Mekke
Medîne
0----------------------------------------------50-------------------------------------------100
Eğitim Dönemi
Devlet Kuruluyor
Kur’ân
inmeye devâm ediyor Kur’ân inmeye devâm ediyor
Dikkat edilirse Peygamberimiz, Medîne’ye hicreti
gerçekleştirdiğinde ve Medîne Site Devleti’ni kurduğunda Kur’ân’ın inişi henüz
tamamlanmamıştı. Yarısı inmişti, yarısı da henüz inmemişti. Başta Peygamberimiz
olmak üzere mü’minleri, Kur’ân’ın inşâ edip “adam” ettiğini düşünürsek; Kur’ân’ın
inişi tamamlanmadığı için inşânın da henüz tamamlanmadığı ortaya çıkar. Yâni Peygamberimiz
hicret edip devleti kurduğunda inşâ yâni eğitim bitmemişti, devâm ediyordu. Hâliyle
ahlâk da kemâle ermemişti. Çünkü henüz emirleri-yasakları bildiren âyetler/sûrelerin
inişi bitmemişti.
Fakat buna rağmen Peygamberimiz: “Kur’ân’ın tamâmı
inmedi, tamamlansın, ondan sonra hicret eder devleti kurarız” demedi, o-süreçte
devleti kurdu. Zâten yolun yarısına gelindiğinde devletiniz yâni yaşam-alanınız
yoksa inşâ/eğitim/ahlâklanma/adam-olma süreci devâm edemez/ileri gidemez. Çünkü
artık “uygulama alanı” ihtiyâcı doğmuştur.
Demek ki zamânımızda sürekli tekrarlanan: “Biz
kendimize bakalım; önce ahlâklanalım; önce eğitimimizi tamamlayalım; tam kıvâma
gelelim; tepeden inmeyle olmaz; haftada bir gün oruç tutalım; teheccüde
kalkalım, sonra devleti kurmaktan söz ederiz” gibi düşünceler eksiktir/yanlıştır
ve mü’minleri yarı-yolda bırakır/bırakıyor. Bunlar zâten o süreçte yapılacak
şeylerdir. Bunlar hangi konumda olursak-olalım zâten yapılması gereken
görevlerdir ki bunlar bize bir iç-enerjisi verir ve bizi dik ve diri tutar.
Hem belki de birileri yolun yarısına gelmiş ve “yapması
gereken işi” yapma durumundadırlar. Eee; bu kişiler henüz o noktaya gelmemiş
olanları mı bekleyecek?. Bu işin sonu yok ki.. Toplumun tamâmının tam-ahlâklı
hâle topluca gelmesi zâten matematiksel olarak da imkânsızdır. Çünkü bu “süreç”
en az 13-15 sene sürer ve sürecin tamamlanmasına yakın bir zamanda doğan birileri
varsa onları da beklemek lâzım gelir. Birileri hicret etme/devlet kurma
aşamasına gelmişse artık “hareket” başlamalıdır. Velev ki arkadan gelenler daha
yolun başında olsun ve Kur’ân henüz tam anlaşılmamış ve toplum da tam ahlâklanmamış
olsun. Yâni bir işi eyleme sokmak için illâki tam-anlamıyla eğitimin tamamlanmış,
ahlâklanma bitmiş ve kıvâma gelinmiş olması gerekmez. Kervan yolda düzülür
biraz da. Kur’ân’da hangi âyetteysen o âyeti eyleme dökmelisin. Kim neredeyse,
hangi âyetteyse o âyetin eylemini gerçekleştirmeli ve o âyeti diriltmelidir. Bu
tarzda olmayan modern eğitim süreçlerini tâkip zorunda değiliz, Allah/Kur’ân
bunu bizden beklemiyor ve tam tersine diyor ki: “Câhillerden yüz çevir”.
Bir yazıda şöyle denmiştir:
“Hz. Muhammed’e inananlar, onunla birlikte hicret edip ilk olarak birlikte
savaşanlar, önce Allah’ın şeriatı ile hükmeden bir müslüman devletin kurulması
ve şeriatın buyruklarına uyan müslüman toplumun inşâsı için çalışmışlardı.
Ancak bu hususları yerine getirdikten sonradır ki, itaât ve isyan ile
ilgili ve teferruat sayılacak konulardaki “emr-i bil mâruf ve nehyi anil münker”
vazîfesini yerine getirmeye başladılar. Hiç-bir zaman asıl enerjilerini basit
şeyler için harcamadılar.
İslâm devleti kurulmadan ve müslüman toplumun yapısı inşâ edilmeden
önce, çabalarını ancak bütün esasların-esası durumunda olan bu temelin inşâsına
harcadılar. “İyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak” prensibinin mefhumu da
realitelerin îcâbına göre değerlendirilmelidir. Büyük kötülükler
nehyedilmeden ve büyük iyilikler emredilmeden önce ikinci veya üçüncü
derecedeki kötülüklere veya iyiliklere geçmek olmaz. İlk İslâm cemiyetinin
yapısı kurulurken bu husus üzerinde dikkatle durulmuştur”.
Tabi ki acelecilikten de kaçınmak gerekir.
Amel-eylem, ortaya çıkmak için kendini zorlayacak seviyeye gelmelidir enfüste
ve âfakta. Seyyid Kutub:
“İslam nizâmını tatbike koymak ve Allah’ın emirleriyle hükmetmek âcil
olan ilk hedef değildir. Zîrâ toplumun tamâmını veya amme hayâtında ağırlık
sâhibi sağlam bir kısmını, önce İslâm akîdesini, sonra da İslâm nizâmını doğru
anlayabilecek seviyeye getirmeden bunun gerçekleştirilmesi mümkün değildir.
Tevhid temeli yerleşmeden girişilecek uygulamalarda, sistem şeklen İslâm’i
görünse bile, câhili âdetler yaşamaya devâm edecektir” der.
Reçete, seküler bir devletin-dünyânın içindeyken çıkmaz.
Nasıl bir reçete olacağı bile belirlenemez zîrâ. Gerçek reçete, İslâm’ın
yolunda gidilirken açığa çıkar. Yâni hareket hâlindeyken oluşur İslâm’i
hareket plânı.
Târikatlar/cemaâtler/hizipler/gruplar vs.
hareketi/eylemi/cihadı bırakmışlar, eğitim yoluna düşmüşler. Bu eğitimin ne
zamana kadar süreceği de belli değil. “Eğitim ne zaman görünür hâle gelecek”
diye bir soruyu kabûl etmiyorlar. Zâten gündemlerine de almıyorlar. Öyle bir duruma
gelinmiş ki, eğitimin kendisi hedef olmuş. Başka bir dertleri kalmamış
eğitimden başka. Müslümanların/mazlumların hâl-i pür melâli umurlarında bile
değil. Belli bir eğitimin olması tabî ki gerekir, fakat bu bilgiler ne zaman
bilince dönecek, hayâta düşecek ve gerçeğe dönüşecek?. Bu eğitimlerin sonunda
ne olacak?. Edindiğiniz bilgileri nerede kullanacaksınız?. “Eğitim için eğitim”
müslümanların âmentüsü olmuş. Cemaatler yaklaşık 50 yıldır eğitim dînî eğitim yapıyor
ama hiç-bir yaraya merhem olamıyorlar. Hattâ yarayı derinleştiriyorlar.
Cemaatleri adına yaptıkları maddî kazançları var ama İslâm ve İslâm-dünyâsı
adına yaptıkları bir şey, bir kazanç yok. Eğitim onları amel-eylem aşamasına
getirememiş ve hattâ bunu düşündürmüyor bile. Sonunda eğitimleri birilerinin
öğütümleri oluyor. Demek ki salt eğitim ile bir şey düzelmiyor ve tam-tersine; eyleme
dönmeyen eğitim, mevcut durumu sürdürüyor ve daha da kötüleştiriyor.
İnsanlar; eylemin ağırlığı, pısırıklık, parti, hizip,
grup, cemaat vs. gibi oluşumlara entegre olduklarından dolayı bir-türlü eyleme
geçemiyorlar; bilinçli bir eyleme. Hattâ eğitim/ahlâklanma/olgunlaşma çalışmalarının
bizzat kendileri eyleme engel oluyor. Eyleme dönmek için bu özelliklerin kemâle
ermesi bekleniyor. Hâlbuki eyleme dönmeyen düşünceler faso-fisodan ibârettir.
Hiç-bir değeri yoktur. Kemâle de eremez. Ancak muhâtabını oyalar. Bu yüzden
zamânı geldiğinde “hasat” yapılmalıdır. (Ki bu zaman için meselâ Asr-ı Saadet
sürecini örnek alırsak, yolun yarısı olan bir zamâna denk geliyor). O
âyetin/sûrenin/durumun vs. gereği yapılmalıdır. Zâten bu-andan îtibâren artık
bir hayat-alanınız yoksa, o yapmaya çalışılan eğitim/ahlâklanma/adam-olma süreci
de sekteye uğramaya mahkûmdur. Çünkü İslâm bir îman-eylem-amel dînidir.
Sâdece gönüllerde yaşanacak-yaşatılacak bir din değildir. İnananlarından
bir alan ister. Uygulama alanı. Eylem ve onun (inşâAllah) sonucu olan devlet
aynı-zamanda nîmeti celb-eder. Böylece nîmet kemâle erecektir. Yoksa Kur’ân’ın
yarısı yaşanamayacağı için hükümsüz/etkisiz kalacaktır. Yaşanamayan Kur’ân ölü
bir metinden ileri gidemez. Okuyucularına da ancak düşünsel orgazmlar yaşatır. Orgazm
olan kişi/toplum ise, yeni bir “gusül abdesti” almadıkça temizlenemez.
Namaza/kıyâma/eyleme duramaz.
Bir tohum saçıldığında onu hasat etmek için bile
elbette bir zaman/süreç geçmesi gerekir. Bir fidan dikildiğinde onun ağaç olup
meyve/ürün vermesi için belli bir zaman geçmesi gerekiyor. Bu gerçeği ıskalamıyoruz
ve bir sürecin olması gerektiğini biliyoruz ve biz de söylüyoruz. Fakat,
“hasat”ın da zamânında yapılması gerekir. Hasat, zamânında yapılmadığında “çürüme”
kaçınılmaz olur. O şey artık başka bir şey olur. Boşa gider. Meyve-ürün
olgunlaştığında artık hasat yapılmalıdır. Yan-bahçedeki meyvelerin de
olgunlaşmasını beklemeye yok.
Her-şey zamânında olmalıdır. “Geç gelen adâlet,
adâlet değildir” denir meselâ. Pişmiş
aşı daha fazla ateşte tutmak olmaz. Yemek ziyân olur zîrâ. Tevbeyi bile zamânında yapmak gerekir. Ölüm hâlinde
yapılan tevbe geçersizdir çünkü.
Toplumun tamâmı “on numara adam” edilemeyeceği gibi; “tamamlanmış
bir İslâm’i hareket plânı” da yapılamaz vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mart
2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder