Önsöz
Özellikle
Fransız İhtilâli’nden sonra dünyâ-insanları yeni bir bakış-açısını kabûl ederek
toplumlarını buna göre şekillendirmeye başladılar. Bu bakış-açısı kapitâlizmin
baskısıyla oluşturulmaya çalışılan laik/seküler/liberâl düşünceye dayalı
yönetim şekilleridir. Demokrasi sistemi ile eylemde bulunan Cumhuriyet
ideolojisi sâdece monarşiyi iptal etmekle kalmamış, bunun yanında dîni de
yönetimden uzaklaştırarak yönetimi dinsiz/ahlâksız bırakmıştır. Buna Tanzimat
Fermanı ile adım atan Osmanlı İslâm Birliği, 1924 yılından sonra resmî anlamda
da katıldı ve İslâm’i iddialarından vazgeçtiler. İslâm artık, fiîli olarak
görünür olmaktan çıktı ve kâlplere/vicdanlara hapsedildi. Bâzı
hareketlerin/toplulukların tekrar İslâm’i düzene dönme söylemleri ve eylemleri
genişleyip hâkim olamadı ve baskılara dayanamayıp zamanla bu toplumların da
söylemleri/eylemleri değişerek liberâlleşti. Neo-liberâl sistemler Dünyâ’da
iyice yerleştikten sonra ise artık insanlar bırakın İslâm’i bir devlet/ülke istemeyi,
bunu bir şiddet söylemi/eylemi olarak görmeye başladı. İslâm’i bir devletten
bahsedildiğinde insanların kâlpleri korkudan titremeye başladı. Böyle bir
şeyden bahsetmek komik/ütopik/çirkin/korkunç/ilkel ve hattâ gayrı İslâm’i bir
düşünce olarak görülmeye başladı. İslâm’ın böyle bir talebinin olmadığı söylemi
yayıldı ve nefislere de hoş gelen bu düşünceye meyil artmaya başladı. Oysa
Allah Kur’ân’da: “Allah, içinizden îman
edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan
öncekileri nasıl “güç ve iktidar sâhibi” kıldıysa, onları da yer-yüzünde “güç
ve iktidar sâhibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini
kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra
güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç bir
şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nur
55) der. Ayrıca “Allah İslâm/barış/selâmet
yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğru yola yöneltip-iletir” (Yunus 25)
âyetiyle Dünyâ’da başlayıp cennette kemâle erecek ve noktalanacak İslâm yurdunun/devletinin
kurulmasına teşvik eder.
İşte bu
kitap, unutulmaya yüz tutmuş ve artık akıllara bile neredeyse hiç gelmeyen
böyle bir ülke/devlet emrini/ihtiyâcını yeniden gündeme getirmek ve İslâm Devletini
ilk önce kâlplere sonra da Allah’ın izniyle yer-yüzüne yerleştirmek gâyesiyle
hazırlanmış nâçizâne olmayan ciddî bir çalışmadır. Amaç,
adâletsizlik/eşitsizlik/hakîkatsizlikten perişan bir hâlde olup neredeyse bu
çirkefliğe dayanamayarak parçalanıverecek duruma gelmiş olan Dünyâ’yı yeniden
adâlet ve esenlik-yurdu hâline getirmektir. Ayrıca özellikle Allah’ın (c.c.)
melek Cebrâil aracılığı ile âlemlere rahmet efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.)
gönderdiği kılavuza rağmen İslâm âleminin hâl-i pür melâlinin değişmesine katkı
sunmaktır. Gayret bizden, tevfik/yardım Allah’tandır.
Hârûn Görmüş
1.BÖLÜM
Ülkenin Genel Görünümü
Vahdetya;
Akdeniz’de, Kıbrıs Adası’nın güney-batısında bulunan, yaklaşık 500.000 km²
büyüklüğünde, dört tarafı denizlerle çevrili olan bir “ada”dır. En yüksek
rakımı 6.750 metre yüksekliğindeki Nur
Dağı’nın zirvesidir. Ada’da her yönden müthiş bir potansiyel vardır. Denizleri,
dağları, nehirleri, ormanları vs. bütün tabiatı doğal güzelliklerle doludur.
Toprakları çok verimlidir. Her tür bitkinin yetişebileceği bir iklimi vardır.
Ortalama ısısı 27 derecedir. Isı, yazları 40 dereceye kadar yükselirken,
kışları 3 dereceye kadar düşer. Rüzgâr hemen hiç kesilmediğinden, yazın hem 40
derecelik sıcaklık hissedilmez hem de havanın nemi oldukça düşüktür. Kışın ve
bahar aylarında hatırı-sayılır bir yağmur düşer Ada’ya. Kış mevsiminde ılıman
bir iklim yaşanır. Klâsik Akdeniz iklimi vardır. Ada’ya en son kar 33 sene önce
yağmıştı fakat yağan çok da hatırı-sayılır bir kar sayılmazdı. Sâhil kesiminde
doğal bir kumsalı ve kumlu bir denizi vardır. Bu kumsal neredeyse bütün Ada’yı
çevreler. Ada’nın havası sürekli esen rüzgâr sâyesinde temizdir. Rüzgâr nâdir
olarak hızını artırır. Bâzen çok şiddetlendiği de olur. Deprem yönünden bir
sıkıntısı yoktur. En son büyük deprem 1863 yılında 6.8 büyüklüğünde
gerçekleşmişti. Hemen-hemen tüm mâdenler Ada’da mevcuttur. Özellikle bor,
toryum ve petrol yönünden zengindir. Altın, gümüş, demir, bakır vs. rezervleri
yüksektir. İnşâat malzemesi rezervleri boldur. Balta girmemiş ormanları vardır.
Lâkin Ada’da yaşayan bozguncuların bulundukları yerde 1930 yılı îtibariyle
neredeyse bir ot bile yoktu. Yakıp-yıkmaktan bir fidan bile dikmeyi
düşünmemişlerdir. Zâten bozguncuların böyle şeylerle işi olmaz ya.. Mağaraları,
yer-altı kaynak suları, şifâlı sular, yaylaları vs. hep keşfedilmeyi
beklemiştir uzun yıllar. Bütün Ada’yı, en uzağı iki mil ileride olan
büyüklü-küçüklü adacıklar çevreler ve güzel bir manzara oluştururlar. Doğası
yönünden cennetin bir şûbesi gibidir. Bizans, Roma, Osmanlı ve İslâm
devletlerinin, Ada’da bulundukları dönemde yapmış oldukları târihi eserler;
tapınaklar, câmiler, köprüler, hamamlar, çeşmeler vs. görülmeye değer
yerlerdir. Mîlattan önceki medeniyetlerin izlerine rastlamak da mümkündür. Ne
var ki Ada, bakımsızlıktan ve ilgisizlikten viran bir hâle gelmiştir. Ada’yı
işgâl ederek oraya yerleşenler, tâbiri câizse bir çivi bile çakmamışlardır bu
güzelim yere. İşgalcilerin aralarında yaptıkları savaşlar yüzünden Ada’nın
genel görüntüsü de çöplüğe benzer. Bu ve başka bâzı nedenlerden dolayı bu kadar
potansiyel güzelliği olan bu yer “keşfedilememiştir”.
Ada
1930 yılına kadar beş devlet arasında dengesizce paylaşılmış ama hiçbir şekilde
doğru-düzgün yönetilememiş ve ülkenin hiçbir doğal kaynağından yararlanılamamıştır.
Vahdetya ismi 1932 yılında Vahdetya’lılar tarafından verilen ismidir. Önceki sâhipleri
kendi bölgelerine muhtelif isimler vermişlerdi. Bu isimler kalıcı olamamıştır.
Ada bir-çok kere değişik milletlerce el değiştirmişti. Ada’da kayda değer bir
iş yapılmamış olduğundan ve hep savaşlara mâruz kaldığından dolayı yıkık-dökük
ve viran bir hâldeydi. Hiçbir sanat ve kültür hareketinin izine rastlanmıyordu.
Bir zamanlar büyük devletler tarafından ele geçirildiğinde yapılan güzel
eserler ise bakımsızlıktan dolayı yıkılmaya yüz tutmuştu. Ada âdeta; “yok mu
beni hakkıyla sâhiplenecek biri” diye haykırıyordu. İşte bu haykırışa
Vahdetya’lılar, İmamları Hârûn ile cevap veriyordu: “Biz varız”!
Vahdetya’lıların Ada’ya Hicreti
Ada’da
1930 yılının nîsan ayına kadar işgalci güçlerden toplam 7 milyon kişi
yaşıyordu. Beşe bölünmüş olan Ada’nın nüfusunun 1,5 milyonunu Uzlak’lar
oluşturuyordu. Kendi aralarında sürtüşmeleri devâm eden bu topluluklar sert mîzaçlı
ve savaşçıydılar. Bu güzelim Ada’ya yakışmayacak tavırlar sergiliyorlardı.
Vahdetya’lılar ise hicret edebilecekleri ve dinlerini özgürce yaşayabilecekleri
bir vatanın özlemiyle yanıp-tutuşuyorlardı. Vahdetya İmamı Hârûn, bu Ada’ya
1928 yılının mart ayında bir yük gemisiyle gizlice geldi. Burada geçirdiği kırk
gün, Ada’nın genel durumunu tanımasına yetmişti. Vahdetya’lılar daha önce yaşadıkları
yerde inanç baskısına mâruz kaldıklarından ve dinlerini gönüllerince
yaşayamadıklarından dolayı bir kurtuluş reçetesi olan “hicret”i uygulamak
istiyorlardı. İmam Hârûn döndüğünde, gittiyi Ada’nın yerleşilebilecek ve
yaşanabilecek bir yer olduğunu söylüyordu kardeşlerine.
Ada’nın
işgalci güçlerinden biri olan Uzlak’lar, her ne kadar sert mîzaçlı olsalar da,
diğerlerine göre dîne daha sıcak bakan bir topluluktu. Bunun nedeni ise semâvi
bir dine inanmalarıydı. Bu din Hrıstiyanlıktı. Hristiyan olmalarına karşın bu
din ile ilgili pek fazla bir şey bilmiyorlardı. İmam Hârûn, Uzlak Kralı Greon’a
gönderdiği bir mektupla görüşme talep etmişti. Görüşme isteğinin kabûl
edilmesiyle birlikte İmam Hârûn tekrar Ada’ya geldi. İmam; Kral Greon’la
uzun-uzun konuştuktan ve onu iknâ ettikten sonraki üç ay içinde 1,5 milyon
insanla birlikte Ada’ya hicret edip yerleşti. Ada’ya gemilerle ve belli
periyotlarla toplam üç ay süren bir zamanda hicret ettiler. 20 Kasım 1928 de
hicret tamamlanmıştı. 20 Kasım tarihi bu yüzden Vahdetya’lılar tarafından hep
hayırla yâd-edilir. İmam Hârûn bir-kaç arkadaşıyla birlikte en son hicret etti.
Hicret sırasında sürekli Yâsin Sûresi’ni okuyorlardı. Berâber okudukları âyetlerden
biri de:
“De ki: Rabbim! Beni dâhil edeceğin yere hoşnutluk ve
esenlikle dâhil et; çıkaracağın yerden de hoşnutluk ve esenlikle çıkar.
Katından beni destekleyecek bir kuvvet ver” (İsrâ Sûresi 80)
âyetiydi.
İmam Hârûn arkadaşlarına
hicreti şu şekilde tanıtmıştır: "Hicret, ilk önce nefislerimizdeki her
türlü gayr-i İslâm’i anlayış ve duygulardan arınmak, amellerimize yerleşen
gayr-i İslâm’i davranış ve alışkanlıkları terk etmektir. Hicret, insanın en çok
sevdiği, fakat Allah'ın dîninin yaşanmasına engel olduğu zaman, vatanın,
milletin, âilenin, sosyâl sınıfın, makam ve mevkinin Allah'ın dînine hizmet
etmek için terk edilmesidir. Hicret bir kaçış değildir. Aksine kâfirlere ve
zâlimlere terk edilen haklarımızı geri almak, mücâdelenin şartlarını yaşanır
hâle getirmek için hazırlanmaktır. Yâni geri dönüş ve hesap sorma eylemidir
hicret".
Vahdetya’lıların
Ada’ya hicret etmeleri önceki vatanlarından bir kaçış değildi. Hicret esâsen
bir kaçış değil, bir “göçüş”tür. Zamânı geldiğinde ve şartlar oluştuğunda dînin
bir emri hâline gelen bir harekettir. Hicret bir vaz-geçiştir. Allah için bir-çok
şeyden vazgeçip hicret edenler yer-yüzünde barınacak çok yer bulurlar. Aslında
bu hicret olayı tüm peygamberlerin yaşamış olduğu bir süreçtir. Hicret aynı-zamanda
“nimet” ile tamamlanan bir süreçtir. Bu nimetin tezâhür etmesi için hicretin
gerçekleşmesi gerekir. Aynı-zamanda ağır bir imtihandır da. Atalarından bêri
asırlardır yaşamış oldukları, üstelik oldukça da güzel olan vatanlarını terk
etmek Vahdetya’lılar için çok da kolay olmadı. Evlerini, arâzilerini,
hısım-akrabâlarını, eş ve dostlarını orada bırakmak zorunda kalmışlardı.
Yanlarında bir tek, anılarını getirmişlerdi. Hicretin en ağır yükünü de,
anne-babalarından, kardeş ve akrabalarından bile ayrılmak zorunda kalanlar
omuzlamışlardı. Allah bu kadar zahmeti onlara eziyet olsun diye değil, meziyet
olsun için ön-görmüştü. Ama her hâlukârda hicret zorlu bir işti. Uzlak’lar ilk
başta biraz tedirgin olmalarına karşın, muhâcirlerin olumlu ve erdemli
davranışlarıyla tedirginlikleri zamanla kayboldu. Hattâ zamanla iyi dostluklar
bile kurulmuştu. Uzlak’lar için bu sıcak ilişkilerin bir başka faydası da,
diğer işgalci güçlere karşı nüfus olarak güçlenmiş olmalarıydı.
Ada’nın Tek Sâhibi Kim Olacak?
Aradan
yaklaşık 11 aylık bir zaman geçmişti ki, pek de önemli olmayan bir olay
yüzünden tarafların arası açılmaya başladı. Taraflar arasında çıkan olaylarda
her topluluktan üç-beş kişinin ölmesi savaş borularının çalınması için yetti.
İmam
Hârûn, Kral Greon’a olası bir savaş durumunda destek sözü vermişti. Tek şartı
ise Uzlak’ların haklı olan taraf olmalarıydı. Çünkü Vahdetya’lılar İslâm dînindendi
ve Kur’ân onlara, haksızlığa uğrayanlardan taraf olmalarını emrediyordu.
Ada’da
Uzlaklar’dan başka; Gurgiş’ler, Martuk’lar, Melagan’lar ve Karnak’lar vardı. Bu
topluluklarının adları, Ada’ya ilk gelen liderlerinin isimleriydi. Aslında
millet olarak hangi ırka mensup olduklarını bile unutmuşlardı. Gerçekte ise
Uzlak’ların dışındakiler Avrupa’lı; Uzlak’lar ise Afrika’lıydı.
İlk
başta Uzlak’lar savaştan uzak kalarak kendilerini korumayı düşünüyorlardı.
Fakat savaş da kaçınılmaz görünüyordu. Tarafsız kalmak isteyen Uzlak’ların
savaştan uzak durmak istemelerinin ciddî bir nedeni vardı. Bu neden, silâh
teçhizâtı yönünden diğerlerine karşı güçsüz olmalarıydı. Bunu iyi bilen Greon,
İmam Hârûn ile gece başlayıp sabaha kadar süren bir görüşme yaptı. Bu
konuşmanın sonunda kararlaştırılan plân şuydu: İmam Hârûn ve müslümanlar savaşa
çıkmayıp silâh ve yiyecek üretimi işini üstleneceklerdi. Yâni bir-nevi, levâzım
taburu olacaklardı. Uzlak’ların çocuk ve ihtiyarlar hâriç bütün erkekleri ve
bir bölüm kadın cepheye gidip savaşacaktı.
Bu-arada
gelen haberler kötüydü. Uzlak’lar dışında kalan dört grup, aralarında anlaşarak
birlik oluşturmuşlardı. Bu durum Uzlak’lar için hiç de iyi bir haber değildi.
Savaşın kaçınılmaz hâle gelmesinin asıl nedeni buydu. Yoksa Uzlak’ların plânı,
savaşıyormuş gibi görünüp savaştan uzak durmaktı. Bu plân İmam Hârûn’a âitti.
Daha önce de bu dört grup Uzlak’lara karşı birlik oluşturmuşlar ama uzun
görüşmelerden sonra savaş daha başlamadan bitmişti. Fakat bu sefer durum çok
ciddiydi. Nitekim saldırılar başladı. Müttefikler olanca güçleriyle
saldırıyorlardı. Uzlak’lar müttefiklere karşı tüm güçleriyle direnmelerine
karşın bir-süre sonra yok-olma durumuna kadar gelmişlerdi. Greon hemen, yardıma
gelmek isteyen İmam Hârûn’a haber gönderip, geride kalan kadın ve çocukları ona
emânet ettiğini ve savaştan uzak kalmasını bildiriyordu. Uzlak’lar sert mîzaçlı
oldukları kadar da çok gururlu insanlardı. Mağlup olarak dönmektense ölmeyi
tercih ederlerdi. Uzlak’ların cephedeki olanca gayretleri ve çok üstün
başarıları müttefik kuvvetlerin üçte-ikisini yok etmişti. Fakat 19 gün süren
savaş sonunda, Kral Greon başta olmak üzere Uzlak Ülkesi’ne tek bir Uzlak
askeri dönemedi. Bu, Uzlak’ların Ada’daki varlıklarının neredeyse sonuydu.
Uzlak toprakları; az-sayıda kadın, yaşlı ve çocuk, İmam Hârûn’la
Vahdetya’lılara kalmıştı.
Bu-arada
müttefik kuvvetler, başarısızlıkları yüzünden kendi aralarında birbirlerini
suçluyorlardı. Çünkü 4 milyonluk bir güçle yaklaşık 1,5 milyon Uzlak ordusuna
neredeyse yenilmişlerdi. Savaş hiç-birinin işine yaramamıştı. Bu durum
aralarında sorunlara ve en sonunda savaşa kadar varacaktı.
Ve
gün geldi, birbirlerine karşı savaş îlan ettiler. Hepsi de savaştan
kendilerinin gâlip çıkmasını ve Ada’nın mutlak hâkimlerinin kendilerinin
olmasını umuyorlardı. Fakat savaş haftalarca sürmesine ve tüm tarafların asker
ve teçhizat kaybına rağmen noktalanamıyordu. Artık ne savaşacak asker, ne de
kalan bir avuç askere yetecek erzak vardı. Tükenmek üzereydiler. Bu durumu bir
haber-ağı kuran İmam Hârûn dikkatle izliyordu. İmam Hârûn aslında daha önce
yaşadığı ülkede başarılı bir ordu kumandanıydı. Savaşı ve stratejiyi iyi
bilirdi. Diğer toplumların bu kötü durumundan yararlanarak plânlar ve
hazırlıklar yaptı. Bütün güçlerini toplayan Uzlak’ların son fertleri, yaşlarına
ve kadın olmalarına bakmadan, biraz da intikam duygusuyla İmam Hârûn’a tüm
desteklerini verdiler. Çok yerinde bir savaş taktiği ile âni bir saldırıya
geçen İmam Hârûn, Gurgiş’ler, Martuk’lar, Melagan’lar ve Karnak’lardan oluşan
Ada-sâkinlerini dağıttılar ve yaşadıkları yerleri zaptettiler.
“…Sayıca az nice
topluluklar, Allah'ın izniyle, kendilerinden çok büyük ordulara gâlip
gelmişlerdir. Zîra Allah, güçlüklere karşı sabırlı olanlarla berâberdir” (Bakara Sûresi 249).
Yapacak
hiçbir şeyleri kalmayan bu topluluklar gemilere binip kaçmaya başladılar. Lâkin
“kader” onları târih sahnesinden silmek istiyordu. Geride hiçbir şey bırakmadan
gemilere binip kaçmayı düşünen bu insanları çok kötü bir sürpriz bekliyordu.
Daha bir-kaç mil yol almadan başlayan ve gittikçe şiddetlenen fırtına bu
toplumların son kalıntılarını da suların karanlık derinliklerine gömecekti.
İmam
Hârûn bu durumu Allah’tan biliyor ve hicret etmeden önce yaptıkları: “Allah’ım
bize mutluluk yurtları aç, bizi dînimizi ve îmanımızı hakkıyla yaşayacak yerlere
sevket” diye ettikleri duânın kabûl olunduğunu görüyordu.
Aradan
geçen üç aydan sonra sular durulmuş ve ortalık toz-dumandan arınmıştı. Bu-arada
müslümanlar, Uzlak’lardan geriye 250 bin kadar nüfusları kalan kadın ve
çocukların sevgilerini ve hayranlıklarını kazanmışlardı. Uzlak’lardan geriye
kalanların içinde çok yaşlı 250-300 kişinin dışında hiçbir yetişkin erkek
kalmamıştı. Uzlak’lar; dinlerini, yaşayışlarını hayranlıkla seyrettikleri müslümanların
dînine girmeye karar verdiler ve kısa bir süre sonra da bu “katılım”
gerçekleşti. İmam Hârûn tüm Vahdetya’lılardan biat alarak onları “îman kardeşi”
îlan etti. Böylece Ada, Uzlak’lardan geriye kalanların da İslâm’ı seçmesiyle
birlikte müslümanlara kalıyordu. Artık Ada, müslüman bir ada, müslüman bir ülke
olmuştu. Allah, hicrete gönül verenlerin duâlarını kabûl etmişti. Hicretin
bereketi sonuna kadar kendini göstermişti. Artık Ada’nın tek hâkimi İmam Hârûn
önderliğindeki müslüman Vahdetya’lılardı.
Vahdetya’lılar Kimdir?
Allah’ın
bereketiyle Ada kısa-zamanda müslümanlaşınca ve Ada’nın tümü Vahdetya’lılara
kalınca, sıra, Ada’da düzenli bir devlet kurmaya gelmişti. Vahdetya’lılar,
düzenli bir çevre, düzenli bir hayat, düzenli bir dînî yaşam vs. kısaca her
türlü düzenliliğe alışkındılar. Bu alışkanlıklarını önceki yurtlarında
edinmişlerdi. Vahdetya’lıların ırksal-dinsel ataları çağlar boyunca hep
disiplinli bir hayat yaşamışlardı. Bu durum Vahdetya’lılara da doğal olarak
sirâyet etmişti. Disiplinli, çalışkan, sabırlı, vefâlı, îmanlı ve ilkeliydiler.
Görünüm olarak şişman olmayan, orta-boydan biraz fazla; uzun-boylu
sayılırlardı. Doğal olarak Osmanlı ırkının genel görünümündeydiler. Evet;
Vahdetya’lılar ağırlığı Türk olan; Kürt, Laz, Çerkez, Muhâcir vs. değişik
ırkların da bulunduğu karma bir yapıdan oluşuyordu. Zâten bu azınlıklar uzun
yıllar berâber yaşadıklarından, Osmanlı kültürünü benimsemişlerdi. Gerçi bu ırk
meselesi hiç gündeme gelmez, sorulduğunda sâdece; “müslümanım” derler.
Vahdetya’da bir insanın, “müslümanım” dedikten sonra; Türk’üm, Kürt’üm, Laz’ım
vs. demesi çok abes addedilir. Vahdetya’lılar, Türkçe, Arapça ve Farsça ile
yoğrulmuş olan Osmanlıca dilini konuşurlar. Alfabe olarak arap alfabesini kullanırlar.
Uzlak’lar ise bu zamâna kadar Arapça ağırlıklı bir dil konuştuklarından
Osmanlıcayı öğrenmeleri zor olmamıştır. Vahdetya’nın
ulusal marşı, ulusal bayrağı ve ulusunun bir “kurtarıcısı” yoktur. Dîni sembolü
olan ve üzerinde kelime-i tevhid yazan bir sancağı vardır sâdece. Vahdetya’nın sancağı,
yeşil kumaş üzerine beyaz yazıyla ve arapça harflerle lâilâheillâllah
yazısından oluşan sancaktır. Evet; Vahdetya’lılar Osmanlı İmparatorluğu’nun
bakiyesidirler. Bin yıldır da İslâm dînindedirler.
Türkler
İslâm’dan önce neredeyse tüm dinlere girmişlerdi. Ama hiçbirisi onları uzun-ömürlü
ve istikrarlı bir devlet kurmaya sevk-edememişti. Bunun nedeni; diğer dinlerin İslâm
dîni gibi “hayâtı mükemmel bir okumaya tâbi tutma” nimetinden mahrum
olmalarıydı. Türklerin ataları hep savaş yetenekleriyle yâni sertlikle
topraklarını genişletmişlerdi. “Sâdece silâh zoruyla” kazanılan yerler
sünnetullah gereği uzun-ömürlü olamazdı. Sertlikle kazanılan, sertlikle
kaybedilirdi çünkü. Bu ilâhi bir kânundu. Eğer uzun-ömürlü bir devlet kurmak
istiyorsanız, sâdece toprakları fethetmeniz yetmez, gönüllerin de fethedilmesi
gerekir. İşte Türk’ler bunu İslâm’dan öğrenmişlerdi ve muhtelif zamanlarda
başarıyla uygulamışlardı.
Dediğimiz
gibi; Vahdetya’lılar aslında vatanlarını bırakmak istemezlerdi. Lâkin ataları;
pâdişah Yıldırım Beyazıt’tan sonra kısmen, 1730 yılından beri, yâni ikiyüz
yıldır da tamamen yürek fethini unutmuşlar, onun yerine gözlerini Dünyâ’ya,
lükse yâni maddîyata dikmişlerdi. Üstelik Peygamberlerinin; “sizin için en
korktuğum şey dünyevileşmedir” uyarısına rağmen. Bu durum koca imparatorluğun
yavaş-yavaş erimesine sebep olmuştu. Kutsal Kitap’ları Kur’ân-ı Kerim’i de
“ciğerleriyle okuma”yı bırakıp “dilleriyle okuma”ya başlamışlardı. Bu durum
onların iç-enerjilerini tüketmişti. Bu tükeniş, tüm üretimleri durdurup,
tüketimi ilâhlaştırma derecesine çıkarmıştı. Bir-iki gayretli pâdişahın ve iyi
niyetli kişilerin gösterdikleri üstün çabalar da bu aşağılık durumu düzeltmeye
yetmemiş, sâdece çöküşü yavaşlatmıştı. Birinci Dünyâ Savaşı’nın ardından
lağvedilen imparatorluk, vatandaşların gönlünden çıkmasa da, kağıtlar üzerinde
“çıktı” gösterildi. Bu büyük İmparatorluğun yıkılışının sebebi aslında dış
güçlerin başarıları değil, “iç güçlerin” hâinlikleriydi. Çeşitli oyunlarla
yıkılan Osmanlı’nın bakiyesi üzerine kurulan “yeni devlet” bâzılarınca
“kurtuluş unsuru” kabûl edilmişti ilk başlarda. Ama bir-kaç sene sonra,
“efendilerinin isteklerini” kimseye danışmadan, kendi başlarına, meclisin yürürlükte
olmadığı bir zamanda kânun yapanlar, bu mevcut duruma ve kânunlara karşı
gelenlere çok sert davranmış ve onları vatan-hâini îlan etmişlerdi. Hâlbuki
halkın her zaman hesap sorma yetkisi vardı: Nasıl olur da, bin yıldır
kullandıkları alfabe bir gecede değiştirilir ve dedelerle torunların arasındaki
iletişim koparılırdı ve arası açılırdı? Çünkü torunlar dedelerinin
mektuplarını, hattâ kendilerine bıraktıkları mîras kaydını bile okumaktan âciz
hâle gelmişlerdi. Nasıl olur da onlarca el-yazma eserler, kitaplar, kayıtlar
vs. bin yıllık târihin alfabesi bir gecede değişebilir ve o muazzam arşivler
yeni nesle kapatılabilirdi? Nasıl olur da bin yıllık giyim tarzları bir gecede düşmanlarının
giyim tarzlarıyla değiştirilebilirdi? Yeni kıyâfetler dinlerine ve kültürlerine
uygun muydu? Giyim-tarzı, insanların İslâm’i-fıtrî alandan taşmamak kaydıyla
kendi beğenilerine göre belirledikleri bir seçim olmasına rağmen, nasıl olur da
bu özgürlüklerine, ahlâki çöküntüyü başlatması kaçınılmaz olan bir kıyâfet
tarzıyla karışabilirlerdi. Fes’in çıkarılıp yerine şapkanın takılmasına
“devrim” denilebilir miydi? Ve bir ülke nasıl olur da yendikleri! düşmanlarının
âdetlerini ve kânunlarını gözü-kapalı bir şekilde baş-tâcı edebilirdi? Vel-hâsıl
kelam, kısaca nasıl olur da ruhların-fıtratların gıdâsı olan din hayattan
koparılabilirdi? İnsanlar dinsiz nasıl yaşayabilirlerdi ve dinsiz nasıl bir
hayat yaşanabilirdi? Vahdetya’lılar dinsiz bir hayâtın, şeytanlı bir hayat
olduğunu en iyi bilen kimselerdi. Kur’ân bunu onlara öğretmişti.
İşte
tüm bu nedenlerden dolayı hicreti düşünmeye başlamışlar, bunun için çalışmışlar
ve hicreti gerçekleştirmişlerdi. Osmanlı’nın bakiyesi olan bu toplumun içinde,
sâdece Vahdetya’lıları oluşturan insanlar dînin hayattan koparıldığı bir ülkede
yaşanamayacağını görebiliyorlardı. Zâten bunu herkes, Osmanlı’nın bakiyesi
“devletin” beş-altı sene sonraki yönetimlerinde görmüştü. Lâkin iş işten
geçmişti..
Vahdetya Devlet Oluyor
İmam
Hârûn ve kurmayları ilk başta yapılacak iş olarak, bir devlet kurma ve bu devleti
tüm Dünyâ’ya îlan etmeyi kararlaştırdılar. Bir-kaç ay süren gayretli
çalışmalardan sonra devletin yapısını oluşturan müslümanlar, 1932 yılının 15
Eylül’ünde, “Bismillâh” deyip, Ada’ya ve devlete “Vahdetya” ismini verdiler ve
bunu tüm Dünyâ’ya îlan ettiler. Başta müslüman olan ülkeler olmak üzere diğer
devletlerden de Vahdetya’yı tanıyanlar oldu.
Vahdet
kelimesi “tek”lik; “birlik; anlamlarına gelir. Vahdetya da “bu anlamlarla
yoğrulmuş olan insanlar topluluğunun vatanı” anlamına gelir. Bu isim; kurulan
devletin yapısının dînî bir yapı olduğunun, kânunlarının Din’den; Kur’ân’dan ve
Sünnet’ten neşet ettiğinin; Devletin şeriât yâni dînî kânunları esas alan bir İslâm
devleti olduğunun da göstergesiydi. Evet; Vahdetya bir İslâm devletiydi. Tabi
ki bu, Vahdetya’lıların “kaba kuralcı” bir toplum olduğu anlamına gelmiyordu. Kur’ân
şeriâtıydı söz-konusu olan. Muhâcir müslümanların çoğu kültürlü kişilerdi.
Aralarında; doktorlar, mühendisler, askerler, siyâsetçiler, hukukçular,
âllâmeler, meslek erbabları vs. bir devlette bulunması gereken her kariyerden
insan mevcuttu ve üstelik bu kişiler işlerinde üstattılar. İmam Hârûn da bir
filozoftan çok daha kültürlü ve bilgili bir âlimdi. Üstelik 1,5 milyon
Vahdetya’lının arasında İmam Hârûn’dan başka; o kadar insanı örgütleyip hicret
bilincini oluşturacak, Vahdetya Adası’nı keşfedip müslümanları oraya hicret
ettirecek, sonra da orada bir devlet kurup orayı “örnek bir devlet” olma yoluna
sokabilecek bir aklı, bilinci, fedâkârlığı, inancı, çabayı ve azmi kendinde
gören biri daha yoktu. Lâkin İmam Hârûn, kurduğu istişâre zümresiyle sık-sık
toplanıp onların da görüşlerini alıyor ve fikir-birliği yapıyordu. Zâten böyle
yapması Allah’ın emriyle ve Peygamberinin uygulamasıyla sâbitti.
Ada Bölgelere Ayrılıyor ve Yönetici Kadrosu Belirleniyor
Savaşlardan
sonra Ada vîran bir hâldeydi. Her taraf yıkık-döküktü. İlk önce, Ada’daki bütün
araç-gereçler vilâyet merkezlerindeki, eskiden silâhları saklamak için
kullanılan büyük depolarda toplandı. Yıkılmaya yüz tutmuş depolar onarılıp işe
yarar tüm malzeme buralara yığıldı. Ada’da içme-suyu sorunu yoktu ama yiyecek
sorunu vardı. Gerçi dört tarafı deniz olan bir yerde hiç kimse aç kalmazdı.
Beslenme zincirinin en önemli zincirini, hatta %75’ini balık oluşturuyordu.
Tabi ki bu, şimdilik böyleydi.
Yaklaşık
1.750.000 insan, Uzlak Ülkesi’ne âit, yüzölçümü 50.000 km² olan bir alanda
yaşıyordu. Bu durum Ada’nın genelini îmar için elverişli değildi. Bu yüzden
Ada’yı belli bölümlere ayırmaları gerekiyordu. Genel yapısına bakılarak Ada
yedi bölgeye ayrıldı. Her bölge kendi içinde de yedi vilâyete bölündü. Böylece
Ada, en merkezdeki başkent ile birlikte 50 vilâyetten oluşacaktı. Bu bölgeler
altıgen şekline benzeyen Ada’nın kıyı kesimlerinin hemen-hemen orantılı bir
şekilde altıya bölünmesi ve Ada’nın merkezine de yedinci bölgenin konulması
şeklinde gerçekleşti. İlk başlarda bölgeleri ve vilâyetleri tabiatın
belirlediği sınırlarla, yâni dağ, nehir, kumluk, tepelik vs. gibi belirgin
unsurlarla ayırmayı düşünmelerine rağmen bundan hemen vaz-geçtiler. Çünkü
Ada’da bulunan insanların, -Uzlak’ların bakiyesini göz-ardı edersek- yaklaşık
%85’ini aynı kültüre mensup olan insanlar oluşturuyordu. Gidişata bakılırsa
Uzlak’lar da bu kültüre çabuk adapte olacaklardı. Her bölgeye yaklaşık 250.000
kişilik bir insan topluluğu gerekli araçlarla berâber yerleştirildi. Zâten
Ada’nın toplam nüfusu Vahdetya’nın ilk kurulduğunda 1.750.000 kişi idi. Her
bölgeye gönderilen 250.000 kişinin yaklaşık her 35.000 kişisi de bölgenin
içinde bulunan vilâyetlere dağıtıldı. Bâzı şehirler doğal olarak zamanla biraz
kalabalıklaşsa da, o şehirlerin nüfûsunun aşırı artmasına engel olunmasına
karar verildi. Bu durum kontrol altında tutulacaktı. Köy ve kasabaların
kurulması doğallığa bırakıldı.
Her
bölgeye ve vilâyete doğal görünümlerine uygun isimler verildi. Bu-arada
başkentlerine ülkelerinin adı olan Vahdetya’dan mülhemle, “Vahitya” ismi
verildi. Diğer bir-çok şehirlere de ülkenin ismine bir ek vererek;
“Vahdet-Ârâm, (dinlendirici, rahat yer) Vahdet-Gâh, (yalnız kalınacak yer)
Vahdet-Güzin, (uzlete çekilecek yer) Vahdet-Nümâ (birlik yeri) vs. gibi isimler
vermişlerdir. Uzlak’ların bakiyesi insanların geriye kalan hemen tamamını kadın
ve çocukların oluşturması nedeniyle bölge ve vilâyet yöneticileri muhâcirlerden
oluşur. Yönetici isimleri olarak; devleti yönetene İmam, bölgeleri yönetene baş-vâli,
vilâyetleri yönetenlere vâli denir. Bu yöneticiler ana-yöneticilerdir ve gene
kendi içlerinde hiyerarşik bir emir-komuta zinciri vardır. Meselâ İmam’ın;
eğitim, güvenlik, mâliye, dâhiliye, hâriciye, kültür ve vakıf, adâlet, çevre ve
endüstri vekilleri başta olmak üzere farklı danışmanları ve yardımcıları
bulunur. Vilâyetlerde ise vâliden sonra kâim-makam (kaymakam), onun altında
mahâlle yöneticileri olan muhtarlar ve onların da altında sokak sorumluları
vardır. Vahdetya’da idâreci kesim, toplumu ancak yine toplumla berâber
yönetebilir. Toplumu “gütme” işi seküler-dünyâ’nın ve tağutun işi olduğu için,
“gütme” anlamında bir yönetim anlayışı yoktur Ada’da. Hemen
söyleyelim ki;
Vahdetya’da vekiller, “Allah’ın emrine göre” hareket
etmelidirler. Zîrâ müslümanlar “tek vekil” olarak Allah’ı bilirler. Bu nedenle
Vahdetya’da vekiller, Allah’ın hükümlerine-emirlerine-tavsiyelerine göre
“halkın vekilliği”ni yapmakla mükelleftirler sâdece. Yoksa -hâşâ- Allah gibi kânun
koyma hakları yoktur.
Vahdetya’ın yönetim biçimi “imamlık”tır. “Şûrâ İmamlığı”.
Parlamento yoktur Vahdetya’da, “Şûra İmamlığı” vardır. Bu şûra sâdece “Yüksek
Şûra” değildir; halkın tamâmını kapsayan ve dikkate alan bir şûra’dır. Öyle ki;
halkın her ferdi, (vahyin açık hükümleri hâriç) “şûra”nın uygulamalarını
eleştirebilir ve “şûra”ya teklif götürebilir. “Yüksek Şûra” bu eleştirileri ve
teklifleri/önerileri değerlendirmek ve en kısa-zamanda kişilere değerlendirme
sonuçlarını aktarmak zorundadır. Şûra imamlığı, “nebevî imam”lığı örnek
almıştır.
Vahdetya’da
yöneticilik babadan-oğula geçmez. Çünkü oğul, babası gibi liyâkatli
olmayabilir. Kur’ân yöneticilikte liyâkate bakar. Vahdetya’da da kural budur.
Fakat oğul liyâkatli biriyse, babasından sonra yöneticiliğe aday olabilir. Buna
mâni olunmaz. “Hakîkat, vicdan, adâlet, ehliyet, liyâkat, meşveret; İslâm’ın
hedefi bunlardır. Yöneticide bulunması gereken özellikler bunlardır. Bunların
olduğu devlette/yöneticide, sorun olur ama kriz olmaz” derler.
Bu yöneticilerin
seçilmesinde olmazsa-olmaz kural olarak; bu yöneticilerin ilk başta yüksek ilim
ve eylem adamı olmaları, her yönden iyi bir eğitim almış olmaları; yâni
yönettikleri yerleşim yerleriyle ilgili tüm işlerden -elbette istişâre etmek
şartıyla- anlamaları, çalışkan, zekî, dürüst, erdemli, fedâkâr vs. tüm fazîletlerle
donanmış olmaları zarûridir. Ruhsal ve bedenî yönden işlerine mâni bir durum
olmamalı, vedûd bir kişiliğe yâni hem seven hem de sevilen biri olmaları gene
olmazsa-olmaz kurallardandır. Bütün bu olumlu özelliklere rağmen “üst kurul”
(şûra) denen, başını İmam Hârûn’un çektiği, fetva makâmı tarafından sınava tâbi
tutulmuş ve geçer-not almış olmaları da gerekir. Vahdetya’da devlet başkanı
aynı-zamanda mânevi liderdir. Tabî ki bu “o ne derse odur” anlamında bir lîderlik
değildir. Hemen söyleyelim ki; Vahdetya Devleti’nde din ve devlet işleri hiçbir
şekilde ayrılamaz. Ayrılması düşünülemez bile. Dünyâ’nın başının belâsı
laikliğin adı bile geçmez Ada’da. Herkes işini aynı-zamanda hem Dünyâ’yı, hem de
âhireti gözeterek ve düşünerek ibâdet aşkıyla/bilinciyle yapar. Bu durum
Vahdetya’lılarda çok yüksek bir iç-enerjisi meydana getirmiştir. Hiçbir
yönetici getirildiği makâma kendi isteğiyle gelmemiştir. Bölgede oluşturulmuş
olan üst-kurul en yetkin kişiyi belirler, sonra gidip görevi teklif ederler.
Çok nâdir olarak teklif götürülen kişi görevi kabûl etmeyebilir. Bu konuda
kesinlikle baskı yapılamaz. Bâzen de devlet tarafından yönetime getirilmek
istenen bâzı kişiler, Hz. Yusuf’un sünnetini uygulayarak “beni şu işin başına
getirin, zîra bu işin üstesinden iyi gelirim” diyebilirler ve uygun görülürse o
göreve atanırlar.
Îmar ve İskân Çalışmaları Başlıyor
Ada-halkı
barınak olarak şimdilik, eski bakımsız ve yıkık evlerini kullanıyorlardı. Tabi
ki bu yerler tüm Vahdetya’lılara yetmiyordu. Bu açığı şimdilik çadırlarla
karşılıyorlardı. Ada’nın ılıman iklimi buna uygundu. Ara-sıra yaşanan sıkıntılı
durumlar da olmuyor değildi ama Vahdetya’lıların îmar ve iskân çalışmaları da
başlamıştı, yâni bu duruma yalnızca kısa bir süre daha katlanacaklardı. Uzun
istişâreler ve görüşmelerden sonra îmar ve iskân çalışmaları için ön-hazırlık
olan proje-plân aşaması tamamlanmış, malzeme temin edilecek yerler belirlenmiş,
bu işte görev alacak olanlar bilgilendirilmiş ve iş-bölümü yapılmış, bu işleri
organize edecek görevliler tâyin edilmiş ve tüm ön-hazırlıklar tamamlanmıştı. Bütün
Ada-halkı dolaylı da olsa îmar-iskân çalışmalarına katıldılar. Kimisi ekinlerle
ilgilenirken, kimisi su-yolları açıyor, kimisi de malzeme tedârik işlerinde
çalışıyordu. Ülkenin %53’ünü oluşturan kadınlar ise yemek ve temizlik işlerini
üstleniyor, bâzen de gerekirse çalışmalara bizzat yardımcı eleman olarak
katılıyorlardı. Bu dönemde Vahdetya’da yarı-komünâl bir süreç yaşandığı
söylenebilir.
Bu
onarım işleri Ada’nın her yerinde aynı-anda başlamıştı. İlk önce, zâten yıkılmaya
yüz-tutmuş olan yerler tamâmen yıkılıp işe yarar malzemeleri ayrıldıktan sonra,
yeni têmin edilen malzemelerle genelde plâna göre, bazen de plân-dışı
çalışmalarla işler devâm ediyordu. Evlerin geneli “bir dönüm” tâbir edilen 1.000
m²’lik bir alana kurulan iki katlı evlerdir. Evler toplam 300-350
m² büyüklüğündedir. Geri kalan alan ise bahçe olarak kullanılır.
Vahdetya’nın evleri dağ-yamaçlarına kurulmuştur. Allah’ın; dağları evler için,
ovaları bağlar için ayırdığını düşünürler. Ayrıca şöyle bir düşünce hâkimdir
Ada’da: Eğer bir yaprak yeşermişse, bilmek lâzım ki o yaprak güneş görüyor
demektir. O hâlde, bir ağaçta bulunan her yaprak güneşi görüyordur. Buradan;
hiç bir yaprağın diğer bir yaprağın güneşini kesmediği anlamı çıkar. İşte
Vahdetya’lılar da doğadan mülhemle evlerini öyle bir yapmışlardır ki; hiçbir ev
diğer bir evin güneşini, manzarasını, havasını vs. kesmesin. Bu sebeple evler
dağ-yamaçlarında kademe-kademe inşâ edilerek kurulmuştur. Evlerin ön-cephesi
güneye (kıble) karşı yapılır. Böylece kışın güneşten doya-doya faydalanılırken,
yazın da güneş görmeyen kuzey tarafında gölgeden faydalanılır. Evlerin bir
tarafı sabahtan akşama kadar güneş göreceğinden kışlık; diğer tarafı ise hiç
güneş görmeyeceğinden ve gölgelik olacağından dolayı yazlık olarak kullanılır.
Kadınlar
evlerinin temizliğine çok önem verirler. Güven ve huzur duyulacak ortamlardır
Vahdetya’lıların evleri. Bu konuda Kâbe’yi örnek almışlardır. Çünkü müslümanların
evleri Kâbe’nin bir şûbesidir ve şûbesi olmalıdır. Her ev Kâbe’nin bir şûbesi
olma istikâmetinde kurulur ve yol alır. Kâbe gibi sâde olmasına rağmen, Kâbe
gibi huzur-verici ortamlardır Ada’lıların evleri. Zâten evlerinin cephelerini
Kâbe’ye bakacak şekilde, yâni kıble yönünde yapmışlardır.
Kâbe'nin
ve Kâbe'yi örnek alan müslüman evlerinin temizliğine önem veren İlâhi vahiy,
bunun öncelikli gerekçesini şöyle beyân etmektedir.
“Hani
Biz İbrâhim'e Ev'in (Kâbe'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik):
Bana hiç bir şeyi ortak koşma, tavâf edenler, kıyâm edenler, rükûa ve sücûda
varanlar için evimi tertemiz tut” (Hac Sûresi 26).
Vahdetya’da
her ev bir güvenlik yeridir. Evine giren güvenlik altına girmiş demektir. Evler
haremdir. Kimse buralara uygunsuz bir şekilde ve izinsiz giremez.
“Allah,
size evlerinizden (içinde) güvenlik ve huzur bulacağınız yerler kıldı” (Nâhl Sûresi 80).
Vahdetya’lılar
bahçe işlerini çok severler ve hemen-hemen tüm bitkileri yetiştirirler. Herkes
kendi bahçesinde yetişen ürünlerden konu-komşusuna verir ve onlardan
kendilerinde olmayan meyve-sebzeleri kabûl ederler. Bu bir nevî paylaşmadır. Vahdetya’da
mezarlıklar her evden gözükebilmelidir. Böylece insanlar Dünyâ’nın geçici,
ölümün ise “hak” olduğunu görüp durduklarından dolayı ölüm-bilincine sâhip
olurlar ve ölümün hayâtın doğal bir uzantısı olduğunu düşünerek ölüm korkusuyla
heder etmezler kendilerini. Bu nedenle Vahdetya’da kabirler
yerleşim yerlerinin tam göbeğine kurulmuştur. Kabirler şehrin ortasında âdeta
bir alârmdır, bir sinyâldir. Mezarlar bir öte-dünyâ’nın varlığından, hesâbından
gâfil olanlara bir îkaz, bir sirendir, bir tehlike çanıdır. İsrâfil'in sûrunun
bir yankısı duyulur mezarlarda. Diğer dünyâ-ülkeleri gibi mezarlıklarından
rahatsız olup onları şehrin dışına yapmayı düşünmezler. Çünkü kabirlerin onlara
sürekli âhireti ve ölümü hatırlatmasından rahatsızlık duymazlar, bilâkis memnun
olurlar. Aslında Vahdetya’lı müslümanların tek hedefi, İslâm’a uygun, düzenli
ve huzurlu bir yerleşim yeri meydana getirmekti. Bu bilinçte oldukları için
çalışmaları hep ibâdet havasında geçiyor, herkes kendisine düşen işi en güzel
bir şekilde yapmaya gayret ediyordu. Bitki-örtüsü elden geldiği kadar korunmaya
çalışılıyordu. İnşâatlara kullanılmak üzere kesilen her ağacın yerine hemen iki
tane ağaç dikiliyordu. Ağaç dikiminde çeşitliliğe önem verilmişti. Düzenli,
kullanışlı, plânlı, İslâm’a uygun, yâni kısacası tam da insanın ruh ve maddesel
yapısına uygun bir huzur ortamı için ne gerekiyorsa tüm gayretler sarfedilerek
yapılan çalışmalar 1935 yılına kadar yaklaşık üç yıl sürdü. Ama sonunda
herkesin ihtiyaçlarını karşılayacak ve onları mutlu bir şekilde yaşatacak bir
ülke meydana gelmişti. Ülke-dışından tedârik edilen malzemelerin parası, gerek
önceki toplumlardan kalan, gerekse Vahdetya’lıların getirdikleri altınlarla
karşılandı. Diğer ülkelerden, Ada’nın son durumunu merak edip de ziyârete
gelenler -ki bu kişiler Ada’nın önceki hâlini daha önceki ziyaretlerinde
görmüşlerdi- Ada’nın yeni görünümü karşısında gayri-ihtiyâri parmaklarını
ısırmışlardı. Bu kadar kısa bir zamanda bu kadar iş nasıl yapılmıştı? Nasıl
olur da bu kadar iş, bu kadar güzel bir şekilde ve bu kadar kısa bir zamanda
gerçekleşebilirdi? Yoksa bu Ada bir mûcize eseri bir-anda mı ortaya çıkmıştı.
Ama hayır; bu-tür mûcizeler bir-anda ancak Allah tarafından yapılabilirdi.
Bunun başka bir açıklaması olması gerekirdi. Ada’nın son durumu karşısında
şaşkınlığa düşenler, Allah’ın; İslâm’ı içlerine sindirmiş olup da bu bilinçle
çalışan insanların zamanlarını bereketlendireceğini düşünemiyorlardı. Bu
çalışmalar sırasında sanki sular daha gür akmaya başlamıştı; sanki zaman daha
yavaş akıyordu; sanki toplanan malzeme fazlalaşıyordu; sanki insanların
enerjileri fazlalaşıyordu; “sanki”ler uzayıp gidiyordu. Ama sanki; Allah kendi
rızasını gözeterek çalışan bu insanları melekleriyle destekliyordu. Evet; Allah
kendi rızasını gözeterek çaba harcayanları melekleriyle destekleme sözünü
veriyordu Kur’ân’da. Allah’ın meleklerle desteklemesi aslında, bir “iç-huzuru”;
bir “iç-enerjisi”; bir “iç-mutluluğu” yâni bir “iç-desteği” idi.
1935
yılının hazîranında -aslında kıyâmete kadar hiç bitmeyecek olan- tüm çalışmalar
tamamlanmıştı. Bu tamamlanışı bir “şükürle kutlamak” isteği herkesin içinde
doğal olarak gelişti. Ve ilk Cuma günü Ada’nın tüm bölgelerinde aynı saatte
başlayan bir namaz, dua, tekbir ve “elhamdulillah” nidâlarıyla bu teşekkür
yapıldı. Çünkü Vahdetya’lılar bu işlerin gerçek fâili olarak Allah’ı
görüyorlardı. Kendileri ise sâdece bir vesileydiler.
Bu-arada
Dünyâ’daki diğer müslüman ülkelerden tebrikler ve “hayırlı-olsun” mesajları
geliyordu. Tabî ki böyle sağlam bir giriş yapmış olan müslüman bir ülkeden
tedirginlik duyup rahatsız olanlar da vardı.
2.BÖLÜM
Vahdetya’da Devlet Yapısı
Vahdetya’da
insanlar devleti, devlet de insanları çok fazla kontrol etmez. Özel-hayatlar
özgürdür. Normâl şartlarda devlet halka, halk da devlete öneriler sunar, bâzı
eleştiriler yapar sâdece. Diğer bâzı ülkelerin, vatandaşlarını sömürmek gibi
nedenlerle bin-bir takla atarak gerçekleştirdikleri düzenlerinin devâm etmesi
için halkın ümüğüne çökmelerini ve onları sık-boğaz etmelerini kınarlar. Bu-yüzden
de “aşırı devlet kontrolü” yoktur Ada’da. Hattâ Vahdetya ülkesine yeni gelmiş
olanlar ülkede bir devletin olmadığını zannedebilirler.
Ada’da
yaşayan tüm Vahdetya’lılar artık yeni evlerinde, yeni iş-yerlerinde, yeni
çarşılarında, yeni pazarlarında, yeni câmilerinde, yeni yollarında, kısacası
yeni ülkelerinde yaşamaya başlamışlardı. Herkes kendisine düşen maddî ve manevî
işlerini rutin bir şekilde devâm ettiriyordu. Ada, belli bir düzene oturmuştu.
Devletin yapısı da belirlenmişti..
Vahdetya’da Eğitim
Vahdetya’lılar,
klâsik İslâm ön-görüsü olan “eğitime öncelik” düşüncesini benimsemişlerdi ve bu
işe çok önem veriyorlardı. Zâten İslâm’ın ilk sözü ve ilk emri de “oku” değil miydi?
İlk emri yerine getirmeyenler diğer emirleri şuurlu bir şekilde nasıl yerine
getireceklerdi ki? Bunun için İmam Hârûn “sağ kolum” tâbir ettiği Tâlim Terbiye
Kurumu’nun başındaki Eğitim Vekili ve eğitimle ilgili diğer hiyerarşik sorumluları
toplayarak uzun görüşmeler ve çalışmalar yaptıktan sonra bir taslak hazırlandı.
Aslında İslâm’ın ve Peygamberimizin belirlediği ana-taslak bu işin teorik
kısmını çok kolaylaştırmıştır. Çünkü müslümanlar bu işi yıllar önce en iyi bir
şekilde yapmışlar ve bu konuda Dünyâ’nın efendisi olmuşlardı.
İlk
yapılacak olan iş annelerin bilinçlendirilmeleriydi. Çünkü çocuğun eğitimi,
doğduğu andan îtibaren başlardı. İlk eğitimi anne üstlenecekti. Çocuğun okula
başlama yaşı olarak belirlenen altı yaşına kadar annesi onu İslâm’i bir
bilinçle, dürüst ve erdemli bir şekilde yetiştirmekle görevlidir. Bu görevi ona
devletin vermesi gerekmez. Bu annenin fıtratında zâten doğal olarak vardır.
Tabi ki annenin verdiği bu eğitim aslında ömrünün sonuna kadar sürer. Annesi
tarafından sevgi ve saygı ile yetiştirilmiş çocuk, bir yıllık “ilk-eğitime
hazırlık” döneminden sonra “ilk eğitim” denen birinci sınıfa kaydedilir.
Okullar eylül ayının ikinci haftası başlar, Şubat ayının ilk haftası bir haftalık
bir ara verildikten sonra hazîran ayının ikinci haftasının sonuna kadar sürer.
Vahdetya Devleti’nde istirahat Cuma günü olarak belirlenmiştir. Bu belirleme,
topluca kılınan Cuma namazı dikkate alınarak yapılmıştır. Bu, işinin başında
olması gereken yerler ve kişiler hâriç bütün özel ve devlet kurumları
tarafından uygulanır.
Vahdetya’da
çalışma hayâtı sabahın erken saatlerinde; ortalama 05.00-06.00 ya tekâbül eden
sabah namazı sonrası başlar. Zâten güneş de bu saatlerde doğar. Çalışmanın
bitimi ise ortalama, saat 12.00-13.00’e tekâbül eder ki bu saat öğle namazı
saatidir. Bu farklılıklar yaz-kış gün uzunluğuna göre belirlenir. Aslında
çalışma saati, sabah namazı-öğlen namazı arasıdır. Vahdetya’lılar bütün
işlerini namaz saatlerine göre belirler ve ona göre uygularlar. Tabî ki de sağlık,
itfâiye, emniyet, arıza vs. kurumlarda bu işler tam gün devâm eder. Bu işlerde
nöbetleşe olarak çalışanlar ayda bir kez gelen nöbetlerinde oniki saati
kapsayan yarım gün çalışırlar. Bu kurumların dışında yedi saatten fazla
çalışma-çalıştırma kânûnen yasaktır. Vardiyalı olarak çalışma sistemi yoktur.
Allah’ın dinlenilmesi için yarattığı geceleri -istisnalar dışında- çalışarak
geçirmek zâten fıtrata da terstir. Bu çalışma saatleri aynı-zamanda okul
saatleridir. Okul-öncesi bir yıllık hazırlık dönemi vardır. Bu dönemde çocuklar
üç saatlik bir eğitimle ilk-eğitim okuluna hazırlanırlar. Dört yıllık eğitim
süreci olan ilk-eğitim okulunda yarım saat yemek-ihtiyaç arası verilir, 10’ar
dakikalık teneffüs araları vermek suretiyle altı saat de ders yapılır. Derslere
hergün Fâtiha Sûresi okunarak başlanır. Eğitim sisteminde en önemli unsur
eğitmenlerdir. (öğretmenler) Eğitmenler çok iyi eğitim almış kişiler arasından
seçilir ve artı olarak eğitime tabi tutulurlar. Ahlâk olarak da seçkin kişiler
tercih edilir. Bu meziyetlerle donanmış eğitmenler sıkı bir müfredatla
çocukları yetiştirirler. Vahdetya’da erkek ve kız talebeler ayrı okullara
giderler. Kız talebeler için ayrılan okullara hanım eğitmen, erkek talebeler
için ayrılan okullara ise erkek eğitmen atanır.
Talebeler
ilk-eğitim okullarında yatkınlıklarını belli ettiklerinden dolayı, eğitmenleri
tarafından hangi alanda yoğunlaşacakları tespit edilir ve çocukların ilk-eğitim
okulunun son sınıfının ikinci yarısında o alana dikkati çekilir. Bu durum o
çocuğun orta-eğitimdeki okulunu ve alacağı eğitimi belirler. Tabi bu konuda
çocuğun tercihi de önemlidir. Çocuk ille de o konuya zorlanmaz. İsteyerek ve
sevdirerek o alanda ilerlemesi sağlanır. Orta-eğitimde genel derslerinin
yanında çocuğun ilgi-alanı daha yoğun işlenir ve çocuğun o alanda ilerlemesi
sağlanır. Talebenin ilk-eğitim okulunu tamamlayıp 11 yaşına girince başlayan
orta-eğitim okulu dört yıllık sıkı bir eğitim-öğretim döneminden sonra çocuk onbeş
yaşına gelince tamamlanır. Bâzı orta-eğitim okulları mesleğe ağırlık
verdiklerinden dolayı, iki yıllık orta-eğitim dönemini tamamlayan talebeler,
iki yıl da pratik-eğitim okullarında/işyerlerinde işe-yatkınlık kazanırlar.
Eğitmen-talebe ilişkisinden çok, usta-çırak ilişkisi hâkimdir bu yerlere. Zâten
bundan sonra da gittikleri bölüme göre hayatları boyunca yapacakları iş,
pratik-eğitim gördükleri alanda olacaktır. Meslekî olmayan okullara giden diğer
talebeler ise beş yıl sürecek olan yüksek-eğitim okuluna devâm ederler. İşte
öğrencileri en çok zorlayacak okul burasıdır. Çünkü bu okullarda tâbiri câizse
“beyin” yetişir. Beş yıllık çok sıkı bir dönemden sonra talebeler eğitimlerini
tamamlarlar. Meslekî okullarda devlet için çok önemli olan bilumum sanat erbabı
yetişirken; yüksek-eğitim okullarında ise hekimler, hukukçular, mühendisler,
siyâsetçiler, eğitmenler, bilim-adamları vs. yetişir.
İlk
ve orta-eğitim okullarında toplam 5 çeşit ders vardır: Fen, Sosyâl, Matematik,
Türkçe ve Din. Başka ders yoktur. Yüksek-eğitim dönemine kadar bu dersler sıkı
bir şekilde işlenir. Yüksek-eğitim okulları ise: Tıp, Hukuk, Mühendislik,
Eğitimcilik, Fen, Coğrafya, Târih, Siyâset, İlâhiyat/Din, Sosyoloji-Felsefe,
Edebiyat-Dil bölümlerinden oluşan 12 çeşit bölümden meydana gelir. Mühendislik
bölümü kendi içinde: Hava-Su-Toprak-Ateş-Yer olarak formüle edebileceğimiz:
Meteoroloji-Astronomi-Uzay; Deniz ve Su ürünleri; Tarım-Ziraat; Metal-Makine;
Jeoloji-Yerbilim konularına ayrılırken; Fen bölümü ise: Fizik-Kimya-Biyoloji
bölümlerine ayrılır. Ayrıca her bölümde yabancı-dil dersi vardır.
Vahdetya’da
yüksek-eğitim okulları da dâhil bir üst okula geçişlerde sınav yapılmaz. Zâten
okulların kontenjan açığı yoktur. Öğrencilerin ortalama başarıları eğitmenler
tarafından değerlendirilerek ve okullarda ara-ara yapılan sınavlardan aldıkları
not-ortalamalarının sonucu dikkate alınarak belli bölümlere direkt olarak
gönderilirler. Ada’da tüm okullarda ve tüm sınıflarda din-dersi en önemli derstir.
Çünkü Vahdetya’lılar, dînin yetiştiriciliğinden geçmeyen kişilerin dünyâ-işlerinde
yeterli ve ahlâki başarıyı yakalayamayacaklarını düşünürler. Bu aynı-zamanda
iş-hayâtına atılan insanların olası ahlâk-dışı hareketlerini ve işlerini daha
başından kesmeye yönelik bir tutumdur. Diğer gerekli dersler de yapılır tabî
ki. Fen, matematik, sosyal bilgiler, sanat vs. hepsi de önemlidir Vahdetya’lılar
için. Yabancı dil olarak herkese verilen din-dili olan arapçanın yanında yüksek-eğitim
döneminde farklı dünyâ-dillerinin öğretimi de yapılır. Özellikle yakın
komşularının konuştuğu dilleri öğrenirler. Vahdetya’lılara göre işinde sâdece
başarılı olmak yetmez, o işi ahlâklı bir şekilde yapmak daha önemlidir. Meselâ
bir insan bilgili ve başarılı bir hekim olabilir belki ama, eğer hastayı
maddi-manevi sömürecek davranışlarda bulunursa, bu, yarardan çok zarar veren
bir davranış olacağından o kişinin başarısı hiçbir işe yaramaz. Yâni Vahdetya’lılara
göre ne iş yapılırsa-yapılsın ahlâklı yapılmalıdır. En başarılı kişi işini
ahlâklı yapandır onlara göre. Aslında Vahdetya’lılar bunu İslâm’dan
öğrenmişlerdir. Şahsiyetli-ahlâklı bir insan yetiştirmek İslâm’ın şiarı
olmuştur her zaman.
“Ev-okul
sistemi” denen bir eğitim modeli de vardır Vahdetya’da. Bu sistemde talebe
ilk-eğitime hazırlık okulu ve ilk-eğitim okulunun ikinci sınıfından sonra, geri
kalan eğitim sürecini evinden tâkip edebilir. Tabî ki bu hiç okula gitmemek
anlamında değildir. Ara-sıra genel durumun ölçülmesi için yapılan sınavlara
katılmak ve yeni derslerini almak üzere 1,5-2 ayda bir okula uğrarlar. Bundan
sonrasında ise derslerini radyo-video-televizyon ve ders kitaplarından tâkip
edebilirler. Bu sisteme katılan talebelerin anne-babaları çocuğa her konuda
yardım edebilecek kapasitede olan kişilerdir. Bu süreç okul hayâtının sonuna
kadar sürebilir. Eğitimini başarıyla bitirmiş talebeler arasında, ev-okul
sistemiyle eğitim sürecini tamamlamış olanlar da vardır.
Vahdetya’da
okulların yaz döneminde tebdile (tâtil değil, tebdil) girmesiyle teorik ve
pratik çalışmalar talebeleri bekler. Yaz eğitim-haneleri tâbir edilen yerlere
gönderilen talebeler, burada genelde din-dersi denilen Kur’ân, Hadis-sünnet,
fıkıh, vs. gibi bilumum İslâm’i eğitim ve öğrenim dersleri görürler. Bu,
hazırlık döneminden yüksek-eğitime kadar her seviyedeki öğrenci için
geçerlidir. Üç aylık yaz döneminin bir-buçuk ayı bu eğitimle geçer. Teorik
eğitimin yanında, yâni sâhifelerdeki kitap okumalarından sonra, sıra kâinat
kitabını okumaya gelir. Talebeler dağ, deniz, çiçek, böcek, bilumum hayvanat
vs. doğa kitabını istidatlarına göre “okurlar”. Bu aynı-zamanda bir tür
terapidir. Bi-buçuk ay süren bu eğitim sürcinden sonra talebeler geriye kalan
bir-buçuk aylık dönemlerini de âilelerinin yanında geçirirler. Âilelerinin
yanında “sevgi eğitimi” ve alış-verişi devâm eder.
Evet;
Vahdetya’da diğer dünyâ-ülkelerinde görüldüğü gibi yoz bir eğitim (daha doğrusu
eğitim olmayan sâdece öğretim) görülmez. Eğitimcilerin bir telden, talebelerin
diğer bir telden çaldıkları seviyesiz, ahlâksız ve başarısız bir eğitim sistemi
yoktur. Diğer dünyâ-ülkeleri bu yüzden 17-20 yıllık bir eğitim sürecine rağmen
istediği verimi alamaz. Vahdetya’da ise eğitim süreci 9-14 yıllık bir dönemdir
ve bu dönem sıkı ve disiplinli bir süreç olduğu için; bilgili, kişilikli,
işinin eri bir şahsiyeti çıkarmaya yeter. Vahdetya’lılara göre bir şeyi
bilmek-görmek-duymak, yanında sorumluluğu da getirir. Bu yüzden Ada’lılar her
şeyi bilme-görme-duyma ihtirâsına kapılmazlar. Allah’tan hâşâ rol çalmaya
kalkışmazlar. Sorumluluğunu alabilecekleri kadarına tâlip olurlar. İnsanlar
gördükleri ve duydukları olaylar karşısında sorumludurlar çünkü.
Vahdetya’da
bir eğitmen bir konuyu gerektiği gibi anlatmadığı için sorgulanabilir.
Gerekirse artı bir eğitime tabi tutulabilir. Eğitmenlik kutsal bir görev olduğu
kadar zor bir meslektir Vahdetya’da. Tabi ki eğitmen aynı-zamanda talebeler
için çok saygı-değer bir kişiliktir. Talebeler eğitmenlerine saygı duyarlar ve
onları çok severler. Çok sıkı bir denetim mekanizması işler eğitim sisteminde.
Tabi bunun ürünlerini Vahdetya’lılar çok da uzun olmayan bir zaman sonra
fazlasıyla görmüşlerdir.
Vahdetya’da Hukuk ve Adâlet
Vahdetya’da
adâlet, hem insanlık hem de diğer bütün mahlûkat için olmazsa-olmaz şartlardan
biri olarak görülür. Aslında tüm kâinat adâlet üzere ayakta durur. Adâlet
bozulduğu anda kaos başlar. Diğer dünyâ-ülkelerinde söylem olarak aynı şey dile
getirilmesine rağmen, pratikte hiç de dile getirdikleri gibi olmaz. Adâlet,
“Yegâne Adâlet Sâhibi”nin sözü bir kenara atılarak “birileri” tarafından
düzenlendiği için her zaman bir adâletsizlik vardır oralarda. Aslında o
ülkelerde adâletin sağlanması için çıkarılan kânunlar birilerinin “ekmeğine yağ
sürmek” için düzenlenir. Yaptıkları kânunlar masa-başında üretilmiş kânunlar
oldukları için pratikte hep sorun yaşanır ve hayâta tam-mânâsıyla aktarılamaz.
Meselâ bir meselede mağdur olan kişi mağdûriyetinin nedeninin, söz-konusu kânunun
yanlışlığından dolayı olduğunu en mantıklı ve akla-yatkın bir şekilde anlatsa
bile, “orada o kânun durduğu müddetçe” mağdur kişinin lafı yine de boşta kalır.
Yâni mağdur olan kişi haklıdır ama, maalesef orada “o kânun”! vardır. Böyle
sorunların çıkmasının nedeni, çıkarılan kânunların hayattan uzak ve kopuk bir
düşünceyle yada birilerinin çıkarları doğrultusunda çıkarılmış olmasıdır.
Buralarda birileri hep mağdurdur, hep haksızlığa uğramaktadır. Vahdetya’da ise
böyle sorunlar yok denecek kadar azdır. Zâten böyle bir durumda İmam başkanlığında
toplanan istişâre heyeti bu konuda âcil olarak önlem alır ve gereken düzenleme
yada değiştirme hızlı bir şekilde yapılır.
Kânun/kural
değişikliği yada düzenlemesi için Vahdetya’lı her-hangi bir kişi, önerisini,
mahâlle sorumlusuna, mahâlle sorumlusu muhtara, muhtar kâim-makama, kâim-makam
vâliye, vâli bölge vâlisine, bölge vâlisi o konuyla ilgili vekile iletir. Vekil
de konuyu İstişâre Meclisi’ne götürür. Kimsenin isteği ve önerisi dikkate alınmamazlık
edemez. Öneri en kısa-zamanda görüşülür ve sonuç öneri sâhibine bildirilir.
Tabi yapılan bu önerinin İstişâre Meclisi’ne götürülecek kadar önem içermesi
gerekir. Sâdece bir-kaç kişiyi ilgilendiren bir konuysa zâten bu en fazla
kâim-makam aşamasında çözülür.
Vahdetya’da
İmam’ın ve yüce şûrânın “yargı ve yürütme yetkisi” vardır fakat “yasama
yetkisi” yoktur. Bu yetki Kur’ân’a âittir zîra. Dolayısıyla değişen şey aslında
sâdece “yürütme”de gerçekleşir. Bu da ilâve bir yorum ile olur. Yoksa anayasa
değişemez.
Daha
önce de dediğimiz gibi; Vahdetya’da hukuk İslâm’dan neşet eder. Tüm kânunlar İslâm
dîninin ana-kaynağı olan Kur’ân’dan mülhemle yapılır. Bu işte Peygamberin
sünneti ve daha önce yaşanmış, başta asr-ı saadet dönemi olmak üzere,
müslümanların hâkim zamanlarında yaptıkları yerinde ve güzel işler de dikkate
alınır. Gerçi adâlet nereden gelirse-gelsin bir dinden neşet etmesi kaçınılmaz
olduğu için gayri-müslimlerin yaptığı iyi işler de dikkate alınır.
Vahdetya’da
İslâm Hukûku (şeriat) yürürlüktedir. İslâm hukûkunun en önemli kurallarından
birisi kısasa-kısastır. Kur’ân bunu: “Kısasta
hayat vardır” diyerek dile getirir. Bu hükme göre, kendisine yapılan her ne
tür; haksızlık, zulüm, şiddet, vs. olumsuz davranış olursa-olsun, mağdur olan
kişinin şikâyet edip hakkını almak istemesi üzerine kendisine yapılanın aynısı
haksızlığı yapan kişiye uygulanır. İşte bu yüzden bir kötülük düşünen kişi,
aynı kötü duruma kendisinin de mâruz kalacağını düşünerek o kötülüğü yapması/yapmaması
gerekir. Bir kimse birini öldürmeyi; sonunda kendisinin de öldürüleceğinin
kaçınılmaz olduğunu bilerek yapması gerekir ki bu kolay-kolay kimsenin göze
alamayacağı bir iştir. Bu yüzden bu kânun, caydırıcılığı çok güçlü bir
kânundur. Ayrıca; “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma!” sözü,
Ada’nın bir-çok yerine göze batacak şekilde yazılıp asılmıştır ki, olası bir
kötü niyetin önü daha başlamadan alınmış olsun. İslâm hukûkunda uzmanlaşmış
kişilerden oluşan hâkimler bu işleri çok iyi bilirler ve uygularlar. Yine örnek
olarak, hırsızlığın cezâsı “elin kesilmesi”dir. Ama bu “kesim” işi analitik
olarak uygulanır. Yâni bir ekmek çaldı diye bir kişinin eli hemen kesilmez. Bu
kesilme analitik olarak; çeşitli öğütlerle o kişinin “o işten elinin uzak
tutulması” anlamında elinin kesilmesi; canını yakacak ve kanatacak bir şekilde
eline çizik atılması; parmaklarının kesilip koparılması; bilek hizasından
elinin komple kesilmesi; dirsek hizasından elinin kesilmesi olarak belirlenir.
Yüklü miktarda kamu malının çalınması ise kolunun komple kesilmesine neden
olabilir. İslâm, hızsızın elinin kesilmesi kânununu, mâsum insanların
kafaları kesilmesin diye koymuştur. Ayrıca bu el-kesme hükmü kabaca
uygulanacak bir hüküm de değildir. Bu hüküm, hırsızlığın ancak son aşamasında
uygulanabilir. Zâten Kur’ân’da bu el-kesme cezâsı son gelen âyetlerde konu
edilir. El-kesme cezâsı Mâide Sûresi’nde geçer. Mâide Sûresi Asr-ı Saadet
Devri’nin başladığı zaman inmiştir. Herkes âdil bir ortamda yaşamaktadır ve
artık hırsızlığın gerekçesi kalkmıştır. Bu yüzden de “el-kesme cezâsı”
tâvizsizdir.
Zîna
yapanın hükmü gene Kur’ân ve sünnet uygulamalarıyla bellidir. Bu uygulamalar cezânın
oranına göre değişebilir. Yâni kısaca tüm cezâ kânunu İslâm cezâ kânunundan
yada İslâm’dan mülhemle çıkarılmış kânunlardır. Tüm cezâlar, keyfe göre belirlenmiş
cezâlar değil, suçu işleyenlerin işlediği suçun tam karşılığı olarak belirlenen
ve uygulanan cezâlardır. Bu cezâlar aynı-zamanda suçlunun bir daha o işe
karışmaması için düzenlenen uygun cezâlardır. İslâm’da cezâ, hem suçluyu hem de
suça mâruz kalanı teskin etmek için düzenlenmiştir. Yönetimde/hükümlerde sâdece
yasaları değil, vicdanları da hesâba katarlar. Vahdetya’lılar “ibâdetlerde farzlar ve nâfileler olduğu gibi yönetimde de
farzlar ve nâfileler vardır” derler. Verilen cezâlar mağdur olmuş kişiler
tarafından değil, devlet tarafından verilmelidir. Bu şekilde suçlunun yada
suçlu yakınlarının mağdur kişiye karşı kin gütmesi ve intikam hissi duyması
önlenir. Yâni, cezâyı verenin sonradan cezâ görmemesi sağlanır.
İşte
burada çok önemli bir konudan bahsetmenin zamânı geldi; Vahdetya’da uygulanan İslâm
cezâ kânununa göre, cezâların verilmesi ve uygulanması için bir şart vardır ki,
bu şart yaşana-gelen hayatta tezâhür etmemişse, o suç için suçluya cezâ
verilmesi bir yana, cezâ, suçun ortaya çıkmasına neden olanlara kesilir. Yâni İslâm
adâletine ve kânunlarına göre, ilk başta, insanları suça itecek herhangi bir
ortam, herhangi bir durum olmamalıdır. Meselâ İslâm, zîna cezâsını vermeden
önce bekâr erkeklerin evlendirilmelerini; erkeğin evlenecek durumda olmaması
üzerine yakınlarının ve diğer müslümanların ona maddi yardım yapmalarını; bu da
olmazsa ona uygun biriyle yâni ondan çok şey istemeyecek biriyle
evlendirilmesini ve o kişiye yapılabilecek tüm imkanların hazırlanmasını
devlete ve müslümanlara emreder. O kişi ne yapıp-edilmeli, bir şekilde baş-göz
edilmelidir. Gene de izdivaç hiçbir şekilde mümkün olmamışsa, Peygamberimizin
önerisiyle o kişi belli bir zamana kadar yâni Allah ona bir kapı açana kadar
nefsini oruç tutarak terbiye etmeli ve dizginlemelidir. Bu durum yalnızca kısa
süreliğine alınacak bir tedbirdir. Tabî ki saygın kişiler tarafından bâzı
telkinler de yapılır. İşte tüm bu şartlar yerine getirilmesine rağmen o kişi
gene de zînaya başvurursa İslâm cezâ sistemi devreye girer. Vahdetya’da da
uygulanan İslâm cezâ sisteminin olmazsa-olmaz şartı budur. Bu şartlar yerine
getirilmemişse hiçbir cezâ uygulanamaz. Şöyle ki; suç işlemiş kişi eğitim
kampına sokularak telkin yoluyla, yaptığını bir daha yapmamak üzere eğitilir ve
şartlandırılır. Yine meselâ yanında çalışan birinin açlık nedeniyle yiyecek bir
şeyler çalmasının asıl suçlusu, o kişinin iş-verenidir. Hiç kimse yanında
çalışan birinin muhtaç bir duruma gelmesine göz yumamaz. Alt-yapısı
hazırlanmadan işlenen suçun sorumlusu aslında başta devlet olmak üzere tüm
ülkedir.
Vahdetya’nın
hukuk ve adâlet sistemi Kur’ân’ın ön-gördüğü hukuk ve adâlet sisteminden kopuk
ve farklı değildir. Olamaz da. Çünkü Vahdetya’lılar müslümandır ve Mâide Sûresi
48. ve 49. âyetlerinde: “Aralarında
Allah'ın indirdiğiyle hükmet” emri varken başka milletlerin şeytâni
kânunlarına dönüp bakamazlar. Çünkü onlara yedi-kat göklerden gönderilen ve
yaratılan bütün her şeyle yüzde-yüz uyumlu olan kânunları ve hükümleri kudreti
sonsuz Allah (c.c.) indirmiştir. O kânunlar Allah’ın “görüşüyle” indirilmiştir.
Tabî ki de en iyisi O’nun görüşünün sonucu olan hükümler olacaktır.
Vahdetya’lılar bu bilinçte oldukları için O’nun kânunlarını göz-ardı edemezler.
Tabî ki Vahdetya’lılar Kur’ân’dan, sünnetten ve Asr-ı Saadet denilen “model
dönem”den ilhamla çıkardıkları ve uyguladıkları kuralları, kendi zamanlarına,
kendi coğrafya ve çevre koşullarına, kendi geleneksel, ekonomik, kültürel vs.
genel durumlarına göre aşırıya kaçmayacak ve fitneye sebep olmayacak şekilde
yorumlarlar ve kânun yaparken dikkate alırlar. Zâten Kur’ân bu esnekliği
insanlara tanımıştır. Çünkü Kur’ân tüm zamanlar, tüm şartlar, tüm kültürler,
tüm coğrafyalar vs. için gönderilmiştir. Kur’ân’da “tek-tip”çilik yoktur. İslâm’ın
kânunları denilen şeriât kânunları, “esneme payı kadar”, ifrat ve tefrit
yönünde esnetilebilir.
İslâm’da
direkt olarak insanların uygulayabilecekleri cezâ sayısı 4’tür. Öldürme, çalma,
zîna, iftirâ. Bunlara dolaylı yoldan eklenen bir-kaç cezâ daha vardır. Meselâ
bunlardan biri içki içme cezâsıdır ki bu da iftirâ cezâsı ile aynı karşılıkta
bir cezâdır. Çünkü bir kişinin sarhoşken ne dediğini kontrol edemeyeceğinden
dolayı iftirâ atması çok olasıdır. Gerisi âhirette Allah’ın cezâlandırmasına
bırakılır. Bu yüzden yeni cezâlar ortaya koymazlar fakat bâzı yasaklamalara
giderler. Bunlar genelde günlük, kamusal alanda uygulana-gelen yasaklardır.
Evet;
Vahdetya’lıların ana-yasalarından, cezâ kânunlarından, medeni kânunlarından vs.
genel hukuktan bahsetmek, “İslâm şeriâtı”ndan bahsetmektir, Kur’ân’dan
bahsetmektir. Zîra ana-yasaları Kur’ân’dır. Vahdetya’lılar İslâm şeriât
kânunlarını uygularlar ve varsa eksiklerini de gene İslâm şeriâtına göre
tamamlarlar ve düzenlerler.
Vahdetya’da
aslında mahkemelere ve hâkimlere çok iş düşmez. Bu nedenle her vilâyette sâdece
bir tek adliye sarayı vardır ve içinde de sâdece 8-10 kişilik bir hâkim kadrosu
bulunur. Devletin îlan edildiği 1932 yılından 1947 yılına kadar yaşanan
hırsızlık olayı (yapılan bir kamu hırsızlığı olayından başka) sâdece “1”dir. O
da, “elin o işten kesilmesi” oranında yapılan bir hırsızlık olayıdır. Bir-çok
suç 15 sene zarfında hiç yaşanmamıştır. Zîna olayı bunun bir örneğidir.
Ufak-tefek yapılan tâcizler ise gereğince cezâlandırılmıştır. Bunların sayısı
bir elin parmakları sayısına bile ulaşmaz. Vahdetya’da görülen en büyük suç
1942 yılında yaşanan kamu (zimmete altın geçirme) suçu olup, dört kişinin
organize ettiği bir olaydı. Bu kişiler yakalanıp mahkemece verilen cezâları
onaylanınca, biri hâriç bu cezâya karşı çıkmış ve hapsedildikleri yerden firâr
etmişlerdi. Tekrar yakalandıklarında, şâirin şiirinde değindiği: “Nush ile
uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” sözü
uyarınca azardan sonra acı bir yaptırıma mâruz bırakılmışlardır. Ama maalesef
“şeytanın vazgeçilmez uşakları” oldukları belli olan bu kişiler, tekrar kaçma
teşebbüsleri sonucu yakalanmışlar ve asılarak îdam edilmişlerdir. İslâm’ın
önerdiği gibi, Vahdetya cezâ kânununda en büyük suçlardan biri, kamu hakkına
tecâvüzdür.
Ada’da
herkes eşit olmasına rağmen fıkhın belli kişiler için belirlediği bâzı farklar
vardır. Meselâ yönetenlerin ve yönetilenlerin, İslâm’i hukuk olan Vahdetya
hukuku karşısında, önemli bir fark sayılmasa da bâzı farklılıkları vardır.
Yönetene ve yönetilene uygulanacak fıkıh bellidir. Bu durum eşitliği bozmaz,
aksine eşitliği têmin eder.
Vahdetya’nın
anayasası İslâm’dan neşet etmiş bir anayasadır. Anayasa öyle bir şekilde
düzenlenmiştir ki hiçbir “açıklık” bırakılmamıştır. Bu yasaya uymak, fıtrata
uymak gibi olduğundan kimseye zor gelmez. Anayasa İslâm anayasası olduğu
için, herkes anayasanın gereğini yapmayı İslâm’ın gereğini yapmak olarak
algılar ve bunu bir sorumluluk bilinciyle yerine getirirler.
Vahdetya’daki
kânunlar sâdece suç işleyeni cezâlandırmak için değildir, suç işlemeyi önlemek
içindir daha çok.
Allah’ın
rızası Vahdetya’lılar için en önemli hedeftir. Fakat cennete de sevdalıdırlar.
Tabî ki Vahdetya -her ne kadar cennetten bir şûbe gibi görünse de- cennet
değildir. Kimse cenneti Dünyâ’da kurmak gibi bir câhilliği düşünmez. “Cenneti Dünyâ’da
kurmak cinnettir” derler. Öte-yandan; “Bu-ikisinin ötesinde
iki cennet daha var”
(cennet içinde cennet) (Rahman 62). “Biz,
İbrâhim'e İshak'ı ve Yâkub'u armağan ettik. Onun soyu içine peygamberliği ve
Kitap'ı yerleştirdik ve onun ödülünü Dünyâ’da verdik. Âhirette de o,
elbetteki iyilik ve barış sevenler arasında olacaktır” (Ankebût 27). Âyetleri
mucibince; “cennet bu Dünyâ’dan başlamalıdır. Mükâfat nasıl ki bu Dünyâ’da
başlayıp âhirette devâm ediyorsa, cennet de bu Dünyâ’da başlayıp, âhirette
devâm etmelidir” diye düşünürler. Fakat ülkeyi cennet yapmaya değil, “cennet
gibi” yapmaya çalışırlar. Çünkü şu âyeti sürekli hatırda tutarlar: “Eğer Allah, kulları için rızkı (sınırsızca) geniş tutup-yaysaydı,
gerçekten yer-yüzünde azarlardı. Ancak O, dilediği miktar ile indirir. Çünkü O,
kullarından haberi olandır, görendir” (Şûra 27). Vahdetya’lıların Ada’yı
cennetin bir şubesi gibi îmar etmelerinin nedeni, cennet özlemini canlı tutmak
içindir. Buna rağmen cennette değil, Dünyâ’da var olan bir yerdir Vahdetya ve
Sünnetullah gereği Dünyâ’nın bâzı kuralları vardır. Bu kurallar bâzen, bâzı
uyumsuz kişiler için bir son demektir. Çünkü Dünyâ’da bir insan kendini ateşe
atarsa yanar. Doğal olan budur. Sünnetullah budur.
Vahdetya’da Sağlık
Vahdetya’da
sağlıklı olmak, sağlığı korumak dînin bir emri olarak kabûl edilir. Ne de olsa
muhteşem bir fizîki yapı olan vücudumuzu Allah bize emânet olarak vermiştir. Bu
emâneti gereğince korumamak emânete ihânet anlamına gelecektir. Tabî ki Allah bâzılarına
imtihan yada başka sebepler yüzünden bâzı hastalıklar verebilir. Peygamberi Hz.
Eyyub (a.s.) bile bir hastalıktan muzdarip olmamış mıydı? Hastalığın tüm
olumsuz yanlarına rağmen Vahdetya’lılar bu durumu bile bir eğitim süreci olarak
görürler. Çünkü nice görülemeyecek ve anlaşılamayacak konular sağlığın
yitirildiğinde görülebilir ve anlaşılabilir. Vahdetya’lıların sağlık konusuna
felsefî bakışları böyledir.
Vahdetya’da
sağlık sistemi büyük ölçüde koruyucu hekimlik olarak, yâni daha insanlar hasta
olmadan önce “hastalığa yakalanma olasılığını yok etmeye ve önlem almaya
yönelik tedâvi” şeklindedir. Koruyucu hekimlik, Hıfz-ı sıhhâ denen kurumların
görevidir. Sağlık sisteminde insan
bir bütün olarak incelenir. İlk doğan çocuk genel bir muâyeneye tâbi
tutulduktan sonra, annesi bilgilendirilir ve ona nasıl davranması gerektiği
öğretilir. Belli periyotlarla hekimler çocuğun genel durumunu kontrol ederler.
Vahdetya’da aşı uygulamasına çok sıcak bakılmaz. Tümden yabana atılmamasına
rağmen başka korunma yolları kullanılır. Zâten kendi ürettikleri dışında aşı
kullanmazlar. Bu tutum Vahdetya’da ilaç-gıdâ-tekstil gibi genel ürünler için de
geçerlidir. Tedâvi etmeye-korunmaya yönelik ilaçların %95’i bitkisel
ilaçlardır. Çok doğal yollar da uygulanır. Hastadan kan alma, bağırsaklarını
temizleyecek bitkisel ilaçlar kullanma, çeşitli kürlerle tedâvi etmeye çalışma,
bio-enerji yöntemleri vs. gibi yollar hastalığın durumuna göre uygulanır. Gerçek tedâvi
yöntemleri bunlardır. “Modern-tıp” diye bilinen yöntem ise “alternatif tıp”
olarak kabûl edilir. Vahdetya’lılar kimyâsal ilaçları en son çâre olarak
kullanırlar. Kimyâsal ilaçlar doğal yolların dışında bir yolla üretildiği için,
doğal şeylere alışkın olan vücûda zarar vermesi kaçınılmazdır çünkü. Bu yüzden
ilk önce tüm insanları, “koruyucu hekimlik” uygulamasıyla hastalıklardan
korumaya çalışırlar. Bu önlemin işe yaramadığı bâzı nâdir durumlarda ise önce
bitkisel tedâvi, o da işe yaramazsa kimyâsal ilaçlar devreye sokulur.
Vahdetya’da hekimler ve eczacılar bitki konusunda çok uzmanlaşmışlardır. Hattâ
denilebilir ki tüm Dünyâ’da bu konuda ilk sıradadırlar. Yurt-dışından bir-çok
hasta bu nedenle Vahdetya’ya gelir. Çoğu kendi ülkelerinde bulamadığı faydayı
burada bulup memnun bir şekilde ayrılır Ada’dan. Maddî hastalıkların ilacını
tabiatta; mânevi hastalıkların ilacını ise vahiyde ararlar. İkisini birbirine
karıştırmazlar. Yüksek tıbbi eğitim sisteminin önemli bir bölümü “bitkisel
eczacılık” konusuna ayrılmıştır. Çünkü tıp konusunda aslolan, teşhis değil tedâvidir.
Vahdetya’da
bir başka “hastalığı önleyici ve tedâvi edici” unsur, ülkede çok bol miktarda
bulunan kaplıcalar, çamurlar, şifâlı içme suları vs.’dir. Buralara hasta
olsun-olmasın herkes yılın bir-buçuk aylık izin dönemlerinde bir-kaç günlüğüne
de olsa uğrarlar. Tüm izinlerini burada geçirenler de yok değildir. Buraların
sıcak ve şifâlı suları insanların tüm dolaşım ve sindirim sistemlerini ideâl
bir çalışma şekline sokar. Buralarda iki-üç gün kalanlar bile tüm yılı ağrısız
ve hastalıksız geçirebilir. Buraların masraflarının tümünü devlet karşılar.
Çünkü bu yerler de tedâvinin bir parçasıdır. Zâten çoğu kişi hekimler
tarafından buralara tedâvinin bir parçası olarak yönlendirilirler. Buralarda
yılın tüm yorgunluğu ve sıkıntıları büyük ölçüde giderilebilir.
Şifâ-hânelere
baş-vurup da muâyene olacak ve ilaç alacak olan vatandaşlar hiçbir ücret
ödemezler. Vahdetya’da kayıt-kuyut, ücret, rapor, imzâ vs. gibi işlemler
olmadığı için, vakit kaybına neden olan böyle anlamsız prosedürlerle uğraşılmaz.
Hasta hekime gider, hekim muâyenesini yapar, tahlil-tetkiklerden sonra
reçetesini yazar ve eczaneye giden hasta ilaçlarını hiçbir kayıt yaptırmadan
alabilir. Sâdece reçetenin bir nüshası eczanede kalır. Tüm Vahdetya’lıların,
kendisini tanıtan bir kimliği vardır. Bu kimlik tüm işler için yeterlidir.
Hasta olan kişiler sâdece kimlikleriyle tüm işlerini yapabilirler. Bu
kimliklerde insanların her konuda tüm bilgileri mevcuttur. Özellikle şifâ-hânelerde
prosedür neredeyse sıfırdır. Zâten insanlar oraya bir sıkıntısından dolayı
gelmiştir. Bir de prosedürlerle onların sıkıntısına yeni bir sıkıntı
katılmamalıdır.
Vahdetya’da
hekimlerin eğitimlerini tamamlamalarının ardından, göreve başlamadan önce bir
yıllık pratik eğitim ve ahlâk dersleri için şifâ-hânelerde (hasta-hane değil)
eğitime tâbi tutulurlar. Her şeyde olduğu gibi tıp alanında da ahlâk ilk sırada
önem arz eden konudur. Vahdetya’da şifâ-hâneler kadın ve erkek şifâ-hâneleri
olarak ayrılmışlardır. Muhtarlık düzeyindeki sağlık ocaklarında bu ayrım
yapılmaz ama burada da erkekler erkek hekime, kadınlar da kadın hekime giderler.
Zâten herkes âile hekimlerini bilir ve tanır. Hekimler erkek ise erkek şifâ-hânelerinde,
kadın ise kadın şifâ-hânelerinde çalışırlar. Bu yüzden kadın hekimler kadın
hastalıklarında daha çok uzmanlaşmışken; erkek hekimler de erkek
hastalıklarında daha fazla uzmanlaşmışlardır. Bir kadın doktorun bevliye
konusunda bir erkek hekim kadar rahat hareket etmesi ve dolayısıyla o konuda
erkek hekim kadar uzmanlaşması beklenemez doğal olarak. Aynı şey erkek hekim
için kadın hastalıkları alanında geçerlidir. Zâten bu durum hastalar açısından
da daha iyidir. Böylece daha rahat muâyene gerçekleşebilir. Vahdetya’da şifâ-hâneler
de ayrılmıştır. Kadın şifâ-hânesi, göz şifâ-hânesi, kulak-burun şifâ-hânesi,
kemik şifâ-hânesi, dâhiliye, hâriciye, bevliye vs. tüm hastalıkların şifâ-hânesi
ayrı bir binadadır. Tüm dalların bir-arada bulunduğu yüksek-eğitim şifâ-hâneleri
ise binaları ayrı olmak üzere aynı alan içinde bulunurlar. Bu, yüksek-eğitim şifâ-hâneleri
için olması gereken bir şeydir.
Vahdetya
halkının sağlığı gerçekten çok iyidir. Bir Vahdetya’lı on senelik bir zaman
zarfında hastalıktan dolayı belki bir kez sağlık ocağına yada şifâ-hâneye
gider. Bunu tabi ki koruyucu hekimliğe borçludurlar. Kronik tâbir edilen
hastalara ise, hekimler ve sağlık çalışanları tarafından âdeta nâdide bir çiçek
gibi muâmele edilir. Çok büyük ihtimâlle hayatları boyunca mevcut
hastalıklarıyla yaşayacak olan bu hastalar, hastalıklarının zorluklarından
başka bir de şifâ-hâne zorluklarıyla karşılaşmamalıdırlar. Bu yüzden bu tür
hastalar ve engelliler ilk sıraya alınır ve tedâvileri-kontrolleri hemen
yapılıp işleri bitirilir ve gerekirse evlerine kadar da bırakılır. Zâten bu
kişiler için büyük şifâ-hânelerde ayrı hekimler görevlendirilmiştir. Bu
hekimler sâdece bu kişilerin rutin kontrollerini yapmak ve ilaçlarını
sağlamakla görevlidirler. Vahdetya’da gerçekten gerekmedikçe yada âcil bir
durum olmadıkça ve heyet tarafından kararlaştırılmadıkça ameliyat yapılmaz.
Hele bir organın küçük bir sorun var diye ameliyatla alınması görülmemiş bir
şeydir. O organın yokluğunda oluşacak kötü durumlar dikkate alınmalıdır. Allah
o organı boşuna yaratmamıştır çünkü.
Vahdetya’lılara
göre ölüm; dolaşım, sindirim ve sinir sisteminin durması, sona ermesidir.
Beyin-ölümünü gerçek ve tam bir ölüm olarak görmezler.
Vahdetya’da
bir insan doğduğu andan îtibaren âile hekimi tarafından belli periyotlarla -ki
bu periyotlar belli bir yaştan sonra altı aylık periyotlardır- sürekli kontrol
edilir, gerekli koruma ilaçları uygulanır, gerekirse de bir üst şifâ-hâneye
gönderilir. Bâzen de hekimin ayağına gelemeyen yaşlı ve engelli kişilerin
ayağına hekim gider ve gereken tedâvi evlerinde yapılır. Vahdetya’da tüm
hekimler aynı-zamanda psikologluk görevi de yaparlar. Ayrıca psikolog yoktur
Vahdetya’da. Müslüman birisi için psikoloğa ihtiyaç da duyulmaz. Bir insan hem müslüman
olacak, hem de psikoloğa ihtiyaç duyacak; bu olacak iş değildir. Bir insan hem
namaz kılacak, hem oruç tutacak yâni Allah’a güvenecek; hem de
psikolog-psikolog gezecek; böyle bir şey düşünülemez Vahdetya’lılar için.
Vahdetya’lılar birbirlerinin psikologlarıdır zâten. Ayrıca, mâneviyatta
ilerlemiş insanların telkinleri Vahdetya’lıları psikolojik olarak çok rahatlattığından
dolayı psikolog desteğine gerek duymazlar. Açıkçası Vahdetya’lılar psikoloğa
ihtiyaç duyan birini; korkak, pısırık, uyuşuk, düzensiz, öz-güvensiz, bâzı
şeylere aşırı tutku duyan ve genel bir söz ile söylersek, Allah’a karşı
iman-güven problemi yaşayan biri olarak görürler. Ayrıca psikologların
yaptıkları telkin-nasihat vs. sonunda aldıkları parayı haram kabûl ederler.
Çünkü İslâm’a göre nasihat etmek, akıl vermek zâten bir müslümanın İslâm’i ve
insâni vazîfesidir.
Vahdetya’lılar
genelde canlı ve diri görünürler. Bu durumu iç-enerjilerinin canlılığına
bağlarlar. “İç-enerjisi tükenmemiş biri hasta dâhi olsa azmini yitirmez ve
canla-başla işine-hayâtına devâm eder; fakat bir kişinin iç-enerjisi tükenmişse
istediği kadar sağlıklı olsun hareket dâhi edemez, iç-enerjisi ise ancak vahiy
sâyesinde diri kalır, çünkü vahiy insanı diriltir” derler.
Ada’lıların
özürlü anlayışları da İslâm ile uyumludur. İslâm’a göre gerçek özürlü; fizikî
sorunu olan değil, kâlbî sorunu olandır. Gerçek kör; gözleri kör olan değil,
kâlbi kör olandır. Nice engelleri olup da çok büyük ilmî eserler vermiş olan
insanlar vardır Vahdetya’da. Doğuştan yada sonradan böyle bir duruma düşmüş
kişi madden hiçbir şekilde zor bir durumda bırakılamaz. O kişiler çalışamayacak
duruma düştükleri andan îtibaren sigorta primi ve yaş-sınırı aranmaksızın
emekli edilirler. Tüm kamuda önceliklidirler. Bu kişiler özel eğitim ve
telkinlere tabî tutuldukları ve buralarda İslâm tarafından inşâ edildikleri
için “durumlarını” kâbul etmişlerdir. Bundan dolayı kendileriyle ve
çevreleriyle barışıktırlar.
Vahdetya’da
tüm sağlık giderleri devlet tarafından karşılanır. Diğer dünyâ-ülkeleri gibi
ilaç, ameliyat, cihaz vs. gereksiz masraflar yapılmadığından, çok da mâliyetli
bir iş değildir tıp konusu Vahdetya’da. Hastalığın teşhis edilmesi önemli olmasına
rağmen, hastalığın tedâvisi daha önemlidir Ada’lılara göre. Hastalığın teşhis
edilmesi tedâvi demek değildir çünkü. “Hastalığı yapan unsuru çok iyi bir
şekilde tespit etmek, tedâvisi yapılamayacak olduktan sonra ne işe yarar ki?
Eğer kişiyi ölüme götürmesi kaçınılmaz olan bir hastalık varsa ortada, bırakın
da kendisindeki hastalığının nedenini bilmeden yaşasın ve hayâtını bu şekilde
sürdürsün ve tamamlasın, hastalığını yapan unsuru bilse ne olacak ki” derler.
Diğer ülkelerinde bu konuda çok aşırı bir sömürü vardır; Değişik ve gelişmiş!
tıbbi cihazlarla hastalıklar teşhis ediliyor fakat iş tedâviye gelince çaresiz
kalıyorlar. Tıbbın çok geliştiğinden bahseden dünyâ-ülkeleri, vatandaşlarını
kandırıyorlar. Aslında gelişen şey tıp ve tedâvi değil, “tıbbi cihaz
teknolojisi”dir. Tabi bu gelişme, hastaları tedâvi etme aşamasında pek de işe
yaramaz. O “süper cihaz”lar! aslında bir sömürü aracıdır. Sürekli yapılan şey
hastalık belirlemektir diğer dünyâ-ülkelerinin tıp anlayışında. Oysa hastalığı
belirlemek demek tedâvi etmek demek değildir. Hastalığı tedâvi edecek ilacınız
yoksa bu cihazların olmasıyla olmaması arasında fark yoktur. Belirle-belirle
bırak! Hastalıkları belirleyip-belirleyip isim takmaktan başka bir şey
yaptıkları yoktur diğer dünyâ-ülkelerindeki hekimlerin. İşte Vahdetya’lılar
bunu iyi gözlemlemişlerdi. Bu yüzden tüm dikkatlerini koruma hekimliği ve tedâvi
unsuruna yönelttiler. Hastalık daha başlamadan yada ilerlemeden önlem almanın
çâresi üzerine yoğunlaşıldı.
Vahdetya’da
sağlık sistemi tâbiri câizse tıkır-tıkır işler. Denetlemeler sağlık
müfettişleri tarafından çok sıkı bir şekilde yapılır. Hekimler şifâ-hânelere
hastalardan daha erken gelmek zorundadırlar. Hasta olan bir kişiyi hiç-bir
hekimin bekletmeye hakkı yoktur. Hekimler bütün Vahdetya’lılar gibi aynı
süreliğine mesâi yaparlar. Eğer bir hekimin yada hasta-bakıcının nöbeti yoksa,
mesâisi; sabah mesâi başlama saati olan zamandan onbeş dakika önce yerlerinde
olmak kaydıyla, bir kez verilen on dakikalık bir ara hâriç öğlen namazı saati
olan mesâi bitimine kadar sürer. Görevini kötüye kullanan ve hattâ bu eğilimde
olan hekimler hemen görevden alınırlar. Çünkü bu konu sömürüye çok açık bir
konu olduğu için buna fırsat verilmemelidir. Zâten sağlık sisteminin alt-yapısı
da bu konu düşünülerek hazırlanmıştır. Genel şeriât kuralı burada da yürürlüktedir;
kişiye günah-suç işleyecek ortam bırakılmamalıdır. Her şeyde olduğu gibi
tabâbet alanında da ahlâki alt-yapıya önem verilmiştir. Çünkü sağlıksız
insanlardan verimli işler beklenemez. Tüm bu nedenler yüzünden sağlık sistemi
çok iyi çalışmak zorundadır Vahdetya’da.
Vahdetya’da Güvenlik
Vahdetya’da
iç-güvenlik; alt-yapısı çok iyi hazırlandığından ve iyi organize edildiğinden
dolayı genelde çok yoğun bir güvenlik sorunu yaşanmaz. İnsanlar aslında
birbirlerini denetlediğinden ve yönlendirdiğinden dolayı güvenlik görevlilerine
çok fazla iş düşmez. Ama gene de şeytan boş durmayacağı için güvenlik
görevlileri dikkatlidir. Vilâyetlerin iç-güvenliğini; ismini İslâm’dan mülhemle
almış olan “silm” teşkilâtı” yapar. Silm: barışıklık, barışmak, sulh ve itaât
anlamlarına gelir. Adından da belli olduğu gibi silm üyelerinin en önemli
görevleri ülkede sulh ortamını korumaktır. Vahdetya’lıların aralarında nâdiren
çıkan sorunları hâlletmek ve taraflar arasını barıştırmak bu teşkilâtın çalışma
tarzıdır. Her muhtarlık düzeyindeki yerleşim yerine bir “silm evi” kurulur. Bu
merkezler sayı olarak kâim-makam ve vâlilik düzeyinde de sâdece bir tek merkez
olarak belirlenmiştir fakat buralarda teşkilat üyelerinin sayıları fazla olur.
Silm Teşkilâtı adâlet vekiline bağlıdır. Teşkilat nöbetleşe tam-gün mesâi
yapar. Teşkilat üyeleri de diğer meslek grupları gibi ahlâki eğitim başta olmak
üzere ayrıca bir eğitime tâbi tutulurlar. Silm Evlerinde haşarı insanların
tutuklandıkları zaman konulacakları ve bir süre kalacakları tutuk-odaları
bulunur. Burada tutulan insanlar çeşitli telkinlerle uslandırılmaya çalışılır.
Vahdetya’da özellikle ömür-boyu hapis cezâsı olamaz. Normâlde de geçici bâzı
hapis cezâlarının -ki bunlar ev hapsidir- dışında hapis cezâsı yoktur. Zâten
Vahdetya’da hapis-hâne yoktur. Hapis-hâneyi insan fıtratına aykırı görürler.
Suçun, suçluyu hapis-hâneye atmakla bitirilemeyeceğini düşünürler. Çünkü
Vahdetya’lılara göre hapis-hâneler nicelik ve nitelik bakımından suçu daha da
arttırırlar. Suç-oranı çok düşük olduğu için ve sokak ve mahâllelerde çıkan bâzı
sorunlar daha silm evlerine intikâl etmeden sokak sorumluları ve muhtarlar
tarafından hâlledildiği için tutuk-odaları yeter de artar bile. Tutuk-odaları
şüphelinin yargılanıp cezâlandırılıncaya yada aklanıncaya kadar en fazla bir
hafta kaldıkları yerlerdir. Osmanlı’dan aldıkları
kefâlet sistemi vardır Vahdetya’da. Buna göre, mahallede herkes bir-birinden
sorumludur, bir suç karşısında tüm mahalle o mahalle sorumlu tutulur ve
kefâleti de tüm mahalleye âittir. Mesûliyet tüm mahalleye âittir.
Hırsızlar,
rahatsızlık verenler, yolsuzluk yapanlar vs. silm üyeleri tarafından yakalanıp
ilk sorgulamaları yapılır, tutanak tutulur ve mahkemelere sevk edilirler. Silm
üyelerinin sert davrandığı çok nâdir görülür. Üyeler iri-yapılı ve
güçlü-kuvvetli olduğundan ve ayrıca da eğitim aldığından dolayı bozguncular
bunlara karşı koyamazlar. Silm Teşkilat üyeleri orta-eğitim okulundan sonra, âmirler
dört yıllık, silm memurları ise iki yıllık silm-eğitim okullarına devâm
ederler. Silm üyelerinin mesâi saatlerinde giydikleri elbiseler tek-tiptir. Bu
elbiseleri mesâi saati dışında giyemezler. Silm üyeleri mesâi saatlerinde
yanlarında sürekli olarak “tabanca” seviyesinde silâh bulundururlar ama çok-çok
nâdir olarak kullanırlar. Daha çok kısa ve sert sopalar caydırıcılık vazîfesi
yapar. Büyük silm merkezlerinde ise daha ağır silâhlar da vardır. Silm
Teşkilatının üye sayısı 20.000’dir.
Güvenliğin
diğer ayağını ise asker oluşturur. Nüfusun yaklaşık %2’sini oluşturan 40.000
asker, daha çok dış-güvenlik için hazır bekletilir. İç-güvenlikte olası büyük
sorunlar için de kullanılması kânunlaştırılmasına rağmen şu-ana kadar böyle bir
gereksinim doğmamıştır. 40.000 askerin 5.000’i çeşitli emir-komuta zincirinden
oluşan subaylardır. Geriye kalan 35.000 kişi ise altı ay askerlik yapan halkın
evlatlarıdır. Subaylar orta-eğitim okulundan sonra askeri-eğitim okuluna
giderler ve dört yıllık bir askeri eğitimden geçirilirler. Yine her alanda
olduğu gibi sıkı bir ahlâki eğitimden de geçerler. “Kışla” tâbir edilen
yerlerde eğitimlerini ve görevlerini sürdürürler. Vahdetya ülkesinin açık bir
düşmanı olmadığı için 1960 yılına kadar herhangi bir savaş hâli vukû
bulmamıştır. Zâten Vahdetya’lılar için savaş en son çâre ve hem savunma hem de
zulmü ber-taraf etmek için saldırı amaçlı yapılan savaşlardır. Fakat şimdiye
kadar müslüman bir millete karşı yapılan bir zorbalığın önüne geçmek için bir kez
çıkışları olmuştur sâdece. Silâh olarak subayların bir tabanca ve bir tüfekleri
bulunur. “Er” tâbir edilen diğer askerlerin ise birer tüfekleri bulunur. Çoğu,
Ada’nın önceki sâkinlerinden kalma ve tâmirden geçirilmiş top, tank, uçak,
savaş gemisi, makineli vs. ağır silâhlar bulunur. Cephâne têmini ise
Vahdetya’lılar tarafından üretilerek sağlanmıştır. Vahdetya’lıların 1939
yılındaki savunma gücü ortalama budur.
Vahdetya’lılar
çok cesurdurlar. Tabi bu cesaret körü-körüne olayların üzerine giden câhillerin
cesurluğu gibi değildir. “Eğer içinizde sabreden
yirmi (kişi) bulunursa iki yüz kişiyi mağlub edebilirler. Ve eğer içinizden yüz
(sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener” (Enfâl Sûresi 65) ve “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman
etmişseniz en üstün olan sizlersiniz”
(Al-i İmran Sûresi 139) âyetleri uyarınca Vahdetya’lılar kemiyetten çok
keyfiyete önem verirler. Üstünlüğün sayıca çokluğa değil, mevcut sayının
kalitesine bağlı olduğunu savunurlar. Bu yüzden askeri yönden yeterince güçlü
olmadıkları bir dönemde bile mazlum bir halkın yardımına gitmekten geri
durmamışlardır. Askeri yeterliliklerine değil, mazlûmiyete bakarak yardım
kararı almışlardı.
Bu-arada
Dünyâ’da yeni bir genel harbin sesleri duyulmaya başlamıştır. Askerî gücü
yüksek, fakat askeri ahlâkı düşük olan süper güçlerin! birbirlerini yemek için
ağızları sulanmaktadır. Nitekim kısa bir zaman sonra beklenen savaş çıkar.
Vahdetya’lıların bu genel harp için plânları, herkesin bu savaşı hırs için
yapmaları nedeniyle tarafsızlıktır. Buna rağmen gene de olağan-üstü bir
hazırlık yapılır ve tetikte beklenir. Bu-arada erlerin askerlikleri yeni bir
emre kadar uzamıştır. İmam Hârûn, eğer bu dünyâ-savaşından tarafsızlıkla ve
hiçbir olaya karışmadan çıkabilirlerse, savaşın bitiminde Vahdetya’nın çok
güçlü durumda kalacağını düşünmektedir. Evet; İmam Hârûn’un plânına göre bu
savaştan uzak durulacak ve bu-arada üretim, sanâyi, teknoloji, eğitim, tarım
vs, tüm ülkenin kurumları disiplinli bir şekilde çalışarak bütün azmini
gösterecek ve ülke şimdikinden on kat daha fazla güçlenmiş ve savaş sonrasında
güçlü bir ülke konumuna ulaşmış olacaktır. Evet; İmam Hârûn, Vahdetya’lıları
bir birlik etrafında kenetlerken, yâni belli ideâller uğruna canlarını bile
vermeye hazır tek bir yumruk hâline getirdiği zaman, dünyâ-devletleri birbirini
yemekle meşgullerdi.
Bu
târihte Vahdetya’nın nüfusu 2.000.000’a ulaşmıştır. Lâkin İmam Hârûn, bu
rakamın ülkenin yakın geleceği için yetersiz olacağını düşündüğünden, her âileye
en az dört çocuğun yapılmasını önermiş ve bu sayıyı yedi-sekize çıkarmaları
tavsiye edilmiştir. Tabi bu durum, yeni kurulan bir ülke için gerekli olan bir uygulamadır.
Daha sonra doğal hâline bırakılacaktır.
Vahdetya’da
asker, eski bir asker ve kumandan olan İmam Hârûn’a bağlıdır. Askerin baş-kumandanı
İmam Hârûn’dur. Bu bir fahrî baş-kumandanlık değil, fiîli bir baş-kumandanlıktır.
Vahdetya
ülkesi, yapılan plânlarla ve hazırlanan stratejiyle 2. Dünyâ Savaşı tâbir
edilen cihan harbinden uzak kalmayı başarmış ve gücünden bir şey kaybetmeyerek,
bilâkis gücüne güç katarak târih sahnesinde önemi-haiz bir konuma çıkmıştır.
İşte bu durum Vahdetya için bir mîlattır. Sağlam ve güvenilir bir ülke durumuna
gelen Vahdetya Ülkesi, dünyâ-müslümanlarının ilgisine mahzar olmuştur. Bu durum
dünyâ-müslümanlarının Ada’yla ticâret ve ziyâret ilişkilerine ve aynı-zamanda
Ada’ya göçe sebep olmuştur. Bu durum ülkeyi hem maddî hem de nüfus açısından
kalkındırmıştır. Vahdetya Ülkesi artık dünyâ-çapında bir ülkedir ve çoğu ülke
tarafından tanınmıştır.
Biraz
da Ada’daki altın rezervleri sâyesinde, diğer ülkelerden Vahdetya Ülkesi’nin ve
ordusunun güçlenmesi için silâh ve teknik donanım satın alınmış, karşılığında
ise altın verilmiş ve tarım ürünleri satılmıştır. Ticâret gün geçtikçe
artmıştır. Bu, Ada’nın madden çok zenginlemesine sebep olmuştur.
Vahdetya
ordusu, savaşı iyi bildiği kadar savaş ahlâkını da iyi bilir. Kur’ân’ın emrine
göre, öldürmekte aşırıya gitmek yasaktır. Vahdetya askerinin yapılan
tatbikatlarda ne kadar hünerli olduğu ayan-açık görülüyordu. İleride bu sınıfa
çok iş düşecek gibiydi..
Vahdetya’da Ekonomi
Ekonomi,
tüm ülkelerde olduğu gibi Vahdetya’da da çok önem taşımaktadır. Fakat Vahdetya
diğer ülkelerden, ekonomiye “sâhip olmak”la ayrılır. Diğer ülkelerde “ekonomi
tüm ülkeye sâhipken”, Vahdetya’da “halk ekonomiye sâhiptir”. Diğer ülkelerde
“halk ekonomiye sâhip değil, âittir”. Bu, ekonomiye kul olmamak anlamına gelir
Ada’da. Vahdetya’lılara göre bir ülkede ahlâk ve adâlet varsa o ülkenin
ekonomisinin kötü olması söz-konusu olamaz. Eğer bir ülkede tarım, sanâyi, ticâret
vs. üretimleri sistemli ve düzenli bir çalışma sonucu devâm ediyorsa, ülkenin
ekonomisinin ilerlemesinin önüne geçilemez. Böyle bir durumda ekonomi doğal
olarak devamlı gelişir. Buna rağmen ekonomide gerileme oluyorsa, orada ekonomik
değil, ahlâki bir sorun vardır.
Şöyle
düşünelim; bir ülkede eğer çiftçi işin gereğine göre toprağını işlemiş,
hayvanlarına bakmışsa ve Allah oraya yeterli miktarda yağmur yağdırmışsa, bu
ülkede tarım sektörü nasıl olur da gelişmez ve ilerleme sağlayamaz? Aynı
şekilde; bir ülkede sistemli ve disiplinli bir çalışma yapıldığında sanâyi
sektörü neden ilerlemeyecek? Bir iş için emek verilen bir ülkede, eğer bir savaş
hâli yada anormâl bir durum (salgın hastalık, büyük doğa olayları vb.) olmadığı
taktirde, o yerde nasıl olur da maddî gelişme yaşanmaz? Sünnetullaha göre,
verilen emeğin karşılığı olarak bir gelişme yaşanması kaçınılmazdır. İşte bu
sebeplerden dolayı Vahdetya’lılara göre refah, ekonomiyle değil, ahlâkla alâkalıdır.
Bir ülkede, İslâm kânunlarına göre insan yetiştiriliyorsa, İslâm kânunlarına
bağlı olarak her-hangi bir yolsuzluk yapılmıyorsa ve her-hangi bir hâinlik
söz-konusu değilse yâni dediğimiz gibi her-hangi bir anormâl durum yoksa,
zamanla o ülkenin gelişip büyümesi gâyet doğal bir şey olur. Normâl olan da
budur zâten. “Herkese kendi çalışmasının karşılığı vardır” âyetiyle de sâbit olan
kânuna göre, kim daha fazla çalışırsa o kesim rahmete nâil olacak ve
gelişecektir. Vahdetya’da bu anlayış zirve yaptığından dolayı ülke devâmlı bir
şekilde gelişir ve büyür. Bu büyümenin sonuçları halka “doğru bir oranla”
yansıtılır.
Vahdetya
Ülkesi’nin en önemli gelir kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Bunun yanı-sıra
denizcilik, yâni balıkçılık çok gelişmiştir ve ülkenin en önemli gelir kaynakları
arasına girmiştir.. Mâdencilik ülkenin ekonomisini ayakta tutan diğer bir
unsurdur. Bitkisel tedâvi merkezleri, şifâlı sular ve kaplıcalar sâyesinde de
turizm çok canlıdır. Bu iş-kolları çok disiplinli ve plânlı çalıştığı için
işler tıkırında gider ve ülke sürekli gelişir. Vahdetya’lılar kendilerine has
bâzı tarım-hayvancılık, denizcilik sistemleri
geliştirmişlerdi-geliştiriyorlardı. Bu gelişmeler ülkenin de gelişmesine neden
oluyordu.
Vahdetya’lılar
aynı-zamanda iyi zanaatkârdırlar. Vahdetya’da hemen-hemen herkesin bir de zanaatı
vardır. Herkes ne iş yaparsa-yapsın bir zanaatı olur. Küçüklüğünde yaz
aralarında bir işte çıraklık yaparak o işi öğrenirler. Bu durum iyi zanaatkârların
yetişmesine sebep oluyor, zanaata olumlu katkılar yapar.
Vahdetya’da
ekonomiden, ekonomi vekili ve kurmayları sorumludur. Ada’da para birimi
“lira”dır. Yurt-dışı geziler düzenleyip oralarda pazar bulma işi de bu ekibe âittir.
Özellikle tarım alanında sağlanan pazar, bu konuda neredeyse kendi başına
Ada’ya yetecek bir gelir gelmesine sebep olmuştur.
Ada’da
şu-ana kadar hiçbir ekonomik kriz yaşanmamıştır. Bunun nedenini konu başında
açıklamıştık. Fâiz ve fâizden beslenen bankalar/bankacılık yoktur Vahdetya’da. Dünyâ’daki
bütün ekonomik krizler aslında fâiz ve bankacılık sisteminin bir sonucudur.
Fâiz sisteminde müthiş bir hırs vardır. Bu hırs insanlara, bir “insana”!
yakışmayacak işler yaptırır. “Hırs ile hırs-ızlık kardeştir” derler. Bu yüzden
de fâizciliği hırsızlık olarak görürler. Fâiz sisteminde herkes birbirinin
başına basarak yükselmeye çalışır. Bu, altta kalanın canını çıkarır tabi. Fâiz
sistemi “piramit modeli” denilen bir model ortaya koyar. En yükseğe çıkmak için
bütün diğer katmanların üzerine “basmanız” gerekir piramit modelinde. İslâm’da
ise “saf modeli” vardır. İlk sıradaki saf uzar gider. Bu-arada kimsenin canı
yanmaz. Hiç kimse başkasının yükünü omuzlamak zorunda kalmaz. Kimse kimseye bir
kin de duymaz. Çünkü herkes aynı saftadır. Bundan dolayı kimse kimseyle rekâbet
içine girmez, girmeyi de düşünmez. Fâizin en küçüğüne bile rastlanmaz
Vahdetya’da. İş-bilir yöneticilerle bu iş sorunsuz devâm eder. Vahdetya’lılara
göre ekonomik krizler, ahlâksal krizlerin bir sonucudur. Âhiret bilinci ile
hareket eden devlet kurumları ve özel kuruluşlar doğal ve dürüst
davranışlarının bereketini fazlasıyla görmüşlerdir. Yurt-dışı çalışan tüccarlar
aynı-zamanda İslâm’ın bayraktarlığını da yaptıklarından sorumlulukları çok
büyüktür.
Vahdetya’da
memur ve işçi sınıf için belirlenmiş belli bir gelir vardır. Bu gelir Ada
sâkinlerinin âilelerinin geçimi için yeterli olduğu gibi, diğer Dünyâ mazlum ve
müslümanlarından ihtiyaç sâhiplerine pay çıkacak düzeydedir. Vahdetya’da aylık
maaşla çalışan kesim içinde, amir-memur, işçi-ustabaşı,
hekim-hemşire-hastabakıcı vs. arasında aldıkları ücret yönünden en fazla
%10’luk bir fark olabilir. Yâni bir işçi 1.000 lira alıyorsa, usta-başı ancak
1.100 lira alabilir, hemşire-hastabakıcı 1.000 lira alıyorsa hekim 1.100 lira alabilir.
Özel kuruluşlarda ise bundan biraz farklı olmasına rağmen 1.500 lirayı
geçmeyecek bir gelir söz-konusudur. Değişik meslek grupları arasında da ücret
farkları %10’u geçemez. Usta ameleden en fazla % 10 fazla ücret alabilir. Usta
zâten ameleye göre daha az yoruluyor, bu ona “ödül” yada “ustalık farkı” için
yeter/yetmelidir. Tekstil sektöründe çalışan bir amir 1.100 lira alıyorsa,
sağlık sektöründe çalışan bir hekim-amir de en fazla 1.210 lira alabilir. Bu
rakamlar 4 kişilik âile için belirlenmiştir. 4 kişiden fazla olan her birey
için 250-500 lira arasında artış olur. İsteyenler ücretlerini aylık olarak
alabildikleri gibi, haftalık olarak da alabilirler. Eğer maaşlara zam
yapılacaksa, herkese aynı oranda/eşit bir para maaşlara ilâve edilir. Maaşın yüzdeliğine
göre zam yapılmaz. Çünkü bu tutum bir süre sonra maaş farklarında uçuruma neden
olur. Bu sistem “mutlak komünizm”e benzetilmemelidir. Vahdetya’lılar bunu
“herkes eşit olsun diye” değil, herkesin “emeğine göre olsun” diye bu şekilde
belirlemişlerdir. Öyle ya; güneşin altında ağır şartlarda çalışan bir kişi ile
hekim arasında ücret yönünden neden aşırı bir fark olsun ki? Hekimin yazın
serin, kışın sıcak bir ortamda çalışması zâten onun için bir ödüldür. Yâni
hekimin ödülü, rahat bir ortamda çalışmasıdır Vahdetya’lılara göre. Mâdenler
gibi çok ağır ve çöpçülük gibi pis işlerde çalışanların ücreti aynıdır ama
onların da ödülü ve ayrıcalığı günde iki saat az çalışmalarıdır. (Zâten
Vahdetya’da gereksiz tüketimler olmadığı ve doğal olmayan üretim yapılmadığı
için fazla da çöp çıkmaz). Bir hekim ya da yönetici zâten bedenen yorulmadığı
rahat bir ortamda çalışıyor, bir de neden fazla ücret alacaktı ki? İlle de bir
fark gözetilecekse, çalışma ortamının rahat olması yetmelidir amir kesim için.
Tabi bu durum toplum içinde aşırı uçlar meydana gelmesinin önüne de geçer.
Vahdetya’da, çok fakir ve de çok zengin kesim bulunmaz. Herkes hemen-hemen aynı
şeyleri alabilecek ücreti kazanır. Gelir düzeyinde aşırı farklılıklar yoktur.
Bu yüzden perişan duruma düşmüş ya da dilencilik yapan bir insana rastlanmaz
Ada’da. Ülkede en yüksek kazancı üretim yapan işletme sâhipleri kazanır ki,
onların geliri de 4-5.000 lirayı geçemez. Çünkü onlara sınırsız büyüme imkânı
tanınmamıştır. Ülkenin başı olan İmam Hârûn ise ücret olarak ülkenin en yüksek
gelir seviyesine sâhip bir memurun aldığı ücretin ancak %50 fazlasını alabilir.
Vekiller ise en yüksek memurun %40 fazlasını. Yâni Vahdetya’da aylık ücret
taban 1.000 lirayken, tavan 5.000 liradır. Bu, beş kat fazlalık demektir. Bu
oranlar bir kural olarak belirlenmiştir. “Eline bu miktardan fazla para geçen
biri o parayı dolaylı-dolaysız bir şekilde en geç üç gün içinde elinden
çıkarmalıdır” derler. Bu kural zâten Hz. Muhammed’in hadisi/sünnetidir. Emekli
maaşlar ise herkes için aynı orandadır. Çünkü artık herkesin sorumluluğu eşit
hâle gelmiştir. İş-hayâtındaki “sorumluluk derecesi”nden doğan farklar
emeklilikle birlikte ortadan kalkmıştır. Bu-arada tüm maaşlar elden verilir/alınır.
İşte tüm bu sebeplerden dolayı ülkede hiçbir zaman grev gibi şeytanca işler
yapılmaz. Şeytan diyoruz; çünkü grev, “şeytanlara” karşı düzenlenmiş şeytanca
işlerdir. Evet; Vahdetya’lılar Kur’ân’i iki kavram olan “adâlet” (eşitlemek) ve
“kıst”ı (hakkını vermek) bu şekilde hakkıyla uygulamaya çalışırlar. Tâ ki;
kimseye haksızlık yapılmasın ve “servet birilerinin elinde toplanmasın”. Sosyal alanda bâzı
eşitsizlikler vardır ve bunlar fıtrîdir. “Tabî ki insanlar arasında “doğal olan bir eşitsizlik” mutlakâ
olacaktır. Mutlak bir eşitlik zâten
olamaz, yaratılışa aykırıdır” derler. Meselâ kadın-erkek arasında, yaşlı-çocuk
arasında, hasta-sağlıklı arasında vs. Bu durumlarda eşitsizlik öne çıkar. Zâten
modernizm bunları eşitleyince maddîyatı eşitsizleştirmiştir ve insanlara
zulmetmiştir. “Mutlak eşitsizlik maddî alanda değil, sosyal alanda olmalıdır”
diye düşünür Ada’lılar. Eşitlikler de mutlak-eşitlik değildir.
Tek-tipleştiricilik olamaz Ada’da.
Ülkedeki
ürünler üreticinin yada satıcının keyfine göre istediği fiyata değil,
ekonomiden sorumlu vekil ve yardımcılarının üreticiyle, halkla ve tüccarla
danışarak kararlaştırdığı, mâliyetin üstüne en fazla %35 bir kâr konarak
yapılan satışlardır. Bu fark malın kalitesine göre belirlenmiştir. Bu kânun
ihrâcat ürünlerinde bile böyledir. Buna sâdece %5’lik bir yol masrafı
eklenebilir. Öyle ya; “kendin için yapılmasını istemediğin şeyi başkası için
düşünme” sözü tezâhür etmelidir.
Vahdetya’da
tüccarlar kazançlarının %10’unu vergi olarak öderler. Tüm tüccarlar
gelirlerinin yalnızca %10’unu vergi olarak verirler. Zâten ülkede tek vergi bu
%10’luk vergidir. Ayrıca en asgarisi %2,5’e tekabül eden zekatı tüm herkes
devlete vermek zorundadır. Gerçi Vahdetya’lılar bu zekat miktârına sahabeler
gibi “zekat-ı bâhil” yâni “cimrinin zekatı” derler ve bu oranla yetinmeyip
ellerinden geleni verirler. “Namazın sünneti olduğu gibi, zekatın da sünneti olmalıdır, bu “zekatın
şükrü”dür” derler. Her ibâdet için bu şekilde düşünmek Ada’da ahlâk hâline
gelmiştir. Devlet zekat gelirini diğer müslüman ve mazlum
memleketlerdeki ihtiyaç sâhibi insanlara gönderir. Zekat gelirinin tamâmı
dışarıya gider, çünkü Vahdetya’da zekat alacak düzeyde kimse bulunmaz. Zîra devlet,
hiç çalışamayanı bile erken emekli eder ve ufak bir kesinti yapılan maaşını ona
düzenli olarak öder. Ayrıca dînî vecibe olan zekattan başka, fitreler de
toplanır ve devlet kanalıyla gitmesi gereken yere gider.
Ülkede
şimdiye kadar hiç enflasyon olmamıştır. Zâten halk böyle bir kelimeden
habersizdir. Hem neden olsun ki? Fiyatlar ülke kurulduğundan beri hemen-hemen
aynıdır. Enflasyon değeri ya sıfır, yada 0,2 olur. Evet; Vahdetya’da hırsızlık
yoktur, vergi kaçırma yoktur, yolsuzluk yoktur, israf yoktur, lüks yoktur,
yoktur..yoktur.. Bu yüzden de ekonomik kriz, enflasyon, devalüasyon gibi şeytâniler
tarafından düzenlenen sûni krizler de yoktur. Tabağı-tencereyi alıp da “açız”
diye bağıran, yoksulluktan şikâyet eden, hattâ gelir düzeyindeki uyum sâyesinde
oluşamayan isrâfa dayalı gösteriş manyaklığı gibi saçmalıklar Ada’da görülmez.
Hiçbir şeyin fiyatı %35 kârdan yüksek olamaz. Tüm ölçüler ilâhi ölçülerdir Vahdetya’da.
Mihenk-taşı İslâm’dır.
Vahdetya’da
vâdeli satışlar pek sevilmez ve yapılmaz. Yasak değildir fakat genelde peşin
satış hâkimdir alış-verişlerde.
Vahdetya’da
kâğıt ve değersiz metâllerden mâmûl paralar kullanılmaz. Çünkü Ada’lılara göre
bu tür paraların %90’ı sûni değer taşır.
Meselâ 100 liralık bir kâğıt paranın “gerçek değeri” en fazla 10 lira olabilir.
Bu 10 lira ise sâdece kâğıdın bedelidir. Kâğıt parasıdır yâni. Geri kalan 90
lira ise sûnî bir değer taşır. Yâni 100 liralık kâğıt paranın gerçek karşılığı
100 lira değil, 10 liradır. Yine 1 liralık bir metâl paranın ancak 10-20 kuruş
değeri olabilir. Çünkü 1 lirayı oluşturan metâlin fiyatı ancak 10-20 kuruş
eder. Geri kalanı ise sûnîdir. Bu gerçek-dışı “değer”! birike-birike en sonunda
patlak verir ve enflasyon oluşturur. Böylece para, “pul” olur. Aynı-zamanda bu
tür sûnî paralar, tağutların parayla istedikleri gibi oynamasına sebep olur.
Zâten paraların bu şekle sokulmasının nedeni, tağutların paraya istedikleri
gibi yön verme istekleridir. Böylece paranın dizginlerini ellerinde
tutacaklardır çünkü. İşte bu nedenlerden dolayı Vahdetya’lılar, kullandıkları
paraları gerçek değerleri olan altın ve gümüş paralardan yapmışlardır. Bu
paraların kendileri zâten özünde bir değer taşır. Para tedâvülden kalkamaz
böylece. Şekil değişikliği sebebiyle tedâvülden kalksa bile yine de değerini
korur. Yansa, yıkansa, pisliğe düşse bile yine de değerinden bir şey eksilmez.
Her zaman değerini korur bu paralar. Vahdetya’lıların paralarının üstünde; “lehûl mülk”=”mülk
Allah’ındır” yazar. “Eskiden paranın değeri vardı”
gibi boş laflar edilmez Ada’da. Altın ve gümüş paraların değerleri
inceliklerine göre belirlenmiştir. Herkes bu paralarla alış-veriş yapmaya
alışmıştır. Tamamı bir değer taşır ellerindeki paraların. Ne sebepten
olursa-olsun değerinden bir şey kaybolmaz bu “gerçek paralar”ın. Bu yüzden de,
enflasyon, devalüasyon vs. gibi “kriz”ler çıkmaz Ada’da.
Vahdetya’lılar
kısa-zamanda zengin bir ekonomiye sâhip olmalarına rağmen, ekonomik gelişmeyi
yegâne hedef olarak görmezler. Onlar için önemli olan ahlâkın gelişmesidir. Bu
gelişme sağlandıktan sonra diğerleri doğal olarak gelişecektir zâten. Fakat;
“diğerleri istediği kadar gelişsin, eğer ahlâk gelişmemişse, o maddî gelişimin
ömrü uzun olmayacaktır” diye düşünürler.
Vahdetya’da Endüstri
Vahdetya’da
ham-madde sıkıntısı olmadığı için endüstri çok çabuk gelişmiştir. Tekstil,
ayakkabı, metâl sanâyi, ağaç sanâyi, inşaat sanâyi vs. tüm endüstri kurumlarını
besleyecek ham-madde bulunur Ada’da.
Endüstri-sanâyi
kurumları İmam Hârûn’a bağlı endüstri vekili tarafından denetlenir.
Dış-pazarlar ekonomi vekili ile berâber bu vekil tarafından organize edilir.
İç-pazarlar doğal olarak oluşur zâten. Üretilen ürünler en fazla iki kalite
olabilir. Bu iki kalite de kendi içinde en fazla yedi model olabilir. Sınırsız
çeşitlilik budalalığı yoktur ve çeşitliliğin çok fazla olmasını şeytanın bir
taktiği olarak görür Vahdetya’lılar. Şeytânî kişilerin, insanları bu çeşitlilik
sayesinde alış-veriş manyağı hâline getirdiklerini düşünürler. “Sınırsız
çeşitliliği insanlara zarar vermeden ancak Allah yapabilir” derler. Aksi durumu
“vahşî kapitâlizm” olarak değerlendirirler. Kapitâlizm, tüketimin artmasını
sağlayacak ürünün çeşitli olması yöntemine dayanır. Vahdetya’lılar sınırsızlığı
sevmez. Neye ihtiyaçları varsa onun peşine düşerler. Peşine düştükleri
“ihtiyaç”larıdır, “ihtiras”ları değil. Zarûrî ihtiyaçlarını yeterli görürler.
Sokrates’in pazarda gezerken söylediği: “Pazarda
ne kadar çok şey var, hiç işime
yaramayacak” sözü dilden-dile dolaşır. Gerçek ihtiyaçların aslında sâdece bir-kaç şeye dayandığını,
gerisinin ise gerçek ihtiyaçlar olmadığının farkındadırlar. Misâl
olarak da: “yemek, sâdece bir-kaç türde ve şekilde yenmeli ve kimse bunu dert edilecek
bir durum olarak görmemeli, zâten bin çeşit yemek olsa bunu kimse yiyemez”
derler. Üretilen her bir ürün en fazla iki kalite olabilir, bu iki kalite de en
fazla yedi model olabilir demiştik. Bu yedi model de en fazla yedi renkte
olabilir. Yâni Vahdetya’da, meselâ bir ütü sâdece iki kalite, yedi model olarak
ve yedi renkten meydana gelebilir. Burada bir “mutlak komünizm” yada her-hangi
bir baskı aramak abes olur. Çünkü bakınca ortada 98 çeşit ütü vardır ve bu,
çeşitlilik açısından iyi bir sayıdır. Tabi bu kural İslâm’ın net bir kuralı
olmadığı için katı bir şekilde uygulanmaz. Çünkü bu konuda İslâm’da kesin
sınırlar-hatlar yoktur. Doksansekiz değil de doksandokuz ya da doksanyedi olsa
kimse bu durumu çok anormâl karşılamaz. Sâdece bir önermedir bu kural aslında
ve daha çok ağır mallarda ve beyaz eşyada uygulanır. Bu önermeyi yapmalarının
nedeni sınırsızlığı sevmemeleri ve “maddî şeyleri sınırsızca çoğaltanlar ve tüketenler;
düşünceyi, tefekkürü, hikmeti, adâleti, eşitliği, vs. üretemez ve
çoğaltamazlar” demeleridir.
Üreticiler
ürünlerini en fazla iki kalite olmak üzere üretebilecekleri için hileye
baş-vurmaya gerek duymazlar. Zâten baş-vuramazlar da sıkı denetim yüzünden.
Sıkı denetim, üreticilerin bozuk tabiatlı olmasından değil, halkta güven
oluşması içindir.
Vahdetya’da
sermâyedar denilen kesim yoktur. Zâten ağır sanâyi üretimi devletin elindedir.
Gerçek sermâyedar “devlet”tir, yâni “halk”tır. Devletin geliri arttıkça bu
artıştan hem Vahdetya’nın kendi halkı, hem de diğer ülkelerdeki mazlum halklar
nasiplenir. Devlet-kapitâlizmi de yoktur Vahdetya’da. Devlet de elinde
tutmaz/tutamaz parayı. Hem yeni yatırımlar yapar hem de tüm Dünyâ’da ihtiyaç sâhipleri
için harcar. Parayı-malı-mülkü emânet olarak gördükleri için emâneti
sâhiplenmezler/sâhiplenemezler. Ada’da sanâyici vardır ama bu kişiler büyük
sermâyedar değillerdir ve olamazlar da. Çünkü İmam Hârûn önderliğindeki içtihat
kurulu, sanâyicilerin üretim kapasitelerini kesin çizgilerle olmasa da
belirlemiştir. Serbest piyasa ekonomisi yada katı piyasa ekonomisi yoktur
ülkede. Satılan ürünlerin fiyatları %10’luk bir farkı aşamaz. Yâni bir yerde on
lira olan bir ürün diğer yerde ancak onbir lira olabilir. Ulaşım-kargo
mâliyetlerinden dolayı. Kimseye sınırsız üretim izni verilmemiştir. Çünkü bu
sınırsızlık ancak kapitâlist ülkelerde olur. Sınırsız üretilen bir ürünün
satılması için mecbûren tüketilmesi gerekeceğinden, bu tüketimi çığırından
çıkarmak gerekecektir. Kapitâlizmin yaptığı budur. “Sermaye tek elde toplanmasın” emri gereğince kimse belli bir
büyümeyi geçemez. Zâten din de buna belli ölçüde engel olur. Çünkü ne kadar
gelir varsa o kadar vergi, zekat, hayır vs. vardır. Meselâ Vahdetya’da bir
sanâyici, zekatını, sadakasını, vergisini vs. verdikten sonra, kendisine düşen
belli bir yerin belli bir oranda; yol, su, eğitim, iş, asker vs. işlerini üstlenmesi
gerekir. Tabî ki bu durum o sanâyicinin her ne kadar ortalama halktan daha
fazla gelire sâhip olsa da, belli bir sınırı aşmasına engel olur. Aslında bu
kişiler de İslâm ahlâkıyla yetiştikleri için bu işleri seve-seve ve zevk alarak
yaparlar. Şeytanın bu konuda onlara galebe çalması belli eğitimlerle
engellenmiştir.
Vahdetya’nın
ihrâcâtı ithâlâtının on katı fazladır. Çok da fazla bir şeye ihtiyâcı olmadığı
için ithâlâta gerek de duymazlar. Lâkin gerek iyi ilişkilerini sürdürmek için,
gerekse de oralara has ürünler kendilerinde bulunmadığı için ithâlat da
canlıdır ülkede. 1947 yıllarına gelindiğinde Vahdetya Ülkesi neredeyse Dünyâ’nın
tüm ülkeleriyle alış-veriş hâlindedir. Kendine has sanâyi ürünleri vardır.
Sanâyiciler o konuda uzman elamanlarıyla hem yeni ürünler üretirler, hem de
kaliteyi arttıracak çalışmalar yaparlar.
Ülkede
insanlar, bir şeyi almada “ihtiyaçta zarûret” prensibini benimsediklerinden
dolayı, sanâyici de bu prensibi doğal olarak benimser. Üretim-merkezli tüketim değil; tüketim-merkezli bir üretim
anlayışı vardır. Bu nedenle haddinden fazla üretim yoktur ülkede. İhtiyaç kadar
üretim yapılır. İç ve dış pazarın talebi kadar üretim yapılır. Böylece
stokçuluğun önüne geçilmiş ve şeytanın kullanabileceği bir kapı daha kapanmış
olur. Haciyyat ve tahsiniyyat denen “gerekli olan” ve sâdece “güzel olduğu ve
beğenildiği için” alınması meşrû olan ürünler de üretilir ve alım-satımı
yapılır. Fakat bu konuda haddi aşmamaya özen gösterirler.
Dünyâ’nın
değişik yerlerinde çıkan yeni bir ürün, içtihat kurulu tarafından alınması
onaylandıktan sonra ülkeye girebilir. Ne-idüğü belirsiz ve kısa-uzun vâdede
yararı olmayacak, hele-hele zarar vermesi kaçınılmaz olacak ürünler ve ham-maddeler
alınamaz ve sanâyiciler tarafından kullanılamaz-üretilemez.
Ülkede
hem kendi içinde hem de dış ülkelere yönelik ham-madde ve ürün satışlarında da
kâr marjı en fazla %35 olabilir. Sanâyiciler makinelerinin %90’ını kendi
ülkelerinden temin ederler. Sanâyiciler ülkeyi dışa-bağımlı hâle getirmemekle
de görevlidirler. Dışarıyla iş yapılabilir ama dışa-bağımlı yapılmamalıdır
ülke. Çünkü dışa-bağımlı olan bir ülkenin ipleri de dışarıda demektir. Bu
önlemi almak sanâyici-devlet ikilisine düşer.
Endüstri
en çok tarım alanında gelişme gösterir Vahdetya’da. Çünkü Vahdetya’lılar, “bir
ülkeye araba ille de lâzım değildir ama besin ürünleri olmazsa-olmazdır”
derler. Ülkede ağır sanâyi devletin elindedir. Ülkede hemen-hemen tüm
fabrikalar kurulmuştur. Bu fabrikalar çok büyük fabrikalar değildir. Üretmek
isteyenin ürettiğini satabileceği ve işini devâm ettirebileceği alan büyük
fabrikalar tarafından daraltılamaz ve kapatılamaz. Bir fabrika sâdece tek bir
dalda üretim yapabilir. Alakasız iki mal aynı fabrikada üretilemez. Sandalye
üreten bir fabrika sâdece çeşitli sandalyeler üretebilir. Meselâ yanında bir de
makas-bıçak üretemez.
Vahdetya’da Tarım ve Hayvancılık
Vahdetya’da
en iyi bilinen ve yapılan iş tarım ve hayvancılıktır. Ülkede, hiç tarım
yapmayan bir mêmur bile bahçesinde bilumum sebze-meyvesini üretir. Aynı-zamanda
üç-beş tavuğu da bulunur.
Ülkede
tarım alanında sûni hiçbir ürün kullanılmaz. Tohumlar yine ürünlerden elde
edilen tohumlardır. Ülkede su bol olduğu için sulama sıkıntısı çekilmez. Bütün
tarlalara devlet tarafından su getirtilmiştir. Çiftçiler yaptıkları işleri aynı-zamanda
bilinçli yaparlar. Her köyün yada yerleşim yerinin devlet mêmuru bir ziraat
mühendisi bulunur. Toprak verimi yüksek olduğu için çiftçilerin ürettikleri
ürünler en yüksek seviyeyedir yada ona yakındır. Ülkede üretilen tarım-hayvancılık
ürünleri Vahdetya Adası’nın ihtiyâcından kat-kat fazla olduğu için yurt-dışına
ihraç edilir. Zâten en fazla ihrâcat da tarım alanındadır. Ülkede dağlar-ovalar
ağaçlarla doludur. Bu ağaçlandırma görevi devlet tarafından çiftçilere
verilmiştir. Çiftçiler bu işi yapmakla yükümlüdürler. Bu iş aslında çiftçilere
uzun vâdede yarar sağlayan bir uygulamadır. İslâm’ın her tavsiye ve emrinin
kısa-uzun vâdede yarar getirmesi kaçınılmaz olduğu için, bu işin sonunda da
yarar vardır. Vahdetya’lılarda ata-sözü hâline gelmiş bir söz vardır: “Yağmur
istiyorsan ağaç dik, zenginlik istiyorsan çocuk yap”. Çünkü Allah’ın sistemi
olan sünnetullaha göre, bir yerde ağaç varsa oraya yağmur yağar. Yâni her ağaç
yağmuru celb eder. Her doğan çocuk da rızkıyla gelir. Allah her çocuk için bir
rızık ayıracağından, o çocuğun doğduğu evin rızkı doğal olarak çoğalır. İşte bu
yüzden Vahdetya’lı çiftçiler her yere ağaç dikerek yağmuru çağırmış olurlar. Bu
bir fiîli duâdır aynı-zamanda. Bu şekilde yağmur yağışı fazlalaşır ve su
sıkıntısı hiç çekilmez Vahdetya’da. Tabî ki Allah bu kânunların bağımlısı değil,
yaratıcısıdır. İslâm’a göre bir arâzinin/tarlanın ekicisi/emânetçisi eğer
tarlayı üç sene ekmezse, o tarla artık başkasına verilir. Kullanma-hakkı/emânet
artık o kişinin olur. Hz. Muhammed (s.a.v.): “Kim bir ölü toprağı ihyâ ederse,
o toprak onun olur” demiştir. Bu kural Vahdetya’da da uygulanır.
Hemen-hemen
her tür ürün yetiştirilir. Hatta bâzı ürünler sâdece küçük çaplı olarak zevk
için üretilir ve sâdece üreten faydalanabilir bu ürünlerden. Tropikal meyveler
dâhil her tür meyve yetiştirilir. Her tür bitki ihrâç edilecek oranda
üretilebilir. Ülke bir tarım ülkesi görünümündedir.
Narh’ı
Allah koyar. Yağmurun az/çok yağması ya da çeşitli doğa olayları nedeni ile
ürünlerin az ya da çok olması şeklinde meselâ. Fakat fiyatların yükselmesi ya
da düşmesi herkes içindir. Yoksa Allah (hâşâ) narhı sâdece bir kesim için
koymaz. Fiyatlar yükseldiğinde sâdece bir kesimi etkilemez bu durum. Malın az
olması, birilerinin o maldan faydalanıp diğerlerinin faydalanamaması şeklinde
gerçekleşmez. Herkes bir önceki sene bol-bol alabildiği şeyi, o yıl az miktarda
alabilir sâdece.
Vahdetya’da
hayvancılık bir başka gelir ve zenginlik kaynağıdır. Her çiftçinin bir-kaç
inek, koyun-kuzu ve tavukları vardır ama, esas işleri tarım olduğu için
hayvancılık işini sâdece kendi ihtiyaçları kadar yapabilirler. Hayvancılık işi
başlı-başına bir iş olduğu için, tarım yapan hayvancılık, hayvancılık yapan da
tarım yapmaz. Kendilerine göre bir-kaç bir şeyler vardır tabî ki.
Allah’ın,
hayvanları insanların yararı için yarattığını iyi benimsemiş olan
Vahdetya’lılar, hayvanlara çok iyi bakarlar ve bu işten iyi anlarlar. Ustalıkla
yaparlar bu işi. Her köyde ya da yerleşim yerinde bir baytar (veteriner)
bulunur. Hayvancılık yapanlar bu konuda çok bilgilidirler. Hayvanlara kötü
muamele yapılamaz. Gereksiz şekilde zorlanamaz. Hayvanların yaşadıkları yerler
çok temiz tutulur. Hayvanlardan süt, süt ürünleri, yün ve deri elde edilir ve
bu mâmüller işlenir. Deri işlemeciliği Ada’lıların çok iyi bildiği işlerdendir
ve çok mâhirdirler bu sanatta. Ürettikleri deri ürünlerini ihrâç da ederler.
Vahdetya’da Denizcilik
Dört
tarafı denizlerle çevrili olan bir yerde denizciliğin olmaması düşünülemez.
Vahdetya’da da denizciliğe çok önem verilmiş ve bu konuda eğitimler
yapılmıştır. Denizciliğin en önemli ürünü kuşkusuz ki balıktır. Vahdetya’da
balıkçılık yapılır ve deniz ürünleri yurt içine ve dışına pazarlanır. Denizi
iyi kullanmak önemlidir. Bu yüzden balıkçılar balıkların soyunu kurutacak kadar
balık avlayamazlar. Cuma günleri ve yılın iki-üç ayında avlanmak yasaktır.
Balıkçılar kendi balıklarını kendi tekneleriyle tutabilir, kendileri pazarlarda
satabilirler. Ama çoğu, ihrâcatçı tüccarlara satar balıklarını. Çok küçük
balıkları geri denize bırakır Vahdetya’lı balıkçılar. Avlanan deniz ürünleri
isrâf edilmez. Gereksiz avcılık yapılmaz.
Denizlerin
kirletilmesi çok büyük suçtur Vahdetya’da. Özellikle balıkçılar denetlenir bu
konuda. Denizlerin hemen yanlarına yerleşim yerleri kurulamaz. Yerleşim yerleri
denize en az 1 km . uzakta olmalıdır.
Ada’nın hemen-hemen bütün etrafı kumsalla çevrilidir. Bu kumsalın %90’ı doğal
olarak kumsaldır. Doğal olarak taşlık olan yerler de vardır ve bu yerlere
dokunulmamıştır. 25-30 metrelik kumsaldan sonra ağaçlık bölüm gelir. Buralara
kimse her-hangi bir yapı yapamaz. Yazları yüzmeye gelenler ancak çadır yada
seyyar başka barınaklar kurabilirler. Ancak her vilâyette, ticâret gemilerinin
yüklerini boşaltması ve yüklemesi için kurulmuş limanlar vardır. Ticâret canlı
olduğu için bu limanlar biraz büyükçedir. Bâzı özel tekneler için küçük tekne
sığınakları da vardır. Ada’nın çevresinde bulunan adacıklarda da çevre
düzenlemiştir ve insanların gezmesi için kayıklar ve gemiler seferler
düzenlerler bu adalara. Vahdetya’lılar genelde lüksü sevmedikleri için öyle
büyük yatlar ve gemiler edinmezler. Vahdetya’da lüks mal hem yoktur hem de
yasaktır. Zâten dînen de haram olarak görürler lüks tüketimi. “Bir mal lüks
ise, demek ki büyük bir çoğunluk o mala ulaşamıyor, eeee, kime lüks ki” derler.
Balıkçıların ve bâzı deniz-severlerin küçük gemileri ve tekneleri bulunur.
Anlaşmalara göre Ada’nın tüm çevresinden denize doğru 10
mil boyunca bir sınır Vahdetya Adası’na âittir. Ülkeye en çok
turist gemiyle geldiği için her şehrin bir tane büyük iskelesi/limanı vardır.
Vahdetya,
etrafı denizlerle çevrili olduğu ve -ortadaki 7. bölge hâriç- her yerleşim
yerinin denize kıyısı bulunduğu için, adalılar denizle iç-içe yaşamaktadırlar.
Tabi bu durum tüm Vahdetya’lıların yüzmeyi bilmesi demektir. Yaz-aralarında Ada
çevresinde çadırlar kurulur ve insanlar buralarda bir-kaç gün geçirirler. Daha
uzun zaman kalan deniz-aşıkları da vardır. Ülkeye gelen misâfirler de bu
nimetten faydalanabilir. Denize ancak tesettüre uygun giyinmek şartıyla
girilebilir. Denizlerin şeytanın bir merkezi hâline getirilmesine izin
verilmez. Gelen misâfirler bu yönden kendilerine göre ”sıkıntı” yaşasa da,
misâfirin hatırından ziyâde, Allah’ın hatırı önemli olduğu için bu kural
olmazsa-olmaz şartlardandır. Gelen turist bayanlara, çarşıda-pazarda Vahdetya’lı
kadınlar gibi giyinmeleri yada başlarını örtmeleri şart koşulamaz. Fakat
müstehcen ve dikkat çekici bir şekilde giyinmelerine de müsâde edilmez.
Vahdetya’lılar denize-özel giysiler üretmişlerdir ve bu kıyafetlere de çok
alışkındırlar. Bu yüzden Ada’lılar bu kuraldan rahatsızlık duymazlar.
Vahdetya’da
her vilâyette bir tane tersâne bulunur. Büyük ticâret gemileri yapan
Vahdetya’lılar, bu sâyede ülkelerine zenginlik taşırlar. Burada ihtiyaç
duyuldukça yeni gemiler inşâ edilir ve yıpranmış gemilere bakım yapılır. Ülkede
ayrıca otuz savaş gemisi ve bir tane de deniz-altı gemi bulunmaktadır.
Deniz-altı, Ada’nın sâhiline vurmuş ve terkedilmiş olarak bulunmuştu. Bakımı
yapıldıktan sonra kullanılabilir hâle sokuldu. Deniz askerlerinin kışlaları da
denize 1 km . uzakta olmasına
rağmen, askerlerin çoğu karadan 5 mil uzakta demirlemiş
gemilerde kalırlar.
Su-altı
araştırmaları yapılır. Allah, denizlerin içinde de “âyet”ler yarattığı için
Vahdetya’lılar deniz dibini araştırırlar ve buralarla ilgili fotoğraflar
çekerler ve belgeseller yaparlar. Orta-tuzlu bir denizi olan Ada’nın balıkları
çok lezzetli, denizi masmavidir. Durgunluğu ayrı güzel, hırçınlığı ayrı
güzeldir. İnsanların hem karnını, hem gönlünü doyurur Vahdetya’nın denizleri.
Vahdetya’da Dış İlişkiler
Vahdetya’da
dış ilişkilerden İmam Hârûn’a bağlı hâriciye vekili sorumludur. Dış ilişkiler
denince ilk başta ticâret, yardımlaşma, tanıtma, siyâsi ilişkiler ve İslâm’i
tebliğ akla gelir. Hâriciye vekili tüm dünyâ-işlerinden sonra İslâm’ı usulünce
anlatmakla da görevlidir. Vahdetya’nın hâriciye vekili yüksek ahlâklı bir
âlimdir. Dünyevi ve dîni ilimler bakımından çok zengin bir bilgi birikimi
vardır. Tabi bu ilimleri hayâtına yansıttığı ve ahlâka dönüştürdüğü için ayrıca
bir etkileyiciliği göze çarpar. Tüm Dünyâ’yı çok iyi tanır. Dış ilişkiler
deyince Vahdetya’lıların aklına ilk önce tebliğ gelir. “Gazâ” metodu benimsenmiştir
dış ilişkilerde. Hattâ İmam Hârûn’a ve hâriciye vekiline “gâzi” ön-adını
takarlar. Müslüman olan ülkelerdeki insanlara da tebliğ yapılmalıdır. Çünkü
“müslümanım” diyen insanların çok büyük çoğunluğu gerçek İslâm’dan bir şekilde
uzaklaştırılmış durumdadırlar. Dünyâ’da tağutlar tarafından oluşturulmuş
laik-seküler bir “din” vardır ve müslümanlar bu tağûti dine çeşitli kanallar kullanılarak
inandırılmıştır. Tabî ki bu din, tağutların ekmeğini devâmlı yağlayacak şekilde
düzenlenmiş bir “din”dir. İşte bu yüzden ilk önce tüm dünyâ-müslümanlarına
inandıkları dînin gerçek İslâm Dîni olmadığının gösterilmesi gerekiyordu. Bu
konuda en büyük destekçi Allah, en büyük kaynak ve belge Kur’ân-ı Kerim ve
sahih sünnetti kuşkusuz.
Tüm
ticâri ilişkiler belli bir hızla yürütülür. Ama dediğimiz gibi aslında
Vahdetya’da dış ilişkiler denince maddî-mânevi yardım ve tebliğ akla gelir. Hâriciye
vekili bu maksatla neredeyse tüm dünyâ-ülkelerine geziler düzenlemiş ve
bir-takım ticâri anlaşmalar yaptıktan sonra usulüne uygun dâvet ve tebliğler de
yapılmıştır. Mazlum durumda olan ve yardıma muhtaç hâle gelmiş ülkelere ve
insanlara yardım yapılır. Bu yardımlar Vahdetya’lıların verdiklerin zekat,
sadaka ve hayırlarından meydana gelir. Bu sâyede iyi ilişkiler gelişmiştir. İlk
başlarda yadırganan Ada halkı bu sâyede tanınmış ve sevilip sayılmıştır. Zâten
zekat, sadaka gibi İslâm’i naslar, diğer insanlarla uzlaşmak, sevgi köprüsü
kurmak ve iyi ilişkiler içine girmek için Allah tarafından emredilmiştir. Tüm dünyâ-mazlumlarının
umut kapısı hâline gelmiştir Vahdetya. Bu ülkelerde, İslâm’i-dîni yönü
baltalanmış ve köreltilmiş, baskı ve zorluklardan dolayı unutturulmuş olan dînî
şuur yükseltilmeye çalışılmış ve bunda başarılı olunmuştur. Tebliğ kısa-zamanda
Allah’ın yardımıyla ivme kazanmıştır, İslâm’a yeni ihtidâlar olmuştur.
Vahdetya’lılara göre dâvet ve ıslah süreci; önce tebliğ, sonra gerekirse
zorlama şeklinde yürür. Yâni tebliğ yapılan toplum eğer zulümlerine bir son
vermezse kademeli bir şekilde şiddete baş-vurulur. Bu konuyla ilgili olarak,
ülkelere ve devletlere yönelik Sünnetullah gerçeğini dikkate aldığımız zaman,
bu İlâhi sünnette; tebliğ, mühlet ve müdâhale aşamalarını görmemiz mümkündür.
Bir
keresinde, yapılan haksız bir saldırıya karşılık vermede zorlanan müslüman bir
ülkeye 10.000 kişilik ağır-silâhlı askerini gönderen Vahdetya’lılar, saldırgan
ülkenin geri çekilmesine sebep olmuşlardı. Bu durum Vahdetya’yı Dünyâ’nın
gündemine taşımıştır. İşte bu-sırada İmam Hârûn tüm Dünyâ’ya şöyle
sesleniyordu:
“Bismillâhirrahmanirrahim (!!)
Vahdetya’lıların; Allah, Kur’ân-ı Kerim’de; “Size ne oluyor
ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından
bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla” diyen
erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisa Sûresi 75) âyetini indirmişken ve
mazlum olduğu hâlde bâzı azgınlar tarafından saldırıya uğramış ve yardım
bekleyen, başta müslümanlar olmak üzere tüm mazlumların yanında olmaması
düşünülemez. Kim olursa-olsun, bir ülkenin mazlum bir ülkeye savaş açması aynı-zamanda
Vahdetya Ülkesi’ne savaş açması demektir. Vahdetya İslâm devleti böyle saldırgan
şeytâni bir ülkeyle tüm ilişkilerini keseceği gibi, ona karşı tüm gücüyle karşı
durur. Vahdetya’lı müslümanlar ve tüm dünyâ-müslümanların böyle olası bir
duruma karşı birlik olmak zorundadır. Bu İslâm dîninin farz-ı ayn hükmüdür.
Vahdetya’lılar, olası bir baskıya mâruz kalan ve zor bir duruma mâruz bırakılan
ülkenin, dînî ve millî kimliğine bakılmaksızın tüm gücüyle arkasındadır. Tüm
müslümanlar da arkasında olmak zorundadır. Vahdetya Ülkesi müslüman bir
ülkenin; -müslüman yada gayri müslim- mazlum duruma düşmüş her-hangi bir
ülkeye, sâdece savaş konusunda değil, her ne konuda olursa-olsun yardım
etmemesi hâlinde o ülkeyi münâfık îlan eder. Münâfıklar ise müslümanların
düşmanıdırlar”.
Konuşma
tüm Dünyâ’da canlı olarak yayınlanmıştı. Tüm dünyâ-müslümanları ve mazlumları
İmam Hârûn’a ve Vahdetya’lılara hayran kaldılar. Şeytâni ülkeler ve kişiler
İmam Hârûn’un karizmasından ve Vahdetya Ülkesi’nin cesâretinden ve
kararlılığından etkilenmişler ve de korkmuşlardı. Çünkü bu konuşma açıkça bir
“cihad” îlânıydı. Küfre ve zulme karşı yapılmış bir cihad îlânı.
Evet;
İmam Hârûn’un bu çıkışı tüm dünyâ-müslümanlarına hem morâl hem de cesâret
vermiştir. “Eğer inanıyorsanız güçlü
olan sizsiniz” âyeti her yerde dile getirilir olmuştur. Bir ülkenin
dış-gücünden ziyâde iç-gücünün önemli olduğu konuşulmaya başlamıştır.
Kenetlenmiş bir ülkeyi ve toplumu kimsenin alt-edemeyeceği ortaya çıkmıştır bu
olaydan sonra. Başta İmam Hârûn ve hâriciye vekili olmak üzere Vahdetya’lılar
yerine getirmiş oldukları yükümlülüğü uygulamanın ve îlan etmenin iç-huzurunu
yaşarlarken, Allah’a hamd ve şükürlerini sundular.
Tüm
müslüman, mazlum ve zayıf ülkelere her türlü yardım götürülmüş, onlara
meslekler öğretilmiş, her alanda eğitim verilmiş ve ne yapacakları kendilerine
öğretilmiştir. Bu sâyede kısa-zamanda bu ülkelerde gelişmeler görülmüştür.
Vahdetya’lılar onlara “balık tutmayı” öğretmişlerdir. Bundan sonrası
yavaş-yavaş olacaktır. Evet; Vahdetya’nın dış ilişkilerinin en büyük hedefi
budur.
İki
elini çenesine dayamış ve ufuklara dalmış olan İmam Hârûn’un ise hedefi çok
daha büyüktür…
Vahdetya’da Bilim ve Teknoloji
Vahdetya’da
bilim ve teknoloji alanında eğitim-öğretim-uygulama alanı daha ilk-eğitim
aşamasında başlar. Bu konuda bilgiler verilir ve uygulamalar yaptırılır. Bu
aslında hayâtın tanıtılması açısından çok önemlidir. Bilim deyince sâdece
elektronik aklına gelmez Ada’lıların. Tüm alanlar bilimdir. Eğitim-öğretim
uygulamalı yapılır. Masa-başında üretilen teorilerin ve ürünlerin hayâta zarar
vereceği düşünülür ve bilinir. Teoriler hayâtın içinde üretilmelidir.
Yüksek-eğitim okullarında bilime meraklı ve meyilli talebeler yüksek-bilim
sınıfına kaydırılır. Bu sınıflarda okuyan talebeler bilim-teknoloji alanında
ülkenin beyni olurlar. Bilimde ilerlemiş dünyâ-ülkelerine eğitime de gönderilen
bu talebeler, gördükleri teknolojiyi gerektiği kadar kendi ülkelerine de
taşımışlar ve uygulamışlardır. Bilim ve teknoloji kadrosu kendi ülkelerinde
ülkeye-has ürünler geliştirmişlerdir.
Vahdetya’da
bilim ve teknoloji alanında klişe bir söz vardır: “Bilim ve teknoloji sâdece
şu-anki bilim Dünyâsının yorum tarzıyla sınırlı değildir. Bilim farklı bir
dille ve farklı uygulamalarla da gösterilebilir. Bir motor, bir araç, bir
makine sâdece kapitâlist-seküler Dünyâ’nın anladığı ve uyguladığı gibi anlaşılmak
ve uygulanmak zorunda değildir. Bir arabanın, bir geminin, bir trenin vs.
çalışma sistemlerinin sâdece bilinen şekillerde olması mecbûr değildir. Daha
nice farklı yorum ve uygulama yöntemleri vardır. Her bilimin-teknolojinin bir
alternatifi vardır Vahdetya’da. Bu ilkeden yola çıkan Vahdetya’lı
bilim-adamları çok farklı bilimsel buluşlar, önermeler ve teoriler
geliştirmişlerdir. Ayrıca çağ, elektroniğin zirve yaptığı bir çağ olduğu için
bu alana bir hayli yoğunlaşılmıştır. Ev-âletlerini ve elektronik eşyâlarını
kendileri yapacak seviyeye kadar gelmişlerdi.
Materyalist-seküler
dünyâ-ülkeleri, bilimi ve teknolojiyi sâdece maddi çıkarlar için uygulama
alanına soktuklarından, hem gereksiz ürünler ve yanlış fikirler üretmekte, hem
de bu yanlışlarından dolayı çevreye ve insana farklı zararlar vermektedirler.
Yaşadıkları kâinatla çelişen fikirler ve ürünler en sonunda insanlara farklı
şekillerde aşırı zararlar vermeye başlamıştır. Üstelik harcadıkları zaman ve
para da cabası. Vahdetya’lılara göre ise bilimin önermeleri Kur’ân’la ve
doğayla çelişmemelidir. Aksine onlarla uyumlu olmalıdır. Ancak o zaman bilimin
ve teknolojinin yararından bahsedilebilir. Asıl olan; bir şeyin her türlü
zararına rağmen bol para getirmesi değil, o şeyin insana ve doğaya zarar
vermeyen, insan psikolojisi ve fıtratıyla uyumlu, hayata kolayca aktarılabilen
fikirler ve ürünler geliştirilip insanlığa sunulmasıdır. Vahdetya’lılar
teknolojinin önemini bilmelerine rağmen, kendilerini teknolojiye ezdirmezler.
Vahdetya’lı
bilim-adamları diğer dünyâ-ülkeleriyle paslaşmalarına rağmen onlara çok da
bağımlı görmezler kendilerini. Hemen-hemen her şeyi kendi ülkelerinde üretebilirler.
Önemli olan, doğru bakış-açısını yakalayıp doğru bir değerlendirmeyle o konuda
yorum yapılmasıdır. Sonra da arkasından uygulama alanına geçilir.
Vahdetya’da
teknolojik üretimde de “ihtiyaçta zarûret” ilkesiyle hareket edilir. Tabî ki
sâdece kendi ihtiyaçları kadar üretim değil, ticâri ilişki hâlinde oldukları
diğer “kendi üretemeyen” ülkelere de yetecek kadar üretim yapılır. “Gerekli”
olan her şeyin üretimi yapılabilir. O alt-yapı sağlanmıştır Vahdetya’da. Kısa-zamanda
tüm teknolojik alt-yapı kurulup, geliştirme ve üretme aşamalarına geçilmiştir.
İnsanları maddeye kilitlememek için gerektiği kadar üretim yapılmalıdır.
Gereksiz ve zararlı üretimden uzak durulmalıdır. Silâh üretiminde meselâ atom
bombası yapmayı hiç düşünmemiştir Vahdetya’lılar. Teknolojinin dengesini
kaybettiğinde nasıl bir istismâr aracı hâline geldiğini iyi tespit etmişlerdir.
Buna karşın gerekli olan her türlü iletişim, ev-aletleri ve eşyaları, taşıtlar,
tren, uçak, gemi, savaş donanımı, deniz-altını ve gök-yüzünü incelemek için
araçlar, makineler vs. her tür teknolojik üretimde Dünyâ’nın diğer ülkelerinden
pek de geri kalmazlar. Diğer ülkelerin yaptığı gibi hırsla kitle imhâ
silâhları, insanları müptelâ edecek ürünler vs. yapılmaz Ada’da. “Bir ürünün
talepten ve ihtiyaçtan çok-çok fazlasının üretilmesi o ülkeyi kapitâlist sömürüye
açar” derler. Çünkü o ürünler bir şekilde tüketilmelidir. Serbest dünyâ-piyasası
bu durumun önüne geçemeyeceği için ve hırsa bürünmüş kapitâlist ülkelerin
doyumsuzluğu yüzünden teknolojik ürünler çok fazla üretilir ve insanlara “bir
şekilde” pazarlanır. Bu pazardan az gelişmiş dünyâ-ülkeleri de nasîbini alır
tabi. Aslında bu durum bir kısır-döngüdür. Bir-süre sonra bu üretim-fazlalığı
insanlarda doyum oluşturacağından, yeni bir şeylerin üretilmesi kaçınılmaz hâle
gelir ve insanlara şeytâni reklamlarla bu ürünler özendirilir. Bu özenti,
ihtiyacı olmadığı hâlde insanların o ürünlerden tekrar-tekrar almasını gerektirecektir.
Bu da insanları “alma”ya kilitleyecek ve şeytanın kucağına oturtacaktır.
Vahdetya’da
ise tüm ürünler belli bir çeşitlilikte üretilme zorunluluğundan dolayı haddi
hiçbir zaman aşamaz. Bir insanın çalışır vaziyette olan bir ürünü varken, başka
bir ürün alması da beklenemez. İşte bu yüzden teknolojik alanda üretimler
dengeli yapılır. Dengeli bir üretim ve dengeli bir tüketim vardır her alanda.
Teknolojik alanda kaliteyi arttırmak ve ihtiyaç duyulan aletleri üretmek işi
teknoloji alanının uzmanları tarafından dengeli bir şekilde yürütülür. Bu-arada
bilimi ve teknolojiyi diğer ülkelerden daha farklı düşünen ve yorumlayan
Vahdetya’lı bilim-adamları farklı ürünler geliştirmişlerdir. Meselâ farklı
çalışma prensibine sâhip bir motor yapmışlardır. Bu motor bilindik motorlara
benzememektedir. Sonuçta gene aynı işi yapan motorun çalışma prensibi başkadır.
Güneş ve su enerjisini çok iyi kullanmışlar ve bu konuda Dünyâ’ya örnek
olmuşlardır. Savunma sanâyinde yeni gelişmeler sağlanmıştır. Kısacası
teknolojik alanda da işler tıkırında yürümektedir.
Diğer
bilimlerde ise herkes kendi branşında yeni fikirler üretir. Başta din-ilimleri
olmak üzere; târih, coğrafya, edebiyat, zooloji, jeoloji, özellikle gök-bilim,
bitki-bilim, sosyoloji, felsefe, mantık, vs. tüm bilimlerde yeni gelişmeler
göstermişler ve yeni teoriler geliştirmişlerdir. Bu bilimlerin çıkış ve
denetleme noktalarını Kur’ân-ı Kerim oluşturur. Sosyal bilimlerin bir
ideolojisi olması gerektiği için, Vahdetya’lılar da ideoloji olarak İslâm’ın
ideolojisini benimsemiş ve her-hangi bir önermenin Kur’ân’la uyumlu olmasını
şart koşmuşlardır.
“Din,
hayâtımızın bir numaralı alanıdır. Bu konuda Dünyâ’nın bir numarası
olunmalıdır” diye düşünürler. Cins kafalar bu alana yöneltilmiştir. Târihi,
övgü ve sövgü alanı olarak görmez, onu öğrenmekten çok anlamak ve ders-ibret
almak ister Vahdetya’lılar. Coğrafyayı iyi bilmek isterler. Yaşadığı Dünyâ’yı
iyi tanımalıdırlar çünkü. Coğrâfi koşullar iyi bilinmelidir. Edebiyat alanında
ilerlemişlerdir. Çünkü ifâde edeceği İslâm’ı iyi bir dille anlatmalıdırlar.
Dil, insanlarla iletişim kurmanın tek aracıdır denebilir. Bu yüzden dili iyi
kullanmak gerekir ve bu yüzden de iyi bir edebî dil sâhibi olunmalıdır.
“Hayvanlar hayâtımızın diğer parçasıdır. Hayvanları iyi tanımalı, onları iyi
gözlemlemeli ve ders almalıyız” derler. “Devenin
yaratılışına bakmazlar mı?” diyen Yaratıcı, dikkatimizi zoolojiye
çekmiştir. Toprak katmanları, yer-yüzü hareketleri yine iyi bilinmelidir ki
olası bir doğa olayına karşı hazırlıklı olunsun. Bitki, beslenme zincirinin iki
halkasından biri olduğu için bitki-bilime ağırlık verilmiş ve özellikle tarım
sektörü ve tıp bu bilgilerle donatılmıştır. Sosyoloji insan ilişkilerini ve
davranışlarını ve farklı düşünceleri bize aktardığından bu ilim dalında da
ilerlenilmelidir.
“O, biri diğeriyle tam
bir uyum (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın
yaratmasında hiç bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü)
çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?
Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz uyumsuzluk bulmaktan) umudunu
kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk Sûresi 3-4) âyetleri gereğince gök-bilime ağırlık
verilmiştir Ada’da. Gökyüzünü gözlemek için rasat-haneler kurulmuş ve güçlü
teleskoplar yapılmıştır. dünyâ-ülkeleriyle bu konuda iş-birliği sonucu
araştırmalar yapılmıştır. Vahdetya’lılar gök-bilim konusunda diğer dünyâ-ülkelerindeki
bilim-adamlarının, kâinatı “yaratıcı” gibi görmelerinden ve göstermelerinden dolayı
evreni yanlış anladıklarını düşünürler. Buna
tepki vererek “yaratılmış kâinat” teziyle yola çıkmış ve kâinatı farklı
bir şekilde yorumlamışlardır. Ondaki mükemmel uyumu gözlemlemişler ve çok ders
almışlardır. Bu durum onların Allah’a şükürlerini artırmıştır.
Vahdetya’lı
bilim-adamları tüm Dünyâ tarafından (körü-körüne) kabûl edilmiş bir çok teoriyi
kabûl etmeyip, ilgili kânunu daha farklı bir şekilde yorumlamışlardır. Çünkü
Ada’lılara göre o teoriler kesin bir şekilde ispatlanamaz teorilerdir. Meselâ
bunlardan bir tanesi olan kütle-çekim kânununu örnek alalım:
Bilindiği
gibi Isaac Newton, maddenin merkezinde doğal bir çekimin (gravitasyon) bulunduğunu
söyler. Bu çekimin büyük kütleli maddelerde daha fazla bulunduğunu söyleyerek,
çekim denen şeyi; “büyük kütleli maddelerin güçlü çekimleri, küçük kütleli
maddelerin zayıf çekimlerine baskın çıkarak onları çekerler” diyerek
açıklamıştır. Fakat; Newton’dan yaklaşık 150 yıl sonra doğan Albert Einstein,
1916 yılında Newton kuramını büyük ölçüde yıkıp kendi fikrini-teorisini öne
sürmüştür. Buna göre; kütle-çekimin, maddenin merkezinde doğal olarak bulunduğu
sanılan çekim gücünden değil; maddelerin uzay-zamanı bükmelerinin sonucunda
oluştuğunu söylemiştir. Genel Görelilik Kuramı denilen bu teoriye göre, büyük
kütleli maddeler uzay-zamanı daha fazla büktükleri ve orada bir çukur açtıkları
için, daha az kütleli maddeler bu eğime-çukura düşerler. Ada’lılara göre bu iki
teori de mutlak olarak gözlemlenemeyeceğinden dolayı ispatlanamaz.
Vahdetya’lı
bilim-adamları ise kütle-çekimin şu şekilde oluştuğunu söylerler:
Tüm
evren-materyâli bir döngü hâlindedir. Yâni her şey kendi etrafında döner. Bu
döngü bilindiği gibi çeşitli hızlarda olan bir dönmedir. İşte bu döngüden
dolayı yıldızların-gezegenlerin vs. etrafında çekimsel bir alan meydana gelir.
Bu alan (her şey döndüğü için) tüm kâinat materyâlinde oluşur. Büyük
kütleli-yoğun kütleli yada hızlı dönen materyâllerde ise bu çekim-alanı daha kuvvetli
olur. İşte; hangi materyâlin daha güçlü döngüsü ve dolayısıyla çekim-alanı
varsa, o materyâl kendisinden daha zayıf bir alan oluşturan diğer bir materyâli
kendisine doğru çeker. Yâni kütle-çekim denilen şey, maddelerin hareketleri
sonucu oluşur. Hareketi-döngüsü yavaş olan, dolayısıyla çekim-alanı zayıf
olan bir yıldız-gezegen ne kadar büyük olursa-olsun, kendisinden küçük de olsa
daha hareketli bir materyâl tarafından çekilecektir. Vahdetya’lı
bilim-adamlarının kütle-çekim teorileri budur.
Vahdetya’lılar
teknolojiye çok önem vermekle berâber, onu sâdece bir araç olarak görürler ve
putlaştırmazlar. Kendi yaptıklarını ilâhlaştırıp tapacak kadar ahmak
değildirler.
Vahdetya’lıların;
kâinatı Kur’ân’i bir okumaya tabi tutmaları, diğer dünyâ-ülkelerinin son
zamanlarda geliştirdikleri ve doğruluğuna emin oldukları bir teoriyi tartışmaya
açmalarına sebep olmuştur. Ada’lılar; diğer ülkelerin gök-bilimcilerinin
milyarlarca yıllık bir ömür biçtikleri kâinatın ömrünün sâdece 10.000 yıl kadar
olduğunu iddiâ etmişlerdir. “İddianı
güçlü bir şekilde dile getir” âyeti uyarınca bu konuda çok isâbetli ve
güçlü argümanları vardır. Bu iddialarını ispatlayacak fikirler ve düşünceler
ortaya koymuşlardır. Hattâ diğer ülkelerinin bilim-adamlarıyla yaptıkları
tartışmalarda, onların “milyarlık teorileri” sallantıya uğramıştır. Bu,
Vahdetya’lıların Kur’ân’ı, tabiatı ve insanı okuma çalışmalarından sâdece
birisidir.
Kısaca
Vahdetya’lılar, teknolojik bir ürünün insanlığa kısa-uzun vâdede hiçbir zarar vermeyecek
şekilde yarar getirmesini, bilimsel bir teorinin de Kur’ân’da ve hayatta
karşılığının doğru bir şekilde yada en azından boşluk bırakmayacak kadar güçlü
bir teori olmasını şart koşmuşlardır. Çalışmalarını bu doğrultuda sürdürürler.
3. BÖLÜM
Vahdetya’da Sosyal Hayat
Vahdetya’lıların
sosyal hayat anlayışları diğer milletlere göre farklıdır. Aslında bu fark İslâm’ın
farkından kaynaklanır. Vahdetya’lılar vahye ayarlı, vahye endeksli bir hayat
yaşarlar. Gündemlerini Kur’ân’a göre kendileri belirlerler. Kapitâlist-seküler
gündemlere kapalıdırlar. Çünkü o gündemler birileri tarafından insanları
sömürmek için hazırlanmış sûni gündemlerdir. O sûni gündemler şeytanın
gündemleridir. Çünkü şeytan insanı sürekli sûni gündemlerle oyalayıp göklerle
irtibâtının kopmasını ister. Onun yegâne amacı budur. Çünkü şeytan insanın
baş-düşmanı olduğu gibi, insan da şeytanın baş-düşmanıdır. Şeytan, insanın
“ötekisi”dir. İnsanın düşmanıdır, Allah’ın düşmanı değildir, olamaz da. İşte bu
sûni gündemler sosyal hayatta sürekli gündemde tutulunca, kendilerinde bulunan
nefs yüzünden insanların o gündemlerin kölesi olması an meselesidir. Nefs bu
yüzden öldürülmemeli ama sürekli baskı altında tutulmalıdır. Bu yüzden Allah, Kur’ân’da;
“Bir işten yorulduğunda başka bir işle
dinlen” der. İnsan boş bırakılmaya gelmez. Disiplin bir kez koptuğunda
artık bozulmanın önüne geçilemez. İşte bu bozulmayı önleyecek olan şey gündemin
Kur’ân tarafından belirlenmesidir. Gündemini Kur’ân tarafından belirleyen ve o
gündeme göre yaşayan kişiye şeytanın yaklaşması düşünülemez. Bu sebeple
Vahdetya Ülkesi’ne geldiğinizde, sanki başka bir Dünyâ’ya gelmiş gibi
olursunuz. Seküler alışkanlıkların ve gündemlerin hiç-birini göremezsiniz
burada. Burası bir “Kur’ân Ülkesi”dir. Farklılık, daha adaya adım atar-atmaz
göze çarpar. Aslında insan fıtratına en uygun gündemlerle ve kurallarla
donatılmıştır ülke. İnsanların bu kurallara uyması zor değildir. Bu kuralların
bâzı insanlara sıkıcı ve şaşırtıcı gelmesi ve ayrıca uygulanamaz gözükmesi, o
insanların fıtratlarının zamanla şeytanın güdümüne girmesi ve şeytânilerin
gündemlerine ve kurallarına alışmalarından kaynaklanır. Şeytan ve uşakları
insanları fıtratla taban-tabana zıt kurallarla yaşamaya zorlamışlar, sonra da
“yaşanması gereken hayâtın”, “şu-an yaşanılan hayat” olduğuna inandırmışlardır.
İnsanlar İslâm-Kur’ân’i olmayan ülkelerde hep maskeyle dolaşmak zorundadırlar.
Bu maskeler zamanla üzerine bir maske daha geçirilmesini gerektirir. Bâzen bir
terslik hissetmelerine rağmen bu tersliğin üstüne gidemezler, çünkü bu iş büyük
bedeller ister. Sistem, bedeli göze alamayanları bu terslikleri kabûl etmeye
zorlar. Herkes maskeliyken, bu maskelerden rahatsız olanların maskelerini
çıkarma teşebbüslerinde bir “sırıtma” meydana gelir. Yâni maskeyi çıkarmak
bedel isteyen bir iştir. Sâdece o bedeli ödeyebilecek olan kişiler maskesiz
dolaşabilir. Maskesiz yapamayanlar zamanla bu maskeleri doğal görmeye
başlamışlardır. İnsanlar bu ülkelerde aslında özgür değillerdir. Özgürce
düşünemez, özgürce yaşayamaz, özgürce dolaşamazlar. Demokrasi denilen
şeytan-oyununun insanlara özgürlük getirdiği falan da yoktur. “Özgürlükleri”
daha çok sınırlayan bir ideolojidir demokrasi. Özgürce rahat nefes bile
alınamaz bu ülkelerde. “Acaba birazdan başıma ne gelir” korkusuyla yaşar
dururlar. Bu-arada “özgürlük” demişken; Vahdetya’daki “özgürlük” anlayışı
farklıdır. Ada’lılara göre mutlak bir özgürlük mümkün değildir. Kendini
mutlak-özgür saymak demek, Allah’tan da özgür saymak demektir ki; bu bir
müslüman için düşünülemez. Mutlak özgürlük tüm kânunlardan da bağımsız olmak
demek olacağı için mutlak-özgürlüğün, yanında anarşiyi getirmesi kaçınılmazdır.
Bir müslüman ise Allah’ın emir-yasaklarından bağımsız olamayacağı için kendini
mutlak olarak “özgür” görmez-göremez. Vahdetya’lılara göre bu meyanda değerli olan,
özgür olmamaktır. “Özgür” olmadığının farkında olmaktır.
Vahdetya’lılar
hümanist de değildir. Hoş-görülüdürler sâdece. Bu hoş-görüyü abartmazlar tabi
ki. Hoş-görülmeyecek yerde hoş-görmeği câhillik ve pasiflik olarak
değerlendirirler.
Vahdetya’da
yersiz korkular-endişeler yoktur, olamaz da. Şeytan onları esir alamaz. Çünkü
Vahdetya’lılar sürekli kendilerini denetledikleri gibi, Ada’da herkes birbirini
denetler. Herkes birbirinin velisidir. Bu denetleme Kur’ân ile yapılır ve
yürütülür. Kimse kimseyi kendinden büyük ve küçük görmez ve göremez. İnsanlar
arasındaki fark, “takvâ farkı”dır sâdece. Vahdetya’nın en üstün kişisi; en
zengin, en güzel, en güçlü, en akıllı, en maharetli vs. değil, en takvâlı olan
kişisidir. Takvâda yarış vardır orada. Zâten yarış bir tek takvâda yapılır.
Takvâ ise “sorumluluk bilinci” demektir. En takvâlı kişi, en çok sorumluluk
alan kişidir.
Ada’lılar; “Allah
hiçbir nefse güç yetiremeyeceğini yüklemez” âyetini göz-ardı etmezler. Fakat
buna karşın, yüklenen hükümlerin analitik olarak “güç yetirilebilir” hükümler
olduğunun da farkındadırlar. Bu yüzden başta din olmak üzere her konuda
“analitik olarak” bir zorlama vardır Vahdetya’da. Bu “zorlama” analitik bir
zorlamadır, kategorik bir zorlama değildir. “Hak geldi bâtıl yok oldu” der Kur’ân. Şânı yüce Rabbimiz, “dinde zorlama yoktur” buyruğunu, hak
ile bâtılın ayrılma şartına bağlamıştır. Hakkın olmadığı yerde her türlü
zorlama vardır zâten. İşte bu yüzden; “hak ve bâtılın ayrılması konusunda
analitik olarak zorlama yapılabilir” diye düşünürler. Çünkü din bir ağırlığa
sâhiptir ve inananlarına sorumluluklar yükler. Bu, zor bir sorumluluktur. Dîni
kabûl eden aslında onun zorluğunu da berâber kabûl etmiş demektir. Zâten “dinde
zorlama yoktur” demek, sâdece dinde, yâni “din dayatmada zorlama yoktur”
demektir. Başka şeylerde zorlama yoktur demek değildir bu. Dinde zorlama-zorakilik yoktur fakat zarûri olanlar vardır. “Bir kişiyi bir şeyi yapmaya
zorlayamazsınız fakat yapmamaya zorlayabilirsiniz” derler. “Dînin de dikkat
çekip yasakladığı hırsızlık-yolsuzluk; fuhuş; fâiz; cinâyet vs. gibi
“toplumsal” konularda zorlama/dayatma vardır ve olmalıdır, zâten insan
doğal/fıtrî bir zorlamanın altındadır”. “Dinde zorlama yoktur demek, îmanda zorlama yoktur demektir.
İlgili âyetteki din, îman demektir” derler.
Bir keresinde Vahdetya İslâm âlimlerinden biri,
“Lâ ikrâhe fid din” âyeti için; “dinde ‘zorlama’ yoktur diye yanlış bir çeviri
yapılıyor, âyet, “dinde zorlama yoktur” demiyor, “dinde bir çirkinlik,
iğrençlik, pislik (ikrah=kerih-mekruh) yoktur, din tertemizdir diyor” diyerek, âyetin
yanlış çevrildiğini ve bu nedenle de gerçek anlamını kaybettiğini anlatmıştı
bir konferansında.
İslâm’da
bir emrin gereği, “ruhsat”a veya “azîmet”e göre yapılabilir. Bu konuda
gösterilen genel yaklaşım, “ruhsat”a değil “azîmet”e teşvik etmek, fakat
“ruhsat”la amel edenleri de mâkûl ve mâzur görmektir. Meselâ teheccüdün,
“azimet”e göre, yapılması/kılınması gerekir, ama bir müslüman “ruhsat”a göre bu
ibâdetten geri durabilir. Bir kadının “âdet” hâlindeyken namaz kılmasına, oruç
tutmasına ara vermesi “ruhsat” olarak kabûl edilir. Fakat “azîmet”e göre bunları
yapmasında bir beis yoktur. İbâdete ara veren hanım, “ruhsat”ı kullanmış olur
sâdece. Bu durumdan dolayı kınanamaz tabi ki. Vahdetya’lılar ruhsattan ziyâde
azîmeti tercih ederler. “İslâm’i bir devletin özellikle ilk yılları azîmetle
geçmesi gerekir” diye düşünürler.
Vahdetya’da
“spor” yoktur. Böyle bir şeye ihtiyaç duyulmadığı gibi, bu işe tekin bir iş
gözüyle de bakılmaz. Yürüyüş yapmayı severler sâdece. Spor olsun diye yapmazlar
tabi bu yürüyüşleri. Spor yapmayı gerektirecek nedenleri yoktur ki!. Diğer kapitâlist
ülke insanları patlarcasına yemek yiyip de şişmanladıklarından dolayı spor
onlar için bir kurtarıcı gibi gözükmüştür. Ama bu “kurtarıcı” sûnî bir kurtarıcıdır.
Çünkü spor yapmak iştahı daha çok açar. Önemli olan mîdeye hâkim olmaktır.
Vahdetya’lılar günde iki öğün yemek yerler ve sık-sık oruçlu olduklarından
dolayı mîdeleri onlara galebe çalamaz. Mîdelerini terbiye etmişlerdir çünkü.
Bilindiği gibi spor karşılaşmaları en az iki ve daha fazla kişiler-taraflar
arasında yapılır. Ama netîcede kazanacak ve sevinecek olan sâdece bir
kişi-taraftır. “Sâdece bir kişinin-tarafın kazanıp sevineceği, diğer tarafın
ise kazanamadığından dolayı üzüleceği bir şeyi neden yapalım ki?” derler.
Özel-şifâ-hâne,
özel-hekim, özel-okul, ders-hâne vs. özel bir kamu-kuruluşu bulamazsınız
Vahdetya’da. Böyle kuruluşların bir kalitesizlik meydana getirmesinin
kaçınılmaz olduğunu düşünürler. “Ne yâni; birileri “özel” yerlere gidebilirken
diğerleri gidemeyecekler mi?, kime özel ki?” derler.
Ada’lılar
günlük ihtiyaçlarını mahâllelere kurulmuş olan bakkallardan ve haftada bir kez
kurulan pazarlardan karşılarlar. Vahdetya’da aynı şeyi satan dükkanlar arasında
belirli bir mesâfe bulunmalıdır. Meselâ belli sayıdaki mahâlle-sokaklarda
sâdece bir tane bakkal bulunur. Çok büyük alış-veriş yerleri bulunmaz Ada’da. Küçük bakkallar hâriç mahallelerde iş-yerleri bulunmaz. Genel
ihtiyaçlar haftada bir kez kurulan pazarlardan karşılanır. Âhiliğe/fütüvvet
teşkilatına benzer bir esnaf kontrol/yardımlaşma sistemi vardır Vahdetya’da.
Kendi içlerinde bağımsız bir kontrol/yardımlaşma sistemi kurmuştur bu kurumlar. Her ticârethânede şu âyetler yazılıdır: “Ey îman edenler! sizi acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi? Allah’a ve Resûlüne îman
etmeniz, Allah yolunda mallarınız ve canınızla cihad etmenizdir. Şâyet bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır” (Saff 10-11).
Vahdetya’lılar
yeni bir kimlik oluşturmuşlardır. Bu kimlik müslüman kimliğidir. Sahabe kimliği
ve Asr-ı Saadet kimliği. İnsanlar bu kimliğin taşıması gereken özelliklerle
donatılırlar. Bu kimlikle yapılması gerekenler yapılır. Bu kimlikle girilmesi
gereken “yol”a girilmiştir. Zâten başka bir kimlikle girilen yol ancak şeytanın
yolu olabilir.
Vahdetya’lılar;
tabiata fıtratlarına göre; hayvanlara fıtratlarına göre; suya-toprağa
fıtratlarına göre; doğaya fıtratlarına göre ve insanlara fıtratlarına göre
davranırlar. Çünkü; “fıtrata aykırı yapılan her davranış, bir tarafı tâmir ederken
diğer tarafı bozar” derler.
“Benim, yaratılışım,
yaşantım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir” âyetini idrâk ederek;
“dîni ile Dünyâsını birbirinden ayırmayan, pratikteki bütün bir hayâtıyla Allah
için yaşayıp, Allah için ölecek olan kimlerdir”? diye bir soru sorulsa; bu
soruya, “Vahdetya’lılar” diye cevap vermek gâyet doğru olurdu. O târihte
Vahdetya’lılardan başka bu övgüyü hak edebilecek bir ülke veya topluluk yoktu.
Ada’lılar
için zaman çok değerlidir. Hiç-bir Vahdetya’lının zamanı boşa geçirecek bir
lüksü olamaz. Boşa geçirecek zamanları yoktur zâten. Tüm zamanlarını Allah-Kur’ân-âhiret
merkezli bir yaşama ayırdıkları için, tağûti hiç-bir iş için boş vakit
bulunmaz. Zâten zaman en ideâl bir şekilde kullanıldığı ve dolayısıyla bir
boşluk olmadığı için şeytan araya girecek bir fırsat dâhi yakalayamaz.
İşlerini
ciddiye alırlar ve en iyi bir şekilde yapmak isterler. İyi odaklanırlar
işlerine. Gereksiz-boş işleri sevmezler ve yapmazlar. Boş işlerle uğraşmayı
günah sayarlar. Çünkü “zamânın isrâf edilmesi tüm israflar gibi günahtır”
derler. Şeytanın, insanları; boş, yararsız ve yapılmaması gereken işlerle
oyaladığını düşünürler ve “yapılması gerekenleri yapmayanlar, mecbûren
yapılmaması gerekenleri yapmaya başlarlar” diye düşünürler. Vahdetya’da herkes
her işini ileriye dönük, ileriyi düşünerek yapar, ileriye yönelik olan işlerdir
yaptıkları. Zâten maddî-mânevi yaptıkları işleri de “en ilerisi” için, yâni
cennete göre, âhirete göre düzenlerler ve ayarlarlar.
Vahdetya’da
insanlar, yaptıkları işleri Allah’ın huzûrunda yaptıklarının bilincindedirler.
O yüzden tüm işlerine; çalışma/yürüme/oturma-kalkma/konuşmalarına bile çok
dikkat ederler. Bu yüzden Vahdetya’da kötü iş yapmak, kötü hareket etmek hem
günahtır, hem ayıptır, hem de suçtur.
Vahdetya’da
hem ay takvimi, hem de güneş takvimi kullanılır. Bu Kur’ân’ın bir ön-görüsüdür.
Ay takvimini ibadetler için, güneş takvimini ise dünyâ-işlerini düzenlemek için
kullanırlar.
Vahdetya’lılar
sabah erken saatlerde kalkarlar. İmsak saatinden önce kalkan Vahdetya’lılar; “Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte
ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde (namaz için) kalktığını
bilir; seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını bilir).
Geceyi ve gündüzü Allah takdir eder. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi, böylece
tevbenizi (O'na dönüşünüzü) kabûl etti. Şu hâlde Kur’ân'dan kolay geleni
okuyun. Allah sizden hastalar olduğunu, başkalarının Allah'ın fazlından aramak
için yer-yüzünde gezip-dolaşacaklarını ve diğerlerinin Allah yolunda çarpışacaklarını
bilmiştir. Öyleyse ondan (Kur’ân'dan) kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru
kılın, zekatı verin ve Allah'a güzel bir borç verin. Hayır olarak kendi
nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha büyük
bir ecir (karşılık) olarak Allah katında bulursunuz. Allah'tan mağfiret
dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Müzzemmil Sûresi 20) âyetlerini kendi
üstlerine alırlar ve gerek cemaat hâlinde gerekse kendi başlarına namaz kılarak
ve tertil üzre (anlamını derinlemesine düşünerek) Kur’ân okuyarak
teheccüdlerini yaparlar/kılarlar.. Ardından sabah namazını da edâ eden
Vahdetya’lılar, sabah kahvaltısını çorbayla, bitki çaylarıyla, meyve sularıyla
yada sütle yaparlar ve çocuklar okullarına, anneler evlerdeki işlerine, babalar
da iş-yerlerine giderler. Cuma günleri, yaz-araları ve bayramlar hâriç bütün
sene böyle geçer.
Vahdetya’da
işsizlik yoktur. Hattâ Vahdetya’da işsizlik, bekârlık ve evsizlik yasaktır. İşçiler
iş-yerlerine sabah namazından sonra giderler. Disiplinli bir çalışmadan sonra
saat 9.00-9.30 arasında yarım saatlik bir ara verilir. Bu arada çaylar içilir.
Muhabbetler yapılır. Bu aranın bir özelliği de çalışanlar arasında sıkı
muhabbetlerin gelişmesidir. Böylece daha morâlli bir çalışma ortamı sağlanmış
olur. Bu aralara iş-yeri sâhipleri dâhil tüm iş-yeri mensupları katılır.
Olağan-üstü hâller dışında öğle ezanı saati
olan 12.00-13.00’e kadar devâm eden çalışma sona erer ve iş-yeri
kapatılır. İş-yerlerinde genelde, farklı ve olağan-üstü bir durum yoksa vardiya
ile çalışma ve mesâi yapılmaz. Öğlen ezanında erkekler ve çalışanlar evlerine
döndüğünde, ev hanımları da işlerini bitirmişler, çocuklar okullarından
dönmüşlerdir. Âile-bireyleri hep berâber namazlarını edâ ederler ve sonra da
çocuklar derslerinin başına, büyükler de okuma, sohbet yada istirahat için
odalarına dönerler. Vahdetya’da yemekler günde iki öğün yenir. Sabah 5.30 da
yapılan kahvaltı ve ikindi namazından sonra da akşam yemeği yenir. Yemekler tüm
âile-bireyleriyle berâber yenmeye özen gösterilir. Yemekten sonra akşam
namazları cemaat hâlinde edâ edilir. Her Vahdetya’lı âilenin bir Kur’ân
cemaâti, bir sohbet meclisi/halkası olur. Bu sohbetler âile içinde de haftanın
belli bir gününde bir-kaç saat ayrılarak yapılır ama asıl olarak âilecek haftanın
belli günlerinde hiç aksamadan altı-yedi âilenin katılımlarıyla yapılan
sohbetler kaçırılmaz. Bâzen tanınmış ve sevilen âlimlerin sohbetleri geniş
ortamlarda büyük katılımlarla gerçekleşir. Vahdetya’lılar özellikler bu
sohbetleri kaçırmamaya özen gösterirler. Âileler arasında yapılan sohbetlerde
hem Kur’ân dersleri yapılır, hem de güncel olaylar konuşulur. Hattâ bu
sohbetlerde üretilen fikirler devlet başkanına kadar iletilir. Vahdetya’lılar
âileye çok önem verirler. “Vahiy ile inşâ olmamış âilelerin bulunduğu devletler
küresel sistemin köleleri olurlar” derler. O yüzden devrimlerini/devletlerini
yüreklerinden sonra âileden başlatırlar/başlatmışlardır.
Vahdetya’lılar
sabah erken kalktıkları gibi, akşamları da erken yatarlar. Farklı bir durum
olmadığı müddetçe geç vakitlere kadar uyanık kalmazlar. Sabah vakti ev-hanımları
eşlerini işe, çocuklarını okula gönderdikten sonra ufak çocukları varsa ve
onların da ihtiyaçlarını giderdikten sonra rutin ev-işlerini yaparlar;
sağı-solu toparlarlar ve alış-verişlerini yaparlar, yemek öncesi hazırlıklar
tamamlanır ve tüm işlerini bitirdikten sonra kendilerine bir-iki saat okumak
için zaman ayırırlar. Vahdetya’da tüm erkek ve kadınlar okur-yazar ve
kültürlüdür. Çocuklarının dersleriyle ilgilenebilecek kadar bilgilidirler.
Ada’lılar ev-hanımlığını bir “iş” olarak görürler. Ev-hanımları becerikli ve
hamarattırlar. Vahdetya’lılar kâinatı gözlemlerken onun hiçbir düzensizliğinin
olmadığını gördükleri için ve; “Allah her şeyi yerli-yerinde olarak yaratmışsa,
bizim de her şeyi yerli-yerine koymamız gerekir” prensibini benimsediklerinden
ve içselleştirdiklerinden dolayı her konuda dağınıklığı sevmezler ve her konuda
da düzenlidirler. Bu durum başta ev-hanımları olmak üzere tüm Vahdetya’lıların
yükünü hafifletmiş olur. “Eşyâyı yerinden etmek zulümdür. İnsanın görevi eşyâyı
yaratılış amacına uygun kullanmaktır. Yoksa eşyâ yerinde kullanılmadığında eşyâya
zulmedilmiş olur ve bu da kötü sonuçlar
doğurur” derler.
Vahdetya’da
“saf sistemi” olduğu için kimse kimseye yük bırakmaz. Kimse işini yarım
bırakmaz. Yarım işin şeytanın işi olduğunu söylerler. Kimse işini baştan-savma
yapmaz-yapamaz. Yaptıkları her işin sorumluluğunu alırlar. Bu konuda
birbirlerine yardımcı olurlar.
Vahdetya’lıların
cuma günleri, bayram günleri ve yaz-araları dışında maddi-manevi işleri belli
bir düzende gider. Cuma günü kadınlar ve çocuklar dâhil tüm Vahdetya’lılar
aynı-anda Cuma namazını kılarlar. Perşembe günleri bâzılarının, ama pazartesi
günleri neredeyse tüm Vahdetya’lıların oruçlu geçirdikleri gündür. Bu onlarda
meleke hâline gelmiştir. Mânevi hayatları için zaman açmayı çok severler.
Herkes bir şeyler yazar ve bunları başkalarıyla paylaşır. Okumaya ve sohbete
çok düşkündürler. Cuma günleri ise istirahat günü olduğu için gene sabah erken
kalkılır ama, akşama kadar âileler birbirleriyle vakit geçirirler. İbâdetler berâber
yapılır, kahvaltı daha uzun sürer ve neşeli geçer. Komşularla bir-iki sohbet
yapılır. Gezmeye gidilir, piknik yapılır, ziyâretler edilir vs. Kısaca
Vahdetya’lıların maddî ve mânevi işleri disiplinli ve düzenli bir şekilde devâm
eder. Bu yaşam-tarzlarını belli bir süre zarfında kendileri belirlemiştir.
Yaşam tarzlarından hayli memnundurlar ve yaptıkları şeyler severek yaptıkları
şeylerdir. Kimse kimseyi bu şekilde yaşamaya zorlayamaz. Herkes sevdiği şeyi
istediği bir gün yapabilir. Bu yaşantı-tarzı insan fıtratıyla yüzde-yüz uyumludur.
Bâzı bedelleri vardır ama “bir şeyin ne kadar bedeli varsa o kadar da zevki ve
keyfi vardır” sözünü herkes bilir. Ufak-tefek sıkıntılar ve düzensizlikler olsa
da bunları hayâtın süsü-biberi olarak görürler. Hayatlarından çok memnundurlar
ve mutludurlar.
Ada’da
konuşma-tarzına çok dikkat edilir. “Argo”; edebe aykırı; aşağılayıcı; sövgülü
vs. sözler kullanılması çok ayıp sayılır. Kimse birbirine kötü lâkab takmaz-takamaz.
Kimsenin gıybeti yapılmaz, yapmaya kalkan uyarılır. Özellikle bu konuda çok
hassas davranırlar, çünkü kimse “ölmüş kardeşinin etini yemeyi” düşünemez.
Vahdetya’da “sana ne”, “bana ne” lafları kullanılamaz. Herkes birbirini
uyarmakla mükellef olduğu için bu kelimeler kullanım-dışıdır.
Vahdetya’da
çılgınca eğlenceler, şeytâni zevkler, tehlikeli ve bağımlılık yapan
alışkanlıklar yoktur. Bir deniz kenarında, bir dağ başında oturup düşünmeyi çok
severler. Çocuklar oyuncaklarını kendileri üretir Vahdetya’da. Kendileri yapar,
kendileri oynarlar. Büyüklerinin sözünü dinlerler ve tehlikeli oyunlar oynamazlar.
Birbirlerine zarar verecek oyunlar yoktur. Vahdetya’ya has oyunlar
geliştirmişlerdir çocuklar. Vahdetya’da “çocuk parkı” yoktur. Hele-hele oyuncaklı
parklar hiç düşünülmez. Zâten Ada’da her taraf ağaçlık olduğu için bir gölgelik
olarak böyle yerler aranmaz. Kendi bahçelerinde kurdukları salıncakları olur en
fazla. Çünkü parkları; tağutlar tarafından düşünülmüş ve düzenlenmiş yerler
olarak görürler. Burada bir çocuğun-insanın başına her şey gelebilir.
Çocukların anne-babalarına itaâtsizlikleri buralarda yeşermeye başlar ve bir
ömür-boyu sürer. Çocuklar böyle yerlerde oyuna kilitlenirler ve hırsa
kapılırlar. İleride bu hırslar onlara bir ömür-boyu yoldaşlık yapacaktır.
Sigara, içki, kumar, esrar, eroin vs. ne kadar şeytan işi pislik varsa, çocuklar ilk defa bu parklarda tanışırlar
ve alışırlar bu zehirlere. İşte bu yüzden Ada’lılar park denen bu şeytâni
alanları açmaktan uzak durmuşlardır. Anne-babalar çocukların doğayla iç-içe
yaşamasına çok önem verirler. Vahdetya’lı tüm çocuklar bir ekmeğin, bir
sebzenin, bir meyvenin nasıl oluştuğunu, tüm bu süreçleri gözlemledikleri için
bilirler. Ada’da asitli içeceğe rastlanmaz. Sâdece gazlı şifâlı sular vardır. Ayran,
süt, doğal meyve suları vs. kullanılır içecek olarak. Ada’da bulunmadığı ve
sokulması yasak olduğu için, çocuklar ne-idiğü belirsiz besin tüketemezler.
Toplu ve iri-yapılı insanlar vardır fakat kolay-kolay şişman insanlar
göremezsiniz. Sinemalarda izlenen filmler dînî içerikli, belgesel-bilgisel,
kültürel vs. filmlerdir. Saçma-sapan, ütopik, insanları fitneye düşürecek ve
ahlâk-dışı filmler bulamazsınız. Çocuklar için hazırlanan çizgi filmlerde de bu
tür dengesizlikler yoktur. Her evde bir tane televizyon vardır. Fakat
televizyonu daha çok “ekran” olarak kullanırlar. Televizyonlar sâdece belli
saat aralıklarında veya özel durumlarda yayın yaparlar. İnsanlar radyo,
gazete/dergi ve televizyonlardan Dünyâ’daki gelişmeleri tâkip ederler. Belgesel
tarzında yayınları severler ve seyrederler. Fakat çok fazla televizyon
seyredecek vakitleri de yoktur. Tiyatro, sevdikleri faaliyetlerden bir
diğeridir.
Her
evde küçük çaplı bir kütüphâne bulunur. Her mahâllede orta, her kâim-makamlıkta
büyük, her vilâyette de çok büyük olan kütüphâneler bulunur. Başkentte ise Dünyâ’nın
en büyük kütüphânelerinden biri vardır. Kütüphâneye uğramamış Vahdetya’lı
birine rastlayamazsınız. Dünyâ’nın değişik ülkelerinden gemiler dolusu kitaplar
satın alınmıştır. Vahdetya’daki kitaplar Dünyâ’da satılan en ucuz fiyatlı
kitaplardır. Kitap yazarak/basarak köşe dönen yoktur Ada’da. Emekli olmuş
insanların en çok vakit geçirdikleri yerlerin başında kütüphâneler gelir.
Allah’ın ilk emri “oku” olduğu ve “tertil ile yâni düşüne-düşüne oku” emri olduğu
için, “okuma”nın en âcil ve ilk sırada yapılacak iş olduğunu düşünürler. Okumak
demek anlamak/idrâk etmek demek olduğu için ve idrâk etmek insanı yorduğu kadar
lezzet de verdiği için en çok severek yaptıkları işlerin başında gelir. Zâten
Vahdetya’da mîras denince ilk akla gelen şey kitaplardır. Tabi bu mîrasta da
diğer mîraslar gibi paylaşma esastır. Zâten paylaşma Vahdetya’nın ana-yasasıdır
dense yeridir.
Vahdetya’lılar müziği
severler ve de Davûdi bir sesleri vardır. İlâhiler başta olmak üzere Osmanlı’dan
gelen mûsikiler ve türküleri dinlerler ve dillendirirler. Müslümanlığı kabûl
eden Uzlak’ların da bildikleri enstrümanlar ve şarkılar vardır. Vahdetya’da
enstrüman çalma oranı %3tür. Zaman yetersizliğinden dolayı bu işle fazla
uğraşamazlar. Ama dinlemeyi severler. Televizyonlarda bu tür programlar
seyredilir. Özellikle ney, bağlama, ud, keman, davul, zurna gibi çalgılar
popülerdir. Çılgınlığa sevk edecek enstrümanlar bulunmadığı gibi, o tür
şarkılar da dinlenmez Ada’da. Vahdetya’da “görsel müzik”
sevilmez. “Müzik, göze değil, kulağa hitâp etmelidir” derler. Bu nedenle de
“işitsel” olarak radyodan yada canlı olarak icrâ edilen müzikleri
dinlerler.
Bahçe
işlerini çok severler. Bir-kaç gün ayakları toprağa deymese rahatsız olurlar.
Çocuklar küçük yaşta alıştırılırlar toprağa. Hayvan-sever bir topluluktur
Vahdetya’lılar. Fakat hayvanlarla ilişkilerinde kategorik farkı gözetirler.
Yâni hayvanın duracağı yer ile kendilerinin durduğu yeri karıştırmazlar. Büyük bahçesi olanlar
kulübesinde kedi-köpek besleyebilirler. Kafeste kuş, akvaryumda balık beslemek
gibi insafsızca ve zulümâne işler yapmazlar. Hayvanların hayat alanı
daraltılamaz. Her hayvanı doğal ortamlarında severler aslında. Ev içine pek
hayvan sokulmaz. Büyükçe bir bahçesi olanlar kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde
kedi-köpek besleyebilirler. Kurbanlık hayvanlar -biraz da mâsum görüntülerinden
olsa gerek- çok sevilirler Vahdetya’da. Bahçelerinde besledikleri bir-kaç tavuk
ve bir-iki kuzu olur. Yediklerine-içtiklerine çok dikkat ederler. Etleri besmeleli
kestikleri gibi, otları da besmeleli keserler. Kurban bayramı hâricinde de
bir-kaç âile birleşip et ihtiyaçlarını karşılamak için bir hayvanı kendileri
keserler ve paylaşırlar. Ormanlık alanlarda bulunan tehlikeli hayvanlara ancak
o hayvanları iyi tanıyan kimseler yanaşabilir ve onlar hakkında belgesel amaçlı
resim-video çekebilir. Korumalı araçlarla bu hayvanların yaşadıkları yerleri
gezerek onları görmek isteyenler için de düzenlemeler yapılmıştır. Ayrıca bir
hayvanat bahçesi yoktur Ada’da.
Yazları
zamanlarının bir bölümünü geçirmek üzere deniz kıyılarında kalanlar olur. İyi
yüzücüdürler. Buralarda hem yüzerler, hem su-altı dalışlar yaparlar, hem de
bol-bol balık yerler. Yaylalarda kaldıklarında gecenin en karanlık zamanlarında
teleskoplarla kâinatı gözlemlemek severek yaptıkları eğlenceli işlerdir.
Vahdetya’lıların eğlence anlayışına göre; yapılan bir şeyden hem zevk alınmalı,
hem de bir şeyler öğrenilmelidir. Hiç bir şey yapmadan boş-boş oturmak
Vahdetya’lılara göre değildir. Ülkede selamlaşma farz olarak algılanmasına
rağmen böylelerine selam bile verilmez. Selamdan bahsetmişken; Vahdetya’lılar
birbirleriyle karşılaştıklarında mutlaka; “Selâmunaleyküm” diyerek
selamlaşırlar. Selâmı alan taraf daha güzel bir selâmla karşılık verir tabî ki.
Yaşlılar
için kurulmuş huzur-evleri, yaşlı bakım-yurtları gibi yerlerin düşüncesi bile
yoktur Vahdetya’da. Böyle bir şey akıllarının ucuna bile gelmez. Çünkü böyle
yerler zulüm kurumlarıdır onlara göre. Ana-babaları onların gözlerinin nûrudur.
Onları her ne olursa-olsun yanlarından ayırmazlar ve büyükçe olan evlerinde bir
yer açıp onlara ömürlerinin sonuna kadar hizmet ederler ve bakarlar. Çocuk
esirgeme yurtları da yoktur. Bir şekilde ana-babasız kalan öksüz-yetim
çocuklar, çocukları olmayan âilelere paylaştırılır. Çocuklara anlayacakları yaşa
geldiklerinde onun gerçek anne-babaları olmadığını söylerler ama, onlara gerçek
anne-baba gibi de bakarlar. Vahdetya’lı öksüz ve yetimleri görenler: “İslâm
toplumunda öksüz-yetim olmalıymışız” derler. Çünkü öksüz-yetim olmayan çocukların
birer anne ve babası olmasına karşın, öksüz-yetimlere bütün bir İslâm toplumu
annelik ve babalık etmektedir. Vahdetya’lılar zihinsel engellilere her türlü
kolaylığı gösterirler, onları toplumdan dışlayarak akıl hasta-hânelerine mahkûm
etmezler. Zâten akıl hasta-hânesi yoktur Ada’da. Vahdetya’lılar onların her
birini aklın değerini gösteren birer gösterge olarak kabûl ederler.
Vahdetya’da
her mahâllede bir câmi bulunur. Ayrıca her semtte genellikle yazları kullanılan
namazgâhlar vardır. Namazlar cemaatle kılınmaya özen gösterilir. Sürü değil,
cemaat psikolojisi vardır her konuda Vahdetya’da. Câmiler toplantı/istişâre/sohbet
vs. yerleridir aynı-zamanda. Sâdece namaz kılınan, sonra çekip gidilen yerler
olarak kullanılmazlar. Canlı mekânlardır mescidler. Vahdetya’da her ilde birer
tane havra ve kilise bulunur. Bunların çoğu, zâten eskiden beri var olan
kilise/havraların restore edilmiş hâlleridir.
Kabirler
şehrin tam ortasında bulunur ve Vahdetya’lılara ölümün bir hakîkat ve mü’min
için bir nîmet olduğunu hatırlatır. Yurt-dışı gezileri de düzenlenir ve çok
rağbet görür bu geziler. Ama daha çok emekli kesim katılır bu gezilere. Dünyâ’nın
hemen-hemen her yerine geziler vardır.
Her
40 yaşına gelmiş Vahdetya’lı aynı-zamanda hac ve umre görevini tamamlamış birer
hacıdırlar. Bu konuda masrafların %75’i devlete âittir. Kendi zevklerine göre
yaptıkları harcamalar da vardır. Müsâit olduğu ve başkasının hakkına tecavüz
etmeyecek şekilde isteyen istediği kadar gidebilir hacca. Değişik ülkelerdeki
insanlarla tanışmak çok eğlenceli ve öğreticidir onlara göre. Artık,
torun-torba sâhibi olmuş emeklilerin ilk yaptığı iş tekrar hacca gitmektir.
Devlet bu konuda onlara hiç gitmeyenlerden sonra olanak sağlar. Gezmek
emeklilerin en çok yaptıkları şeylerin başında gelir.
Vahdetya’da
tüm insanlar doğduğu andan îtibaren devletin kontrolündeki sosyal güvenlik
kurumunun çatısı altına alınır. Şunu hemen belirtelim ki; Vahdetya’da sosyal
güvenlik kurumu, isminin başındaki “sosyal” kelimesinden dolayı hiçbir zaman
kâr edecek bir duruma gelmez-gelemez. Bu gibi kurumlar her zaman zararda-içerde
olmak zorundadır. Aksi takdirde “sosyal” olma özelliğini kaybederler.
Çocukların sosyal güvenlik masrafları okul bitimine ve askerlik dönüşüne kadar
devlet tarafından, sonra da çalıştıkları kurum tarafından karşılanır. Herkes
sigortalıdır Vahdetya’da. Ev-hanımları da “çalışan” kabûl edildiği için onlar
da devletten maaş alırlar. Bu yüzden doğal olarak evli olanların gelirleri daha
yüksektir. Ev-hanımları dâhil tüm hanımlar
kırkbeş, erkekler ise elli yaşında emekli olurlar. Emekli olmalarına
rağmen asker, hekim ve bâzı önemli konumlarda bulunan kimseler görevlerini
danışmanlık düzeyinde sürdürürler. Bu uygulama zâten her kurumda böyledir.
Emekli olmuş olan kimseler eski çalıştıkları yerlere yardımcı olurlar. Hiçbir
çalışan, çalıştığı yeri kötü görmez ve kötülemez. Grev, iş-yavaşlatma vs. gibi
şeytâni girişimlerde bulunulamaz Vahdetya’da. İş-veren işçiyi kandırmadığı ve
hakkını verdiği ve vermek zorunda olduğu için böyle bir şeye gerek de duyulmaz.
Vahdetya’lılar
okul bitimi yada askerlik dönüşü olan 20-21, ya da en geç 22-23 yaşında
evlenirler. Fakat bu, daha önce evlenmek isteyenlere engel olunacağı anlamında
değildir. Evlenmek isteyen kişilerin; kendileri, âileleri ve çevresi onların bu
sorumluluğu taşıyabileceklerine inanıyorlarsa 15-16 yaşlarında bile evliliğe
izin verilebilir. Çünkü insanların doğal duygularını helâl yoldan tatmin etmesi
sünnetullah gereğidir. Bunu engellemek ve baskılamak bir nevî zulüm olur. Bu yaşlarda yapılan evlilikleri dînî
bir kural olarak değil, örfî bir kural olarak uygularlar. Yoksa dinde evlenmek
için önemli olan ölçü yaş değil, ergen olma/âkil-bâliğ olma; kişinin istemesi
ve uygunluktur. İslâm, eşleri birbirini tamamlayan
unsur olarak görmesine rağmen erkeğe daha fazla sorumluluk yüklemiştir. Bu da âilenin
“ata-erkil” bir yapıda olacağı anlamına gelir. Yâni âilenin “reisi” erkek
olmalıdır. Vahdetya’lılar bu kurala uymuşlardır. Bu durum fıtratla da bire-bir
örtüşür. Vahdetya’lılar genelde tek-eşli olmasına rağmen iki eş ile sınırlı
olan 1’den çok evlilikler de görülür. Bu sınır örfen belirlenmiştir. Tabî ki
evlilik çok ciddi ve sorumluluk isteyen bir iştir. Vahdetya’lılar bu yüzden âileye
çok önem verirler. Çünkü; îmanlı, sağlıklı, mutlu, başarılı insanlar ve dolayısıyla
toplumlar, sorumluluğunu bilen âilelerden oluşacaktır. Ada’lılar bu yüzden bu
işi sıkı tutarlar. Vahdetya bir İslâm Devleti olduğu ve İslâm’i kurallar geçerli
olduğu için evlilik ve nikâh merâsimleri de İslâm’i kurallara göre yapılır.
Câmilerde gerçekleşen nikâh merâsiminden sonra duruma göre ikramlar yapılır,
hedîyeler takdim edilir ve tebrikler kabûl edildikten, hayır dualar yapıldıktan
sonra eşler evlerine uğurlanır. Evli çiftler birbirlerini tam anlamıyla nikâhtan
sonra tanırlar. Kısa süren bir nişanlılık döneminde çok da fazla görüşme
yaşanmaz. Kısa görüşmeler ve sohbetler yapılır sâdece. Diğer lâik-seküler
ülkelerde olduğu gibi “evlenmek çok zor, boşanmak çok kolay” değildir
Vahdetya’da. Tam tersine; evlenmek sâdece evlenmek isteyenin değil, tüm halkın
desteğiyle gerçekleştiği için fazla zorluk yaşanmaz. Gelin adayları abuk-subuk
şeyler isteyerek damat adaylarını zora sokmazlar. Mâkûl bir mehir ve gerekli
olan eşyâlarla donatılmış sâde bir ev onlar için yeterlidir. Vahdetya’lılar bu
konuda zorlanmazlar, zîra Ada’lıların evleri “ihtiyaçta zarûret” fıkhına göre
dizayn edildiği için gereksiz hiçbir eşya alınmaz ve ev daraltılmaz. Bu yüzden
evli olmayanların sayısı yok denecek kadar azdır ülkede. Ama boşanmaya gelince;
bu konuda da kolaylık yok denecek kadar azdır. “Allah’ın hiç sevmediği helâl”
diye tâbir edilen bu iş, 1930 yılından 1945 yılına kadar olan sürede sâdece
sekiz kez yaşanmıştır. Anlaşamayanları ille de evli tutmak zulüm olur çünkü.
Lâkin dediğimiz gibi; öyle “boş ol, boş ol, boş ol!” demekle kimse boş kalmaz
Vahdetya’da. Bu zırva, gerçek İslâm’ın yaşanmadığı yerlerde yapılan
zırvalıklardır. Evli çiftler en az dört çocuk yaparlar. Çekirdek âile bulmak
çok zordur Ada’da. Âileler genelde; evler ayrı olmasına rağmen aynı sokakta
yada aynı arsa içinde yapılmış evlerde otururlar. Aynı avludan girilen evlere
de rastlanır. Üç-dört kuşak bir-arada yaşar. Bu hem âile-içi denetleme
açısından, hem de eğitim açısından çok faydalıdır. Emekliler en çok kütüphâneye
gitmek, bahçe işleriyle uğraşmak, ahşap işleri, müzik ve resim gibi işlerle
vakitlerini geçirirler. Vakit namazlarını câmilerde kılmak emekliler için bir
zarûret gibi görülür. Vahdetya’da herkesin kendi evi vardır. Kirâcılık yoktur
Ada’da. “Kirâ” işine pek hoş bakılmaz. Çünkü asıl mülk Allah’ındır. Zâten
herkes Allah’ın mülkünde kirâcıdır.
Vahdetya’da
insanların sorumluluk yaşı bulûğ çağıdır. Bulûğ çağına kim ne zaman giriyorsa
artık o kişi kendini sorumlu görmelidir ve diğer insanlar da ona sorumluluklar
vermelidir. Diğer dünyâ-ülkelerinde olduğu gibi sorumluluk yaşı 18 değildir.
Ada’lılar bu yaşın neden “18” olarak belirlendiğine bir
anlam veremezler. “Bu her kişi için neden aynı olsun ki?” derler. Yâni bir
insana 18 yaşına ayak basar-basmaz ne oluyor ki? Ne değişiyor hayâtında?
Vücudunda ne değişiyor? Çoğu kimse 18 yaşına girdiğinin farkına bile varmıyor.
Vahdetya’lılara göre insanlarda meydana gelen değişiklikler masa-başında
belirlenerek değil, hayatlarında görülerek gerçekleşir. Yaşadıkları
değişikliklerin onları etkilemesi gerekir. Onlara bir şeylerin değiştiği
duygusunu tattırması gerekir. İşte bulûğ çağı bu etkiyi fazlasıyla yapar
insanda. Vel hâsıl kelam; Masa-başında belirlenemez kimin ne zaman sorumlu
olacağı.
Vahdetya’da
ahlâki noktada sürekli bir toplum baskısı vardır. Bu baskı özellikle cinsel
ilişkiler düzleminde görülür. Çünkü insan nefsinin dizginlenmesi veya disipline
edilmesi en zor düzlem cinsel ilişkiler düzlemidir. İnsanları cinsel düzlemdeki
sapıklıklardan engelleyebilecek iki şey; öncelikle kişilerin sâhip olduğu
ahlâki ilkeler ve daha sonra toplumsal çevrenin ahlâki baskısıdır. Bir insan
için sâhiplendiği ahlâki ilke başlı-başına yeterli olmasına rağmen, toplumsal
çevrenin ahlâki baskısının da büyük önemi vardır. Çünkü ahlâki ilkeler
noktasında zayıf olan bir-çok insan, toplumsal çevrenin ahlâki baskısını
dikkate alarak böyle bir sapıklıktan ve rezâletten uzak durabilmektedir.
Haberleşme;
telefon-telgraf ve mektupla yapılır. Bu işler için posta-hâneler vardır.
İnsanlar akraba ve dostlarına hem hâl-hatır sormak, hem de
sorularını-bilgilerini paylaşmak için bu haberleşme araçlarını kullanırlar.
Vahdetya’da
“gün”, güneş battığı anda başlar. Diğer ülkelerdeki gibi yeni bir günün
başlaması için gece yarısı saat 24.00 beklenmez. Çok anlamsız bulurlar bu
belirlemeyi Ada’lılar. Sorumluluk yaşını 18 olarak belirleyenlerin bu
belirlemesi ne kadar saçmaysa, yeni bir günün başlama saatini 24.00 olarak
belirlemek de çok saçmadır Ada’lılara göre. Gece saat onikiden bir sâniye önce
ne oluyor?, bir sâniye sonra ne oluyor? Neden gece saat 24.00? Vahdetya’lılar
bunda bir bit-yeniği olduğunu düşünürler. Evet haklıdırlar; kapitâlistlerin bir
belirlemesidir bu onlara göre. İnsanları psikolojik olarak gece geç yatırmaya
teşvik edecektir bu “belirleme”. Geç yatan insan; en başta sabah namazına
kalkamaz; uykusu düzensizdir ve bu yüzden sağlığı bozuktur; hayâtı disiplinsiz
bir şekilde yaşadığı için verimi düşer ve daha bir-çok olumsuz durum oluşturur
geç yatmak. Vahdetya’lılar diyor ki; “Yeni gün, güneş battığı anda başlamalıdır.
Çünkü bu-anda Dünyâ’da muhteşem bir değişiklik yaşanmaktadır. Görsel bir şölen
vardır gökyüzünde. Kimilerine göre bir gün daha kârlı bir şekilde geçmiştir,
kimine göre zararla geçmiş bir gündür. İnsanlar bir günün daha geçtiğini net
olarak görebilirler ve bu durum onları düşünceye sevk eder. Güneş önce
solgunlaşır. Sonra yavaş-yavaş ufuktan kaybolur. Kaybolduktan sonra gökyüzü
muhteşem bir renge boyanır. “Biten gün” sanki bizlere vedâ ediyordur ve bunu
ihtişamlı bir şekilde göstermek ister gibidir”. İşte değişiklik böyle olur!,
içi-boş “değişikliklerle” değil. Gün geceyle başlar Vahdetya’da. Dinlenilerek
geçirilecektir bu gece ki, sabaha dingin bir şekilde uyanılabilsin. Aynı
şölenin tersi sabah saatlerinde de yaşanır. Ada’lıların en çok sevdiği
şeylerden biri de güneşin doğuşunu ve batışını seyretmektir.
Vahdetya’lılar
yine aynı şekilde; “31 Aralık’ta, saat tam 24.00’de ne oluyor ve ne değişiyor
gökyüzünde ve kâinatta?” diye sorarlar ve cevap verirler: kocaman bir “hiç”!
Saat 24.00’den bir sâniye önce ile, saat 24.00’den bir sâniye sonrası arasında
tüm kâinatta kayda-değer hiçbir değişiklik olmuyor. “O târihin” ve “saatin” içi
bomboş. Evet; kapitâlistler yine şeytandan gelen bir emri yerine getirmişler ve
insanları bu güne kilitlemişlerdir. Onlara çılgınca kutlanacak bir gün ve bir
gece daha göstermişlerdir. Sınırsız yemek, sınırsız içmek, sınırsız(…)
Vahdetya’lılara göre ise yılın başı hicrî takvimdeki gibi önemli bir olayın
göstergesi olmalıdır. Hicri takvim aynı-zamanda hareketli, yâni dönen bir
takvim olduğu için, bir özelliğinden ve içselliğinden bahsedilebilir. Yada bir
mevsimin başlamasıyla yıl başlamalıdır Vahdetya’lılara göre. Yâni bir
değişikliğin hayatta bir karşılığı olmalıdır. O şey, onunla berâber
değişmelidir. Her ne kadar ülkede güneş takvimi de geçerli olsa, durağan
olduğundan dolayı anlamsız bulurlar bu takvimin yıl-başlarını.
Sokaklarda
eski toplumların yaptıklarının yanı-sıra, Vahdetya’lıların yaptıkları çeşme,
tuvâlet, han, hamam vs. de bol miktarda göze çarpar.
Ada’da
akşam namazından sonra sokaklarda hemen-hemen kimse görülmez. Sâdece; câmiden
çıkıp evlerine gidenler, sohbetlerden dönenler ve özel bir durum için sokağa
çıkmış olanları görebilirsiniz. Akşamları ve geceleri kimse sokakta “çıt”
çıkarmaz/çıkaramaz. İnsanlar komşularını rahatsız edecek bir gürültü
yapmazlar/yapamazlar. Çünkü Ada’da komşu hakkına çok dikkat edilir. Gerçek
“insan hakları” Vahdetya’da görülür. Vahdetya’da insan-hakkına çok önem
verilir; “çocuk hakları”, “kadın hakları”, “hayvan hakları”, “hasta hakları”
gibi zırvalar yoktur. Bunlar şeytanın öğretisi olup tağûti devletler tarafından
yürürlüğe konmuş komikliklerdir. Büyük bir kandırmacadır bunlar. Haktan çok
haksızlık getirir. Vahdetya’lılara göre: “insan hakkı” denildikten sonra;
“kadın hakkı”, “çocuk hakkı”, “hasta hakkı” vs. demek abes olur. “İnsan hakkı”
hepsini kapsar çünkü. Ayrıca diğer “hakları”! söylemeye gerek yoktur. Aslında
“hak” denildikten sonra başına “insan” yada ”hayvan” ön-ekini koymak bile
abesle iştigal olur. Bir yerde “hak” varsa orada her türlü “hak” mevcut demektir
Ada’lılara göre. Bu “hak”ları ayrı-ayrı ele almaya gerek yoktur.
Vahdetya’da
hassas konulardan biri de “kadın”dır. Ada’da kadın denince ilk olarak
“ana/anne” akla gelir. Her kadın bir anne adayıdır çünkü. Annelik için Allah
tarafından her şey verilmiştir kadına. Allah, kadınlara annelik görevini
vererek onlara bir saygınlık bahşetmiştir aslında. Bu yüzden kadınların
saygı-değerliği özenle korunmalıdır. Şeytan bu konuda devâmlı olarak bir açık
arar çünkü. Küçük bir açık bile bulsa genelde başarılı olacağından dolayı bu
konuda Kur’ân’i önlemler alınmıştır. Bu yüzden Vahdetya’lılar kadının toplumda
fitne-aracı hâline gelmemesi için bu konudaki Kur’ân’i hükümleri sıkı bir
şekilde uygularlar. Bu, kadınlara baskı yapılması demek değildir. Onları Kur’ân’ın
ön-gördüğü gibi bir koruma girişimidir yaptıkları. Ada’da kadınların %90’ı
ev-hanımıdır. Vahdetya’lılara göre ev-hanımlığı çok önemli ve ağır bir “iş”tir.
Ev-hanımları için “çalışmıyor” denilemez. “Evde yaptıkları işin aynısını
dışarıda yapınca “çalışıyor” oluyor da; aynı işi evinde yapınca neden
“çalışmıyor” olsun ki?” derler. Kadınların hepsi tesettürlüdür. Tesettür
emrinin şuuruna varmış olan hanımlar bu konuda bir sıkıntı yaşamazlar. Zâten
kadın fıtratıyla uyumlu olan bu kural şuurlu bir şekilde yapıldığında usanç
vermez kadınlara.
“Hem vakarınızla
evlerinizde durun da önceki câhiliyet devri çıkışı gibi süslenip çıkmayın,
namaz kılın, zekat verin, Allah'a ve peygamberine itaat edin!..” (Ahzab Sûresi 33) Evlerinizde
okunmakta olan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah
lâtiftir, haberdar olandır” (Ahzab Sûresi 34) âyetleri kadınların nasıl bir
hayat yaşamaları gerektiğini belirler. Hanımlar bu âyetleri ciddiye alırlar ve
câhiliye kadınları gibi süslenip-püslenip sokak-sokak gezmezler. Yapmaları
gereken şeyin farkındadırlar çünkü. Bunu Kur’ân öğretmiştir onlara.
Kadınlar
temizliklerine önem verirler, fakat “makyaj” yapmazlar. Kurumayı ve yıpranmayı
önleyici bitkisel kremler ve çok belli olmayan sürmeler çekerler ve kimsenin
dikkatini çekmeyecek ve “rahatsız etmeyecek” kokular kullanırlar en fazla.
Güzel kokuyu severler. “Ne de olsa Peygamberimizin sevdiği üç şeyden biri güzel
kokudur” derler. Kadın giyiminde ve görünümünde en önemli kural “dikkat
çekmemek”tir. Meselâ sokağa ev-elbiseleriyle çıkmazlar. İsterse bu kısa bir süreliğine
olsun fark etmez. Hattâ bu kural erkekler için de geçerlidir. Giyim-kuşam,
sürme, koku, yürüyüş, bakış, konuşma vs. hiç-bir konuda dikkat çekecek ve
kendilerini belli edecek tavırlara girmezler/giremezler. Bakışlarını yere
indirsinler”.. emrini dinlerler. Her kadın bir “Meryem” olma yolunda hareket
eder. “Edeb Ya Huu!” sözünü baş-tâcı eder Vahdetya’lılar.
Kadın;
seküler Dünyâ’nın en çok istismâr ettiği unsurdur. Bir de bunu yaparken onlara
özgürlük getirdiklerini iddia ederek gülünçleşirler. Kadını “paçavraya
çevirerek” nasıl bir özgürlük! verdikleri ortada olduğu hâlde bunu nasıl
savundukları düşündürücüdür. “Tesettürlü kadın için: “özgür değiller” derken,
açık-saçık olan ve her türlü zulme mâruz bırakılan kadınlar nasıl olur da
“özgür! olurlar anlamak imkânsızdır” derler. “Kadınlar için “evlerinizde vakarınızla oturun” diyen Kur’ân-ı
Kerim’i dinlemeyen seküler ülkelerin tağutları, çeşitli şeytanlıklarla evden
çıkardıkları kadınların saygınlıklarının azalmasına sebep olmuşlardır. Artık
kimse onlara “anne” gözüyle bakmaz hâle gelmiştir. Onları bir nesne, bir cinsel
obje olarak göstermişler ve her türlü şeytanca işlerinde kullanmaya
başlamışlardır. Öyle ki; kadının kullanılmadığı bir alan kalmamıştır. Kadın evine
giremez olmuştur. “Anne” olamaz olmuştur. Kadının duyguları, onuru, şahsiyeti
ve kadınlık özellikleri ayaklar altına alınmıştır. Kadın deyince insanların!
aklına artık “başka şeyler” gelmeye başlamıştır. Yâni kadınlar evlerinden bir
çıkmışlar..; değerleri düşmeye başlamıştır. Hâlbuki İslâm onları zamânında
bataklıktan çıkarıp baş-tâcı etmişti. Onlara “özne” gibi davranılmasını
sağlamıştı. Nesnelikten çıkarmıştı onları. O zaman da kadınlar şimdiki gibi her
türlü çıkar-aracının çarkında bir dişli görevi yapıyorlardı. Vahdetya dışındaki
Dünyâ’da şimdi de öyledir; “Kadının kadınlara has özellikleri istismâr üzerine istismâr
edilmiştir” derler. İşte bu sebeplerden dolayı Vahdetya’lılar; “Bir milletin
kurtuluşu için kadınların mutlaka sokaktan eve çekilmesi gerekir” diye
düşünürler. Sokaktan çekmek gerekir onları vakarlarıyla oturacakları evlerine;
vakarlarıyla çalışacakları işlerine; anneliğe..
Vahdetya
hanımları; “Ey peygamberin kadınları, siz kadınlardan her-hangi biri (gibi)
değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kâlbinde
hastalık bulunan kimse tamâh eder. Sözü mâruf bir tarzda söyleyin. Evlerinizde
oturun, eski câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın,
zekâtı verin, Allah'a ve Resûlüne itaât edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden,
sâdece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Oturun da evlerinizde
okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti anın. Şüphe yok ki, Allah lâtifdir, her-şeyden
haberdardır” (Ahzab Sûresi 32-34)
âyetlerini üstlerine alırlar ve bu âyetleri düşünerek hayatlarına yön verirler.
Vahdetya’da
ata-erkil bir yapı hâkimdir. Kadınlar diğer ülke kadınları gibi ev-dışına
zorlanmamış ve alıştırılmamışlardır. Vahdetya’lılara göre kadınlar özgürlüğün
ve mutluluğun zirvesini ancak evlerinde yaşarlar ve yaşayabilirler. Fıtraten
bunun daha uygun olduğunu düşünürler kadınlar için. Aksi hâlde fıtratla
çelişildiğinde zulüm başlar. Kadınlar da bu durumdan rahatsız değildirler. Tabi
bu hiç evden dışarı çıkmamak demek değildir. Kendi aralarında oluşturmuş
oldukları sohbet meclisleri vardır ve bu sohbetleri düzenli olarak tâkip
ederler. Çalışan kadınların dışındakiler genelde “fıtratlarıyla da uyumlu
olarak” evleriyle, çocuklarıyla ve mânevi hayatlarıyla ilgilenirler. Çalışan
kadınlar ise buna yaptıkları işleri de dâhil ederler. Ülkede kadınların biat
etme hakkı vardır fakat biat edilme hakkı yoktur. Yâni kadınlar “Vahdetya’nın
İmamı/Ümmetin Halifesi” olamazlar. Lâkin tüm Vahdetya kadınları her türlü
düşüncelerini özgürce söyleyebilirler ve bunu en yüksek makâma kadar
iletebilirler. Kadınlar iş-yerlerinde erkeklere âmir olamaz. Çünkü bu durum
erkekler için fıtrata aykırı bir durumdur. Allah, Kur’ân’da dediği gibi
erkekleri kadınlardan bir derece üstün yaratmıştır. Tüm Ada kadınları bu âyeti
anlamışlar, îman etmişler ve de benimsemişlerdir. Bu yüzden hadlerini aşmazlar.
Zâten Ada’lılara göre erkek ve kadın mutlak anlamda eşit değildir, olamaz da. Çünkü
bu, kadınlar için bir zulümdür. Erkekler de bu “üstünlük” yüzünden kadınları
aşağılayacak bir tutumda bulunmazlar/bulunamazlar. Vahdetya’lılar; “İslâm’ın
kadınlar için uygun gördüğü bu durum, kadınların onurunun korunması ve istismâr
edilmemesi için yegâne kuraldır. Aksi hâlde şeytan fırsat kollamaktadır”
derler.
Vahdetya’da
alkol bulunmaz. Tıb alanında bile kullanmak için farklı bir ürün
geliştirmişlerdir. Ada’ya gelen gayr-i müslimler için bile her-hangi bir içki
bulunmaz. Ayrıca sigara içen kimse yoktur Vahdetya’da. Hattâ gençler onun ne
olduğunu da bilmezler. Televizyonda gördüklerinde de “neden sürekli olarak o
şeyleri ağızlarında tuttuklarına” anlam veremezler. Kumarın hiçbir türlüsü
yoktur ve olamaz. Zîna yapacak meşrû bir ortam olmadığı gibi, böyle bir yerin
olması düşünülemez bile. “Şeytan işi
pislik” tâbir edilen hiçbir şey ve
yer bulunmaz Ada’da. Daha çok emeklilerin uğradığı çay-kahve içilen ve sohbet
edilen kıraat-hâneler, çay bahçeleri vs. vardır.
Fırsatçılık
yoktur Ada’da. Fırsatçılığı şeytan işi olarak görürler. Zâten fırsatçılık
yapacak bir ortam da yoktur.
Vahdetya’da;
vekil, vâli, kâim-makam, muhtar vs. gibi yöneticiler seçilerek atanmaz görev
yerine. Yöneticiler “milletvekili” değil; milletin-halkın “vekilleri”dir.
Milletvekili gibi kişiler yoktur Ada’da. Zâten “Tek Vekil” olarak Allah’ı kabûl
eden Vahdetya’lılar böyle bir gereksinim de duymazlar. Demokrasi/cumhuriyet/laiklik/sekülerizm/liberâlizm/modernizm
kelimeleri sövgü olarak kullanılır Ada’da. Demokrasi, İslâm’a ters
olduğu için çirkin görülür Vahdetya’da. Bu yüzden de demokrasinin fiîli yönü
olan “seçim” yapılmaz. Onun yerine “gönüllü kabûl ediş” denilen dayanışma/biat
vardır. Yeni imam zâten genel-irâdenin genel reyiyle/görüşüyle gündeme geldiği
için polemik yaşanmaz. Yeni imam için aksi düşünceleri/eleştirileri olanlar
görüşlerini bildirirler ve görüşlerinin dikkate alınmasını isterler. İmam
değişikliği belki 20-30 senede bir olur. O da İmam’ın; vefât, sağlık, yaşlılık
gibi nedenlerle görevini bırakıp, Yüksek Şûrâ’nın üç kişiden oluşan imam
adaylarını açıklamasından sonra yeni imamın belirlenmesi için yapılan biat ile
olan değişikliktir. İmamın görevini sürdürebilmesi için yedi senede bir Yüksek
Şûrâ’nın güven-oyunu ve halkın rızâsını alması gerekir. Aslında yeni-imamın kim
olacağı hemen-hemen bellidir. İmam adayları bu konumun ağırlığını bildikleri
için; “ille de beni seçin” yaygaraları koparmazlar. Bu görevleri sorumluluk
bilincine sâhip oldukları için kabûl ederler. Zâten yeni imam yetenek ve
sorumluluk bilincine bakılarak seçilir. Adaylık doğal olarak oluşur. Zâten bu
kişiler halkın tanıdığı ve teveccüh gösterdiği kişilerdir. Yüksek Şûrâ’ya ahlâk
âbidesi yedi kişi içinden üç imam adayını belirlemek düşer sâdece. Vekiller ise
İmam ve Büyük Meclis tarafından belirlenir ve görevine atanırlar.
Vâli,
kâim-makam ve muhtarlar ise, dâhiliye vekilinin İmam ve vekiller kurulu ile
birlikte o iş için yetiştirilmiş yetkin kişiler içinden seçtikleri şahısların
atanması olarak gerçekleşir. Vâliliğe, kâim-makamlığa ve muhtarlığa atanacak
olanlar bu işin eğitimini görmüş olanlardır. Bir yerleşim yerinde yapılacak
olan her işten anlayacak, ahlâklı, düzenli, sistemli vs. şeklinde çalışacak
olanlar arasından belirlenenler görevlerine atanırlar. Görev süreleri beş yıl
olmakla berâber, halkın isteği üzerine görevleri uzatılabilir, görev yerleri
değiştirilebilir ya da görevden alınabilirler. Bir vâli, kâim-makam ve muhtar;
çevre, elektrik, su, iletişim, ısınma, temizlik, tâmirat vs. yapılması gereken
her iş üzerine iyi bir eğitim almışlardır. Genelde mühendislik eğitimi ile
birlikte aldıkları eğitimdir bu. Bu eğitimi muhtar bir yıl, kâim-makam üç yıl
ve vâli dört yıl süreyle alır. İlk önce staj mâhiyetinde “yardımcı vâli, kâim-makam
ve muhtar” olarak çalışırlar. Bu kişilerin en önemli özellikleri insan
ilişkilerinin çok iyi olmasıdır. Tüm halk tanımalıdır onları. Çok sevilenlerin
görevleri bir beş yıl daha uzatılabilir. Belli bir süreliğine göreve gelen bu kişileri
halk seçtiğinde, onların uygunsuz davranışlarında görevden alınması
zorlaşacağından, bu kişiler seçimle belirlenmezler. İmam ve Şûrâ tarafından
atanırlar ve görevlerinde uygunsuz davranışlar ya da bir eksiklikte yer
değiştirme veya açığa-alınma uygulanır.
Ada’da
elektrik, su, iletişim, yol vs. ücretsizdir. Tabi bunlar ücretsiz diye isrâf
denecek miktarda kullanılmaz. Ada halkı, akan dereden alınacak abdest için bile
suyun isrâf edilmemesi gerektiğinin şuurundadırlar. İsrâf ve savurganlığın
günahı doğurması kaçınılmazdır Vahdetya’lılara göre.
Allah
insanların iki cihanda mutlu olması için kâinatı ve Dünyâ’yı tam insana göre
yarattığı gibi, vahyini de tam bu kâinata uygun yaratmış ve peygamberlerini de
onların kendi içlerinden en iyisini seçerek göndermiş ve öbür âlemde onları
“ateş”ten koruyacak emir ve nehiylerini bu peygamberler aracılığıyla
bildirmiştir. Bu bilince hakkıyla ulaşmış olan Vahdetya’lılar, hem bu Dünyâ’larını
hem de öbür Dünyâ’larını mâmur etmek için Allah’ın bildirdiği gibi, hırsa
kapılmadan fakat gayretle çalışırlar ve sünnetullah îcâbı buna ulaşırlar. Bunun
netîcesinde de ömürlerinin sonuna kadar mutlu bir şekilde yaşarlar. Besmelesiz
hiç-bir işe başlamazlar. “Besmelesiz yapılan iş Allah’sız yapılıyor demektir”
çünkü. Allah’sız yapılan bir işe şeytanın karışmaması düşünülemez. Bu bilinçle
Vahdetya’lılar her işlerine Allah’la, yâni besmeleyle başlarlar ve elhamdulillâh
ile tamamlarlar.
Kısaca
Vahdetya’lılar her işlerini nihâyetinde ebedî âleme göre düzenlerler. Ülkede
tüm hayat bir ibâdete dönüşmüştür.
Vahdetya’da Din
Evet;
Vahdetya bir İslâm devletidir. Resmî yazışmalarda adı “Vahdetya İslâm Devleti”
olarak geçer. Vahdetya Ülkesi “İmamlık”la yönetilir. Bu yönetim şeklinin orijinâl
bir yapısı vardır. Vahdetya’lılar müslüman olan Osmanlı Devleti’nde doğdukları
için müslümandırlar. Zâten her doğan çocuk fıtraten müslüman doğar.
Vahdetya’lılar bu “müslümanlık”larını yetişkinliklerinde de sürdürmüşlerdir.
Ada’da bulunan Uzlak’lar ise Vahdetya’lıların tebliğleri ve örnek yaşantıları
sonucu müslümanlığı kabûl etmişlerdir.
Vahdetya’da
her doğan çocuğun ezan ve duâlarla isimleri konur. Konacak isimler müslüman
isimleri olmalıdır. İsimler genelde iki isimli olurlar. Soy-ad kullanmazlar. Babalarının
ve atalarının isimleri ve doğdukları yerlere nispet edilecek isimler
kullanırlar tanınmak için. Meselâ; “Mustafa oğlu Ahmet Yahya” gibi. Çocuk daha
küçüklüğünden îtibaren İslâm’i bir ortamda yetişir. Okuma-yazma bilmeden önce Kur’ân’ı
arapça okumayı öğrenir. Bu iş annelerin görevidir. Çocuk, anne-babasını taklit
ederek namaz kılmaya, ileriki yaşlarda da oruç tutmaya başlar ve İslâm’i bilinç
küçüklükten îtibaren yerleştirilir. Çocuklar bulûğ çağına gelmeleriyle berâber
hem ibâdetlerle mükelleftirler hem de âkil-bâliğ sayıldıklarından dolayı çoğu
şeyden sorumludurlar.
Ada’da
çok yoğun bir dînî eğitim vardır. Hattâ denilebilir ki Vahdetya’da tüm ilimler
din binasının üzerine kurulur. Din, alt-yapıdır Ada’da. Tüm üst-yapılar bu
alt-yapının üzerine kurulmalıdır. Bu, İslâm’ın kuralıdır zâten. Böylelikle hiç
bir ilim, hiçbir iş-kolu, hiçbir unsur vs. dinden bağımsız olamaz. Her ilim
vardır Vahdetya’da. Çünkü tevhid onu gerektirir.
Vahdetya’da
din ve devlet işleri kesinlikle ayrı değildir. Lâik değildir Vahdetya, olması
da düşünülemez. Bilâkis tüm işler dînin alt-yapısı dikkate alınarak düzenlenir.
Peygamberimiz nasıl hem devlet başkanı hem de dînî önder idiyse, İmam Hârûn da
hem devlet başkanı hem de dînî önderdir. Ada’da bundan sonra da tüm devlet başkanları
aynı şekilde hem devlet başkanı hem de dînî önder olacaklardır. Aksi hâlde, bu
iki kurum birbirinden ayrılırsa birisi diğerinin güdümüne girmek zorunda kalacaktır.
Tabî ki Ada’daki önderlerin liderlikleri baskıcı bir liderlik değildir.
Eleştirilebilirler ve sorgulanabilirler. Bu sorgulamayı edebe riâyet ederek
herkes yapabilir. Meselâ; “şu işi neden böyle yaptın” deme hakkı tüm Ada
halkında vardır. Bu hak İslâm eşitliğinin vermiş olduğu bir haktır.
Dokunulmazlık diye bir şey yoktur Ada’da, lâkin herkes de “dokunulmaz”dır.
Vahdetya’lılar
İslâm dinindendir, müslümandır ve İslâm’ın gereği olan “tek Allah”
inancındadırlar. Bu “tek Allah” inancı kâğıt üstünde bir inanç değil, kâlplerde
de karşılığını bulan ve yaşanan bir gerçekliktir. Kimse Allah’tan başka bir
mercîden korkmaz, kimseden medet ummaz, kimseyi Allah’ı sever gibi sevmez.
Şirkin tüm unsurları ber-taraf edilmiştir/edilir. Tevhidi hakkıyla yaşama
çabasındadırlar. Toplumsal hedefleri Asr-ı Saadet dönemi gibi bir çağ meydana
getirmektir. Kişisel hedefleri “Sahabe” olabilmektir. Vahdetya’lılar “sahabe
gibi” olmayı değil, “sahabe” olmayı hedeflemişlerdir. Çünkü onlar sahabeliği;
Peygamberimizi bir-anlık bir görmenin sonucu olarak değil, o’nun ahlâkıyla
ahlâklanmanın sonucu olarak görürler. Peygamberimizin ahlâkıyla ahlâklanan,
dolayısıyla Kur’ân’ın ahlâkıyla ahlâklanan ve hayâtını o’nun düzenlediği gibi
düzenleyen birinin de sahabe olduğunu düşünürler. Doğru olan da budur zâten.
“Bunun nedeni şudur: Allah, bir kez
bir kavme verdiği bir nîmeti, onlar kendilerindeki bu nîmete erme sebebini
değiştirmedikçe değiştirecek değildir ve Allah, işiten ve bilendir” (Enfâl 53). Vahdetya’lılar bu
âyette bahsedilen “nîmete erme sebebi”ni, Tevhid, yâni “Allah’tan başkasına kul
olmama nîmeti” olarak düşünürler ve kabûl ederler. “Şirk başladığı zaman
yozlaşma ve bozulma başlar” derler.
Kur’ân
ve Sünnet bir Vahdetya’lının hayâtının en önemli iki ayağıdır. Bu iki ayak,
diğer tüm dünyâ-işlerinin düzenlenmesi için olmazsa-olmaz şarttır. Kur’ân
Vahdetya’lıların sâdece dilleriyle değil, kâlpleriyle de okudukları bir
Kitaptır. Kur’ân ve sünnet eğitimi ilk önce annenin denetimde başlar ve sonra
ilk-eğitim okullarıyla berâber eğitim sürecinin sonuna, oradan da hayâtın
sonuna kadar devâm eder. Peygamberimizin sünnetini, yaşadıkları çağa taşırlar.
Peygamberimizin, peygamber olarak yaptıklarını sünnet kabûl ederler. Her hadis Kur’ân’dan
neşet etmeli ve bir sünnet içermelidir. Eyleme dönüşmemiş kuru sözleri hadis
olarak pek kabûl etmezler. Vahdetya’lı âlimler bu konuda emek-ürünü çalışmalar
yapmış, Kur’ân ve sünnetle uyumlu hadisleri ayırmışlardır. Bu işi çok
önemsemişlerdir. Çünkü Dünyâ’daki müslümanların kopukluğunun ve dağılmışlığının
sebeplerinden biri olarak, uydurulmuş ve pratik hayattan koparılmış olan
hadisleri! görürler.
Ada’da
fıkıh, donuk bir fıkıh anlayışından oluşmaz. Canlı bir fıkıh anlayışı vardır. Kur’ân
ve sünnetin yol göstermesiyle her çağa taşınabilecek bir fıkıh anlayışı yaşanır
Vahdetya’da.
Vahdetya’da
herkes orijinâl metinden Kur’ân okumayı bilir. Çoğu Kur’ân’ı hıfzetmiştir. Ama
esas olanın Kur’ân’ın hâfızı olmak değil hâmili olmak olduğunu, yâni hem
metnini, hem mânâsını, hem de maksadını anlamanın/idrâk etmenin gerektiğini
bilirler. Zâten ancak o zaman Kur’ân müslümanlara ”yol gösterici” olacaktır. Bu
konu dikkate alınarak bir-çok değerli eserler neşredilmiştir. Vahdetya’da
herkesin “makâlecik” denecek seviyede de olsa bir yazısı mutlaka vardır. Bunu
bir ibâdet gibi algılamışlardır. Tabi o makâlenin yazılması için emek sarf
etmeleri gerekmiştir. Düzenli ve sistemli bir okuma-yazma çalışması vardır
Ada’da.
Tüm
erkek çocukları bir sünnet olan “sünnet”i ufak yaşlarda olurlar. Bu olay bir
şenlik ve duâ havasında geçer. Kız çocukları küçük yaşlarda tesettüre
alıştırılırlar. Bu konuda annelerinden ve eğitmenlerinden, neden örtünülmesi
gerektiği ile ilgili bilgiler alırlar. Bulûğ çağına gelmiş olan bir kız çocuğu
örtünmenin şuuruna varmış birisidir artık. İnsanlar; konuşmalarına, gözlerine,
hareketlerine vs. hâkimdirler. “Eline-diline-beline..” şeklinde formülleştirilen
fıtri-İslâm’i ön-görülere uyarlar ve dikkat ederler. Bulûğ çağına gelmiş tüm
herkes namaz kılar, oruç tutar ve ibâdetlerini dikkatli bir şekilde yapar. Bâzı
istisnâlar dışında çalışma saatleri, namaz saatleri arasıdır. Her Vahdetya’lı
kendine günde bir-iki saat ayırır ve Kur’ân’ı okuma ve idrâk etme çalışması
yapar. Kur’ân nasıl bilinmesi gerekiyorsa o şekilde bilmenin gereği yapılır. Kur’ân’ı
okumak demek aynı-zamanda anlamak demek olacağından, ayrıca bir anlama
çalışması yapmayı abes bulurlar. Kur’ân’ın gönderdiği; fen, sosyal, târih,
coğrafya, tıp, gök-bilim, yer-bilim vs. gibi değişik adreslere de uğrarlar. Bu
eğitim onlar için çok önemlidir. Çünkü hayatlarını İslâm’i bir şuurla
yönlendirmeleri gerektiğinin bilincindedirler.
Vahdetya’lılar,
dünyâ-hayâtına çok önem vermelerine rağmen, asıl hayat olarak “âhiret hayâtı”nı
görürler. Aslında dünyâ-hayatlarını âhiret hayâtına göre şekillendirmek
isterler. Âhiret’in hesâba katılmadığı bir hayâtın Dünyâ’yı kirleteceğini
bilirler. Âhiret bilinci onları dik ve diri tutar. “Âhiret inancı bir
müslümanın kendine güven duymasını sağlar, onu cesur kılar, ona çalışma azmi
verir” derler. Âhirete imanın Allah’a imandan daha önemli olduğunu söylerler.
Çünkü nice Allah’a inanan vardır ki âhirete inanmaz, ölümle her şeyin bittiğini
zanneder. Zâten Kur’ân’da da bu konu işlenir: “Andolsun, onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye soracak olsan,
elbette 'Allah' diyecekler” (Zümer
Sûresi 38) âyeti ile Allah inançlarını ifâde ederlerken; "İlk ölümümüzden başka bir-şey yoktur." Biz yeniden
diriltilecek değiliz” (Duhan Sûresi 35) âyetiyle de âhireti inkâr ederler.
Vahdetya’da
ayda bir kez İmam Hârûn liderliğinde toplanan Âlimler Meclisi, eğer varsa bâzı
sorunları ele alır, yeni düşünceler ve anlayışlar dile getirilir, yeni fikirler
üretilir. Yâni tefakkuh yapılır. Her mesele Tezekkür, Tedebbür, Teâkkûl,
Tefakkuh ve Tefekkür süreciyle değerlendirilir. Hayâtı şekillendiren kânunlarda
bir yetersizlik yada eksiklik varsa bu eksikler belirlenir ve değiştirilir ya
da ilâveler yapılarak tamamlanır. Aslında bu “meclis” Vahdetya’nın beynidir.
Diğer dünyâ-müslümanlarıyla ve diğer dünyâ-devletleriyle yapılacak olan dînî
meseleler, tebliğler, ortak işler burada değerlendirilir ve karâra bağlanır.
Vahdetya’da
irili-ufaklı pek-çok Câmi vardır. Câmiler genelde gösterişsiz olurlar. Câminin
kıymetinin, süsünden değil içindeki cemaatten kaynaklandığını bilirler. Dünyâ’nın
en gösterişsiz yapısı ve mâbedi olan Kâbe’nin nasıl bir kıymeti olduğunu örnek
verirler. Bu yüzden câmilere, fazla süslememekle berâber çok iyi bakarlar. Çok
temiz ve nezih yerlerdir ibâdethâneler. Câmilerin avlusunda sohbet yerleri ve
aklı/ruhu rızıklandırmak için kurulmuş ilim-odaları vardır. Misâfirler ve
yolcular için yatacak yer ve çeşitli yiyeceklerin bulundurulduğu mutfak
bulunur. Buranın masraflarını halk karşılar. Vahdetya’lılar evlerini câmi minâresinden
daha yüksek ve evlerinin pencerelerini de câmilerin pencerelerinden daha büyük
yapmazlar. Câmilerden başka, mahâllelerde kurulmuş küçük mescidler de vardır.
Buralarda namazlar kılındıktan başka koyu sohbetler de yapılır. Babalar
namazlara çocuklarını, dedeler de torunlarını getirirler. Vahdetya’da hayat
ezan ve namaza göre ayarlanmıştır.
Vahdetya’da
ramazanın gelişi heyecanla beklenir ve ona ulaşıldığında da coşkuyla kutlanır.
Ada’lılar pazartesi-perşembe oruçlarını, özellikle pazartesi günlerini oruçlu
geçirdiklerinden dolayı oruca alışkındılar. Fakat ramazan orucuna daha farklı
anlamlar yüklerler. Osmanlıdan kalma gelenekleri olan top sesiyle sahur ve
iftarlarını başlatırlar-bitirirler. Herkes teheccüdlerini câmide
kılmaya/yapmaya özen gösterir. Sabah namazları hep birlikte edâ edilir. Gün
içerisinde Kur’ân dersleri yapılır. Zirâ ramazan ayı Kur’ân’ın inmeye başladığı
aydır ve bu ay bu yüzden Kur’ân ayıdır. Alış-verişler daha canlıdır. Akşam
iftar yemeklerini genelde misâfirleriyle birlikte yiyerek oruçlarını açarlar.
Sahurların da birlikte yapıldığı olur. Terâvihi de kapsayan nâfile namazlar
câmilerde/mescitlerde cemaat hâlinde kılınmaz. Herkes evlerinde/mescitlerde istediği
rekat sayısı kadar nâfile namaz kılabilir ve bu namazları ramazan ayında
istedikleri kadar arttırırlar. Zâten tüm nâfile namazları genelde cemaat hâlinde
değil, kendi başlarına mescitlerde veya evlerinde kılarlar. Zekat, fitre,
sadaka vs. normâl zamana göre iki katına çıkar. Vahdetya’da bol miktarda îtikaf
câmileri vardır. İsteyen herkes bu câmilerde îtikafa girebilir. İki günden on
güne kadar îtikafta kalanlara rastlanabilir. Ramazan ayı boyunca
zekatlar-sadakalar, Kur’ân okumaları, namazlar, hoşgörüler vs. alabildiğine
çoğalıp; uyku, fazla konuşma, tembellik vs. dünyâ-meşgâleleri ise alabildiğine
azalır. Ramazan ayının incisi olan Kadir Gecesi Vahdetya’lıların en önemli
gecesidir. Zâten diğer “gecelere” has bir şey yapılmaz. Ramazan ayının özellikle
son on günü ibâdetlere; namaz, oruç, zekat, tefekkür vs. ve Kur’ân’ın tilâvetine
ve “kıraat”ine daha fazla ağırlık verilir. Her ne kadar “son on gün”e daha
fazla ağırlık verilse de aslında Vahdetya’lılara göre Kadir Gecesi yılın belli
bir gününün gecesine tekâbül eden bir gece değildir. “Kur’ân’ın kendilerine
nüzûl olduğu” geceyi Kadir Gecesi olarak kabûl ederler. “Kur’ân bir kişiye
lafız-mânâ-maksat olarak ne zaman “inerse” o kişinin Kadir Gecesi o
gündür-gecedir” derler. Yâni bir insanın Kur’ân’ın değerini ve yüceliğini
anlamaya başladığı ve Kur’ân’ın o kişiyi değiştirmeye başladığı gündür-gecedir
Kadir Gecesi; Kadri-kıymeti bilinen gece.. Ramazan dolu-dolu yaşandıktan sonra
bayramla taçlanır mü’minler. Bayram namazı tüm Ada halkının katılımıyla
gerçekleşir. Eş-dost ziyâretleri yapılır. Vahdetya’lılar bayramları cennetlere
benzetirler ve dünyâ-hayatlarının sonunu “bayram” etmesi için Allah’a
yalvarırlar. Her ramazanda kendilerini daha da bir derleyip toplarlar ve
hayatlarını ramazan gibi yaşama gayretine girerler. Ramazanı âdeta tüm seneyi
ve tüm ömrü ramazan gibi yaşamanın provası olarak görürler. Ada’lılara göre
ramazan; Allah’ın tüm insanlara ve tüm kâinata nimetini sunması ve en yüksek
seviyede rahmet etmesidir.
Ada’da
Ramazan (fıtır) ve Kurban (adha) bayramları tüm müslüman âleminde olduğu gibi
dînî bayramlardır. Zâten başka da bayram yoktur. Milliyetçilik zihniyeti
olmadığı için “milli bayram” kullanmazlar. Ramazanda üç gün, Kurban bayramında
ise dört gün çalışmaya ara verilir. Bunda başka, Kadir Gecesi sabahlara kadar
süren ibâdetlerle yad-edilir. Onlara göre bu gecenin Ramazanın sâdece 27.
gecesinde değil, otuz gün boyunca her gün ve gecesinde hattâ hayâtın her gün ve
gecesinde aranması gerekir. Diğer özel gece olarak anılan mevlid, berat, regâip
kandilleri kutlanmaz. Sâdece değinilir ve anılır. Her-hangi olağan-üstü bir şey
yapılmaz bu günlerde. Osmanlı kültürünün bir ürünü olan ve Vahdetya’lılarca
bidat kabûl edilen Kandil-Mevlüt gibi törenler yapılmaz. Vahdetya’da halk,
geceleri teheccüde özel namazlarını câmilerde kılmayı severler. Bu mecbûri bir
şey değildir ama namaz ve tertil ile derin-okuma programı olan teheccüdü herkes
yapar. Câmilerin resmi din-görevlileri yoktur. En yetkin kişi namazı kıldırır.
Bu “yetkin” kişi câminin imamı olarak kabûl edilir. Bu kişi, emekli olmuş ve
namaz kıldırma işini üstlenmiş olan kişidir. Câmiler Kâbe’nin bir “şubesi”
olduğu için onları Kâbe’den daha gösterişli yapmamaya özen gösterirler. Câmi
dernekleri tarafından câminin temizliği ve bakımı yapılır. Câmilerin avlusunda
misâfir odaları ve çay-kahve salonları vardır.
Vahdetya
bir vakıf ülkesidir diyebiliriz. “Dökülen Yaprakları Toplama Vakfı”, ecdad gibi
dağlarda kış günleri “Aç Kalan Hayvanları Doyurma Vakfı” gibi vakıflar vardır.
Bu vakıfların gelirleri devlet ve halk tarafından sağlanır. Vakıflar
Vahdetya’da her türlü sorunu, eksiği, zorluğu, yardımı, eğitimi, bakımı vs.
işini üstlenmişlerdir. Halk her konuda yardım alabileceği bir vakıf bulabilir. İslâm’ın
özünü ortaya çıkarmak ve yaşamak için her türlü gayreti gösterirler. İslâm’i
olmayan hadis, rivâyet, menkîbe vs. leri ortaya çıkarıp halka ve tüm Dünyâ’ya
duyurma görevini üstlenmiş vakıflar vardır. Ülkede bir şeyhül-İslâm yada diyânet
işleri başkanlığı gibi kurumlar yoktur. İmam liderliğinde toplanan “Din İşleri
Meclisi” bu işle yeterince ilgilenir. Herkes birbirini uyarmakla ve
denetlemekle görevli olduğundan din-adamı sınıfına gerek duymazlar. Buna karşın
ülkede bir-çok değerli âlim vardır. Bu kişiler Dünyâ’nın diğer âlimleriyle
sık-sık görüşürler. Yılda bir kez de Vahdetya’da toplanan âlimler cemiyeti, Dünyâ’nın
çeşitli sorunlarıyla ve Kur’ân-ı Kerim ile ilgili görüşmeler yaparlar. Yeni
düşünceler ve fikirler ortaya konur. Bu fikirlerden uygun olanları
kânunlaştırılır ve yürürlüğe konur. Her “müslüman ülkenin”! bu ilkeleri
yürürlüğe koyması zordur tabi.
İlk-eğitim
okulundan sonra sâdece dîni eğitim yapan ve asıl görevleri âlim yetiştirmek
olan eğitim kurumları da vardır. Vahdetya’lılar tüm kâinatı Allah’ın âyeti
olarak görürler. Zâten Kur’ân, satırlardaki âyetlere “âyat”, doğadaki âyetlere
“âyet” der. Dolayısıyla âlim yetiştiren okullardaki talebeler Kur’ân’ın
yönlendirdiği her adrese giderler ve ilimlerini alırlar. Hem “âyet”lerle, hem
de “ayat”larla muhataptırlar. Bu okullara özellikle ”cins kafa” ya sâhip
çocuklar yönlendirilir ve alınır. Çünkü Dünyâ’yı “mis gibi yapacak” olan da,
pisliğe çevirecek olan da âlimler ve âlimciklerdir.
Ada’lılar
okumaya çok düşkündürler. Ülkede her yıl yüz milyon kitap basılır. Bu sayı,
adam-başına ortalama kırk kitap demektir. Bu da yaklaşık dokuz güne bir kitap
düşmesi anlamına gelir. Her kitabı, bir Kitab’ı okumak için okurlar.
Ülkede
müziğin bir kolu da ilâhilerdir. Beş-on kişinin kurdukları ilâhi grupları
câmilerde, konferanslarda ilâhi söylerler. Kişisel olarak ilâhi yazan,
besteleyen ve söyleyen kişiler de vardır. Bu sanat istismâr düzeyine getirilmez
hiçbir zaman. Zâten Ada’lıların o kadar boş vakitleri yoktur ve genel durumları
buna izin vermez. Ayrıca, dîni kullanarak kimsenin çıkar sağlamasına izin
verilmez. Her ne kadar böyle girişimler görülmese de bu yasak her zaman dile
getirilir ki cehâletten dolayı buna yönelinmesin.
Beş-altı
âileden oluşan Kur’ân ve sohbet meclisleri, kendilerinin belirlediği uygun bir
günde haftada bir kez bir âilenin evinde toplanırlar. Bu evlerde abartılmayan
bâzı ikramlarla berâber, Kur’ân dersleri yapılır. Vahdetya’da Kur’ân dersi
demek tüm ilimlerin konuşulması demektir. Değişik ilimler farklı kişiler
tarafından üstlenilir ve o kişiler o konuda araştırma ve öğrenme sürecine
girerler. Bu öğrenilenler daha sonra sohbetlerde paylaşılır. Böylece hem zengin
bir sohbet gerçekleşir, hem de Kur’ân’ın anlaşılması kolaylaşır. Ada’lılar
sâdece Kadir Gecesi’nde ve bu sohbet günleri geç saatlere kadar uyanık
kalırlar. Sohbetler üç-dört saat sürer. Bu sohbetlere âilenin en küçük ferdine
kadar herkes katılır. Buralar kişilerin esas bilgilendikleri ve bilgilerini
paylaştıkları yerlerdir. Sohbet her hafta farklı bir âilenin evinde olur. Namaz
kıldırma ve sohbet sunumunu ev-sahibi
yapar. Bir-kaç sohbet-meclisi ara-sıra bir-araya gelir. Ayrıca her âile haftada
bir-iki saat de âile dersi yapar. Bu dersler çocukların anlayış seviyesine
göredir. Vahdetya bir sohbet ülkesidir. Zâten İslâm’da bir sohbet kültürü
vardır ve İslâmiyet bir sohbet dinidir. Çünkü sohbet-muhabbet insanları
kaynaştırmanın en güçlü unsurudur.
Tüm
Vahdetya’lılar Kur’ân ile yoğrulmuş olduklarından, Kur’ân’a çok âşinadırlar.
Her-hangi bir kaynakta yazılmış olan bir rivâyet, hadis ve menkîbeyi Kur’ân’ın
süzgecinden geçirmeden doğru olarak kabûl etmezler. Anlayamadıklarını ise ”bir
bilen”e sorarlar. Ada’lılar mezhep olayını bir tercih olarak görürler. Doğuştan
mezhepliliği kabûl etmezler. Zâten İslâm, özgür irâde ile yapılmadığı zaman
ibâdetleri ve hattâ îmanı bile kabûl etmez. Mezhebin söylediklerini Kur’ân’ın
ve Sünnetin süzgecinden geçirip eğer onay alıyorlarsa o konuyu kabûl ederler ve
uygulamaya koyarlar. Mezhepli olmayı değil ama mezhepçi olmayı şiddetle
kınarlar. İslâm’ın ve müslümanların hâl-i pür melâlinin sebebi olarak bu
dağılmışlığı gösterirler. Bu dağılmışlığın yegâne sorumlusu mezheplilik değil
ama mezhepçiliktir. Mezhepçilik uğruna ne şeytanlıkların yapıldığını iyi
bilirler. Osmanlı’dan kalma bir Hanefi kültürü vardır Ada’da ama, mezhepçiliği
değil de mezhepliliği savunduklarından dolayı ille de Hanefiliğin tüm
söylediğini kabûl edip almak zorunda görmezler kendilerini. Diğer Sünni ve Şii
mezheplerden aldıkları ve kabûl ettikleri görüşler ve yorumlar da vardır. Zâten
Mezhebi; bir yorumlayış, bir anlayış olarak görürler. Gerçekten de öyledir.
Onlar için aslolan Kur’ân ve Sünnettir.
Vahdetya’lılar
Kur’ân âşığı bir toplumdur. Onu hayatlarının her alanına taşıma
gayretindedirler ve taşımışlardır. Kur’ân’sız bir an bile geçirmek istemezler.
Bu nedenlerden dolayı ceplerinde her zaman bir Kur’ân-ı Kerim bulundururlar.
Hattâ büyük bir sıra-dağ silsilesinin eteklerine Kur’ân’ı Arapça harflerle
yazmışlardır. Bu yazı tüm dağı kapladığı için dağın ismine Kur’ân Dağı adını
vermişlerdir. Bu şaheser tüm dünyâ-müslümanlarının ve insanlarının ilgisini
çekmiş ve ziyâretlerine sebep olmuştur.
Evet;
Vahdetya bir din devletidir. Bir İslâm Devletidir. “Lâik-İslâm”, “Türk-İslâm”
sözleri gibi zırvaları şeytanın oyunları olarak görürler. Milliyetçiliğe,
kapitâlizme, “mutlak sosyalizm”e, “mutlak komünizm”e, liberâlizme, demokrasiye
vs. şeytanın her türlü ideolojilerine düşmanlık derecesinde karşıdırlar. Şöyle
bir bakıldığında Dünyâ’nın perişan hâlinin sebebi bu ideolojilerdir gerçekten
de.
Tebliğ,
Vahdetya’lıların ve Vahdetya Devleti’nin en önemli işidir. Kendilerine tebliğ, âilelerine
tebliğ, komşulara tebliğ, müslümanlara tebliğ, diğer dünyâ-ülkelerindeki
insanlara tebliğ ve Kur’ân okurken eğer cinler onları dinlemeye gelirlerse
cinlere de tebliğ. Evet; tebliğ Vahdetya’nın en önemli konusudur. Tebliği; bizim
mezhebe gel, bizim târikata gir, bizim gruba katıl vs. diye yapmazlar. Zâten böyle bir kurumları
yoktur. Mezhep, târikat grup vs. yoktur Vahdetya’da. Tebliği; “bize gel” diye
değil, “Kur’ân’a gel”; “kendine gel” diye yaparlar. Yâni tebliği, nasıl yapılması
gerekiyorsa öyle yapmaya gayret ederler. Tabi ki en zor iş bu tebliğ olayıdır.
Tebliği bir sanat olarak görürler. Herkesin tebliğ yapamayacağını düşünürler. O
yüzden onları en çok yoran ve meşgul eden konu bu “tebliğ” konusudur.
Cuma
günleri tüm Ada’da hayat durur ve Cuma namazı kılınır. O gün istirahat günüdür
zâten. Kurban ibâdetine herkes katılır. Kurban yardımları yardım kuruluşlarıyla
Dünyâ’nın diğer ülkelerindeki “muhtaç”lara götürülür/gönderilir. Ülke, Dünyâ’da
sesini en çok yardım kuruluşlarıyla duyurmuştur. Başta Allah’ (c.c.) ın, sonra
da bu derneklerin ve kuruluşların sâyesinde tüm Dünyâyla bir gönül-bağı
oluşmuştur. Her tür yardım bu dernekler tarafından Dünyâ’nın müslüman
olsun-olmasın tüm muhtaçlarına iletilir. Yardım derneklerinin aşırı büyümesine
izin vermezler. Bunun yerine çok sayıda yardım kuruluşunun olmasını savunurlar.
Böylece olası bir yolsuzluğun önüne geçerek şeytanı etkisizleştirirler.
Vahdetya’da
İslâm Dînî’nin Peygamberi Hz. Muhammed’e (s.a.v.) karşı çok derin bir sevgi beslenir.
“O’nda sizin için güzel bir örneklik vardır” âyetinin gereğini hakkıyla yerine
getirirler ve o’nun gibi bir müslüman olmak yolunda çaba sarfederler. O’nun
hakkında konuşurken “destek” anlamındaki “salâvat” sözünü söylerler ve bu
“desteği” o’nun misyonunu yerine getirmeye çalışarak gerçekleştirirler. Tüm
Peygamberleri de anarlar, onlara saygı duyarlar ve onları da severler ama en
çok tanıdıkları peygamber, İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) olduğu için
en çok da o’na sevgi duyarlar. Tanıdıkları ve idrâk edebildikleri oranda da
sevgileri artar. Muhammed ismi çoğu kişinin ön-adıdır. O’nun hayâtını
ilk-eğitim okuluna giden çocuklar bile ayrıntısıyla bilir. Vahdetya için bir
“Sünnet Toplumu”dur diyebiliriz. Çünkü Sünnet, Peygamberce yaşama kılavuzudur.
Vahdetya’da
kırk yaşına gelen herkes “Hacı”dır. Bu yaşa gelmiş olanlar her-hangi bir sağlık
yada başka sorunları yoksa sistemli olarak o yıl hac ve umre vazîfesi için Arabistan
ülkesine; Mekke ve Medîne’ye giderler. Tekrar-tekrar gitmek isteyenlere de imkân
tanınır.
Yaşamından
ölümüne kadar insana din-unsuru eşlik eder ve etmelidir. İki cihanda mutluluk
ancak bu şekilde sağlanabilir. Hattâ Dünyâ’da gerçekten ve istikrarlı bir
şekilde mutlu olmanın başka da bir yolu yoktur. Vasiyet yazmayı tüm Vahdetya’lılar
bir görev bilir ve herkesin vasiyeti cebindedir. Azrâil (a.s.)ın ziyâret ettiği
Vahdetya’lı bir müslüman; ilk önce yıkanır, önceden hazırlamış olduğu kefene
sarılır, güzel kokularla donatılır ve cenaze namazı kılınır. Şehrin tam
ortasında bulunan kabristana kadar omuzlarda taşınan mevtâ, İslâm’i kurallara
göre gömülür. Ölünün başında yas-tutma, bağırma-çığırma, ağıt-yakma gibi
kendini kaybetme durumları görülmez. Bir insanın nerden gelip nereye gittiğini
gâyet iyi bilen Vahdetya’lılar mevtâyı hayırla yâd-ederler, Allah’tan, onun
rahmete nâil olması için samîmice dualar ederler.
Vahdetya
“dârüs-selam”dır. Yâni “esenlik yurdu”. Yâni barış, huzur ve mutluluğun
yaşandığı yerdir. Esasen İslâm’ın hâkim olduğu ve yaşandığı her toplum barış ve
huzur topluluğudur.
Vahdetya’lılar
kendilerini, “İslâm’ı yeniden diriltmek”le görevli hissederler. Bunu 1945’lerde
kısmen, 1960’lardan sonra ise…
Vahdetya’lıların
en büyük hayâli; Ümmet/İslâm/İnsan Birliği (kardeşliği) hayâlidir. İmam Hârûn
ise bu konuyu çok daha ciddi ve derin düşünür. Onu en çok yoran konudur bu.
Bunun için yapılması gereken çok şey vardır. İlk başta yapılması gereken şey,
mezhebî kavgaları bitirmek ve Kur’ân-Sünnet birliğini sağlamak olmalıdır.
İnsanlar ilk önce Kur’ân ve Sünnet etrafında toplanmalıdır. Bu nedenle müslüman
ülkelere ziyâretler düzenlenmiş ve olumlu sonuçlar alınmıştır.
4. BÖLÜM
İmam Hârûn (Bir Liderlik Örneği)
Evet;
Vahdetya Ülkesi yirmibeş yılı geride bırakmış ve 1955 yılına gelinmiştir.
Yirmibeş sene zarfında Vahdetya’da oluşan genel durum, bu kadar kısa-zamanda
kimsenin başaramayacağı kadar olağan-üstü bir durum gibi gözükür. “Bu Ada;
nasıl oldu da bu kadar kısa-zamanda bir virâne şeklinden, cennetin bir şubesi
şekline geldi” diye herkes birbirine soruyordu. Aslında bu duruma Vahdetya’lılar
da şaşırıyorlardı. Sanki “birisi/birileri” onlara yardım etmişti. Başka bir
açıklaması olamazdı. Çünkü mevcut durum rasyonellikle açıklanamayacak bir
durumdu. Fakat Vahdetya’lılar bu başarının sebebini hissediyorlar ve
sezinliyorlardı. Bu Ada’nın bu duruma gelmesinin nedenini; 1300 yıl önce
Peygamberimiz (s.a.v.) in yaşadığı süreci çok iyi anlamalarına ve bu süreçten
çok iyi dersler çıkarmalarına bağlıyorlardı. Ne olmuştu o zaman?..
Yaşanılan
ortamdaki perişanlığın farkına varan ve bu çirkef durumdan dolayı içi-acıyan
bir “kişi” nin bir çıkar-yol araması ve bu konuda derin düşüncelere dalması;
sonra da Allah (c.c.)’ın bu “kişi”yi peygamber seçip ona melek Cebrâil
aracılığı ile vahyetmesi; bu vahiyler aracılığı ile peygamberin ilk önce
kendini, sonra da dâvet ve tebliğlerle diğer insanları eğitmesi ve inşâ etmesi;
belli bir sayıya gelince bu vahiylerin o topluma açıkça duyurulması; bundan rahatsız
olanların baskılarına mâruz kalmaları; bir süre sonra kendilerine hicret edecek
bir yurt aramaları, bu yurda hicret etmeleri ve orada çok düzenli bir devlet
kurmaları; burada “iç” ve dış îmârın yapılması; belli bir aşamadan sonra bâzı
sertliklerin vuku-bulması ve en sonunda da çok büyük bir güce ulaşıp bulunulan
kıtaya sâhip olunması ve tüm Dünyâ’ya yayılınması olarak kısaca ifâde
edebileceğimiz bir süreç yaşanmıştı. Bu sürecin sonunda Asr-ı Saadet denen
örnek olacak bir çağ meydana çıkmıştı.
Bu
vahiy 1900 yılında da; toplanmış ve tüm Dünyâ’ya milyonlarca sayıda dağıtılmış
nüshaları olan bir kitap olarak ortada duruyordu. 1300 sene önce yapılan ve
yaşanan şeyler bugün de yapılabilir ve yaşanabilirdi. Hattâ şu-anda Kitap,
Sünnet ve tecrübe ortada duruyorken daha kolay yapılabilmeliydi. Zâten
sosyoloji kuralında da: “Bir kere olan bir kez daha olur” denmiyor
muydu?
1900
yılının 14 Şubat’ında doğan İmam Hârûn’un, daha küçük yaşlarda çok farklı bir
kişiliğinin olduğu anlaşılıyordu. Çok zeki, anlayışlı ve ciddi birisiydi. Biraz
sert görünümü vardı ama aslında iç-dünyâsı “yumuşacık”tı. Daha çocuk denilecek yaşlarda
kurduğu hayâller dinleyenleri şaşırtıyordu. Öyle bir ülke çizmişti ki
kafasında, herkes ona hasta gözüyle bakmaya başlamıştı. Okuldaki başarısı
olmasa onu deli îlan edeceklerdi. Çünkü kafasında çizdiği öyle bir ülkenin
oluşturulmasını herkes çok uzak; hattâ imkânsız olarak görüyordu.
Daha
üç yaşında okumaya başladığı Kur’ân-ı Kerim’i yedi yaşında ezberledi. Bir subay
olan babası ona Kur’ân sevgisini aşılamıştı. Babası onun ilk hocasıydı. Ama ne
yazık ki bir sefer sırasında ve henüz otuziki yaşında olan babasını yedi
yaşındayken kaybetti. Annesi ona ilk ve tek çocuğu olduğu için çok iyi
bakmıştı. Sağlam bir bünyesi vardı Hârûn’un. Çok çabuk kavrayan ve anlayan bir
zihnî yapısı vardı. Yedi yaşında yetim kalan Hârûn, nârin bir yapısı olan ve
eşinin ölümüne çok üzülen annesini de on yaşındayken yitirdi ve yetim iken
öksüzlüğü de tattı. Evet İmam Hârûn on yaşındayken yetim ve öksüz kalmıştı. Çok
üzülmesine karşın her açıdan dayanıklı olan Hârûn, bu acılara sabretmesini
bildi. Çünkü biliyordu ki, eğer Allah’ın istediği gibi bir insan/kul olursa
Anne-Babasını “ileride” yine görebilecekti.
İmam
Hârûn’un babası onu İslâm’a adamıştı. Bunu vasiyetinde kayda da geçirmişti.
Annesi vefât ederken onu Allah’a ısmarlayarak o da bir nevî “adama” yapmıştı.
Yâni İmam Hârûn adanmış biriydi. Bir adaktı. İslâm’a adanmış bir adak.
Daha
onbeş yaşındayken kurduğu Kur’ân ve sohbet meclislerinde yaptığı konuşmalar, bu
halkanın çok hızlı bir şekilde genişlemesine sebep oldu. Aynı-zamanda baba
mesleği olan askerliği kendine meslek edinmişti. Çanakkale’de gösterdiği
başarılar üzerine kısa-zamanda yüz-başılığa kadar yükselmişti. Fakat o, son
demlerini yaşadığı bu devletin ömrünün çok uzun olmadığını görebiliyordu. On
yaşlarındayken pâdişah Abdulhamid onu ümitlendirmişti ama, hem dış/iç şeytanlar
pâdişahı rahat bırakmamıştı, hem de Abdulhamid yeterli dirâyeti gösterememişti.
Nihâyet “kurtuluş savaşı” denen bir “oyunla” devletin yapısı değişti. Evet;
aslında değişen sâdece devletin yapısıydı. Çünkü ülke aynı ülke, insanlar aynı
insanlar, memurlar-âmirler aynı memur ve âmir, kurumlar aynı kurum vs. her şey
aynıydı. Değişen şey devletin ideolojisi idi. İmam Hârûn bu ülkede bundan sonra
“mü’min” olarak yaşamanın imkânsız olduğunu yeni devletin ilk kurulduğunda
görmüştü. Gerçi Osmanlı’nın son dönemleri din açısından dibe vuran bir dönemdi
ama gene de dînin bir geçerliliği vardı. Dînin bir caydırıcılığı vardı. Dînin
yıpranan tarafları gayretli çalışmalarla tâmir edilebilirdi. Lâkin fırsat
olmadı.
İmam
Hârûn 25 yaşındayken askerlik mesleğinden istifâ etti. Bu-arada askerlerin de
katılımıyla sohbet halkası gün-be gün genişliyordu. Öyle ki 1926 yılında bir
milyonu geçen bir izleyici kitlesi vardı. Tebliğler, nasihatler, öneriler “yeni
devlet” tarafından dinlenilmediği gibi, İmam Hârûn yanlıları çok sert tepkilere
de mâruz kaldılar. Kısa-zamanda bu sertlikler düşmanlıklara dönüştü. “Şeytanın
organizasyonu” başarıyla sonuçlandığı için kendi cemaati dışındaki halk da ona
tepki göstermeye başladı. İmam Hârûn’un önderliğindeki cemaat artık “devletin”
düşmanıydı. Karşı-karşıya gelmeleri an meselesiydi.
“Kendilerine
zulmedildikten sonra Allah uğrunda göç edenleri, Dünyâ’da (rahat edip,
tehlikelerden uzak kalacakları bir yere) güzelce yerleştireceğiz. (Onlara
vereceğimiz) âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Onlar ki sabrettiler ve
Rabb'lerine (güvenip) dayanmaktadırlar” (Nâhl Sûresi 41).
“(İçlerinden biri demişti ki:) Mâdem ki siz
onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o hâlde, (dağlara
çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktârını)
yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın” (Kehf 16). Şirk
ortamından uzaklaşın, gideceğiniz yer isterse bir mağara olsun. Şirk ortamından
uzaklaşmak bereket getirir.
İmam
Hârûn sürekli şu âyetleri düşünüyordu:
“O sizi yeryüzünün halifeleri kıldı ve size verdikleriyle sizi denemek
için kiminizi kiminize göre derecelerle yükseltti. Şüphesiz senin Rabbin,
sonuçlandırması pek çabuk olandır ve şüphesiz O, bağışlayandır, esirgeyendir” (En-âm 165).
“Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk” (Kasas 5).
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara
va'detmiştir: Hiç şüphesiz
onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sahibi” kıldıysa,
onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sahibi” kılacak, kendileri
için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve
onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).
“Muhakkak zorlukla berâber bir
kolaylık vardır” (İnşirâh 5).
“Kim takvâ sâhibi olur, Allah’tan
korkarsa, Allah ona işinde kolaylıklar verir” (Talâk 4).
“İnsanlara emr-i bi’l-ma’ruf
ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en kolaya
yöneltip
onda başarılı kılacaktır” (A'lâ 6-9).
İşte
tüm bu nedenlerden dolayı İmam Hârûn yerleşebilecekleri yeni bir vatan bulma ve
bir devlet kurma hayâlini gerçekleştirmenin zamânının geldiğini cemaate îlan
etti. Alt-yapı hazırdı. Cemaat çeşitli bâdireler atlatmış ve “çürükler” ve
“münâfıklar” ayrılmıştı. Yapılması gereken şey, kendilerine uygun bir
kara-parçasının tespit edilmesiydi. Kurmaylarıyla görüşen İmam Hârûn; en uygun
yerin, eski adıyla Korsan Adası, yeni adıyla Vahdetya Adası olduğunu gördü.
Artık hicret zamânıydı. Artık çürüğü belli olmayan, içten çürümüş olan münâfıkların
da ayrılmasının vaktiydi. Kuru kalabalıktansa “öz olan azlık” daha hayırlı ve
iyiydi. Ada’ya hicretten önce yaşananlar böyleydi.
1955 Yılı Îtibariyle Vahdetya
İmam
Hârûn Kur’ân’da Hz. Süleyman’dan mülhemle şöyle duâ ederdi: “Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç
kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz sen, karşılıksız
armağan edensin” (Sad Sûresi 35).
Vahdetya’lılar
her zaman tebliği ön-plânda tutmuşlardır. “Kâlpler fethedilmeden tüm Dünyâ’yı
fethetseniz de boştur” derler. Tabî ki tebliğ de bir yere kadardır Ada’lılara
göre. “Tebliğ bir hedefin sâdece belli bir noktasıdır” derler. “Feth”in tam
olarak gerçekleşebilmesi için fizikî şartları da yerine getirmek lazımdır. O
yüzden İmam Hârûn sık-sık; “Allah’ım! bize bir sultan-güç bahşeyle” duâsını hep
tekrarlıyordu.
Miladi
1955 yılına gelindiğinde Vahdetya Ülkesi tüm yapılanmalarını tamamlamış ve
tâbiri câizse, şıkır-şıkır bir ülke konumuna gelmişti. Eğitim en ideâl
seviyesini yakalamış, endüstri rayına oturmuş, tarım-hayvancılık zirve yapmış,
ekonomi Dünyâ’nın en çok büyüyen ekonomisi olmuş, sanâyi, Ülke’yi kimseye ihtiyaç
duymayacak bir konuma getirmiş, bilim-teknoloji Dünyâ’da çığır açmış, sosyal
yapı güçlenmiş ve hedefine ulaşmış, kânunlar ideâl hâlini almış, tüm dış-dünyâ
ile irtibat sağlanıp çok iyi bir hâle gelmiş vs. bir “ahlâk ülkesi” duruma
gelmişti. Bu ahlâk pasif bir ahlâk değil, aktif bir ahlâktır. Zîra
Vahdetya’lılar pasif ahlâkın tek-başına yetmeyeceğini bilirlerdi.
Vahdetya’da
gelişen bir şey, bir olay daha vardır ki; bu olay Dünyâ’nın gidişâtını
değiştirecek bir olaydır. Ada’ya has olan bu olay İmam Hârûn’un “büyük ideâl”ini
gerçekleştirmek için bir ön-koşul olarak sunduğu şeyin gerçekleşmesini sağlamış
olan olaydır. Bu olay askerlik ve bilim alanını ilgilendiren bir konudur. Evet;
Dünyâ başta atom bombası olmak üzere süper silâhlar! tâbir edilen silâhları geliştire-dursun,
Vahdetya’da başka bir caydırıcı unsur geliştirilmiştir. Bu gelişmede kimsenin
bir etkisinin olmamasından ve şimdiye kadar görülmemiş bir şey olmasından dolayı
patentinin Allah’a (c.c.) âit olduğunu söyleyebiliriz. Bu yaşanan şey aslında Allah’ın
(c.c.) bir nîmetidir.
Vahdetya
ormanlarında yaşanan bir olay bu gelişmeyi sağlamıştır; Ormanda bulunan bir
çukurcuğun içine, yağan yağmur sebebiyle su birikmiştir. Bu çukurun şeklinin ve
derinliğinin çok özel olduğu sonraları fark edilmiştir. Bu çukurda birikmiş
olan suya çarpan güneş ışınları kırılarak öyle bir yansıma yapmıştır ki,
yanındaki 15-20 ağacı deldikten sonra, 33 metre ilerideki 7
metre boyunda ve 6 metre uzunluğundaki kayada
bir delik açmıştır. Bu delikler aynı-zamanda muntazam düzgün deliklerdir. Bu
çukurun derinliğinin önemi olaydan sonra yapılan hesaplarla fark edilmiştir.
Çünkü; ancak bu derinliğe dolan suyun oluşturduğu kalınlıktaki saydamlığın
yaptığı kırılma o özel ışınları meydana çıkarabiliyordu. Bu olayı gören ve
dehşetle izleyen orman işçileri hemen yetkililere haber vermişlerdi. Çok
geniş-çaplı yapılan incelemeler sonucu, meydana gelen olayın iç-yüzü bir süre
sonra açığa çıkmıştı. Bu olay İmam Hârûn’u çok heyecanlandırmıştı. Çünkü “büyük
hayâli”ni gerçekleştirecek bir araca sâhip olmak üzereydi. Mühendislerin ve
ilim-adamlarının çalışmalarının sonucu şöyle açıklandı: “Özel bir şekil ve
derinlikteki bu çukura dolan suya çarpan güneş ışınlarından çok özel iki
tanesi, çok güçlü bir lazer ışını oluşturmuş ve bu olayı meydana getirmiştir”.
Yaptıkları bir çok küçük-çaplı deneylerden sonra, doğal olarak oluşan olayın
aynısı laboratuar ortamında da gerçekleştirilmiştir.
Bu
bir silâhtır. Hem de Dünyâ’da kimsenin elinde bulunmayan bir silâh. Kimsede
böyle bir silâhın olmasını bırakın, kimsenin düşünemeyeceği bir silâh. Üstelik
yapacağı yıkım 100 atom bombası gücünde olacağı gibi; güneş gök-yüzünde
bulunduğu sürece mühimmatı/enerjisi bedâvaya elde edilebilecek bir silâh. Bu
olay ilk başlarda dünyâ-kamuoyuna duyurulmamıştır tabî ki de. Önce, laboratuarda
oluşturulan bu mini-silâhın büyüğünü yapmayı tasarlamışlardır. Gayretli bir
çalışma süreciyle yaklaşık altı ay sonra çalışmalar tamamlanmıştır ve silâh artık ortadadır. 1.000 km . uzaklıktaki hedefine bir sâniyede ulaşabilen
ışınlara sâhip bu silâh, bir sâniye önce hiçbir tahribat bulunmayan iki
milyonluk bir yerleşim yerini, bir sâniye sonra haritadan silebilecek bir güce
ulaşabilme imkânına sâhiptir. Yapılan denemeler silâhın başarıyla
tamamlandığını ve gücünün büyüklüğünü göstermektedir. Artık yapılacak şey, bu
silâhın adetlerinin çoğaltılması ve çeşitli büyüklüklere ve şekillere
sokulmasıdır. Bu aşama da tamamlandıktan sonra; binlerce metre yüksekliğe
gönderdikleri radara yakalanmayan yansıtıcıları yörüngelerine yerleştirirler.
Ve böylece silâh olası bir duruma karşı kullanılabilecek duruma gelir. Evet; bu
bir “dönüm noktası”dır.
Tabi
ki de Vahdetya Ülkesi emperyalist ve terörist bir ülke değildir. Yıkıcılığı
değil, yapıcılığı hedefler. Vahdetya’lıların hedefi Dünyâ’nın bir “sevgi Dünyâsı”
olmasıdır. Fakat Vahdetya’lılar gerçekçidirler. Sertliğin gösterilmesi gereken
yerde sertliğin gösterilmesinin gerektiğini bilirler ve bunu savunurlar. Sert
davranması gerekirken o sertliği gösteremeyen ülkeleri ve insanları pasif,
içi-geçmiş, korkak ve şeytan tarafından alt-edilmiş bir ülke ve kişi olarak
görürler. Ada’lılara göre “sertlik” doğru kullanıldığında bir nimettir. Zâten
her şey için bu kural geçerlidir. Bir şey Rahmani yönde kullanılırsa nimet,
şeytâni yolda kullanılırsa zahmet getirir. Vahdetya’lılarda öyle hümanistlik
falan yoktur. Bu gibi ideolojiler şeytan’ın ideolojileridir. “Gerektiğinde
sertliğe baş-vurmayan toplumlara başka toplumlar sert bir şekilde musallat
olurlar” derler. Vahdetya’lılara göre madde özünde şiddet taşır. Meselâ; bir
ağaç kenarındaki dereden şırıl-şırıl akan, şelâlerden ihtişamla dökülen,
üzerinde gemiler gezdiren, boğazlar kuruduğunda serinleten ve ekinlerin büyüyüp
gıda hâline gelmesini sağlayan suyun özünde de şiddet vardır. H2O olarak ifâde
edilen mâsum bir içeriği yoktur suyun. Hidrojen ve oksijen; onlarca metre
yükseklerde, büyük bir şehri aydınlatabilecek kadar güçlü şimşekler çakarak ve
tüm şehrin duyabileceği bir gürültü yaparak birbirlerine girerler ve suyu
oluştururlar. Bazen de kâfir bir kavmi boğar. Her maddenin özünde şiddet
vardır. Vahdetya’lılar ürettikleri bu silâhı caydırıcılık amaçlı
kullanacaklardır. Allah onlara Dünyâ’nın selâmeti için böyle bir araç
sunmuştur.
Vahdetya’lılar;
“Allah Dünyâ’nın selâmeti için daha farklı bir nimet de sunabilirdi” derler.
Zâten nimetin bir-çoğunu yaşamışlardı/yaşıyorlardı. Meselâ Allah onları bir
ahlâk toplumu yapmıştı. Bu çok önemli ve etkili bir unsurdur. “İnsanların
hayranlıklarını kazanarak da, sevgiyi ön-plana çıkararak da İslâm/İnsan
Kardeşliği kurulabilir” gibi bir düşünceye: “Fakat bu şekilde bir yapı kurmak
işler yolunda gitse bile hem çok uzun zamanlar alacak ve işlerin uzaması hedef
saptıracak hem de tağutlar bu yapılanmaya fitne katmakta zorlanmayacaklardır”
diye cevap verirler. Bu yüzden Vahdetya’lılar bu unsurların tek-başına
amaçlanan hedefe götürmeyeceğini düşünüyorlar ve biliyorlardı. Zâten eğer bu
şekilde şiddete başvurmadan da Asr-ı Saadet gibi bir çağın oluşturulması mümkün
olabilseydi, bunu Vahdetya’lılardan da önce “âlemlere rahmet olarak gönderilen”
Hz. Muhammed (s.a.v.) yapardı. Nede olsa “o” muhteşem bir ahlâka sâhipti ve
bunu en iyi bir şekilde sâdece “rahmet sâhibi biri” başarabilirdi. Fakat o
mübârek zat da nihâi hedefine bu şekilde; sâdece kâlpleri kazanarak, sâdece
yumuşaklıkla, sâdece sevgiyle, sâdece hoşgörüyle ve sâdece güzellikle
ulaşmamıştır. Vahdetya’lılara göre de bu eksik bir yoldur. Bu süreç (hoşumuza
gitmese de) şiddetle birlikte yapılması gereken bir süreçtir. Şiddeti müslümanlar
istemese de karşı taraf onları şiddete mecbûren zorlayacak ve sürükleyecektir.
Eline silâh almış bir toplumun karşısına gül ile çıkmak tabî ki de saçmalık
olacaktır. Ve unutmayalım ki; İslâm ahlâkıyla ahlâklanmış bir topluma karşı
tağutlar mutlaka eninde-gecinde savaş açar. Hakîkate sadâkat gösteren her topluma
mutlaka savaş açılır. Çünkü târihin her döneminde böyle olmuştur/olacaktır. Bu
yüzden Vahdetya’lılar: “Savaş hoşunuza
gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir
şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir.
Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara Sûresi 216) âyetindeki hikmetin bu
olduğunu düşünürler. Dediğimiz gibi Rahmet peygamberi bile nihâi hedefine mecbûren
şiddeti de kullanarak varmıştır. Hem de o rahmet peygamberinin peygamberlik ömrünün
her 40 gününe bir gün savaş düşmüştür. İşte tüm bu nedenlerden dolayı
Vahdetya’lılar gerçekçi davranarak, şiddet olmadan ve şiddetten kaçarak bu işin
nihâyete ermeyeceğini düşünürler. Vahdetya’lılar: “bu din her konuda ahlâkı öne
çıkarsa da, İslâm salt ahlâkçılık içeren bir din değildir” derler. Şu da var
ki, Allah’ın yollarının sonsuz olduğuna da îman ederler. Evet; Vahdetya’lılar
şiddeti “şiddetsizlik” için isterler. Çünkü; Rabbleriyle, kendileriyle,
insanlarla, çevreyle, doğayla vs. her şeyle barışık insanlardır aslında
Vahdetya’lılar. Öldürmede ileri gitmezler, lâkin; “kâfirlere karşı çetin, kendi
aralarında ise merhâmetlidirler”.
Tam
o sıralarda dünyâ-emperyalistleri müslüman bir ülkeyi işgâl ederler. Mazlum
ülke halkı zâten yoksulluktan bi-çâre durumdadır. Emperyalistlere karşı koyacak
güçleri kalmamıştır. Bir de bu işgâl musallat olunca artık “bittik ya rabbi”
demeye başlamışlardır. Allah “bittim” diyene “yettim” diyecekti tabî ki. İşte
tam bu sırada İmam Hârûn işgalci devlete bir ültimatom göndererek derhâl ülkeyi
terk etmelerini, aksi hâlde başlarına gelecek olan şeyin çok ağır sonuçlarının
olacağını söyler. Bu ültimatoma alaycı ve sövgülü bir şekilde cevap veren
kendini beğenmiş kibirli ülkenin müstekbirleri zulümlerini daha arttırırlar.
Hazırlıklarını yapan İmam Hârûn son bir uyarı yapar. Çok ahlâksızca söylenen
küfürlü bir cevap alan İmam Hârûn, düğmeye bastıktan bir sâniye sonra işgalci
ülkenin askerî üsleri başta olmak üzere, tüm devlet kurumlarını güdümlenmiş
lazer ışınlarıyla ortadan kaldırır. Artık bu yapıların yerinde sâdece,
yetmişbeş metre derinliğe doluşmuş moloz yığınları vardır.
Bir-anda
neye uğradığını şaşıran işgalci güçler ve dünyâ-ülkeleri gökten meteor
yağdığını yada bir kuyruklu yıldızın Dünyâ’ya çarptığını düşünürler. Çok büyük
şoka giren dünyâ-milletleri bu olayın nedenini ancak; İmam Hârûn’un canlı
yayında özel silâhın tahribatları görüntüsü eşliğinde yaptığı uyarı dolu
konuşmadan sonra anlarlar. İnanmak istemezler ama görüntüler ortadadır. Üstelik
İmam’ın emriyle canlı yayın sırasında ülkeyi terk etmeye yanaşmayan işgalci
güçlere ait 13 gemi, İmam’ın verdiği tâlimattan bir sâniye sonra bir-anda yok
olur. İşte bu son olay inandırıcılık için fazlasıyla yeterlidir.
İmam
Hârûn, işgalci güçlere, işgal ettikleri ülkeyi 24 saat içinde terk etmelerini
emreder. 24 saati bir dakika bile geçerse ülkelerinin Dünyâ’dan silineceği
tehdini de savurur. Bu korkuyla gözleri yuvalarından fırlayan işgalci güçlerin
askerleri daha 24 saat dolmadan işgâl edilen ülkeyi terk eder. Tabi bu olay
işgalci “süper güç!” için karizmanın fazlasıyla çizilmesi demektir. Diğer dünyâ-ülkeleri;
“Eğer Dünyâ’nın süper gücü bu şekilde ber-taraf edilmişse, bize de oturduğumuz
yerde oturmak düşer” diye düşünmeye başlarlar. Müstekbirler bir-ara Vahdetya’ya
karşı bir ittifak oluşturmayı düşündülerse de hemen vazgeçtiler bu
kararlarından. Çünkü kâlplerine korku düşmüştü bir kere, birlik olsalardı ne
olacaktı ki?
Evet;
Allah’ın izniyle en az bin-yıl ömürlü bir süper-güç doğmuştur Dünyâ’ya. Vahdetya
Devleti yıkılsa bile, Vahdetya vesîlesi ile yeniden kurulan İslâm-medeniyeti en-az
bin-yıl sürecek yeni bir süreç başlatmıştır. Maskelerini çıkarıp değişik
maskeler takan münâfık ülkeler, İmam Hârûn’la görüşmek için Vahdetya Ülkesi’ne
gelirler. Bu, İmam Hârûn’un da istediği bir şeydir aslında. İmam Hârûn’la
anlaşmak isteyen devlet başkanları umulmadık bir şeyle karşılaşırlar; İmam Hârûn
liderliğindeki Büyük Meclis, daha önceden tüm dünyâ-ülkeleri için insan
fıtratına uygun olarak hazırladıkları yeni kânun-nâmeleri devlet başkanlarına
iletirler ve bu tâlimatların altı ay içinde yerine getirilmesini isterler. Tabi
bu isteklerini “politik sözler” içinde belirtirler. Bu tâlimatlar, anlaşılacağı
gibi çok ağır tâlimatlardır. İçlerinde ülkelerin ideolojilerinin değiştirilmesi
bile vardır. Ve bu tâlimatlar kamu-oyuna dağıtılırsa ki İmam Hârûn bunu da
düşünmüş ve tüm sivil-toplum kuruluşları adı altında toplanan insanlara bu
kânun-nameler bir bildirgeyle gönderilmiştir. Yâni artık devlet başkanlarına
düşen şey bu tâlimatları kuzu-kuzu yerine getirmek olacaktır. Çünkü tüm dünyâ-halkları
aynı-anda bu tâlimatları okuyorlardı. Bu tâlimatlar halkın çıkarına çalıştığı
ve hep âdil kararlar içerdiği için içten-içe halk tarafından destekleniyordu.
İmam Hârûn liderliğindeki Vahdetya Büyük Meclisi tarafından düzenlenen
genelgeler, kurallar, tâlimatlar ve kânunlar tüm dünyâ-ülkelerine bir hafta
içinde bildirildi. Müslüman ülkelere derhâl değiştirilmesi ve uygulanması için
bildirilen yeni kânunlar ise Vahdetya’nın kânunlarıydı. Müslüman olmayan ülkelere,
değiştirmeleri için gönderdikleri yeni kânunlar ise “fıtratla uyumlu” olan
kânunlardı. Fıtrata uygun kurallar hazırladılar, yâni fıtrata uygun ana-ilkeler
belirlerdiler. Çünkü onları İslâm dîninin kânunlarını uygulamaya
zorlayamazlardı. Fakat fıtrata uygun kânunları uygulamaya zorlayabilirlerdi.
Çünkü fıtrat tüm insanlarda aynı duyguyu yansıtırdı. Tüm insanlarda aynı
format/fıtrat vardı çünkü. Tabi bu fıtri kânunlar; İslâm dîni fıtratla bire-bir
uyumlu olduğu için İslâm kânunlarıyla da örtüşüyordu. Bu kânunlar fıtratla
uyumlu fakat milletlerin/ülkelerin kendine-özgü özelliklerine dokunmayan
kânunlardı.
Kânunlar
uygulamaya konuldukça halkın hoşuna gitmeye başlamıştı. Bu durum başta İslâm’a,
sonra da İmam Hârûn ve Vahdetya Ülkesi’ne karşı bir sempatinin doğmasına yol
açmıştı. Bu sempati zamanla İslâm’a
ihtidâların (katılımların) artmasına sebep oldu.
İslâm Birliği (İslâm/İnsan Kardeşliği)
İşte
tüm bu gelişmeler İmam Hârûn’un hayâlinin gerçekleşmesi için atılacak ilk
adımdı. Artık “ikinci adım” da atılmalıydı. İmam Hârûn hemen tüm Dünyâ müslüman
liderlerini Ada’ya dâvet etti. Üç gün süren görüşmelerden sonra Dünyâ’nın tüm
müslüman ülkeleri İmam Hârûn önderliğinde gerçekleşecek olan “İslâm Birliği”
projesini kabûl ettiler ve desteklediler. Zâten İmam Hârûn’un, hac zamânı
Kâbe’de büyük kalabalıklara karşı İslâm/İnsan Birliği ve Kardeşliği ile ilgili
yaptığı etkili konuşma, bu birliğin alt-yapısını büyük ölçüde hazırlamıştı.
Aynı İslâm’i kültürü; en azından aynı Kitabı okudukları ve aynı Kitaba îman ettikleri
için müslüman devletlerle anlaşmak çok da zor olmadı. Zâten müslüman ülkelerin
kendilerine has özelliklerine dokunulmadı. Bilâkis; kültürleri,
gelenek-görenekleri İslâm’la çatışmaması kaydıyla serbest bırakıldı. Bu kural,
Gayri-İslâm’i ülkelerin insanlığa faydalı olan ve İslâm’la çakışmayan gelenekleri
için de geçerliydi. Bâzı müslüman ülkelerin! temsilcileri biraz çekimser
davranmasına rağmen birlik fikrini kabûl etmek zorunda kaldılar. Bu onların
şahsî fikirleriydi. Çünkü bu birlik gerçekleşince sömürülerini yapamayacaklar,
hattâ devlet başkanlarıyla birlikte kendileri de görevden alınacaktı. Halkın
yararına olan kânunlar ve İslâm Birliği projesi tam destekle kabûl edildi. Bu
“birlik” 1 Ocak 1960 yılında tüm müslüman ülkeler tarafından onaylandı.
7
Nisan 1960 yılında Ramazan ayının 27. gecesinde; bu geceye takâbül ettiği kabûl
edilen “Kadir Gecesi” akşamı tüm çalışmalar bitirilip İslâm Birliği Dünyâ’ya îlan
edildi. Bu gün, şeytanın istirahata çekileceği gün olacaktı Allah’ın izniyle.
Tevhid ve adâlet, Hak ve Hakîkat Dünyâ’nın yüzüne gülmeye başlamıştı artık. Dünyâ’nın
İslâm’ın boyasıyla boyanmasının vakti gelmiştir Allah’ın izniyle.
Ada’lıların
güvenilirlikleri tüm dünyâ-insanlarını çok etkilemiştir. Çünkü fıtratlar güven
duygusuna hayrandır ve onsuz yapamazlar. Tüm fıtratlar “güven”in olduğu yerde
olmak isterler. Aslında müslümanların ve diğer insanların İslâm’a ve Vahdetya’lılara
sempati duymasının ve İslâm’a/İslâm-Birliğine katılmasının asıl nedeni çok
güçlü olan o mâlûm silâhtan ziyâde; Vahdetya’lılarda apaçık görünen iman-güven
ve bunların sonucunda oluşan üstün ahlâk bilinci ve bu bilincin eyleme dönüşmüş
olmasıdır. O mâlûm silâh sâdece süreci çabuklaştırmıştır. Böyle bir silâh olmasa
bile “Allah’ın muhteşem bir nîmeti” olan “ahlâk toplumu” bu “birliği” yine
O’nun izniyle ve farklı bir “nîmetiyle” bir zaman sonra yürekleri de fethederek
başaracaktır. Çünkü bu Allah’ın (c.c.) vaâdidir. İnsanların
fıtratlarına-yüreklerine hîtap eden böyle bir toplum eninde-sonunda o başarıya
ulaşacaktır.
Bu
birlik öncesiyle-sonrasıyla bir “İslâm’i hareket”tir. Bu birliğe katılmanın ilk
şartı doğal olarak müslüman olmaktır.
İslâm
Birliğinden sonra tüm müslüman ülkeler arasındaki sınırlar, vizeler kalktı.
İmam Hârûn İslâm Birliği başkanı kabûl edildi. Diğer müslüman ülkelerin de
biatiyle halife unvânı da aldı. Ümmetin halifesi. Böylece hilâfet de “kısa bir
aradan” sonra tekrar hayâta geçmiş oldu.
Her
müslüman ülke kendi içinde ve dışında İslâm’i kânunlara uymak şartıyla
serbestti. Kânun ve genelge değişikliği Vahdetya’ya bildirilmek zorundaydı. Müslüman
ülkeler Vahdetya Devleti tarafından sıkı bir denetlemeye tâbi tutuluyordu. Bu
ülkelerin başına İmam Hârûn’un tedrisâtından geçmiş ahlâk sâhibi ve iş-bilir
yöneticiler atandı. Sistemli bir denetleme mekanizması kuruldu bu ülkelerde.
Aslında bu denetleme mekanizması şeytana karşı kuruluyordu. Çünkü İslâm’a göre
insanın düşmanı, yâni “öteki”si insanlar ve hayvanlar değil, şeytandır. Allah,
şeytanı insanın “öteki”si yapmakla insanların kendi aralarında didişmelerini
önlemek istemiştir.
Vahdetya’lılar
her devlet için ayrı-ayrı plânlar, kurallar ve kânunlar belirlediler ve
bunların pratiğe geçirilmesini biraz da diplomatik bir dille “tavsiye” ettiler.
Afrikalı müslüman ülkeler için ön-görülen plân, oraları nerdeyse cennetin bir
şubesi kılacak bir plândı. Başta su, gıda, iş, vs. gerekli olan ne varsa
titizlikle belirlenmişti. İmam Hârûn bu konuya ayrı bir önem veriyordu. Bir-ara
o devletlerden bir-kaçına yaptığı gezilerde gördükleri manzaralar! onu yasa
boğmuştu. Önceleri; zengin toprakları sâyesinde kendi-kendilerine fazlasıyla
yeten Afrikalılar, batılılar tarafından sömürülünce kendi-kendilerine yetmeyi
bırakın, bir dilim ekmek, bir yudum su bulamayacak konuma kadar düşmüşlerdi.
İşte ön-görülen bu plânda her şey bir düzene kavuşacak; çocukların bembeyaz
dişleri ağlamalarının sonucu olarak değil, gülmelerinin sonucu olarak
görülecekti. Hemen uygulamaya sokulan plân, gayretli çalışmaların sonucunda çok
da uzun olmayan bir zaman sonra büyük ölçüde gerçekleşti. Vahdetya’lılar onlara
önce balık yedirdiler, sonra da balık tutmayı öğrettiler. Ama her şeyden
önemlisi, ahlâklarını inşâ edecek İslâm’i yaşantıyı devreye soktular. İmam’ın
belirlediği kişiler devlet başkanı yapıldı. Artık onlar başlarının çaresine
bakabilecek durumdaydılar..
Diğer
dünyâ-ülkeleri de vizelerin kaldırılmasını önerdiler. Kısmi şekilde anlaşmalar
yapıldı bu ülkelerle de. Ticâret daha da bir arttı Vahdetya ve müslüman ülkeler
için. Tağûti ülkelerin yapacağı hiçbir şey kalmamıştı. Hareket alanları yok
denecek kadar daralmıştı. Artık “oynayacak” yerleri yoktu. Üstelik vatandaşları
hızla İslâm’a katılıyordu. Kitlesel ihtidâ hareketleri görülüyordu. Artık başta
şeytan olmak üzere tüm şeytâniler “Allah’ın dilediği bir güne kadar” bir
“köşeye” çekilmek zorundaydı. Evet; “Hak
geldi bâtıl yok oldu” âyeti
tecelli ediyordu.
Ada’ya
ilk hicret ettiklerinde tağutlardan hiç kimse Vahdetya’lıların sonradan
başlarına “belâ” olacağını düşünmemişti.
Vahdetya’lılar
bütün bu yaşananları ve ortaya çıkan sonucu bir “nîmet” olarak görüyorlardı. Bu
“nîmet”i, Allah’ın ön-gördüğü bir hayâtın yaşanmasına bağladılar. Demek ki
Allah’ın “nîmet”i; yine O’nun ön-gördüğü bir hayâtın teoride ve pratikte
hakkıyla yaşanmasına bağlıydı. İşte bu yüzden bu “nîmet”e yapılması gereken
şükrün nihâyeti olmamalıydı. Çünkü Allah (c.c.) onları bu “nîmet” ile
kutluyordu.
İmam
Hârûn’un bir Ramazan Bayramı namazından sonra yaptığı şükür içeren konuşması,
tüm Vahdetya’lıların ve onları canlı yayında seyreden tüm müslümanların
gözyaşlarıyla secdeye kapanmalarına sebep oldu. Elhamdulillah sesleri;
Allahuekber sesleri; Tekbirler; salâvatlar göklere karışıyordu..
Ada
müslümanların Medîne’si olmuştu. Zâten Vahdetya’lılar da Anadolu’yu Mekke, Vahdetya
Adası’nı ise Medîne olarak görüyorlardı. Vahdetya artık; Arz-ı Mukaddes
olmuştur. Allah’ın insanları çağırdığı Dârüsselâm olmuştur. İnsanlar
kendilerine zulmedip yıkılıncaya kadar da Arz-ı Mukaddes/Dârüsselâm olarak
kalmaya devâm edecektir.
İmam
Hârûn bir gece teheccüdünü yaptıktan sonra sabah namazı için deniz-manzaralı
bir dağ başına gitti. Burada kıldığı sabah namazından sonra yaptığı duâ ve
şükür gözyaşlarına karıştı. Çünkü artık çocukluğundan beri kurduğu hayâl
Allah’ın izniyle gerçekleşmişti. Yine bir gece tefekkür hâlinde iken ve
yapılanları düşünürken, bunların hepsini Kur’ân’a borçlu olduklarını,
kendilerini inşâ eden şeyin Kur’ân ve peygamberin Kur’ân’ı yorumlama tarzı/metodu
olan sünnet olduğunu hissetti ve tekrar anladı. Sonra Kur’ân’ı insanların
kâlplerine/gönüllerine yazıyor olduklarını, hattâ tüm Kur’ân’ı sıra-dağların
üzerine de yazdıklarını hatırladı. “Kur’ân’ı başka nereye yazabiliriz ki, Kur’ân’ı
bu Dünyâ’daki herkese nasıl gösterebiliriz” diye düşünürken, başını yukarı
kaldırdığında gözü Ay’a ilişti…
İmam
Hârûn, İslâm birliğinin ilânı olan 1960 yılından, hayâta gözlerini yumduğu 1983
yılına kadar da tüm gayretiyle hem kendisi için, hem Vahdetya için, hem de tüm dünyâ-müslümanları
ve insanları için yoğun çaba harcayarak çalıştı. Dört çocuğunu birer İslâm evlâdı
olarak yetiştirdi. Hanımı İslâm’ın saygın bir mü’minesiydi. 1983 yılının bir
sonbaharında, Kasım ayının yirmibirinci gecesinde hasta yatağında;
“Elhamdulillah” ve “Lâilâheillâllah”
diyerek son nefesini verdi. İmam Hârûn ölmeden bir sene önce görevini
bırakıp Yüksek Şurâ ile berâber seçtiği ahlâk âbidelerinden oluşan üç adaydan
birini Devlet Başkanı olması için halkın reyine/rızâsına bıraktı. Hiç-bir dahli
olmadığı hâlde kendi tercih ettiği kişinin göreve getirilmesine çok sevindi.
Böylelikle gönlü rahat olacaktı/ölecekti. Çünkü İslâm cemaatini parçalamaya
yönelik “fesat rüzgarları”, imamın ölmesini muhtemel bir fırsat veya uygun
bir zaman olarak görürdü. Böyle durumlar şeytan ve dostları için bulunmaz
fırsatlardır. Bu yüzden İmam Hârûn, ölmeden önce devlet başkanlığını bırakmış
ve yerine atanacak birinin hemen belirlenmesini istemiştir. Yeni seçilen imama:
“Biz şimdiye kadar devlet yeni kurulduğu için her şeyi düzenlemeye gayret
ettik, fakat artık devlet kemâle erdi. Sana tavsiyem şudur ki; bundan sonra
devletin “yönetmeyi” daha az yapmasıdır. Çünkü “az yöneten” devlet en iyi
devlet ve yönetimdir” dedi. Zâten Vahdetya’lılar devleti çok önemli bir organ
olarak görmekle birlikte, devletin insanlar için olduğunu, insanların devlet
için olmadığını bilirler ve sürekli dile getirirler.
Son
günlerini; yazdığı son kitabıyla; veda konuşması niteliğinde yaptığı son
hutbesiyle; ölmeden önceki son vakit namazını da kılmış olarak; duâsının kabûl
olunmuş olması umuduyla; bir müslümanın yaşaması gereken örnek hayâtıyla ve her
zaman örnek aldığı ve örnek gösterdiği Peygamber Efendimizle Cennette komşu
olma duâları ve temennileriyle Azrâil (a.s.)’a ruhunu teslim etti. Cenâze merâsimine
Vahdetya’dan ve tüm dünyâ-ülkelerinden yaklaşık beş milyon kişi katıldı. Böyle
büyük katılımlar bir müslüman için hiç önemli değildir. Bir müslüman için cenâzesine
kaç kişinin katıldığı değil, nasıl öleceği ve haşrolacağı önemlidir. İmam Hârûn
da bu bilinçteydi. En sevdiği arkadaşları yıkadılar onu. Vasiyetinde her-hangi
bir türbe yada dağ-başı gibi bir yer istememişti. Başkent’in ortasında bulunan
büyük mezarlığa defnettiler. İki oğlu kabre indirdi İmam’ı. Duâlarla ve
teşekkürlerle son yolculuğuna uğurlandı. “Bin
aydan daha hayırlı bir gün” diye ifâdesini bulan ve bin aya tekâbül eden
seksenüç yıllık bir ömür, ideâl bir insan ömrü olarak düşünülürdü Vahdetya’da.
İmam Hârûn da bin aylık bir süre olan seksenüç yıllık ömrünü tamamlamıştı.
Fakat İmam Hârûn’un yaşadığı her gün “bin ay”a bedeldi.
Evet;
İmam Hârûn vefât etmişti; fakat İslâm sonsuza kadar yaşayacaktı. Allah’ın
izniyle Vahdetya İslâm Medeniyeti de bin yıl yaşayacaktı..
5. BÖLÜM
Rüyâ
Yüzüne
konan küçük ve tatlı bir bûseyle uyandı. “Günaydın” dedi karşısındaki güzel ve
tatlı kız. Hârûn neye uğradığını şaşırmıştı. Etrafına bakındı; bir anlam
veremiyordu. Tanıdık geliyordu Hârûn’a bu yerler ama farklıydı gördükleri. Gözü
takvime ilişti; 12 Aralık 2010 Pazar yazıyordu. Ne olmuştu? Yataktan kalkıp
pencereye yöneldi. Dışarı baktı; hafif bir yağmur yağıyordu. Komşularını gördü.
Arabası aşağıda garajda duruyordu. Hanımı Selime kahvaltı hazırlıyordu. Halâ
kendine gelememişken bir-anda; kendisinin malûlen emekli olmasına neden olan
Romatoid Artrit hastalığının yol açtığı diz şişliği ve kemik bozukluğunun
vermiş olduğu ağrı Hârûn’un kendine gelmesini sağladı. Ağrı kendine gelmesini sağlamıştı
sağlamasına ama bu onun büyük bir hüzne boğulmasına de neden oldu aynı-zamanda.
Çünkü gördüklerinin bir “rüyâ” olduğunu anladı. Bir-kaç saat önce sabah
namazından sonra yaptığı duâ geldi aklına. Bu duâ gördüğü “rüyâ” ile uyumluydu.
Evet; gördükleri bir rüyâ idi. Nasıl da gerçekçiydi öyle!. Yoksa “gerçek”
miydi? Başka bir boyutta böyle bir şey mi yaşanmıştı? Yüzünü yıkadı, giyindi.
Kahvaltısını yaptıktan sonra abdest alıp iki rekat namaz kıldı. Rüyasını
yorumlamıyordu. Yorumlanacak bir taraf görmüyordu çünkü. Allah’a, gördüklerini
gerçekleştirmesi için yalvardı. Bu yalvarış “bilinçli” bir yalvarıştı. Ne
istediğinin bilincinde olarak yapılmıştı duâ. İstediği şey gördüğü rüyaydı
çünkü.
Yarım
saate kadar geleceğini söyleyen Hârûn arabasına binerek evden ayrıldı. Hemen
yüksekçe bir yere gitmeliydi. İçi onu öyle yüksek bir yere sürüklüyordu.
Yaşadığı muhitin yanındaki dağların yamaçlarında, şehre tepeden bakan bir yere
arabayı park etti. Yağmur aheste-aheste yağıyor, hem toprağa düşüyor hem de
arabanın camına vuruyordu. Ortalık sessizliğe bürünmüştü. Sâdece yağmurun
arabanın camına çarparak çıkardığı “tıp-“tıp” sesleri. Hârûn’un içi acıyordu.
Boğazına bir şey düğümlenmişti. Birden Hârûn’un gözleri yaşlara karıştı. Bu
gözyaşları onu biraz olsun rahatlatmıştı. Mırıldanarak; “Allah’ım! Ne kadar
güzeldi. Nasıl da zevkliydi” diye iç geçirdi. Gösterdiği rüyâ için Allah’a
hamdetti. Evet; çünkü bu yaşadığı olay şükredilmesi gereken değil, hamdedilmesi
gereken bir “nîmet”ti.
Bir-ara
yeniden hüzünlendi; “Nasıl olur da rüyâ olur” diyordu kendi-kendine. Bu
gördükleri ne zaman gerçek olacaktı? Mutlaka bir gün gerçekleşecekti ama
kendisi bunu görebilecek miydi? Vahdetya Ülkesi gibi İslâm’i bir ortamda
yaşayamamak bir kere gelinen Dünyâ için büyük bir kayıp değil miydi? Gerçek
mutluluğun yaşanacağı tek yer olan İslâm Devletini görememek… Yoğun bir şekilde
sorular ve cevaplarla geçen yarım saatlik bir zamandan sonra birden cep
telefonu çaldı; telefondaki ses, kızı Ayşegül’ün sesiydi: “Baba hani dersime
yardım edecektin, ne zaman geleceksin?” diyordu. Hârûn; “beş dakikaya kadar
geliyorum kızım” diyerek telefonu kapattı. Arabayı çalıştırdı ve ev istikâmetine
doğru yol almaya başladı.
Büyük
bir umutla; “bir kere oldu, neden bir kere daha olmasın ki” diye geçiriyordu
içinden. Bir kez daha olmalıydı. Bir kez olan bir kere daha olurdu çünkü.
Sosyoloji kuralıydı bu. Aslında bu kural Allah’ın kuralıydı her şeyden önce. Târihte
bu kural hep böyle işlemişti. “Çok mu hayâl kuruyorum” diye sorguladı kendini, ama hemen vaç-geçti bu sorgulamadan.
Çünkü Yahyâ Kemâl’in sözü gelmişti o anda aklına: “İnsan
bu Dünyâ’da hayâl ettiği müddetçe yaşar”.
Yüreğinden
gelen ses ona; “Bir kere daha olmalıydı.. Yeniden.. Asr-ı Saadet Çağı ve İslâm
medeniyeti bir-kez daha yeniden kurulmalıydı ve bir kere daha yaşanmalıydı.. Neden
olmasındı ki?..” diyordu. “İnşaallah” dedi…
Son Söz
Bu
kitap; Plâton’un “kast sistemi”ne dayanan “Devlet”ine, yada Tommasa
Campanella’nın “Güneş Ülkesi” ve Thomas Moore’un “mutlak komünizm”e dayanan
“Ütopya”sına ve haksız/adâletsiz/uçuk bir şekilde düzenlenmiş diğer
“ütopya”lara benzemez. Ütopya değildir zâten. (Bu kişilerin târif ettikleri devletleri ve yönetim biçimlerini mutlak
anlamda eleştirmiyoruz, çünkü adâlete uygun yönleri de vardır). Bu kitapta
söylenenler Allah’ın izin verdiği ölçüde gerçekleşmesi mümkün olan şeylerdir.
Kitabın yazarı olan Hârûn Görmüş; bu kitabı bir roman olarak değil, daha çok
bir “duâ” olarak yazmıştır. Bu kitapta geçen konular Asr-ı Saadet Çağı’na
ulaşma sürecinden mülhemle yazılmıştır. İslâm’i hassasiyetle yazılmış bir kitaptır.
Bu kitabın yazarı bu “duâ”yı her müslümanın yapması gerektiğine inanır. Çünkü
İslâm’i hayat hakkıyla ancak böyle bir ortamda yaşanabilir. Aksi hâlde
yarım-yamalak bir din yaşanacak, ama bu din “İslâm Dîni” olmayacaktır. İslâm Dîni
yaşanmadığında da insanlar hiçbir zaman mutlu olamayacaklardır. İslâm Dîni’nin
hakkıyla yaşanmadığı yerlerde ise, tağutların ve şeytanların hâkimiyeti
söz-konusu olacağı için her türlü çirkefin yaşanması kaçınılmazdır. Bu
çirkeflerden kurtulmanın tek çâresi ise; İslâm ahlâkıyla ahlâklanıp, İslâm Dîni’ni
“o ülkeye” hâkim kılmaktır.
Vahdetya
bir ütopya değildir.
Laik/seküler/kapitâlist/neo-liberâlist/modernist/konformist/neo-demokratik Dünyâ’nın
zâlim bakış-açışına göre Dünyâ’yı değerlendirenler tabî ki de Vahdetya’ya
ütopya diyeceklerdir. Ama İslâm’ın asr-ı saâdet çağının örneklerini bilen
mü’minler için Vahdetya’nın adâleti/devlet sistemi eksik bile kalır.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Başta
Allah’ın dilemesi ve yardımıyla; sonra da müslümanların istekleri ve gayretleri
sonucu Vahdetya gibi bir İslâm Devleti’nin kurulması dileğiyle…
Esselâmu
aleyküm ve Rahmetullâhi ve Berekâtühü…
Hârûn Görmüş
Hazîran 2010
Okuması çok zor.
YanıtlaSilOkumak zor..
Sil