzilde olmadığı, böyle bir yol izleneceği düşünüldüğünde bilim ve felsefe
dâhil sonu gelmeyen bir faaliyet-zinciri boyunca sayısız ihtimâli taramak
zorunda kalacağı ve buna rağmen nihâi hedefe ulaşma imkânını garanti
edemeyeceği, içinde bulunduğumuz çağda anlaşılmaya başlanmıştır.
İnsan ırkının ezeli endişesi ve yolculuğu olan vâr-oluş sürecinin
ana-caddeden saptığının en büyük örneklerinden birisi madde ile ilgili
ara-hedefteki patinajıdır. Maddenin, hayâtın ve hayat-alanının kaynağı olduğuna
dâir anlayış onu sonsuzlaştırmış ve vâr-oluş sürecindeki nihâi hedef hâline
getirebilmiştir. Özellikle ihtiyaçların görünür olanları ve têmin imkânının
standardize edilebildiği türleri olan maddî ihtiyaçlar, süreci “madde”
ara-hedefinde sonlandıran ve kilitleyen önemli bir faktör olabilmiştir” der.
Aşırı-anlama çalışmalarında zannî
sonuçlar çıkıyor. İslâm “sanmak” ile olmaz, “bilmek ve yaşamak” ile olur.
Aşırı-anlama mensupları Kur’ân’ı zihnî
bir zevk-aracı hâline soktular. Kur’ân’ın yoluna uymak yerine Kur’ân’ı kendi
yollarına soktular. Çalışmalarını Kur’ân’ın istediği gibi yapmak yerine kendi
isteklerine uygun olarak yapıyorlar. Kur’ân kimsenin babasının malı değildir.
PARÇACI OKUMA YANILGISI
Kur’ân “anlaşılmaz” derken araştırılamaz
demek istemiyorum. Kur’ân’ın en iyi tefsirini yine Kur’ân yapar. Bir konuda
bizi zorlayan ya da açıklayamadığımız bir âyeti, o âyetlerin kelimelerinin/harflerinin
içinde değil, Kur’ân’ın diğer âyetlerinde/sûrelerinde aramalıyız. Kur’ân’ın
bütünsel okumasıdır bu.
Sûreleri, âyetleri, kelimeleri hattâ
harfleri didik-didik ederek onlarda olmayan anlamları bulmaya çalışmak, bunun
için arap grameri uzmanı, Dünyâ dilleri uzmanı, arapça dil-dâhisi olmak için
çabalamak dînin emri değildir. Kur’ân bizden böyle bir çaba ve çalışma
beklemez. Zâten böyle bir çaba dînî de değildir. Böyle bir çalışma içine girmek
için müslüman/mü’min olmak hattâ inançlı olmak bile gerekmez. Pekâlâ bunu
meraklı olan bir araştırmacı, oryantalistler, İslâm’ı yıkma peşinde olan din-düşmanları
bile yapabilir. Yâni böyle bir çaba göstermek ve çalışma yapmak için dînî bir inanca
bile sâhip olmaya gerek yoktur. Îmâna gerek yoktur. En nihâyetinde bu,
filozofik, etimolojik, akademik bir çalışma konusudur. Meselâ Toshihiko Izutsu bir semantikçidir ama müslüman
değildir. Sâdece bilimcidir. Kur’ân’ın ruhunu kavrayamayanlar onun semantiğini
de tam olarak anlayamazlar. Allah’ın/peygamberin/Kur’ân’ın hedefi için bu tarz
çalışmalara gerek yoktur. İş o raddeye geldi ki; okumalar artık Kur’ân okuması
değil, Mushaf tekrarı, metin tilâvetidir. Tersinden hatimler yapılıyor. Yâni
kızdığımız birileri Kur’ân’ın orijinal metni olan arapçadan Kur’ân hatimleri
yaparken, diğerlerimiz de “etimolojik hatimler” yapıyoruz. Ortalıkta ifrat ve
tefrit hatimleri cirit atıyor ama hayatta gözüken bir iş yok. Bu tarz
çalışmalar farkında olmadan bir “dine karşı din” çalışmasının bir ayağıdır.
Âyetleri fazla didiklemenin netîcesinde
ortaya “inmemiş âyetler” çıkıyor. Derleme yeni âyetler beliriyor.
Aşırı-anlama/yorumlama nedeniyle oluşmuş yeni âyetler. Sonra da bu âyetler
meâllendirilip tefsiri yapılıyor ve hattâ buna göre hareket edilebiliyor.
“Onlara
bir âyet getirmediğin zaman: “Sen Onu (inmeyen âyeti) derleyip-toplasana”
derler. De ki: “Ben, yalnızca bana Rabbimden vahyolunana uyarım. Bu,
Rabbinizden olan basîretlerdir; îman edecek bir topluluk için bir hidâyet ve
bir rahmettir”. Kur’ân okunduğu zaman, hemen onu dinleyin ve susun. Umulur ki
esirgenmiş olursunuz”
(A’raf 203-204).
Yusuf Kaplan:
“Bir toplumu yok-etmenin yolu, dînini yok etmekten geçer. Bir toplumun
dînini yok etmenin yolu ise, o toplumun önce dilini (ırmağını), sonra irfânını
(hayat üslûbunu), daha sonra da medeniyet iddiâlarını (hayâtiyet kaynağını)
yok-etmekle mümkün olabilir” der.
Yine “19’cu”ların yaptığı gibi Kur’ân’ı
okumak/bilmek/idrâk etmek için bir matematik formülüne gerek yoktur. Kur’ân’ı
okumak için hesap-makinesine gerek yoktur.
Muhammed Kutup:
“Din-bilginlerimiz Kur’ân’dan yaşanır pratik bir
hayat-nizâmı çıkaracaklarına, onun yalnızca dil ve üslup özellikleri üzerinde durdular.
Fesâhat ve belâgat yönünden eşsiz bir eser olduğunu belirterek -ki bunda şüphe
yoktur- daha çok gramer bakımından ondan yararlanma yoluna gittiler.
Tefsirlerimizin büyük bir kısmı onu metin çözümlemesi için bir malzeme olarak
kullandı, onun hayâta uygulanmasından ibâret olan fıkıh bir müddet sonra
teferruat içinde kaybolup gitti. Kısaca el-birliği ile Kur’ân’ı hayâtımızdan
uzaklaştırdık. Kur’ân’dan uzaklaşınca da hayattan uzaklaştık” der.
Aliya İzzetbegoviç:
“İnsanı sâdece terbiye etmekle kalmayan,
aynı-zamanda Dünyâ’ya nizam verme yeteneği olan İslâm’a, kendi kabûlleri
doğrultusunda, İslâm’i yenilenme fikrine her zaman iki-tip insan tarafından
karşı çıkılmaktadır: Muhafazakarlar eski reçeteleri, modernistler ise başkasına
âit (yabancı) reçeteleri istemektedirler. Birinciler, İslâm’ı geçmişe çekmekte;
ikinciler ise ona yabancı bir gelecek hazırlamaktadırlar. Aralarında mevcut
olan büyük farklılıklara rağmen bu iki grup insanın ortak tarafları vardır. Her
ikisi de Avrupalıların anladığı mânâda İslâm’ı sâdece din (religion) olarak
görmektedirler. Mantık ve dil-inceliklerine yönelik belli eksiklikleri ve İslâm’ın
özü, onun târihte ve dünyâdaki rolü hakkındaki anlama kâbiliyetsizliği, bir
sebepten dolayı tamâmen yanlış olarak onların İslâm dinini religion olarak
tercüme etmelerini sağlamaktadır. Zâhiri ve Bâtıni Dünyâ’nın varlığını
tanıyarak İslâm, bu iki Dünyâ arasında bulunan uçurumun köprü vazîfesini
insanın yaptığını göstermektedir. Bu ittifak ve birlik olmadan religion
geriliğe (her türlü verimli hayâtın reddedilmesi), ilim ise ateizme doğru
çekmektedir. İslâm sâdece religion'dur noktasından hareketle muhâfazakarlar,
İslâm’ın dış-dünyâya nizam vermemesi gerektiğini, ilericiler ise bunu
yapamayacağını düşünmektedirler. Pratikte sonuç aynıdır.
Kendilerini din-koruyucusu ve
yorumcusu sanan kimseler, her halükârda çok güzel ve kârlı olarak dinden meslek
yaptılar ve hiçbir vicdâni rahatsızlık duymadan dînin hayâta geçirilmeyişini
kabûl ettiler. Sözde ilericiler, batıcılar,
modernİstler ve kendilerini daha nasıl adlandıran kimseler, onlar bütün İslâm Dünyâsında
tam bir felâketi temsil etmektedirler” der.
Anlama çalışmasını yapmak için müslüman
olmaya, hattâ îman etmiş olmaya bile gerek yoktur dedik. Zihnî bir faâliyettir
çünkü. Ali Şeriati:
“Bilgi bilimsel bir şeydir, îmanla ilintisi
yoktur” der.
Kur’ân en iyi; “meydanda”-”açık alanda”
kavranabilir.
İyi olmanın egzersizi, iyilik bilgisinden
önce gelir. Nûrettin Topçu bu fikri ile Sokrates, Eflatun, Aristoteles ve
Aydınlanma düşünürlerini eleştirmektedir. Zîra onlara göre insanı ahlâklı
kılmak için öğretmek yeterlidir. Topçu ahlâkında ise önemli olan şey yalnızca
tecrübedir; ki tecrübe bilgidir, bilgi hareketten arta kalan şeydir.
Ancak hareketin gâyesi zevk olmadığı gibi fayda da değildir. Topçu’da “hareket
bir zarûrettir, kendi şeklinin mükemmeline ulaşmaktır”. Mutluluk, fayda,
dayanışma ahlâkları, hareketin çıkardığı genel sonuçlardır. Bunlar gaye olamaz.
Çünkü, “ahlâkî hakîkatler olgu hakîkatleri değil, değer hakîkatleridir”.
Şüphesiz
Allah, bir sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (her-hangi bir şeyi) örnek
vermekten çekinmez. Böylece îman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir
gerçek olduğunu bilirler; inkâr edenler ise, “Allah, bu örnekle neyi
amaçlamış?” derler. (Oysa Allah,) Bununla bir-çoğunu saptırır, bi-çoğunu da
hidâyete erdirir. Ancak O, fâsıklardan başkasını saptırmaz. (Bakara 26).
R. İhsan Eliaçık bu âyetin tefsirinde
şunları söyler:
“Yâni; Allah sivrisineği de, kanadını da, börtü-böceği de
örnek vermekten çekinmez. Çünkü O hayâtın her zerresiyle ilişki hâlindedir.
Yunan tanrısı Zeus gibi kendisinden bilgi çalmaya çalışan insanlarla didişip
durmaz. Sevgisi ve merhâmeti sonsuzdur. Bilgi edinme yeteneği olan akıl ve
vicdânı, daha yaratılıştan insana yerleştirir. Asıl bunları çalıştırmadıkları
için kızar. O her canlının atan kâlbinde, her zerrenin özünde, yerlerin ve
göklerin aydınlığındadır. Bu nedenle kâfirler, Rahman ve Rahim olanın güya
ufak-tefek işlerle ilgilenmesine şaşmamalıdırlar. Onlar, hem böyle örnekler
verilmesine şaşarlar, hem de örnek verilince “ne demek istedi” diye yan
çizerler. Namazda gözleri olmadığı için abdestte de kulakları yoktur. Çünkü
onların kâlbinde îman yoktur. Îman olmayınca işi dâima yokuşa sürerler. Fakat
îman edenler böyle değildir. Onlar, “Allah ne demek istedi” diye mâzeret
aramazlar. “Allah ne dedi” ona bakarlar. “O dediyse amenna” sesleri yankılanır
vicdanlarında. Allah ile pazarlığa girişmezler. Çünkü aslında “îmansız”
olanlar, suyun sütün içinde kaybolduğu gibi ayrıntılarda kaybolup giderler.
Hurmanın kabuğundan, fârenin deliğinden çıkması gibi “ne dedi”den çıkarak “ne
demek istedi” vâdilerinde dolanırlar. Bir-türlü sadede gelmezler, çünkü
niyetleri üzüm yemek değildir.
İNANMAK VE YAPMAK
Bacon'a
göre anlamak hükmetmektir; bilgi güçtür ve bilmek yapmaktır.
Sorunumuz bilmek/anlamak/ayrıntılarda
boğulmak değil; “inanmak ve yapmak”, aydınlığa çıkmaktır. Bu tarz gereksiz
çabalara düştüğümüz müddetçe de “yapma” işine girişmemiz mümkün değildir. Zîra
bu işin bir sonu yoktur. Bu, bir oynama-oyalanma/hevâ-heves işidir. Hele ki
mevcut dünyâ-şartlarında îmansal ve eylemsel işlere girişmeyip de bu tarz
çalışmalarla vakit isrâf etmek îkap/azap sebebidir. Çünkü bu çalışmalar hiçbir
acıyı/zulmü/göz-yaşını/açlığı/susuzluğu/üşümeyi/ağlamayı/çığlığı/feryadı/dökülen
kanları/mazlûmiyeti ve çâresizlerin alnına doğru gelen kahpe bir kurşunu bile engelleyemez
ve saptıramaz.
“Anlama” çalışmaları eyleme yöneltmiyor.
Çünkü anlamak bilgilenmek demektir ama bilinçlenmek demek değildir her zaman,
bu yüzden de bir türlü eyleme dönüşemez. Îman ise direkt amelle/eylemle
alâkalıdır. Kur’ân’da îman ve amel/eylem hep; “îman eden ve sâlih amel işleyen”
diye geçer. Îman amelle tezâhür eder zîra. Gerçeklik “anlama”da değil, “inanma”da
(îman) ve dolayısı ile amel/eylemde kendini gösterir. Salt iyi niyetle hiçbir
şey düzelmez. “Hüsn-ü niyet hüsn-ü hizmet için yeterli değildir” denir. Dînin
gönderiliş amacı ilk-önce bu dünyâda işe yarasın içindir. Ali Şeriati: “Dünyâ’da
işe yaramayan din, âhirette de işe yaramaz” der.
Seyyid Kutup şöyle der:
“Kur’ân'ın sunuş metodu her şeyden önce, “hakîkati gerçek
âlemde bütün açılarıyla, bütün yönleriyle ve bütün ilişkileri ve bütün gereklilikleriyle
takdim etmesi sebebiyle diğer metodlardan üstün ve farklıdır. (İnsanın anlatım
gücü ise bu seviyeye varamaz. Çünkü her yazar belli bir seviyedeki insanlara
hitâb eder. Bu seviyenin dışındakiler ise hemen-hemen onu anlayamazlar) Metod,
bu kapsamıyla hakîkati zorlaştırmaz ve etrafını sis ile kapatmaz. Tam-tersine
onu insan varlığının bütün düzeylerine anlatır. Allah Tealâ kullarına rahmet
olsun diye, bu düşüncenin esaslarını belli bir ilmî seviye kaydına
bağlamamıştır. Çünkü inanç, insan hayatının baş-ihtiyâcıdır. Akıl ve
kâlplerinde kurulacak düşünce, onların varlık âlemiyle ilgi alanını belirleyecektir.
Aynı-zamanda, her-hangi bir ilmi elde etmenin yolunu belirleyecektir. Bu
sebeple Allah bu inancı anlamayı, her-hangi bir ön-bilgiye veya başka bir
sebepe bağlı kılmamıştır. Allah, inançtan oluşacak düşüncenin, beşerin ilim ve
bilgisini desteklemesini ve kemâle erdirmesini istemektedir. Bu inancın,
çevrelerindeki kâinâtı düşünme ve açıklama rehberi olmasıyla birlikte;
ilimlerinin ve bilgilerinin kendisinden başka hak ve kesin bilginin bulunmadığı
gerçek kesin bilgi üzerine kurulmasını istemektedir. Bundan dolayı yüce
Allah, inançtan kaynaklanan düşüncenin, beşeriyetin ilim ve bilgi kaynağı
olmasını istemektedir.
Îman da oturulan yerden ziyâde harekette
artar. Îman, artmak için, fışkırmak için meydan arar. Sahâbeler gibi belki de
savaş meydanlarında artar ve dile gelir: “Mü'minler
(düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: “Bu,
Allah'ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir”.
Ve (bu,) yalnızca onların îmanlarını ve teslîmiyetlerini arttırdı” (Ahzab 22).
Dücâne Cündioğlu:
“Düşünerek inanmaz insan. Aslâ, ama aslâ bir düşünme eyleminin sonunda
inancı bulmayı beceremez. Bilâkis düşünemediğinde, düşünmek kâr etmediğinde
inanır. Eylediğinde yâni. Eylemin içinde... yaşamın ve yaşamanın tam da içindeyken.
Belki acı çekerken, belki eğlenirken... ama her hâlukârda istemini/duâsını
eylemiyle gerçekleştirirken.
İnancın kökenini boşu-boşuna serebral korteksin kıvrımlarında
aramamalı bu yüzden. İnanç, varlığının kokusunu ancak gönül-yaşam diyalektiğinde
duyurur yoksunlarına.
Ana-caddelerde değil, bir ara-sokakta, kimbilir belki bir
çıkmaz-sokakta...
Birden-bire engel(ler) kalkar, yol açılır ve yürür gidersin.
İnanca doğru değil, inancınla birlikte gidersin. İnanmayı, yâni güvenmeyi
öğrenmiş olarak gidersin.
Yapman gereken oturup düşünmek değil, yürümektir.
Yeter ki yürü, inanırsın” der.
“İlim” müslümanların elindeyken; takvâ,
barış ve adâlet kokuyordu Dünyâ; ne zaman ki bâtıl batı’nın eline geçti: fücur,
savaş ve zulüm başladı. Çünkü ellerindeki bilgi “şuur”suz bilgiydi. Ali
Şeriati:
“Kapitâlist bir sistemde bilgi, tam karşıt bir düzendeki
bilginin aynısıdır. Nazi fizikçilerin tabiat hakkında sâhip oldukları bilgi,
Nazi kurbanı olan fizikçilerin bilgisiyle aynıdır. Halîfe'ye bağlı bir âlimin
din hakkında sâhip olduğu bilgi ile, halîfe'nin zincire vurduğu âlimin din
hakkındaki bilgisi aynıdır. Birini cellâd, diğerini şehîd; birini özgürlükçü,
diğerini zorba; birini temiz, diğerini pis yapan, “bilgi” değil, “şuur” dur. “Hangi
ilim?” sorusunun bir anlamı yoktur. Zîra ilim birdir. “Nasıl bir bilgi?” sorusu
yersizdir. Zîra bilginin birden fazla türü yoktur. Fakat “hangi şuur?” sorusu
cevaplanması gereken bir soru. Hacc gerekli cevâbı vermektedir. “Haram şuuru”.
Harîm'de iffet, takvâ, hürmet ve tahâret gibi şeyler koruma altına alınmıştır.
Şuurun bizzat kendisi aydınlıktır, gönül fânusunda, düşünce yağına parlak bir
ışık saçar. Hikmet, peygamberlerin getirdiği, insanlara bahşettikleri “bilinç”
budur, ne felsefe ne de ilim değil. İslâm’ın sözünü ettiği “ilim”, bilgi, bu
ilimdir, aydının ve bilinçlinin beslendiği, ortaya koyduğu ilimdir bu ilim. Bu
ilim, olay, olgu ve kurallar hakkında zihinsel, sübjektif tasvir değildir,
aydınlıktır, nurdur. Dışta değil, içte bir nur. Ümmî Peygamberin de ifâdesiyle
nûr olan ilim, Allah'ın dilediği kimsenin kâlbine attığı nûr olan ilim budur: “Yol
ilmi”, “hidâyet ilmi.
Arafat ilmini herkes öğrenebilir. Meş'ar ilmi, Allah'ın,
dilediğinin gönlüne ilhâm ettiği ışıktır, nûrdur. Allah kimi diler? kendi
nefisleri yolunda değil, Allah yolunda çalışıp didinen, mücâdele eden kimseyi. “Bizim
için cihad edenlere gelince, kuşkusuz biz onlara yollarımızı gösteririz”
(Ankebut, 69). “Yol ve hidâyet ilmi”, bir “ümmî”yi, bir “bedevi”yi, toplumun
önderi ve yol kılavuzu-meşâlecisi yapan kurtuluş bilinci, kurtuluş nûru, özel
şuur budur. Bu ilim okuma-yazma bilmeye ihtiyaç göstermez. Defter, kitap ve
sınıfla bir işi yoktur bu ilmin. Havzada ve üniversitede bu bilgiyi
öğretmezler. Bu bilginin öğretim yeri cihad sahnesidir. Onun
öğrencileri, toplumun mücâhidleri, Allah yolunun erleridir. Bu ilmin, ışığa,
lambaya, lambanın isine, dumanına ihtiyâcı yoktur. Kendisi bizzat aydınlığın ta
kendisidir, nûrun ta kendisidir” der.
İslâm, düşünmekten çok yaşamaktır. Ateist
olduğunu söyleyen Oray Eğin:
“İslâmiyet dâhil hiçbir dîne yakınlık duymadım, ama her dînin
bir kültür olarak ritüelleri her zaman hoşuma gitti, her zaman tâkip etmek,
hattâ bir parçası olmak istedim” der. Düşüncesini değil ama eylemini sevmiş.
Eylem etkiler çünkü. Eylem dâvet eder. En iyi dâvetçidir.
Mustafa Özcan:
“İltizam ve amelin yerine mücerret bilgiye
ehemmiyet verilmekte, bu da sapmaları berâberinde getirmektedir. Bilginin
sağlaması, ameldir. İnsanlar “duran bir doğru”dansa “hareket hâlindeki yanlı”şı
tercih ediyorlar. Hak kesretle ve güçle değerlendiriliyor. Bundan dolayı
yanlışın ve yanlış üzerine terettüp eden felâketlerin büyümesiyle ve
yayılmasıyla karşı-karşıyayız.
Ehli Dünyâ da ehli diyanet de âdeta zıvanadan
çıkmış görünmektedir.. Dîni alandaki lîderlerin bir kısmının tek kerâmeti
cemaat veya hareket olarak büyüme kaydetmeleridir. Bu nedenle de günümüzde
maalesef niceliğin egemenliği altında yaşıyoruz. El haküm et tekasür hâli. Dîni
alanda da niteliğin yerini nicelik almış bulunuyor. Bu nedenle de yanlışın
gözümüzün önünde büyüdüğünü görüyorsunuz ama müdâhale
edemiyorsunuz. Farkına varmadan oryantalistleşiyoruz” der.
YAPAY
SORUNLAR GERÇEK SORUNLARI GİZLER
Öyle bir duruma gelindi ki, Kur’ân’ın
sorun etmediği şeyler sorun olarak görülmeye ve dile getirilmeye başlandı.
Yapay sorunlar uydurup bu sorunların ardına düşerek gerçek sorunlardan kaçmak
çağdaş bir aydın hastalığıdır.
Ali Şeriati
“Eğitim gören insanın, yavaş-yavaş kitapların, bilgilerin,
araştırma yaptığı konunun içine oldukça fazla dalması ve batması mümkündür.
Aydınların en büyük hatâlarından birisi, kendilerini toplumun mücerret bir
sınıfı olarak görmeleridir. Bu “entellektüelin alinasyonu”dur. İlmî, edebî,
dînî ve felsefî konularda çok titizleşiyor, olaylardan, gerçekler dünyâsından,
halkının ve toplumunun günlük hayâtından uzaklaşıyor, onlara yabancılaşıyor.
Aydın kendisini, toplum ve zamandan soyutlanmış, ayrılmış bir grup olarak
hissediyor. Bu ise, entellektüelliğin bir hatâsı ve hastalığının sonucudur. Doğu
toplumunda aydın zümresi vardır, ama aydın hareketi yoktur. Heyecan, doyum ve zevk veren konuşmaların
yerine yorucu dersleri seçelim. Tahammül edelim. Geçmişte heyecan, tahrik,
telkin gerektiyse bile, artık yeter.
Dışarıda eğitilmiş ve yetişmiş böyle sûni
bir zümrenin meydana gelmesi, vatanlarında sosyâl birliğin parçalanmasına
ve yenilgiye sebep oldu. Çünkü bu grup az da olsa düşünüyordu, şuurları ilimle
donanmış; şuurlarını toplumun içine götürecekleri yerde, toplumun
bütün bedenine ve halk kitlesine verecekleri yerde, halktan ve toplumdan uzak kaldılar,
toplumdan ayrı soyutlanmış bir zümre olarak ortaya çıktılar. Bu parçalanmadan
düşman faydalandı. Düşman bu boşluktan istifâde ederek yer
seçti. Böylece, doğu ve İslâm ülkelerinde, müslüman halklar arasında
siyâsi ve kültürel sömürüyle, halk ile aydın arasındaki boşlukta
aramak gerekir.
Gerçek aydının hedefi, bu boşlukta halk ile kendi arasında
bir köprü kurmak olmalıdır. Bu köprüyü anlayış ortamını
sağlamaya, meydana gelmiş olan tehlikeli ayrılmayı bağlamaya, anlaşmaya,
tanımaya ve aynı sorunu çözmeye dönüştürmelidir. Bu köprü kuruluncaya kadar,
halk, kendi durgunluğunda kalacaktır.
Aydın da kendi yabancılaşması ve dışlanması sırasında,
şehrin yukarısındaki cafelerde oturup sözde geri kalmış toplumlardan, ileri
toplumlardan, falanca ideolojiden filanca ideolojiden bahsederek sâdece
kendisi için var olacaktır. Aydın, kendisi için yaşıyor, halk ise
onun varlığını bile hissetmiyor. Eğer aydın hissedilmek istiyorsa o
merdivenlerden aşağı inmesi, o yüksek evleri ve kafeteryaları terk etmesi,
kendisini halkın arasına bırakması gerekir. Onların dertlerini ve ihtiyaçlarını
hissetmesi gerekir ki kendisi de hissedilebilsin.
Peygamberin sahâbeleri ve İslâm’ın ilk günlerinin mücâhidleri arasında
kim aydın, kim eylemci ve kim din-adamıydı? Böyle bir sınıflama kesinlikle yoktu.
Herkes İslâm’ı yayıyor, savaşıyor ve aynı-zamanda çift sürüyor, hurma
yetiştiriyor veya deve otlatıyordu. Yâni, herkes, hem işçi, hem savaşçı, hem de
aydındı” der.
Atasoy Müftüoğlu:
“İslâm’i iddialarla kurulan vakıflar, dernekler, sivil toplum örgütleri,
bu-gün canla-başla muhâfazakâr yapılara hizmet ediyor. Her
İslâm’i eğilim/cemaat/hizip Kur’ân-ı Kerim’e kendi istediğini söyletiyor. İslâm
bireyselleştiği için, İslâm’i otoritenin yerini keyfilikler aldığı için, temel İslâm’i
ilkeler zaman-dışı ilkeler hâline geliyor. İslâm’i ilkelerin zaman-dışı ilkeler
hâline getirildiği bir toplumda, müslümanlar, İslâm medeniyeti tasavvuru
etrâfında sınırsız güzellemeler yapabiliyor.
Kapitâlist/seküler/liberâl/materyâlist/ulus-devletçi dünyâ-görüşü, hayat-tarzı,
ilişki biçimlerinin somut bir gerçeklik hâlinde günümüz Türkiye’sini
dönüştürerek fethettikleri hâlde; İslâm’i kesimler, yalnızca söylemsel bağlamda
bir “Fetih” retoriği kullanmaya, bu fetih retoriğini özellikle gündemde tutmaya
ısrarla devâm edebiliyor. İnternet sokağı çocukları/gençleri için, bizim
gençlerimiz için, İslâm’i ilgi/bilgi, İslâm’ın modern-seküler yorumuyla sınırlı
bir ilgi/bilgiye dönüşüyor. Bu yorum, İslâm’cı olmayan, müslüman kuşaklar
yetiştirmeyi amaçlıyor. Duygusallıklarla, söylemsel düzeyde kalan
romantizmlerle bir toplumun, düşünce ve kültür hayâtının seyrinin
değiştirildiği hiç görülmemiş ve yaşanmamıştır. Mitolojilerle, hamâsetle,
ebedileştirilmiş romantizmlerle, gerçekçi olmayan duygusal söylemlerle,
kalıplaşmış geleneksel yaklaşımlarla oyalanmak, yönlendirilmek, aldatılmak
müslümanların kaderi olmamalıdır. İslâm’i değer-ahlâk sistemiyle çelişen ve
çatışan kapitâlist/seküler/liberâl/ulus-devletçi hayat-tarzıyla
uzlaşmak/bütünleşmek, kolektif bir bilinçsizliğin, sorumsuzluğun, kayıtsızlığın
ifâdesi olduğu gibi, zihinsel/düşünsel dejenerasyonun da ifâdesidir. Her-hangi
bir alanda olumlu bir değişime, inşâya katkıda bulunmayan, egemen
değer-sistemine yönelik olarak muhâlefet üretmeyen, bu tür bir programa sâhip
olmayan, ahlâki ve zihinsel anlamda kitlelere önderlik etmek gibi yüksek
sorumluluk duygularına sâhip olmayan, yeni bir düşünce-kültür-değer sistemi
oluşturamayan, alternatif yapılar, yöntemler, kavramlar öneremeyen müslüman
düşünce-adamlarının statükolara eklemlenerek yapabilecekleri hiç-bir şey
yoktur. Hangi alanla ilgili olursa olsun, hangi konu
ile ilgili olursa olsun, kendi başına sorumluluk alarak bu sorumlulukların
gereğini yerine getirmekle, tâlimat alarak hareket etmek bir-birinden çok
farklı şeylerdir. Bir-yanda, seküler/liberâl/demokratik
iktidarlar/yapılar/kavramlar/ilişkiler/konumlar/ayrıcalıklarla bütünleşirken,
bir diğer yanda söylemsel bağlamda İslâm’cılık tartışmalarını sürdürmek ahlâki
bir sorunla karşı-karşıya olduğumuzu gösterir” der.
Enes Günaslan:
“Artık sekülerizmin bütün kavram
ve kurumlarıyla bütünleşmiş bir kavramla karşı-karşıyayız. STK kavramı bizde
çok yeni bir kavram. Liberâl dünyâdan ithal ettiğimiz, liberâl içerikler
üretmek zorunda olan, totaliter yapıyı liberâlize eden bir yapılanma modeli.
Batı, kaba bir ifâdeyle ‘Sivil Toplum’u bir çeşit organizasyon kâbiliyeti
olarak tanımlıyor. Kavramı sosyolojik ya da akademik açıdan tartışmaktan
ziyâde, müslüman toplum için bu kavramın veya modelin ne anlam ifâde ettiği
cihetinde bir yaklaşım ortaya koymaya çalışalım:
Sivil toplum, insâni ve İslâm’i
talepleri, liberâl insan hakları kavramının sınırları içerisinde kalarak gündem
etmek durumundadır. İslâm’i bütüne yönelik bir talep liberâl akıl tarafından
reddedilmek durumundadır. İslâm’i mülâhazalarla hareket eden STK’lar bile
taleplerini liberâl aklın sınırları içerisinde sunmak zorunda kalıyorlar.
STK’lar sistemin bir takım hususlarda restorasyona gitmesini talep edebilirler
fakat mevcut sistemin yapısal olarak değişimini talep edemezler. Devlet eliyle
yürütülen projeler konusunda toplumu rehabilite edebilme adına önemli bir
pozisyon icrâ ederler. Meselâ çok yakın bir örneklik olarak Abant platformları
ve etkileri bu hususta irdelenmesi gereken bir madde olarak zikredilebilir.
Fonksiyonel özellikleri üzerinden
bir-kaç madde daha sıralamakta fayda var. “STK’lar dînin tanımladığı
kavramların referans kaynaklarını sarsıcı etkiler yapabilir. Meselâ İslâm’ın
ahlâk olarak tanımladığı bir şeyi STK ‘etik’ olarak tanımlar. Akîdevi olarak
nitelendirilmesi gereken bir-takım meseleler içtihâdi meseleler olarak
değerlendirilebilir. Günah ve sevap gibi kavramları reel politik sınırlarla
tanımlanabilir. Oysa müslüman için Kur’ân’ın tanımladığı terminolojik sınırlar
içinde hareket etme söz-konusudur. Atomik bir yaklaşımla dîni yorum bütünden
uzaklaştırılabilir. Bireysel sorumluluklar, kurumsal yapılar üzerinden ikâme
edilmeye çalışılabilir. İnsanlara gitmek sorumluluğu rahatlatılmış olur. Artık
insanların size gelmesi durumu söz-konusudur.
Muhâfazakârlık bu
anlamda ‘şu-an câri olan hayâta adapte olma‘ anlamına geliyor.
”Türkiye’de müslümanlar artık din
konusunda tartışmayı bırakmalı ve iş üretmeliler. Kendimizi mevcut olandan
koparmak yerine, vâr olanı kendi değerlerimizle donatmanın mücâdelesini
vermeliyiz” gibisinden ilk bakışta çok etkili, vurucu ve karizmatik bir söylem
geliştirilebiliyor.
Gelinen noktada sivil
toplumlaşmayla birlikte “muhâfazakâr” kimliğine sâhip bir sınıf oluştu. Bu-gün
bu sınıf, İslâm’ın özellikle siyâsal alanda inşâsına yönelik herhangi bir
çabayı, mücâdeleyi bir ütopya gibi görüyor. İslâm’ın siyâsal ve hukuksal alana
yönelik herhangi bir talebini hastalıklı bir talep olarak yorumlayabiliyorlar.
Bu sınıf, statükonun bu hâkim yaklaşımı karşısında risk almak ve karşı söylem
üretmek yerine, bir lâle devri rahatlığı sergiliyor. STK’ların ekseriyetinin
inşâ ettiği bu niceliksel sınıfın kendi sistematiği içerisinde herhangi bir
mücâdeleye, îtirâza ve dava bilincine ihtiyaç hissedilmiyor. Bu tarzın, kamusal
alanın İslâm’i temeller noktasında dönüştürülmesine yönelik kaygıları her geçen
gün tükenmektedir.
(Eski zaman) hükümdarın biri
huzurunda el-pençe divan duran saray erkânından 'bir bardak su' istemiş. Herkes
hükümdârın huzûrunda. Din-adamları, şâirler, askerler, kâhinler, medyumlar,
dalkavuklar vs. bekliyorlarmış. Hükümdârın bu emrini şu şekilde yerine
getirmeye başlamışlar;
Şâir demiş ki: “Yüce
efendimizin şu emrindeki zarafete bakın. Bundan daha güzel bir şiir bu zamana
kadar söylenmedi. 'Bana bir su getirin, su getirin!'
Din-adamı ise şöyle
demiş: “Her kim bunu günde yüz defâ söylerse, cennet köşkleri onu bekliyor. Aşk
ile bir daha, 'Su getirin, su getirin!'
Medyum ise şöyle
demiş: “Hükümdârımız bu sözüyle, gelecek yılın bolluk ve bereket içinde
geçeceğine işâret ediyor. 'Su getirin, su getirin!'
Kâhin ise şunu ifâde etmiş:
"Hükümdârımızın bu emrinin ebced ve cifr hesâbıyla değeri felanca(?) yıla
tekâbül ediyor. Bu yıla dikkat edin diyerek 'Su getirin, su getirin!' demiş.
Velhâsıl bir bardak
su getiren olmamış.
İşte dînin hayattan çekilişi de
böyle oluyor kardeşlerim. Unutularak ya da metinleri kaybolarak değil.
Hâfızalardan silinerek bir çekiliş değil bu. Okunarak, ezberlenerek,
boyunlara, duvarlara asılarak, tırlar dolusu dağıtılarak, büyük saygı
duyularak, çok satarak, çok konuşularak ama asla gereği yapılmayarak bir
çekiliş bu.
Evet, Kur'an duvarlara asıldı. En
güzel hüsn-ü hatlarla yazıldı. Hâfızlar ezberledi. Sayı-değerleri ölçüldü.
Cinci hocalar suya batırıp okudular. Muskalar yapıldı, boyunlara asıldı. Tekkelerde
Kur'an, zikir sesleri yükseliyor. En ince tecvid kâidelerine bakılarak,
gırtlaklar, aynlar patlatılarak okunuyor ama din hâlâ târihin gerisinde kalmaya
devâm ediyor. Genç, diri ve yepyeni bir kuşak çıkıp, Kur'an'ı gerçek hayat
kitabı olarak okumuyor. Evet, Kur'an da büyük bir saygıyla aramızdan çekiliyor.
Hz. Peygamber (s.a.v) de
aramızdan böyle çekiliyor. Hem de o'na saygı adına, sevgi adına. Salavatlarla…
O sâdece insanlara rüyâlarında nasihat eden ak sakallı bir dede gibi görülüyor.
Hz. Peygamberin (s.a.v) sözün olduğu kadar fiilin de peygamberi olduğu gerçeği
unutuluyor” der.
Hikmet Ertürk şöyle bir fıkra anlatır ve yorum yapar:
“Meşhur Yunanlı Hatip Demosthenes, bir-gün Atina’da ki bir
toplantıda konuşmak için kürsüye çıktığında, ahâli aralarında konuşmayı bırakıp
gürültüyü kesmedi. Bunun üzerine Demosthenes halka hitâben şöyle dedi: “Size
yalnızca iki cümlecik söyleyeceğim.” Sözünü tamamlar tamamlamaz da bir fıkra
anlatmaya başladı: “Vaktiyle bir Atinalı bir yere gitmek için bir eşek kirâlamış.
Eşeğini kirâya veren adam da aynı yere gideceği için berâberce yola
koyulmuşlar. Tam yarı yola geldiklerinde bir sıcak basmış. Dinlenmek için mola
vermek zorunda kalmışlar. Fakat ortalıkta hiç gölgelik bir yer yokmuş. Eşeğin
asıl sâhibi hemen eşeğin gölgesine sığınmış. Bunu gören öteki adam
hiddetlenmiş:
‘Oraya oturmak benim hakkım’ demiş.
‘Niçin?’
‘Çünkü eşeğini kirâladım ben!…’
‘Ama ben eşeğin gölgesini kirâya vermedim ki!’
Derken aralarında muazzam bir kavga çıkmış…”
Demostenes, sözün burasına gelince, hemen kürsüden indi.
Halkın: “Sonra ne olmuş, anlatsana” diye bağırması üzerine tekrar kürsüye
çıktı: “Ey ahâli,” dedi. “Sizin iyiliğiniz için bir lâf edeyim dedim,
dinlemediniz. Ama bir eşeğin gölgesini nasıl da merâk ediyorsunuz…”
Hikâye böyle. Artık bir eşeğin gölgesi hakîkatin
üzerine bir karanlık gibi çöküyor. Eşeğin gölgesini merâk edenler başka bir şey
dinlemek istemiyor”.
Günümüz insanının ilgi alanları oldukça farklılaştı. Artık insanlar
eşeğin gölgesini merâk ettikleri benzeri o kadar çok şeye ilgi duyup o şeyler
ile meşgûl oluyorlar ki sıra bir türlü İslâm adına yapmaları gereken
yükümlülüklere gelmiyor. Evet, eşeğin gölgesini merâk edenler artık başka bir
şey dinlemek istemiyorlar. Konuşulan şeyler ile merâk edilip yapılan şeyler
arasında çok fazla uçurumlar var. İslâm’ın dilini konuşuyor fakat İslâm’ın
yapmamızı istediği şeyleri yapmıyoruz. İş böyle olunca da televizyonlarımız
vâsıtası ile evlerimize dâvet ettiğimiz batılı hayat anlayışını bilinç-altımıza
yerleştiriyoruz.
Peki sonuç ne? “Kendini geliştirme temrinleriyle bunalımlarını yenmeye
çalışan robotlar ordusu ortalığı doldurmuş durumda. Bunlara da uzmanlar lâzım.
Uzmanlıklar hayâtımızın yegâne ölçüsü olarak idâme edilmeye çalışılıyor. Uzmanların
söyledikleri birer âyettir artık. Oysa bu hokkabazların yapmak istedikleri
şey bizleri birilerinin ahlâksız düşlerinin objesi yapmaktan başka bir şey
değil. Uzmanlık devlet destekli devâsa bir dolandırıcılıktır. Ulusallık
toprak gangsterliğinin ilahlaştırılması olarak karşımızda. Millî sınırlar
içinde yahut yer-yüzünde bir santimetrekare toprak parçası bile polissiz ve
vergisiz kalmamalıdır. Medya yaşam anlarımızı kutlamaya dâvet ediyor bizi.
Psişik bir göçebelik ve köksüz bir kozmopolitanlık içerisinde bizler
kutlamalarla hayâtımıza renk katmalıyız! Ne kadar hoş! Cellâtlarına özenen
köleler, karşılarında duran yağlı ilmeklerini gülerek, eğlenerek seyretsinler,
son anlarını neşe içinde geçirsinler”.
İşte hâl böyle olunca başımıza isimlerinin önüne laiklerin verdiği
unvanları olan kimselerin sözlerini dinleme zorunluluğu geldi. Hayâtımızı
ilgilendiren hemen her konuda konu uzmanlarımız var. Tabi bu din konusu için de
geçerli. İnsanlar din konusunda söylenen sözlerin doğruluğu için isimler önünde
etiketler arıyorlar. Konuyu bu konunun uzmanından dinlemek istiyorlar. Hiç
kimse bu kimselerin neler yaptıkları, kimleri dostlar edindikleri ile ilgili
değiller. Söyledikleri sözler ile yaptıkları ya da yapmamızı istedikleri
şeylerin çoğu zaman birer uydurma sözler olduklarından habersizler. Çünkü bu kimselerin
söyledikleri şeyler âyet gibi algılanıyor ve doğrululuklarından şüphe
duyulmuyor.
Bence uzmanlarımızın söyledikleri şeyler ayet olmasın artık. Hiç
kimsenin ahlâksız düşlerinin birer objesi de olmayalım. Bizleri kültürel
yabancılaşmaya götüren tuzaklardan uzak duralım. Eşeğin gölgesini merâk etme
hafifliğindeki ilgilerimiz artık son bulsun. Önümüze sunulan şeylerin arka
plânında yatan şeyleri de görmeye çalışalım. Umulur ki bu bizleri
başkalarının düşleri olmaktan kurtarır. Arkası olmayan hiç-bir eylemsel yönü
bulunmayan sözleri de artık sarf etmekten kaçınalım. Bu tarz bizleri aşan
sözleri söylememizin İslâm adına bizlere hiç-bir faydası bulunmamaktadır.
Şunu artık görüyoruz ki; İnsanlar Kur’ân’ı kutsal metinler olarak
algıladıkları için ne dediği ile ilgilenmiyorlar. Bilenlerimiz ise onu hep
arapça metinler ile birlikte sunarak bu bilinmezliğin sürdürülmesine katkıda
bulunuyorlar. İslâm’ın bu çağa mesajı ne? bunu anlatanımız bunu
dinleyenimiz maalesef yok. İslâm ne vaat ediyor, İslâm’ın ekonomik anlayışı ne?
Kadına bakışı ne? evrensel değerlere bakışı ne? teröre bakışı ne? vatan
kavramına ne anlam yüklüyor? Yoksula-işçiye ne vaat ediyor, emek deyince ne
anlatıyor? Bu toplum için nasıl kurallar belirliyor? İktidar talebi var mı? Tüm
bunların en azından bir parti tüzüğü kadar bu toplumun anlayacağı dilden yazıya
dökülmesi anlatılması gerekiyor ki insanların kafalarında bir başka hayâl, bir
başka yöntem var olabilsin.
Şu-an ki hâlimiz ortada görünür bir şekil almış. Maalesef çok iyi şeyler
söyleyemiyoruz.. Çok fazla eleştiri yapacak durumda da değiliz. Çünkü
seslerimiz bir değil. Ve hâli ile güçlü değil. Sesimizi şu-an hiç kimse duymaz.
Tekrardan, inşâ süreçleri ve bir-birlerimizi anlama dönemlerine geri
çekilmeliyiz. ‘Ama’lı muğlak ifâdelerden ve karşılığı ve eylemliliği bulunmayan
sözlerden uzak durarak sağlam zeminler oluşturmalıyız. Bakalım böylesi kaç yol
arkadaşı bulabileceğiz. Belki de böylelikle başkalarının yaptıkları şeyleri
konuşuyor olmaktan uzaklaşırız. Bizler neler yapıyoruz? Neler yapabiliriz?
sorusunun gündemini yakalayabiliriz. Ya da eşeğin gölgesi hafifliğinde ki
sözlerimize, konuşmalarımıza devâm ederiz”.
Abdullah Bircan:
“Sûni sorunlar ortaya konuluyor ve bu sorunlara, tartışmalarla cevaplar
bulunmaya çalışılıyor. Ve siyâsi iktidârın yapısı da bu tür tartışmaların
ortaya çıkmasına müsâit. Hattâ tâbir-i câizse, siyâsi iktidârın yağcısı
konumundaki, “ulemâ” sınıfı da bunları siyâsi iktidâra taşıyor ve siyâsi
iktidâra taşıttırıyor. Yâni siyâsi iktidârın yanında yer almakla, bizzat bu
sûni sorunlarının bayraktarlığını yaptırıyor” der.
Aşırı açıklama-yorumlama insanları Kur’ân’dan
daha fazla uzaklaştırıyor: “Andolsun,
biz bu Kur’ân'da çeşitli açıklamalar yaptık, öğüt alıp-düşünsünler diye. Oysa
bu, onların daha uzaklaşmalarından başkasını arttırmıyor” (İsrâ 41).
Suat Yıldırım:
“İnsanların çoğunu etkisi altına alan bir yanlışlık da,
kendisi için en önemli işi bırakıp daha tâli işlerle meşgûl olunmasıdır. Bir-gün
Peygamber Efendimiz (a.s.)’a yolda rastlayan biri: “Kıyâmet ne zaman?” diye
sorunca: “Ey Allah’ın kulu! Sen kıyâmet için ne hazırladın?” diye cevap vererek
aynı noktaya dikkat çekmiştir” der.
Bu din kuru bir mâneviyat dîni değildir.
Yorum ve açıklama yapmanın bir sonu da yoktur ve çok basit bir konu bile
yorumlamaya başlanınca sonu gelmez. Hristiyanlar yaklaşık iki bin senedir Hz.
İsâ’nın ilahlığı ve teslis denen şirk konusunda sonsuz yorumlar yapmalarına
rağmen bir türlü sonunu getiremediler ve net bir sonuca da varamadılar
varamazlar da.
Kelimelerin
rûhu yüreğe hitâp etmedikçe, anlamları insanı harekete geçirmez. Konuşmak için sadece bilmek yeterli değildir, yapabilmek
de gerekir.
İnançlarımızın, düşüncelerimizin
belirleyici ve etkili bir nitelik kazanarak bir irâdeye dönüşmesi için,
toplumsal bir bilinç düzeyine yükseltilmesi gerekir. Bilgiden ziyâde
bilinçlenmek önemlidir. Bilinçsiz yapılacak hareketler ve hattâ
devrimlerin-zaferlerin sonu daha da kötü olan bir sonuç çıkarabilir ortaya. Ali
Şeriati: “Devrimin zaferi, toplumun bilinçsizliği ile fâciaya dönüşebilir” der.
“Hiç
şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere-
canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar,
öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur’ân'da O'nun
üzerine gerçek olan bir vaâddir. Allah'tan daha çok ahdine vefâ gösterecek olan
kimdir? Şu-hâlde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte
'büyük kurtuluş ve mutluluk budur” (Tevbe 111).
Bu âyet binlerce ve binlerce kere
okunuyor, kritiği yapılıyor, kelimelerinin köklerine iniliyor. Binlerce kez
tefsiri yapılıyor ama hayâta geçmiyor. Geçecek gibi de görünmüyor. Hattâ
öyle bir niyet de yok.
Nihâyetinde fikirler “gerçekler”
değildir. Hâlbuki dışarıda nesnel gerçeklikler vardır ve sanal fikirler bu
gerçekliğe, gerçekliklerin içine girmediği zaman bir etkide bulunamazlar. Bir
fikrin sanallıktan kurtulması için onun hayâta dönüşmesi/düşmesi gerekir ki
gerçek olsun. Böylece sorunları da çözsün. Fakat hayâta dönüşmeyen çalışmalar
yapılıyor. Böyle yapmakla vahyi arkaya atarak
aklı ön-plana getirmiş oluyorlar. Akla uyulmuş oluyor.
Marx:
“Filozoflar dünyâyı çeşitli biçimlerde anlamaya/yorumlamaya
çalıştılar; ama asıl yapılması gereken şey onu değiştirmektir” der.
Dücâne Cündioğlu:
“Dünyâyı değiştirmeyi başaramazsan, o seni değiştirir, hiç
merak etme!” der.
Aliya İzzetbegoviç:
“Laiklik ve milliyetçilik burada hiçbir olumlu içeriğe sâhip değillerdi
ve hakîkatte sâdece bir şeylerin yalanlanması idiler. Kökü ve içeriği
bakımından yabancı olan bu iki fikir aslında hüküm süren miskinliğin ifâdesi
idiler. Pratikte İslâm-dünyâsındaki dramın son perdesinin başlatılması bu
iki cereyan sâyesinde oldu.
İslâm’i toplum ve İslâm’i iktidar.
İlki İslâm’i düzenin içeriği, ikincisi de formudur. İslâm’i iktidar olmadan İslâm’i
toplum tamamlanmamış ve güçsüzdür; İslâm’i iktidar ise İslâm’i toplum olmaksızın
ya ütopya veya zulümdür.
Genel olarak müslüman, birey olarak
var değildir. Müslüman olarak yaşamak ve ayakta kalmak istiyorsa eğer o, ortam,
topluluk ve düzen yaratmak mecbûriyetindedir. O Dünyâ’yı değiştirmek
zorundadır, aksi taktirde o değişecektir. Târihte var olan hiç-bir hakîki İslâm’i
hareket yoktur ki aynı-zamanda siyâsi hareket olmasın. Bunun sebebi İslâm’ın
bir din olmakla beraber aynı-zamanda da onun bir felsefe, ahlak, düzen, tarz,
atmosfer, tek kelimeyle hayâtın tamâmını kuşatan bir şey olmasındandır. İslâm’i
inanç ile, gayr-ı İslâm’i yaşamak, üretmek, eğlenmek ve hüküm sürmek mümkün
değildir. Bu durum ya münâfıklar ya da mutsuz ve birbiriyle çatışan insanlar
için geçerlidir. (Ne Kur’ân-ı Kerim'i terk edebiliyorlar ne de bulundukları
şartları değiştirmek için kendilerinde güç bulabiliyorlar). Ya bir çeşit keşiş
ve yalnızlığı seçen kimseler (onlar Dünyâ’dan elini çekiyorlar, çünkü o Dünyâ İslâm’i
değildir) veya nihâyetinde İslâm ile ilgili ikilemde olan insanlar ki bunlar İslâm’ı
terk edip vâr-olan hayâtı ve dünyâyı olduğu gibi daha doğrusu başkalarının o
dünyâyı biçimlendirdikleri gibi benimserler.
İslâm’i düzen toplumun bu gibi
çatışmalarının olmadığı bir durumdur ve müslümanın bulunduğu ortamla tam uyum
içinde olduğu bir sistemdir. “Müslüman toplumu nedir” sorusuna biz: “Müslümanlardan
oluşan birliktir” diye cevap veririz ve bununla her şeyin ifâde edildiğini
düşünürüz ve iş bitmiştir.
Kur' an-ı Kerim' de
izâfi olarak çok az “kanun” vardır. O daha çok bu dîne uygun bir biçimde hayâtı
gerçekleştirecek “din” talep etmektedir.
Hayâtı sâdece din ve duâ ile değil,
aynı-zamanda çalışma ve bilimle tanzim etmek gerektiğine inanan, Dünyâ
tasavvurunda ibâdethâne ile fabrikanın yan-yana olması gerektiğine izin
vermekle kalmayıp talep eden, insanları sâdece terbiye etmek değil,
aynı-zamanda onların dünyâdaki hayâtını kolaylaştırmak gerektiğini düşünen ve
bu iki hedefin birbirine kurban edilmesi için hiçbir sebebin bulunmadığı fikrinde
olan kimse, o İslâm’a aittir.
Aslında bilim ve teknolojiyi
benimseme sorunumuz yoktur -zîra ayakta kalmamız için benimsemek zorundayız-
sorun, bunu yaratıcı veya mekanik bir biçimde, şerefle mi yoksa aşağılık
duygusu içinde mi yapacağız.
Târih sâdece sürekli
değişimin değil, aynı-zamanda ve devamlı olarak imkânsız ve beklenmeyenlerin
gerçekleşmesinin hikâyesidir” der.
Dikkat edin; inandığınız gibi yaşamazsanız yâni
inancınızı hayâta geçirmezseniz, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız. Yâni
mevcut hayat şeytâni bir hayat olsa da benimsemeye başlarsınız. Hakîkat sâdece zihinde yaşandığında bir süre sonra hakîkat
olmaktan çıkar ve bâtıl hâle gelir.
Bilmek/idrâk etmek, yaşarken olur,
otururken/okurken/düşünürken/konuşurken değil. Bilmek yaşarken olacağı için,
anlatılamaz zâten. En büyük eksiklik bu işte. Yaşamak.. Bundan mahrumuz.
Gevezelik yapmayı cennete götüren yol zannediyoruz. Cennet bedel ister.
Zihinsel ve hemen arkasından fiîli. Bedeli olmayan şey cennete götürmez
hâlbuki. Bilmenin ise ağır bir bedeli vardır. Yaşama döndürür. “Yaşama”nın
doğal bir zorluğu/yükü vardır zîra. O yükü yüklenmeden bilinemez. O yükün
altına girmeden bildiğini zannedenlerin bildiği, zanlarıdır. Evet; zannederler.
ANLAMSIZ TEKRARLAR
Ahmet Davudoğlu öğrencilerine: “Evlâdım! Bu okullarda size öğretilen ilmi
bir şey zannetmeyin. Bu ilimler Osmanlı'nın kasabında-manavında da vardı.
Bunları okumakla âlim olduğunuz zannına kapılmayın” dermiş.
Aşırı-anlama çalışmaları ezberci yöntem ile yapıldığı
için, çalışmanın sonuna gelindiğinde başı unutulmuştur ve hatırlamak için
sürekli tekrar yapılır. Bu yüzden de bir türlü sahaya inemez. Hâlbuki
yapılan/edilen/eylenilen şeyler unutulmaz.
Anlaşılan şeyin tekrar edilmesine gerek kalmaz. Eğer
anlaşıldıysa neden sürekli tekrar edip duruluyor. Demek ki anlamanın da sonu
yok. Sonu olmadığı için anlama olgusundan kurtulunamıyor ve dışarıdaki zulümler
devam edebiliyor.
Sohbet ortamlarında edinilen bilgiler ham
bilgilerdir. Eyleme dönmemesinin nedeni büyük ölçüde budur Hâki Demir:
“Zihni evrenin, ham bilgi ve ham duygu
ile işgâl edilmesi, bir insanın başına gelebilecek büyük felâketlerden biridir.
Terbiye edilmemiş (ham) duygular, nefsin elindeki nükleer silah gibidir. Kime
karşı? İnsanın kendine karşı… İnsan, idrak sâhibi değilse bilgiler ham halde kalır.
Duyguların terbiyesinde usûl ve cehd sâhibi değilse duygular ham halde kalır.
Ham-bilgi ile ham-duygu zihnî evreni birlikte işgâl ederler. Bu durum, nefs ile
ham-bilginin zihni evrende baş-başa kalmasıdır. Zihni evrende sâdece nefs ile
ham-bilgi varsa ve özellikle fikir (idrâk) yoksa o zihinde kişinin kendisine
yer kalmaz. Nefs ile dış-dünyâ arasında bir masa-tenisi başlar ve mütemâdiyen
devâm eder. Artık etki-tepki sarmalına teslim olunmuş demektir. Hesapsız
miktarda bilgi fakat sıfıra yakın idrâk (fikir), mütemâdi tekrarlar meydana
getirir. Nakledilecek şey bilgi olduğu için ancak tekrar edebilir. Fakat bu
durum böyle gitmez. Tekrarlar bıkkınlık vermeye başladığında aşırı yorumlama
başlar. Zîra bilgi üzerinde, ihtimal hesabıyla değişiklikler yapmaya başlarlar.
Ölçüleri imhâ ettiklerini anlamazlar. Küçük adamların büyük laflar etme
çabasıyla kıvranmaya başladığı an, hakîkatin katledilmeye başlandığı andır”
der.
Bu tarz yapılanmalar dinsel olmaktan ziyâde
siyâsaldırlar. Siyâsilere hizmet eder ve onların işlerini kolaylaştırır. Fiîli
bir îtiraz yoktur çünkü.
Erol Anar:
“Eğer bir insan gerçekliği yaşamıyorsa, özünde kendisini de
yaşamıyor demektir; o bir başkasının hayâtını yaşamakta ve bunu da ona biçilen
rôl kadar yapabilmektedir. O zaman artık o kendisi değildir, tıpkı gerçeğin
tersine çevrilmesi gibi. Gerçeğin olmadığı bir yerde, özünde insan da gerçek
değildir. O kendine yabancılaşmış bir madde yığınıdır sadece” der.
Hüseyin Alan:
“Modernizm müslümanların hayatını alt-üst eden en olumsuz
etki, müslüman’ca bilgi sistematiğimizin değiştirilmesidir. Bilgi üreten
kurumlar, bilginin amacı gibi temel konular da bu nedenle değişti. Bu değişim,
müslümanın Dünyâ’ya, eşyaya, varlık-âlemine ve hayâta bakışını da değiştirdi.
Var-oluş amacını ve değerlerini de bu sâyede fark etmeden değiştirmiş oldu. Bu-gün
tipik oryantalist aklıyla hayâta, topluma, ekonomiye ve siyâsete bakış-açısını
bu sebeple edindi. İlginç gelebilir ama söylenmeli ki müslümanlar artık Kur’ân’ı
usulsüz okurken, okuduklarından bilgi üretirken kendi târihlerine, köklerine,
birikimlerine ve değerlerine yabancı kalıyorlar, çünkü akıl-yapılarındaki
değişimi fark etmediler.
O hâlde soru şudur: müslümanlar bu hayatta nasıl yaşıyorlar?
Cevâbı basittir. Müslümanlar da dinlerini “religion” manasına indirgediler,
yâni bireysel inanç ve vicdân özgürlüğü çerçevesiyle sınırladılar. Hayâta,
topluluk hayâtına yansımayan bir inanç-biçimi bu. O nedenle söz-gelimi bu-gün İslâm
dîni bu hayâtı yönlendirmiyor, yorumlamıyor” der.
ILIMLI İSLÂM PROJESİ
Ubeydullah Toprak yazısında:
“Rand Corporation’un ılımlı İslâm raporunda şunlar söylenir:
ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) 1989 yılında Rand Corporation adlı kuruluştan,
“Türkiye’de İslâm’i Radikalizmin Geleceği” konulu bir rapor istemiştir. Bunun
üzerine Rand Corporation, CIA’nin en önemli isimlerinden Graham Fuller
başkanlığında bir ekip kurmuş ve hazırlıklara başlamıştır. Ekipte bazı Türk
uzmanların yanı-sıra CIA’nın Ankara İstasyon Şefi Paul Henze gibi
istihbaratçılar da yer almıştır. Hazırlanan 79 sâhifelik raporun son bölümünde
şu ifâdelere yer verilmiştir: “Türkiye’de İslâm’ın yükselmesi olgusuna dikkatli
ve seçici bir şekilde yaklaşılmalıdır. Ancak, ihtiyatlı ve alçak perdede
kalarak Amerikan çıkarlarına en iyi hizmet mümkündür. İslâm’ın rolünü etkileme
konusunda en ufak bir açık Amerikan girişimi, ABD’nin çıkarlarına hizmet
etmez. Yönetim konuya dönük politikalarını formüle ederken hem Türkiye’de laik
modeli destekleyen, hem de İslâm’i güçlerle açık bir çatışmadan kaçınan nâzik
bir denge yakalamak durumundadır. Türkiye’ye Nato çerçevesinde daha fazla
yükümlülükler verilmeli, Nato stratejileri konusunda Türk resmî makamlarına
daha fazla danışılmalıdır. Diğer taraftan ABD’nin laik-seküler hareketleri
desteklemesi, bu-arada Türkiye’deki Amerikan menfaatlerine daha iyi hizmet
edecek politikalar geliştirmeye çalışması gerekir. Ayrıca İslâm’i hareketin
ılımlı üyeleri ile ihtiyatlı ve gayr-i resmî temasların kurulması ve yeni dünyâ-düzenine
uygun dînî yorumların yayılmasının sağlanması gerekir.
1999 yılında dönemin ABD Başkanı Clinton, Türkiye ile İslâm’ı
özleştiren yeni bir terim üreterek, Türkiye’yi “Laik bir İslâm Devleti” olarak
tanımlamıştır. Bu tanım, Büyük Ortadoğu Projesine
bağlı “Ilımlı İslâm” fikriyâtının ne zaman şekillenmeye başladığının açık bir
işaretidir. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde, müslüman kimlikli tüm
ülkelere kısaca vermek istediği mesaj şudur: “Müslüman bir halk, laik ve
demokratik bir sistemle yönetilebilir. İşte size bir örnek: Türkiye.
Bu bağlamda, 2003 tarihinde “RAND Corporation” kuruluşu
tarafından “Sivil Demokratik İslâm: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler”
başlıklı 88 sayfalık kapsamlı rapor George W.Bush yönetimine sunuldu. “İslâm ve
müslümanlar, Batı demokrasisi değerlerine ve küresel düzene uyumlu hâle
getirilemezse, medeniyetler çatışması olasılığının yüksek olduğu” tezinden yola
çıkılan bu raporda; İslâm coğrafyasının nasıl denetim altına alınacağına
dâir bir strateji önerilmektedir. Dünyâ-müslümanları; kökten-dinci/radikal
müslümanlar, muhafazakar/geleneksel değerleri savunan cemaatler,
modernist/ılımlı müslümanlar ve laikler olmak üzere dörtlü tasnife tâbi
tutulmuştur. Bu grupların bakış-açıları analiz edilerek şu sonuçlara varılmıştı
(özetle):
1-Kökten-dinci/radikal müslümanlar: İslâm’ın şiddetten
kaçınmayan, yayılmacı ve saldırgan yorumunun temsilcileridirler. Demokratik
değerleri ve Batı kültürünü reddederler. Batı’ya, özellikle ABD’ye düşmanlık
hisleri beslemektedirler. Geçici taktik düşünceler hâriç, bu grubu desteklemek
bir seçenek olamaz.
2-Muhâfazakar/geleneksel müslümanlar: İslâm dîninin
kurallarına sadâkatle bağlı olmakla birlikte, saldırgan ve şiddet yanlısı
değildirler. Radikal müslümanlara kıyasla daha ılımlı görüş taşırlarsa da,
çağdaş demokrasileri ve Batı değerlerini gönülden kucakladıkları söylenemez. Bu
gurup da, demokratik İslâm’ın örneği ve geçiş vâsıtası olmak için uygun düşmez.
Bu grupla ilişkilerde, barışçı bir görüntü vermek en iyisidir.
3-Modernist/ılımlı müslümanlar: İslâm’ın günümüzdeki katı
anlayış ve uygulamalarında kapsamlı değişiklik yapılması konusunda ittifak
hâlindedirler. Peygamber dönemindeki uygulamaları kabûl etmekle birlikte, o
günlere âit sosyal ve târihi koşulların bu-gün artık geçerli olmadığını
savunurlar. Târihselciliği benimsemişlerdir. Temel değerleri; bireysel
vicdânın üstünlüğünün yanı-sıra, eşitlik ve özgürlüğe dayalı toplum
anlayışıdır. Bu değerler çağdaş demokratik esaslarla bağdaşmaktadır. İslâm-dünyâsının,
küreselleşmenin bir parçası olmasını da arzu ederler. Bu nedenlerle ılımlı
İslâm, demokratik İslâm’ın örneği ve esas vâsıtası olmak için en uygun
olanıdır.
4-Laik-seküler dünyâ-örüşlerini savunan aydınlar: Batı
demokrasileri tarzında din ile devlet işlerinin ayrılmasından yana olup, din
olgusunu kamûsal alandan özel alana indirgemişlerdir. Politika ve değerler
açısından Batı’ya en yakın olan gruptur. Bu olumlu özelliklerine karşılık,
genellikle yarı-demokratik görünümlü otoriter bir yapıyı esas alan laik
guruplar, çoğunlukla solcu ve saldırgan milliyetçi ideolojileri
benimsemişlerdir.
Raporda, Amerika’nın İslâm’ı kontrol altına
alması için neler yapması gerektiği maddeler hâlinde şöyle sıralanmıştır
(özetle):
Modernist/ılımlı İslâm cemaatleri desteklenmelidir. Bu
kapsamda; özellikle mâli destek sağlanmalı, lîderlik modeli oluşturulmalı ve
bu modele uygun kanaat önderleri tesbit edilmelidir. İslâm’da devlet ve
dînin ayrı tutulabileceği (lâiklik), bunun inanca zarar vermeyeceği, aksine onu
güçlendireceği fikri ısrarla işlenmelidir.
Muhâfazakâr/geleneksel değerleri savunan kanaat önderlerinin
kusurları ön-plâna çıkarılmalıdır. Radikâl/kökten-dinci müslümanlar ile
muhâfazakarların arasının iyice açılması gerekir. Siyâsi hedefleri olmayan
tasavvufi hareketlerin teşvik edilmesi ve sufiliğin yaygınlaştırılması teşvik
edilmelidir. Ilımlı İslâm cemeatlerine yakın görüşte olan muhâfazakâr/geleneksel
müslümanların, ortak hareket etmeleri sağlanmalıdır.
Radikal/Kökten-dinci hareketlerle mücâdele edilmesi, onların
birbirlerine düşürülmesi hayâti bir öneme hâizdir. Bu kapsamda; yasa-dışı
faaliyetlerin açığa çıkarılması, yaptıkları şiddet eylemlerinin olumsuz
sonuçlarının abartılması gerekir.
RAND Raporunun son bölümünde ‘Derin Strateji’ başlığı
altında, ‘ılımlı İslâm’i bir lîderin hazırlanması’ üzerinde durulmuş ve tâkip
edilmesi gereken siyâset şöyle ifâde edilmiştir: “Ilımlı İslâm’cılar’ın cesur
sivil kanaat önderleri olmaları yeterli değildir. Bu önderlerin demokrasi,
insan ve kadın hakları konusunda etkili projeler geliştirmeleri sağlanmalıdır. İslâm’ın
bir üst-kimlik olduğundan çok, insanların kimliklerinin bir parçası olduğu tezi
işlenmelidir. Sivil-toplum örgütleri oluşturulması ve ılımlı kanaat
önderlerine yardım edilmesi, hayâti öneme hâizdir.”
Geçtiğimiz otuz yıl içerisinde; hevâlarını ilâh edinen
müstekbirlerin (ABD ve müttefiklerinin) kurduğu “dine karşı din” tuzağının bâzı
zarûri sonuçları ortaya çıkmıştır. Bilhassa Mısır’da İhvan-ı Müslimin hareketi
ile Selefi Nur Partisi’nin birbirleriyle olan mücâdelesi bunun en güzel
delilidir. Sûriye, Tunus ve Libya’da; RAND Raporu’nun son bölümünde yer alan
tuzaklar hayâta geçirilmiştir. Firâset sâhibi olan müslüman kanaat önderlerinin;
velâyet hukûkunu ihyâ etmeleri ve fütüvvet ahlâkını ön-plâna çıkarmaları, “dine
karşı din” tuzağının zararlarını ortadan kaldırabilir” der.
Soğuk Savaş döneminde amaç “ılımlı komünizmi”
getirmekti. Ve ılımlı komünizm (Glasnost), Sovyet Bloğunu yıktı.
Bu durum “Soğuk Savaş”ın bir devâmı
niteliğindedir. Çünkü küresel güçler benzer ve hattâ daha güçlü bir zorlukla
kaşı-karşıyadırlar. Bir makâlede bu konuda şöyle bir açıklama yapılır:
“ABD, aynen 1940’ların sonunda olduğu gibi yeni ve zor bir
jeo-politik durumla karşı-karşıya. Soğuk Savaş’ın başındaki tehdit nükleer güç
Sovyet Rusya öncülüğündeki küresel komünist hareketti. Bu-günkü tehlike ise
terörizm ile Batı’yı hedef alan “Küresel Cihad Hareketi”dir. Her iki durumda da
politikacılar ideolojik bir savaşın var olduğu ve bu savaşın da diplomatik,
ekonomik, askerî ve psikolojik alanlarda yürütülmesi gerektiği konusunda
hem-fikirler. Fakat günümüzdeki savaşın Soğuk Savaş dönemindekinden farkı -bir
hükümeti ve coğrâfi sınırları olan bir ulus-devlete karşı değil de- sınırları
belli olmayan, uluslar-arası normları reddeden gölge gruplara karşı veriliyor
olması. Bu farklılık nedeniyle ABD yeni ve farklı bir şebekeleşme stratejisi
geliştirmeli.
ABD, Ilımlı İslâm Şebekelerinin Oluşumunu Nasıl
Sağlayabilir? Rand Araştırmacılarının ABD hükümetine Önerileri:
1-ABD hükümeti, tüm Dünyâ’da bir Ilımlı İslâm Ağ Örtüsü
oluşturmayı kendi politikasının açık bir amacı hâline getirmeli ve bunları
kendi strateji ve programlarına bağlamalı.
2-Bu stratejinin etkili bir şekilde yürütülmesi
için ABD hükümetinin içinde bu çalışmalara rehberlik edecek, yönetecek ve
denetleyecek kurumsal yapılanma oluşturulmalı.
3-ABD, kendi desteğinin İslâm-dünyâsındaki
düşünce-savaşını en fazla etkileyebilme olasılığı olan iş-birlikçi, program ve
bölgeler üzerinde yoğunlaşmalı.
4-İş-birlikçiler, demokratik kültürün temel
değerlerine bağlı olanlardan seçilmeli.
5-İlk-aşamada çabalar, güvenilen çekirdek bir iş-birlikçi
grup üzerinde yoğunlaşmalı (Meselâ Nurcular/Fethullahçılar H.G.) ve daha
sonrasında da kapsamlı bir şekilde genişletilmeli. Oluşturulması planlanan
şebekenin yapı-taşlarının oluşturulması için ilk-aşamada birlikte çalışılacak
çekirdek iş-birlikçiler için şu beş grup hedef alınmalı: Liberâl ve laik müslüman
akademisyenler ve aydınlar, genç ılımlı dînî lîderler, topluluk eylemcileri,
kadın hakları konusunda kampanyalar yürüten kadın grupları, ılımlı gazeteci ve
yazarlar.
6-Var olan ve de potansiyel iş-birlikçilerin
oluşturduğu bir ‘uluslar-arası veri-tabanı’ oluşturmalı.
7-Bu şebekeyi desteklemek için çok iyi
hazırlanmış bir plân oluşturmalı.
8-Bu konuda yapılan çalışmaları denetleyebilmek
için ‘geri-bildirim döngüsü’ (feedback loops) oluşturmalı.
9-Avrupa’daki müslüman toplumlarından, Türkiye’den,
Güneydoğu Asya’dan ve diğer açık toplumlardan (open societies) bütün Orta-doğu’ya
bu ılımlı düşüncelerin yayılması sağlanmalı.
10-ABD daha önce Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi- âdeta
bir vakıf gibi hareket etmeli ve şu meseleleri ele alıp geliştirebilecek
programları desteklemeli: demokratik eğitim, ılımlı medya, kadın-erkek
eşitliği, İslâm’i metin ve gelenekten demokratik ve çoğulcu değerler türeten
öğretiler ve ılımlı gündem.
11-ABD’nin odak noktası Orta-doğu’dan ziyâde daha fazla hareket
serbestisine sâhip olduğu müslüman-dünyânın diğer bölgelerine kaydırılmalı,
çünkü bu bölgeler faaliyet ve etkiye daha açık olduğundan buralarda başarılı
olma şansı daha yüksektir. Bu nedenle şebeke oluşturma çalışmaları Avrupa’daki
müslüman diasporasında, Güneydoğu Asya ve Türkiye’deki müslümanlar arasında
yoğunlaşmalı. Orta-doğu’daki çalışmalar ise göreceli olarak daha ‘açık’ olan
toplumları hedef almalı. Radikal düşünceler Orta-doğu’dan Dünyâ’nın diğer
bölgelerine yayıldığı için öyle bir şebeke ağı oluşturulmalı ki, İslâm’ın
modern yorumları diğer bölgelerdeki ılımlı müslümanlardan Orta-doğu’ya doğru
aksın.
“ABD bu grup (ya da kişilerin) resmî ziyâretlere
katılımlarını sağlayarak, kendi kamu-oylarında ve siyâset çevrelerinde daha iyi
tanınmalarını sağlamalı”.
Son dönemde birden-bire popüler olan entelektüelleri, ılımlı
din-bilginlerini, dernekleri, gazeteci ve yazarları şimdi bir kere daha
düşünün. Ya da Amerikan karşıtı iken, Bilderberg toplantılarına katılacak kadar
ılımlılaşıveren siyâsi, akademisyen ve yazarları… Karşınıza bambaşka bir
pencere açılacaktır.
Rand’ın önerileriyle, yaşadığımız gelişmelerin
bire-bir nasıl örtüştüğü görülüyor”.
Ali Kaçar:
‘Ilımlı İslâm’, emperyal küfür güçlerinin İslâm’ı dönüştürme/değiştirme
projesidir. Ilımlı İslâm projesi, İlâhi din İslâm’ın içinin boşaltılarak ilâhi
özelliğinden soyutlama ve bâtıl dinlerin kuralları ile tamamlama ya da yerine
geçirilme projesidir. Bu projenin temel özelliği, İslâm’ın asıl mecrâsından
çıkarılarak demokratikleştirilmesi, liberâlleştirilmesi ve ılımlaştırılmasıdır.
Böylece ortadan tamamen kaldırmaya güç yetiremedikleri İslâm, dönüştürerek, -en
azından- kendileri için ‘zararsız’, “birlikte yaşamaya elverişli” hâle
getirilmiş olunur. Bu hedefe ulaşmak için bütün imkânlar seferber edilmiş
durumdadır.
İslâm’ı ılımlılaştırma, hevâ ve hevese uygun hâle getirme
girişimlerinin yeni olmadığını biliyoruz. Hz. Peygamber (as) döneminde Mekke-müşrikleri
de benzer faaliyetlerde bulunmuşlardır. Mekke’nin oligarşik güçleri, Hz.
Peygamber (as)’ı ve getirdiği mesajı, baskıyla, işkenceyle, katliamla engelleyemediklerinden
çeşitli sinsi plânlara baş-vurmuşlardır. Bu plânların başında ise, sûret-i
haktan görünerek ‘uzlaşma’ yolu gelmekte idi. Çünkü ancak bu yolla Hz. Peygamber
(as)’ın devre-dışı bırakılacağı düşünülmekte idi. Dünyevî anlamda yapılan bütün
uzlaşma teklifleri Hz. Peygamber tarafından reddedilince, sıra kolay-kolay
karşı koyamayacağı bir teklife gelmişti. O da Mekke kâfirlerinin, biraz sen
bizim dînimizi kabûl et, biraz da biz senin ilâhına tapalım yollu teklifi idi.
Zâten Kur’ân-ı Kerim, Mekke kâfirlerinin, hem de ta risâletin başından
îtibaren, peygamber Muhammed (sav)in kendilerine yumuşak davranmasını arzu
ettiklerini, böylece kendilerinin de Muhammed’e yumuşak davranacaklarını vaat
ettiklerini haber vermektedir. (68/9). Hz. Peygamber (a.s), Mekke-müşriklerinin
her türlü ‘uzlaşma’ talebini kesin bir dille reddetmişti. (Kâfirun Sûresi)
Çünkü tevhid ile şirkin, küfür ile îmanın, mü’min ile kâfirin, muvahhid ile
müşrikin, uzlaşı içerisinde bir-arada yaşaması asla söz-konusu değildir.
Ancak küfür güçleri, bu arzularından hiçbir dönem
vaz-geçmemişlerdir. Her dönem farklı yol ve yöntemler deneseler de, hedefleri
hep aynı olmuştur; İslâm’ı ve müslümanları dönüştürmek ve kendi arzularına
uygun yeni bir din oluşturmak. Ne yazık ki, küfür-güçlerinin bu arzusu
kıyâmete kadar da devâm edecektir.
Ilımlı İslâm projesi, emperyâl amaçlı olup bir ABD
projesidir. ABD bu projeyle, İslâm coğrafyasında kendi menfaatlerini tehdit
edecek tarzda gelişmekte olan İslâm’i hareketleri, ya bütünüyle yok etme ya da
terörize ederek bölge-halkları nezdinde marjinalleştirmeyi hedeflemektedir. Bu
nedenle Afganistan, Irak gibi ülkeleri işgâl etmiş, bir-çok bölgede de izinsiz
nokta-operasyonları gerçekleştirmiş, yüz-binlerce mâsum insanı katletmiş,
yer-altı ve yer-üstü kaynaklarını yağmalamış, ama yine de başarılı olamamıştır.
Oysa ABD, yakın bir zaman öncesine kadar, ‘Yeşil Kuşak Projesi’ ile İslâm
coğrafyasındaki iş-birlikçi yönetimlerin de yardım ve desteğiyle müslümanları,
Sovyetler Birliği’ne karşı verdikleri mücâdelede desteklemiştir. Bu-gün ise,
dün Sovyetler Birliği’ne karşı desteklediği müslümanları, ılımlı ve radikal
(kökten-dinci-Fundamentalist) diye kendi içerisinde parçalayarak, birbirine
karşı kullanma projesini devreye sokmuştur. ABD, adı ‘Ilımlı İslâm’ olan bu
proje ile Hak din İslâm’ın karşısına, şekilsel olarak İslâm’a benzeyen, ama
İslâm’la hiç ilgisi olmayan sahte bir dîni çıkarmayı yâni dîne karşı dîni
kullanmayı amaçlamaktadır.
“Ilımlı İslâm”, “Yeşil Kuşak İslâm” projesinden farklı
özellikler taşımakta idi. Çünkü ‘Yeşil Kuşak’ projesinin amacı, müslüman
halkları Sovyetlere karşı kalkan yapmak için desteklemekti. Soğuk Savaş
sonrasında geliştirilen ‘ılımlı İslâm’ projesinin amacı ise, müslümanlara
karşı, geleneksel, İslâm’i bilinçten yoksun müslüman kitleleri çıkarmak ve
kendi içinde çatıştırmaktı. Ilımlı İslâm projesi, ilâhı beşer olan yeni bir
dîni ön-görmekte idi. ABD güdümündeki bu yeni dîne göre, “Cihat”, artık
terörist bir faaliyet olarak îlan edilmekteydi. Ülkelerinin bağımsızlığı için
savaşanlar ise, artık ‘Yeşil Kuşak’ dönemdeki gibi, “özgürlük savaşçıları”
değil, “uluslar-arası terörizmin” taşıyıcıları olarak adlandırılmaktaydı. Çünkü
ABD’nin İslâm coğrafyasındaki hegemonik amaçlı işgâllerine, istilâ ve yağmalama
faaliyetlerine karşı direnen İslâm’i hareketler, ancak bu şekilde ber-taraf
edilebilirdi. Nitekim bu-gün bir-çok ülkede, bu İslâm’i hareketlere karşı
verilen savaşta emperyal işgâlci ülkelerin yedeğinde payanda olarak bu
iş-birlikçi bölge ülke yönetimlerini görmek mümkündür.
Burada, bu-günkü emperyâl ülkelere hizmet eden “ılımlı İslâm”
projesi ile bir-önceki dönemin -soğuk savaş- İslâm ülkeleri için tasarlanmış
‘Yeşil Kuşak Projesi’ arasındaki en belirgin farklılık emperyâl Batılı
ülkelerin, soğuk-savaş döneminin temel düşmanı “Sovyet yayılmacılığı” ve onun
şahsında simgeleşen “komünizm” idi. Materyâlist ve tanrı-tanımayan komünizme
karşı, müslümanlardan beklenen, “cihada” daha fazla sarılmaları idi. Din, bu
alanlarda, olabilecek en radikal tarzda yorumlanıyordu. Bu-gün ılımlı İslâm
projesi ile tam tersi yapılmaktadır” der.
GENİŞLETİLMİŞ ORTA-DOĞU
PROJESİ
Genişletilmiş Orta-doğu İnisiyatifi (Büyük Ortadoğu Projesi-BOP) ABD 43.
Başkanı Bush hükümeti tarafından 2004 yılında ”büyük orta-doğu” adıyla duyurulan en batıda Fas'ın Atlantik kıyılarından, en doğuda Pâkistan'ın kuzeyindeki Karakurum yaylalarına, Kuzeyde Türkiye'nin Karadeniz kıyılarından,
Güneyde Aden ve Yemen'e
kadar uzanan bölgede, müslüman ülkelere demokrasi ihrâcını ve bu ülkelerin
pazarlarının açılmasını amaçladığı iddia eden politik kuramdır.
Ahmet Kalkan bu konuda şunları söyler:
“Biz Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) deyip geçiyoruz; ama bu
projenin tam adı “Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Müşterek
Bir Gelecek ve İlerleme İçin Ortaklık İnisiyatifi...”
Projeyi Dünyâ’ya ilk duyuran kişi ise Amerika
Birleşik Devletleri’nin 43. Başkanı George W. Bush...
Projenin amacı; petrol-zengini müslüman ülkelere demokrasi
ihraç etmek, bölgenin kontrolünü ele geçirmek ve bu zengin pazarların serbest
rekâbete açılmasını sağlamak...
Proje, Batı’da Fas’ın Atlantik kıyılarından,
Doğu’da Pakistan’ın kuzeyindeki Karakurum yaylalarına...
Kuzey’de Türkiye’nin Karadeniz kıyılarından,
güneyde Aden ve Yemen’e kadar uzanan bir bölgeyi kapsıyor...
Projenin bizim için önemi ise, Recep Tayyip
Erdoğan’ın “Eş -Başkan” îlan edilmesi...
Ve daha sonra AKP yöneticileri tarafından
yalanlansa da, kendisinin bunu tam 34 farklı yerde yaptığı konuşmada gururla
ifâde etmesi...
Erdoğan iki yıl önce, “ölmeden doğan proje” dedi ve herkes
de BOP’un gerçekten tezgâhtan kaldırıldığını düşündü, ama... ABD bu konuda
oldukça kararlıydı... Kararlılığı da dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza
Rice’ın 7 Ağustos 2003 tarihinde Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısı
gözler-önüne seriyor:
Rice bu yazısında bölgede bulunan 22 devletin
rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini, Türkiye’nin de bunların
içinde olduğunu anlatıyordu.
ABD’nin Büyük Orta-doğu Projesi ile beş temel
hedefi vardı:
1-Orta-doğu’nun kontrolünü ele geçirmek.
2-İsrail’in güvenliğini garanti altına almak.
3-Zengin petrol ve doğal-gaz kaynaklarının
denetimini sağlamak.
4-Avrupa Birliği, Çin ve Japonya’yı bölgedeki
ekonomik zenginliklerden uzak tutarak, rekâbette öne geçmek.
5-Vâr-olduğunu iddia ettiği “İslâm’i terör”ü
bitirmek...
Batı tüm bunları T.C. örnekliği üzerinden yapmaya çalışıyor.
Müslümanlar, “yaşayan/yaşanan” bir fıkıh
olmadığı için, sonsuz anlayışlarla şekillenmiş ve fıkhî düşüncelerle bezenmiş
kitaplar yazıyorlar. Tabî ki bu da bir-çok ayrılığı/bölünmeyi yanında
getiriyor.
“Ey
îman edenler, Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin
dostudur. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o da onlardan olur” (Mâide 51).
“Sen
onların dînine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da senden hoşnut olmazlar” (Bakara 120).
Ayrıca kişisel gelişim kitapları da tağutların
plânlarına katkı yapıyor.. İnsanları bu tarz plânlara uygun hâle getiriyor.
Sürecin nasıl işlediğini demokrasi örneği
üzerinden şu şekilde formülleştirebiliriz: Demokrasi; 1960’larda küfür,
1980’lerde haram, 1990’larda araç, 2000’lerde ise İslâm’ın ön-görüsü..
Atasoy Müftüoğlu:
“Soğuk-savaş döneminde, insanlar sağcı ya da solcu gündem doğrultusunda
zihinsel kontrole tâbi tutulurdu. Günümüzde bu kontrol, “sistemin
içerisindekiler ve dışarısındakiler” merkezinde şekilleniyor. Seküler/liberâl/kapitâlist/sağcı
sistem, bu defâ sistemin dışında kalan İslâm’i unsurları tasfiye etmeye
çalışıyor. Küresel sistem İran ve Hizbullah aleyhinde bir kanaât iklimi
oluşturmaya çalışıyor. Öykü’nün Türkiye’deki yansımalarını tâkip ettiğimizde, İslâm’i
kesimler nezdinde, İran ve Hizbullah hakkında olumsuz bir kanaât oluşturduğu
açıkça görülebiliyor. Gerçeğin sınırları ile propagandanın/kurgunun sınırlarını
ayırt edememek gibi bir sorunumuz var. Güçlü çıkarlara muhâlefet etmek, çok
güçlü bir bilince sâhip olmayı gerektiriyor. Gerçeklerle, propagandanın
sınırlarını fark edemeyenler, “Arap Baharı”, “Arap Devrimleri”, “Sûriye Devrimi”
gibi konularda dramatik bir biçimde yanıldılar, yanıltıldılar” der.
Modern müslüman entelektüellerin bize
gösterdiği ve yapılmasını istediği İslâm-anlayışı metodu, batı-merkezli bir
metottur. Bahsettikleri metot İslâm’ın kendi iç-dinamiğinden çıkmış bir metot
değildir. Bu metot ile ne İslâm’ın iktidâr olması mümkün, ne de bir zulmün sona
ermesi.. Kâfir bir metotla müslümanlık bir yere varamaz.
Abdurrahman Arslan:
“Belki bâzı şeyleri sistemleştirmemek de gerekiyor. Ama
nereden başlayacağımızı biz biliyoruz. Biz İslâm’ın bilgisiyle yeni
tanışmıyoruz. Biz 1400 seneden bêri hamdolsun müslümanız. Ve Hz. Muhammed’in
(asm) gününden bêri bu bilgiyle tanıştık. Bu bilgiyle hayâtımızı ve zihnimizi
düzenlemeye çalıştık. Bu bilginin müesseseleri de kurulmuştur. Onların
içerisindeki bilginin tasnifi de yapılmıştır. Katılmayabiliriz. Biz bilgiyi
yeniden tasnif ederiz. Ama bilginin ontolojik temeli üzerine konuşamayız.
Aslolan, İslâm’ın ontolojisi üzerinden kurulandır. Ben soruyorum. Bu konuyla
ilgili bütün otoritelere soruyorum. İslâm âlimlerinin hazır ettiği usûl, tefsir
usûlü, hadis usûlünün hâricinde hangi baba-yiğit bu iyi bir usûldür diye
gelebildi? Batı’dan çalıyorlar, İslâm’ın usulünün yetersiz olduğunu
söylüyorlar. Nereden çıktı bu? Bunu yüz yıldır söylüyorlardı, eyvallah. Ama ben
biraz evvel dedim ki size, bu dönemin sonuna geldik. O zaman gelip bize
desinler ki bu usûl yetersizdir, niçin yetersizdir, bu sorunun cevâbını
versinler. Çünkü usûl çok ideolojik bir şeydir. Bu-gün eğer post-modernist felsefe
çıkmışsa usûlden, yâni batılı yöntemin krizinden çıktı. Usûl dediğiniz öyle
sıradan bir iş değildir. Bilgi de değildir. Bilgiyi üreten araçtır. Bu-gün
müslümanların usûlü yok. Bilgi üretmiyorlar ki. Müslümanlar zâten taklit ve
tüketim ilişkisi içinde. Batı’da olanı İslâm’ileştirip gündelik hayâtımıza
sokuyoruz.
Hiç-bir bilgi tarafsız değildir ve kendine göre bir
sosyâl-dünyâ kurmak ister. Modernizm de kendine göre bir Dünyâ kurdu.
Müslümanların sosyâl-dünyâları da deformasyonlara rağmen İslâm’i değerler
Dünyâsı içerisinde oluşmuştur. O değerlerin referansıyla hayâtını idâme
ettiriyordu. Modernleşmeyle birlikte bu
Dünyâ yavaş-yavaş dönüşmeye başladı. Artık referanslar İslâm’dan çok
modern-dünyâdan alınmaya başlandı. Müslümanlar da gündelik hayat pratiklerinden
tutun da ideâllerine kadar İslâm’ın değerlerinden çok modernitenin ışığında
geleceklerini kurmaya başladılar. Nihâyetinde İslâm’i yorumlar da modernitenin
ışığında gerçekleşti. İslâm bütünüyle olmasa da modernleşme serüveninde
modern-dünyânın değerlerine bağımlı hâle geldi” der.
“Ey iman edenler, yahudi ve
hıristiyanları evliya (dostlar/idâreciler) edinmeyin; onlar birbirlerinin
evliyası (dostları/idârecileri)dir. Sizden onları kim evliya
(dostlar/idâreciler) edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz
Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet vermez” (Mâide 51).
TAHRİF SÜRECİ NASIL BAŞLAR
Dînin,
dindarları şekillendirmesi gerekirken; dindarlar dîni şekillendiriyor..
Peki
bu aşırı-yorum nasıl yapılıyor? Meselâ Nûr Sûresi 55. âyeti aşırı yorumlamaya
tâbi tutarak, laik-demokratik bir devlet ön-görüsünde bulunabilmek, ya da onu
es geçtirecek ve gündemden düşürecek tarzda yorumlamaktır. Bu âyetin (Nûr 55) açık
anlamını kaydırmak, “münâfıklığın müslümanlık zannedilmesi”dir.
Aşırı-yorumlamacıların
düşünceleri, davranışları hâl ve hareketleri Kur’ân ile tutarsızdır. Ali Bulaç:
“İslâm
konusunda iç-dünyâmızda ne kadar tutarlıyız? Biz sâhiden Allah’ın irâdesine
teslim olmak; yâni adâleti têsis etmek, birlik olmak, iyiliği hâkim kılmak ve
yüksek bir ahlâkî hayâta ulaşmak istiyor muyuz?” diye sorar.
Neden âyetlerdeki kelimelerin diğer
anlamları bu kadar çok araştırılıyor?. Ne bulmak istiyorsunuz ki?. Neden en
meşhur anlamı kullanmaktan kaçınıyorsunuz? Artık; “Galat-ı meşhur, lugat-i
fasihten evladır” baş-tâcı ediliyor. Yâni doğru bilinen yanlışlar, az bilinen
doğrulara üstün tutuluyor.
Mustafa Çelik:
“Kelimelerin mânâlarıyla
oynamak, kelimelerin yerlerini değiştirmek, bir Yahudileşme alâmetidir” der.
Ali Şeriati:
“Kelimeler, cümlelerde anlamlı ve canlı birer varlık iken,
sözlüklerde âdeta birer leş gibidirler” der.
İsmâil
Raci Farûki:
“Zamanla, Arapça
konuşmayan kimi müslümanlar, Kur’ân öğretisini daha iyi bir şekilde öğrenmeye
çalıştıklarında insan-biçimcilik (antropomorfizm) (teşbih) hatâsına düşmüşlerdir.
Müslüman toplumlar her-hangi bir mecâzi yorumun meşrû kılınmasının, terimin
sözlük anlamlarını olduğu kadar, terimin değerini de kaçınılmaz olarak
düşürebileceğinden; zirâ sözlük anlamının kaldırılması durumunda anlamları
sâbit tutacak ve onları akıntıda rast-gele yüzmekten koruyacak bir şeyin
kalmayacağından korkuyorlardı. Bu, Yahudiliğin ve Hristiyanlığın Helenleştirme baskısı
altında yaşadığı ve netîcesinde her ikisinin de köklü bir dönüşüm geçirdiği
asıl tehlikeydi. Teşbih (insan-biçimcilik) ve tâ’til (sıfatların mecâzi olarak
yorumlanmasıyla nötrleştirilmesi) yanlıştı. Birincisi aşkınlığa, ikincisi Kur’ân’da
Allah’a isnâd edilen sıfatların gerçeğine zıddı; ki bu vahyin kendisini inkâr
etmek demekti” der.
“Bu-gün
size dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din
olarak İslâm’ı seçip-beğendim” (Mâide 3).
“Sana
Kitabı indiren O'dur. O'ndan, Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler
(kesin anlamlı) muhkem'dir; diğerleri ise (benzer anlamlı) müteşâbihtir.
Kâlplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak
(kendilerince asıl mânâ
ve maksadını belirlemek) için ondan
müteşâbih olanına uyarlar (müteşâbih âyetlerle meşgûl olurlar). Oysa onun te’vilini Allah'tan başkası
bilmez. İlimde derinleşenler ise: “Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır”
derler. Temiz akıl-sâhiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez. (Al-i imran
7).
İslâm târihindeki fitnelerin neredeyse tamâmı
anlama-anlayamama ile ilgilidir.
Aşırı-anlama taraftarları Kitab’ın
tamâmına müteşâbih âyet gibi muamele ederler. Hem de Mâide 3. âyetteki “tamamladım”
ifâdesine rağmen. Her kelimesini didik-didik etmeyi mârifet sayarlar. Oysa
Kurán’daki âyetlerin ezici çoğunluğunu muhkem/apaçık/sarih âyetler oluşturur.
Zâten Kur’ân’ın müteşâbih olan âyetlerini de kimse kesin-doğru bir şekilde
açıklayamaz. Ancak, üzerinde derin düşünme ile ulaştıkları güzel yorumlarda
bulunabilirler. Bu yorumlar mutlak açıklamalar değildirler. Meselâ şu-ana kadar
kimse, güzel ve yerinde yorumlar yapmış olmalarına rağmen mukattaa
harfler/âyetler hakkında kesin bir açıklama/yorum yapamamıştır ve yapamazlar
da. Velhâsılkelâm: Kur’ân’a sanki tüm harfleri/kelimeleri mukattaa imiş gibi
davranmak yanlıştır.
Açık (sarih) âyetler
zâten bellidir ve yorumlamaya gerek yoktur. Müteşâbih âyetlerin yorumunu ise
sâdece Allah bilir.
Mustafa Öztürk:
“Allah’ın
temel taleplerini içeren âyetler mânâ ve mesaj yönünden gâyet sarih olup îzaha
muhtaç değildir. Bu sebeple, mü’min/müslüman kimseye düşen, hayâtını bu
âyetlerdeki emirler mucîbince tanzim etmektir. Buna mukâbil özellikle ilâhî
sıfatlar ve âhiret ahvâliyle ilgili müteşâbih âyetlerde zâhirî anlamı kabûl
etmek, te’vil cihetine gitmemek gerekir. Çünkü te’vil bir bidat örneğidir. Bu
çerçevede Hâricîlik, Cehmiyye, Kaderiyye, Bâtıniyye-İsmâiliyye ve Bâtıniyye’nin
modern uzantıları konumundaki Bâbiyye ve Bahâiyye gibi fırkalara âit te’viller
ile aşırı tasavvufî-işârî yorumlar tahrifle eş-değerdir” der.
Kur’ân “hayat” bulmadıkça sonsuz
yorumların konusu olmaya devâm edecektir.
Aşırı-anlama çalışmaları metnin orijinal
hâlini görmezden geliyor. Zamanla onu metin olarak değilse de anlayış olarak
değiştiriyor. Hâlbuki ikisi birbirine ters olmamalıdır. Kur’ân, Allah’ın
lafzını “kökü toprak altında sâbit ve dalları semâda olan bir ağaç”a (14/24)
benzetir. Anlam, kökten/metinden ayrı/aykırı olamaz.
Bu şekildeki çalışmalarla hiç-bir yere
varılamaz.. Hiçbir zulüm/acı/şiddet/rezâlet sonlandırılamaz. Çünkü bu yapılan
çalışma-sistemi liberâl tağutların kulvarında yol almaktır. İslâm ise bize “başka
görevler” yükler. O hâlde yapılması gereken, teoriden çok pratik çalışmalar
olmalıdır. Ancak bu yolla olumlu değişiklikler olabilir. Ahmet Kalkan da bu
konuda şöyle der:
“Mazlum halklar, Dünyâ’da izzeti, onurlu bir hayâtı,
sömürüden, zulümden, adâletsizlikten arınmış âdil bir yönetimle yönetilmeyi ve
âhirette kurtuluşu istiyorlarsa, tevhidî adâlet sistemini, yâni İslâm devletini
talep edip egemen kılmaya çalışmaktan başka yol olmadığını bilmelidirler. Biz
muvahhid mü’minler, mazlum halkların zulümâtın gri tonlarında oyalanmamaları ve
bir zulüm sisteminden bir başkasına savrulmamaları için uyarı görevimizi yerine
getirmeliyiz.
O hâlde bölgenin mazlum halkları, karanlıkların koyusundan
kaçarken, gri tonlara yakalanmamalı, laik/demokratik/liberâl modele îtibar
ederek, yeni bir zulme muhatap olmamalıdırlar. Hepimizin yaratıcısı olan
Rabbimiz, “şirk en büyük zulümdür” ve “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler
kâfirlerin, zâlimlerin ta kendileridir” buyurmaktadır. Hak ile bâtılın
karıştırıldığı, sentezci, uzlaşmacı, “ılımlı” modellerde, şirki ve tâğûtî
nitelik devam etmekte ve dolayısıyla da, ilâhi vahyi dışlayarak, insan hevâ ve
zannının ürettiği ana-yasa, sistem ve modellerde haksızlık, adâletsizlik ve
zulüm kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır. Zulümden sâhici anlamda kurtulup,
bütüncül gerçek adâlete ulaşmak, ancak, bütün halkların ve insanların
yaratıcısı olan ve hepsine adâletle en temel hakları lütfetmiş bulunan Allah’ın
hükümlerine dayalı bir ana-yasayla ve İlâhî vahyi esas alan bir sistemle
mümkündür.
Nasıl olur da size büyük zulümleri yapanların arkasındaki
emperyalistlerin sizi tevhîdi yolunuzdan saptıracak ılımlı bâtıl modeline
kanabilirsiniz? Size ve tüm Müslümanlara yakışan; Kur’ân’ın rehberliğinden ve
Resûlün (s.a.s.) önderliğindeki ilk Kur’ân neslinin örnekliğinden ayrılmamaktır.
Türkiye’nin laik-liberâl-muhâfazakâr-demokrat modelini örnek alacağınıza, sizi Dünyâ
ve âhiret saadetine ve sâhici, bütüncül adâlete kavuşturacak olan İslâm’i
devlet-sistemini kurarak, siz hem Türkiye’ye, hem bölgeye ve tüm Dünyâ’ya model
olun da biz sizi örnek alalım”.
Anlamak harekete geçirici değildir.
Anlayıp kavramak îmâna ve harekete geçirmeye yetmez: “Siz (müslümanlar,) onların size inanacaklarını umuyor
musunuz? Oysa onlardan bir bölümü, Allah'ın sözünü işitiyor, (iyice algılayıp)
akıl erdirdikten sonra, bile-bile değiştiriyorlardı” (Bakara 75). Hattâ
yoldan bile çıkarabilir: “Hani sizden
mîsak almış ve Tûr'u üstünüze yükseltmiştik (ve): Size verdiğimize (Kitaba)
sımsıkı sarılın ve dinleyin (demiştik). Demişlerdi ki: Dinledik ve isyân ettik.
İnkârları yüzünden buzağı (tutkusu) kâlplerine sindirilmişti. De ki:
İnanıyorsanız, inancınız size ne kötü şey emrediyor?” (Bakara 93). Dinleyip anlamak isyanı önlemiyor. Bunun
garantisi anlamak değil, yapmaktır. Çünkü dinleyip anlamanın bedeli yok ama
yapmanın bedeli var ve bu bedel çok ağır da olabiliyor.
Cemil Meriç:
“Bir kelimeyle İslâmiyet ilâhî
bir hidâyettir. Bilgi kâfi gelseydi oryantalistlerin hepsi İslâmiyeti kabûl
ederdi” der.
“Hiç şüphesiz din,
Allah katında İslâm’dır. Kitap verilenler
(müslümanlar dâhil), ancak kendilerine ilim geldikten sonra,
aralarındaki 'kıskançlık ve hakka başkaldırma' (bağy) yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini
inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesâbı pek
çabuk görendir” (Âl-i İmran
19).
Bilgi
tek-başına îman etmeyi sağlamıyor ve bir kardeşlik şuuru da oluşturmuyor ve
hattâ tam aksine anlaşmazlık çıkarıyor. Çünkü bilgi, yanında ihtirâsı da
taşıyor ve ayrılıklar doğuruyor. Bu nedenle bilgi-bilinç çok önemli olmakla birlikte,
bilgi-merkezli değil, kardeşlik-merkezli birliktelikler devâm edebiliyor ancak.
İlim sâhipleri o kadar ilme rağmen ihtiraslarını yenemiyorlar âyetin de dediği
gibi. Demek ki salt ilimle olmuyor. Sorumluluk ve fedâkârlık merkezli bir
birliktelik olmayınca olmuyor. Ne de olsa, o kadar bilgiye rağmen Şeytan fitne
çıkarmıştı ve ayrılık başlatmıştı. Oysa Âdem’i “kardeş” olarak görebilseydi,
“cennet-hayâtı” devâm edebilecekti. Bilgi, yanında takvâyı da getirmiyor.
Teslimiyet farklı bir şey. Eylemle-amelle alâkalı bir şey.
Kur’ân, meâlini-tefsirini
okuyup anlamakla değil, rûhunu kavramakla idrâk edilebilir. Bunun için de,
kıvrak bir zekâ değil, akleden bir kâlp gerekir.
Kur’ân’ın bir
frekansı vardır. O frekansla aynı titreşime girmedikçe Kur’ân idrâk edilemez. O
frekansla, sâdece eylem hâlinde iken ve aynı frekansta titreşirken (hareket-
amel) hâlindeyken aynılaşılabilir. Kur’ân yoğun bir titreşimde iken; oturulan
yerde, hareketsiz hâldeyken, az-buçuk bir titreşimle aynı frekansa erişilemez.
Yaşamadan anlaşılamaz Kur’ân. Kur’ân’ı anlamanız, daha doğrusu idrâk edebilmeniz
için, “yaşamanız” lâzım. Onun sözlerini âyetlerini yaşıyor olmanız lâzım. Nasıl
ki ibâdetlerimizi sâdece okumakla-düşünmekle değil de yerine getirmekle yâni
yaşamakla tam olarak idrâk ediyorsak, Kur’ân’ın tamâmını da o şekilde hayâtın
tam orta yerinde yaşanarak idrâk edilebilir. Yeryüzü zâten bize mescid
yapılmıştır. Kur’ân eyleme dönüşmediğinde sıradanlaşmaya başlar. Her-şeyde
olduğu gibi. Kur’ân ancak eylem hâlindeyken bir ruh katabilir inancımıza.
Bilmek îman demek değildir, bilmek îman
getirmiyor ve bu yüzden de harekete geçirmiyor: “Bizim kendilerine Kitap
verdiklerimiz, onu, çocuklarını tanır gibi tanırlar. Kendilerini hüsrâna
uğratanlar; işte onlar inanmayanlardır” (En-âm 20).
“Onlardan
seni dinleyenler vardır; oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel
olarak) kâlpleri üzerine kat-kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık
kıldık. Onlar, hangi apaçık-belgeyi görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o
inkâr edenler, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: Bu, öncekilerin
uydurma masallarından başka bir şey değildir derler” (En-âm 25). Âyetin de gösterdiği gibi,
anlamak/kavramak/idrâk etmek zihin ile değil kâlp ile olur.
“Rabbimiz,
içlerinden onlara bir elçi gönder, onlara âyetlerini okusun, kitabı ve
hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Şüphesiz, Sen güçlü ve üstün
olansın, hüküm ve hikmet sâhibisin” (Bakara 129). Buradaki hikmet sünnettir. Peygamberimiz hem
müfessir hem de mübelliğdir. Fakat peygamberin yaptığı tefsir, Kur’ân’ı lisâni
bir tefsire tâbi tutmak değil, canlı tefsir yapmaktır. Hayâtın tam ortasına Kur’ân’ı
taşıyıp ve onu hayâtın tam ortasında yaşarak tefsir etmektir. “Kitap ve hikmet”
deniyor, hikmet bilmekle ilgili değil, yapmakla ilgilidir. İşte sünnet budur.
Sâlih-amel budur ki sünnet Sâlih-amel demektir. Sünnet/Sâlih-amel, bir işi en
iyi şekilde yapmak demektir. İşin hakkını vermek.
Meselâ bir makinenin nasıl çalıştığını
anlamanız, onu kullanabileceğiniz anlamına gelmez. Dîni de anlama, onun pratik
hâlini anlamak demek değildir. Dînin gerçek yönü pratiğinde kendini gösterir.
Teorik yönü zâten 1400 yıldır tartışılıyor ve içinden çıkılamıyor ve bu çelişki
de zamanla artmakta. Bunun tek ve kesin çözümü, onu hayâta taşıyarak yâni
yaşayarak bilmekten geçer. Yahudiler gibi, kitabın ana-temasını unutup lüzumsuz
ayrıntılara dalmamak gerekir.
Atasoy Müftüoğlu:
“Hâlâ 1430 yıldır Kur’ân’ı nasıl
anlayacağımıza karar veremedik. İslâm adına,
yaşamadığımız/somutlaştıramadığımız bir kültür ve medeniyeti anlatıyoruz. Kelimelerimiz
eyleme dönüştüklerinde, fikirlerimiz davranışlarımızda görünür hâle
geldiklerinde bir değer kazanırlar. Kullan-at bilgilerle, kullan-at yorumlarla
hiç-bir yere varılamaz. İslâm’a katılmak, gerçeklerin dünyâsına katılmakla
başlar, gerçek hayatta belirleyici olmayan İslâm, İslâm değildir.
Mâneviyatçılık, iç-dünyanın özgürlükleri ile ilgilenirken, İslâm hayâtın ve
Dünyâ’nın içerisindeki özgürlüklerle ilgilenir. İslâm’ın Dünyâ’dan ve
siyâsetten arındırılmasını istemek düpedüz bir hezeyandan ibârettir. İnsanlara
hitâp etmek, Dünyâ’ya hitâp etmekle yakından ilgilidir. Ümmet kolektif aklın,
kolektif bilincin, kolektif farkındalığın ve kolektif dayanışmanın adıdır.
Kolektif aklı, farkındalığı ve bilinci kaybettiğimiz için, bu-günün dünyâsında
küçük/çapsız/irâdesiz/ifâdesiz/ufuksuz hizip akıllarıyla hayatlarımızı
sürdürüyoruz. Yanlış hayatlar yaşadığımız, yanlış bilince yaslandığımız, yanlış
konumları seçtiğimiz, yanlış uzlaşmalara ihtiyaç duyduğumuz için İslâm’i
inançlarımızı bir bütünlük içerisinde, kamusal hayata, târihe yansıtamıyor,
açıklayamıyor, görünür kılamıyoruz. Kamusal hayâta/târihe yansıtamadığımız,
açıklayamadığımız görünür kılamadığımız inançlarımızın bir değer taşımadığını
idrâk etmek durumundayız. İslâm ve Kur’ân ile ilgili bilgiler de ansiklopedik
anlamda öğrenildiği için, öğrendiklerimiz bağlayıcı bir değer-sistemine
dönüşmüyor. Bir anlam-ahlâk-değer sistemini, ancak, bütün boyutlarıyla ve bütün
derinlikleriyle, içtenlikle yaşadığımızda idrâk edebiliriz. Fiilen, hayâtın
içerisinde tecrübe etmediğimiz, yaşamadığımız anlam ve değerleri gereği gibi
kavrayamayız. Bu-gün, İslâm’ı, bir bütünlük içerisinde yaşamadığımız için,
hayâtın bütün boyutlarına yansıtamadığımız için, İslâm’i bütünü, İslâm’i
anlamda idrâk edemiyor, kavrayamıyor, yalnızca bireysel dindarlıklarla iktifâ
ediyoruz” der.
Proudfoot: “Dînî
tecrübe alanı teorik olarak anlaşılması mümkün olmayan ve ancak yaşayarak
anlaşılabilecek bir alandır” der.
Ali
Şeriati:
“İslâm’ı anlamak yaşamaktır. İslâm’ı anlamak için en iyi
metot O'nu yaşamaktır. Bu tipoloji olarak bilinen bir metoddur. Bir çok
sosyolog bu-gün inanmaktadır ki, bu metod sosyolojik problemlerin çözümünde
izlenebilecek en iyi metottur.
İslâm’ın gerçeklerini bulma yolunda ilerlerken biz
Avrupa'nın kullandığı yöntemleri kullanamayız, bir biyoloji, psikoloji,
sosyoloji temelinden yola çıkamayız. Ama bir yaklaşım denemesinde bulunmamız
gerekir. Şu kesindir ki, Avrupa'nın bilimsel yöntemlerini bilmemiz gerekir. Ama
tüm bunları kendi yaklaşımımızda kullanamayız. Söz, düşünce ve bilinç
insanlığın gerçek delilleri değildir” der.
İbrahim Sarmış: “Peygambere ve sahabeye yeten din
bize neden yetmiyor” diye sorar. Bunun cevâbı: “Çünkü onlar yaşıyorlardı”
olmalıdır. Bilginin
fazlalığından çok, bilginin türü önemlidir. O özel bilgi türü her türlü “çok
malûmat”tan üstündür. O özel bilgi türü “çok malûmat”a ihtiyaç da duymaz. Öz
bilgidir ki, sahabe bu bilgiyle başardı başardığını.
Caner Taslaman:
“Kur’ân’ın mesajını kabûl etmek bir araştırma ve inceleme
sürecine bağlı olabileceği gibi, böylesi bir sürece dayanmayabilir de. Bize
göre araştırma ve inceleme sürecine dayalı inanç daha makbûl olsa da, dîni
inancın böylesi bir süreç olmadan da edinildiği sıkça rastlanan bir olgudur.
Her durumda Kur’ân’ın mesajını kabûl eden kişinin zihni teizmin (tek-tanrılı
inancın; “monoteizm” ile aynı anlamda kullanıyoruz) varlık anlayışına göre
şekillenir. Bu varlık anlayışına göre Allah tektir (Vahid), ezelidir (Evvel),
rasyoneldir (Alim, Hakim), çok kudretlidir (Kadir), merhâmetlidir (Rahman) ve
tüm varlıkların vâroluşlarını ve varlıklarını sürdürmelerini sağlayan O’dur”
der.
Bir ağırlığı kaldırmak için günde bir saat
uğraşanlara göre 10 saat uğraşanlar daha başarılı olur. Bilgide de öyle. Fakat
şöyle bir şey var: 10 dakika eylemle uğraşanlar 10 saat bilmeyle uğraşanlardan
üstündür. Çünkü ortada somut bir eylem vardır. Hattâ bilgiye göre eylemi
yapmanın gücü ondan 1.000 kat daha güçlüdür. İsterse 1 dakika yapsın. Sahabeyi
sahabe yapan buydu. Eylem hâlinde idiler. Îmanları onları “yapmaya” götürmüştü.
Sahabeyi sahabe yapan bilmeleri değildi, yapmalarıydı.
Hüseyin Alan,
aşırı anlama-yorumlama çalışmalarının, “Kur’ân’ı anlamsız hâle getirmek”
olduğunu şu şekilde anlatır:
“Söylenmeli ki, bu aklediş tarzı
Kur’ân’ı evvelâ bir bilgi-nesnesi ve bütün olarak ele aldı. Sonra Kur’ân önce
kendi içinde sûrelere, âyetlere, konulara ve kelimelere bölündü. En küçük parça
olarak âyet tespit edildi. Kelime mânâlarıyla âyetleri açıklanmaya, konulu-tefsir
yapılmaya böyle başlandı. Bu yolla bütünü anladığını, doğru anlamı yakaladığını
düşündü. Bu süreçte âyetlerin, kavramların, konuların bir-biriyle bağlantısı,
çıkartılan anlam ve sonuçların Kur’ân ve din-bütünlüğündeki aslî bağ
kopartıldı.
Bu yöntemle yapılan Kur’ân
okumalarında Kur’ân’ın inzâl edilmiş bir vahy olduğu unutuldu da anlama
faaliyetine ve bilgi-nesnesine dönüştürüldü. Bir taraftan da modernizmin
kışkırttığı sorulara aynı yöntemle cevap verilmeye çalışılırken savunmaya
geçildi, aynı yöntem kullanıldı ama süreçte akıl yapısının değiştiği fark
edilmedi… Neredeyse dîne âit tüm parçaların bilimsel yöntemler, kurallar
ve analizler kullanılarak hükümler çıkartıldığını aklımıza getirelim şimdi.
Kur’ânî öğreti, bu yolun sonunda
gaybî bilgi, tek hakîkat olması, verili ahlâki tutum olmaktan çıktı. Bâtılı
gösterip hakkı açıklayan uyarı niteliği yok oldu. Delâlette olanların, gazâba
uğratılanların yolu ve âkıbeti, sakınılması ve ibret alınması gereken örnekler
olmaktan çıkartıldı da, târihsel-ebedî metinler olarak anlamlandırılmaya
başladı. Mûcizeler, kıssalar, cennet, cehennem, cinler, melekler, Âdem(s),
risâlet, gaybî yardımlar vs. metaforik okumayla kendi gerçeğinden ve âit olduğu
bütününden uzaklaştırıldı.
Şer-i hükümler ve kurallarda
indirgemecilik yapılarak, taâihsellik yorumuyla günümüze uymayanlar gereksiz
görüldü. Fizik-dünyâ, varlıklar, hayat, eşyâ, isimlendirme, tanımlama,
teknoloji, sanâyi, üretim, yönetim, savaş vs. gibi konularsa dinle bağını
hepten kopardı. Tüm bunların sonucunda din, gerçeği üzere anlaşılır olmaktan
çıktı ama gerçek bu dendi. Doğru bilgi bu dendi. Bu aklediş îtiraf edemese
de Allah bu Dünyâ’ya ve çağa hidâyet edemez oldu!.
Oysa burada hem kevni âyetlerin
hem de diğer parçalı okumaların bulabildiği parçalı doğruların her birinin
kendi bütünlüğü içinde bir asla ve bütüne âit bir ışık, delil, işâret, yönlendirici
olma özelliği akılda tutulabilir, nihâi amaçla birleştirilebilirdi. Fakat
parçalı düşünüşle bütün yeniden tanımlandı ve din ahlâkî, vicdânî bir öğreti
olarak sunuldu. Din artık bu Dünyâ’da salt ibâdete, mâneviyata, morâl
değerlere, erdeme, fazîlete ve bireysel faaliyetlere dönüşerek özelleşti. Bu
akılla yapılan anlam arayışı, varılan sonuç, doğru olarak görüldü ve buna göre
de tavırlar belirlendi.
Bu akılla, bu düşünüş-biçimiyle
yazılan yeni meâlleri, tefsirleri, kavramsal tartışmaları, peygamberliği ve
yorumları yeni bir din-inşâsı yapımı olarak görmek, mübâlağa sayılmamalı. Bu
akıl Kur’ân’ı yeniden yazıyor sanki!. Bu aklın bu akıl yapısıyla seri üretim
yaptığını söylemek de acâyip karşılanmamalı!. Zîrâ kevnî âyetlerle metlüv hakîkatler
arasındaki bağları kopartarak ikisini bir-birinden soyutlamak ve vahyin
mesajını gönüllere ve ahlâka hapsederek teolojik tartışma konularına
dönüştürmek böylesi bir zihin ürünüdür”.
Müslümanlar çok bilen, çok konuşan ama
hiç “yapmayan” insanlar olup çıktı.
İnsanlar bilmeyi akıllarıyla yaparlar. Kur’ân
akılla çelişen bir kitap değildir fakat aklı aşan yönleri vardır. Bu nedenle Kur’ân’ı
mutlak anlamda anlamak zâten imkânsızdır. Onu tüm boyutlarıyla idrâk edemeyiz.
Onun “ışığında yürümek”tir önemli olan.
İ.R. Farûki:
“Dilin hiç-bir zaman aynı
kalmayıp değişmesi zorunlu değildir. Dağarcığındaki kelime-köklerinin yeni
gelişmeleri karşılamak için bir miktar genişlemesine rağmen arapça
değişmemiştir. Lisânın özü “dil-bilgisi yapısı, fiillerinin ve isimlerinin çekimi,
gerçekleri ve fikirleri ilişkilendiren kategoriler ve edebî güzelliklerinin
yapısı” hiç-bir sûrette değişmemiştir. Heraklitçilerin, her-şey değişir ve hiç-bir
şey aynı kalmaz iddiâsı bir safsatadır; çünkü değişim, şüphecilerin “çok
kıvrımlı akıntısı” değil de değişim olacaksa, sâbit bir-şeyin olması gerekir”
der.
Kur’ân
âyetlerini aşırı yorumlamak, aşırı zorlamak sonsuz mecazlar üretir. Böylece Kur’ân
bir “mecazlar kitabı” oluverir. Mecaz hiçbir zaman hakîkate dönemez.
İslâm ne salt kâlp dîni, ne de salt
kafa-dînidir. Kafa ile kâlp, teoriyle pratik, niyet ile amel, ilim ile eylem
birlikte olmadıktan sonra ortada olan şey, ha bir zırvalıktır.
Aşırı-anlama çalışmaları “izâfileştirme”
sürecidir. Ramazan Yazçiçek:
“İslâm vahyi, beşerî mülâhaza ve metinler nev”î
izâfîleştirilip göreceliğe tâbi tutulamaz. Dinsel çoğulculuğun (demokrasi ya da
dromokrasi) talebi ise “mutlak olanı” izâfîleştirmek yönündedir. Oysa ”Allah katında hak din İslâm’dır”. Ve
yine ”Kim İslâm’dan başka bir din
ararsa, bilsin ki bu din asla ondan kabûl edilmeyecek ve âhirette ziyân
edenlerden olacaktır”.
Kur’ân’ın zâhirîni hiçe sayarak bâtınî yorum(larını)u
merkeze alıp îtibar edenler, aşırı yorumlarını asıl kabûl edenler olmuştur. “Bu düşünce ve yaklaşım-tarzı,
bâtınî te’vil geleneğini sürdüren ve “her zâhirin bir bâtını vardır; her
tenzilin de bir te’vili vardır” anlayışını mezheplerinin en temel prensibi,
hattâ inanç-umdesi addeden İsmâiliye’nin benimsediği yöntemdir”. Muharrifler
kendi adlarına söyleyemedikleri düşünceleri tanrıya, peygambere söyletip bunu
vahiy şeklinde sunmuş, yapılan tüm eleştirileri de bu yolla reddetmişlerdir.
“Hakîkati bulma çabası, arananın hakîkatine
rağmen olmamalıdır. Anlamı netleştirme çabası çok-anlamlılığa yol açıyorsa
şâyet, burada hakîkatin buharlaşması söz-konusudur. Bu ise İslâm inancı açısından kabûl edilemez bir durumdur.
Kelimelerin delâletinin hakîkat alanının dışına
çıkarılması, meşrûiyetinin hâlel görmesi demektir. “Dilsiz düşünce zihinlere
hapsolmak zorunda iken, düşüncesiz dil de anlamın buharlaştığı alana
dönüşecektir”. Yâni dil, düşünce ve delâlet, insicam ve mutâbakat
içinde hedefe yürümelidir. Kur’ân’ın açık ve anlaşılır bir arapçayla
vahyolunduğu kendisinin beyânı iken ve Kur’ân vahyinin korunduğu da
dikkate alındığında, Kur’ân’ın zâhirine rağmen yapılan te’vilin ümmeti helâka
sürükleyen aşırı yorum ve fâsid bir okuma olduğu îzahtan vârestedir. Bu okuma, Kur’ân’ın
anlam bütünlüğüne muhalif olup özünde te’vil de değildir. Te’vilde, dil, akıl ve nasların toplam
bütünlüğü gözetilmeli ve te’vile konu metnin zâhiri yönü göz-ardı edilmemelidir. Ortaya konulan her çaba ile
dil ve amaç örtüşmelidir. Farklı anlatım yöntemlerinin meşrûiyeti, dilin açık
prensiplerine, vahyin temel ilkelerine ters düşmemelidir. Kur’ân’ın zâhirî
boyutunun ertelenip önemsizleştirilerek yorumlanmaya kalkılması öncelikte Kur’ân’ın
rûhuna aykırıdır. Kur’ân’ı anlama yöntemleri, tevhid hakîkatini örtmeye,
nebevî mesajı bulanıklaştırıp hevâ yönünde tahrife sebebiyet vermemelidir.
İlkeleri doğrultusunda yaşamın toplamına söz söyleme kudretine sâhip olan,
değişim ve dönüşümü hedefleyen tevhid inancının, anlık ve parçacı yaklaşımlara
tahammülü yoktur. Bunu têminin en güvenilir dayanağı yine Kur’ân’ın kendisidir.
Gözetilmesi gereken sınırlar, Kur’ân’ın ilke, amaç ve hedefleriyle örtüşmesidir.
Peygamberimiz (as), Kur’ân’ın fâsid şekilde te’vil
edilmesinin ümmeti helâka sürükleyen bir durum olacağı uyarısında bulunmuştur.
Konuya dâir uyarısı ile meselenin ehemmiyetini ortaya koyan Hz. Ömer ise, ”Bu ümmet hakkında beni en fazla endişelendiren
şey, insanların Kur’ân’ı yanlış şekilde te’vil edecek olmalarıdır” demektedir”
der.
Bir ülkede sâdece tek bir meâl
olabilir/olmalıdır. Niye daha fazla olsun ki? Türkçe kullanılan kelimeler
meselâ 50 sene sonra değişirse, yâni o kelimenin yerine farklı kelimeler
kullanılmaya başlarsa, mevcut meâl üzerinde mevcut kelime, o zamanda kullanılan
kelime değiştirilebilir. Meselâ eskiden “istihza” olarak kullanılan kelime “alay”
kelimesi ile değiştirilebilir. Peki şimdi ne yapıyorlar? Meâli zamâna uyarlıyorlar.
Zamânın bakış-açısını meâl olarak yazıyorlar. Fakat Kur’ân’daki orijinâl kelime
o bakış-açısıyla çelişiyor. Hâlbuki meâl her zaman aynı olmalıdır. Zamanla
oranın halkı bir kelimeyi daha farklı bir şekilde kullanıyorlarsa, aynı anlamı
veren o kelime eskisiyle değiştirilmelidir sâdece. Zamânın durumuna göre meâl
olmaz. Zamânın durumuna göre te’vil olur. Te’vili ve tefsiri meâl olarak
yazamazsınız. Kur’ân/meâl zamâna göre konuşturuluyor, bu yanlıştır. Çünkü bu
durumda “zaman” özne, “Kur’ân” nesne oluyor. Zamâna göre sâdece te’vil
konuşturulabilir. O da bağlayıcı değildir zâten. Görüşlerden bir görüştür. İyi
bir görüş ise ufuk-açıcı olabilir. Hakkın tezâhüründe belirleyici olan “zaman”
değil, “Kur’ân”dır. Kur’ân zamâna değil, zaman Kur’ân’a uyarlanmalıdır.
Çünkü Kur’ân hak üzere olduğundan ve orijinâl hâliyle el-an durduğundan, “hak”
olma durumu değişmemiştir. Oysa “zaman” denilen yeni çağ, Kur’ân merkezli
hayâta düşman olmuş, Şeytan’ın/tağutun yoluna uyarak şirâzesinden çıkmış ve
hakkın ölçüsünden sapmıştır. Bu nedenle yeniden zamânın Kur’ân’a uydurulması
zorunluluğu vardır.
Aşırı te’vil, kişinin “akletme” melekesini bloke
ediyor ve “özrü kabahatinden beter” sözü pik yapıyor. Meselâ; “Allah'ın, bâzısını bâzısına üstün kılması
ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde
sorumlu gözeticidir. Sâliha kadınlar, gönülden (Allah’a), itaât edenler, Allah
nasıl koruduysa görünmeyeni koruyanlardır. Nüşûzundan korktuğunuz kadınlara
(önce) öğüt verin, (sonra onları) yataklarda yalnız bırakın, (bu da yetmezse hafifçe)
vurun (vadrıbû-hunne). Size itaât ederlerse
aleyhlerinde bir yol aramayın. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür” (Nîsa 34).
Âyetindeki “darabe”=“döğün, vurun” kelimesini; modernizmin ve tağutların
bakış-açısı bu çağda kadına şiddeti aşırı kötülediği ve öne çıkardığı için, bu
etkilenmeyle ve kompleksle, “uzaklaştırın, bir-süre ayrı yaşayın” şeklinde
yazıyorlar. İşte bu, Şeytan ve tağutun etkisiyle yapılmış aşırı-yorum ve
tevildir. Amaç modernizm ile, “batı” ile ters düşmemek ve “rezil olmamak”tır.
Fakat bunu yapmakla aslında daha fazla rezil oluyorlar, Kur’ân’ın söylemediğini
söylüyorlar ve mantık-hatâsına düşerek gülünç hâle geliyorlar.
Kur’ân ille de kadına vurun ya da dövün demiyor. Yâni
vurmak-dövmek farz değil ki. Hattâ önderimiz ve örneğimiz Hz. Muhammed hayâtı
boyunca kadınlara vurmamış ve onları dövmemiştir. Fakat Kur’ân’daki ifâde yâni “darabe”
kelimesi ilk ve meşhur anlamda “vurun”, “dövün” demektir. Tabi bu “komaya sokun”
anlamında bir dövme zinhar değildir. Hz. Eyyûb örneğinde olduğu gibi “hafifçe
vurmak” demektir.
Şimdi; kadınlara olası bir yanlış hareketlerinde
(nüşuz) hafifçe vurmak mı daha onur-kırıcı, yoksa onları evden kovup (tâbir-i
câizse siktir edip) babalarının evine göndermek mi daha onur-kırıcıdır? Hangisi
boşanmak ve bir yuvanın yıkılması için daha etkilidir. Tabî ki de hafifçe
vurmak meseleyi çok daha fazla büyütmeyecek bir durumdur ki yukarıda söylediğimiz gibi vurmak a-normal
durumlar için geçerlidir. İşte, aşırı-yorum ve te’vil, basit bir meseleyi içinden
çıkılmaz bir hâle bu şekilde getirebiliyor.
Mehmet Akif’in söylediği: “Kur’ân’dan
alıp ilhâmı, asrın idrâkine söyletmeliyiz Kur’ân’ı” söylemi temel alınıyor ve “asrın
idrâki” özne iken, Kur’ân’dan alınan ilham, yâni Kur’ân nesne olarak bu özneye
uydurulmaya çalışılıyor. Asrın idrâkine yetiştirilmeye çalışıyor. Bilimsel
te’villerin çok yaygınlık kazanmasının nedeni de budur. Bilim, asrın idrâki
ya.. Sanki asrın idrâki Kur’ân’dan çok ileri bir durumda da, yalakalık yaparak Kur’ân’ı
ona yetiştirmeye çalışacaklar. Asıl, hak yoldan kayarak sapıklığa düşmüş “asrın
idrâki”nin Kur’ân’a ihtiyâcı vardır ki yeniden hak-yoluna girebilsin.
Hristiyanlık, yahudilik ve diğer dinler
(budizm, hinduizm vs) ve gulat/aşırı mezhepler/târikatlar hep
aşırı-yorumlamanın sonucudur. Hayâtiyetlerini bu şekilde sağlamışlardır ve ve
bu şekilde devâm ettiriyorlar. Te’vil tahrife bu yolla dönüşür.
Âkif Emre:
“İslâm medeniyeti, Kur’ân ve hadis ilimleriyle ve hayâtın
sorunlarına dinamik çözümler üreten fıkhın kuşatıcı rehberliğinde, müthiş bir
çabayla disiplinize edilmiş bir ilmî birikim, bir hayat-tarzı oluşturdu. Tüm
bunları atlayarak düz meâl üzerinden “benim anladığıma göre” diye başlayan
din-anlayışı aslında tam da ilk dönem Cumhuriyet elitlerinin yapmak istediği
modern din-anlayışı ile örtüşür. Modernist ve rasyonâlist
ilâhiyatçı/akademisyenlerin eliyle herkesi memnun eden, hiç-bir yasağı, nehyi
olmayan, çağa uydurulmuş bir din-anlayışı yaygınlaştırılmaya ve böylece din
sekülerize edilmeye çalışılıyordu. Aynı yöntemin din adına dînin yolunu
kesecek, şiddete meyyâl, ham, kaba, yobaz bir tipi üreteceğini varsaymıyorlardı
her-hâlde..
Ortaya çıkan şiddet örgütleri nedeniyle dîni ve bin dört yüz
yıllık İslâm’i birikimi suçlayan seküler ve modernist anlayış, bir yönüyle
sorumlusu olduğu bu gelişmeler karşısında faturayı tahrip ettiği dîne keserek
kendisiyle yüzleşmekten kaçıyor.
Geleneğin, hayâtın dinamizmine cevap üretemez hâle
getirilmesinin bir-yanda nihilist bir reddiyecilikle her müslümanı tekfir eden,
diğer tarafta dîni, modern hayâta uyduran ve hayatta hiç-bir etkinliği olmayan
mistik bir tatmin aracına indirgeyen anlayışla sonuçlanması kaçınılmaz.
Dînî hayatı, dînî düşünceyi canlı kılacak, bunun tedrisâtını
yapacak kurumlar ortadan kalktığında yüzlerce yılın birikimi raflarda tozlanır.
Okuyacak, anlayacak, yeniden üretecek akıl, basîret, ilim ve hikmet-sâhibi “âlim
tipi” de hayattan çekilince herkesin kendi anlayışına göre din çıkarması
kaçınılmazdır.
Din adına kendi dînini îcat edenler bunca birikimi atlayıp
ilmin ve ulemânın önceliğini yok sayarak protestanlaşmış bir din ortaya
koyuyor. Diğer tarafta yine dînî birikimi yok sayarak dîni kendi hevâ ve
hevesine göre çağdaşlaştıranların kalkış yöntemi de aynıdır.
Modern insan ve toplum modeli uğruna müslüman ülkelerdeki
dayatmacı seküler politikaların İslâm medeniyetinin muhteşem ilmî birikimini ve
insanlığa kazandırdığı âlim prototipini imhâ eden projesi, profanlaşmış bir din
üretti. Profan din-anlayışı modern toplum uğruna sâdece seküler bireyler
üretmedi; aynı-zamanda dîni kendi sığ anlayışına sıkıştıran farklı bir
profanlık/nihilist bir tekfircilik üretti. Yüzleştiğimiz insan-tipi budur.
Müslümanca düşünmek aynı-zamanda buna uygun
tasavvur geliştirmeyi, eyleme geçirmeyi gerektirir.
Haksızlık, adalet yoksunluğu gibi temel zulüm
uygulamalarına karşı çıkmak için insan olmak zâten yeterlidir.
Bireysel-hayâtında dindar ama iş-hayâtında, siyâsette,
hayâtın işleyişinde, toplumsal ilişkilerinde “ekonominin ve siyâset biliminin
kuralları”na emânet eden ve bu durumun inandığı dinle ilişkisini sorgulamayı
abes addeden bir anlayış toplumsallaştı.
Memleketin ekonomik kalkınmışlığı ile dînî hayâtın geri
çekilmesi arasındaki çelişkiden rahatsız olmadan, müslüman ahlâkı ile siyâsal
ve ekonomik pragmatizmin el-ele yürüyebileceğine inanıldığı zamanlardayız.
Müslümanlığın îtibârı ile şahsî îtibârı belirleyen
kriterleri artık piyasalar belirliyor. Banka kartınızın rengi, ilmî amelinizden
daha belirleyici. Güç ve zenginliğin her dönem îtibâr gördüğü, insanların her
dönem bunlara karşı bir zaafının olduğu doğrudur. Ancak bu îtibârın
dillendirilmesi, meşrûlaştırılması, hattâ siyâset ve ticâretin dışında vâr olan
her türlü beşerî ilişkilerde belirleyici olarak kendi başına ölçü hâline
gelmesi, değer üretmesi yeni bir durum.
Modernizmle İslâm’ın uyumuna sağlıklı model olarak sisteme
entegre olmayı işâret edenler, zihin ve değerler-dünyâmızın nelere ipotek
edildiğini görmezden geliyor. İslâm’cılığa karşı muhâfazakâr uzlaşma,
modernizmle el sıkışırken, zâten hiç gündeme getirilmeyen kapitâlizmin toplumsal
sonuçları görmezden geliniyor. Hepsinden önemlisi, dönüşen din-anlayışı,
dindarlaşan sekülerlik biçimleri kazanç olarak görülüyor.
Modern-dünyânın kutsallarına sâhip çıkmak müslümanca bir
tavır mıdır? Oysa şunu biliyoruz ki, Rönesans’tan bêri modern aklın inşâ ettiği
din, kutsallık (sacrament/al) boyutuna çekilmiş, hayattan sürülmüş bir dindir.
Din artık törensel kutsallıkların gölgesinde vicdan meselesidir. Rasyonalize
edildiği ölçüde hayatla temâsına izin verilir ve artık din adamlarının, Kilise’nin
uhdesindedir” der.
MÜSLÜMANLARIN
MAZLÛMİYETİNİN NEDENİ
Atasoy
Müftüoğlu:
“Müslümanlar olarak
daha çok hayâti sorunlarımızı değil, ayrıntılara taalluk eden konuları
konuşuyoruz. Politik ve dîni popülizm aracılığıyla niteliksel değişim girişimi
ve talebi fesada uğratılabiliyor. Siyâsi ve mânevi iktidarlar, sayılarını ve
maddî imkânlarını arttırabilmek için yapıyor bunu.
İçinde yaşadığımız
dönemde İslâm ve Kur’ân, referans ve meşrûiyet kaynağı olmaktan çıkarılmıştır.
Yaşadığımız dönemi ve toplumumuzu göz-önünde bulundurursak İslâm’ın ve Kitab-ı
Kerim’in kamusal alana yönelik hiç-bir iddiâsı, mücâdelesi, programı,
stratejisi ve vizyonu yoktur, sâdece geçmişe âit bir kültür ve ütopya olarak
yaşatılmaktadır. Bugün dînî hayat büyük ölçüde romantik ve yerel muhâfazakârlıklardan,
kişisel dindarlık biçimlerinden ibârettir. İslâm’ın ve Kur’ân’ın referans
kaynağı olmaktan çıkarıldığı, kapitâlizmin, sekülerizmin ve demokrasinin
referans kaynağı hâline geldiği bir toplumda müslümanların herşeyden önce,
itildikleri bu kabûl edilemez konumla ilgili sorgulamalar ve hesaplaşmalar
yapmaları gerekir. Her-şeyden önce bunu yapacak zihinsel bir dönüşüme
ihtiyâcımız olduğu muhakkaktır. Zihinsel sömürüye mâruz olduğumuz için İslâm’i
bütünlük iddialarını kamuoyunun gündemine kazandırmakta zorluk çekiyoruz. İslâm’ı
parçalar hâlinde temsil ediyoruz. İslâm’ı, îtikâdi, fıkhi, politik, estetik
veya herhangi bir parçaya indirgemek kadar vahim bir durum olamaz.
Bu-gün düşünsel,
kültürel ve entelektüel hayâtımızın öncelikle İslâm’i bütünlükle ilgili bir
ufku somutlaştırması, kamusal alanda görünür hâle getirmesi gerekiyor. İslâm’ın
sâdece sembollerine ilişkin özgürlüklerin bizi tatmin etmemesi gerekiyor. Israrla
belirtmek gerekir ki bizi engelleyen şeyler daha çok içeriden gelen müdâhaleler
yoluyla mümkün olabiliyor.
Bu-gün dînî alanın
kullandığı dil, zamâna, mekâna ve akla hitâp etmiyor. Akla vedâ ettiğimiz gün
târihe vedâ ettik. O günden beridir târihin dışında yaşıyoruz ve târih bizi
sürüklüyor. Ümmetin târih-dışı kalması bir kader değil. Bunu bilmemiz
gerekiyor.
Geleneğimiz
bize akıldan ferâgat etmemizi öğütlediği için bunu bir kader olarak görüyoruz.
Akıldan
ferâgat eden bir toplum ne ümmeti kurabilir ne de yeni bir kültür ve medeniyet
inşâ edebilir.
İslâm’i câmiânın
kullandığı “medeniyet tasavvuru”nu inşâ etmek için yapılması gereken ilk şey
zihinsel bir özgürleşme mücâdelesidir. Sınırları seküler, modern ve liberâl bir
Dünyâ tarafından çizilen bir zihin hiç-bir zaman yeni bir medeniyet üretemez.
Bizim hem içe hem dışa doğru, içtenlikle kimseyi ötekileştirmeden, tahkir
etmeden, nihâi hesaplaşmaya gücü yeten bir entelektüel kesim oluşturmamız
gerekiyor. Entelektüel kavramı yerine münevver kavramını kullanmak da
mümkün. Bu kavramlarla zihinsel yoğunluk ve derinliği kastediyoruz.
Dolayısıyla mezhep ve
ulus-devlet sınırlarını aşma irâdesi gösteren, kolektif bilinci temsil eden ve İslâm-dünyâsının
nabzını tutabilecek kadrolar oluşturabilmek için seferber olmamız gerekiyor.
Evvela ümmet iklimini oluşturmamız, ümmeti konuşacağımız bir zemin açmamız
gerekiyor.
Aziz İslâm
ulus-devleti tahkim etmek üzere kullanılıyor. Her devlet asimilasyonu
mutlaklaştırır ve asimile edemediği unsurları tehdit olarak algılar. Ümmete
yönelik tehditler arasında konuşulması gereken önemli meselelerden biri de müslümanların,
ulus-devletçi yaklaşımlara iknâ edilmiş olmalarıdır. Devleti dinden daha kutsal
telakki eden bu anlayışın irdelenmesi gerekir.
İslâm-dünyâsı
toplumları son 200 yılı hayâli umutlar peşinde sürüklenmek sûretiyle
geçirdiler. Muhâfazakâr toplumlar gerçeklerle yüzleşmek istemezler. Çünkü
gerçekleri öğrenmek rahatsız eder. Hayâli umutlar insanları rahatlatır. İslâm-dünyâsı
toplumlarını ümmetten uzaklaştıran sebeplerden biri de bu hayâli umutlardır. İyi
olacak inşallah deriz, iyi şeyler yaparsak iyi olacak inşallah demeyiz.
Bu-gün bu bilinçten
söz edemiyoruz. Çünkü İslâm’i bünyenin parçalanmasından kaynaklanan korkunç
bencilliklerle karşı-karşıyayız. Herkes kendi parçasının gündemiyle
büyüleniyor. Herkes kendi parçasını dokunulmaz kılıyor. Önce bu bencillikleri
aşan bir ufuk açmamız gerekiyor.
Kur’ân
eğitimi konusunda çok ciddî çabalar harcıyoruz. Fakat Kur’ân’dan aldığınız
bilgileri ne zaman ve nasıl kullanacaksınız?
Bu bilgilerin hayâtın
kendisi olması için ne yapmanız gerekiyor? Bu bilgiler sizi, âilenizi,
toplumunuzu dönüştürüyor mu? Burada bir tıkanma var. Kur’ân-ı Kerim dünü
dönüştürdü de bugünü neden dönüştürmüyor? Müslümanlar olarak Dünyâ’da
yokuz. Entelektüellerimiz, şâirlerimiz, bilim-adamlarımız nerede? Geleneğin,
statükonun sınırları dışına çıkamıyorlar. Neden kötürümlerle hesaplaşmıyorlar?
Yeni bir başlangıç
yeni bir dille, yeni bir ahlâki tavırla ve içtenlikle mümkün olacak. Rôl,
takiyye yapmayacağız. Hiç-bir amaca yönelik olarak İslâm’ı ve Kur’ân’ı
araçsallaştırmayacağız. Onu bir çıkar malzemesi hâline getirmeyeceğiz vesselam”
der.
Zamâna
göre nefsin değişmesi, zamâna göre vahyin değişmesini gerektirmez.
Aşırı-anlama çalışmaları aslında “çok-anlamlılık”
çalışmalarıdır. Çok-anlamlılık, kesin anlamdan uzaklaştıran ve dolayısı ile “yerinde
oturtan” bir çalışma şekli ve bir yanılgıdır. Bir konuda/yazıda/sözde
çok-anlamlılık varsa eğer, o şeyin kesin olarak ne demek istediği açık
olamayacağından, araştırmanın/oturmanın/bir şey yapmamanın da sonu gelmeyecek
ve bu-arada nice analar ağlayacak, nice çocuklar açlıktan/susuzluktan/evinin
çatısına düşen bir bombadan vs. dolayı ya hayatlarını kaybedecekler, ya da
târif edilemez acılara gark olacaklardır.
Ahmet Kalkan:
“Zulüm, hattâ zulmün en büyüğü şirk işlemesine hoş-görü ile
bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir
toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezâsını hak eden bir toplumdur. Zulüm,
bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan
yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. Zîra İslâm, bir-takım pratik
yükümlülükler gerektiren bir hayat-sistemidir. Kaldı ki, Allah’ın dînine
uyulmadığını ve Allah’ın ilâhlığının rededilip yerine kulların tanrılığının
yerleştirildiğini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla berâber
Allah’ın, onları belâdan kurtamasını istemeleri, sünnetullaha ters bir arzu ve kabûl
olmayacak bir tavırdır” der.
Pentaus/Playboy okununca bile “uygulama” oluyor
ama Kur’ân okununca uygulama/cihad olmuyor. Bu durum, müslümanların
ciddiyetsizliğini gösterir.
İslâm’ın bir hayat algılayışı, bir yaşam-biçimi
vardır. Bu yaşam-biçiminde müslümanın bir ayağı Dünyâ’da iken, diğer ayağı da
âhirettedir. Bir ayağın âhirette olması demek, sürekli ölüm ile iç-içe yaşamak
demektir. Ölmekten korkmamak, gerekirse yolunda ölebilecek şeylere tâlip
olabilmek, koşabilmektir. İşte bize ilk-önce âhiretten şüphe ettirildi;
ölüm-ötesi hayâtın/âhiretin yokluğuna alıştırıldı; ölüm sonrasını iptal
ettirecek düşünceler geliştirildi ve ürünler sunuldu; daha sonra da ölümden korkulmaya
başlandı. Böyle olunca biz cihad ruhumuzu yitirdik/kaybettik. Ölüm korkusu
bizim dünyâya daha fazla sarılmamıza neden oldu, fakat vicdânımızın fıtrî/İslâm’i
baskısı devâm ediyordu. Vicdânımızı bastırmak için de ona sus-payı olarak
okuma-anlama çalışmaları yapmaya başladık. Okuma-anlama çalışmaları güzel bir
şeydir ama bu çalışmalar eyleme zinhar dönmeyen ve dönmeyi de düşünmeyen “salt
okuma-anlama çalışmaları”dır.
Abdullah Azzam:
“Kılıç taşımak suç hâline geldi. Maddî sıkıntı
içinde olmak ayıp sayılmaya başlandı. Silâhlanmak barbarlık ve vahşîlik olarak
görülmeye başlandı. Evet, batılılar ve Amerikalılar bir kuzuyu katleden beyaz
giysilere bürünmüş adam gibiler. Ve bu kuzu can-havliyle ayağını kımıldatsa
suçlu bir kuzu oluyor. Tıpkı bu örnekteki gibi: Onlar “beyaz giysilere”
bürünerek bizi katletmek istiyorlar. Onurumuzu zedeleyenlere gülmeli miyiz?
Onların önünde eğilerek şerefimizi alçaltmalı mıyız? Kutsal topraklarımız işgâl
mi edilmeli? Ve biz bir mermi taşıdığımız zaman terörist oluyoruz. Eğer bu
teröristlikse biz teröristiz.! Buna rağmen, kibarlar, orta-hâlliler, hâlim-selimler
ve açık görüşlüler İslâm’dan uzak kalıyor. Cihad kelimesi çok
basitleştirildi. Öyle ki artık Pepsi ile başlayan pilav ve et ile pişen barış
dolu yemekler cihaddan sayılmaktadır. Cihad bu mu? Cihad üç gencin bir-araya
gelip mescid veya başka bir yerde kitap okuması mı? Veya birilerinin
çıkar-amaçlı gazeteleri süsleyerek makâle yazması mı? Veya Allah yolunda bir
mermi bile ateşlemeden, Allah yolunda bir gece bile nöbet tutmadan cihad
hakkında bir şeyler yazması mıdır?” der.
Allah’ın âyetlerinin tamâmı hikmetlerle
doludur. Fakat aşırı-anlamacılar çok-çok daha fazla, Mekki olan ve müteşâbih
içeren âyetlere takılıyorlar. Medenî âyetleri fazla kurcalamıyorlar. Hayâta
dokunan âyetleri fazla okumuyorlar.
Takiyyuddin En-Nebhani bu tarz çalışmalar için:
“İşte bunlar ve buna benzer olanlar metot değildir. Bunlar
ancak müslümanların duygularını boşaltacak birer oyuncak ve meşgâlelerdir.
Böylece müslümanların heyecânı ve çoşkusu boşalır. Ondan sonra iş yapmadan
otururlar. Buna ek olarak bunların tümü İslâm metoduna muhâliftir” der.
Atasoy Müftüoğlu:
“Bizler, müslümanlar olarak, kültürel anlamda, siyâsal
anlamda var-oluş koşullarını değiştirebilecek bir güce, bilince, umûda ve
yeteneğe sâhip olamadığımız için, çok istikrarsız ve çok muğlak bir İslâm’i dil
kullanıyoruz. İlâhi hakîkatin, mutlak hakîkatin; bu-gün göreceli düşüncelerin,
yorum ve yaklaşımların keyfiliklerine mâruz kaldığını göremiyoruz. Mutlak
hakîkat alanından uzaklaştığımız için, herkes, İslâm’ın kısmî bir boyutu
üzerinde çalışıyor, İslâm’ı bu kısmâ boyuttan ibâret sayıyor. İslâm, bütünlüklü bir dünyâ-görüşünün ve hayat-tarzının
bütün boyutlarını içerir diyoruz, ancak biz müslümanlar, müslüman
aydınlar/düşünürler/bilginler vb. seküler iktidârın baskı ve tehditleri,
manipülasyon ve propagandaları, telkin ve uyarıları doğrultusunda hareket
ederek, küresel/emperyâl ideolojik aklın tâlimatlarına uyarak, İslâm’ı yalnızca
ahlâki/kültürel bağlamda temsil etmeye çalışıyoruz. Biriktirdiğimiz, davranışlarımıza yansımayan,
yansıtamadığımız İslâm’i bilgiler de, ahlâkî bir kriz içerisinde bulunuyor
oluşumuzun bir tezâhürüdür. Modern-seküler bilgi, nasıl anlam ve
ahlâktan bağımsızlaşarak metalaşmışsa, İslâm’i bilgi de; metalaştığı için,
araçsallaştırıldığı için, mekanik hâle geldiği için, hayâtı ve toplumu
dönüştüremiyor. Müslümanlar olarak bizler, İslâm’i bilginin hakkını
veremediğimiz için târihin dışında konumlandırıldık. Kamusal hayâtın içerisinde
seküler bireyler-topluluklar olarak; kamusal hayâtın dışında, müslüman
bireyler-topluluklar olarak hayâtımızı sürdürmeye çalışıyoruz. İslâm’i
kimliğimizden, tarzımızdan, tavrımızdan, duruşumuzdan vazgeçmemiz koşuluyla,
asimilasyona tâbi tutulan hâlimizle sisteme dâhil ediliyoruz.
Ahlâkî yanı tükenen toplumlarda-Dünyâ’da umuttan söz edilemez. Bu-gün,
çok bulanık bir târihsel dönem geçirdiğimizi, bu dönemde İslâm’ın, hayâtımızın
merkezinde olmadığını kabûl etmeliyiz. Derin bir başkalaşım geçiriyoruz.
Yapısal bir dönüşüm programına, projesine, inanç ve irâdesine sâhip olmadığımız
gibi, bu konu etrafında üretken tartışmalar bile yapmıyoruz. İslâm’ın yalnızca
bir folklöre, gelenek ya da göreneğe indirgendiği bir toplumda, hiç-bir cemaat,
hiç-bir cemaat lideri, hiç-bir düşünür, üstad, hiç-bir politik hareket, hiç-bir
müslüman, hiç-bir İslâm’cı vb. İslâm’ın toplumsal sorumluluklarını yerine
getirdiğini iddia edemez.
Seküler, liberâl, kapitâlist hayatla bütünleşerek sorunsuz bir şekilde
yaşadığımız, böylesi bir hayâta intibak ettiğimiz için, daha farklı, daha
anlamlı, daha ahlâklı ve erdemli bir hayat olabileceğini düşünmek bile
istemiyoruz. İnançlarına, düşüncelerine, dünya-görüşlerine, değer-sistemlerine
öz-güveni olmayan bireyler/topluluklar bağımlılığı seçerler. Bir
anlam/değer-sistemini temsil yeteneği, irâdesi ve onuru, insanları bağımsız
tercihlere yönlendirir. Bağımsız tercihlerde bulunamadığımız, hayâtî sorunlar
etrafında kapsamlı sorgulamalar yapmadığımız, târihsel hesaplaşmalara cesâret
edemediğimiz, târihin dışında kalan konumumuza ilişkin eleştirel bir bilinç
inşâ edemediğimiz, her tür tahakküme katlandığımız ve sesimizi yükseltmediğimiz
için, kolonyalist zulme/barbarlığa mâruz kalmaya devâm ediyoruz. İslâm-dünyası
toplumlarının, asıl konuşması gereken yapısal sorunlarını, İslâm’i cemaatler/târikatlar/partiler
hiç-bir zaman tartışma konusu yapmıyor. Hayâtî sorunlar etrafında kapsamlı bir
tartışma başlatmak, daha çok, daha yoğun, daha derin, daha çarpıcı sorular
sormayı, sorgulamalar yapmayı gerektirir” der.
Ebu Katade El-Filistîni:
“İnsanlar, batı ekonomisinin öneminden söz etmekte ve bunun
hakkında deliller getirmektedirler. Bunu, ekonominin çatışma-aracı olarak
kullanılması için yapmaktadırlar. Batı, zaferlerini, ekonomiyi çatışma-aracı
olarak benimsemesiyle elde etmemektedir, bilakis bunu çatışmanın bir aracı
edinmiştir.
Bu-gün düşmanın dayatmış olduğu koşullarda
iktisat-savaşlarında bir başarı elde etmemiz mümkün müdür? Batı, her şeyden
önce kendi koşullarını hazırlamıştır. Yâni çatışmanın hangi sınırlar içerisinde
olacağının kânunlarını belirlemiştir. Aklı bulunan hiçbir kimsenin, düşmanın
sana kendisini yok edecek olan gereçleri vereceğini söyleyeceğini
zannetmiyorum.
Ekonominin kânunlarını ve hareketini kesin çizgilerle
belirleyen ulusla-rarası düzen, bu sistemin dışına çıkılmasını yasaklamaktadır.
Yâni hiç kimsenin ona karşı çıkmasına müsâde etmemektedir.
Şu iki hususun oluşması gerekmektedir:
Birincisi: Cemaat değil ümmet hareketi olması
gerekir. Tüm meseleler ümmetin meselesidir.
İkincisi: Cihad yoluyla uzun bir “yıpratma
savaşına” gitmeliyiz.
Cihad, fıkhî bir kavram olarak savaş anlamındadır. Kuşkusuz
cihad, îman eyleminin zirvesidir. Şöyle ki, onun altına tüm kaderî
eylemler; ekonomik, siyâsi ve aynı şekilde toprakların işgâl edilmesi gibi
eylemler de girmektedir.
Savaşsız yapılan tüm cihadlar, -Nekson’un dediği
gibi- Batı için savaşsız zaferdir.
Bunlar, müslüman demokratların yürüttükleri
içtihad türlerindendir, yâni her-hangi bir külfete girmeden zafer aramadır”
der.
Aşırı-anlama üyeleri “Celâl” sıfatını
göz-ardı ediyorlar ve “Cemâl” sıfatına da çok sıkı yapışıyorlar. İnşâ sürecini
Cemâl sıfatı ile başlatırlar ki bu çok yanlış/ters bir başlatmadır. Zâten bu
yüzden başarıya ulaşamıyorlar ve bu şekilde ulaşamazlar da. “İnşâ süreci” Cemâl
ismiyle değil, Celâl ismiyle başlar. Bu, “Lâ” demeye başlamak demektir. “Lâ”,
Celâl isminin tezâhürüdür. İtîraz ile başlamak demektir. Mevcut sorunu
olumlayan Cemâl ismiyle değil, olumsuzlayan Celâl ismiyle başlamak demektir.
Şimdiki müslümanların yanlış olarak yaptıkları gibi Cemâl sıfatıyla değil. Celâl
ile başlar, Cemâl ile devâm eder. Medîne’den/Medeniyetten sonra Celâl ismine
baş-vurulduğu zamanlar olsa da, Cemâl ismi hâkim olur artık. Zamânında müslüman
olmayan unsurlar müslümanların bizzat kendilerini kullanarak ve bu süreci tersine
çevirerek İslâm’ı zayıflattılar ve medeniyeti yıkmayı başardılar. Bu konuda en
çok da tasavvufu kullandılar/kullanıyorlar. Tasavvuf da bunu Cemâl ismini aşırı
kullanarak yaptı.
Aşırı-anlama çalışmaları aslında modern
tasavvuf çalışmalarıdır. Özellikle felsefî tasavvuf zırvalığı, “dananın altında
buzağılar arama”nın bir sonucudur. Öyle ki, bu çalışmalarının sonucunda
oturdukları yerden kendilerini (hâşâ) Allah îlan ederek kâinatı yönettiklerini
bile iddia etmişler ve şirk batağına saplanıp kalmışlar ve debelendikçe de
batmışlardır/batıyorlar. Bir “devrim” olmazsa bu bataklıkta boğulmaktan ve
oradan da cehennem çukuruna yuvarlanmaktan başka şansları da yoktur.
İsmâililer de kutsal metin ve dînî
emirlerde zâhir (dışrak/exoteric) ve bâtın (içrek/ezoterik) şeklinde
iki temel yapı olduğunu ve literâl (sözcüğü-sözcüğüne) anlamın bâtıni yâni
gizli ve içsel gerçekliğe işâret ettiğini kabûl etmişler ve Kur’ân'da
bulunan bu söz-konusu değişmez ve içrek hakîkatleri ortaya çıkarmak için
agnostik bir düşünce sistemi geliştirmişlerdi.
Modern
müslüman felahı unutmuş ve refah peşine düşmüş.. Öyleki Kur’ân ile ilgili
çalışmasında bile refahından ödün vermiyor. Kur’ân ile ilgili hangi ilmî çalışmaları
yaptığınız çok önemli değildir; Kur’ân ile ilgili hangi eylemleri yaptığınız
önemlidir.
Tasavvufçuların
yaptığı, sezgi/keşif üzerinden bâtıni anlam arama yöntemi iken; aşırı
anlamacıların yaptıkları ise, Kur’ân üzerinden bâtıni anlam arama çalışmasıdır.
Neticede ikisi de gizli olanı arama peşindedirler. İki kesim de Kur’ân’ın
ilk-anda söylediğini yetersiz bulurlar ve -tabî ki de zorlayarak- sözde derin
anlamlar bulma telâşına düşmüşlerdir. İki kesimin de bunu yapmalarının nedeni
aynıdır. Konjonktürel ortam, siyâsi nedenler-çıkarlar, ideolojiler vs.
Sen
istediğin kadar tefsir yap ve fıkıh belirle. Onu hayatta hâkim kılacak bir otoriten
yoksa, o çalışmalar İslâm’a zarar olarak geri döner. Aynen, otoritenin kaybolup
gayr-i İslâm’i unsurların İslâm’a sokularak müslümanların yozlaştırıldığı 9-13.
yüzyıllar arasında olduğu gibi.
Ramazan Yazçiçek:
“Batınî yaklaşım, âyetlere, her isteyenin
istediği şekilde mânâlar yüklemesini mümkün/mâzur görmüştür. Mâzur görmüştür
diyorum, çünkü bu anlayış, mahkûmu hâkim olan bir anlayıştır. Bu anlayışta
ölçü, vahy değil, hevâ-hevestir. Bu yaklaşımda İbn-ûl Arabî, “sufiler delil ikâme
etmekten münezzehtir” derken, S. Hüseyin Nasr ise “Bâtınî anlayış, zâhirî
ölçülere göre değerlendirilemez; onun hiç-bir dış yaklaşımın üstesinden
gelemeyeceği kendine-özgü bir mantığı vardır. Kur’ân için de durum tamâmen
böyledir” demektedir. Koydukları kurallar ile Kur’ân”ın fal bakılan bir
kitap hâline dönüşmesinin yolu açılmıştır. (“Uygulamayı” düşünmeyenler mecbûren
böyle sapıklıklara düşerler). Ancak İslâm’ın kendine rağmen dillere tahammülü
yoktur. Bu hassâsiyet İslâm’ın hayâtın tümüne söyleyecek sözünün olmasından;
farklı bir ifâdeyle, şeriatlı; hukûku olan bir din olmasındandır” der.
Bâsur
(hemoroit) sorunu olan bir kişinin, ameliyat olmasına rağmen bir-süre sonra
bâsuru tekrarlıyor. Çünkü o kişi yapması gereken bir şeyi yapmamıştır: “Hayat-tarzını
değiştirmek. Beslenme-tarzını değiştirmek”. Kişi bu değişikliği yapmadığı için
hastalığın tekrâr etmesi gâyet doğal ve normâldir. Zâten bâsura da o mevcut
hayat-tarzı içinde yaşadığı için yakalanmıştı. Aynı hayat-tarzını yaşadığı için
yine aynı hastalığa yakalanması çok tabîdir. “Benzer davranışlar benzer
sonuçlar verir” denir. O kişi ameliyattan sonra hayat-tarzını, beslenme şeklini
değiştirmeli ki o hastalık bir daha tekrarlanmasın. Şimdi; aynen bunun gibi; “Dünyâ’nın
lânetlisi-eziği-rezili” durumuna gelmiş olan müslümanlar, dinlerine ve öz
kültürlerine göre yaşamadıkları için bu durumdadırlar.
Doğal-normâl-aziz-şerefli-yüce yaşam-şekillerinin yerine ikâme ettikleri
hayat-tarzı, müslümanların “sağlığını” bozmuş ve onları kronik hastalıklara
müptelâ etmiştir. Bu hastalıktan kurtulmanın çâresi olarak Kur’ân’a yönelmişler
fakat, Kur’ân’ı sâdece inceleme-araştırma konusu yaptıkları için ve onu hayâta
yansıtmadıkları için hastalıklarından bir türlü kurtulamıyorlar. Yâni sürekli
reçete okuyorlar ama ilacı kullanmıyorlar ve böylece de şifâ bulamıyorlar.
Kronik hastalıklarından kurtulmak için şifâ kaynağı olan Kur’ân reçetesine tabî
ki de başvurulacak. Fakat hayat-tarzlarını değiştirmedikleri yâni İslâm’i bir
hayat-tarzına dönüştürmedikleri müddetçe hastalıktan hem kurtulamayacaklar, hem
de gün be gün hastalıkları artacak ve yeni hastalıkların kölesi olacaklardır.
Günümüzdeki müzmin hastalıklardan kurtulamamanın ana nedeni, sâdece sürekli ilaç
tüketip hayat-tarzlarında bir değişiklik yapılmamasıdır. Bir şeyin değişmesi, o
şeyin tekrarlanmaması ile olabilir ancak.
Ali Araf Arat:
“Peygamberler kendilerine gelen
vahyi nasıl okuduysa Dünyâ’yı da/Dünyâ’ya da öyle okumuşlardır. Dünyâ’yı
gereğine uygun bir akıl-vahiy ilişkisiyle okuyabilenler yeryüzündeki zulmü
ortadan kaldırabilirler. Peygamberler bunu başarabilmişlerdir. Bunu
başarabilmişler ki bize örnek gösterilmişlerdir. Peygamberler başardıysa, bizim
de başarabileceğimiz hakîkati, ilk doğru okumamız gereken şey olmalıdır. Doğru
okumak meydanlarda gazel okumak değil, hakîkatin savunucuları olarak bir meydan
okuyuştur. Her Peygamber gönderildiği toplumun idârecilerine meydan okumuştur.
Çünkü düzenin idârecileri toplumla kurdukları ilişki biçimini kölelik ve
aşağılama üzerine oturtmuşlar, topluma hakîkat olmayanı hakîkat kendi bâtıl
düzenleriymiş gibi okutmuşlardır. Oysa doğru okuma yapıldığında görülecektir ki
böyle bir düzen, insanın tabiatıyla çeliştiği yalan üzerine kurulan bir
düzendir. Doğru olan düzen insanın tabiatına uygun, Allah ile ilişkisinin
teslimiyet ve kontrol ilişkisi ile sağlanabildiği düzendir. Peygamberler
gönderildikleri topluma bu ilişki biçimini sunmuşlar ve buna karşı çıkan her
düzene de hiç çekinmeden meydan okumuşlardır. Bu okuyuş elbette ki akıl-vahiy
ilişkisi ile kurulabilen ve öyle okunabilen bir meydan okuyuştur. Günümüz
müslümanlarının yaptığı gibi istatistiksel yâni demokrasilerdeki seçimin
belirlediği sayı üstünlüğüne dayalı bir okuma değil” der.
Laik/seküler/neo-liberâl/demokratik-neo-demokratik/kapitâlist/modernist/konformist/hazcı/şerefsiz/sapık
hayat-tarzlarını değiştirmedikçe ve İslâm’ın pak ve şerefli dînine, peygamberin
sünnetine, hayat-tarzına sarılıp onu meleke hâline getirmedikçe bu
çirkefliklerden kurtulunamaz. Kurtulmak söz-konusu da değildir, hattâ ihtimâl
dışıdır. Çünkü doğaya aykırıdır. Ey müslümanlar! Bir şeyi gerçekten değiştirmek
istiyorsanız, düzeltmek istiyorsanız, iyileştirmek istiyorsanız, yapmanız
gereken şey hayat-tarzlarınızı değiştirmenizdir. Kur’ân’ın/İslâm’ın/sünnetin
hayat-tarzına ve şekline göre bir hayat yaşamanız gerekmektedir. Bu da ancak,
hayâtın tam orta yerinde yapılacak olan değişikliklerle olur.
Batı bilgisinin ve
bilgi-sisteminin acenteliğini
yaparak bir yere varılamaz.
ANLAMAYI
BIRAK, HAREKETE GEÇ
Hareket yoksa hiç-bir şey yoktur.
Hareket, akıl ile îman arasındaki orta yoldur. İkisi
birleştiğinde ancak sâlih amel çıkar ortaya. Aksi-hâlde ayrı-ayrı bir değerleri
yoktur gönül eğlemekten başka. Söz/düşünce/fikir ancak, erse gerçek-realite-hak
hâle gelir. Aksi takdirde somutlaşamaz.
Ali Osman Gündoğan, “Topçu
ve Hareket Felsefesi” adlı yazısında şunları söyler:
“Konuşmak, söz
söylemek bir şey yapmaktır, hareket etmektir. Söz, belki de düşüncenin,
fikrin hareketidir.
Zorunlu Varlık bizim hareketlerimizde
ya da hareketlerimizin kaynağındaki irâdede içkin olarak bulunmaktadır. Yâni
aşkınlık bizde içkin olarak bulunur, bu aşkınlığı ortaya koyan da harekettir.
Hareket, insan varlığının cevheridir.
İnsanı anlamak, insanın hareketini anlamaya bağlıdır. İnsanın hareketlerinin
zengin Dünyâ’sına dalmadıkça insan anlaşılmaz olarak kalır. Çünkü “hareket, hayâtta
direkt hakîkate bakmak açısından bir olgudur, daha genel ve her-şeyden daha
sürekli, evrensel bir art-arda gelişin ben’deki (moi) ifâdesidir”. Hareket, bir
olgudan çok bir zorunluluktur ve bundan dolayı da çoğu-zaman ben’e rağmen
kendini gerçekleştirir. Bunun en açık ispâtı da, istediğim şeylerle
hareketlerim arasındaki orantısızlıktır. Bir bakıma bu, güç ile istek
arasındaki orantısızlıktır. Zîrâ bâzen istediğim şeyleri yapamıyor, bâzen de
yaptığım şeyler istemediğim şeyler oluyor. İstek hareketin, hareket isteğin
ötesine geçiyor. Hareket, bu orantısızlığı aşmaya, güç ile isteği dengelemeye
çalışmak demektir.
Her hareket, irâdî faaliyetin
kaynağında bulunan isteyen irâde ile istenilen irâdenin bir-birine eşitlenmesi
amacını güder. Buna bağlı olarak, “insanın amacı, kendi-kendine eşit olmaktır”.
Kendi-kendine eşit olmak isteyen insan her hareketiyle, daha mükemmel bir
harekete özlem duyarak tabiat-üstüne kadar yükselişini sürdürecektir.
Yükselişin tabiat-üstüne kadar sürmesi, hareketin kaynağındaki sonsuzluk irâdesinden
ötürüdür. Çünkü insan, sonsuzdan gelir, sonsuza gider. Bizde bulunan Tanrı’nın
lütfu olan irâdenin hareketin kaynağında bulunması, hareketimizin kendi
gücümüzü aşması demektir. Çünkü hareketin bizi götürdğü aşkınlık, hareketin
dışında değil, içindedir. Öyleyse aşkınlık bizde içkin hâlde bulunmaktadır.
Aşkınlığın bizde içkin olarak bulunmasından dolayıdır ki, hareketin yöneldiği
amaç tabiat-üstüdür. Bu amaca ulaşmada türlü basamaklardan geçen irâdenin
insanın bireysel varlığından topluma, toplumdan ahlâka ve ahlâktan da dînî olan
alana geçişi hareket sâyesinde olmakta ve sonsuzluktan kaynaklanıp sonsuzluğu
arzulayan irâde, tabiat-üstüne kadar hiç-bir basamakta tatmin bulmamaktadır.
“Mutlaktan mutlaka bir dönüş” olan
hareket, tabiat düzeniyle yetinmeyip tabiat düzenini aşmayı gerektirmektedir. Düşünmek
de bir harekettir ve hareket hem kendimizi hem de eşyâyı değiştirmektir. Bu anlamda
vâr-olmak ile aynı şey olduğu ve her hareketin kaynağında bir irâde bulunduğu
için hareket vâr-olmak, istemek ve düşünmek arasındaki uyumu aramak demektir.
Her harekette, Allah’ın bir hareketini
fark ediyoruz. Hareket meselesiyle Allah meselesi bir-birine öylesine bağlıdır
ki, “Allah, düşüncelerimle hareketimin yapmacık bir aksedişi olmak şöyle
dursun, düşündüğüm ve yaptığım şeyin tam ortasında bulunuyor; ben O’nun
çevresinde dolaşıyorum, düşünceden harekete ve hareketten düşünceye geçmek
için, benden yine bana gitmek için, her-an ona başvuruyorum”. Öyleyse hareket,
insanı Allah’a ulaştıran bir köprü, “insan ile Allah’ın bir sentezidir”.
Sentezin bozulması hareketin yokluğu, iflâsı, ölümü demektir. Bu, bizde
ilâhiliğin inkârı, dolayısıyla kendi-kendimizin de inkârıdır. Hareket
iledir ki, îmâna dolayısıyla da kurtuluşa erişilebilir. Hareketin olduğu
yerde Allah, Allah’ın olduğu yerde hareket vardır. Hareket, surnaturel alana
kadar Allah’ın bizdeki isyânıdır.
Nurettin Topçu’ya göre de hareket, insanın cevheridir.
Blondel’de olduğu gibi Topçu’ya göre de
özünde rûhi bir aktivite olan her hareket, “mükemmele, daha mükemmele bir
özlemdir”. Daha mükemmele duyulan özlemin kaynağında rûhi bir davranmadan ileri
gelen ve rûhi bir amaca yönelmiş olan bir irâdenin hareketi bulunur. Bundan
dolayı hareket, rûhi bir realitedir. Ahlâklılık, ancak böyle bir rûhî realitede
ortaya çıkar. Kaynağı îtibâriyle mânevi hayâtı ahlâkî hayâta bağlayan
Topçu, bunun için de “sonlu olanda asla durmayıp, dâima sonsuzluğa uzanan
hareketin bizzat kendisinin derinlemesine tahlili gerekir” der. Hareketin
tahlili, Topçu’ya göre ahlâk meselesinin de tahlilidir. Çünkü hareketini
evrensel ölçüye uyduramayan ve tabiat-üstüne yüceltemeyen, ahlâklılığın da
dışında kalır.
Hareket somut, zekâ ise soyut olana nüfûz
ettiği için, kısaca hareket ve zekâ farklı cinsten şeyler olduklarından dolayı,
buradaki bilimin ilkesi hareketin kendisinde bulunmakta ve zekâ böyle bir
bilimi yapamamaktadır. Blondel’in de belirttiği gibi bir hareket-bilimi, daha
doğrusu bir hareket diyalektiği söz-konusu edilmektedir. Zîrâ insana sâdece
hareket rehberlik edebilir, sâdece hareket insan varlığının bütününe sâhip
olabilir, onu kavrayabilir, tek kelimeyle insan olan insanın girebileceği
sonsuzluğa sâdece o dalabilir.
Topçu’ya göre de hareket, insanla
Allah’ın bir sentezidir. Bu senteze giden yolda her hareket, her irâde, hem
kendine hem de kendi dışındaki bütün otoritelere karşı esirliğinden
kurtulmaktır. Bu otoriteler kendi benliğimiz, toplum, devlet v.b. gibi irâdemizi
baskı altında tutmaya çalışan ve hürriyetimizi yok eden têsir edici
otoritelerdir”.
Lütfi
Bergen:
“Toplumu ve yaşadığı
çevreyi değiştirmeyi gündeminden çıkarmış bir “müslüman yapma” edimi
karşısındayız. Şimdi artık postmodern durumun popüler kültürü içinde “yaşayan
din”, din anlayışına esas alınmaya başlamıştır.
Modernleşme ile
müslümanlar “mahrem alan” yerine “kamusal alan”ın özerkliği için kavga
vermektedirler. Kamusal alan mücâdelesi müslümanları sekülerleştirmektedir.
Tekil müslümanlıklar kurarak modernleşme kuramlarını güçlendiren (muhâfazakâr) İslâm’cılık,
modern toplumlara “cemaat” ve “kardeşlik” müesseseleriyle cevap üreterek
sekülerleşmeden kurtulmanın yollarını
aramalıdır. Böyle bir arayış sömürgeciliği püskürtmenin de imkânlarını
bahşedecektir.
“Müslümanlar “inanıyorum”
ifâdelerini söylem kılmakla mükellefler. Bu mânâda “inanıyorum” demişse
bilinmeli ki, “namaz kılıyorum” da demektedir. İslâm sosyâl çevrenin
değişmesinden önce kâlblerin ve nefislerin değişmesinden başlamış gibidir.
Modern toplumda müslüman olmanın aşamadığı engellerden biri budur. Söylemin
kendisi eylemdir. Bu nedenle birisi “Allah yoktur, din de yalandır” dediği
zaman kusurlu sayılması gereken zümre aslında inançlı olduğu hâlde “Allah
yokmuşçasına davranan”dır. Çünkü onun “Allah vardır!” demesi ispat değildir.
Onun inanç-sâhibi olduğuna dâir söyleminin gerçekleşmemesi, muhâtabının ise
söylemini tahakkuk ettirecek şekilde bir hayat ortaya koyması problemdir.
Materyâlist bir adam teorik bir beyanı dîni bir söyleme çevirmiştir: “Allah
yoktur, din yalandır” sözü teorik bir ifâde değildir. Zîrâ “Allah yoktur” demek
için bir inanç gereklidir ve din (hayat-tarzı) yalandır demek de aynı-zamanda
sizin de hayat-tarzınızın yalan olduğunu söylemektir. Zîrâ din, hayat-tarzı
anlamındadır. İslâm’ın yaşanan bir söylemden ibâret olduğu fütüvvetle
ortaya çıkıyor. Îman dâvâsı zorbaları al-aşağı etme dâvâsı olmayıp onlara
yaptıklarının zulm içeriğini beyan/söylem dâvâsıdır. Nûh (as)’un kavminin
içinde yaptığı cihad, söylemi sürekli kılmaktı. Şuayb’e kavmi “Ey Şuayb
dediler, kıldığın namaz mı, tuttuğun din mi emrediyor sana da mallarımızı da
dilediğimiz gibi tasarruf etmemize mâni olmaya kalkışıyorsun?” (Hûd 87)
demişlerdi. Söylem, görünüşte, değersiz de olsa, karşılaştığı yasaklar onun
toplumsal arzu ve iktidarla ilişkisini belirler. Bu nedenle söylem basit bir
söz değil, rüşddür. Söylem konuşanı sembollerin nesnesi değil, eylem niyetiyle
bütünleşmiş bir varlık görür” der.
Sürekli
ders-ders-ders. Öyle bir hâle geldi ki, derslerin amacı yine dersin kendisi
oldu. Ders yapmış olmak için dersler yapılıyor. Ders yapmak amaç ve hedef
olmuş. Fakat bir-türlü dersler dertlendirmiyor ki dertler de eyleme dönüşsün.
Şöyle bir söz vardır:
“Ders”ten önce “dert”
öğretilmeli ki, öğrenci-talebe, ideâl ve iddia sâhibi olabilsin ve “uzun yola”
çıkmaya hüküm giyebilsin ve bunu göze alabilsin”.
Aslında
müslümanların söylemleri aynı-zamanda eylemleri olmalıdır. Sâdece söylemde
kalmamalıdır. Aksi-hâlde tutarsızlık ve çelişki kaçınılmazdır ve iş maazallah
münâfıklığa gider.
Söylem
çok, eylem yok. “Önce söylem sonra eylem” fikri pratikte pek işlemiyor. Söylemin
ne olacağını da yine eylem hâli belirler çünkü. Söylem yolda düzülür.
İslâm, ilk önce olgunlaşıp sonra devlet-medeniyet
olarak gerçekleşmez. Bu ikisi berâber olur ve devlet-medeniyet aşamasında sonra
kültürün olgunlaşması ve yerleşmesi aşamasına sıra gelir ki, İslâm’da bu, Hz.
Ali’nin ölümünden sonra Emevi-Muâviye ile birlikte baltalandı.
Hüseyin Alan,
eyleme dönmeyen İslâm’i çalışma yapanları şöyle eleştirir:
“Çağımız modern bir çağdır.
Müslüman ümmet siyâsi birliğini ve bütünlüğünü kaybetmiş, buna bağlı olarak da
sosyâl ve toplumsal hayâtını müslümanca düzenlemekten mahrum kalmıştır. Bu
sebeple İslâm, kişisel alanın, kişisel ibâdetlerin ve uygulamanın dışında
günlük hayattan çıkmıştır.
Modern çağın müslümanı, yaşadığı
hayâtı İslâm’laştırmak için fıkhın usûl tarafını değil, doğrudan hüküm tarafını
gündem edip tartışmaya açmıştır. Dolayısıyla burada büyük bir sorun ortaya
çıkmıştır. İslâm fıkhının ortaya çıktığı ya da İslâm fıkhını ortaya çıkaran
İslâm toplumu ortada olmayınca, modern toplumun sorunları ve hayâta dâir
modernizmin çözümleri İslâm’laştırılarak taklit edilmektedir.
İslâm’cı akımın Kur’ân ve sünnete
dönüş çağrısı gerçekte modern çağın müslümanını yeniden ama sahih temeller
üzerinde toplumsal olarak inşâ etmek içindi. Bunu yaparken fıkhın ikinci
kısmını terk ettiğini fark etmedi. O sebeple ilk-elde kıyası, sonra icmâyı terk
etti. Ardından sünnete sıra geldi. Elde kala-kala Kur’ân kaldı.
Sanıldı ki, kıyas, icmâ, sünnet Kur’ân’dan
ayrı, Kur’ân’dan bağımsız delillerdi. Bu sebeple olsa gerek, fıkhın usûl
tarafını yeniden yorumlayarak, sağlam deliller üzerine yürüyerek hükümleri
yeniden ihyâ edecek veya yorumlayacakken, işe tersten başlayıp doğrudan
hükümleri tartışmaya başladı. Çünkü İslâm’ın hükümleri yaşanılan hayatta
karşılık bulmuyordu. Bu sebeple modern toplumsal hayâta uymayan hükümleri
yeniden yorumlayarak modernizm lehine têlif etmeye çalıştı. Bunu delillendirmek
için de sünneti, icmâyı terk etmek durumunda kaldı ve sâdece Kur’ân’a sarıldı.
Dememiz o ki: Çağımızın müslümanı
yaşadığı ortamı, sosyâl ve toplumsal hayâtı müslümanlaştırma çabasına girerek İslâm’ı
yeniden tanımlamak, Kur’ân’ı yeniden tefsir etmek yerine, usûle müracaat ederek
müslümanca bir sosyâl hayat inşâsına yönelmeli. Bu perspektif, sahih İslâm
anlayışını ve sâhici müslüman toplum inşâsını yeniden gerçekleştirebilir. Bunun
için sünnete, icmâya dönmeli. Bozulmuşluğu temsil eden mevcut hâli İslâm’laştırma
hatâsından dönmeli. Kıyası da bu temeller üzerine yeniden yapmalı.
Şimdi sorulması gereken ve hep
berâber cevaplamamız gereken soru şudur; insanlık bir yolda akıyor. Azgın,
sapkın tağutlar milyarları çâresiz bırakıyor ve zavallılaştırıyor. Uygarlık
adına, medeniyet adına olmadık zulümler işleniyor, insanlık sûni üretilen
krizlerle efendilerine ve gösterdikleri yollara sadâkatle koşturuyor,
bağlılıklarını bildiriyor. Çok-tanrılı dinlere selâm duran, uluslaşma süreci
boyunca uluslarca üretilen putlara secde eden ve bağlılık andı içenler,
kültürüne, diline, târihine ve devletine tapınarak bunların ardındaki tağûti
kurnazlıkları görmeyenler, kalkınma ninnileri ile mutluluğun ve istikrârın
peşinde bir ömür tüketenler, doğru yolda, doğru yönelişte midirler?.
Milyarlarca kalabalık, hangi tezgahlar ve sinsi plânlamacılarla bu yolda
sürüklenmektedir?
Bu kadar zavallı konuma düşürülen
ve hayâller peşinde koşturulan insanlığa karşı, sâdece kültürel çalışmalar, sâdece
tepkisel söylemler ve sâdece sosyâl dayanışmalar göstererek mi çâre olacağız?.
Tüm oyunları tezgahlayanları, arka-plânda ellerini oğuşturup ön cephede
insanları bir-birlerine kırdıranları, onların düzenlerini ve iş-birlikçilerini
açığa çıkartmayacak mıyız. Dosdoğru yolu, hakça yaşamı ve düzeni gösterecek,
esas hedefi ve muhâtabı açık edecek, elçilerin yaptığını bu çağda tekrarlayacak
tevhid ehillerine ve sahih hattı tâkip etmeleri gerekenlere ne oldu?.
Açlıktan ve insanlardan korkmayıp
sâdece Allah’tan korkması gerekenler nerelere kayboldular? Allah’a çağırırken bir
beklentiye girmeyenler, mücâdele ettiklerinin vereceği rüşvete, sâhip olduklarına
göz dikmeyenler ne hâldeler?. Tağutları ve zâlimleri hakka çağırırken onlara
karşı yürütülecek mücâdelede zavallı derekesine düşürülmüş insanlığın gözünü
açacak, kulaklarındaki pası silecek, zihinlerindeki iğvâyı düzeltecek,
gönüllerindeki itaati âit olduğu yöne çevirecek ve onları kula kulluktan Allah’a
kulluk etmenin şerefini tattıracak olanlarımız şimdilerde hangi işlerle meşgûl
olmaktalar?. Ölüm-melekleri canlarımızı alırken; “ne işteydiniz” diye
sorduklarında cevâbımız ne olacak?...
Târihsellik, rölativizm, hermenötik,
semantik, sembolizm, metaforik, metin çözümleme, kavramsal okuma, konulu tefsir
biçimleri bu sâyede etkinleşti. Bu tekniklerle ve parçacı okuma biçiminde,
bunlar, bütüne yönlendirici işâretler olmaktan, bütünü açıklayıcı yardımcı
fonksiyondan çıktı da, her bir parçacı anlayış ve teknik okumadan çıkan anlam,
kendi başına doğruları ve bütünü ifâde eden anlam arayışına dönüştü. Dînî
aklediş, farkında olmadan aklı otorite yaparak parçalı okumaya, parçalı
düşünmeye ve bunu da bütün olarak anlamaya böylece başladı. Burada akıllı
olmak, akletmek, fehmetmek, fıkhetmek veya vahyin inşâ ettiği akla sâhip olmak
başka bir şey, aklı otorite yapmak bambaşka bir şeydir.
Dînî metinleri okurken bu
kodlarla düşünen ve hareket eden, parçalı okumayı “bütünün ve doğrunun anlamı
budur” diyen ve dolayısıyla kendisinin he-şeyi anlayacağını ve yeni keşifler
yapacağını düşünen insan, özne olarak vahyi-metni değil kendisini görmektedir.
Bu bakımdan verili hakîkati, kutsalı, sâbitleri, ölçüyü ve değerleri değil, bütünü
değil, kendisinin yeniden keşfettiği parçalanmış doğrulara îtibar etmektedir.
Bu düşünüş biçiminde vahiy okuması, işitip itaat etme, gönülden teslimiyet
dolayısıyla beşeri ve toplumsal dönüşüm aşaması, toplumsal alanların bütünsel
ve tek bir referansla yeniden tanzimi ve insanlığa şâhitlik etme gibi bir
vizyon yoktur.
Bu bakımdan dînî referans, ölçü
ve değerler, vicdâni tercihin ve özelleştirilmiş alanın içinde geçerli kılınmış
ama buna karşılık herkesi ilgilendiren toplumsal alanda modern akla referans,
ölçü ve değerlerle düzenlenmiş hayatta geçersiz kılınmıştır. Söz-gelimi vâroluş
gerekçesi ve amaç, kimlik, âidiyet, itaat, sadâkat, kulluk, insan guruplarının
ne için bir-arada olması gerektiği gibi önemli ilkeler ve bütünsellik, dînî
ilkeler yerine modern ilkelerle yeniden tanımlanıyor. Bütünlük başka şekilde ve
kendi içinde yeniden parçalarına ayrıştırılıyor ve oradan yeni bir bütünleşmeye
gidiliyor. Vazgeçilmez haklara sâhip insan tanımı yanında, etnisite, dil,
vatan, kimlik, âidiyet, sadâkat gibi modern ölçülerle yeni parçalara
ayrıştırılan insanın, bu parçaların bireysel ve demokratik özgürlükler
çerçevesinde yeniden bütünleşerek barış içinde birlikte yaşaması bu nedenle
isteniyor.
Kur’ân âyetlerini sıralayarak,
ezber tekrârı yaparak bir-şey söylenmiş olmuyor, bir iş yapılmış olmuyor.
Âyetlerin gereğini yapmak, asıl söylenmesi gerekeni söylemek, yapılması
gerekeni yapmak olur. Tebliğ de budur. Böyle anlaşılmalıdır. Yapmadığımız
şeyleri Kur’ân’a söyletmekle tebliğ yapmış olmuyoruz.
Dünyâ’da yürürlükte olan sistem,
kendisini sorgulamayan, kendisine karşı çıkmayan dindarlığı çok seviyor. Hattâ
teşvik ediyor. Dolayısıyla kapitâlist bir sistemde yaşıyoruz ama “çaktırmamaya”
da dikkat ediyoruz. Kapitâlist sistemi rahatsız etmeyecek âyetleri ve hadisleri
tekrâr edip duruyoruz. Sistemin hoşuna gitmeyecek şeyler yapamıyoruz. Dünyâ’da
ve ülkemizde olup-bitenlerle, gelişmelerle ilgili sözümüz yok. Sistemi
görmezden geliyoruz.
Çağımızda Kur’ân okurları, okuyup
anladığını söyleyenler kitap diyor, Kur’ân diyor. Çoğunluk Kur’ân ve Sünnet diyor.
Ama ortada küresel kapitâlizmin, yâni küfrün hâkimiyetini sorgulayan yok.
Dolayısıyla Kur’ân ve Sünnet diyenler bir-şey demiş olmuyor. Çünkü küfrün
hoşuna gitmeyecek âyetler ve hadisler görmezden geliniyor. Yok sayılıyor.
Müslümanlar bu-gün konuşurken batılının
söylediklerini konuşuyor. Dünyâ’ya, batının baktığı yerden bakıyor. Olaylara,
varlık âlemine, gelişmelere ve insânî ilişkilere batılının yaklaştığı gibi
yaklaşıyor. İlişkileri batının kurduğu gibi kuruyor. Hâlimiz, kimliğimiz,
kafeste sâhibi eliyle beslenen, sâhibinin öğrettiklerini konuşan papağanlara
benziyor. Ne yazık ki!.
Her yapıp ettiklerimizin, en ince
detaylarına kadar her durumda ne yapılması gerektiğinin sâdece Kur’ân’dan
öğrenilmesi gerektiği gibi kısır ve bir o kadar da gereksiz bir tartışma, risâlet
örnekliğini dışladığı kadar sahih tecrübeleri de yok sayarak kısır çatışmaları,
fantastik tartışmaları besleyen ve gönüllerin başka şeylere kaydığını gösteren
günümüze has bir anlayış olmalı. Yapılması gerekenlere dikkat ve hassasiyet
yerine tartışma alanlarını çoğaltmak buralardan besleniyor. Zımnında peygamberi
devreden çıkartmanın, sâdece kendi aklına güvenmenin, tersini telaffuz edip
dursa da kendini peygamber yerine koymanın veya başka bir hesap tutmanın yeni
durumu bu. Modern akledişin ürünleridir bunlar. Teslimiyet ve itaat
böyle olmamalı. O nedenle bu tarz bir yolcunun hem şefkati ve merhâmeti yok,
hem de yol-haritası yok. Dolayısıyla dinle, insanlarla değil, mühendislik
ile uğraştığının ve sorumluluk çizgisini aştığının farkında da değil zâten.
Tağuttan içtinap ederek kopartılması
gereken itaat bağının ve âidiyet ilişkisinin karşılığı, yeni bir dînî asabiye
üreten cemaat olmakla ancak mümkündür. O hâlde cemaat olmak, temelde bir
sisteme, aslâ ve meşrûiyete karşı olma pozisyonudur. Tüm peygamberler kendi
Mekke’lerinde bunu örneklemiş, bu nedenle kavminin ileri gelenleriyle
tartışmaya ve mücâdeleye bu farklılıkla başlamıştır. Asıl budur. Bundan sonrakilerse
bu aslın üzerine binâ edilenlerdir. Kur’ân, bu konuda detaylı bilgiler ve diğer
sâlih kulların benzer kıssalarıyla doludur. Kur’ân okumaları nihâyetinde bu
büyük mesajı ve ayrışmayı anlamaya yönelik sonuçlar üretiyorsa, Kur’ân İslâm’ı
sözünden ve ilkeler sıralamasından bu din-gerçeği çıkıyorsa, teferruatları
aslın üzerine dizmeyi sağlıyorsa faydalı ve gereklidir. Aksi-hâlde, genel
hâlimizde görüldüğü üzere, Kur’ân okuya-okuya gayya kuyusuna doluştuğumuzun
resmidir!. Çünkü bunun tersi Allah’a itaati têmin etmeyen sorumsuz-biatsız ve
cemaatsiz müslümanlıktır!
Günümüzde, müslüman “bireylerin”
ve “sivillerin” Kur’ân okuya-okuya düştüğü çağdaş tehlikeli yolculukları
görerek hayıflanmamak mümkün değildir. Buna rağmen îtiraf etmeli ki, şu işleri
birlikte yapmak üzere diyerek bir program önerisi olmadan Kur’ân’a çağırıyorum
diye kendi zannî görüşümüze, teorik ilkeler dizinimize, yorumlarımıza veyâ grup
asabiyemize çağırmayı, her sözümüzü bir şekilde âyetlerle destekleyip vahdete
çağrı diyerek kendimizi aradan sıyırmayı mahâret sayabiliyoruz. Aynı yanlışı,
benzer mantîki çıkarımla diğerlerini veyâ farklı bakış-açılarını dışlamada
meşrûiyet üreterek sürdürebiliyoruz. Tüm bunlar ne kadar hatâlı ise, tartışma
konularını soyutlaştırmaya, anlamsız ve cansız maddeler hâlinde sıralanan
ilkelere dökerek meşrûlaştırmak da o kadar hatâlıdır. Bu tutum ahlâki de
değildir, hak da değildir.
Çağımız ulus-devletler çağıdır.
Bir tarafıyla cemaatleşme irâdesinin terk edilip sivilleşmeye geçiş yapılan bir
çağdır. Gerçeğe tekâbül etmeyen, karşılığı olmadığı için “üretilmiş” bir
“sivil” ulus-kimlik anlayışı ve bu kimliğin bileşenleri, karşılığı olan “ümmet
ve cemaat” yapısını ve kendine has bileşenlerini parçalayıp yeniden yaratmak
üzerine kurulu, modern akledişin bir ürünüdür. Modern akledişse dînî akledişin
tam tersi sonuçlar ve tarz üretir. Bir-önceki dönemde inanç ilkeleri ve
ölçülerine göre cemaat ve ümmet şeklinde kategorize edilen insanlık, modern
dönemlerde dil-etnisite gibi yeni ölçülerle yeniden tanımlanıp ulus üst-kimliğinde
birleşmeleri bu sebepten tasarlanmıştı.
Unutmayalım ki bizim
keşfedeceğimiz bir din, târihten ve hayattan kopuk soyut yeni bir din yoktur.
Müslümanlar, âhirette işine yaramayacak çözümlerden ve edimlerden
vazgeçmelidir. Sıradan Dünyâ’lılar gibi salt dünyevî hayâtını düzenleyecek
yaşam-biçimini terk etmelidir. Bu Dünyâ’da lehimize gözüken çözümler âhirette
bizleri perişân edebilir. Hatırlayalım: Ölüm var, hesap var. Ve hesap-günü çok
yakın”.
Allah, “yerine getirmeyeceğiniz şeyin
muhabbetini de yapmayın” diyor: “Ey iman
edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?” (Saff 2).
İnsan bildiklerini bilmez durumuna
gelebilir, ama yaptıklarını yapmamış durumuna gelemez. O hâlde yapmak,
bilmekten çok daha değerli ve önemlidir.
Son
yüzyıl, vâr-oluşçuluğun (bir çeşit bireycilik) etkisindedir. Toplumu kurmaya bireyden
başlamak yolundadır ki bunu hiç-bir zaman başaramaz. Çünkü bu süreç bitmez.
Toplum yine toplum ile birlikte kurulur. Toplum bireysel çabalarla
düzeltilemez. Kitlesel çabalarla düzeltilebilir ancak. Bireysel çabalar sâdece
bireyi düzeltebilir, ancak o da sınırlı bir ölçüde. Çünkü toplum bozuktur. Bir
fizik yasası vardır; Bir sistemin toptan gücü, onu oluşturan parçasal güçlerin
toplamından daha yüksektir.
Bir şeyin
kesin ispatı sözle olmaz. Eylem ile olur. Yapmakla, göstermekle.
“Ancak
îman edip sâlih amellerde bulunanlar, bir-birlerine hakkı tavsiye edenler ve
bir-birlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3). Bu âyet “zararda olmayanların, sâdece
eylemde-işte-amelde bulunanlar” olduğunu söyler. Fakat şu da unutulmamalıdır ki
yapılan bu eylemler-ameller, “Allah yolunda” yapılan iş-amel-eylemler
olmalıdır. Aksi-hâlde boşa giden işler-ameller-eylemler olacaktır. Güzel sözü
yükselten amel-i sâlihtir. Söz ancak eylemle değer kazanır. Hadiste
Hz.Peygamber (a.s.m) “Allah, sözü amelsiz kabûl buyurmaz” buyurmuştur.
Mevdudi:
“Ne kadar çok ilmî çalışma
yaparsan amelî melekelerin o kadar çok körelir” der.
Bir şeyin
anlamının alabildiğine genişlemesi, o şeyin anlamsızlaşması demektir.
Kûfe’li,
Hasan Basri’ye; “sineğin kanı ile namaz kılınır mı” diye soruyordu Kerbela’ya
bakmadan. Aynısını şimdi de aşırı anlamacılar yapıyor. Hergün binlerce müslüman
kardeşimiz ölürken, bir kelimenin tahlili bir programa sığmıyor.
Ramazan
Kayan, ne yapılması gerektiği ile ilgili şunları söyler:
“Teferruatlarda
boğulmamak, ince eleyip sık dokumamak, sonu gelmez ihtilafların tarafı ve
mahkûmu olmamak için önceliklerin bilinmesi gerekiyor. Zarar vermeden,
kırıp-dökmeden, zaman ve insan isrâfına fırsat vermeden vârolan imkânı isâbetli
ve basiretli kullanmak zorundayız.
Kafa karışıklığından,
gündem karmaşasından, zihinsel bulanıklıktan kurtulmanın yolu doğru tesbit ve
tercihten geçiyor. Yoksa popüler kültürün, egemen sistemin, hâkim güçlerin
tasallut ve tahakkümünden kurtulamayız. Aktüalitenin, magazinin mağduru olmaya
devâm ederiz. Evet, önceliklerimizi kim belirleyecek? Konjonktür mü? Piyasa mı?
Toplum mu? Yasalar mı? Kurallar mı? Koşullar mı? Çevre mi? Medya mı? Daha
doğrusu; kendimiz mi, başkası mı? Neleri geri çekeceğiz, hangi gündemleri öne
çıkaracağız? Belirsizlik, bulanıklık, karışıklık özgüven yitimine ve enerji
kaybına neden olmaktadır.
Küçük meselelere
takılı kalınca, büyük sorunlar kangrenleşmeye başladı. Ölümcül hastalıkları
pansuman tedâvilerle geçiştiremeyiz. Palyatif çözümsel, yüzeysel yaklaşımlar,
şekilsel uğraşlarla iş üretemeyiz. Mesâimiz, meşgâlemiz oldukça önemli.
Gerçekten ciddî bir uğraş üzere miyiz, yoksa oyalanmakta mıyız?
Alışkanlıklarımız, âdetlerimiz, arzularımız bizi nelerle sınırlıyor.
Önceliğimiz sadra şifâ olacak bir yeterlilikte mi, yoksa sâdece günü kurtarmaya
yönelik bir teselli mi? Gayretlerimiz tekrarlardan, tıkanıklıktan kurtulmak,
taklitten tahkike yönelmek ekseninde gelişiyor mu? Sağlıklı düşünmek, değer
üretmek, hayâtı yeniden inşâ etmek amacına yönelik mi, değil mi? Yoksa sâdece
kendi özelimizle mi kendimizi sınırlıyoruz? Sonlu ve sınırlı bir Dünyâ ile
kendimizi sınırlamadan sonsuz rahmete hangi değerlerle ve gündemlerle
yürüyeceğimizi netleştirmemiz gerekiyor. Bu ümmetin ilklerinin önceliği neydi?
Vahyin öncelikleri, Resûl’ün önceledikleri ile bir mutâbakat üzerinde miyiz?
Sâdece
kuru söylem ve sloganlarla bir yere varamayız, sâlih amellerimizi konuşturmamız
gerekiyor.
“Kahrolsun”
ve “yaşasın”larla sorunlar çözülmüyor, sorumluluk bitmiyor.
Düşünce,
söylem ve eylemde haklılık yetmiyor, süreklilik gerekiyor.
“Başarı
odaklı” uğraşlar yerine, “istikâmet ayarlı” bir mücâdeleyi esas almalıyız.
Rejimler, sistemler
bile kabuk değiştirirken, kendini yenilerken biz, olduğumuz yerde saymaya devâm
edemeyiz. Dinamik bir fıkıhla hayâta müdâhil olmalıyız. Sâdece kitap
okumakla da fıkıh oluşmuyor, hayâtı da okumak gerekiyor.
Bu
tezgâhı özür dilemeci bir algı ile engelleyemeyiz.
Haklı
dâvâmızda bizi haksız duruma düşürecek eylemlerle de bu işin içinden çıkamayız.
Peki ne
yapmalı?
Öncelikle
bir eylem bilinci, eylem kültürü, eylem geleneği, eylem ahlâkı ve eylem fıkhı
oluşturmalıyız. Eylemsiz olmaz, bunun altını tekraren çizmeliyiz.
Eylem
biçimimizi adâlet, ahlâk, itidâl bağlamında değerlendiririz.
Eylemlerimiz bir
basîret ve cesâret üzere şekillenmeli. Öykünmeci özentilerden kurtulmalıyız.
Dâvâmıza zarar verecek ferâsetsizliklerden kaçınmalıyız. Bu kaçınmak,
eylemden kaçmanın bahanesi olmamalı...
Ve
bilmeliyiz ki, bu saldırıların hesâbını sormazsak, yarın hesap günü hesâbımız
zorlaşacaktır.
Hakkı örtmeye,
engellemeye, gizlemeye çalışanlara karşı hakkı haykırmak, gerçekleri gün yüzüne
çıkarmak akîdenin gereğidir.
Aksi
takdirde “dilsiz şeytan” olma derekesine düşmekten kim bizi kurtarır?
Düşünce
özgürlüğü kapısından girip değerlerimize saldıranları susturmak hakkın
asâletindendir. Yoksa münkere muhâlif, şerre muârız olduğumuz nasıl bilinecek?
Tabii ki
tepkimiz de bize göre olacak? Yâni nebevi bir duruşla. Çünkü nebi bize dik
durmayı öğretti. Aziz ve asil bir örneklik sundu. Bu dik duruşun ismi direniştir.
Zulme,
zillete boyun eğmemektir. Acziyet ve zaafiyet göstermemektir.
Biliyoruz
ki, tüm sindirme, silme, sıfırlama, sınırlama, sömürme salvolarına karşı
sebâdın, savunmanın sâhici adıdır Muhammed(sav).
Muhammed tüm
ahlâksızlıklara, azgınlıklara, alçaklıklara başkaldırının adıdır. Muhammed bir
meydan okumadır. Ulvî bir değişimin, derûni bir dönüşümün, Rabbâni bir devrimin
karşılığıdır Muhammed.
Gâyet
tabi, Muhammed isminden fışkıran izzetin, vakarın, erdemin, heybetin, asâletin,
şecaatın bu çağa taşıyıcısı onun ümmeti olacaktır.
Kaygan bir zeminde,
kaypaklıkların kanıksandığı bir Dünyâ’da tutarlı, kararlı, nitelikli ve net bir
duruş önceliğimizdir. Çünkü artık İslâm’ı okumak, dinlemek, anlamak,
anlatmak yetmiyor, hattâ bu bilinci kuşanmak da yeterli değil; duruşumuz
önemli.
Olayları,
toplumu, târihi, bilimi, evreni, hayâtı, zamânı okurken öncelikle doğal ve
doğru bir duruş gerekiyor.
Duruşlarını
bozanların zamanla nasıl duyarsızlaştıklarına ve değersizleştiklerine tanık
oluyoruz. Bu durum, kendimizi yenileme ve sorumluluk yüklenme duyarlılığı
ile İslâm’i duruşumuzu sosyâlleştirmeyi zarûri kılıyor.
İşte bu
sorumluluğun bir parçası olarak; insanların derdi ile dertlenmek, doğruları
dillendirmek, haksızlıklara karşı direnmek için mücâdelemizi sürdürmeliyiz.
Kaos ve karmaşa
günlerinde savrulmamak için, yorgun ve yılgın ruhların soluklanması için,
toplumların derin bir sessizliğe büründüğü zaman-dilimlerinde güçlü ses
verebilmeliyiz.
Niteliği
önceleyen, netliğini koruyan, değer-merkezli bir mücâdele, öncelikli bir
ihtiyaçtır.
Bu
hareketler ve mücâdeleler de doğru yerde durup, doğru şeyler söylemek
durumundadır, tabii ki zamanlamayı da doğru yaparak.
Bu
doğrular yarınlarda da arkasında durabileceğimiz ve Hesap Gününde bizi mahcup
etmeyecek mâhiyette olmalıdır.
Evet,
hakîkati yoruma boğmadan, olgulardan ziyâde ilkeleri esas alan, şahısları değil
mesajı önceleyen bir çizgi öncelikli hedefimiz olmalıdır.
Müteâl
değerlere yaslanarak, muhâlif damarımızı koruyarak, mûtedil çizgimizi sürdürmek
kararlılığında olmalıyız.
Nicelik
kaygısı ile hareket etmeyeceğimizi, küresel güçler karşısında pasif
izleyiciler olmak yerine inisiyatif almak durumunda olduğumuzu belirtmemiz
lâzım.
Bunu yapmaya
çalışırken marjinâl tutumlardan, şaz ve uç görüşlerden, sığ anlayışlardan, çiğ
davranışlardan, kısır döngülerden, anlamsız tartışmalardan uzak olduğumuzu
ifâde etmek gerekiyor.
Bireysel ve toplumsal
olarak kendimizi yenilemek durumundayız. Aksi-hâlde körelmekten ve yok olmaktan
kurtulamayız. Dinamik bir hayâta, durgun ve donuk söylemlerle bir şey
katamayız. Yeni hastalıkları eski reçetelerle tedâvi edemeyiz.
Bunun
için de yeni cümleler kurmalıyız, sorularımızı sormalıyız. Çünkü sorusu
olmayanın sorumluluğu da yoktur.
Bu
çerçevede şu hedeflerin altını çizmemiz gerekiyor:
Çağın idrâkine İslâm’ın
kadim değerlerini aşılamamız ertelenemez bir sorumluluktur. Bu bağlamda İslâm’ın
değerleri ile hayâtın gerçeklerini meşrû zeminde têlif edecek bir fıkhın
oluşması zorunluluk arz ediyor.
Zamânın
ve coğrafyanın rûhunu ıskalamadan; realite ve ideâller arasında nasıl köprü
kuracağımızın gayretini sürdürmeliyiz.
Ancak
bunu sürdürebilmek yâni iddialarımızı yaşamlaştırmak, taleplerimizi
gerçekleştirmek için de bizden istenen bedelleri ödemek durumundayız.
İnsanımızın
mâkûs tâlihinin değişmesi için masum ve mütevâzı çabalarımızı artırmaktan başka
çıkış yolumuz yok.
Dönüştürülmeye teşne,
sisteme eklemlenen, iddialarından vazgeçen, nerede duracağı bilinmeyen
açılımların ürkütücü anaforu karşısında; güven verici, yüreklendirici, meşrû
zeminde açılımları ve sıçramaları gerçekleştirmek sorumluluğu altında
bulunuyoruz.
Evet, bu zulme,
sömürüye, çürümeye, yozlaşmaya karşı bir şeyler yapmalıyız. Bu yangın sönmeli.
Bu sihir bozulmalı. Bu karanlık dağılmalı. Bu yolda, kim neye âahipse o kadar
sorumludur.
Tüm
hareketlerimiz ve davranışlarımız bu amaca yöneliktir”.
Hayâller,
umutlar, bekleyişler bir insanı ancak yerine gelmemiş bir hayâl olarak, suya
düşen bir umut olarak, boşa çıkmış bir bekleyiş olarak tanımlamaya yarar. Yâni,
onları olumluca değil, olumsuzca tanımlar. Eyleme dönüşmeyen bilginin bir
faydası var mı?
Hikmet Ertürk:
“Müslümanlarda da bir şeyler yapamamanın verdiği
sıkılganlıkla çözülmeler oluşmaya başladı. Bu kesim artık Dünyâ’da nelerin
olup-bittiğini anlamaya çalışmayı da ertelemiş durumda. Görebildiği resimde
sempati duyduğu, duygudaşlık yaşadığı aktörlerden birisini destekleyerek yoluna
devâm ediyor. Aslında bu işlerin öylesine olup-bittiğini zannetmek büyük bir
yanılgı. Ve biz müslümanlar kendimize âit olmayan, başkalarına âit bir yolda
yürüyerek İslâm dâvâsına katkı yaptığımızı düşünerek boş avuntular ile
kendimizi oyalıyoruz. Bu yolun sonu aslâ olmayacaktır. Ve görüldüğü üzere çok
fazla kayıplar veriyoruz. O yüzden sâhip olduğumuz basit/sığ
düşüncelerden/anlayışlardan yüz çevirmeli, sonuçları bizi incitse bile buna
katlanarak kendi yol çalışmalarımızı yapmaya gayret göstermeliyiz.
Evet; görülen şeyler asla görüldüğü ilk-hâlleri gibi değil.
Her-şey sürekli değişiyor, sâbit hesaplar yapılmıyor. Tabi bu değişen şartlar
içinde sürekli yeni yollar inşâ edilmektedir. Çoğu-zaman böylesi şeyler ile ne
amaçlandığının farkında olamıyoruz. Sanki çevremizde hiç-bir şey olmuyormuş
gibi kendi dar gündemimizdeki kimi tekrarları sürekli yapıp duruyoruz. Ve bu
tekrarlar hep aynı tonda devâm ediyor. Unuttuğumuz şeyleri hatırlamakta fayda
var. Fakat biz de sabitelerimize sâdık kalarak değişmek zorundayız. Zâten
bildiğimiz şeyleri de sürekli tekrâr edip durmamalıyız. Sürekli yaptığımız
okumaların hayâtımızda vâr olan şeyleri olumlu yönde etkilemesi gerekmektedir.
Fakat görülen o ki hiç-bir şey değişmiyor. Ve okuyarak biriktirdiğimiz bilgiler
paylaşılmıyor. Paylaşılsa bile kim ne şekilde arzu ediyorsa o kadarı o kişiye
söyleniyor. Çünkü hep herkes ile ilişkilerimizin iyi olmasını istiyoruz. Doğru
bilgiler ile çevremizdeki arkadaşlarımızın rahatsız olmasını göze alamıyoruz.
Bu hiç de İslâm’i bir davranış değildir.
Eğer haklıysanız, “doğru olanı yapıyorsanız hiç
korkmazsınız.” Fakat bizler haklı olduğumuz bir-çok konuda ürkek adımlar atmaya
devâm ediyoruz. Bu hâli ile haklı olduğumuz bir kavgada bile yer alamıyoruz.
Ve hiç-bir şeyi harekete geçiremiyoruz. Hâlâ kimsesizlerin çığlığı,
kimsesizlerin kimsesi durumunda değiliz. Zâlimlerin onlar üzerindeki hâkimiyeti
devâm ediyor. Aslında “onların kâlbindeki korku bizlerin/mazlumların
yüreğindeki ümittir.” Bu konuda bıkmadan, yıkılmadan, ümidimizi koruyarak yol
almaya devâm etmeliyiz. Yapılan zulümler karşısında dik durmalı, bu zulmü
yapanları fak edebilmeliyiz. Çünkü “sıradan insanların onlara karşı durması bir
yana, onları hissetmiyorlar, onların farkında bile değiller”. Fark edebilmek
belli bir yetkinlik gerektiriyor. O yüzden bilgi düzeyimizi farklı okumalara
yer açarak olabildiğince geliştirmeliyiz. Hepimiz farklı yıldızlar altında
doğmuş olabiliriz. Farklı-farklı kişiliklere de sâhip olabiliriz fakat
beslendiğimiz kaynak hep doğru olan sözlerdir. Doğru olanı savunmak bizleri
bir-birlerimize yaklaştırmalı, korkularımızın esâretinden bizleri
kurtarabilmeli. Eğer bir mücâdeleden söz edeceksek bir şeylerimizi kaybetmeyi
göze alabilmeliyiz. Çok konforlu bir hayâtın özlemini duyanlar, bu uğurda
ömürlerini bolca harcayanlar hak üzere bir yola yoğunlaşamazlar. “Mîdesi dolu
bir arslan, vahşi köpeği asla yenemez.” Bu sözü unutmayalım. O yüzden vahye
muhâtap olan bizler ya da böylesi bir yolu seçecek olanlar bu dâvâya mîdelerini
doldurmak için gelmemelidirler. Çünkü çıkacakları bu yol, açlığın ve de
susuzluğun, terk edilmelerin ya da yarı-yolda bırakılmaların olduğu bir yoldur.
Ancak her-şeye rağmen yürüyebilenlerimiz varsa onlar ile arkadaşlıklar
kurabiliriz. Hep birlikte muhâlif bir anlayış üretebiliriz, eleştiri
üretebiliriz, bilinç üretebiliriz. Kendimiz dışında ezilenlerin de umudu
olabilir, onların hakları için de mücâdele etmeyi göze alabiliriz.
Tabi bu toplumda başkaları şöyle dursun, kendilerine yapılan
haksızlıklara bile hiç-bir şekilde karşılık vermeyen kişiler de var. Böylesi
attığınız tokada bile karşılık vermeyen kişilerden sakınmalısınız. Çünkü bu
uyuşuk insanlar bütün mücâdele alanlarını tıkıyorlar. Yapılan hiç-bir
haksızlığa karşılık vermiyorlar. Her-şeyi öteki-dünyâya erteliyorlar. Çünkü
kendileri olamıyorlar ki kendi belirledikleri bir mücâdele alanları olsun.
Sâdece her-şey taklit ediliyor.
2010’da İspanya’da bir kilisede Hz. Îsa posteri
kırbaçlanırken, 2.5 yaşında bir çocuk postere yönelip “kendini savunsana,
kendini korusana” diye bağırıyor. 2.5 yaşında bu çocuk. Gazze için, tüm
Dünyâ’daki müslümanlara yapılan fiîli müdâhaleler için sâdece “ağlayalım, duâ
edelim” diyen zihniyetin bilinç-yaşı işte bu çocuğun bilinç yaşından geridedir.
Yine 2010’da Mc Donalds Bolivya’da on adet şûbe açıyor. Halk
toplu protesto düzenliyor ve kimse bu şûbelerden alış-veriş etmiyor. Firma 10
ay sonra tüm şûbelerini kapatıyor ve tasını-tarağını toplayıp gidiyor. İşte
toplumsal farkındalık da budur.
Fakat bunun için düşüncelerimizin yol alıyor olması lâzım. Hayâtımıza bulaştırdığımız, hayâtımıza sızdırılmış şeyler
normâl şeyler değil. Bir-şeyleri düzeltmeye kalktığımızda bizlerin yapmak
istedikleri şeylere bir anlam veremeyen büyük bir çoğunluk hâlâ mevcut.
Hayâtımızda farkına bile varamadığımız oluşa-gelmiş bir-çok yanlışlarımız,
hatâlarımız mevcut ve bizler bu hatâlarımızın farkında bile değiliz. İnşallah
bizler oluşa-gelen hatâlarımızın, eksikliklerimizin farkına varabiliriz. Bir
işe koyulmadan önce içinde bulunduğumuz durumun da farkında olmamız gerekiyor.
Bombaların ve bankaların dağlardan ve ırmaklardan fazla olduğunu unutmayalım.
Bahçıvanların generâllerden, menekşelerin mermilerden daha az olduğunun farkına
varalım. İnsanların yaşamlarında vahye değil, yönetmeliklere daha çok değer
verdiğini, yönetmelik koktuklarını görelim” der.
Bir
gerçeğe yönelmeyen her olasılık öğretisi, hiçlik içinde yok olup gider. Olasıyı
tanımlamak için gerçeği ele geçirmek gerekir, Yâni, yaklaşık bir gerçeğin
var olması için, ortada mutlak bir gerçeğin bulunması gerekir. Bu mutlak
gerçek ise basit, varılması kolay, herkesçe kavranabilir bir gerçektir: İnsanın
bir aracıya baş-vurmaksızın kendini anlaması ve bilmesi gerçeği.
Söz, yazıdan daha basittir. Anlatımı
halkın dilinde olduğundan basittir. Tabî ki kolayca da anlaşılır. Kur’ân da
sözlü bir metindir. Daha sonra yazılı hâle getirilmiştir ki bu onu zor idrâk
edilir hâle getirmiş olabilirdi sözlü olarak basitçe anlayıp yorumlayanlar
olmasaydı.
Mehmed Alagaş:
“İnsanlar öğrendikleri ve bildikleriyle değil,
yaşadıklarıyla cennete gidebilecekler”der.
Atilla Fikri
Ergun:
“Bu-gün sürekli olarak teori
geliştirmekte, söylem üretmekte ve karanlığa karşı sövmekteyiz. “Çapımız bu
kadar” diyerek kendimizi yetersiz görmekte, ellerimize ve ayaklarımıza vurulmuş
olan zincirlerden başka kaybedecek hiç-bir şeyimizin olmadığını idrâk
edememekteyiz. Üstüne-üstlük “Sayımız az, güçsüzüz” diyerek niteliği niceliğe
kurbân etmekteyiz. Hâlbuki, “İslâm, sayı azlığından dolayı aslâ darbe yiyici ve
mahcup olucu değildir” (Hz. Peygamber'in Havâzin seferine çıkacak 12.000 silahlı
müslümana hitâben yaptığı konuşmasından).
Ancak ne yazık ki, Kur'ân'a
bütüncül yaklaşmak yerine parçacı bir anlayışla hareket etmek günümüz îtibâriyle
âdet hâlini almıştır. Günümüz müslümanı Kur'ân'a bakmakta (Dikkat edin!
‘okumak’ demiyorum) fakat ne hikmetse her-gün yapraklarını çevirip durduğu
kitabın içerisinde sürekli olarak hidâyeti, takvâyı, namazı, zekatı, orucu ve
haccı görmesine karşın; kıyâmı, hicreti, cihadı ve şehâdeti görememektedir.
Daha da vahim olanı ise bu vurdumduymazlığın tedriciliğe fatura edilmesidir. Bu
nasıl bir tedriciliktir ki, geride kalan yaklaşık elli senelik zaman zarfı
içerisinde bir aşamadan diğer bir aşamaya geçiş gerçekleşememektedir?. Oysa
bütüncül yaklaşım içerisinde ne salâtsız bir îmânın ne de cihadsız bir hicretin
hiç-bir değeri yoktur. Bunların tümü bir bütündür ve bir-birinden ayrı
düşünülmeleri mümkün değildir.
Hâl böyle iken, bu-gün hâli-hazırda
yürütülen çalışmaların öncelikli amacı, gerçek anlamda güç hâline gelmek
olmalıdır. Zârâ mevcut dizilişi bozup onu yeniden kurmak ancak tam teşekküllü
bir güç hâline gelmekle mümkündür. Aksi-hâlde ağzı iyi laf yapan, oturduğu
yerden onu-bunu eleştiren, haftada bir gün sohbet için bir-araya gelen, amaçsız
ve anlamsız bir biçimde belde-belde gezerek dost meclislerinde yer alan kuru
kalabalıklar olmaktan öteye gidemezsiniz. Bu durumda öncelikle samîmi, akıllı,
cesur (bedel ödemekten çekinmeyen), hak ve adâlet âşığı insanlara ihtiyâcımız
var; akıl oyunları yaparak âyetler arasında gezinen, sürekli olarak teori,
söylem ve eleştiri üretenlere değil!.
Hâsıl-ı kelam; cevaplanması
gereken öncelikli soru şudur: Boyun eğmek kölelerin dâimi kaderi midir?. Hayır!.
Köleler boyun eğmek zorunda değildir; çünkü özgür de olabilirler. Yeter ki,
niyetler ve ameller sâlih olsun. Zîrâ “İnsana uğrunda çaba gösterdiğinin dışında
başka bir şey verilmeyecektir” (Necm 39)” der.
Hamdi Akan,
Peygamberimizin ve sahabenin hareket enerjisini nereden aldığıyla ilgili olarak
şunları söyler:
“Neyine güveniyordu bu insanlar?.
Bunlar hiç siyâsi hesap bilmez miydi?. Mekânın şartlarını nasıl da
okuyamamışlardı?. Her-şeyin bir zamânı bulunduğunu; düşmanın silahıyla
silahlanmak gerektiğini hiç mi duymamıştılar?!. Bunları onlara lîderleri
Muhammed de mi öğretmemişti. İşte o ilk ‘deliler’den biri idi Muhammed ve
arkadaşları. Bu direniş gücünü nereden almıştı, cidden hangi örgüt
yetiştirmişti onu, ulusal yada uluslar-arası bağlantısı var mıydı? Hayır!, onun
tek bağlantısı âlemlerin Rabbi idi.
Taif'te gözlüyorum onu. Üstü-başı
yara-bere içinde kalmış bir lîder, özel uçağı olmayan, zırhlı bineği, özel yetiştirilmiş
korumaları olmayan, taşlanmanın verdiği ızdırap ile kanlar içinde bir Peygamber!
Evet o bir aykırı; o bir ‘bölücü’; Fitne
suçu işlemiş bir dâvetçi”.
Ekrem Eroğlu:
“Devrimci bir duruşu, pasif
iyilikle nesh ederek topu bir şekilde taca atan hanifler, Mekke'de namaz
kılarlar, içki içmezler, putlara kurban kesmezler ve İbrâhimî gelenek üzere
yaşarlardı; dolayısıyla Ebu Cehil bürokrasisi ve Ebu Leheb cuntası karşısında “pasif
iyi”yi temsil etmekteydiler. Fakat îman nedir, kitap nedir bilmeyen bir insanı değerli
ve anlamlı kılan şey, sâdece ahlâki bir duyarlılığa sâhip olması değil, hayâtın,
sokağın, toplumun içinde de o ahlâkın taşıyıcısı olmasıydı. Öyle ki, bir insan,
mağaranın karanlık dehlizlerine ancak ve ancak ameli/pratiği kurgulamak için
kapanmalıdır. Bu nedenle hanifler sâdece hanifti; toplumsal dönüşümün eşitlik
ve adâlet-merkezli kurucusu değillerdi. İlginçtir ki, ahlâki değerlere
bağlılık içinde yaşayan hanifler, ıslahın ve inkılâbın öncüsü olmadıkları için
Kur’ân’da övülmemişlerdir; zîrâ kitap, bu tarz suskun bir îmânı övmez.
Dolayısıyla Mekke’nin hanifleri sahih bir örneklik teşkil etmiyorlardı; örnek
teşkil eden duruş, Hira’dan dönüp gündeme ve piyasanın tekeline çomak sokan bir
duruştu.
Kur’ân’ın “îman ettik” demekle
cennete giremeyeceklerini vurguladığı insanlar ile îman edişleri sonucunda
kendilerine cennetin kapılarının açılacağı insanların ortak noktası îman
olmasına rağmen, âkıbetlerindeki farkın temel belirleyeni nedir acaba?” der.
“Vay hâline şu namaz kılanların!. Namazlarından gaflet
içindedir onlar. Gösteriş yapmaktadırlar. Ve ufacık bir yardımı da
engellemektedirler”(Mâûn 4-7).
“Vay
o namaz kılanların hâline ki namazlarından gâfildirler. Çünkü namaz kılarlar
ama, namazın-salâtın bilinçlendirmesi-yöneltmesiyle yapmaları gereken en ufak
bir yardımı bile esirgerler” diyor âyet. İşte bunun gibi; “Vay o Kur’ân
okuyanlara-Kur’ân-tefsir-meâl dersi yapıp duranlara ki, okudukları ve dersini
yaptıkları Kur’ân’dan gâfildirler. Çünkü Kur’ân’ı okuduktan sonra en ufak bir
eyleme bile geçmezler ve onu hayâta aktarmayı ve onu hayâta hâkim kılmayı
düşünmezler”. Çünkü onlar artık İslâm’i cemaatler değildirler. Devlete
perçemlerinden bağlı sözde sivil toplum kuruluşlarıdırlar, dernektirler. Bu
nedenle, bırakın böyle bir eylem ortaya koymayı, eylemsel bir şey yapmayı
düşünmekten bile dehşete düşüp korkuya kapılırlar. Cemaat yerine sivil-toplum kuruluşu
olan bu topluluklar elbette iktidârın güdümünde-yedeğinde olacaklardır.
İsmâil
Kara bu kuruluşlar için şunları söyler:
“Türkiye'de
sivil-toplum kuruluşu yoktur. Sivil-toplum kuruluşu gibi gözükenler ya
Ankara'nın yâhut başka siyâsi merkezlerin gölgesinde ve tahakkümündedir.
Yarı-resmi kuruluşlar demek daha doğru bence. Bizdeki üniversitelere,
belediyelere, sendikalara, vakıflara, derneklere bakın, sonra da ne kadar sivil
olduklarına karar verin. Cemaatlerin derin bir sistem tasavvurları, devlet fikirleri
ve tenkitleri yoktur. Bu da Türkiye'ye müdâhalenin aracı olarak
kullanılabilirlik ihtimâllerini artırıyor. Cemaat ve târikatların da siyâsî
merkeze ve devlete karşı konumları, düşünceleri ve davranış biçimleri çok
taraflıdır. Önce zihniyet-dünyâları îtibâriyle devletçi ve merkeziyetçi
olduklarını söyleyebiliriz. Türkiye'de bu aynı-zamanda askerlere yakın olmak
demek. Bu noktada milliyetçi ve muhâfazakâr çevrelere hayli yakınlaşırlar. “Devlet
bizimdir ama başkalarının, yabancıların elindedir, bizim elimize geçerse mesele
hallolacak” diye düşünürler. İslâm rejim düşmanlığı yapan veya sert siyâsi
söylemleri ve tenkitleri benimseyen radikâl İslâm’cılardan hoşlanmazlar. Dinle
siyâset arasındaki gerilimin artmasını değil, hafiflemesini isterler. Cemaat
dayanışması içinde kendi eksikliklerini görmüyorlar, kendilerine güvenlerinin
arkasının boş olduğunu fark etmiyorlar, tenkide açık değiller, bunlar da
kullanılabilirlik ihtimâllerini yükseltiyor”.
Birileri Kur’ân’ı yüksek yerlere asarak
hayattan uzaklaştırırken, birileri de sürekli ellerinde ve okumakta-anlamakta
oldukları için hayata taşıyamıyorlar. Kur’ân bir türlü hayata taşınamıyor.
Müslümanlar, “ideâl olan”ı arayıp
gerçekleştirmektense, “mevcut olan”ı “normâl” ve “makbûl” sayma alışkanlığı
edindiler.
Allah îmânın delîlini görmek istiyor. “Sâdece inandım
demekle kurtulacağınızı mı sandınız” der Kur’ân. Bunun delîli, yâni “inandım”
soyut sözünün delîli, yine soyut olarak gösterilemez. Somut olarak
gösterilmelidir ki bu ancak eylem ile olur. Allah kâinatı/Dünyâ’yı bu yüzden
yaratmıştır. Aksi-hâlde soyut olarak delil kabûl etseydi, varlığı somut hâle
getirmezdi.
Ali Şeriati:
“Peygamberler dinsiz bir topluma din anlatmak için değil,
toplumda bozulan din-algısını düzeltmek için gönderilmiştir” der.
Ali Eren:
“El atmadık tarafı bırakılmayan ve değişik şekiller verilen
bir din, ilâhi olmaktan çıkar, beşeri bir sistem olur” der.
Eyleme geçmeyen bilgi kuru bir
mâlûmattır.
Mustafa Öztürk:
“Neyi sökemediniz?, neyi kavrayamadınız da “başlayamıyorsunuz”
der.
Kur’ân’ı bilmek yetmez, Kur’ân’ı hakkıyla
bilmek gerekir ki bu, eylem hâlinde iken olur ancak.
Einstein:
“Bilmenin tek yolu deneyimlemektir”
der.
Aliya İzzetbegoviç:
“Hayat, inanan ve sâlih amel işleyenlerin dışında kimsenin
kazanamadığı bir oyundur” der.
Aşırı anlama çalışmaları yeni bir
felsefî dil oluşturarak toplumun büyük bir kısmını göz-ardı ediyor. Yaşlılar,
okuma-yazma bilmeyenler, câhiller ve çeşitli nedenlerle kendilerini
geliştirememiş kişiler. Bu kişilerle anlaşmaları mümkün değil. Oysa Kur’ân
halkın tamâmına hitap eder.
Ali Şeriati:
“İslâm'ın tevhid çağrısı bir özgürlük sloganıydı. Bu slogan; düşünürler,
tahsilliler, filozoflar ve bilginlerden önce köleler, mazlumlar, açlar ve hor
görülenlerin ilgisini çekmiştir. İşte bundan dolayı Mekke'de Peygamberin
çevresinde toplananlar, toplumun en yoksul ve horlanmış unsurlarıydı. Buradan
yola çıkarak düşmanlar, onun çevresinde toplananları alt-tabakadan saymakta ve
Resûle küçümser bir gözle bakmaktaydılar. Fakat bu, söz-konusu hareket için bir
övünç kaynağıdır. Oysa Budha dîninin öncüleri, tamâmen soylulardan çıkmaktadır.
Bu-gün ise değerler değişmiştir.
Cennet'i cihad meydanlarında arayacakları yerde, güvenli mekânlara
çekilerek nefis arındıracaklar.. Bundan sonra cennet onların olacak! Ayrıca bir
köşeye çekilecekler, yalnız kalıp Allah'ı bir sevgili gibi düşünecekler,
durmadan oruç tutup nâfile namaz kılacaklar..
Derler ki: öncelikle; “Allah'a giden yollar, yaratıkların sayısıncadır”.
Sonra, yapılması gereken yalnız cihad mı?. Üstelik bu soruyu sormakla başımızın
etini yiyen sen; bundan başka yapılması gerekenleri yapıyor musun bakalım?
Her-şeyi yaptın da bu mu kaldı? Namaz dînin direğidir. Cihad ise iyiliği
emredip kötülükten alıkoymanın yalnızca bir türüdür. Sen namazın bütün âdab,
ahkâm, şart ve ön-hazırlıklarını biliyor musun? Şüpheli durumlarda ne yapılması
gerektiğini ezbere biliyor musun? Namaza giriş olan tahâret ve necâset adabını
öğrendin mi? Bu gerekli değil mi? İnsanları düşünüp doğru yola iletmek isteyen
sen, kendini iyileştirdin mi ki, toplumu ıslaha kalkışıyorsun? Sen bencillik ve
hatâdan arınabilecek bir düzeye ulaştın mı? Hevâ ve hevesten kurtulup tertemiz
ve mâsum olabilecek bir düzeyde misin? Bütün düşünce ve işlerin, hattâ atacağın
en ufak bir adımın bile ancak ve ancak Allah için olacağı bir düzeye ulaştın
mı? Kendi durumunu inanç esaslarına göre bir düzene sokabildin mi? Tertemiz,
arınmış ve takvâlı biri olabildin mi? Sen kendin iyilerden olabildin mi ki
kalkmış “toplumu iyileştireceğim” diyorsun? Üstelik sünnetin tamı-tamına sekiz
kapısı vardır. Kesinlikle cihad kapısından girmek gerekmez ki. Cihad cennet'in
anahtarlarından yalnızca bir tânesidir. Duâ, vird ve zikir (ve ilmî çalışmalar)
cennet'in anahtarlarını kazâsız-belâsız, başın ağrımadan eline uzatır.
Bu kadar iyi iş duruyor; miskinleri yedirmek, yakınları gözetmek, nefsi
arındırmak, ziyâret, ibâdet, vakıf, adak, zikir, vird, duâ, ravze ve şefaat...
bütün bunlar seni bâzılarının cihad yoluyla ulaştığı noktaya ulaştırır. Hattâ
bâzı duâ ve virdlerin okunması (ve ilmî çalışmaların yapılması) karşılığında
yetmiş Bedir şehidinin ecri ölçüsünde bir ecir verilir. Daha da önemlisi;
takvâlı, dindar ve rabbâni bir müslüman için siyâsete karışmak, bir tür sapma
olup, Dünyâ karşılığında dîni satmaktır. Ahlâki ve dînî olgunlaşmayı bırakıp
dünyevî makam ve güzelliklerin ardında koşmaktır. Bu ikisi bir-arada
yürütülemez. Oysa Peygamber, cihaddan dönerken; “Küçük cihaddan büyük cihada
döndük” dememiş midir? “Büyük cihad nedir?” diye sorulduğunda da: “Nefse karşı
verilen cihaddır!” cevabını vermemiş midir?
Öyleyse şu küçük cihadları bırakıp büyük cihada bakmalıyız. İşte şimdi “Ne
yapılması gerektiği” iyice anlaşılmış oldu. “Ne yapmalı?!”. “Büyük cihada
girişmeli”. “Kiminle?” Düşmanla değil, nefis ile.
Hem, mücâhitlerin başlatmış olduğu hareket hep yenilgiyle sonuçlanmış;
zulme ve ilâhi kaynaklı olmayan düzene karşı direnişin son öncüsü olan Hz.
Hasan bile barış yapmak zorunda kalmış, daha sonra da zehirlenerek
öldürülmüştür. Artık ne yapılırsa-yapılsın hiç-bir yarar sağlamayacaktır. Dolayısıyla
ilgilerimizi yalnız dinsel konular, ilâhi bilimler, fıkhî araştırmalar ve
irfâni hakîkatler üzerinde toplamalıyız. Böylece İslâm düşüncesini ve dînî
gerçekleri halka açıklayıp Kur’ân'ın bilimsel yönlerini ve mânevi gizemlerini
ortaya çıkarmalıyız. Yâni ilim, hikmet ve ilâhiyata dalarak doğa-ötesi ile Kur’ân'ın
belâgat, anlam, beyan ve bedîliğini araştırmak; hadis, siyer ve fıkıh
araştırmaları yapmak; kısacası, kültürel, bilimsel ve düşünsel araştırmalar
yoluyla İslâm toplumunun yararına çalışmak! Bu kadar!.
Ölümle sonuçlanması kesin olan bir cihad, intihardır. Küfre ve zulme
yarar sağlar. Sana ise hiç-bir yarârı olmaz!. Bunu yapacağına, evinde oturup
yumuşasan; böylece halkı eğitmekle, Kur’ân öğretmekle, İslâm’i hükümleri
duyurmakla ve Peygamberin hadislerini aktarmakla uğraşsan daha yararlı
olacaktır” der.
“Kur’ân'ı yeniden okumak” mı? Ne olacak
ki yeniden okuyunca. Ne değişecek? Müslümanların ve Dünyâ'nın böyle bir
beklentisi yok. Müslümanların ve Dünyâ'nın “Kur’ân'ı okuyup harekete geçmek” sorunu
ve beklentisi var. Kur’ân hiç-bir şey yapmadan “sürekli okunma” kitabı
değildir. Sürekli okuyarak sürekli eyleme geçme ve eylemde olma kılavuzudur.
Ali Şeriati:
“Biz İslâm târihinde cihadların, şehâdetlerin ve yüce
değerlerin vârisiyiz, işte biz bunların vârisiyiz. Öyleyse içimizden insanlığa
örneklik edecek bir ümmet çıkarmalıyız” der.
Abdurrahman Arslan:
“Dindarlık sâdece bir bilgi meselesi değil. Bu son
dönemlerde biz müslümanların gözünden kaçan bir husus da bence bu. Biz
dindarlığı bir bilginin elde edilme meselesi olarak görmeye başladık. Hayır.
Sıradan bir dindarlık için bir bilgi gerekir evet ama dindarlığın esas önemli
boyutu muttakîliktir. Bu ise okulda öğretilmez. Sâdece evde öğretilebilir.
Yaşanarak öğrenilebilinir” der.
“Mü'minlerin top-yekün sefere çıkmaları gerekmez. Bunun
yerine her kabîleden bir grup, dînin özünü öğrenmek ve kötülüklerden kaçınırlar
umûdu ile soydaşlarını uyarmak için sefere çıkmalıdır” (Tevbe 122).
Bir-çoklarınca yanlış
çevrilen bu âyet, dîni öğrenmek için hareket hâlinde olmanın gerektiğini
söyler. Oturulup durulan yerde gerçek bilgiye ulaşılamaz der. Gerçek
te’vil/tefsir/yorum meydanda/eylemde idrâk edilebilir der.
“Bizim
yolumuzda mücadele edenlere (doğru) yollarımızı gösteririz” (Ankebût 69) âyeti, bize teoloji
yapmanın doğru yolunu gösterir.
Söylenecek en caf-caflı sözler bile
faydasızıdır. Çünkü güzel söz sâlih-amel olmadıkça Allah’a yükselmez: “Kim izzeti
istiyorsa, artık bütün izzet Allah'ındır. Güzel söz O'na yükselir, Sâlih-amel
de onu yükseltir” (Fâtır 10).
Ey “araştırıcı”! Oturduğun yerden “anlama”
yapamazsın, anlayamazsın. Anlama, dışarıda olur, meydanda. Aksi hâlde İslâm’ı/Kur’ân’ı
sıradanlaştırmaktan, etkisini azaltmaktan başka bir şey yapmış olmazsın. Kur’ân
kitaplardan bir kitap olur/oluyor. Kur’ân bizi bu konuda uyarır:
De
ki: “Siz Allah'a dîninizi mi öğreteceksiniz? Oysa Allah, göklerde ve yerde
olanları bilir. Allah, her şeyi bilendir” (Hucurat 16).
Bilmek
değil, bakış-açısı önemli. Vahyin bakış-açısı. Bu bakış-açısı; garibanın,
perişân hâlde olanın, çocuğunu diri-diri toprağa gömenin,
karısının-kızının-kızkardeşinin-gelininin fâiz borcu yüzünden borç aldığı
şerefsizin genel-evinde çalışmasını kahırla izleyenin, kölelerin, esirlerin,
yoksulun, açın-açığın vs. gözünden görünen bakış-açısıdır.
Bizden istenen okuma üstüne okuma, ders
üstüne ders, sohbet üstüne sohbeti değildir; öğrenileni yerine getirmek, itaat
etmektir. Zâten ilmin îtibârı yok, kalmamış. Belli bir kesimdeki okuyanlar
arasındaki alış-verişe dönmüş. Basılacak kitapları, yazılacak yazıları kaç
kişinin okuyacağı belli. Bu nedenle günümüzde yapılaması gereken şey, ilimden
ziyâde harekettir, eylemdir. İnsanlar eylemi daha ilgi çekici buluyorlar.
Olumlu ya da olumsuz.
Bilgilenme
kitaptan olduğundan, iki boyutludur; yatay ve dikey. Hayat ise üç boyutludur. Eylem
göz-ardı edildiğinde bir boyut mecbûren yok sayılıyor ve bilgi hayat ile
buluşup sınanamıyor. Eyleme dönmediğinde, iki boyutlu bilgi üçüncü boyuta
geçemiyor. Hayâta dönemiyor.
Şükrü
Hüseyinoğlu:
“Mekkeli müşrikler Kur’ân
mesajının insanlara ulaşmasını engellemek için kaba yöntemlere başvuruyor,
gürültü çıkarıyorlardı. “İnkâr edenler: Bu Kur’ân’ı dinlemeyin, okunurken
gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız dediler” (Fussilet 26). Yâni kaba
gürültüyle Kur’ân okuyan müslümanların sesini bastırmaya çalışıyorlardı. Bu iş
günümüzde daha akılcı, daha rafine yöntemlerle yapılıyor. Artık Kur’ân mesajını
insanlardan uzak tutmak için yapılan gürültü, Mekke’li müşriklerin kaba
gürültüsüne benzemiyor. Kur’an mesajının bu-gün mâruz kaldığı gürültü iki
koldan işliyor; Kur’ân, bir tarafta çağdaşlık adına çağın gerisinde kalmış bir
kitap olarak nitelendirilmekte, diğer tarafta da geleneksel kültürün
temsilcilerince yüceltme ve hürmet adına ulaşılmaz ve anlaşılmaz bir kitap
olarak takdim edilmektedir. Bu her iki yol da netîcede Kur’ân’ın hayattan
koparılmasına hizmet etmektedir. Bir tarafta onu çağdaşlık adına hayattan
dışlayanlar, bir başka tarafta ise onu yüceltme adına anlaşılması ve ulaşılması
güç bir kitap gibi algılayarak dindarlık adına onu işlevsiz kılanlar.
Kur’ân, defaatle kendisini,
apaçık ve öğüt alınmak için kolaylaştırılmış bir kılavuz olarak tanıtırken,
târihi süreçte ortaya çıkan çarpık anlayışlar, üstelik onu yüceltme ve ona
hürmet adına toplumlarda bunun tam tersi bir anlayışı hâkim kılmışlardır. Bu
süreçte Kur’ân’ın hayâtın içine girmesi, her-an insanlara eşlik eden,
kılavuzluk yapan bir baş-ucu kitabı olması ne yazık ki ona saygı adına
engellenmiştir. Bunda da anlaşılması güç bir kitap olarak lanse edilmesinin
yanında ona hürmet adına yürürlüğe konan “Kur’ân’ın abdestsiz olarak, rahat
otururken, yaslanırken okunamayacağı gibi bâzı kısıtlamalar etkili olmuştur.
Böylece Kur’ân zamanla bir merâsim kitabı hâline getirilmiştir.
Kur’ân sosyâl adâletin nasıl
gerçekleştirileceğiyle ilgili hükümler bildirmiştir. Sosyâl adâletin
gerçekleşmesi isteniyorsa bu hükümlerin hayâta geçirilmesi zorunludur. Aksi-hâlde
söz-konusu hükümleri içeren âyetlerin binlerce kez okunmasıyla veya yazılıp
duvarlara asılmasıyla sosyâl adâlet gerçekleşmez. Fâize dayalı rant
ekonomisinin ortadan kaldırılması, zekat ve infak müessesesinin yerleştirilmesi
ve böylece servetin topluma yayılması, sosyâl adâletin olmazsa olmaz
şartlarındandır. Tıpkı doktorun yazdığı reçetenin, onda yazılı ilaçlar alınıp
kullanılmadıkça hastayı iyileştirmeyeceği gibi. Bu anlamda Kur’ân âyetleri de
reçete hükmündedir. İlaç, onların gereğinin yerine getirilmesi, hükümlerinin
hayâta geçirilmesidir. Kur’ân’ı hayâtın dışına iterek, onun yazılı olduğu
sayfalardan, okunup üflenmesinden medet ummak Kur’ân’ı işlevsizleştirmektir ve
bu, Kur’ân’a yapılan büyük bir haksızlıktır. Asr-ı Saadet’te hayâtın tam
ortasında, belirleyen, yönlendiren, dönüştüren bir yaşam kitabıydı Kur’ân.
Ölülere değil yaşayanlara hitâp ediyor, mezarlıklarda değil şehirlerin
meydanlarında okunuyordu. İşte o zaman müşrik ve zâlimler rahatsız oluyordu
onun okunmasından. Şimdi İsrâil radyolarında bile Kur’ân okunuyor, müslümanlara
ninni niyetine. Çünkü onlar da biliyor ki dinleyenlerin çoğu mânâsının kaydında
olmaksızın onun cezbeden tilâvetine kulak kabartacaktır. Unutmamak gerekir ki
sorunların çözümü, ancak Kur’ân’ın sunduğu çözümlerin hayâta geçirilmesiyle
mümkün olabilir. Yoksa âyetleri yalnızca okumak veya ezberlemekle sorunlar
çözülmez” der.
Dikkat
edin! “Anlama” şirk olmaya başladı. “Anlama” ilâhlaştı. “Anlama”, Allah’tan
daha çok sevilmeye başlandı ve “anlama”ya daha fazla yoğunlaşıldı. Hâlbuki bir
şeyin bilgisi o şeyin kendisi değildir. O şeyin kendisi, hayatta görülen
şeydir. Zâten hiç-bir şeyin bilgisi o şeyin kendisi değildir. Bir şeyin bilgisi
o şeyin bilgisidir sâdece. Dînin bilgisi de din değildir. Dînin bilgisidir.
Îmânın bilgisi de îman değildir. Artmaz da böyle bir yolla îman. Yolda yürürken
artar îman. Hayâtı boyunca hiç limon görmemiş/tatmış birinin, limon hakkında
vecîz ifâdelerle yazılmış 1 milyon tâne kitap okuması limonu bildiği anlamına
gelmez. Limonu bilmek onu tatmak ile olur. Bilgiyle gerçek tada ulaşılamaz. O
şeyin bilgisinin tadına ulaşılabilir ancak. Dîni bilmek de onu hayatta
yaşamakla olur. Yaşayıp dururken
bilebiliriz ancak. Müslümanların perişân hâllerinin nedeni budur işte:
Bir şeyin bilgisini o şeyin kendisi zannetmek. Hareket yok, eylem yok, şikâyet
yok, rahatsızlık yok, eleştiri yok, îtiraz yok, isyân yok, iş yok, eylem yok,
üretim yok, gündem oluşturamıyor, öfke yok, devrim yok, savaş yok devlet yok ve
en nihâyetinde de medeniyet yok.
Atasoy Müftüoğlu:
“Duygusal içerik ve bağlılıkların belirleyici olduğu
toplumlarda ve kültürlerde eleştirel düşünce saygı ve ilgi görmüyor. Bu
nedenle, modern/seküler zamanlarla, modern/seküler değer sistemleriyle
hesaplaşmak yerine, nostalji biçiminde somutlaşan, gerçeğe dönüşmeyen,
özlemler, tepkiler biriktiriyoruz. İslâm’i anlamda, ilkesel tercihler, tarzlar,
tavırlar ve duruşlarla ilgili sorumluluklar üstlenemediğimiz için, pragmatizmi
tek ilke hâline dönüştürüyoruz” der.
Ali Şeriati:
“Dînî ilimler dîni unutturdu” der.
Ahmet Kalkan:
“Kur’ân, daha ilk inen 4 sûrenin (Alak, Kalem, Müzzemmil,
Müddessir) ilk kelimelerinde “Oku, Yaz, Kalk ve Uyar” mı diyor? Boş-ver, sâdece
oku geç. Sevap için oku, hatim için oku. Yaşamak ve hayâta hâkim kılma gayreti
senin neyine… Bak, umreye gelmişsin, Mescid-i Haram’a gir, namaz kıl, Kur’ân
oku. Uy imama, uy kalabalığa; uydursunlar seni. Kıl ve oku. Gir cennete. Başkalarının
insanlara: “Mecburi istikâmet, cehennem!” demesine karışma. Kıl ve oku, oku ve
yat, yat-yat uyu” der.
Zaman
anlama zamânı değil, zâten inanmış ve anlamış olanların İslâm’ı hayâta geçirme zamânıdır.
Bu bize dînin de emridir. Okumalar bu yönde yapılmalıdır.
İ. R.
Farûki:
“Zaman-mekân akışını
bozmak ya da kâinatı dönüştürmek gerçek bir müslümandan beklenilir bir-şeydir.
Yalnızca Allah’ı yaratıcısı olarak kabûl eden; kendisini, hayâtını ve tüm
enerjisini O’na hizmete ve ibâdete adayan ve Yaratıcısının irâdesini
zaman-mekânda tahakkuk ettirilmesi gereken bir-şey olarak olarak kabûl etmiş
olan müslüman, târihe ve pazar-yerine kural tanımaksızın orada istenilen
dönüşümü sağlamalıdır. Nefs terbiyesi ve nefsine hâkim olma tecrübesi dışında
ruhbanca (monastic) ve münzevî bir hayâta yönelemez. O zaman bile bu tecrübe
zaman-mekânın dönüştürülmesinde daha muvaffak olma netîcesini hâsıl
etmeyecekse, bu gayri-ahlâkî bir ben-merkezcilik (egocentrism) olarak mahkûm
edilmiştir; zîra bu durumda amaç nefsi dönüştürmenin (ıslah), Dünyâ’yı ilâhî
modele dönüştürmenin hazırlığı değil de, kendi içinde bir amaç olacaktır.
Kur’ân, yaratma olayından
fazlasıyla söz etmiş ve onu insanın evrensel görevini üstlenmesi olarak tasvir
etmiştir. Kur’ân ısrarla, Dünyâ’nın insan vâsıtasıyla mutlâkın tahakkuk
ettirileceği bir yer olduğunu beyân etmiştir. Kur’ân’ın bir bütün olarak
mevcudâtın yaratılış gâyesini tanımladığı “birbirinize üstünlüğünüz takvâ
iledir”, “felâh ya da mutluluk çalışmayla olur” gibi ifâdeler, mahlûkâtı (yani
erkek ve kadını, toprağı, kasaba ve şehri) dönüştürmekten başka hiç-bir anlama
gelmez. Dînin (“Tanrı”dan daha kapsamlı bir terim olarak “din”) inkârcısı
kimdir sorusuna Kur’ân şöyle cevap verir: “Bu o kimsedir ki yetimi kovar,
fakiri doyurmaz”. Açıkça anlaşılıyor ki bu Dünyâ’yı, bu mekânı ve bu zamânı
değerle, hattâ yiyeceğin maddî değeriyle doldurmak din için yalnızca önemli
değil, aynı-zamanda dînin esas vazîfesidir. Bu nedenle, İslâm eskatolojisi,
Yahudiliğin ve Hristiyanlığınkinden tamâmen farklıdır” der.
Azmi Özcan:
“İslâm toplumlarında Avrupâi tarzda yetişen yeni entelektüel
kesim, sömürgeciliğe karşı yine bizzat Avrupa'dan kaynaklanan
fikir-hareketleriyle teşkilatlanıp mücâdele etmek gerektiğini söylüyorlar.
Sonra 1. Dünyâ Savaşı çıkıyor ve tamâmının toprakları işgâl ediliyor. Meselâ
bizde, Milli Mücâdele emperyalizme karşı bir direniştir. Ama bu direniş aslında
yine bizzat Batı'dan mülhem, daha doğrusu Batı'daki gelişmelerin iz-düşümlerini
taşıyan milliyetçi bir karakter arz ediyor.
Özellikle genç arkadaşlarıma şunu hatırlatıyorum: Bu
kısır-döngüden çıkmanın tek-yolu kısır-döngüyü şekillendirenlerin çizdikleri hayat-standardının
dışına çıkmak. Onların çizdiği Dünyâ’da var olmakta ısrar edilirse ne
değişebilir? Belki bizim o günden bu-güne içinden çıkamadığımız ve her geçen
gün daha da sürüklendiğimiz girdap bu. Biz bu coğrafyada şu-anda kendi
hayâtımızı, kendi kültürümüzü yaşayamıyoruz. Kitaplarda şöyle geçer: “En sâde
otlar bile, kökleri üzerinde yükselir. Emperyalistlerin başını çektiği çağdaş
ilim ve teknoloji bize kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğretti. Fakat
kendi vatanımızda insan gibi yaşamayı unutturdu”. Bize yakışan, onların çizdiği
ve tamâmen mekanikleşen Dünyâ’ya, alternatif bir kültür ve medeniyet takdimi
yapabilmek. Biz Dünyâ’ya dikte ettirilen kültür ve medeniyetin parçasında
ilerlemek istiyoruz. İşte yanlışımız burada! Hangi değerlerle
süslerlerse-süslesinler, nasıl takdim ederlerse-etsinler artık bu şahsiyetsiz
gelişmeler Dünyâ durdukça devam edecek. Buna karşı çok güçlü olmak zorundayız
ve buna karşı koyabilecek yegâne alternatif de “biz”iz” der.
“Hayır,
onların bilgileri âhiret konusunda yetersiz kalmıştı. Daha doğrusu onlar ondan
kuşku duymaktadırlar. Hayır, hayır! Onlar, onu göremeyecek kadar kördürler” (Neml 66). Her-türlü bilgiye rağmen yine de şüpheden
kurtulamıyorlar. Bilgi yetmiyor, harekete geçirici îman lâzım ki bu îman,
âhirete olan îmandır.
“Onlara
kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O, bundan
sıyrılıp-uzaklaşmış, şeytan onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan
olmuştu. Eğer biz dileseydik, onu bununla yükseltirdik. Ama o yere meyletti
(veya yere saplandı), hevâsına uydu. Onun durumu, üstüne varsan dilini sarkıtıp
soluyan, kendi başına bıraksan dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir.
İşte âyetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek haberi
onlara aktar. Ki düşünsünler” (A’raf 175-176).
Demek ki bilgi kişiyi emin kılmıyor.
Bilgisini eyleme dönüştürmediği müddetçe o bilgi hem risk olarak kalacak hem de
boşa çıkacaktır. Bilgi kaybolabilir çeşitli sebeplerle fakat eylem kaybolmaz.
“Kim îman eder ve sâlih amellerde
bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır. Ona buyruğumuzdan kolay
olanını söyleyeceğiz”
(Kehf 88).
Kur’ân’da
Allah, “Sizden iyiye çağıran, doğruluğu
emreden ve fenâlıktan meneden bir cemaat olsun. İşte kurtuluşa erenler
ancak onlardır” (Âl-i İmran 104) buyurmaktadır. İşte bu emir, ümmet’in
ana-yasasını teşkil ettiği gibi, ona varlığını da veren berattır. İnsanların
Allah’ın irâdesini tahakkuk ettirmek amacıyla bir-araya gelmesidir. Evrensel
bir kurumdur, zîra ancak böyle bir birlik sâyesinde ilâhî İrade’nin yüce
(ahlâkî) kısmı târih olacaktır.
Mustafa Çelik:
“Allah’ın dîni İslâm’ın bir bütün olarak
anlaşılmaması, dünyâ-müstekbirlerinin en büyük sevdâları ve sermâyeleridir.
Çünkü dînini yarım anlamış, dîninin bir kısmından vaz-geçmeyi içine sindirmiş
bir kişinin dönüp ben müslümanım demesi, kendisini küfrün gönüllü askeri
olmaktan kurtaramaz.
İslâm; kâmil ve şâmil bir hayat nizâmıdır. İslâm’ın
fazlası veya eksiği yoktur. İslâm, asla ve kat’a bölünmeyi, parçalanmayı
kabûl etmeyen bir bütündür. Müslümanlar tarafından yanlış tatbik edilen
hükümleri İslâm’dan çıkarmaya kalkışmak, insanlar üzerinde ilâhlık iddiasında
bulunmaktır” der.
“Eyleme geçmek” demek, ilmi, yazmayı,
konuşmayı, bir-araya gelmeyi vs. bırakıp “sâdece eyleme geçmek” demek değildir.
Bu, sünnete de aykırıdır zâten. Kur’ân inerken eylem vardır. İlim-eylem
birliğinden bahsediyoruz. İkisi birlikte olmalıdır. Sâdece biri olduğunda,
eksik kalacağından dolayı sonuca/zafere ulaşılamaz. Ali Şeriati de:
“Konuşmak ve iş yapmak; incelemek ve uygulamak her-zaman
iç-içe olmalıdır. Peygamberimizin sünneti budur: O, hayâtı biri yalnız
konuşmaktan, öteki de yalnız eylemden ibâret iki ayrı bölüme ayırmıştı” der.
Hawking; “Bir
şeyi en basit parçalarına bölüp formüle edebilirsek, onu açıklamış ve anlamış
oluruz” der. Modern müslümanlar da aynı şeyi Kur’ân üzerinde yapmaya
çalışıyorlar fakat parçalanmanın bir sonunun olmadığını ve bu nedenle de
“parçalayarak anlama” metodunun bir sonunun gelmeyeceğini; ama bu-arada
mazlûmiyetin tüm Dünyâ’ya yayıldığını ve bir-an önce harekete geçmenin
gerektiğini düşün(e)mezler.
İslâm dîni “sunum dîni”ne döndü.
Müslümanlar ya bir sunum dinleme, ya da bir sunum yapma peşine düşmüşler ve
bunu dînin amacı-hedefi zannetme yanılgısına kapılmışlardır. Kıçlarını kaldırıp
en ufak bir eylemde bile bulunmadıkları gibi, bunu düşünmüyorlar bile.
Bir şey için “anladım” denildiğinde,
artık o şey onun için bir sorumluluktur ve bâzen bâzı sorumlulukların bedeli
ağır olabilir. Mallarla ve canlarla cihad gibi. İşte bu durum, anlamın
tamamlanmamasının ve tamamlanmak istememesinin ana nedenidir.
İtaat etmeyeler, araştırma işlerinin
peşine düşüyorlar. İtaati perdeliyor çünkü.
Anlamaya hiç-bir zaman son nokta
konulamayacak olması nedeniyle, hâlâ anlamada diretmek, anlamayı ilahlaştırmak
demektir. Eyleme dönme durumu bulunmayan şeyler için geçerli değildir tabi bu.
Bu konularda merak derecesi anlama çalışmalarını derinleştirecektir.
Kur’ân hakkında çok konuşmak onun ruhunu
öldürüyor. Kur’ân mekanik bir kitap olmaya başlıyor. Zâten Kur’ân dışındaki
konularda da, çok konuşulan bir konu sıradanlaşmaya başlar.
Kurmak
ve korumak aynı şey değildir. İslâm, “kurduktan sonra korumak”tan bahseder. Çünkü
o zaman kurulan ve korunan şey İslâm olur. Bir-şeyi korumak da önemlidir ama
kurmak daha önemlidir. O zaman kendinizin olur çünkü. Kurmayıp da koruduğunuz
şeyin kime âit olduğuna bir bakmanız lâzım. Neyi koruyorsunuz?
Din-İslâm
muhabbeti, geyik muhabbeti değildir. Dolayısı ile İslâm’i bir sohbetin bedeli
ve mesûliyeti vardır. Geyik muhabbeti gibi muhabbet bittikten sonra çekip
gitmek ve hiç-bir şey yapmamak, muhabbetten bir sorumluluk duymamak gibi
değildir. İslâm’i sohbetin-muhabbetin ağır bir sorumluluğu vardır ki bu
sorumluluk, sohbetten sonra bir şeylerin değişmesini gerektirir ve değişime
zorlar kişiyi.
Ey aşırı anlama-yorumlama mensupları!; Okumalarınızın/derslerinizin
sağlamasını (eylem) ne zaman yapacaksınız? Bilin ki öğrendiğiniz şeylerin doğru
olup-olmadığının sağlaması hayâtın tam da içinde olur. Gölgelerimiz
bile “hareket” hâlindeyken, siz ne zaman “harekete” geçeceksiniz?
Kur’ân’a göre
bilmek ancak hareket hâlindeyken olur:
“Yoksa o, gece saatinde
kalkıp da secde ederek ve kıyâma durarak gönülden itaat (ibâdet) eden, âhiretten
sakınan ve Rabbinin rahmetini umud eden
(gibi) midir? De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri
öğüt alıp-düşünürler” (Zümer 9).
Eyleme geçmemek, dîni oyun ve eğlence hâline getirir. Aşırı
anlama çalışmaları, âyetleri etkisiz kılar. Bu nedenle de o âyetler kişileri
harekete geçiremez.
Hakan Albayrak, “Dengeler
Adına Şâir Yaptılar Bizi” adlı şiirinde şöyle der:
“alternatif çöplüğüne döndü üçüncü
dünyânın beyinleri
”hiç akletmez misiniz”
hayır etmeyiz!
felsefenin soysuz çarkına
teslim ederiz âyetleri
öyle büyüttük öyle büyüttük ki felsefeyi
eylemi de aldı içine
eylemi aldı bizden
ve
ateşler içre Bağdat’ın orta
yerinde,
çırılçıplak kalakaldık işte
dengeler adına silahsız
dengeler adına şahsiyetsiz
miskin, geveze, entelektüel..
dengeler adına vuramadı kim vurmadıysa
dengeler
adına şâir yaptılar bizi”.
Mustafacan
Özdemir:
“Aliya İzzetbegoviç İslâm’cılığın
en büyük düşmanları için 2 ismi zikretmiştir: Modernistler ve Muhâfazakârlar.
Muhâfazakârlar eski reçeteleri, modernistler ise başkasına âit (yabancı)
reçeteleri istemektedirler. Birinciler İslâm’ı geçmişe çekmekte, ikinciler ise
ona yabancı bir gelecek hazırlamaktadırlar. İslâm dîni, muhâfaza edici olamaz,
bunun yanında modernize edilmeye de ihtiyâcı yoktur. İslâm dîninin modernize
edilmesi mevzuunda tanıdık bir örnek vermek ihtiyâcı vacip oldu. Türkiye
Cumhuriyeti modernist elitlerin önderliğinde kuruldu ve ulus-devlet yaratma
sürecinde ulus-din oluşturmaya yöneldi. Bu yolda İslâm modernizasyonunun en
güzel örnekleri ortaya bir ürün olarak kondu! İçi git-gide boşaltılmış ulemâ,
özünden koparılmış din ve buna ortam hazırlaması için içeriği değiştirilen
Kur’ân-ı Kerim.
Müslümanın aktivist
olması gerekir. Haksızlığa, zorbalığa en yüksek sesle bağırması, karşı koyması
gerekir ki haksızlığın kimden geldiğini önemsemez. İslâm’cı olma üzerine her
şey tartışılırken, eylemsizliğimiz üzerine neden bir çift kelam edilmedi
anlamak mümkün değil. En büyük eylemci Hz. Peygamber örneği dururken, yakın
zaman için ise bir-çok gözün canlı bir şekilde izlediği Aliya İzzetbegoviç
örneği dururken, biz eylemi soysuz çarklara kurbân ettik. İslâm’cılığın tüm
fikri, teorik, ontolojik tartışmalarından daha önemli olan müslümanların
eylemsiz kalması, sesinin kısılması, bir olmak için bir nâra atabilecek gücü
kendinde bulamamasıdır. İslâm sâdece bir din değildir. Batının Ortadoğu’sunu
içselleştirdiğimiz gibi, religion’ını da içselleştirmemiz isteniyor. Bu
kavramları içselleştirmekten vazgeçtiğimiz gün İslâm’cılık tanımını
kendi-kendimize ortaya çıkarmış olacağız. Yolumuz iktidârı ele geçirmekten
değil, insanı kazanmaktan başlar” der.
Bâtıl dinlerde
bile eyleme ağırlık verildiği görülür. Vedenta’da: “Varlığı varlaştıran
eylemdir” denir. Bu ilkeye bağlı olarak Brahman; kuramsal bir bilgiyi değil,
“eylemsel bir irfânı” öngörür. “Bu yaşamda ne “düşündüğünden” çok, “ne
yaptığın” önemlidir” denilir.
Eylediklerinizden
daha fazlasını bilemezsiniz. Gerçekten bildikleriniz, eylediklerinizdir.
SÜREKLİ
ve DİSİPLİNLİ OKUMA
Evet; Kur’ân’ı sürekli okumalı ve onu
derin-derin düşünmeliyiz. Böylelikle îmânımızı arttırmalıyız. Sonra da onu
hayâta döndürmeliyiz. Allah’ın sözünü Dünyâ’da iktidar yapmalıyız. Aynen gökte
olduğu gibi: “O gökte de ilâh, yerde de
ilâhtır. Hikmet sâhibi O'dur, her-şeyi bilen O'dur” (Zuhruf 84). Böylece Dünyâ’da
zulüm kalmayıncaya kadar eylemsel anlamda cihad/gayret/çaba göstermeliyiz.
“Kur’ân’ın bir de hikmeti var” diyorlar. Fakat Kur’ân’ın
hikmeti Kur’ân’dan ayrı değildir ki.. Vahyi anlayınca zâten hikmeti de anlarsınız.
Her okuduğunda farklı bir hikmet anlarsın. Hikmet ayrıca inmemiştir, vahiyle
beraber, onun içinde inmiştir. Okudukça belirir, anladıkça değil. Ya da ikisi
aynı şeydir; okumak anlamaktır.
“Eğer
Allah'ın fazlı ve rahmeti senin üzerinde olmasaydı, onlardan bir grup, seni de
saptırmak için tasarı kurmuştu. Oysa onlar, ancak kendi nefislerini saptırırlar
ve sana hiç bir şeyle zarar veremezler. Allah, sana Kitabı ve hikmeti
indirdi ve sana bilmediklerini öğretti. Allah'ın üzerinizdeki fazlı çok
büyüktür” (Nisa 113).
Ayette görüldüğü gibi; peygamberimize Kur’ân
vahyedildiği an, öğretilmiş de oluyor. Peygamber de halka okuduğu-anda öğretmiş
olur. Ayrıca -bâzı sorular hâriç- ince ayrıntısına kadar açıklama yapmaya gerek
görülmüyor. Müslümanların bir “Kur’ân’ı anlama” sorunu yok. İslâm’da ruhbanlık
da yok zâten.
“Kur’ân’ı anlamak” diye bir şey/sorun
yoktur, “Kur’ân’ı yapmak (eylemek)” diye bir şey/sorun vardır. Kur’ân’ın anlama diye de bir sorunu yoktur, okuma
sorunu vardır.
Sürekli okuma en azından Kur’ân’ı yâni
Allah’ın sözünü iktidar yapma düşüncesini diri tutmaya yardımcı olur. Bizi dik
ve diri tutarak kötülüklerden korur. Bu süreç son nefesimize kadar da devâm
etmelidir.
Kur’ân’ı okumak ve üzerinde düşünmek,
akıl yürütmek, güne uyarlamak yâni insanları Kur’ân ile tanıştırmak ve hayâtı
onunla yürütmek elzemdir. En mühim olandır. Fakat Kur’ân’ı Kur’ân’ın da
istemediği şekilde didiklemek, onu tersinden (tefrit) mehcûr bırakmaktır.
Tersinden ondan uzaklaşmaktır ve onu hiç okumayan/yaşamayanlarla aynı kefeye
düşmektir.
“Uydurulmuş Din”e karşı ”Üretilmiş Din”in kavgasını verenler, Allah-û Teâla
tarafından ”İndirilmiş Din”e
düşman olanlardan sayılırlar. ”Üretilmiş
Din”in kavgasını verenler, Peygambersiz olarak Kur’ân’ı, sahâbesiz de
sünneti anlamaya çalışan, ibâdetlerin içini boşaltıp zevklerinin peşinde
koşanlardır. Onlar, ”İndirilmiş
Din”i boş-vermiş boş konuşan insanlardır.
ANLAMAK KOLAYDIR
Kur’ân’ı kavrama seviyesi kişinin
bilgisiyle/zekâsıyla değil, ciddiyetiyle alâkalıdır.
Klimalı-konforlu-lüks mekânlarda “anlama”
denilen “özürlü çalışmaları” yapmakla hiç-bir şey değişmez. İsterse
anlatılmak istenen şey en iyi ifâdelerle söylenilmiş olsun. Oradan çıkacak
olanlar idrak değildir, kuru mâlûmatlardır sâdece ve bir-zaman sonra tekrar
hatırlatılmaya ihtiyaç hissettirir. Bu nedenle harekete geçirici değildir.
Anlam/kavram/idrâk meydanda ve eylemde
iken açığa çıkar. Çünkü orda saklıdır. Bu idrâke; uykunun bölünüp gece
kalkmalarında okuma-düşünme-ibâdet yaparken; kavurucu sıcağın altında oruç
tutarken; tüm zorluğuna rağmen Allah rızâsı için bir işin peşindeyken; canını
yakıp durumunu bozacak derece infak/yardım yaparken; gözlerin kan-çanağına
dönecek kadar inatçı okumalar yaparken; bir zulme “dur” derken; ve en önemlisi
de canını ortaya koyup savaş ederken açığa çıkar.
Okula yeni başlayan çocuklar 6 ay sonra
okuma-yazmayı sökebiliyorken ve artık okuyup yazabiliyorken; “Kur’ân’ı anlama”
tiryâkileri, okuma-yazma da bilmelerine rağmen, üstelik Kur’ân’ı bir-kaç kez
hatmetmiş olmalarına rağmen yine de hâlâ anlama çalışmalarına devâm ediyorlar.
Bir türlü “sökemediler” Kur’ân’ı. Bu nedenle de harekete geçemiyorlar.
Hikmet Ertürk:
“Ne diyelim inşâllah tüm düşünen kardeşler, düşünürken aynı-zamanda
yürümeyi de öğrenir.
Kaplumbağa önünden geçen kırkayağı durdurarak ona sorar:
‘Yürüyeceğin zaman önce hangi ayağınla adım atıyorsun?
Bu soru karşısında şaşıran kırkayak;
Dur, düşüneyim!., demiş. Başlamış düşünmeye!…
Düşünmüş, düşünmüş, düşünmüş ve böylece düşünür
kalmış!.
İlk önce hangi ayağıyla adım atacağını ve nasıl yürüyeceğini derin-derin düşünen, ancak yürüyemeyen bir düşünür!..
İşte o kırkayağa çok benziyoruz. Kırkayağımızla yürümeye
öyle alışmışız ki, yapmamız gereken tek bir sorumluluk hatırlatıldığında
saatlerce, belki bir ömür düşünmeye başlıyoruz. Oysa sürekli
isimlerini hatırlattığımız, örnek gösterdiğimiz geçmişin müslümanları çok da fazla işin konuşma kısımlarına
takılmamışlar, kendilerine düşen yükümlülüklerini ne pahasına olursa-olsun yaşamışlardır. Bu yükümlülükleri yerine getirmeyenlere,
karşı
bir duruş sergileyenlere de müslüman muâmelesi
yapmamışlardır. Üstelik okuyup durduğumuz kerim kitabımız bizleri “işittik ve itaat ettik” deyiniz diye uyarmaktadır. Fakat
bizler işitip durduğumuz,
sürekli tekrâr ettiğimiz Allah’ın emirlerini sürekli düşünüyor, mütalâa ediyorken, bu durum bizleri harekete geçirmemekte, inanç
değerlerimizi topluma ulaştırma ve somut değerlere dönüştürme bağlamında bir
değere dönüşmemektedir.
Çalıştığımız iş âletleri, sosyâl konumumuz ve
yönetmeliklerle
çizilmiş hayâtımız bizlerde daha belirleyici bir hâl almaktadır. Tıpkı kırkayaklı kırk düşünceli, kırk
işlerimiz gibi
her şeyimiz karışık bir hayâtı sürdürmeye
çalışıyoruz.
Bu şaşkınlık ilk kez gerçek
mânâda İslâm’i dâvete muhâtap olanlarda daha da fazla gözükmektedir. Allah’ın
âyetlerinin kendisi için ne mânâya geldiğini anlatmaya
başladığınızda hiç-bir cevap vermeden öylece bekliyor. Ölçüyor, biçiyor,
değerlendiriyor ve surat asıp hiç-bir şey söylemeden yandaş
arkadaşlarının yanına gidiyor. Ve bir ömür neye karar vermesi gerektiğini
düşünüyor.
Tüm bu düşünsel bekleyişlerimizi belki de zor olan yokuşa
yürümeyi deneyerek kırabiliriz. Denemek, göze almak bizleri bu kirlilikten
arındırabilir. Bu konuda kendimize güvenmeyi de öğrenmeliyiz.
Şu-an medyada boy gösteren nice din-anlatıcıları,
bâzı kavramların farklı anlamları üzerinden
farklarını ortaya koyup kendilerine dinleyici sayısı üretmekten, sayıları çoğaltmaktan başka bir iş ile meşgûl değiller. O yüzden de kalabalık oluşmasına rağmen
düşünceleri maalesef ürün vermiyor. Başkalarının ürettiği değerleri yaşayıp,
İslâm
adına olan değerleri ise sâdece konuşuyorlar. Başka düşüncelerin kelimeleri bizleri yönetiyorken, bizim değerlerimiz sâdece
konuşma dili olarak hayâtımızda yer buluyor. Tabî ki bu ortaya
çıkan yeni yaşam tarzı aslâ ve aslâ İslâm
değildir. O yüzden şimdiye kadar hiç düşünmediğimiz, hangi ayağımızla yol
aldığımızı
bir-an önce düşünmeye başlayalım. Belki
bizlere de birileri hiç düşünmediğimiz bir yerden sorular yöneltebilir. Bir
ömür-boyu sâdece düşünerek ömür
tüketmek zorunda kalabiliriz. Bu ise bizler adına hiç de iyi sonuçlar
doğurmayacaktır”
der.
KELLÂ!!! Hayır!!! Sorun anlama sorunu
değil. Kur’ân’ın böyle bir sorunu yok zâten. (Çünkü Kur’ân çöldeki bedevilere
de geldi ve onlar onu duydukları anda anladılar ve harekete geçtiler). Gerçek
sorun, riske girerek, bedel ödeyerek, canları acıtabilecek oranda “EYLEME GEÇME”
sorunu. Anlama biterse eylem başlamalı çünkü. Eylemin başlamasını
istemedikleri, yâni bedel ödemeyi göze alamadıkları için Kur’ân’a zulmederek,
onu, Kur’ân’ın da istemediği ve beklemediği çeşitli ve sınırsız anlamaların
konusu yapmaya devâm ediyorlar.
Kur’ân
objektiftir, subjektif değil. Herkese göre dir (nesnel=, sâdece birilerine göre
(öznel) değil.
HAYIR!!! SORUN CİDDİYETSİZLİK SORUNUDUR!!!.
“Anlayarak okuyun” diyorlar. “Anlayarak
okumak” ne demek? “Anlamadan okumak” ne demek? “Okuduğunu anlayamamak” mı? “Arapçasını
değil, anladığın dilden oku” anlamındadır” demek değildir istenilen. Öyle
olsaydı “arapçadan değil, türkçeden okuyun” denirdi. Anlayarak okumaktan asıl
kastedilen, batı-merkezli okumaktır. Batının istediği gibi okumaktır. “Eyleme
geçmeyecek şekilde” okumaktır. Tebliği-dâveti-cihadı-savaşı olmayan okuma
şeklinde. Kur’ân okunduğu anda anlaşılabilen bir kitaptır. Aynen şu-anda okuduğunuz
bu yazının okunduğunda anlaşılabildiği gibi. Tabi tıbbi bir sorun yoksa…
Yine; “anlatmak”, “söylemek” demektir. “Gel
sana bir şey anlatacağım” demekle, “gel sana bir şey söyleyeceğim” demek aynı
şeydir. Kişiye anlattığın ya da söylediğin şeyi kişi anında, daha
söylerken/anlatırken anlar.
Anlama
çalışmaları anlamdan yoksundur. Eyleme geçmeyen anlama çalışmaları anlamsızdır
zîrâ. Çünkü anlama çalışması yapmak anlam demek değildir. Bir şeyin anlamlı
olması, davranışta yâni eylemde kendini gösterir. Anlama çalışmasının kendisi
kişiye özel olduğu için, eylemden dolayısı ile anlamdan yoksundur. Anlama
çalışmasının sonucunda eylem olmadığında, o çalışmanın bir yarârının olduğu net
değildir. Fakat bir eyleme dönüştüğü anda, o çalışma tam anlamıyla sonuç vermiş
demektir. Yâni bir çalışmanın amacına ulaşmasının delili, eyleme dönüşmesidir. Bir
irâde ortaya konmuştur çünkü.
Meselâ
arâzimizde 10 kilo altın olsa ve biz de bunu bilsek, ama kazma-küreği alıp
kazmaya başlamak ve altını çıkarmak yerine, sürekli olarak; “arazimde 10 kilo
altın var” desek o altının bize ne faydası olur? Eyleme
dönüşmeyen bilgi, bilgi olarak kalmaya mahkumdur. Kazılıp çıkarılmayan altın,
yok hükmündedir.
Mete Gündoğan:
“Gereğini
yapanlar muktedir olurlar” der.
Atasoy
Müftüoğlu:
“Bilinçli çözümlemeler yapamadığımız
için, bilinçli/anlamlı inşâ programları da yapamıyoruz. Ne olmamız, nasıl
olmamız gerektiği bize, kibirli/küstah bir dille dışarıdan dayatılabiliyor.
İslâm’a, seküler/liberâl yorumların sınırları içerisinden bakıyoruz. Bu-gün,
vârolan dînî yaklaşımlar, modern/seküler/liberâl yapılarla uyumlu olan
yaklaşımlardır. Bu-günün dünyâsını dönüştüremeyen bir din-algısı, bu-günün
dünyâsına özgü kavram ve kurumlar tarafından dönüştürülerek, etkisiz hâle
getirilebiliyor. Bizler, müslümanlar olarak, kamusal alanda, kentsel alanda,
siyâsal/ekonomik/hukûki bir gerçekliğe dönüşmeyen, dönüştürülemeyen, soyut bir
dînî söylemi kullanmaya devâm ediyoruz. Hayatlarımızı edilgen dindarlık
biçimleriyle sürdürürken, bu edilgen/pasif konumumuzu unutuyor, aktif bir
mezhep mücâdelesi yürütüyoruz. Edilgen dindarlıklar merkezinde, İslâm’i hareket/cemaat
vb. oluşturulamaz. İslâm’i hareket/cemaat, İslâm’i anlamda târihsel ve siyâsal
bilinç merkezinde oluşur.
Günümüzde, İslâm-dünyâsı
toplumlarında, entelektüel/kültürel anlamda, tevhidi bütünlüğü, ümmet
bütünlüğünü temsil edebilecek şekilde, söylemsel bir değişim bile sağlanabilmiş
değildir. Söylemsel bir değişim sağlanamadığı için, söylemsel bağlamda kültürel
bir muhâlefet bile gerçekleştirilememiştir. Türkiye örneğinde de görülebileceği
üzere, yakın geçmişin soyut İslâm’cılığı, bu-gün, devlet iktidârına
eklemlenerek, bu iktidârın ayrıcalıklarından yararlanmak üzere, muhâfazakâr bir
toplum ideâli adına post-İslâm’cılığı seçmiş bulunuyor. İslâm’cılık, post-İslâm’cı
kadrolar tarafından bastırılmıştır. Post-İslâm’cı unsurların (muhâfazakâr-mezhepçi-milliyetçi)
İslâm’i anlamda yeni bir hayat-tarzını, yeni bir dünyâ-görüşünü, yeni bir
bilgi-eğitim-kültür sistemini, yeni bir toplumsal gerçekliği oluşturabilecek
niteliklere sâhip olup-olmadığı ayrı bir tartışma konusudur.
İslâm’i anlamda vâr olmak, İslâm’i
bütünlüğü kamusal alanda, kentsel alanda temsil edilebilir, görünür ve işitilir
kılınabilir ve ortak bir irâde oluşturabilir bir noktaya taşımakla mümkün olabilir.
Post-İslâm’cı unsurların, İslâm’i bütünü bir gerçekliğe dönüştürme
bilincine/hassâsiyetine/kaygısına/ufkuna sâhip oldukları iddia edilemez.
Post-İslâm’cı unsurlar, gelenekçi/görenekçi/muhâfazakâr/sağcı yerleşik-kurumsal
dînî düzenle, bu düzenin dokunulmaz kıldığı tek yorumla bütünleştikleri için,
bu-gün, İslâm’i bir mücâdele değil, mezhep ve milliyet mücâdelesi veriyor.
İslâm’i anlamda vâr olma bilinci,
İslâm’i anlamda etkin olma bilincini gerektirir. Tek boyuta, tek anlama, tek
yoruma ve içe kapanan, yerel zamanlara, yerel gündeme kapanan bir kültürle
etkin bir vâroluş, etkin bir bilinç ve dayanışma gerçekleştiremez. Tek-yoruma
kapanan ve bu yorumu bağnazca savunan bir anlayışla, hiç-bir zaman bir müzâkere
ve dayanışma gerçekleştirilemez.
Zihinsel kölelikleri normâlleştirmek,
meşrûlaştırmak, ahlâki ve düşünsel bir cesârete sâhip olmakla ilgili olduğu
kadar, yeni bir seçeneğe, farklı bir seçeneğe, yeni bir başlangıca ve yeni bir
umûda ihtiyaç duymakla da ilgilidir” der.
Kur’ân gerektiği yerde zâten defâten
açıklama yapıyor ve âyetleri tekrâr ediyor.
“Andolsun biz Kur’ân'ı
düşünüp öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mu? (Kamer 17,
22, 32, 40).
“İşte biz onu (Kur’ân'ı) apaçık âyetler olarak
indirdik; şüphesiz Allah, dilediğini hidâyete yöneltir” (Hac 16).
“Ve Kur’ân'ı
okumakla (emrolundum). Artık kim hidâyete gelirse, kendi nefsi için hidâyete
gelmiştir; kim sapacak olursa, de ki: Ben yalnızca uyarıcılardanım” (Neml 92). Peygamberimiz; Kur’ânı okumakla (etluve=tilavet) emrolundum diyor, anlamakla
değil. Çünkü okunduğunda zâten anlaşılıyor Kur’ân.
Kur’ân kolaydır ve peygamberin diliyle
daha kolaylaştırılmıştır: “Belki onlar öğüt alıp-düşünürler diye, Biz onu (Kur’ân'ı),
senin dilinle kolaylaştırdık” (Duhan 58).
İlhâmi Güler’in de dediği gibi: “Araya
zaman-fâsılası ve dil-duvarı girdikçe metnin anlaşılmasının zorlaşacağı gâyet
açıktır”. Fakat bu zorluk, tüm ömrü tüketecek karışıklıkta ve güçlükte
değildir.
“De ki:
Bana gerçekten şu vahyolundu: Cinlerden bir grup dinleyip de şöyle demişler:
-Doğrusu biz, (büyük) hayranlık uyandıran bir Kur’ân dinledik. O (Kur’ân),
gerçeğe ve doğruya yöneltip-iletiyor. Bu yüzden ona îman ettik. Bundan böyle
Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız” (Cin 1-2). “Elbette biz, o yol gösterici (Kur’ân'ı)
işitince, ona îman ettik. Artık kim Rabbine îman ederse, o ne (ecrinin)
eksileceğinden korkar, ne de haksızlığa uğrayacağından” (Cin 13). Görüldüğü gibi cinler Kur’ân’ı daha
dinler-dinlemez mesajını/maksadını anlıyorlar ve hemen uygulamaya geçerek
şirkten arınma yoluna koyuluyorlar.
“Doğrusu
biz bu ilâhi mesajda(hakîkati), belki düşünüp ibret alırlar diye insanlara her
türlü dolaylı anlatım tarzını kullanarak aktardık'' (Zümer 27).
Kur’ân’ın arapçası çok açık-seçik fâsih
bir arapçadır. Yâni Kur’ân’ı Kerim’i Rabbimiz
her insanın anlayacağı şekilde indirmiştir. Kur’ân’ı Kerim’i anladığımız dilde,
aklettiğimiz dilde okuyup hayâtımıza geçirmeye çalışmalıyız, bu bize farzdır.
“Âyetün beyyinâtin” beyân edilmiş demek, “ayrıntısıyla
kolayca anlaşılabilecek kadar açık ve anlaşılır kılınmak” demektir.
“Kendisine
Allah'ın âyetleri okunurken işitir, sonra müstekbirce (inatla kibirlenerek)
sanki işitmemiş gibi ısrâr eder. Artık sen onu acı bir azabla müjdele” (Câsiye 8). Îman edip
îmânın gereğini yapmakla anlamak çok farklı şeylerdir. Kâfirler anladıkları
hâlde îman etmiyorlar. Bu yüzden de bir-türlü harekete geçemiyorlar.
Cinler Kur’ân’ı dinliyorlar ve hemen
anlıyorlar ki sonra da dönüp hemen dâvete başlıyorlar. Bir anlama-süreci
geçirme plânı yapmayı düşünmüyorlar. Öyle ki bir parça Kur’ân dinlemelerine
karşılık Kur’ân’ın ana-mesajını kavrıyorlar ve dâvetçi oluyorlar: “Hani
cinlerden bir-kaçını, Kur’ân dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Böylece onun
huzûruna geldikleri zaman dediler ki: Kulak verin; sonra bitirilince kendi
kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler” (Ahkâf 29).
İşte böyle; Kur’ân kendisinin anlaşılmasının bu kadar kolay olduğunu;
anlamak için o kadar da zahmete girmeye gerek olmadığını haykırarak defâlarca
söylemektedir. Hem de bunu sâdece âlleme-i cihan olanlara değil, hayâtında hiç
kitap görmemiş olanlara, okuma-yazması bile olmayanlara da söylemektedir.
“İçinde
onlar (şöyle) çığlık atarlar: Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka sâlih
bir amelde bulunalım. Size orada (Dünyâ’da), öğüt alabilecek olanın öğüt
alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı)
tadın; artık zâlimler için bir yardımcı yoktur” (Fâtır 37). İbret almak için ömür
yeterli ama gel gör ki nice hayatlar Kur’ân okuyarak geçmesine rağmen
anlaşılamıyor. Bu, Kur’ân’ın anlaşılamayacağı demektir. Anlaşılamamasının
nedeni, uygulanmamasından kaynaklanır.
İhsan Eliaçık:
“Kur’ân’ın dili değil,
içinde yazan önemlidir. Kur’ân’da, “Zekâtların, fakirlere, borçlulara,
ihtiyaç-sâhiplerine, işçilere, boyunduruk altında olanlara ve kimsesiz
çocuklara dağıtılması gerekir” diye yazar. Bunun adı sosyal adâlet
politikasıdır” der. Evet; Kur’ân’ı dilini inceleyeceğiz derken mesajını
ıskalıyoruz. Hayat, “hayat kitabı” olan Kur’ân’dan mahrum kalıyor.
“Anlayarak okumak”? Gerçekten okuyan biri
anlamadan okuyabilir mi? Anlamadan okumak nasıl olur ki? Maksat kavramak ise,
kavramak başka bir şeydir.
Kur’ân’ın kendisi bir anlayıştır zâten.
Anlayışı anlamak abestir. Mânâdır zâten. Mânâyı mânâlandırmak da ne demek?
Aşırı-anlama çalışmaları anlamsızlığı ve çelişkileri
çoğaltıyor. Hattâ bâzen de birilerini Kur’ân’dan uzaklaştırıyor. Buna rağmen
halâ yaptıkları şeyin doğru olduğunu zannediyorlar: “Siz, gerçekten bir-birini tutmaz bir söz (çelişkili ve aykırı
görüşler) içindesiniz. Yüz-geri çevrilen onun yüzünden çevrilir. Kahrolsun, o
zan ve tahminle yalan söyleyenler; Ki onlar, bilgisizliğin kuşatması içinde
habersizdirler” (Zâriyat 8-10). “Oysa onların bununla ilgili hiç-bir
bilgileri yoktur. Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan,
haktan yana hiç bir yarar sağlamaz” (Necm 28).
Güya halkı ilimde derinleştirip
âllâme yapacaklar ve her şey kendi-kendine yola girecek. Bu, İslâm’ın sistemi
değildir, Batı’nın sistemidir. Düşmanın taktiği ile düşmanı yenemezsiniz. İslâm’ın
kendine-has bir yolu vardır. İşte büyük çoğunluğu okuma-yazma bile
bilmeyenlerden oluşan ashab, bu yolu anladı ve uyguladı. Netîcede büyük ve
sağlam bir medeniyeti başlattılar.
Anlama-anlama diye-diye kafayı yemiş
durumdadırlar. Bu nedenle anlayamamaları derinleşmiştir. Kendi içlerinde bir
devrim yapamazlarsa kıyâmete kadar anlayamazlar.
Batılıların başlattığı ve yürüdüğü yoldan yürümek İslâm’ın
yöntemi değildir. Çünkü Batı, İslâm siyâsi olarak en üstün durumdayken ilme
yönelmiş ve bir-zaman sonra üstünlüğü alarak bir medeniyet kurmuştur ama bu
medeniyet bir zulüm ve şirk medeniyetidir. Aslında medeniyet de değildir bu.
Demek ki çıkış-noktasında bir sorun/eksik vardı. Mâneviyat/adâlet/tevhid
eksikliği. Bu yüzden Batı’nın bu sistemi örnek alınamaz.
Yıldırılmış/korkutulmuş/sindirilmiş/yozlaştırılmış/mankurtlaştırılmış
hattâ yavşaklaştırılmış toplumlar aktif-siyâsetten/eylemden uzak durup
bilim/kültür/sanat ile uğraşırlar. İlginç olan ve kızılması gereken şey ise, bu
gösterdikleri tavrı “zirvedeyken” değil de “rezâlet” hâlindeyken yapmalarıdır.
Rezil hâllerinin farkında değildirler. Hattâ bu hâllerini/hal-i pür melâllerini
“iyi” olarak bile görürler. Bunun aynısını Emevi/Abbâsi iktidârları döneminde
hakkı temsil etmesi gereken ve bunun için Hz. Hüseyin’in yaptığını yapması
gerekip de yapmayan Hz. Ali/Hasan’ın torunları da yapmıştı. Bahriye Üçok:
“Hz. Hasan'ın iyice yıldırılmış olan
torunları bu-sıralarda (Abbâsiler iktidârında) edebiyat, felsefe, sanat ve
bilim ile uğraşıyorlar, politikadan uzak, sâde bir hayat sürüyorlardı” der.
Ali Şeriati:
“Ne bilgince İslâm, ne
avamca İslâm; sâdece bilinçlice İslâm. Kültür olarak, gelenek olarak İslâm
değil, inanç olarak İslâm” der.
Aşırı-anlama çalışmaları parçacı
yaklaşımlardır. Ahtmet Kalkan:
“Parçacı yaklaşım, uzlaşmacı yaklaşımdır. Parçayı bütün
sanan, bütünü asla aramayacak, bütünü hepten yitirecek, bütünle bağlarını
koparacaktır. Bu, hikmetin yitirilmesi değildir sâdece; dînin de yitirilmesine
giden yoldur aynı-zamanda. Parça, bütünden koparılınca bütünün değerlerini
kaybeder” der.
Ahmet Kalkan:
“Amerika, 11 Eylül’den sonra daha belirginleşen tavrı ve
kendi başı Buş oğlu Buş’un ifâdesiyle “Haçlı Seferleri”ni tekrar başlatarak “yeni
ünyâ-düzen(sizliğ)i” projesini uygulamak için, orta-doğu’nun işgâlini her alana
yaymaya çalışıyor. Bir-yandan da stratejik destek için İslâm’i hareketlere
karşı “ılımlı İslâm”, “yumuşatılmış İslâm”, “resmî, düzene uygun İslâm”, “baş-örtüsüz
İslâm”, “lâ’sı olmayan, her şeyle uzlaşan, herkesi hoş gören İslâm”
şeklinde içi boşaltılmış ve Amerikanlaştırılmış İslâm’lar pazarlamaya çalışıyor
kuklaları eliyle. “Paranın dini-imanı olmaz”, “din devlete karışmaz”, “laiklik
ve demokrasi İslâm’la çatışmaz” gibi sloganlar Amerikancı İslâm’ın (elbette bu
Allah'ın katında tek gerçek din olan İslâm değildir, muharref dindir) gerçek İslâm’ı
yok etmesi için kukla yönetici ve yönlendiricilerini seferber ediyor.
Savaşlardan, işgâllerden çok daha tehlikeli bir durumdur; “müslümanım” diyen
etkin güçler tarafından dînin tahrifi, hakla bâtılın karıştırılıp hak diye
sunulması” der.
Ramazan
Kayan, ümmetin hâl-i pür melâlini şu şekilde anlatıyor:
“Hani
şâir Farezdak, Hz. Hüseyin’e demiyor muydu? “Onların kâlpleri seninle,
kılıçları sana karşı”.
Görüyorum;
iktidar insanları nasıl Yezid’leştiriyor.
Servet
insanları nasıl Karun’laştırıyor.
Güç
insanları nasıl Haccac’laştırıyor.
Bilgi
insanları nasıl Belam’laştırıyor.
Başarı
insanları nasıl barbarlaştırıyor.
Vaatler
insanları nasıl Suraka’laştırıyor.
“Haksızlık
karşısında susan dilsiz şeytandır” gerçeğini bugüne kadar nasıl terceme
edeceğiz? Uyuşumcu, uysal kafalara bunu îzah mümkün mü?
Ve
unutmayalım ki; zâlimin zulmü ile mazlumun duyarsızlığı buluştu ise, işte
mûsibet o zamandır.
Bugün İslâm’ın
kifâyetsiz ve ehliyetsiz tartışmacıların elinde nasıl anlaşılmaz, tanınmaz hâle
geldiğine tanıklık etmekteyiz.. Âdeta din bir kadavraya dönüştü. Eğip büken,
kesip biçen, kırıp döken, alıp verenlerin haddi-hesabı yok. Ne bir hesap soran
ne de “bu gidiş nereye” diyen var!
Kalite
yok. Seviye yok. Derinlik yok.
Günlük hayâtımızda
ekranlarda tanık olduğumuz tartışmalar ölçü, ahlâk, edep, insaf sınırlarını
çoktan aştı.
En kötüsü
dînin magazinleştirilmesi ve dînin yorumlanmasındaki lâubâliliktir.
Bu
bakımdan İslâm’ın ciddiyetine, müslümanların saygınlığına halel getirecek tüm
tartışmaların dışında kalmak, artı karşısında olmak gerekiyor.
Gerçekten
bu tartışmalar kimlere yarıyor? Tartışma gündemlerini belirleyenler kimler?
Hangi değirmene su taşımaktayız?.
Enerjimizi
anlamsız tartışmalarla tüketirken, sürüklendiğimiz tuzakların farkında mıyız?
Boşa kürek çektiğimizi biliyor muyuz?
Evet,
süregelen tartışmaların dâvâmıza, ukbâmıza katkısı nedir, sormak lâzım.
Nice
zamandır tartışmaktan iş yapmaya vakit bulamadık.
Kesin itaat ve
teslimiyeti gerektiren nice ilâhi buyrukları bile tartışmaya açtık. Teviller,
tefsirler, yorumlar, görüşler tekliflerin üstünü örttü. Tıpkı İsrâiloğullarının
Hz. Mûsa (as) ile tartışmaya durdukları gibi.
“Allah
muhakkak sizin bir sığır kesmenizi emrediyor” dediğinde onlar emri nasıl
karşıladılar?
Emre
icâbet etmeleri gerekirken kesilecek sığırın nasıllığını, niteliğini, rengini
özelliğini tartışmaya açtılar. Bu tartışma neredeyse onların sonu (helâkı)
olacaktı.
Ashab-ı
Kehf’in misyonunu ıskalayanlar da onların sayısını tartışıyorlardı. Üçtür, beştir,
yedidir diyerek gaybı taşlıyorlardı.
Sayıya
takılı kalanlar, onların sa’yü gayretini görmüyorlardı.
Yakınlaşan
kıyâmet gününe hazırlıkta bulunması gerekenler, kıyâmetin ne zaman kopacağı
konusunda takvim çalışmasını tercih ediyorlardı.
Allah’ın
âyetlerini tartışmaya açanların âyetleri nasıl çatıştırdıklarını ve zamanla
tartışmaların nasıl bir tefrikaya dönüştüğüne şâhit değil miyiz?
Bu hâller
bizden çok mu uzak?
Unutmayalım
ki ilk tartışmacı şeytandır.
Tartışmanın
ilk mûcidi ve en büyük muhibbi şeytandır. Hem de Allah ile tartıştı. Üstün
olduğunu savundu. Secdesizliği ve seviyesizliği tercih etti.
İblis’in
stratejisi, doğru yol üzerine oturup kıyâmet saatine kadar tartışmayı
sürdürmekti. Ve süreç devâm ediyor.
Şimdi
bize düşen görev, ya dışımızdaki tartışmaların nesnesi ve malzemesi olmak ya da
vahyin gerçeklerine teslim olup hayâtın öznesi olmaktır.
Evet,
gerçeği tartışan değil, yaşayan ve taşıyan olabilmek.
Şâyet
tartışacaksak, bunu en güzel şekilde, hikmet ve basîret üzere yaparız. Çünkü
tartışmanın bir ahlâkı ve fıkhı vardır.
Ama bugün
diyar-ı İslâm, küfrün çizmeleri altında ezilirken biz meleklerin dişi mi erkek
mi olduğunu tartışacak değiliz ya!
Peki,
bize düşen sorumluluk nedir?
Sohbet ve
dâvet.
Din adına konuşanlar
hiç-bir dönemde bu kadar esnek olmadılar. Fıkıhsız bir toplum, fâkihsiz bir
hayat sürüyorlar. Çağdaş İbâhiye, modern Mürcie yeni zamanların en çok taraftar
bulan mezhebi oldu.
Dindarlar
dünyevileşmekle kalmıyor, dîni de dünyevileştiriyorlar. Seküler bir zihinle İslâm’ı
okuyor, vahyi ona göre yorumluyorlar. İslâm’ı olduğu gibi kabûl etmesi
gerekenler, istiyorlar ki İslâm, bulundukları hâl üzere kendilerini kabûl
etsin. Şartları belirleyen bir İslâm yerine, şartların belirlediği bir İslâm
öne çıkıyor.
Allah’ın boyası ile
boyanması gerekenler, yaşamlarında siyâsete liberâl bir boya, sosyâl hayâta
seküler bir boya, kültüre popüler bir boya, düşünceye rasyonel bir boya
çalabiliyorlar.
Renksizleşen
ya da renkten renge giren silikler, İslâm’ı ne temsil ne de tebliğ edebilirler.
Kimilerine göre bu
durum, dînin elden gitmesidir. Hayır! Din elden gitmez, yozlaşır. Dîni yaşamın
içi boşaltılır. Aslını seçemez olursun. Dînin mânâ ve muhteviyâtı zayıfladıkça
din adına mitos ve menkîbeler dinleşmeye ve bu da dinde yozlaşmaya neden olur.
Evet, İslâm’ın
rûhu ile oynarsanız ne olur?
Akide
felsefileşir.
İbâdet
âdetleşir.
Din
ideolojileşir.
İslâm
Protestanlaşır.
Sonra,
hayâtı tümden İslâm’a bağlamak yerine, İslâm’a hayâtımızda bir parça yer
açmakla yetinir oluruz.
İşte
liberâl düşünce ve davranışların müslümanları sürüklediği uçurum. İslâm’lardan İslâm
beğen.
Sloganlaşan
İslâm. Kültürleşen İslâm. Sıradanlaşan İslâm. Âdetleşen İslâm.
Bir de bakıyorsunuz
ki her çılgınlığın dîni versiyonu hemen vizyona giriyor. Tesettür defileleri,
güzellik merkezleri, zayıflama kürleri, marka, moda, model savaşlarının
müslümancası. Bankacılığın İslâm’cası. Nasıl da beceriyoruz? Ne de yakışıyor?
“Ehli dünya”dan tek
farkımız, ehlileşmiş müslümanlığımız. Muhâlif damarı kurumuş, direniş rûhu
çökmüş, mücâdele azmi kırılmış yığınlar. Rûhen fakirleşiyoruz. Zihnen
donuklaşıyoruz. Kâlben uzaklaşıyoruz. Bir umursamazlık, bir umutsuzluk, bir
uyuşukluk. N’oluyoruz? Duruş duruş değil. Durum durum değil. Doğrusu
iç-dünyâmızdaki alaborayı durduramadık. Bu bir eksen kayması mıdır, kimlik
krizi midir, kıyâmet alâmeti midir? Bilemiyorum.
Olgu
dinleştikçe İlâhi sınırlar zorlanıyor, ilkelerle oynanıyor, değerler sulanıyor.
Münkere alışık, şerle
tanışık, şeytanla barışık bir profil ortaya çıkıyor. Ve Mevlana haklı çıktı: “İnandığınız
gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız”. Çağdaş Mürciye,
modern İbâhiye ciddî anlamda taban buldu.
Kalkış noktası ise: “Müslümanlar
her şeyin iyisine lâyıktır” mantalitesi. Mâlûm işleri “ama”larla, “ancak”larla
geçiştirme becerileri. Tabii ki tüm bunlar birden-bire olmuyor;
alıştıra-alıştıra. Modernizm içselleştirildikçe dîni yaşamın içi boşalıyor.
İliklerimize kadar modernizm soluyoruz.
İşte
modern kent dindarlığının kırılgan hâli. “N’olacak bu müslümanların hâli?”
diyemiyorsun. Bu acı ve çarpık tablo, “dışı seni, içi beni yakar”ın ifâdesi.
Çürüyen
ve çöken birey. Çözülen âile. Parçalanan cemaat. Çözümden ne kadar
uzaklaştığımızın göstergesi.
Vakaya
boyun eğip vahye vedâ edince işte işin varacağı varta budur.
Kuru
dincilikle, kof dindarlıkla kendinizi koruyamaz, geleceği kuramazsınız.
Dindar
dünyâcıların son durumu; bilgi ile ukalâlaşan, başarı ile büyülenen, servet ile
şımaran, güç ile büyüklenen, konfor ile küflenen, kariyer ile körlenen bir kötü
gidiş.
Alabildiğine
ılımlılaşan bir İslâm’ın Allah ile ne ilgisi olabilir ki?
Hz. Ali
(ra) boşuna seslenmiyor: “And olsun ki sizde, sizi bir-araya getirecek bir din,
sizi (gâye için) bileyecek bir duygu yoktur”.
Evet,
dindar ama dini dar. Dindarlardaki dîni daralma ya da savrulma hayra alâmet
değil.
Şimdi tüm
bunlara “âhir zaman alâmetidir, kıyâmet yaklaşmıştır, dolayısıyla normâldir”
dememiz mi lâzım?
Sormak
gerekmiyor mu: “Din bir etiket midir? Yoksa rozet midir?”
Devrimci
öz, direnişçi ruh, dönüştürücü damar kalmayınca geriye muhâfazakârlaşmak
kalıyor.
Muhâfazakâr
kimlikle gelen İslâm’i söylem ve eylemler ise kimseye heyecan vermiyor,
harekete geçirmiyor.
Ekonomik
gücü büyüyen nice insanın, insanlık kalite ve kalibresinin nasıl küçüldüğüne
tanıklık etmekteyiz.
Peki, bu
yozlaşma ve yabancılaşma süreci ne zaman başladı?
İnsanımız şu üç şeyle
tanışmaya başladıktan sonra: İktidar. Para. Karşı cins. Bu üçgeninin baştan
çıkarıcı çekim gücüne dayanamadılar, direnemediler. Bizim dindarlar bizi
tanımaz oldular. Demek ki politize olmanın, popüler olmanın, paralı olmanın
dayanılmaz hafifliğinden kolay-kolay kimse kurtulamıyor.
Evet,
cihadsız yaşamların ceremesi ağır oluyor.
Müslüman
gibi davranma yetmiyor, müslüman olmak gerekiyor.
İslâm’ın
yolu engebeli ve çileli bir yoldur. Bedel ödemeyi göze alanlar seferi
sürdürdüler, diğerleri ise süründü ve silindiler.
Şimdilerde
ise biz müslümanlar “engellenen İslâm’i hayat” günlerinden “ertelenen İslâm’i
hayat” günlerine geldi.
Niçin
böyleyiz, bilmiyorum. Ağır-aksak, hantal, monoton, yılgın, yorgun, bezgin,
bitkin ruh-hâllerini nasıl yorumlamak lâzım?
Bu bir
iptâl midir? Tâtil midir? Firar mıdır? Fetret midir? Ricat mıdır? İstirahat
mıdır?
Ertelenen
İslâm’i sorumlulukların arkasındaki yorgun ruhları, dağınık zihinleri, boş
yürekleri, çökmüş irâdeleri çözmek gerekiyor.
Bu nasıl
bir hâl?
Bu bir
çâresizlik midir, yoksa çabasızlık mıdır?
Nasipsizlik
midir, yoksa gayretsizlik midir?
İmkânsızlık
mıdır, yoksa ihmâl midir?
Diyebilirim ki,
Türkiyeli müslümanlar yakın dönem mücâdele târihlerinde hiç bu kadar imkâna
sâhip olmamışlardı. Bilgi birikimi, tecrübe geleneği, kadro insanı, ekonomik güç,
kurumsal zeminler, fikri derinlik, entelektüel donanım, toplumsal ilgi,
psikolojik destek düne göre daha iyi. Böyle iken bu durağanlığı, atâlet ve
rehâveti neye yorumlayacağız?
Emeller
eylemlerin önüne geçti.
Arzular
azmimizi kırdı.
Hedefi
büyütmemiz beklenirken çıtayı düşürdük.
Şimdi
bizden yerleşik hayâta ve mevcut şartlara alışmamızı istiyorlar. Var olanla
yetinmeliymişiz.
Öyle ya!
Olgunlaştık (!), akıllandık (!), önlem almayı öğrendik (!), tecrübe edindik
(!).
Sonuçta
kendimizi kilitledik, sorumlulukları erteledik, önceliklerimiz değişti. Ne biz
eski bizdik, ne de düşman eski düşman.
Artık
bizi dışarıdan engelleyen bir düşman yoktu, içten-içe bizi çözen, çürüten bir
olayla karşı-karşıyaydık.
Merkeze
yürüdükçe, parayla yüzleştikçe, karşı cinsle hâlleştikçe bize bir hâller oldu.
Dünkü
sorumluluk alanları bu-günkü klâsımıza uygun değildi. Sınıf atladıkça saftan ve
sahadan koptuk.
Her şey
zevk almak, keyif çatmak için. Öyle ki, Kur’ân adına toplanmalar bile keyfi
toplanmalar şeklinde oldu.
Dostluklar,
kardeşlikler, komşuluklar, akrabalıklar, ilişkiler, yaklaşımlar, evlilikler,
sanat, kültür, spor, siyâset, eğitim anlamını, rûhunu, özünü yitirdi. Hiç-bir
şey kalıcı değil, köklü değil. Günü-birlik zevkler, anlık hazlar belirleyici ve
sürükleyici. Dolayısıyla hayâtın hayrı ve bereketi kalmadı. Zevkler
konuşuluyor, renkler tartışılıyor, yaşamın ahengi gitti. Bu gidişâtın sonunda
başlayacak “ah”ları ve “vah”ları kimse duymak istemiyor.
Rafımızda, cebimizde,
hâfızamızda Kur’ân’ı gezdirmemiz yetmiyor, hayâtımıza indirmemiz gerekiyor. Ya
da Kur’ân’a bu fırsatı vermemiz lâzım. İnmek için sırada bekleyen âyetler var.
Vahiy bize inecek bir zemin bulamazsa bu bizim hüsranımız olmaz mı?
Hayâtınızda
vahiy yoksa siz de yoksunuz, yâni hiçsiniz”.
Kur’ân’ın
yaşatılması, hayâtın tam ortasında olur. Hayâta yön vermeyen Kur’ân, “yaşayan Kur’ân”
değil, “okunan mushaf”tır sâdece.
“Kitab’ı kuvvetle tut”
(Meryem-12). Kitabı kuvvetle tutmak, kılıcı kuvvetle tutmakla olur. Aksi-hâlde
elinden kayar gider ya da okuduğun Kitap artık, sahabenin okuduğundan
farklılaşır.
Kur’ân’ı
anlamaktan çok, Kur’ân’a îman etmek önemlidir.
Sâdık Türkmen:
“Kur’ân’ı herkes
anlar. Ancak herkes îman etmez. Her îman eden de gereklerini titizlikle yerine
getirmez. Titizlikle yerine getiren olur, getirmeyen olur. Kur’ân “Ağrı dağının
zirvesine çık” diye yazmış olsa, bu sözü Arap rahatlıkla anlar, Arap olmayan da
çevirisini rahatlıkla anlar. Lâkin Ağrı Dağı’na çıkılabileceğine kim îman eder,
kim îman etmez. Bu belli olmaz. Kim çıkmaya çalışır, kim çalışmaz bu belli
olmaz. Kur’ân’ı zekâ-düzeyi en alt seviyede olan bir insan dâhi anlar.
Çeviriden de olsa anlar. Çevirilere Kur’ân denilemez. Lâkin çevirilerden de Kur’ân
anlaşılabilir” der.
CİHAD ve DEĞİŞİM
Ahmet
Kalkan:
Peki, Kur’ân, aynı Kur’ân
olduğuna göre, bugünkü câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur’ân
okudukları hâlde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik güzel bir kimliğe bürünemiyor?
Yâni Kur’ân, niye artık inkılâb yapamıyor?
Kur’ân değişmemiştir,
ama Kur’ân okuyanlar başkalaşmıştır. Kur’ân anlayışı, Kur’ân'a bakış, Kur’ân'a
yaklaşım değişmiştir. Kur’ân, aynı Kur’ân'dır, ama Kur’ân'a yönelmesi gereken
insan, Kur’ân'a sahâbe gibi yönelmiyor.
Kur’ân'ımızı okumak,
anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü'minin Kur’ân'a
îmânı, zâten onu yaşamak içindir. “İşte bu Kur’ân, indirdiğimiz mübârek bir
Kitabdır. Artık Kur’ân'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan)
sakının ki merhâmet olunasınız” (En'âm 155). Mü'min, Kur’ân'ı, sâdece rûhu
coşturan âhenginden, musîkisinden yararlanmak ve kültürünü artırmak için
okumayacaktır. Esas onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir. “Allah,
şu Kur’ân'la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de
alçaltır” (Riyâzü's-Sâlihîn ve Terc. II, 341).
Tatbik olunmayan
bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan,
fakat yaşanmayan Kur’ân'dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. “Benim zikrimden (Kur’ân'ımdan)
yüz çeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı
vardır” (Tâhâ 124).
Kur’ân gölgesinde
hayâtını sürdüren canlı Kur’ân adayı müslümanlar, câhiliyyenin önce kendi
içlerindeki etkilerinden arınarak görevlerine başlamalıdır. Tüm câhiliyyeye
karşı Kur’ân’ın aldığı tavrı alan hamele-i Kur’ân olan mü’minler, câhiliyye ile
tüm bağlarını koparmalı, onun her çeşidi ve görüntüsüyle ölünceye kadar
mücâdelelerini sürdürmelidirler. O zaman Kur’ân’ın gerçekleştirdiği o en büyük
inkılâbı, câhiliyyeyi yerle bir edip saâdeti asra taşımayı çevrelerinde değilse
bile, mutlakâ kendi içlerinde gerçekleştirmiş olacaklar, âhiretteki bitmeyen
saâdete ulaşacaklardır.
Seyyid Kutub’un dediği
gibi; şimdi tam bir yol ayrımındayız. Kişi seçimini yapmak zorundadır. Seçimini
yapmışsa artık tartışmanın gereği yoktur. Ya İslâm, ya câhiliyye! Ya îman, ya
küfür. Ya Allah'ın hükmü ya câhiliyye düzeni.
Câhiliyyenin açtığı
ve kıyâmete kadar sürdüreceği savaşın bilincinde olup her çeşit câhiliyyeyi
terk eden, safını Allah’tan yana seçip İslâm’a teslim olanlara selâm olsun!”
der.
“Defi
mefasid celbi menafiden evladır” ve “emri bil maruf ve nehyi anil münker”
olacak ama iş burada kalmayacak.
Son zamanlarda en fazla kullanılan “şiddet”
ve “terör” kelimeleri ve “bunlarla mücâdele” denilen eylemler sahtedir ve
aslında bu iki kavram, tağutların Dünyâ’yı işgal plânlarını hayâta geçirmek
için kendilerinin ürettikleri birer mâzerettirler. Zâten teröre karşı kimse
savaş kazanamaz. Fakat bu-arada birileri terörü kullanarak o ülkeye-bölgeye
girerek orada işlerini yürütüyor.
Namaz-niyazla, okuma-anlamayla yetinenler
savaş konusu gündeme gelince neredeyse ödleri patlıyor ve renkten renge
giriyorlar: “Kendilerine;
Elinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekatı verin denenleri görmedin mi?
Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan
korkar gibi -hattâ daha da şiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar ve:
Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamâna ertelemeli
değil miydin? dediler. De ki: Dünyâ’nın metaı azdır, âhiret, ise muttakîler
için daha hayırlıdır ve siz bir hurma çekirdeğindeki ip-ince bir iplik kadar
bile haksızlığa uğratılmayacaksınız”
(Nîsâ 77).
Kelimeler, “güçlü” ellerin yaptığı hiçbir
şeyi değiştiremez. Değişim ancak; yine vahyin kelimeleri ile inşâ olmuş, fakat
güçlü bir îmana ve “ele”e sâhip olanlar tarafından gerçekleşebilir.
Mustafa Çelik:
“Şunu bilelim ki; cihad,
şunun-bunun emri değil, Allah’ın emridir. Allah’ın cihad emrini gereksiz
görmek, Allah’a imânı gereksiz görmektir.
Kur’ân’ı alır okursanız görürsünüz ki, Kur’ân
baştan-sona îman ve cihad/fetih kokan bir kitaptır. Kur’ân, insanı îmansız ve
cihadsız bırakmayan bir kitapdır. Cihad, İslâm’ın hayâtıdır. Cihad’ı İslâm’dan
çekip alırsanız, yâni İslâm’ı cihad emri olmayan bir din olarak tasavvur
ederseniz, İslâm’ın hayâta hâkim olma hakkını mahkûm etmiş olursunuz. İslâm’ı mâbede
hapsedilmiş, evcil, sokağa söyleyecek bir sözü olmayan, ekonomik ve siyâsal
yaşama, sanat ve estetiğe, mîmâriye, târihe, ölüm ve ötesine âit bir iddiası,
bir söylemi bulunmayan ölü dünyâ-dinlerinden bir din olarak tasavvur edenler,
Allah’ın indirdiği dîne değil, sahte ilâhlar tarafından uydurulmuş ve üretilmiş
dinlere tâbi olanlardır.
Cihad, istiklâlimizin ve istikbâlimizin
garantisidir. Cihad’sız bir dîne inanmış olanların âkibetleri Firavunlara
köleliktir. Müslüman olarak “Maşrıkta bir müslüman’ın ayağına bir diken batsa
benim ayağım kanar. Mağrıp’ta bir müslüman’ın ayağına bir taş çarpsa benim
ayağım sızlar” demiyorsan, îmânın problemli demektir. Îman edip
îman-merkezli bir hayat yaşamak istiyorsan, dünyâ-müslümanlarını sâhiplenmek
mecbûriyetindesin. Aksi-hâlde îmânına ihânet etmiş olursun” der.
Öyle bir hâle getirdiler ki sanki Kur’ân
bize muhtaç; hayır, biz ona muhtâcız. Hayâtın tam orta yerinde..
Ahmet Kalkan:
“Kur’ân aynı Kur’ân olduğuna göre, bu-günkü câhiliyyeyi niye
değiştiremiyor? Bu-günkü insanlar Kur’ân okudukları hâlde, niçin karanlıklardan
sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yâni Kur’ân, niye artık inkılâb
yapamıyor? Kur’ân değişmemiştir; ama Kur’ân okuyanlar başkalaşmıştır. Kur’ân
anlayışı, Kur’ân'a bakış, Kur’ân'a yaklaşım değişmiştir. Kur’ân, aynı Kur’ân'dır;
ama Kur’ân'a yönelmesi gereken insan, Kur’ân'a sahabe gibi yönelmiyor. Çeşme,
bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu-güne kadar onun hayât veren lezzetli suyunu
içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet-suyunu
sunmaya devâm etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor,
çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir.
Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin
suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri
olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı-başındaki yangınları farkeden itfâiyeci (dâvet
ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve
değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini
ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur’ân yardıma hazırdır; referansları,
örnekleri ortadadır. Hayırlı ve olumlu değişim ve dönüşüm projelerini kendisine
yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır
beklemektedir.
Bir ilâcın şifâya vesile olması için, o ilacın
kullanılması gerekir. Sâdece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifâ
beklenemez” der.
“İslâm’da zorluk yoktur” âyeti bu asrın
en çok meşhurlaşan âyeti oldu. Hâlbuki bu âyetin bahsettiği sâdece dîni kabûl
ettirme noktasındadır. Yoksa dîni kabûl edenler onu zâten yükü/zorluğu ile
birlikte kabûl etmiş olurlar. Din insana sorumluluk yüklediği için zorluğu da
vardır. Bu dîni kabûl etmiş kişiler için zorluk her zaman vardır. Hele bu
çağda. Yâni bu din zorla/zorlukla geçen bir dindir. “Kolaylık dînidir” diyenler
aslında “tembellik/uyuşukluk ve uyuzluk dînidir” demek istiyorlar. İşlerine
öyle geliyor. Bu din tembellik ve korkaklık dîni değildir.
“(Ey
mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler
sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve
sıkıntı onlara öylesine dokundu ve öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla berâber
îman edenler nihâyet 'Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?' dediler. İşte o zaman
(onlara), 'Şüphesiz Allah'ın yardımı yakın' (denildi)” (Bakara 214).
“Yoksa
Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan
cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmran142).
“İnsanlar,
imtihandan geçirilmeden, sâdece 'îman ettik' demeleriyle bırakılıvereceklerini
mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir.
Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya
koyacaktır” (Ankebut,
2-3)
Mustafa Çelik:
“Şunu bilelim ki; İslâm öğrenilerek bilinir, yaşanarak
tanınır. Öğrenilmeden İslâm bilinmez, yaşanmadan İslâm tanınmaz. İslâm’ın
bilinmesini ve tanınmasını istiyorsak behe-mehâl İslâm’ı öğrenelim ve yaşayalım”
der.
Müslümanların sorunu olarak şöyle bir yazı
yazılmıştır:
“Zamâne toplanmaları/sohbetleri idâre-i maslahat çalışmalarıdır.
Maslahat adı altında olmadık tâvizler veriyoruz. Verdiğimiz tâvizler zamanla
asıl düşüncelerimize, inançlarımıza dönüşüyor. Dînî hizmet adı altında
kendimize, partimize, cemaatimize, örgütümüze, nefsimize hizmet ediyoruz.
Farkına varmadan düşünsel, inançsal ya da örgütsel putlar üretiyoruz
hayâtımızda”.
Ali
Şeriati:
“İstersen bir yığın âyet söyleyeyim, ardından şiir okuyayım,
onun da ardından hadis söyleyeyim, sosyolojik konularda tahliller yapayım.
Bunlar boş sözlerdir. Bunlar konuşma sanatıdır, sosyal gerçeklerle bir ilgisi
yoktur der.
Peygamber Efendimiz: “Ümmet, ilk müslümanların
yaptığını yapmakla düzelir” demiştir.
HAREKET
Aliya
İzzet Begoviç: “İslâm güzel de müslümanlar bunun neresinde?” der.
Cemaat
olmak yozlaştı, artık örgüt olmanın zamânı.
Müslümanların
bu-gün “geldikleri yer”, “ulaştıkları yer” değildir.
Kur’ân nasıl bilinir? Çok basit..
Okumakla. Okumadıkları için anlamıyorlar aslında.
Düzenli/sistemli/gayretli/tekrar-tekrar olan bir okuma ve eyleme dökme yöntemi.
(gerçek/hakîki bilgi, harekette/eylemde ortaya çıkar). Bu şekilde yapılan “okuma”larda
anlamama diye bir şey olmaz zâten. Anlaşıldığı/bilindiği zaman da eyleme
geçmeme diye bir şey olamaz. Eylemin olmaması, aslında “bilme”nin olmadığını,
idrâkin olmadığını gösterir. Eylemsizlik, bilgiyi kutsamak demektir. Fakat bir şeyin bilgisi, o şeyin kendisi değildir.
Bir şeyin kendisi, bilgisini edindikten sonra eyleme dönüp hayatla buluşmasıyla
görünür olup açığa çıkar.
Maalesef İslâm toplumlarında Cuma sûresi
5. âyet tezâhür ediyor. Yahudileşmenin bir cezası olarak:
Kendilerine
Tevrat verilip de onun gereğini yerine getirmeyenlerin örneği, kitaplar taşıyan
eşeğin durumuna benzer. ALLAH'ın âyetlerini yalanlayan topluluğun durumu ne
kötüdür. ALLAH zâlim toplumu doğruya ulaştırmaz”
(Cum’a 5).
Eyleme geçmemiş, hayâta düşmemiş ve
dönüşmemiş olan kitabın (daha doğrusu mushaf) … kağıdından farkı yoktur.
Kur’ân’ı/İslâm’ı ilme indirgiyorlar. Oysa
Kur’ân ilimden ziyâde hayattır. Aliya İzzet Begoviç diyor ki: “Kur’ân edebiyat
değil, hayattır”.
“Bin yıllık eğitim, bir yıllık
cihadın/mücâdelenin yerini tutmaz” desek sırıtmayan bir cümle olurdu.
Zaman kültürel İslâm zamânı değil, ideolojik İslâm
zamânı. Siyâsal İslâm. Sosyal İslâm.
İslâm “salt bir öğreti” değildir. Bu nedenle İslâm’i
uygulama sâdece özel hayatta olmaz. Kamûsal alanda da olmalıdır.
Kur’ân peygamberimize farklı zamanlarda,
farklı mekânlarda inmiştir. Şimdilerde Kur’ân sürekli aynı mekânda okunup
duruyor, mekânda bir değişiklik yok ki. Sürekli aynı mekânda okunmakla
anlaşılmaz Kur’ân. Farklı mekânlarda da okumak gerek. Kur’ân masa-başında
yazılıp hazırlanmış bir kitap değil ki onu masa-başında okuyup anlayalım!.
Peygamber oturup dururken inmemiştir ki Kur’ân; yaşayıp dururken inmiştir.
Diğer iki kapak arasındaki sıradan kitaplar gibi okunup incelenmesi olmaz
bunun. Okunup incelense de gerçek mânâsı bu şekilde kavranılamaz. Hayâtın
içinde anlaşılması gerekir.
Varlık demek hareket demektir. (bu kuantum teorisiyle
de gösterilir) eğer “hareket” yoksa vâr-olmak da yoktur. Vâr-olmak zâten soyut
olan salt düşünce ile olmaz. Düşüncenin harekete dönüşmesi ile olur. Zâten batı
da, mevcut varlığını harekete borçludur. Fakat batı’nın hareketi meşrû olan
hareket olmadığı için büyük ölçüde zulüm içerir. Bu yüzden harekete geçip
meşrûluğun zirvesi olan İslâm medeniyetini açığa çıkarmamız gerekir.
Gerçek/somut hareketlere karşı soyut olan
şeyle; ilimle mücâdele edilemez. Bu mücâdele zinhar kazanılamaz. Tam-tersine bu
tarz mücâdele, gerçek olanı ya da hareket hâlinde olanı daha da güçlendirir.
Hz. Ömer diyor ki: “Birinin Kur’ân’ı
tilâvet etmesi sizi aldatmasın. O dilimizdeki bir sözdür. Asıl siz Kur’ân’ı
kim hayatına koyuyor ona bakın”.
Dücâne Cündioğlu’nun dediği gibi; hakîkatin
vâsıtaları yerine kendisine tâlip olunmalı.
Yusuf Kaplan:
“Bütün”ü ıskalayarak
ayrıntı ya da salt parçalar üzerinde/n ayartıcı ve ‘bayıltıcı’ cümleler kurmak
(post-modern duyarlıklarla nefes alıp-veren ama gerçekte, zihni, çağın
ağlarıyla örülü ‘ölü kişiler’e) çok hoş gelebilir. Ama bu, her şeyi param-parça
etmekle sonuçlanabilir. Oysa bizim ‘ayartmaya’ ve ‘bayıltmaya’, ayartılmaya ve
bayıltılmaya değil, ayılmaya ve -ne kadar mümkünse- ayıltmaya, zihinleri çağın
ağlarına ve bağlarına karşı diri tutmaya ihtiyâcımız var asıl; öyle değil mi?
Durduğumuz yer yoksa ya da silikleşmişse, söyleyeceklerimiz sâdece “bura”nın,
bu-gün burada (dolayısıyla bütün Dünyâ’da) 500 küsur yıldır hâkim olan Batılı
paradigmayı meşrûlaştırmaktan ve bizim üzerimizden yeniden üretmekten başka bir
şeyle sonuçlanmaz. Bizi bekleyen asıl iş, insanlığa, ‘nereye gidiyorsunuz
böyle?’ (fe eyne tezhebün) diye sormak değil midir? Eğer insanlığı ayartıcı
yöntemlerle yok-oluş felâketinin eşiğine getirip bırakan bu vâr-oluşsal çıkmaza
biz dikkat çekmezsek ve buradan nereye gidilebileceğine ilişkin insanlığı çağın
ağlarından ve bağlarından arındırabilecek bir hakîkat yolculuğuna biz
çağırmazsak, kim yapacak bunu?
Yaptığımız işin, aslında Batı uygarlığının korunaklı
alanlarını -üstelik de burada, bambaşka bir medeniyet iddiâsını dillendirmesi
gereken bir medeniyetin çocukları eliyle- genişletmekten başka bir şey
olmadığını göremiyorsak, neyi görebiliyoruz ki o zaman? İnsanlığa, ‘nereye
gidiyorsunuz böyle?’ diyemeyeceksek, ne diyeceğiz ki? Nereyi işâret edeceğiz
ki? Çağrımızın çağını kurmasını nasıl sağlayabileceğiz ki? Çölde, sürekli
çölleşen bir yerde bile vahânın izini biz süremeyeceksek bu işi kim yapacak ki?
Muhkem bir yerde durarak, bütün insanlığın sorunlarını sorunlarımız
belleyebilecek muazzam bir yolculuğa çıkarak, çölü vahâya dönüştürecek
hakîkatin çocukları burada olmayacaksa, yarın burada olabilir mi? Düşünmesi
bile insanın tüylerini diken-diken ediyor, öyle değil mi? O hâlde, insanları
nereden ve ne/re/ye çağırdığımızı iyi düşünelim diyorum” der.
Aşırı yorum Kur’ân’ı aşırı yorar. Bir “Kur’ân
yorgunluğu” oluşur. Bu da anlamayı yozlaştırır, zorlaştırır ve
imkânsızlaştırır. Ey müslümanlar! gelin Kur’ân’a
eziyet etmeyin.
Kur’ân’dan fazla Kur’ân’cılık; kraldan
fazla kralcılık yapmak gibidir. Kur’ân’ı, ancak Kur’ân’ın kendisini tefsir ettiği
kadar tefsir edebiliriz. “Aşırı didiklemek” spekülasyona neden olur.
Her yorum hayattan etkilenerek yapılan yorumlardır. Kur’ân
ise hayattan etkilenmeden inmiş, vahyedilmiş bir kitaptır. Vahiy Allah’tan
başka kimseden ve hiçbir şeyden etkilenmez. Tam-tersine etkiler. Etkilenen bir
düşünce, etkilenmeyeni açıklayamaz.
Tamam, bir başlangıç lazım. Fakat başlayacak ama ne
zaman bitecek? Yâni ne zaman devlete dönüşecek? Hayat-boyu devâm eden bir
terbiye-süreci olacak eyvallah ama bu terbiye ne zaman görünür olacak?
Kur’ân’ı daha fazla
anlayacaksınız/anlıyorsunuz da sanki hayatlarınız mı değişti/değişiyor? Değişen
ne oluyor ki?. Din, değişimdir.
Şaheserler yazmaktansa, küçük de olsa bir
“çözüm” bulmak daha önemlidir ve gereklidir.
Ali Şeriati:
“Evet, sen Kur’ân diyorsun, ama hangi Kur’ân?. Cehâletin
elinde teberrük edilip kutsanan bir nesne olan Kur’ân mı?. Cinâyetin
mızraklarının ucundaki Kur’ân mı?. Yoksa çeyrek yüzyıldan daha az bir sürede,
çölün dağınık ve düşman kabîlelerini birleştirerek, Dünyâ’nın egemen güçlerini
-Bizans, Sasani- çökerten, insanlığın kaderini ele geçiren, devrimci yapısıyla
insanlık târihinde yepyeni bir medeniyet ve kültür meydana getiren bir kitap
olarak mı Kur’ân?. Kur’ân'ı “ka-re-e” kökünden alıyorsunuz. “Karene” kökünden
alırsanız, sonucu “okuma kitabı” değil, “yoldaşlık kitabı” olur ki “kendine
yapıştırmak, tutturmak” anlamınadır.
Yeni bir tebliğ dayanağı hazırlamak, yeni ve güçlü bir
düşünsel akımı başlatmak, sizin görevinizdir. Bu elinizdeki dînî kitaplar, bu
sizin tebliğ yöntem ve bilinciniz kimseyi sizin îmânınıza çekmiyor, aksine
uzaklaştırıyor. Bunlarla, modern uygarlığın bilimsel, sosyâl ve felsefî ekôl ve
ideolojilerinin saldırıları karşısında ayakta duramaz. Şu elinizde vârolanlar
ancak eski kuşağı, gelenek ve dîne vefâdar olan kuşağı doyurur.
Bu kuşak için bir iş yapınız, bir-şeyler yapınız! Bu kuşak
için yeni düşünsel gıdâlar hazırlayınız!. Onunla konuşmak için, ona İslâm’ı
kültür, tÂrih, tevhid, îman, Kur’ân, Peygamber, adâlet, cihad, ictihad... vs.
tanıtmak, kavratmak için yeni bir lîsan geliştirin, yeni bir iletişim-ağı, yeni
bir tebliğ metodu geliştiriniz. Yeniden İslâm’i diriliş için, düşünsel bir
devrim ve canlılık için yeni ve güçlü bir çabayla işe koyulunuz. Dînî
hizmetlerinizi, İslâm’i faaliyetlerinizi gerçek İslâm’ın anlayışına uygun
olarak çağdaş kuşaklar için seferber ediniz. Yoksa bu kuşak elden gidiyor!. Bu
fırsat kaçıyor!. Bu din, bu âman yalnız sizle yarınlara ulaşmaz!. Henüz
elinizden bir şeyler yapmak geliyor. O hâlde çalışınız!. Bir-şeyler yapınız”
der.
Ahmet Kalkan:
“Unutulmamalı ki
eğitim, hayâtın sâdece bir parçasıdır; tümü değil” der.
AŞIRI-ANLAMA AFORİZMALARI
Bir şeyi târif etmekle “bilme” arasında
fark vardır, târif etmek bilmek demek değildir.
Kavramlar, fiîli olanlar için geçerlidir. O da, fiil
hâlindeyken anlamını bulur ve idrâk edilir. Meselâ salât, salât edilirken;
îman, îman hayatta kendini gösterirken anlaşılır ve idrâk edilebilir. Yâni
kavramlar, yürürlükte iken idrâk edilebilir. Dücâne Cündioğlu:
“Sözcüklerin anlamı, nesne ve olguların ise
kavramı olur. Kavramına sâhip olmadığımız nesne ve olguları aslâ analiz
edemeyiz, buna karşılık sözcükler ve anlamları hakkında dilediğimiz kadar
gevezelik yapabiliriz. Yâni, derinliğine temas kurulmadıkça nesne ve olguların
kavramlarına sâhip olunamadığı hâlde, o nesne ve olgulara karşılık gelen
sözcükler ve anlamları üzerinde keyfi bir sûrette tartışmak pekâlâ mümkündür.
Türkiye'de yapılan da budur” der.
Mushafın üst-perdeden okunmasıdır
yapılan. Kur’ân değil. Çünkü Kur’ân okunduktan sonra uygulanmadan bırakılamaz.
Evet; sorun anlama sorunu değil, îman
sorunudur. “Ey îman edenler îman edin”..
Savunmayı göğüsleriyle yapmaktan
korkanlar, dilleriyle yapmaya başlarlar..
“Şüphesiz
ki îman edip de Rablerine tevekkül edenler üzerinde o Şeytan’ın hiçbir nüfûzu
yoktur. Şeytan’ın nüfûzu, ancak onu dost edinenlere ve Allah'a ortak
koşanlaradır” (Nahl
99-100).
Âyette de denildiği gibi; şeytan îman
edenlere dokunamaz, bilgi-sâhibi olanlara değil.
Yapılanlar zihinsel faaliyetlerdir. Oysa
müslümanlara âcil lâzım olan, fikrî ve eylemsel faaliyetlerdir.
Kur’ân’ı anlamak, bu-günkü müslümanlarla
gerçek müslümanlar arasındaki benzersiz farkları anlamaktır; Kur’ân’ı anlamak
bir-milyarı aşan bir kitlenin neden hâlâ her bakımdan sömürge durumunda olduğunu
anlamaktır; kısaca Kur’ân’ı anlamak hayâtı anlamak demektir.
Bu yapılan aşırı-anlama çalışmaları,
üstü-örtülü laikliktir. Hayâta zinhar dokunmuyor. Çünkü “anlama” yanlış
anlaşılıyor. Dananın altında buzağı aramak anlamak demek değildir. Kur’ân’ın isteği
de değildir.
İslâm-medeniyeti
“sözün medeniyeti” değil, “çözüm medeniyeti”dir. Lâkin bâzen de söz ile çözer
sorunları. Fakat çözümü gerçekte söz ile değil, hareket ile yapar. Söz ile
gerçek çözümler yapılamaz çünkü. Çözümler “ânın/şimdinin” işleridir. Sözler ise
her zaman bu hâlin/zamânın çözümlemeleriyle uğraşmaz. Eski ve ilerinin ortada
olmayan durumlarını tartışır durur. Bu
yapılan sonu ve amacı olmayan bir Kur’ân araçsallaştırmasıdır. Ne
olup-bittiğini bile görmekten âciz bırakan semantik intihardır.
Aşırı-anlama
çalışmaları “erteleme” çalışmalarıdır. “Gri”nin muhabbeti yapılıyor.
Bu tarz çalışmalar Kur’ân’ın gerçek
mesajını örtüyor. Aşırı-anlama çalışmaları anlayamama/anlaşılmaz kılma/örtme
çalışmalarıdır.
Bu çalışmalar İslâm’ı erteleme çalışmalarıdır.
Anlama
çalışmaları anlamlı değil. “Eyleme” çalışmalarıdır anlamlı olan.
Aşırı araştırmak yeni yükümlülükler
getirir ki bunlar mü’mini zor durumda bırakır: “Ey îman edenler, size açıklandığında
sizi üzecek şeyleri sormayın; Kur’ân indirildiği zaman sorarsanız, size
açıklanır. Allah onu affetti. Allah bağışlayandır, (kullara) yumuşak olandır” (Mâide 101).
Kur’ân’ı
aşırı-anlama çalışmaları aslında “sâdece bâzı âyetleri anlama çalışmaları”dır.
Rahatı kaçırmayacak, konforu bozmayacak âyetleri..
Bu yapılan aşırı-anlama işi îmanın konusu değil,
inancın konusudur. Çünkü bu çalışmalardan sonra bir şey yapılmıyor. Fakat îman
öyle değildir; illâki harekete geçirir. İnanmak, arkasından mutlaka mücâdele
etmeyi getirir.
Çözüm-odaklı çalışmalar değil bunlar,
sorun odaklı çalışmalar. Yeni sorunlar çıkarıyorlar sürekli. Zâten belli olan
bir konuyu anlaşılmamış olarak gösteriyorlar ve üerinde yeni düşünceler
üretiyorlar ama bir türlü sorun çözülemiyor. Hattâ bir-süre sonra yeni
ayrılıklar doğuruyor.
Aşırı-anlama
çalışmaları “apaçık” olan Kur’ân üzerine yapılamaz. Belki Tevrat ve İncil için
ve diğer orijinâli kaybolmuş metinler için yapılabilir, Sümer metinleri, Orhun
yazıtları vs. gibi.
Aşırı-anlama çalışmaları Kur’ân üzerinde târihsiz ve
sünnetsiz bir okuma yapıyor. Kur’ân, târihi bağlamından tamâmen koparılarak da
anlaşılamaz. Dirâyet tefsiri, işi şirâzesinden (şirâze = bir şeyi haddinden
fazla yaparak ayarını kaybetmek, sınırın ötesine geçmek) kaçırdı. Hiçbir âyetin
birbuçuk milyar ayrı anlamı yoktur.
Aşırı-anlama
çalışmaları aslında görünenin aksine tembellik çalışmalarıdır. Gayretli
okumalardan kaçmak için yapılan çalışmalar. Samîmi ve sebatlı okumalar
yeterlidir Kur’ân’ı öğrenmek/bilmek/idrak etmek için.
Aşırı-anlama çalışmaları (te’vil, tefsir) Kur’ân’ın
sinirlerini alıyor ve Kur’ân’ı “layt” bir kitap hâline getiriyor.
İki
çeşit insan vardır. Put diken, put kıran. Kur’ân put-kıran insan yetiştirmek
ister. İlim bir noktaydı câhiller onu çoğalttı. İlmin kendisi put hâline geldi.
Aşırı-anlama çalışmaları, yeni putlar dikmektir. Bu putlar hakîkati perdeler ve
“yok” eder.
“Anlaşılan”ların hayatta hiçbir iz-düşümü yok.
Aşırı eğitim.. mîde bulandırıcı bir şekilde.. Öyle ki
artık eğitim bir nirvana hâline gelmiş. Hâşâ, eğitime ulaşmak, eğitim almak
Allah’a ulaşmakla eş tutulur hâle gelmiş. Bu konu derinleştikçe hayâta
geçme/eyleme dönme/görünür kılmadan gittikçe uzaklaşıyoruz. İş artık zihnî
savrulmalara geldi.
Aşırı-anlama çalışmaları dîni vicdanlara hapsetme
yönteminin demokratik/liberâl yoludur. Anlamak, “olma”nın önüne geçmiştir.
Aşırı-anlama çalışmaları, büyüklerin; “fazla
okuma, kafayı yersin, dinden çıkarsın” dediği, çalışmalar olsa gerek.
Aşırı-anlama çalışmaları “târihsel
komplekslik” çalışmalarıdır. Batı karşısında geri kalmışlığın bir ifâdesi ve
tarzıdır.
Aşırı-anlama mensupları o kadar aşırı ve
gereksiz yorumlar/te’viller yaptılar ki, Kur’ân’ı “görece” hâle
getirdiler.
Aşırı anlama-yorumlama çalışması yöntemiyle Kur’ân’ı
atomlarına ayırıyorlar ve daha sonra da alt-parçacıklarına bölüyorlar. Böylece Kur’ân
organizma durumundan çıkıyor. Parçacı yaklaşım budur işte.
Aşırı-anlama-yorumlama çalışmaları, bâtıni-tasavvufi
aşırı-yorumlama düşüncesinin modern hâlidir. Bâtıniliğin öne çıkan özelliği,
bâtıni anlam uğruna literâl anlamların heder edilmesidir.
Kur’ân’ı aşırı-anlama çalışmaları, Kur’ân’ın hiç-bir
zaman anlaşılamayacağını gösterme çalışmalarıdır.
Bu yapılan
çalışma şekli, dîni, Dünyâ’nın yedeğine almaktır
Kur’ân’ı aşırı anlama-yorumlama çalışmaları, semantik
çalışmalarıdır.
Tağuta
küfretmeyenler Kur’ân’ı anlayamazlar.
Aşırı-anlama çalışmaları tekellüf çalışmalarıdır.
Cemaatler/târikatler/hizipler/gruplar vs.
yanlış bir tarzda (tabî ki de eyleme dönüşmeyen ve dönüşmesi de söz-konusu
edilmeyen bir-aradalıklar gerçekleştiriyorlar. Bu organizasyonlardan pe bir şey
çıkmaz. Buralardan ancak “güzel çiğ köfteler” çıkar.
Kur’ân’ı aşırı-anlama çalışmaları, onu aşırı yüceltme
çalışmalarıdır. Kur’ân’ı aşırı yüceltmek, onu hayattan koparmaktır. Peygamber
aşırı yüceltilince nasıl hayattan kopuyorsa o şekilde. Hayattan kopunca artık
teberrüken okunur.
Kur’ân’ı
aşırı anlama-yorumlama çalışma şekli, dînin diyânete indirgenmesidir. “Din”
ile değil “diyânet” ile meşgûl olmaktır. Dolayısı
ile hayâtın etkisizleştirilmesidir. Ali Bulaç:
“İslâmiyetin işi “teoloji”
değildir; hayat-alanları dinden kopuk “dindarlık veya diyânet” de değildir. Bu
Dünyâ ile meselâ adâlet, özgürlük, sömürü, zulüm ve yoksullukla uğraşmaktır.
Liberâller bize, diğer dinlerin teolojisiyle uğraşın, “dini hükümleri” bırakıp “dindarlık
veya diyânet”le yetinin demeye getiriyorlar” der.
Kur’ân’ın
bir zihniyeti var. Kişi, hayâtında o zihniyetle düşünüp, edip-eyleyen biri
değilse Kur’ân’ı idrâk edemez. Mushaf incelemelerinden öte bir-şey yapmış
olmaz.
“Aklın
yolunun bir olması” ile, “tek-tip insan yetiştirme projesi”ni karıştırıyorlar.
Herkes tek-tip anlayışta olunca, “bak, aklın yolu bir” diyorlar.
Modern
Kur’ân çalışmaları, Kur’ân’ı hayâta sokmama-merkezli çalışmalardır.
Aslında
Kur’ân çalışması değil, mushaf çalışmasıdır yaptıkları. Çünkü Kur’ân bütünü ifâde
eder. Bütün dikkate alınarak okunur. Mushaftan ise istediğin sayfayı okursun.
Ya da “birilerinin istediği sayfaları” ki bu sayfalar “hayâta dokunmayan”
sayfalardır.
Bu
çalışma-şekli yatay seyir hâlindedir ve bu yataylık sürekli aynı çizgide
döngüler hâlinde devâm eder. Eyleme dönük çalışma şekli ise dikey seyri hedefler.
Bu nedenle yatayın durgunluğunu parçalayarak da olsa ondan kurtulmanın plânını
yapar. Çünkü bir-şeyi aşmak, diğerini genelde yıkarak olur.
Modern
Kur’ân çalışmaları, istatistiğin konusu hâline geldi. “Kur’ân’ı kaç kere tefsir
ettiniz?”, “haftada kaç gün meâl-tefsir dersi yapıyorsunuz?” “Kur’ân hakkında
neleri ezbere biliyorsunuz?”, “kaç kişisiniz?”, kadın grubunuz kaç kişi?” vs.
gibi.
Modern
Kur’ân çalışmaları, seküler, yâni dîni reddetmeyen ama ahkâmı reddeden çalışma
şekilleridir. Hüküm, hemen ardından eylemi gerektirdiği için ve İslâm’i eylem
için ise, mevcut modern hükmü reddetmek şart olacağı için bu işin bedelini
ödemekten korkuyorlar.
Bu çalışmalar, Kur’ân’ı hayâta taşımaya
değil, taşımamaya endekslenmiş bir entelektüel çalışma şekilleridir.
Bir
şeyin adının İslâm’i olması o şeyin gerçekten de İslâm’i olduğunu göstermez.
Aşırı
anlama yorumlamacı ılımlı demokratik dincilere soracak olsak: Vahiy (Kur’ân)
merkezli gerçek İslâm adına ne yaptınız ve ne kadar yol aldınız” diye,
söyleyecekleri ve gösterecekleri hiç-bir şeyleri yoktur. Atmış oldukları bir
arpa-boyu yolları yoktur çünkü.
Çiğ-köfte
yerken, çay-kahve içerken ortaya atılan fikirlerle İslâm adına hiç-bir şey yapılamaz.
Ortaya atılacak o fikirler ancak tağutların işine yarar.
SONUÇ
İlhâmi Güler:
“Kur’ân, ulemânın toplamı tarafından
-bâtıni yorum hâriç- doğru anlaşılmıştır. Ancak sünniliğin “Kelâm-ı Kadîm”
teorisi yüzünden metin haddinden fazla istismâr edilmiştir. Metin “insan sözü”
değil de, Allah’ın büyüklüğü oranında “derin” ve “sonsuz” olarak görüldüğü
için, âyetler birer mâden ocağına, okyanusa veya Güneş’e benzetilerek sürekli
istismâr edilmiştir. Fıkıh’ta “kıyas”, Kelâm’da ve Tefsir’de “muhkem-müteşâbih”,
Tasavvuf’ta “zâhir-bâtın” bu istismârın kavramsal araçlardır. Oysa kıyas yerine
“istihsan” benimsenseydi; Âl-i İmran Sûresi’nin 7. âyetindeki müteşâbih
kavramının anlamı “anlamı kapalı âyet” değil de; gaybın (Allah, Âhiret, Melek vs.)
teşbihle insan zihnine yaklaştırılması (Zemahşeri) olduğu gerçeği benimsenerek
âyetteki durakla oynanmasaydı ve zâhir-bâtın bataklığına batılmasaydı bu
teşevvüş (karışıklık) olmayacaktı. O zaman da mârifet, tefsir yazmak değil;
altı yüz sayfayı altmış sayfada özetleyip, Allah’ın murâdını anladıktan sonra,
oturup adam gibi olup-biteni, olayları, olguları, yâni hayâtı bu altmış sayfaya
(asıl, evvel) göre “te’vil” etmek (hayâta uygulamak H.G.) olacaktı. Heyhat!
İstismâr hâlâ devâm ediyor. Kur’ân’ın anlam zenginliğinin kapasitesi, Allah’ın
mutlaklığı veya büyüklüğü ile doğru orantılı değil; arapçanın ifâde kâbiliyeti
ve alfabesinin mükemmelliği ile doğru orantılıdır” der.
Paul Tillich:
“Kelimeler, esas îtibâriyle, icrâ
ettikleri işlevden ve iletmesi niyetlenilen şeyden daha fazlasını anlatmazlar”
der.
Muhammed İkbâl:
“Sofu ve mollaya benden selâm olsun, Allah'ın emirlerini
bize söylediler. Fakat onların te’vili Allah'ı da, Cebrâil'i de, Hz.
Peygamber'i de hayret içinde bıraktı” der.
Apaçık olan bir Kitab’ı “anlamak” mı??.. Kur’ân’ın anlaşılmayacak bir tarafı yok. “Kur’ân
anlaşılmıyor” diyen kişi aslında, “kendi anladığının anlaşılmadığını” söylemek
istiyordur.
Tüm peygamberler kavimlerine kendi
dilleri ile gelmişlerdir ve onlara vahyi en iyi şekilde anlatmışlardır. Onlar da
kendilerine ne söylendiğini anlamışlardır. Buna rağmen dîni kabûl edip îman
etmemeleri, mesajı anlamanın, îmânı kabûl etmeyi yanında getirmediğini
gösterir. Anlamak kabûl etmek demek değildir çünkü. Kabûl etmeyince anlamanın
bir yarârı olmuyor. Kabûl etseydi harekete geçerdi. Kabûl, eyleme döner zîrâ.
Kur’ân bir konuda bir-birine zıt olan
bir-çok şey söylüyorsa, onda çelişki var demektir.
Kur’ân sâdece bu Dünyâ ile ilgilidir. Dolayısıyla;
Dünyâ kısıtlı olduğu için, Kur’ân’ın hükümleri/anlamı da kısıtlıdır. Bize
göredir, çünkü biz kısıtlıyız. Cennette-cehennemde geçerli değildir. Allah’ı da
bağlamaz. Yaratım sınırsızdır ama yaratılan sınırlıdır. Yaratılan için söylenen
de sınırlıdır bu yüzden. Nitekim Kur’ân, iki kapak arasında sınırlı bir
kitaptır. Sınırlı bir kitabın sınırsız anlamlarla dolu olduğunu söylemek
yanlıştır. Sınırsız olan belki “levh-i mahfuz”dur.
“Allah
size kitabı açıklanmış (mufassal) olarak indirmiş iken ben ondan başka
hakem mi arayayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz, o (Kur’ân)'ın gerçekten
Rabbi'nin tarafından indirildiğini bilirler, onun için hiç kuşkulananlardan
olma” (En-am 114).
“Elif,
Lâm, Ra. Bu bir kitaptır ki Hikmet Sâhibi her-şeyden haberi olan tarafından
âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da güzelce açıklanmıştır. Ta ki
Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz” (Hud 1-2).
“Andolsun,
biz onlara bir Kitap getirdik; îman edecek bir topluluğa bir hidâyet ve bir
rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık”
(Araf 7).
Ellerinde Kur’ân var. Kendilerini Kur’ân
talebesi, Kur’ân okuyucuları/halkaları/meclisleri vs. olarak kabûl ediyorlar.
Fakat zihinlerini/kâlplerini Kur’ân inşâ etmemiş. Bu nedenle de eylemlerini Kur’ân-merkezli
yapmıyorlar-yapamıyorlar. Söylemleri ile eylemleri bir-birini tutmuyor. Böyle
olunca da hayâtı Allah adına okumamış oluyorlar. “Bu durumun sebebi şudur: Onlar
îman ettiler, sonra küfre saptılar da kâlpleri üzerine mühür basıldı. Artık
onlar incelikleri kavrayamazlar” (Münâfikûn 3).
Yanlış anlaşılmasın.. Bu satırların
yazarı “İslâm’i ömrünü” Kur’ân okumaya vermiş birisidir. Nerdeyse tüm mesâisini
buna harcamaktadır. Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmak isteyen biridir. Karşı olduğu
şey Kur’ân’ı tağutların istediği gibi anlama yanlışıdır. Tefsirin te’vile
dönüşmesidir. Çünkü artık tefsir bırakıldı ve te’vil etme yoluna düşüldü.
Sınırsız te’vil. (burası çok önemli) Aşırı-yorumlama mevcut hayâtı
tağutlar/firavunlar kontrol ettiği için, onların istediği şekilde olacaktır.
Yorumlar, onların kurmuş olduğu Dünyâ’dan/kamûsal alandan etkilenerek yapılacak
yorumlar olacaktır. Kur’ân bütünlüğünden kopuk yorumlardır bunlar. (Biz burada te’vil kelimesini ıstılâhi anlamda
alarak, mânâyı farklılaştıracak şekilde aşırı yorumlama olarak aldık).
Şu-anda konuşulan ve yazılan aşırı-anlama çalışmaları
“haber”e yöneliktir “inşâ”ya değil. Müslümanlar artık inşâya değil, habere
bakıyorlar. “Haber” ile ilgili çalışmaları da zihinsel etkinlik olarak
yapıyorlar. Hayâta geçirmeye niyetleri yok.
Hiç-bir
zaman Kur’ân’ın gerçekten anlatmak istediği şeyi kavrayamazlar. Çünkü Kur’ân
ile; liberâl-seküler-kapitâlist-demokratik-konformist-modernist bakış-açısıyla
ilişkiye giriyorlar. Kur’ân ile yanlış bir ilişki hâlindeler.
Kur’ân’ı kelime-kelime, cümle-cümle te’vil etmeye
çalışıyorlar. Kur’ân’ın her âyeti ille de te’vil edilecek diye bir şey yok.
Meselâ Kur’ân’da duâlar var. Bunlar nasıl te’vil edilecek? Duâların te’vili
olmaz.
Gerçi te’vil kelimesini ıstılahta yanlış
kullanıyorlar. Te’vil aslında “işin gereğini yapmak” demektir.
En iyi yorum te’vil, fiil-eylem-cihad ile yapılır.
Yâni “ihbar-haber” varken bunu tekrar aşırı yorumlama
anlamında te’vil etmek yersizdir. Haberi okuduktan sonra onu tekrar te’vile
tutmak abestir. Zâten te’vil, haberi somut hâle getirmek demektir. Mustafa
Öztürk İbn-i Teymiye’den yaptığı alıntıda:
“İhbârın te’vili daha önceden haber verilen olayın fiilen gerçekleşmesi
anlamında olup, bir şeyin mânâsını kavramak değildir. Kısaca söz talep ifâde
ediyorsa, bunun te’vili, talep edilen fiilin kendisidir. Şâyet söz haber kipinde
ise, te’vil haber verilen şeyin dış-dünyâdaki tecellisidir. Söz-gelişi “güneş
doğdu” sözünün te’vili, onun fiili olarak doğmasından ibârettir. Yusuf
sûresinde rüyânın te’vili, rüyânın aynen gerçekleşmesidir. “Babacığım, işte bu,
vaktiyle görmüş olduğum rüyânın te’vilidir” (ve kâle yâ ebeti hâzâ te’vîlu ru’yâye min kablu)
(Yusuf 100). Kur’ân’ın daha açık hâle
getirilmesi, yorumlanması te’vil değil tefsirdir. Son olarak te’vil kelimesi
bir şeyin aslını, hakîkatini ve pratik sonucunu bildirme ve îzah etme anlamına
gelmektedir” der.
Elbetteki Kur’ân dersleri de gereklidir
ve olmalıdır. Ancak sâdece ders ve inceleme ile Kur’ân’ın insanların hayâtında
pratik bir şekilde yaşanan bir davranış hâline dönüşmesi mümkün değildir. Çünkü
günümüzde Kur’ân (belki mushaf demek daha doğru olur) derslerinden edinilen
bilgi ölü bir bilgidir. Kur’ânî bilgi ancak ve ancak hayâta yansıyınca dirilir
ve canlılık kazanır. Fikir ve düşünce-yolu amelî yola dayanmadıkça sonuç
vermez, hattâ uzun süre elde tutulamaz. Kur’ân’ın zihne inmesi
yetmez, yüreğe de inmeli ki yürekli nesiller ortaya çıksın.
Peygamberimiz bir hadislerinde şöyle
buyurur: “Ümmetime en çok tehlikeli olacak kimse, Kur’ân-ı Kerim’i yersiz
te’vil edendir” (Taberâni).
Meydandaki/eylemdeki
hareket, idrâkı/bilmeyi, hele anlamayı gerektirmez. Gerek kalmaz ona. Bilgi/idrâk
zâten eylemin içinde mündemiçtir. Artık îzaha de gerek yoktur.
Anlama çalışmaları maalesef idrâk çalışmaları
değildir. Yapılanlar formaliteden ibârettir. Kur’ân,
aşırı-anlama mensuplarının boğazlarından aşağı inmiyor. Yüreklerine ulaşmıyor.
Dillerinde kalıyor. Bu nedenle eyleme geçmesi söz-konusu bile olmuyor. Aşırı-anlama çalışmaları bu nedenle bir Kur’ân
istismarıdır.
Yapılan, İslâm’i/Kur’ânî bir muhabbet
değildir, piyasa muhabbetidir. Piyasanın belirlediği muhabbetlerdir bunlar.
Zinhar eyleme dönmeyecek muhabbetler. Fakat unutulmamalı ki, eyleme dönmeyen
hiçbir şey İslâm’i değildir, olamaz.
Eskiden Atina daha bilgili ama Roma daha
güçlüydü. Bu yüzden Atina/bilgi, Roma’nın/gücün elinde oyuncak oluyordu. Fakat
Roma da zulmün merkeziydi, insanlar Roma’nın elinde köle oluyorlardı. Demek ki
ikisi de eksik olduğundan dolayı yanlıştır. İlim-Eylem berâber olmalıdır. Çünkü
ilim ve güç ayrı-ayrı olunca kölelik kaçınılmaz oluyor.
“Bu-günün işini yarına bırakma!” atasözüne bir ilâve
yapmak gerekiyor. “Yarının işini bu-günden yapma”!. Derin araştırmalar yapmak “yarın”ların
işidir inşaallah.
İslâm âlemi yangın yeriyken, (Bizans’ın,
kuşatılıp fethedilmek üzereyken meleklerin cinsiyetini tartıştığı gibi) Kur’ân’ın
hiç de söz-konusu etmediği şeyleri tartışmak abesle iştigâl etmektir.
Peki ne yapalım mı diyorsunuz? Bunun cevâbını
Allah veriyor:
“Ey
iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a
ve Resûlüne îman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız.
Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin
günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn
cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.
Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih.
Mü’minleri bununla müjdele!” (Saff 10-13).
Görmemiz gereken şey zâten gözümüzün
önünde duruyor. Onu kabûl edebilmektir önemli olan. Eyleme dönmeyen hiçbir
şeyin anlamı da yoktur, anlaşılmışlığı da..
Yıkmadan yapmakla/tâdilatla da bu iş
olmaz. Çürük temelin üstüne sağlam bina kurulamaz. Bir-zaman sonra kokusu çıkar
çünkü. Bu yüzden ilk-önce mevcut paradigmanın yıkılması, sonra da İslâm’i hakîkatin
ve düzenin hayâtın tam ortasına konması gerekir. Çürük bir temel
üzerine ancak gecekondu yapılır ki, bu virâneyi yıkmak için kepçenin ne zaman
geleceği de belli değildir.
“Hak olan
çağrı (duâ, ibâdet) yalnızca O'na (olan)dır. Allah'tan başka çağırdıkları ise,
onlara hiç-bir şeyle cevap veremezler. (Onların durumu) yalnızca, ağzına
gelsin diye, iki avucunu suya uzatan(ın boşuna beklemesi) gibidir. Oysa ona
gelmez. İnkâr edenlerin duâsı, sapıklık içinde olmaktan başkası değildir” (Râd 14). Âyetin söylediği gibi, eylem şart. Yoksa
değişen bir-şey olmuyor. Şöyle bir senaryo ile merâmımızı anlatmaya çalışalım: “Peygamberlerden,
sahabeden, veli kullardan vs. süper-îmanlı 1 milyar insan olsun. Bu kişiler 1
milyar yıl boyunca yemeden-içmeden-uyumadan ve başka ihtiyaçlar için ara
vermeden en içten bir şekilde okuma-anlama-yazma çalışmaları yapsa ve
gözyaşlarıyla feryat ede-ede Allah’a duâ etseler ve yalvarsalar, bir kılı/çöpü,
milimetrenin %de 1’i kadar bile yerinden oynatamazlar. Hattâ Allah’tan başka
tüm varlık bir-araya gelse ve onlara aynı şekilde yardım etse bile yine de
sonuç değişmez. Fakat, Dünyâ’nın en âdi-şerefsiz bir insanı gelse ve o
kıla/çöpe dokunuverse, kılı/çöpü yerinden oynatması işten bile değildir. Hattâ
üflese bile yerinden oynar. Demek ki bu âlemde bir şeyi değiştirmek istiyorsak,
hareket/eylem kesin şarttır. Aksi-hâlde hiç-bir şey değişmez.
İlim, amele matuf olmalıdır. Bir
çalışma ya da söylem halka hitâp etmezse eyleme dönüşmez. Eylem olmadığında
devrim; devrim olmadığında devlet; devlet olmadığında da medeniyet olmaz.
Medeniyet yoksa zâten rezâlet diz-boyudur.
Samîmiyet yok, ciddiyet yok, disiplin yok, gayret
yok, fedakârlık yok, bir amaç yok. Bu nedenle de gerçek iş yapılmıyor: “Yoksa sen bunların çoğunun işittiklerini,
aklettiklerini mi sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, hattâ yolca,
hayvanlardan da şaşkındırlar” (Furkân 44).
Kur’ân’ın peygamber zamanında yaptığı
başarı epistemolojik bir başarı değil; hayâta yaptığı vurgular ve eylemlerin
sonucunda adâlet ve saâdetle ortaya çıkan bir başarıdır. “Episteme”nin değil,
eylemin başarısıdır.
Kur’ân’da müthiş bir potansiyeli/plânı vardır. Öyle
ki bu potansiyel/plân, Dünyâ’yı tümden değiştirebilecek güçte olan bir “eylem”
içerir. İşte İslâm medeniyetini bu eylem yer-yüzünde hâkim kılabilir. Devrime
dönüşebilecek bu eylemin kaynağı Kur’ân’dır. Bu eylemi Kur’ân potansiyel ve
plân olarak içinde taşır ve Allah’ın asıl isteği bu eylemin dışarı çıkarak İslâm
medeniyetinin oluşturulmasıdır. Çünkü adâlet, eşitlik, tevhid ancak bu
medeniyetle sağlanabilir ve mazlûmiyet de ancak bu medeniyet ile son bulabilir.
İşte bu nedenle biz diyoruz ki (Allah-u âlem), Kur’ân’da potansiyel olarak
bulunan bu eylem, eğer hayat bulursa ve medeniyete dönerse Kur’ân’ın teorik
kısmından üstün olur. Dolayısı ile Kur’ân’daki eylem, Kur’ân’daki sözden
üstündür. Çünkü bu, Kur’ân’ın “demek istediği”dir. Yazılı-sözlü tarafı ise “dediği”dir.
“Demek istenilen”, “denilen”den üstündür.
Kur’ân’ı işinize gelen her şekilde
açıklayabilirsiniz, fakat Kur’ân’ın gerçek açıklaması, işinize gelmeyen açıklamalardır.
Eğitimden ziyâde samîmiyet/ciddiyet
önemlidir.
Diyelim ki süper bir bilgisayar var ve bu
bilgisayardan insanın beynine bilgi nakledecek bir sistem geliştirilmiş. Bu
yolla 24 saat içinde her yönden sağlıklı bir insana, seçme 1 milyon kitap, 10
milyon dergi, 100 milyon makâle yüklendi. Dünyâ’da konuşulan her dil beynine
yüklendi. Kur’ân’ın “Şâmil Programı” gibi 100 tâne program beyne gönderildi.
Üstelik bir-kaç gün içinde bu bilgiler hücrelere yedirilmiş ve doğal hâle
getirilmiş olsun. Yâni harddisk gibi ruhsuz değil de, kişinin
değerlendirebileceği bir şekilde olsun. Kur’ân’ın hâfızı da oldu. Arapça
mükemmel olarak yüklensin vs.. Yâni her konuda âllâme-i cihan olsun bu kişi.
Hem de yüklenen şeyler boş ve değersiz kaynaklar değil, çok iyi seçilmiş ve
özenle ayrılmış kalitede kitaplar/kaynaklar olsun. Her konuda insanlık
târihinin en ileri ilim-sâhibi olsun. Bu kişi bundan sonra ne yapacak? Ne
yapmalı? Ne yapabilir?. Şimdi ne olacak? Eğer Dünyâ’nın perişân hâlinden
rahatsız olup bunu İslâm-merkezli düzeltme yolunda olmazsa ne kıymeti olur bu
kadar bilginin? Dünyâ’da hiç-bir şey değiştirmeyecekse o kişinin o kadar
bilgiye çok çabuk bir şekilde ulaşması neye yarayacak? İşte; bu kadar ilim
olacağına, zulmü/zorbalığı/zorluğu/acıyı vs. düzeltme yolunda atılacak en küçük
bir adım Allah katında sonsuz kez daha değerli olacaktır.
Arap-oğlu
arap olan bir arapça dil-uzmanı, süper bir Kur’ân kârisinden/okuyucusundan
dinleyeceği Kur’ân’dan ilk başta ne anlar?. İşte ilk başta ne anlarsa Kur’ân’ın
metin çevirisi odur. Artık onu sıkı bir şekilde okuma yoluna girip, sonra da
hayatta uygulamaya başlayıp Allah’ın murâdını/maksadını/hedefini gerçekleştirme
yoluna koyulmalıyız. İslâm’ın felsefesi kısaca budur. Zorlaştırmaya gerek yok..
Kur’ân’ı anlayıp-anlamadığınızdan değil,
ona uyup-uymadığınızdan hesâba çekileceksiniz.
Mehmet Âkif Ersoy:
“Hayâta geçirmek var ya? İşte bütün mesele orada” der.
Şezai Karakoç:
“Gerçek din, îlan ettiğimiz inancımız değil, yaşadığımız
hayattır” der.
Konfüçyüs:
“Yaldızlı
sözlerle erdem bağdaşmaz” der
“Böylece
her peygambere, insan ve cin şeytanlarından bir düşman kıldık. Onlardan bâzısı
bâzısını aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu
yapmazlardı. Öyleyse onları yalan olarak düzmekte olduklarıyla baş-başa bırak” (En-âm 112).
“Artık
dünyâ-hayâtı sizi aldatmaya sürüklemesin ve aldatıcı(lar) da sizi Allah ile
aldatmasın” (Lokman 33).
“Onlar
Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kâlpleri kilitli mi?” (Muhammed 24).
Âyetin söylediği gibi; Kur’ân ile inşâ
olmak, zihinden önce kâlp ile alâkalıdır. Dünyâ’nın sorunları sâdece zihin ile
değil, zihin-kâlp birlikteliği ile çözülebilir ancak. Çünkü Dünyâ ancak; Kur’ân
zihin-merkezli değil, zihin-kâlp-merkezli okunduğunda-yaşandığında hayâta hâkim
olarak “selâm yurdu” hâline gelebilir. Aksi hâlde, şu-anda olduğu gibi
mâlûmâtın konusu olur ve sonuçta da ortada birikmiş mâlûmatlardan başka bir şey
olmaz.
Mustafa Öztürk’ten iktibasla şöyle bir
derleme yapalım: Çok karmaşık ekonomik meseleler de dâhil Dünyâ’nın çeşitli
işlerinden her-şeyi anlayabiliyorsunuz da bir-tek Kur’ân’ı mı anlayamıyorsunuz?
İnsanlık târihinde sâdece Kur’ân’a yapılan bir “zulüm”dür bu; “onun zor
anlaşılacağını söylemek”, “herkes anlayamaz”, “anlamak lâzım” demek.
Hayatlarının hiç-bir tarafında anlama sorunu yaşamayanlar, Kur’ân’a gelince “nasıl
anlayacağız”ın derdine düşüyorlar ve “nasıl anlayacağız” diye gereksiz bir
strese, endişeye kapılıyorlar.
Kur’ân’ı anlamak için bir metoda, bir
usûle gerek yok. Strese girmeye gerek yok. Samîmi-ciddî-gayretli-odaklanarak
yapılan okumalarla kolayca anlaşılabilecek bir kitaptır Kur’ân-ı Kerim.
Meselâ, sigaranın zararlarının ne olduğu
artık en ince ayrıntısına kadar açıklanmışken ve bunu en iyi şekilde sigara
kullananlar da bilmesine rağmen yine de içmeye devâm ediyorlar. Sigaranın
zararlarını anlayamadıklarından değil, bırakmak istememelerinden. Bırakma
konusunda “ciddi olmamalarından” dolayı bırakamıyorlar sigarayı. Onun görece
hazzından vaz-geçmek istemiyorlar. Vaz-geçince her-şeyin biteceğini
zannediyorlar bir yanılsama olarak.
Aynı şekilde, Kur’ân’ı aşırı
anlama-yorumlama çalışmaları müntesipleri de, Kur’ân’ı sanki anlamak için değil
de anlamamak için okuyorlar. Çünkü, “anladık” dediklerinde birileri de “hadi
öyleyse meydana” diyeceği ve bu durum görece zor bir durum olduğu için bir
türlü “anladık” diyemiyorlar. Artık “anlama” çalışmaları, “yapılacakları
erteleme çalışmaları”na dönüyor, yapılan şey artık bir tiyatro oluyor.
Hiç-bir eylemde bulunmadan ve bir
eylem-plânı yapmadan, Kur’ân’ı (velev ki anlayarak) sâdece okuyup-tefsir edip
yorumlayarak bir şeylerin değişebileceğini beklemek ve zannetmekle; anlamadan,
sâdece (yüzünden arapçasını) okuyarak bir şeylerin değişebileceğini beklemek ve
zannetmek arasında fark yoktur.
“Semi’na ve ata’na=işittik ve itaat ettik” âyetinde “semi’na=işittik” diyoruz fakat bir türlü “ata’na=ittat
ettik” diyerek “ne bedel ödenecekse ödeyelim” deyip eyleme-amele geçemiyoruz. İtaat edemiyoruz. Böyle bir
anlayışla hiç-bir şey değişmez ve her-şey
Şeytan’ın ve tağutlasrın istediği gibi olur.
Eylemden kopuk salt zihinsel aşırı
okuma-anlama-yorumlama yöntemi, sürekli olarak sivrisineklerle mücâdele etme
yöntemidir. Hiç-bir zaman sorun bitmez. Bu yöntemde çözülmüş bir sorun örneği
yoktur. Sorunları çözmek için bataklığı kurutmak lâzım.
Mevcut durum, değirmen taşını çeviren eşeğin durumu
gibidir. Taşın arasında bir miktar buğday olsa da, buğdaydan ziyâde taşı öğüten
bir değirmendir o.
Yapılan şey geviş getirmektir ve geviş getirmek
ineklere mahsustur.
Unutmayalım ki ne kadar uğraşsak da Şeytan
kadar “âlim” olamayız. Hattâ Belam-ı Baura kadar bile “âlim” olamayız belki.
Zâten olmamalıyız da. Onlar işi eyleme dökmeye îtiraz etmişlerdi.
Hikmet Ertürk:
“Önümüze çıkan her yolda yürüyebileceğimizi düşünüyoruz.
Artık kaybolduğumuzun da farkına varalım. Sâdece söz söyleyiciler durumundayız,
her duyduğumuz şeye sarılıyor, taklit ediyoruz, bu gerçekte bizlerin kendimiz
olmadığımızı gösteriyor. Bir-birlerimize uzanamıyor, bir-birlerimizin üzüntü ve
sevinçlerine ortak olamıyoruz. Kendimiz için yabancılar olduğumuz kadar
bir-birlerimiz için de yabancılar konumundayız. Bir-birlerimizi gördüğümüzde
yine sâdece söz söyleyicilere dönüşüyor, yapmacık sözler ile bir-birimizi
geçiştiriyoruz. Arkası olmayan sözler sarf ediyoruz, sözlerimizin ağırlığı yok,
söylediğimiz, altına girdiğimiz yükümlülükleri yerine getirmiyor, bu
durumumuzdan rahatsız olmuyoruz. Söz tutucular değiliz. Vaktinde hiç-bir şeyi
yapamıyoruz, hep geçiştiriyoruz, ânı yaşıyoruz. Geleceğe yönelik tasavvurumuz
yok, bir-birlerimize karşı saygımızı en aza indirmişiz ve bu hâli ile ruhsuz
kalmışız. Heyecânımız gün geçtikçe gidiyor, bir-birlerimizden artık sıkılıyor,
bir-birlerimizi özlemiyoruz. Arayıp da sormuyoruz, üstelik buna özel
günlerimizi de dâhil ediyoruz der.
İhsan Eliaçık:
“İslâm dîninde olay
pratikle ilgilidir. Yaptıklarınla ilgilidir. Bir inanç, toplumsal olaylara
çözüm getirdiği oranda değerlidir. İslâm inancı bu açıdan değerlidir. Hak
aramayan, hakkını-hukûkunu bilmeyen, inancın sosyal yaşam ile sıkı bağlantısını
göremeyen bir nesil yetiştirme çabası var” der.
Atasoy
Müftüoğlu:
“Herkes Kur’ân okuyor, Kur’ân
anlatıyor, Kur’ân üzerine çalışıyor, araştırma yapıyor, ancak, bu etkinlikleri
yürütenler, bu yapılanların düşünsel/kültürel/ekonomik/politik, kişisel ve
toplumsal hayat üzerinde niçin dönüştürücü bir karşılığı olmadığını düşünmüyor.
Bizler, bu-gün, târihsel
sürecin/koşulların ürünü olduğumuz için, “İslâm’ı/Kur’ân’ı nasıl anlamalıyız”
bağlamında öteden bêri bitmez-tükenmez tartışmaları sürdürürken,
“İslâm’ı-Kur’an’ı nasıl gerçek kılmalıyız” konusunda hiç-bir çalışma
yapmıyoruz. Her-şey söylem düzeyinde kalıyor. İslâm, hayatta somut karşılıkları
olmayan, kitaplarda yazılı bilgilerle sınırlı soyut bir Dünyâ oluşturuyor.
İslâm’i sorumluluk ve içtenlik, dikkat çekmek üzere yazmak/yapmak ve yaşamak
yerine, dikkat edilmeye değer şeyler yapmak/yazmak/yaşamayı gerektirir. Maddî
çıkarlar adına bütün değerlerin/ilkelerin ve ölçülerin fedâ edilebildiği
günümüzde, İslâm’i yanımızın söylemden eyleme geçmesini sağlamamız
gerekiyor. İnançlarımızın eylemden bağımsızlaştırılması demek, anlamsızlığın ve
amaçsızlığın meşrûlaştırılması demektir. Bir anlam ve değer-sistemini ancak
bu sistemi bütün kavram ve kurumlarıyla, bütün boyutlarıyla/ilkeleriyle
yaşayarak idrâk edebiliriz. Fiilen tecrübe etmediğimiz, yaşamadığımız anlam
ve değerleri gereği gibi kavrayamayız. İlâhi hakîkati, ahlâkî bir sâdelik
içerisinde yaşamak, temsil etmek, bu hakîkati öğretmeye çalışmaktan çok daha
etkilidir. Bilgece sözler yazmak, söylemek bir şeydir; ancak, bilgece fedâkârlıklar
ve ferâgat içerisinde olmak kuşkusuz daha başka bir şeydir” der.
“Güzel söz O’na yükselir, onu da sâlih
amel/faydalı iş yükseltir” (Fâtır 10).
Eylem ile gerçeklik aynı şeydir. Eylemi
olmayan söylemlerin gerçekliği de olmadığı için, doğruluğu da sonsuz şekilde
tartışmalıdır.
Kardeşlerim!, yaptığınız şeyler işe
yaramıyor. Kur’ân’ın kelimelerinin analizini yaparak, insanları-Dünyâ’yı
mazlûmiyetten-perişanlıktan kurtarmayı düşünmek, zavallılıktır.
“Görmedin
mi; onlar, her bir vâdide vehmedip duruyorlar ve gerçekten onlar,
yapmayacakları şeyleri söylüyorlar/konuşuyorlar” (Şuârâ 225-226).
“Derken içlerinden zulmedenler, sözü değiştirdiler,
kendilerine söylenenden başka bir şekle soktular; zulmu âdet hâline
getirmeleri sebebiyle, Biz de üzerlerine gökten azap salıverdik” (A’raf 162).
Aşırı anlama-yorumlama çalışmaları
mensuplarına şu âyetle seslenmek uygundur: “Ey
îman edenler! yapmayacağınız şeyleri niye konuşuyorsunuz?” (Saff 2).
Din/İslâm, neyin söylendiği ile değil,
neyin göze alındığı ile ilgilenir.
Seyyid Kutup der ki:
“Şurası bir gerçektir
ki, bu dînin hakîkatini, amelî metodundan ayırmak imkân hâricidir” der.
“Allah’a yemin olsun ki, binlerce konferans,
milyonlarca vaaz, yüzlerce kitap, milyonlarca dergi, gazete, broşür asla İslâm’ın
yaşandığı ve hâkim olduğu ufak bir mahalle kadar etkili olamaz”.
1.400 yıl sonra hâlâ Kur’ân’ı anlama
çalışmaları yapılmasının nedeni, gerçekle yüzleşmekten korkulmasıdır.
Eyleme
dönmediğinde dile vurur vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder