“Bu-gün göz yumduklarımız, yarın bize göz açtırmayacak olanlardır”
(Uygur Doğu Türkistan Atasözü).
29 Ekim 1923 târihinde
Meşrûti Monarşi olan yönetim-şekli değiştirilerek “Cumhuriyet” yönetim-şekline
geçilmişti. Cumhuriyet yönetim-şeklinin uygulaması olan demokrasi ise
cumhuriyetten önce de vardı. Cumhuriyet öncesi ile sonrası arasında 1950 yılına
kadar demokrasi açısından bir fark yoktur.
Türkiye
Cumhuriyeti'nin çok-partili dönemi, 1945 yılından îtibaren Türk siyâsi hayâtının CHP dışında 2. bir partinin (Milli
Kalkınma Partisi) kurularak seçimlere çok-partili olarak gidilmesi ile
başlamıştır. Çok-partili hayat bundan önce Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası ve 1945 yılında kurulan Milli Kalkınma Partisi ile başlamıştır. Ancak bu partilerin
ömürleri çok kısa-soluklu olmuştur.
Türkiye’de
demokrasiyi kurma çabalarının yaklaşık 200 yıllık bir târihi gelişim süreci
vardır. 1808’de Sened-i İttifak ile başlayıp, 1876’da Kanûn-i Esâsi’nin ilânı
ile gelişen süreç, cumhuriyetin bir eseri olarak günümüze kadar devâm etmiştir.
Bu süreç içinde cumhuriyetin kuruluş-dönemi olan 1923-1938 arasında çok-partili
sistem denemeleri yapılmış ise de başarılı olunamamıştır.
İkinci
Dünya-Savaşı’nı demokratik ülkelerin kazanacağı belirmeye başlayınca
iktidardaki parti, çok-partili sistemi kurmak için iç ve dış dinamiklerin uygun
olduğunu görerek bu karârı yürürlüğe koymuştur. Nitekim 4 yıl sonra da 14 Mayıs
1950’de yapılan seçimler sonucunda demokratik yöntemlerle Türkiye’de iktidar
değişimi gerçekleşmiştir.
Bu-zamân
aralığında (1923-1950) müslümanlar kendilerini yenik görmüş, iktidârı
kaybettiklerini düşünmüş ve 27 yıl boyunca muhâlefette kalmışlardı. Nihâyet
Adnan Menderes başkanlığında yapılan seçimleri Demokrat Parti kazanınca, bu
parti ile birlikte artık iktidârı yeniden aldıklarını ve başta din olmak üzere
her şeyin daha güzel olacağını düşünmüşlerdir. Ezanın yeniden
türkçeleştirilmesi gibi düzenlemeler de bu düşünceye destek olmuştur. 1960
yılına kadar süren bu süreçten sonra darbeler dönemi başlamış ve 1983 yılında
Turgut Özal tarafından kurulan Anavatan Partisi’nin kazandığı seçimlere kadar
bu süreç devâm etmiştir. Türk milleti 1950’den başlayan dönemden bêri
demokratik hakları! olan oy vermeyi sürekli yapmışlardır. İslâm’i kesim ise
sürekli “sağ” partilere oylarını vermişlerdir. Fakat bu “seçmeyi sağlayan
etkenler” çok da fazla tartışılmamıştır.
David
Rockefeller ve Rothschildin (kurgusal) “sözde îtiraflar”ı,
“gerçekleri büyük ölçüde yansıtan” bir yazıda şu şekilde anlatılır:
“Meselâ Türkiye’yi ele alalım. Türkler de
yıllar-boyu komünizme karşı savaşmıştır. 1950’lerde ülke yönetimine bize
desteğimizle Adnan Menderes gelmişti. Aslında Menderes bizimle başta gâyet
güzel bir diyalog kurmuştu. Bizden seçimde aldığı destek karşılığında, Marshall
yardımı adı altında devamlı borç alıyor ve ülkesinde yatırımlar yaparak sanâyi
yapısını geliştiriyordu. Fakat o kadar plansız ve programsız harcama yapıyordu
ki ödeme günleri geldiğinde, bizden, borç ödemek için tekrar-tekrar borç
istemeye başladı. Biz de kendisinden ülkesini yabancı sermâyeye açmasını ve
bizim şirketlerimize özel imtiyazlar tanımasını, diğer bir deyişle Osmanlı
İmparatorluğu’na dayatılan kapitülasyonlar benzeri şeyler talep ettik Menderes
bize bunu hiç-bir zaman kabûl etmeyeceğini söyledi ve bizden uzaklaşamaya başladı.
Ülke insanı ilk defâ asfalt yollarla tanışıyor, fabrikalar arka-arkaya
dikiliyordu. Ülkenin çoğunluğu müslüman olduğu için ülkenin her yerine câmiler
yaptırıyordu. Menderes bu şartlarda iktidardaki yerini uzunca bir süre için,
sağlamlaştırdığını sanıyordu. Bir darbe ile bu işe bir son verildi ve sonunun
öyle bitmesini istemediğimiz hâlde, çalışma arkadaşlarıyla berâber îdâm edildi.
Sadece Celal Bayar kurtuldu, çünkü bir masondu ve yakın arkadaşı Papa Roncalli
ya da diğer adıyla 23. John, Vatikan’ın baskısıyla onu îdâmdan kurtardı.
Aynı ülkede gerçekleşen 1980 darbesi de
bizim isteklerimiz doğrultusunda yapıldı. O zamanlar ülkede bir solcular, bir
sağcılar iktidâra geliyor ve bizim isteklerimiz doğrultusunda ülke ekonomisini
yönlendiriyorlardı. Fakat Amerika ve Avrupa’da gelişmiş ülkelerin piyasaları
doyuma ulaşmışlar ve biz yeteri kadar mal satamaz olmuştuk. Bunun üzerine diğer
az gelişmiş ülkelere uyguladığımız plânı onlara da uygulamak istedik ve serbest
piyasa ekonomisine geçmelerini ve ithâlâtın serbest bırakılmasını talep ettik.
Bu istediğimizi kabûl etmiş görünüyorlar, fakat işi uzatıyorlardı.
En sonunda bu ikilem yine bildiğimiz
yollarla, Ordo Ab Chaos ile çözüldü. Yâni önce kaos, sonra düzen.
Provokatörlerimiz aracılığıyla sağ ve sol ideoloji kavgaları başlatıldı.
Aslında başında onay vermiş gibi göründüğümüz Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ülkeye
uygulanan ambargo sâyesinde halk canından bezmiş, ülkede yağ ve tuz bile
bulunamaz olmuştu. Karaborsacılar zenginleşirken halk iyice sefâlete düşmüştü.
Ülkeye gönderilen provokatörlerimiz için bu halkı kışkırtmak hiç zor olmadı.
Ülke halkı sağcı ve solcu olarak iyiye bölündü ve çatışmaya başladılar. Olaylar
öyle bir dereceye geldi ki, her gün elli-altmış kişi sokak çatışmalarında
ölmeye başlamıştı. Bütün ülke terör korkusu altında eziliyordu. İnsanlar
akşamları sokağa çıkamaz olmuştu. Her-an bir serseri kurşuna hedef olmak vardı.
Binlerce Türk genci uydurma ideolojiler uğruna can vermişti. Hükümetler birbiri
arkasına iktidâra geliyor fakat olayları önleyemiyorlardı. Sonra darbe geldi ve
bütün olaylar bıçak gibi kesiliverdi. Zavallı ülke-halkı bu sözde başarıyı
darbenin bir netîcesi olarak gördüler. Çünkü nihâyet terörizm sona ermiş,
ülkeye huzur gelmişti. Aslında provokatörlerin görevi bitmiş, sahneden
çekilmişlerdi. Burada oynanan oyun, halkı umutsuz ve çâresiz bir duruma
düşürmek ve onlara bir “kurtarıcı” sunmaktır; ondan sonra bu kurtarıcı ne
yaparsan yapsın hemen kabullenecektir.
Askerî hükûmet bir-süre devlet
yöneticiliği yaptı ve bizim belirlediğimiz bir kişiye yönetimi devretti. Bu
Turgut Özal’dı. Özal, tam da bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin
kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim şirketlerimiz bu bâkir piyasaya
kurtlar gibi saldırdılar. İlk önceleri fiyatları çok düşük tutarak yerli
sanâyinin rekâbet gücünü düşürdüler. Ülke artık Amerikan ve Avrupa yapımı
mallarla dolmuştu. Sanâyi şirketlerimiz stoklarını eritirken finans
şirketlerimiz de ülkeyi artan ithâlâtı karşılayabilmeleri için yüksek fâizlerle
borç batağına sürüklüyorlardı. Böylece, gelişmekte olan ülkeler olarak
adlandırdığımız bu ülkelerin hemen-hemen hepsinde uygulanan ve 80’li yıllarda
başlatılan bu proje ile bütün ülkeler, hem bizlerden aldıkları mallarla sanâyi
şirketlerimizi zenginleştirmeye devâm ediyorlar, hem de bu malların karşılığı
olan ödemelerini yapabilmek için bizim finans şirketlerimizden aldıkları yüksek
fâizli kredilerle, her sene artan bir borç batağına sürükleniyorlar.
Bu-arada, Özal bütün bunların
yapılabilmesi için gereken kânunları yavaş-yavaş çıkarmıştı. Bu ülke vahşî kapitalist
sistemle o kadar çabuk uyum sağladı ki, bizim bile düşünemediğimiz hayâli
ihrâcat gibi vurgun yöntemleri keşfettiler. İnsanlar artık en kısa ve en kolay
yönden servet yapmanın peşine düştüler. Rüşvet, devlet-bankalarının çeşitli
entrikalarla soyulmaları, banker skandalları bir-kaç örnek. Arkadaş, dost, âile
gibi kavramlar unutuldu ve sâdece parası olanlar îtibar görmeye başladı.
Bu-arada, yerli sanâyi can çekişiyor, küçük işletmelerden başlayarak
yavaş-yavaş büyük işletmelere doğru bir iflas-dalgası yayılıyordu. Devlet
işletmeleri ise bizim istediğimiz yöneticilerin atanmaları sağlanarak zarar
ettiriliyordu. Sonunda bu işletmeler ya kapatılıyor, ya da özelleştirme
hikâyesiyle, ucuz fiyatlarla şirketlerimiz tarafından ele geçiriliyordu”.
Bu
süreç ANAP’tan sonra Refah Partisi; bir dönem sol-milliyetçi iktidar ve en
nihâyet günümüzde de iktidârını sürdüren Adâlet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile
devâm etmiştir. 28 Şubat sürecini ağır bir şekilde yaşayan müslümanlar, AKP’nin
iktidârı ile “mutlu-mesut”(!) bir döneme girmişlerdir. 28 Şubat sürecine
kıyasla AKP’nin iktidar dönemi tabî ki de özgürlükler açısından iyidir.
Özellikle ilk 5-6 yıllık yönetimleri başarılıdır. Fakat bundan sonraki
yönetimleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.
Peki
yeni seçimlere (2015 Hazîran) 2 aylık bir süre kala Ak Parti hükûmeti yaklaşık
13 yıllık iktidarları süresince doğru ve yanlış neler yapmışlardır? Doğru gibi
görülen yanlışları nelerdir? AKP’nin gerçek bilançosu nedir? Bu yazıda bunu
madde-madde eleştirel bir dille tartışacağız. Bunu yaparken adâletten
ayrılmamayı temenni ediyoruz: “Ey îman
edenler, âdil şâhidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir
topluluğa olan kîniniz-kızgınlığınız, sizi adâletten alıkoymasın. Adâlet yapın. O,
takvâya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta
olduklarınızdan haberi olandır” (Mâide 8).
1- Eğitimde AKP
2002’den
bu-yana eğitim konusunda sürekli yeni şeyler yapılmış, ama bir türlü net bir
model ortaya konamamıştır. Böyle bir modelin ortaya konulamamasından oluşan bir
başarısızlık söz-konusudur. Sürekli ilk-orta-lise-üniversite düzeyinde yeni
okullar yapılmış/açılmış olması eğitimin de “iyi” olduğunu göstermez. Eğitim demek
binâ demek değildir çünkü. Binâların yenilenmesi ve yeni okulların açılması
tabî ki de iyidir ama daha önemli olan, o binâların içinin en iyi şekilde
doldurulmasıdır. Okullara baktığımızda öğretmen-öğrenci-yönetim kadrosunun
durumunun içler-acısı olduğunu görürüz. Yönetim niteliksiz olunca öğretmenler
ve dolayısıyla da öğrenciler niteliksiz bir hâle gelmiş durumdadırlar. 20 sene
önce aynı-notlarla sınıfta kalınırken, şimdi aynı notlara “teşekkür” ve “başarı”
belgeleri veriliyor. Çocuklar da kendilerini başarılı zannediyor. Tâ ki “büyük
sınav” zamânına kadar. Bu sınavda (yüksek öğretime giriş sınavı) öğrencilerin büyük
bir bölümü çöküyor. (2014’te 2 milyon
kişinin katıldığı YGS’de 43 bin kişi sıfır çekti. Matematikten ise 870 bin kişi
sıfır çekti). Meslek-lisesi gibi
okullara gidenlerin bir iş imkânı olabiliyor ama yüksek-okulları kazanamayanlar
vasıfsız bir lise-mezunu olarak ortada kalıyor.
1 milyon 260 bin
kişi fenden, 870 bin kişi matematikten 1 soru bile çözemediler ÖSYM'den yapılan açıklamaya göre, sınava 1 milyon
895 bin 476 aday başvurdu, bu adaylardan 57 bin 742'si sınava girmedi. Sınavı
geçerli sayılan aday sayısı 1 milyon 837 bin 344 olarak belirlenirken, 50 bin
805 adayın ise puanları 0,5'ten küçük olduğu için hesaplanmadı. Bu yıl 870 bin
aday puanı hesaplanacak kadar bile matematik yapamamış. YGS'de sorulan
matematik müfredâtı lisede öğretilen matematik değil, ilköğretimde öğretilen
matematik. Ama buna rağmen ilkokul matematiğini yapamıyoruz. Bunun sebebi de
ezberci sistem. Öğrenci, matematiği ezberlemeye çalışıyor, çalıştıkça da sonuç
âşikâr oluyor.?
OECD tarafından yapılan, tüm üye ülkelerdeki eğitimin kalitesini ölçmeyi amaçlayan PISA eğitim yeterliliği testi sonuçlarına göre,
Türkiye’de öğrenim gören öğrenciler 65 ülke arasında: Matematikte 44’ncü; Okuduğunu anlama ve anlatmada 42’nci; Fen Bilgisinde 43’ncü oldular.
Prof. Dr. Ali
Baykal (Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eski Dekanı): “Hiç-bir şey
bilmiyor değiller. Sorular zor gelmiş bâzı adaylara. Türkçe sorularının
uzunluğunun da etkisi olabilir. Bir-çok aday Türkçe'ye çok vakit harcadığını
söylüyor. Adaylar çalışırken büyük bir yılgınlık ve vazgeçmişlik içindeler.
Adaylar umutsuzluktan yeterince çalışmıyor. Bu rakamlar çok korkutucu. Üstelik
bu YGS yâni hafif ve basit olanı. Türkiye boşuna eğitim veriyor. Ne okul ne
dershâne hiç-bir işe yaramıyor demek ki. Liseleri adam etmek lâzım. Liseden
mezun olmayı ve değerlendirmeyi ciddiye almak lazım. Lisenin öğretmenin
dersinden kurul-kararıyla geçmek olmamalı. Milli Eğitim Bakanlığı bilgisizliği,
başarısızlığı, tembelliği affediyor. Yıllardır böyle devâm ediyor.
Öğretmenlerin îtibârını geri vermek lâzım. Sıfır çekenlerin sayısını ilk
duyduğumda inanamadım buna. Hâlâ da inanamıyorum. 870 bin kişi matematikte
sıfır çekiyorsa alârm üstüne alârm vermek gerekir. Bilim okur-yazarlığı olmayan
bir toplumun geleceğinden endişe etmek lâzım.
AKP
döneminde eğitim konusunda iyi yönde ne oldu? Hiç kendimizi kandırmayalım. İyi
bir şey olmadı. Sanki AKP döneminde yetişen insanlar dünya-çapında bilim-kültür-sanat
adamları mı oldular? AKP’nin yetiştirdiği-yönlendirdiği dünyâ-çapında bir bilim-adamımız
mı var? Biz sanat-adamımız (müzik-sinema-resim vs.) mı var? Hattâ AKP’nin din-kökenli
olduğunu düşünürsek, dünyâ-çapında dînî bir insan mı yetiştirildi. Dünyâ-çapında
bir âlimimiz mi oldu? “Eğitim-alanında AKP ne yaptı? Ne gibi başarılar elde etti”
diye sorduğumda “koca bir hiç”ten başka cevap bulamıyorum.
Bedâva dağıtıldığı söylenen
kitaplar, bir işe yaramadığı ve öğretmenlerin talebelerden, farklı kitaplar
istemesi nedeniyle kullanılmıyor. Eğitimde “Asrın
Projesi” olarak nitelendirilen “Fatih Projesi”nin ürünü olan
tablet bilgisayarlar da dandik çıktı ve %90’ı bozuldu. Zâten kullanılamadı da.
Tabletler öğrencilerin başarısını % 20 azalttı. Talebelere birer oyuncak vermiş
oldular. Allah’tan, verilen tabletler hemen bozuldu da çocuklar ellerinden
attılar. Dağıtılan o kadar tablet boşa gitti.
Okullardaki
ahlâki durum daha da vahimdir. Öğretmen-öğrenci ilişkileri laçkalaşmış,
saygı-sevgi yok olmuştur. Okullar sigara, içki ve uyuşturucu maddelerinin
başlama yeri, modanın tâkip-merkezleri hâline gelmişlerdir. Aynı-yaşta
1.000-1.200 kızlı-erkekli öğrencilerin olduğu bir ortamda başarıya-ahlâka-İslâm’a-îzâna
aykırı ne varsa görülebilmektedir. Meselâ eskiden okula sigaranın sokulması
bile gündem olabilirken, şimdilerde öğrenciler sigaralarını teneffüslerde okul-bahçesinde,
öğretmenlerinin karşısında bacak-bacak üstüne atarak içebiliyorlar ve her-hangi
bir rahatsızlık da duymuyorlar. Öğretmenler bu-durumda öğretmekten çok,
maaş-sigorta-emeklilik gibi düşüncelerle işlerini yapıyorlar.
Eğitime
en az harcama yapma noktasında 109 ülkeden 105. sıradayız. Ulusal gelirden eğitime ayrılan pay Dünyâ
ortalaması %5.2 iken, bizde %2.2’dir. Bu-durum
AKP öncesinde de çok iyi değildi ama biz AKP’nin eğitimde her-hangi bir
başarısının olmadığını söylemeye ve bir şeyin değişmediğini göstermeye çalışıyoruz.
Bu-konuda AKP sınıfta kalmıştır. Eğitim çökmüş vaziyettedir ve düzelmesi için
parlak bir proje de yoktur.
2- Sağlıkta AKP
Ak
Partiyi destekleyenlerin ve savunanların en çok baş-vurduğu başarı-göstergesi
sağlık konusundadır. Bir-kaç konuda gerçekten haklılar. Fakat sağlık konusuna
bütünsel bir açıdan baktığımızda Türkiye’nin sağlık konusunda da iyi bir hâlde olmadığı
görülür. Bu-konuda büyük bir yanılsama var. (Bunu 21 yıllık kronik hastalıkları
olan, ve 21 yılda 100’ün üzerinde doktorla muhâtap olmuş; 100.000 adet ilaç
kullanmış; 500 kez tahlil-tetkik yaptırmış; 2 kez ameliyat olmuş; 30 değişik
hastahâneye yüzlerce kez gitmiş; 100 kez rapor çıkarmış bir kişi olarak
söylüyorum).
Sağlık
konusunda Ak Partinin yaptığı gerçekten iyi şeyler şunlardır:
a- Hasta-hânelerde oluşan
uzun ve sonu bir türlü gelmez ilaç-kuyruklarını, reçetelendirilen ilaçların
Türkiye genelindeki her-hangi bir eczâneden alınmasını sağlayarak
kolaylaştırmış ve böylece zâten sıkıntısı-rahatsızlığı hâd safhada olan
hastaların ayakta akşama kadar beklemesini sonlandırmıştır. Yalnız bu-konuda,
eskiden müşterisizlikten şikâyet eden eczânelerin “poposunu kaldırarak” onlara
fazla yüz vermiştir. İşleri, 30-40 kat artan eczâneler bir de farklı katkılar
istemiş ve AKP hükûmeti de bunu sağlamıştır. Bundan sâdece vatandaş zararlı
çıkmıştır/çıkıyor.
b- Eskiden SSK’lılar,
Bağ-Kur’lular ve Emekli Sandığı mensupları ayrı hasta-hânelere gitmek
zorundaydılar. Bir SSK’lı evinin hemen yanında bir devlet hasta-hânesi olsa
bile o hasta-hâneye gidemiyor, devletin kendisine gösterdiği, çoğunlukla iki
vesâitte gidebildikleri hasta-hânelere gitmek zorunda kalıyorlardı. Şimdi ise
artık devlet hasta-hânelerini seçebiliyor ve istedikleri hasta-hâneye
gidebiliyorlar. Hele ki ilaç-raporlu hastalar bilir; en iyi şey ise hastaların
evlerinin yakınlarındaki Sağlık Ocaklarına gidebilip muâyene olabilmeleri ve
hattâ en çok da raporlu ilaçlarını âile-hekimlerine yazdırıp hemen yandaki eczânelerden
têmin edebilmeleridir.
Yalnız
burada şu eleştiriyi ve yanılsamayı (kandırmacayı) da dile getirelim: Hükûmetin
dediğine göre artık sâdece devlet-hasta-hânelerine değil, özel hasta-hânelere
de gidilebilecek!. Bu bir yanılsamadır ve hattâ bir kandırmacadır. Çünkü bu hasta-hânelerin
kurulmasının amacı zenginlerin faydalanması içindir ve zâten her-zaman da
zenginler faydalanıyor. Gariban vatandaşlar o hasta-hânelere tabî ki gedebiliyor.
Kapıdan sokmayacak hâlleri yok. Kimse geri çevirmez zâten. Fakat parası ile
gidiyor. Parasını ödüyor da muâyene oluyor. Değişen bir şey yok yâni. Zâten
AKP’den önce de herkes bu özel hasta-hânelere gidebiliyordu ki!. “Aa, sen
SSK’lısın girme” diyen yoktu. Herkes gidiyor, parasını ödüyor ve muâyenesini
oluyordu. Tabi parası varsa. Ha ne oldu? Muâyene-ücretini ödeyebilenler oraya
gidip muâyene olup reçetesini yazdırdığında o reçeteyi devlet katkısıyla alabilmeye
başladı. Değişen tek şey budur özel hasta-hâneler konusunda. Ameliyatlara
gelince.. Özel hasta-hâneler yapılan ameliyatın parasını normâl olarak alıyorlar.
Hiç öyle “sigorta indirimi oluyor” falan demeyin. Olmuyor. Sâdece kâlp
ameliyatlarını ve “anjiyo” gibi masrafları almıyorlar ki bu zâten AKP öncesi de
geçerli olan bir durumdu. Vel hâsıl kelam vatandaşın parası yok ki bu özel hasta-hânelere
gidebilsin. Ya da gidebiliyorsa zâten eskiden de gidebiliyordu. Bu-konuda bir
başarıdan söz edilemez.
Ak
Parti hükûmeti zamânında başlayan bir şey var. AKP öncesi; sigortalılar ve
diğer çalışanlar %20, emekliler %10 olmak üzere sâdece ilaç katkı-payı
öderlerdi ve başka da bir masrafları olmazdı. Şimdi ise vatandaş randevu
almaktan tutun da eve gelene kadar tam 14 kalem katkı-payı ödemek zorundadır.
Bu kalemler şunlardır:
1- Alo 182 randevu
ücreti: 4 lira.
2- Âile hekimi muâyenesi: 3 lira.
3- Âcil serviste yeşil-alan uygulaması: 5
lira.
4- Uzman doktor ücreti: 8 lira.
5- Üniversite hasta-hânesinde uzman
doktor ücreti: 15 lira.
6- Laboratuar ve tetkikler için farklar
alınıyor.
7- İlaçlar yazıldığında yüzde 20 fark
ödeniyor.
8- Muâdil ilaç-farkı alınıyor.
9- 3 kutuya kadar ilaç için 3 lira alınıyor.
10- 4 ilaçtan sonra ilaç-başına 1 lira
fark ödeniyor.
11- Ameliyat malzemesi
için ücret farkı ödeniyor.
12- Hasta-hânelerde özel oda farkı
alınıyor. 50 liradan başlıyor.
13- 10 gün içinde aynı branşta farklı hasta-hâneye
gidip muâyene olmanın bedeli ilâve 5 lira.
14- Âcil Serviste ilaç yazdırılması
durumunda alınan ücret 5 TL.
Yâni
artık sağlık paralı hâle gelmiştir. Bir haberde şöyle denir. “2014
yılının ilk 10 ayında 3 milyar 100 milyon TL katkı-payı ödendiğini belirten
Türk Sağlık-Sen Genel Başkanı Önder Kahveci, Türkiye'nin toplam sağlık
harcamalarının 50 milyar lira olduğu düşünülürse nerdeyse yüzde 5'lik kısmı
vatandaştan katkı-payı olarak tahsil ediliyor”.
Peki
tüm bunlara rağmen Türkiye’nin sağlığında bir düzelme var mı? 22 milyon kronik
hastası olan bir ülkenin sağlının iyi olduğunu söylemek dangalaklıktır. Diyabet Cemiyeti Başkanı Prof. Dr. Hasan İlkova,
Türkiye'deki diyabet hastası sayısının 7 milyona yaklaştığını belirtti,
"Son 10 yılda diyabet hastası sayısında yüzde 100’lük artış oldu"
dedi. Kişi-başı yıllık ilaç-tüketimi
25 kutu, toplam ilaç-tüketimi ise 2 milyar kutu olan bir ülke hastalıktan
kırılıyor demektir. Hastalıklar olanca hızıyla artıyor. Hastalıktan korunma
politikası yok. Sağlık alanında devlet para kazanıyor ve SGK’nın kâra
geçtiğinden bahsediliyor ki sosyal devletlerde SGK’nın kâr etmesi söz-konusu
bile olmaz. Kapitâlist ülkelerin politikasıdır bu.
Hasta-hâne=hasta
evi. Hastaneler; hasta-hâneler, yâni ”hastaların evi” hâline geldi. Şu
istatistikler, insanların sağlığının bozulduğunun ve sağlık sisteminin istismâr
edildiğinin çok net göstergesidir:
“2014
yılında, hasta-hânelerde toplam 392 milyon muâyene yapıldı. Hasta-hânelerde
yapılan toplam muâyenenin ise 292 milyonu Bakanlığa bağlı hasta-hânelerde, 32
milyonu üniversite hasta-hânelerinde, 68 milyonu da özel hasta-hânelerde
gerçekleştirildi. Bakanlığa âit hasta-hânelerde 2013 yılında 274 milyon muâyene
yapılmıştı. Bu da muâyene sayısının yüzde 7 oranında arttığı anlamına geliyor.
Ameliyat
olan hasta sayısı da artıyor. Yurt genelinde yataklı tedâvi kurumlarında
ameliyat edilen hasta sayısı 7 yıl içinde yüzde 260 arttı.
Sağlık
Bakanlığı verilerine göre, küçük, orta ve büyük olarak sınıflandırılan ameliyat
sayıları toplamında 7 yıl içinde yüzde 260 artış gözlendi. 2000 yılında yapılan
toplam ameliyat sayısı 1 milyon 638 bin 98 olmasına karşın, 2006 yılında
ameliyat olanların sayısı 4 milyon 267 bin 423 oldu.
2000-2006
yılları arasında sınıflamalarına göre ameliyat sayıları şöyle:
Yıl Büyük Orta Küçük Toplam
2000
743.100 549.183 345.815
1.638.098
2001
844.512 397.577 849.293
2.091.382
2002
933.009 665.353 455.289
2.053.651
2003
1.065.986 627.483 511.031
2.204.500
2004
1.346.649 731.014 632.467 2.710.130
2005
1.676.560 857.336 810.696
3.344.592
2006
2.001.323 1.071.982 1.194.118
4.267.423
Sağlık
Bakanlığı’nın istatistik yıllığına göre, Türkiye’de 12 yılda tam anlamıyla bir
ameliyat patlaması yaşandı. 2002’de 1 milyon 598 bin 362 olan ameliyat
sayısı, 2014’te 14 milyon 742 bine yükseldi. Türk Tabipleri Birliği artışı
“performans” sistemi ve “ciro” kaygısına bağladı. Verileri değerlendiren Türk
Tabipleri Birliği Genel Başkanı Beyazıt İlhan, ''Veriler her 5 kişiden
birinin ameliyat olduğunu gösteriyor'' dedi.
Hasta-hânelerin
âcillerine baş-vuranların sayısında da artış kaydedildi.
Sağlık
Bakanlığı'na bağlı hasta-hânelerin âcillerinde 2008 Kasım ayında 4 milyon 561
bin 860 muâyene yapılırken, aralık ayında bu oran yüzde 12,3 artarak 5 milyon
201 bin 371'e ulaştı. 2009 Ocak ayında ise yüzde 3,4 artarak 5 milyon 383 bin
489 oldu. Özel hasta-hânelerin âcillerinde ise 2008 Aralık ayında 329 bin 169
muâyene yapıldı. Ocak ayında bu oran yüzde 11 artarak 369 bin 858 olarak
gerçekleşti.
2008
yılında (2009 Ocak ayı dâhil) Sağlık Bakanlığı'na bağlı hasta-hânelerde toplam
66 milyon 319 bin 138 âcil muâyene yapıldı. Bu sayı özel hasta-hânelerde aynı
dönemde 3 milyon 506 bin 132 olarak gerçekleşti.
Sağlık
Bakanlığı, Kamu hasta-hâneleri İstatistik Yıllığı 2014 rakamlarına göre 2014’te
hasta-hânelerde 392 milyon muayene yapıldı. Âcillere baş-vuru, geçen
yıllardaki yüzde 30 oranını korudu. Yıllıkta, “ameliyat artışı” da göze çarptı.
2002’de sâdece Bakanlık hasta-hânelerinde yapılan ameliyatlar 1 milyon 72
bin 417 iken, bu rakam 2010’da 5 milyon 658 bin 819’a, 2014’te ise 10 milyon
269 bin 694’a yükseldi. Tüm hasta-hânelerdeki ameliyatların sayısı 1 milyon 598
bin 362 iken, 2014’te 14 milyon 742 bin oldu.
Yeni
modern hasta-hânelerin yapılması; hasta-hâne konforunun artması; tıbbî cihaz
teknolojisinin gelişmiş olması hastalıkların da düzelmesi anlamına gelmiyor.
Tam-aksine, bu yollarla yeni hastalıklar üretiliyor. Değişen şey hastalıkların azalması
ve düzelmesi değil, hasta-hâne konforu ve tıbbî cihazlar teknolojisidir. Fakat
bunlar tedâvi aşamasında hiç-bir işe yaramıyor. Hattâ çok da önemli olmayan
hastalıkları belirlediği için hasta ve ilaç sayısını arttırarak küresel ilaç
tüketimine katkı yapılıyor. Bu konuda o kadar çok zorluklar var ki bu yazının
kapasitesini kat-kat aşar. Netîce olarak Ak Parti sağlık politikasında 100
üzerinden 40 ile sınıfta kalmıştır.
3- Ulaştırmada AKP
İşte!
Ak Partinin yaptığı en iyi şey budur. Eski hükûmetler bir-kaç otobandan başka
doğru-düzgün bir yol yapamamışken, Ak Parti bu-konuda büyük bir başarı yakalamıştır.
Türkiye’nin her-yerine duble ve otoban olmak üzere kaymak gibi yollar yapmıştır
ve yapıyor. (“Yollar yapıldı” derken, aslında
daha çok yollar genişletilmiştir). Bu-durum
yolculuğun daha risksiz ve keyifli hâle gelmesine sebep olmuştur. Geniş ve düzgün
yollarda çok daha az kazâ-belâ yaşanmaya başlamıştır. Yeni projeleri de heyecan
vericidir. Medeniyet için yapılan başarılı işlerdir ulaşım konusunda AKP’nin yaptıkları.
Yine kara-yolarından başka; deniz ulaşımında bâriz gelişmeler görülmese de
hava-yolu ulaşımında büyük başarılar vardır ve yeni projeler cesur kararların
bir sonucudur. Ulaşım bir milletin medeniyetini gösteren ilk göstergelerden
biridir. Bunlardan başka, şehir-içi metro ağları ulaşımı bir hayli
kolaylaştırmıştır. Marmaray güzel ve başarılı bir projedir. Şehirler-arası
hızlı tren ulaşımı gâyet iyi ve yerinde işlerdir. Yapılması düşünülen yeni
otoyollar takdire şâyandır.
Bu-konuda
da bir eleştirimiz olacak ki şudur: AKP liberâl-kapitâlist bir ideolojiye sâhip
olduğu için ulaşım konusunda yapılan bâzı hizmetleri ücretlendirmiştir. Meselâ İzmir-Aydın
otoyolu için ilk yapıldığında, “masrafları bitene kadar ücretli olacak, yapılan
masraf toplandığında ücretsiz hâle getirilecek” denmesine rağmen böyle bir
uygulama yapılmamış ve hattâ özelleştirilmek istenerek halkın tepkisi bloke
edilmeye çalışılmıştır. (devletin beklentisinin daha yüksek olması nedeni ile
ihâle iptâl edildi). Ayrıca İslâm
fıkhında yollar hiç-bir şekilde ferdî mülkiyet yapılamaz.
Netîcede AKP’nin gözle görülen bâriz iyi işi
bu-konuyla ilgilidir.
4-Sosyâl Alanda AKP (Adâlet/Ekonomi/Siyâset/Din)
Türkiye’de
bir adâletin olduğundan bahsedilemez. Adâlet yoktur Türkiye’de. Zâten İslâm-hukûkundan
başka hiç-bir şey adâleti tam olarak sağlayamaz. Kapitâlist adâlet anlayışı
kast sistemine sâhiptir. Gelire göre olan bir adâlet anlayışı vardır. Kendini
maddî-mânevî savunamayacak olan gariban halk, “sözde adâlet” olan
adâletsizlikten en çok olumsuz etkilenen kesimdir. Bir-türlü ideâl seviyesine
getirilemeyen adâlet-sistemi, güvenliksiz, haksız, endişeli, eşit olmayan bir
Türkiye meydana getirmiştir. Ak Parti politikaları bunu düzeltmek bir-tarafa
daha da derinleştirmiştir. Nasıl bir yol izleyeceğini bilememektedir.
Mahkemelerde verilen kararlar bir deliyi bile güldürecek/korkutacak/şaşırtacak
niteliktedir.
Genelde
hemen-hemen tüm Dünyâ’da, özelde Türkiye’de adâlet “mülkün temeli” olmaktan çıkmış,
zulme dönüşmüştür. Bunun acısını en çok da her-zamanki gibi alt-sınıftaki halk
çekmektedir. Adlî/hukûki/ekonomik/sosyâl adâlet yerlerde gezmektedir Türkiye’de.
Asgari ücret ile cumhurbaşkanı maaşı arasında 40 kat fark varken (949 ile
40.000); asgari ücret emeklisi ile cumhurbaşkanı emeklisi arasındaki fark 16
kattır (1.000 ile 16.000).
“Ki onlar, insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız
alırlar. Onlara ölçtüklerinde veya tarttıklarında eksiltirler” (Mutaffifîn 2-3). Faturaları/vergileri alırken ve bunlara
zam yaparken bol-bol yaparlar ve tam alırlar, ama iş vermeye gelince nasıl
kısacaklarını şaşırırlar. Meselâ bir zam yaparken üç-beş kuruşu zor verirler.
20-25
liralık zammı matah bir şey zanneden hükûmet ve diğer vekiller, kendilerine
gelince tam 30 kat farkla 750 lira zam yapabiliyor. Emeklilerine kezâ öyle. AKP
döneminde ekonomik alanda adâletsizlik “pik” yapmıştır ve zulme dönüşmüştür.
Bu-kadar bâriz adâletsizlik olmaz. Yine; parası olan istediği gibi sağlıktan
faydalanabilirken, gariban halk, sağlık-ocaklarından ilerisine gidemiyor.
Zenginler, çocuklarını özel-okullarda okutarak ve özel dersler aldırarak
istediği yüksek okulu kazanmasını sağlayıp iyi ve bol kazançlı bir iş
edindirebilirken, fakir halk, lise-sonda yolda kalıyor. O da zorunlu olduğu
için. Zenginlerin zenginliği her geçen gün artarken, gariban daha da
yoksullaşmakta ve düzelecek bir durum da gözükmemektedir. Gariban (gerçi
gezmeye gidemiyor ya) bir yere giderken ya bisiklet ile ya da halk-otobüsleri
ile gitmek zorundayken, zengin, son-model arabalarıyla istediği gibi
gezmektedir.
Türkiye İstatistik Kurumu
verilerine göre, Türkiye'deki hane sayısı 19 milyon 481 bin 678, ortalama hane-halkı
büyüklüğü ise 3,8 oldu.
TÜİK’in 2006 ve 2013 yılı
verileri karşılaştırıldığında AKP döneminde ekonominin kimin lehine büyüdüğü
ortaya çıkıyor. Türkiye’de maaş ve yevmiyeyle evini geçindirenlerin sayısı 2006
yılında 9 milyon 88 bin 235 iken, 2013’de bu sayı 12 milyon 11 bin 360 kişiye
çıktı. Ancak bu artışa paralel ülkede aylık olarak ödediği borcu bulunanların
sayısında da artış yaşandı. 2006’da 36 milyon 47 bin 323 kişi borç taksiti
öderken, 2013’te bu sayıda 12 milyon 224 bin 555 kişilik artış yaşandı ve
borçlu sayısı 48 milyon 694 bin 878 kişiye çıktı. Çalışan yoksulluk var.
Türkiye’de 46
bin kişi ayda 73 lirayla, 1.6 milyon kişi ise ayda 146 lirayla yaşıyor.
TÜİK verilerine göre; ülkede
21 milyon 815 bin 901 kişi ısınma ihtiyacını kendi gücüyle karşılayamıyor. İki
günde bir beyaz veya kırmızı et yiyemeyenlerin sayısı 58 milyon 448 bin 745.
Mobilya ihtiyâcı olmasına rağmen 56 milyon 215 bin 35 kişi de mobilyasını yenileyemiyor.
Evinden uzakta tâtil yapamayanların sayısı 58 milyon 448 bin 745.
Konut satışlarının rakamı
2013 yılında 1 milyon 157 bin 190’ı bulmasına rağmen, hâlen kirâda oturanların
kişi sayısı 45 milyon 195 bin 399. Evinde
sızdıran çatı, nemli duvarlar, çürümüş pencere çerçevesi gibi sorunları
olanların sayısı 29 milyon 559 bin 429, izolasyondan dolayı ısınamayanlar da 31
milyon 420 bin 854 kişi.
Türkiye’de en yüksek gelire
sâhip yüzde 20 ile en düşük gelire sâhip yüzde 20’lik dilime sâhip kesimler
arasında 8 kat fark olduğunu anımsatan Şükrü Erkoca “Bilimsel araştırmalara
göre en yüksek gelirli grup ile en düşük gelirli grup arasındaki fark 8 katı
aştığında sosyal patlamalar yaşanıyor. Türkiye son yıllarda sosyal patlama
eşiği sınırında seyrediyor” dedi.
Erkoca, “Türkiye’de hane-halkı
başına düşen ortalama yıllık kullanılabilir gelir, yüzde 20’lik geliri en
yüksek kesimde 27 bin 624 lira iken yüzde 20’lik geliri en düşük kesimde yıllık
ortalama 3 bin 468 liradır. Yâni Türkiye’de yaklaşık 15 milyon 200 bin kişi
aylık ortalama 289 lira ile geçimini sağlamak zorundadır. Bu durum yoksulluk
sınırının boyutlarının çok daha büyük olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’de
illere göre değerlendirme yapıldığında yıllık geliri ortalama 79 bin 523 lira
olan kişiler bulunmaktadır. Buna karşın aylık 289 lira ile bütün ihtiyaçlarını
karşılamak zorunda kalan 15 milyon 200 bin vatandaşımızla en zengin kesim
arasındaki ekonomik bağlar kopma noktasına gelmiş, yaşam tarzı, toplumsal
kesimler arasında çok büyük farklılıklar göstermeye başlamıştır” diye konuştu.
2002
yılında Türkiye’de “milyar-dolar zengini” sayısı sâdece 5 iken, 2013 sonunda bu
rakam 36’lara kadar çıkmıştır. Üstelik 2013-2014 yılı arasında bu kesim
servetlerini % 25 arttırmıştır. Gariban ise o yıl sâdece %6 zam alabilmiştir ki
çok da işe yaramayan bir paradır bu. Demek ki AKP hükûmeti garibanı ezerken,
zenginleri daha da zenginleştiren bir politika benimsemiştir.
Credit Suisse, en tepedeki yüzde 1’in, servetin
yüzde 54’üne sâhip olduğunu söylüyor. Ama daha ilginci, 2000’li yılların
başında bu oran yüzde 40 kadarken 10 yılda 14 yüzde puan yükselmesi.
Araştırılan ülkeler içinde yüzde 1’in servet payının çok hızlı artan az
sayıdaki ülkeden biri olduğumuz görülüyor.
Adliyeler, alacak-verecek-iflâs
ve hakaret dâvâlarından geçilmiyor.
Adlî
durumlarda zenginler avukat ve avukatlar tutarak kendilerini en iyi şekilde
savunabilirken, gariban halk birilerinin olmayan vicdanlarına ve sonsuz duâlara
sığınmak zorunda kalıyor. (Duâya sığınmak yüce bir yönelmedir). AKP hükûmeti
zenginlere ve kendi adamlarına özel davranıyor. Kendi vekillerinin-bakanlarının
yolsuzlukları çok açık olduğu hâlde yargılanmasına bile izin vermiyor.
Bu konuda bir hadis ve bir
âyet verelim:
Rivâyete göre bir-gün Kureyş
asillerinden Fâtıma adında bir kadın hırsızlık yapmıştı. Cezâsı elinin kesilmesi
olan bu suçun affı için Üsâme bin Zeyd araya girip kadının affını istedi, çünkü
o bir “asil-zâde”ydi. Bu istek kendisine çok ağır gelen efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem) ise şöyle karşılık vermişti:
“Ey insanlar! Sizden evvel yaşamış toplumların neden
dolayı yollarını şaşırıp saptıklarını biliyor musunuz? Asil-zâdeleri bir
hırsızlık, haksızlık yaptığı zaman onu affeder, zayıf ve kimsesizleri bir suç
işler, bir şey çalarlarsa onları cezâlandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki,
böylesine kötü bir hırsızlığı, suçu, Mahzum kabilesine mensup Fâtıma değil,
kendi kızım Fâtıma yapmış olsaydı, kesinlikle onun elini de keserdim” (Tirmizî, Hudûd: 6; Ebû Davud, Hudûd: 15).
“Ey îmân edenler! Haktan yana olup var-gücünüzle ve
bütün işlerinizde adâleti gerçekleştirin. Allah için şâhitlik eden insanlar
olun. Bu hükmünüz ve şâhitliğiniz isterse bizzat kendiniz, anneniz, babanız ve
yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun;
çünkü Allah her ikisine de sizden daha yakındır. Onun için, sakın nefsinizin
arzusuna uyarak adâletten ayrılmayın. Eğer dilinizi eğip bükerek gerçeği olduğu
gibi söylemekten çekinir veya büs-bütün şâhitlikten kaçarsanız, iyi bilin ki Allah
bütün yaptıklarınızdan haberdardır”
(Nîsa 135).
Yine,
“seçme ve seçilme hakkı var” denmesine rağmen zenginler bundan istedikleri zaman
faydalanabiliyorlar ama gariban halk daha milletvekili olmak için ödenen adaylık
parası olan (haraç) 5.000 lirayı bulamıyor ki aday olsun da kazâ ile de olsa
vekil olabilsin ve yönetime katılabilsin. Siyâsete 4-5 yılda bir oy vermek için
katılmaktan başka hiç-bir dahli olmuyor ve bu oyu da öz-irâdesiyle vermiyor
aslında. Oyunu kendisine dayatılan ve sunulan kişilere vermek zorunda.
Geriye
garibana sâdece “din” kalıyor ki o da devletin izin verdiği kadar. Devlet izin
verse de baş-örtüsü takabilse. Dikkat edin! taktığı-takacağı baş-örtüsü
Allah’ın emri olan baş-örtüsü değil, AKP’nin izni ve emri olan baş-örtüsüdür. Allah’ın emri olan örtü değil, Tayyib’in ve
kapitâlizmin müsâde ettiği örtüdür.
Çünkü dînini de istediği gibi yaşama hakkı yok kişinin. Allah’ın izin vermesi
ve emretmesi yetmiyor. Esas devletin izin vermesi gerekiyor. Kısaca, adâletin
şirâzesi kaymış olduğundan hiç-bir yerde işlemiyor. Söke-söke almadan devlet
hiç-bir hakkı vermiyor. AK Parti hükûmeti de bu konuda “iyi” olarak bir şey
yapmadığı gibi bu zorluğu daha da derinleştirmiştir. Liberâl, kapitâlist,
“Demokratik Ilımlı İslâm Projesi”nin Türkiye ayağı olan Ak Parti merkezli bir
din ve Kur’ân anlayışı hâkim oldu. Allah Kur’ân’da: “Ey îman edenler, Allah'tan sakının ve eğer inanmışsanız, fâizden
arta-kalanı bırakın. Şâyet böyle yapmazsanız, Allah'tan ve Resûlünden size
karşı savaş başladığını bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermâyeleriniz
sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz”
(Bakara 278-279) derken; Tayyib Erdoğan “fâiz bir Dünyâ gerçeğidir” diyerek
fâizi meşrûlaştırabiliyor ve Kur’ân’ın açık hükmünü göz-ardı edebiliyor. Yine AKP’li
bir milletvekîli Tayyib Erdoğan için: “Allah'ın bütün vasıflarını toplamış bir
lider” diyerek onu ilahlaştırabiliyor. Tayyib Erdoğan’ın “üç çocuk” tavsiyesine
(ya da emrine) inanın binlerce kişi uydu. Hattâ komik bir durum; aralarında husûmet
başlamadan önce “cemaat”ten bâzı kişiler de bu “üç çocuk” tavsiyesine
uymuşlardı. Kendilerini ona uymak zorunda hissetmişlerdi demek ki. Evet; AKP bu-gün
din-dışı kutsallığın konusu olmuş durumda.
Günümüzde
müslümanlar “sünneti uygulamak” konusunda çok zayıf kalıyorlar. Bunun nedeni;
târikatlarda şeyhlerinin; cemaatlerde hocalarının; partilerde ise lîderlerinin sünnetini
uyguluyor oluşlarıdır. Günümüz müslümanlarının büyük çoğunluğu Peygamberimizin
sünnetini uygulamazlarken, hattâ sahih hadis-sünnetleri bile eleştirirken, “Erdoğan-AKP
sünnetini” uygulamak için bir-birleriyle âdeta yarış içindeler. Bunun nedeni,
Peygamberimizin sünnetinin “bedel” istemesi, modern hayattan ferâgat beklentisi
nedeniyledir. Peygamberimizin sünneti uygulanmazken, Erdoğan-AKP sünnetinin
uygulanıyor olması, Erdoğan-AKP sünneti ile Peygamberimiz’in (sav) sünnetlerinin
bir-biri ile çelişiyor olmasındandır. Böylece “gerçek sünnet”e karşı bir mesâfe
koyuyorlar.
AKP “gömlek değiştirdiği” için ve İslâm’a göre davranmayacaklarını
söyledikleri nedeniyle onun yaptıkları-yapmadıkları İslâm’a mâl edilemez. AKP’ye
sâdece: “Siz eski İslâm’cı olduğunuz ve eski söylemleriniz bu yönde olduğu
hâlde niçin İslâm’a göre davranmıyorsunuz?” diye sorulabilir.
Türkiye, 1980’de başlayan
bir projenin liderliğini yapıyor. Ilımlı İslâm Projesi. Bu proje AKP döneminde
de sürâtle devâm ediyor. Bu lânet projeye en büyük katkıyı AKP ve Erdoğan
veriyor. Bunun ne denli zararlı bir anti-İslâm projesi olduğunu fark edememiş
olacak ki, bu desteği gururla anlatıyor ve açıkça diyor ki: “Türkiye’nin
orta-doğuda bir görevi var. Nedir o görev?. Biz geniş orta-doğu ve Kuzey Afrika
projesinin eş-başkanlarından bir tânesiyiz ve bu görevi yapıyoruz biz” demişti
bir-çok kez.
AKP, politikalarıyla ve
tedbirsizlikleriyle dîni ve dindarları yozlaştırdı. Adem Çaylak şöyle der:
“İçsel ve zihinsel arınma
yaşanmadığı, kendinden öncekileri milliyetçi, devletçi ve pragmatist refleksle
hareket edildiği müddetçe Türkiye, post-Kemalist din soslu “Akkurt”çu
muhâfazakârlığın pençesinde, müslümanlığın izzetli duruşunu ortadan kaldıracak
gelişmelere gebedir.
İbn Hâldun’un sözleri ile söyleyecek
olursak; maalesef “yenilenler, yenenleri taklit etmektedir”. “Seküler
Kemalizm”in jakoben ve otoriter içerikli “Çankaya”sı ilgâ edilirken, post-Kemalist
muhâfazakârların eliyle, biçimsel anlamda olmasa da mâhiyet îtibâriyle
kendisinden önceki muktedirlere özenen “Aksaray” inşâ edilmesi, devletleşen CHP
zihniyetinde olduğu gibi “devletleşen bir AK Parti” gerçekliğine ideolojik ya
da çıkar gereği râm olan bir tür “İslâm’cılık” ortaya çıkarmıştır. İslâm’cılığın
muhâlefette iken iktidâr ve devlete ilişkin söylemi, iktidâr güç ve nîmetleri
ile buluştukça erimiş ve “Saray” tarafından yutulan bir tür tatlı-su İslâm’cılığı
ortaya çıkarmıştır. Bu bakımdan aslına bakılırsa, 28 Şubat darbesinin
zılgıtını yemiş başta müslüman ve muhâfazakârlar olmak üzere pek-çok toplum-kesiminin
desteğini yaptıkları araştırmalarla fark eden küresel güçlerin Ortadoğu’ya
ilişkin çıkarları muvâcehesinde Ak Parti’ye “oy”namasını, iktidârı güçlendikçe
kendileri için bir fırsata çevirmek isteyen müslüman kesimin, Ak Parti’nin
yarattığı ve yol açtığı “saray” kültürüne teslim olduğunun bir karînesidir. Ak
Parti’yi var eden daha özgürlükçü yönelimden, devleti ele geçirdikçe kendi
durumunu muhkem hâle getirmek amacıyla vaz-geçen “Ak Parti iktidârı”, kamu
düzeni adına “atın izinin itin izine” karıştırılacağı “güvenlikçi” bir
atmosfere salınmakta ve aslına bakılırsa ilerisi adına kendi ayağına kurşun
sıkmakta ve dinamit yerleştirmektedir”.
Fâruk Köse:
“AKP
döneminde İslâm’i duyarlılıklar son-derece zayıfladı. Öyle bir ortam oluştu ki;
İslâm’i duyarlılıklar hem inanç, hem ibâdet, hem yaşantı açısından bozuldu. Meselâ
baş-örtüsü serbest kaldı ama tesettür ortadan kalktı. Öyle bir tür gelişti,
başı kapalı, ama af-edersiniz, kıçı açık ahlâksızlar türedi. Bence tamâmen açık
olan bir kişi bu tür kişilerden daha saygındır.
CHP
iktidarda olsaydı, bizlere bu kadar hak vermeyebilirdi ama, müslümanların
hayâtında da bu kadar yozlaşma olmazdı. AKP’yle birlikte bizim kitle şöyle bir
rehâvete kapıldı: “Biz AKP’yi iktidâra getirdik, her-şeyi onlar halletsin.”
İnsanlar kimliklerine sâhip çıkmak için karşı çıkabilecekleri bir şey bulamadı,
çünkü karşılarında kendilerinden gördükleri insanlar vardı. Bunların
(AKP’nin) hâlledemedikleri de, hâlledilmiş hânesine yazıldı. Algılar değişti.
Gerçi Erdoğan “İslâm’i bir parti değiliz” ifâdesini sık-sık kullandı, insanları
kandırmadı aslında. Ama toplum kendini kandırdı. Zamanla parti de bu
söyleminden vazgeçti” der.
“Böylece biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hîleli-
düzenler kursunlar diye- oranın suçlu-günahkârları kıldık. Oysa onlar, hîleli-düzeni
ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna varmazlar” (En-âm 123).
“Sosyâl
alanda iyi politikalar ve uygulamalar yapıldı” gibi gösterilen AKP hükûmetinin
politikaları ulaşım ve sağlık alanında bir-kaç iyi şeyle sınırlıdır. Bunun
dışındakiler aslında iyi paketlenmiş kötü politikalardır. İnsanlar psikolojik
olarak güce karşı meyillidir ve onu desteklemek ister. Bu-durum aşırı bir hâle
geldiğinde halk artık neyi savunduğunun bile farkına varamayacak duruma düşer.
Her-zamanki küçük ve mutlu kesim için işler zâten her-zaman yolundadır ama
gariban halk AKP’yi niçin desteklediğini aslında bilmez. Kulaktan-dolma bilgilerle
aynı terâneler ve replikler tekrarlanarak bir sinerji oluşturulur ve devran
dönmeye devâm eder. Liberâl, kapitâlist,
konformist zihniyete sâhip olan AKP’yi (sâdece AKP değil, demokratik
sistem bu şekilde olmaktan kurtulamaz) bu partinin başta ekonomik olmak üzere
genel ideolojisinden yararlanan ve memnun olan zengin varlıklı kesim hadi
destekliyor. Bunu gâyet iyi anlayabiliriz. İyi de gariban halka ne oluyor?
Neden destekliyorsunuz? Sizin için ne değişti ve değişiyor ki? Yaşam-standartınızda
bir değişiklik yok ki! Size ne oluyor? İşte bunun sebebi aslında CHP’dir. Tek-parti
döneminde kötü durumun suçlusu olarak gördükleri için, özellikle İslâm’i kesimi
öyle bir bunalttılar ki, Menderes’le başlayan “furya” hâlâ kesilmedi.
Gariban-emekçi halk hâlâ o günleri hatırlayarak bu zihniyetteki partileri
destekliyor. Halk oldum-olası hiç-bir zaman sıkıntıdan kurtulup hayâtı doğru
değerlendirme durumuna gelemediği için bu furyanın etkisiyle desteğe devâm
ediyor. Bir-iki çok da fazla önemli olmayan nedenden dolayı bu kadar bağlılık mı
olur? Hele ki müslümanlar! adâleti merkez almanız gerekirken, ismi adâlet olan
ama aslında adâleti sağlayamayan bu partiyi hangi kıstasları ölçü alarak
destekliyorsunuz? Bu partiden maddî fayda elde edenleri anlıyoruz. (AKP ve
bu gibi partiler sermâyenin çıkarlarını korumayı en birinci görev bilirler). Bu
faydayı sürdürmek için destekliyorlar. Ama başta müslümanlar olmak üzere mazlum
halkın desteği ölçüsüz, kritersiz bir destektir. 13 yıllık AKP politikaları, bu
politikaların hayattaki karşılığına bakmadan yapılan desteklerdir.
Bâzı
istatistikler vererek AKP’nin politikalarının hayâta nasıl yansıdığını, hayatta
nasıl mâkes bulduğunu görelim:
a- Ahlâk
İktidardaki
parti olan AKP her-şeyi iyi(!) yapıyor da, iyi yapmadığı şeyler ne olacak?.
Bâzıları değerlendirmelerini sâdece “maddî olan” üzerinden yapınca, yapılan
onca işlerin kötü sonuçlarını göremiyorlar ve de görmek istemiyorlar. İstatistiği
sâdece ekonomik yönden değerlendirmek bir hastalık hâline geldi. Bir değerlendirme
yapılacağı zaman hemen, yapılan maddî şeylerin hesâbı ve bilançosu ortaya
atılıyor. İyi de bu yapılanların bedeli nedir, faturası kime çıkarılmıştır ve
bunlar yapılırken gözden kaçanlar nelerdir?. Meselâ İslâm’a göre insanın
ayırıcı özelliği olan “ahlâk”tan ne haber?.
Başbakanlık İnsan Hakları
Kurulu’nun 2010 yılında yaptığı bir araştırma var. Bu araştırma ve sonuçları
mecliste ateşli bir şekilde tartışılmıştı. Buna göre; 2002 yılında 25.000 (yirmibeşbin)
olan “hayat kadını” sayısı 100 bini geçmiş durumdadır. Ekonomide pembe tablolar
çizmek, rakamlara takla attırmak gittikçe artan fuhuş sektörünün bu hükûmet
döneminde ulaştığı zirveyi gizlemeye yetmiyor. Daha da vahimi, 40 bin kadın da
vesîka alabilmek için genelevlerin kapısında bekliyor. Bunlar
resmî veriler. Bu rakamlar devletin telaffuz ettiği rakamlar. Ekonomi
bozuldukça “hayat kadını” sayısı da artmış.
AKP’nin başa geldiği 2002 yılında ülke nüfusu 68-69 milyon
iken, vesîkalı hayat-kadını (fâhişe) sayısı 25.000 idi. 2014 yılında nüfus 78
milyona ulaşmasına yâni %12-13 artmasına rağmen, 2014 yılında vesîkalı
hayat-kadını sayısı %400-500 artarak 100.000 sayısını aşmıştır. Bu rakam gayr-ı
resmî olarak 300.000’dir. Bu kadınlar sâdece zevk nedeniyle mi bu işi
yapıyorlar?. Tabî ki de hayır!. İnsanlar ya yaşamak için ya da kıyas yaptıkları
görece iyi yaşama ulaşmak için bu seviyesiz işi yapıyorlar ve yapmak zorunda
bırakılıyorlar. Bir kadının fâhişelik yapmasının iki nedeni olabilir; ya ahlâkı
bozulmuş ve mâlûm yollara düşmüştür, yada geçim zorluğuna düşmüş ve mecbûren o
yola girmiştir. Bülent Arınç’ın da dediği gibi; “AKP mânevî alanda başarılı
olamamıştır. Eğer
AKP hükûmeti iffet kavramına otoyol, demiryolu, gökdelen yapımı kadar önem
vermiş olsaydı, şüphesiz tablo bu denli vahim olmayacaktı”.
Bir
ülkede ahlâk bozulmuşsa, her-şey bozuk demektir. Ahlâkın bozuk olduğu yerde
hiç-bir şey iyi ve düzgün olmaz.
b- Âile
Özellikle
ekonomi politikaları yüzünden evlenmeler bâriz azaldı ve boşanmalar ise katlanarak
arttı/artıyor. 10 yıl önce Türkiye Dünyâ’da boşanma sıralamasında son
sıradaydı. Şimdi ise neredeyse başa güreşiyor. Adâlet bakanı Sâdullah Ergin, boşanma dâvâsı sayısının 2002'de 153
bin 409, 2012 yılında ise 190 bin 564 olduğunu açıkladı. Türkiye’de evlenme–boşanma araştırmasının sonuçlarını açıklayan
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’nun
tespitine göre, 2011 yılında İzmir’de 31.756 evlenmeye karşın 11.149 boşanma
gerçekleşmiştir. Araştırmaya göre İzmir, 2011 yılında Türkiye’de en fazla
boşanma olaylarının yaşandığı il olmuş. Hâlbuki AKP iktidârı döneminde nüfus
sâdece % 10 artmıştır.
Türkiye’de
huzur-evi sayısı yüzde 500 arttı. Başbakanlık Sosyâl Hizmetler ve Çocuk
Esirgeme Kurumu’ndan derlenen verilere göre, 2000 yılında Türkiye’de özel
sektöre âit yalnızca 19 huzur-evi varken, bugün özel sektöre âit huzur-evlerinin
sayısının 119’a yükseldiği tespit edildi. SHÇEK verilerinden derlenen bilgilere
göre, ticâri bir sektör hâline gelen özel huzur-evlerinin,
Türkiye’de 1990 yılından îtibâren hizmet vermeye başladığı görüldü. Türkiye’de
2000 yılına kadar sadece 19 özel huzur-evi vardı. Bu huzur-evlerinin sayısı 2000
yılından îtibâren artmaya başladı. 2004 yılının sonunda açılan huzur-evi sayısı
52’ye ulaştı. Bugün ise bu rakam 154 olarak kayıtlara geçti.
c- Tutuklu ve hükümlü sayısı
Adâlet bakanı, cezâ infaz kuramlarında 31
Aralık 2002 târihi îtibârıyla 24 bin 621 tutuklu, 34 bin 808 hükümlü; 31 Aralık
2012 târihi itibârıyla da 31 bin 707 tutuklu, 104 bin 313 hükümlü bulunduğunu söyledi.
Hâlbuki AKP iktidârı döneminde nüfus sâdece % 10 artmıştır.
İyi durumda olan bir ülkede hırsızlık olmaz. Hırsızlık konusundaki
veriler ülkenin iyi bir durumda olmadığını gösteriyor: İç-işleri Bakanlığı
verilerine göre, yurt genelinde 2008'de 256 bin 562 olan hırsızlık suçu,
2009'da 304 bin 570'e, 2010'da 344 bin 87'ye, 2011'de 351 bin 838'e ve 2012'de
405 bin 405'e yükseldi.
İnsanlar yaşadıkları ülkede refah içinde yaşamış olsa, bâzı
hastalık durumları hâriç (kleptomani), kimse
hırsızlık yapmaz. Hırsızlığın artması, ülkenin durumunun kötüye doğru gittiğini
göstergesidir.
d- Esnaf ve sanatkârın durumu
AKP iktidârının
son 9 yılında toplam 1 milyon 145 bin 641, yılda ortalama 135 bin esnaf ve sanatkâr
mesleği bırakarak sicil-kaydını sildirdi. Sayıları 1 milyon 510 bin 945 olan
mevcut esnaf ve sanatkârlar, âileleriyle birlikte düşünüldüğünde ülke nüfusunun
yaklaşık yüzde 10’unu oluşturuyor.
e- Sigara, âlkôl, uyuşturucu
Ülkemizde
18 milyon civârında insanın sigara içtiği belirtildi. Ülkemizde yetişkin her 100 erkeğin 65’i sigara tiryâkisidir.
Türkiye Sigarayla Savaş Derneği
Genel Başkanı Dr. Mustafa Aydın, okul dönemi
başlarken ebeveynleri uyarıyor. Alınan yasal tedbirler sâyesinde ülkemizde sigara tüketimi
her geçen yıl düşüş gösteriyor. Ancak sigara kullanım yaşı ortaokul
seviyelerine kadar indi. Kadınlarda sigara
içme oranının %100 arttığını aktaran Aydın, sigara tiryakiliği
artış hızında kadınların erkeklerden önde olduğunu belirtiyor.
Dünyâ Bankasının 1999-2000 yıllarında yaptığı sigara
araştırmasının sonuçlarına göre, sigara kullanımı son on yılda Dünyâ’da % 4,12
azalırken, Türkiye'de ise % 52,18 oranında arttı.
AKP döneminde uyuşturucu
kullanım yaşı 15’e kadar düştü. Uyuşturucu illetinden kurtulmak için AMATEM’e
baş-vuranların sayısı, 2004 yılından bu yana yüzde 1.781 arttı. Bonzai, lise
ve ilkokullara kadar girdi.
Alkol kullanımı arttı. Bu artış eski ulaştırma
bakanı Binali Yıldırım’ın “Tekirdağ’da rakı fabrikası sayısını 2’den 18’e
çıkardık” açıklamasıyla doğrulanmış oldu. Hâlbuki AKP iktidârı döneminde nüfus
sâdece % 10 artmıştır.
f-
İntihar oranları
AKP döneminde intihar olaylarında yüzde
40’lık artış yaşanmıştır. Ülkemizde intihar edenlerin sayısı her geçen yıl
artarken bu sayı ürkütücü boyutlara ulaşmıştır. İstatistiklere göre
ülkemizde intihar olaylarının nedenleri arasında banka borçları, âile
geçimsizliği, geçim zorluğu, ticari başarısızlık gibi nedenler ilk sıralarda
yer almaktadır. 2012 yılı verilerine göre kredi-kartı borcu sebebiyle son 8
yılda 200 kişi canına kıymıştır. 10 yılda ise 934 asker, 325 polis ve 34
öğretmen intihar etmiştir. Türkiye’nin intihar olaylarında Dünyâ’daki
sıralaması ise 79’dur. Uzmanlar, genel şiddetin artması, ekonomik sebepler ve
meslekî sıkıntıların intiharı tetiklediğine dikkat çekmektedir.” "2002-2012
yılları arasında 30. 587 kişi intihar etti. İyi yönetilen ve halkın da mutlu
olduğu ülkede intiharlar bu kadar artar mı? Hâlbuki AKP iktidârı döneminde
nüfus sâdece % 10 artmıştır.
g-
Yoksulluk
Türkiye
İstatistik Kurumu (TÜİK) Türkiye’de hiç yoksul yokmuş gibi göstermeye
çalışırken durumun tam tersi olduğu belirlendi. AKP döneminde yoksul sayısının
en az 545 bin ile 1.5 milyon kişi arasında arttığı saptandı.
Türkiye’de
korkunç boyutlarda bir gelir-dağılımı adâletsizliği yaşanıyor. TÜİK’in en son
Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması 2012 yılındaki durumu yansıtıyor. Buna göre
en üstteki yüzde 20’lik nüfus-diliminde yer alan hâne halkları, toplam gelirin
yüzde 46.6’sını alırken, en alttaki yüzde 20, gelirden sadece yüzde 5.9 pay
alabiliyor. En üstteki ile en alttaki arasında 8 katlık bir gelir farkı var. En
varlıklı yüzde 20’lik nüfus gelirin yarıya yakınını elde ederken, nüfûsun yüzde
80’i kalan yarısını paylaşıyor.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanı Fâruk Çelik’in verdiği bilgiye göre; Türkiye’de yaklaşık 5 milyon kişi
asgarî ücretle çalışıyor. Çalışma Bakanı, MHP Ankara Milletvekili Özcan
Yeniçeri’nin 2002-2014 yılları arasında asgarî ücretle çalışan vatandaşların
sayısına ilişkin soru önergesini yanıtladı. Çalışma Bakanı’nın verdiği bilgiye
göre asgarî ücretle çalışan kişi sayısı 2002’de 2 milyon 795 bin 745, 2014
Temmuz ayı îtibârıyla 4 milyon 970 bin 737 oldu. Yâni AKP döneminde köle
(asgarî ücretli) sayısı 2 milyon kişi (% 80-90) arttı. Hâlbuki nüfus sâdece %
10 arttı bu zaman-aralığında.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanı Faruk Çelik, asgarî ücret 800 TL iken: "800 lira büyük para.
Geçinilmez diye bir şey yok. Geçinirsiniz. Geçinemez diye bir şey yok, tabi
geçinirsiniz. Niye geçinemeyeceksiniz? Eğer ona mahkûmsanız 800 lira da büyük
paradır. Geçinirsiniz. Netîce îtibârıyla peynirin kilosunun fiyatı belli,
ekmeğin fiyatı belli, yediğiniz zeytinin fiyatı bellidir. Bunu istismar etmemek
gerekir” demişti. Bunu söyleyen kişiye ne denir ki?
Gelirin yarısı nüfûsun
yüzde 20’sine âit 2012 îtibâriyle yoksul zengin arasındaki fark 14 katın
üzerinde gerçekleşti. Yâni gelir dağılımı bu dönemde düzelmek bir-yana, biraz
daha bozuldu.
Nüfûsun yüzde
40.6’sının konutunda “sızdıran çatı, nemli duvarlar, çürümüş pencere çerçevesi”
gibi sorunlar var. Konutunda izolasyondan dolayı ısınma sorunu yaşayanların
oranı önceki yıla göre 5 puan artarak yüzde 46.6’ya ulaştı. Nüfûsun yüzde
27.4’ü oturduğu konutta odaların karanlık olması veya yeterli ışık alamaması
gibi sorunlar yaşıyor. Nüfûsun yüzde 61.3’ü hânesinin taksit ödemeleri ve
borçları (konut alımı ve konut masrafları hâriç) bulunuyor. Nüfûsun yüzde
85.9’unun “evden uzakta bir haftalık tâtil” yapacak parası bulunmuyor. Nüfûsun
yüzde 61,8’i “beklenmedik harcamalarını” ve yüzde 78,8’i “yıpranmış ve eskimiş
mobilyalarını yenileme” ihtiyâcını ekonomik nedenlerle karşılayamayacak
durumda. İki günde bir et, tavuk ya da balık içeren yemek masrafını
karşılayamayanların oranı yüzde 43.9’a ulaşıyor. Hâne-halklarının yüzde 35.1’i
kendisine yeni giysiler alamıyor.
Gelir-dağılımındaki
bu dengesizliğin yıllardır neredeyse hiç değişmediği dikkati çekiyor. En yoksul
yüzde 10’luk nüfûsu barındıran hâneler, AKP’nin iktidarda ilk yılı olan 2003
yılında toplam gelirden yüzde 2.3 pay almıştı. Bu pay 2006’da yüzde 1.8’e kadar
düştükten sonra izleyen dönemde yüzde 2’nin biraz üzerinde seyretti, 2010, 2011
ve 2012 yıllarında yüzde 2.2 olarak gerçekleşti. Buna göre en yoksul yüzde
10’luk nüfusun toplam gelirden aldığı pay 2003’tekinin de altında bulunuyor.
2003-2012 döneminde en varlıklı yüzde 10’luk kesimin gelirden aldığı pay ise
neredeyse hiç değişmeyerek yüzde 33.2’den yüzde 31.1’e geldi.
AKP’nin, gelir-dağılımını
iyileştirmek, yoksul sayısını azaltmak gibi bir hedefi de olmadı, aslında bu
çarpıklık onun işine de yaradı. Çünkü AKP, yoksulluktan beslendi, yoksul
milyonların bu durumunu istismâr edip, oya tahvil etmeyi tercih etti. Yoksul
halkı erzak-kömür yardımlarıyla kendine bağımlı yapıp oylarını almaya devâm
eden AKP, onun hep yoksul ve kendine bağımlı kalmasını, iktidârının devâmının
garantisi olarak gördü.
AKP
döneminde zenginler zenginliklerine zenginlik katmışlardır. Bu, fakirlerin daha
da fakirleştiği anlamına gelir. Zîrâ zenginlere doğru kayan para uzaydan
gelmiyor. Bu konuda en çok da zenginlerin “modern tefecilik kurumları olan
bankalar”ın zenginleşme istatistiği dikkat çekicidir. İbrâhim Kahveci:
“2003’de
Türkiye’nin millî geliri 455 milyar lira; aynı târihte bankaların serveti ise
66 milyar lira idi. 5 yıl sonra 2008’de Türkiye’nin millî geliri 950 milyar
liraya ulaşırken; bankaların serveti 367 milyar liraya ulaşmıştır. Milli gelir
sâdece 2,1 kat artarken bankaların serveti 5,5 kat artmıştır. Bu ne demektir?.
Artık ekonomik güç bankaların eline geçiyor. Artık düzenimiz fâizci bir yapıya
bürünüyor” der.
İşte
AKP’nin politikası budur. Şimdi birileri dese ki; “zâten AKP bunun için seçilip
iktidar yapılmıştır”; diyecek bir şey bulamam doğrusu. İstatistikler ortada
çünkü. O hâlde AKP, Robin Hood’un aksine olarak, garibandan alıp zenginlere
vermiştir.
Zâten
Tayyib Erdoğan Cidde Ekonomi Forumu’nda yaptığı konuşmada şunları
söyleyebilmişti:
İslâm Ortak
Pazarı, zaman-zaman Arap Ortak Pazarı gibi ifâdelere biz yaklaşımımızı biz çok
açık, samîmi ve net bir şekilde ortaya koyduk. O da neydi?. Nasıl ki paranın
dîni, îmânı yoksa, ekonominin de dîni, Îmânı olmaz. Eğer böyle bir yanlışın
içine düşecek olursanız o zaman bir defâ Dünyâ’dan bir kopuşu yaşarsınız. (Aksi hâlde de âhiretten bir kopuş yaşanır.
H.G.) Bugün aldığınız her üründe tâ Dünyâ’nın bir ucundan bakıyorsunuz
ülkenizde bir ürün var. Kopabilir misiniz?. “Hayır biz bunu almayacağız”
diyebilir misiniz?. Eliniz mahkûm. Öyle bir an geliyor ki, almak istiyorsunuz
ama alamıyorsunuz. Neden?. Eğer bir kamplaşmaya vesîle olduysanız ambargoyla
karşı-karşıyasınız. Böyle bir Dünyâ’yı yaşamak mümkün değil. Bu yaşadığınız
ülkedeki insanlarınıza da zülm etmek olur. Öyleyse bunu aşmaya, bunu başarmaya
mecbûruz, mecbursunuz. Yâni alt değerleri, üst değerler olarak takdim etme
yanlışına düşmemeliyiz. Öyleyse burada öyle bir üst değer bulunmalıdır ki
bu bizim ortak paydamızı oluşturmalıdır ve bu ortak paydayla da inanıyorum ki
güçlü bir dayanışma, güçlü bir yardımlaşma mümkün olabilsin”.
Yukarıdaki
sözler şirkten başka bir şey değildir. Tayyib Erdoğan, herkesi kendisi gibi
kapitâlizm tarafından büyülenmiş zannediyor. Elimiz mahkûm falan değil. Rızkı
Allah verir. Ambargoyla karşı-karşıya kalmamak için değerlerimizi terk edecek
değiliz. Bizim üst-değerimiz İslâm’dır, kapitâlizm değil. “Ortak payda” falan
da tanımayız. Bizim tek paydamız İslâm’dır.
Bu
sözlere bir zamanlar Nûman Kurtulmuş da karşı çıkmıştı; “Bizim kültürümüzde
“sakın haram lokma yeme!” anlayışı vardır. “Paranın dîni de îmânı da olur”. Bu
sözün “kapitâlizmin dîni, îmânı paradır” sözünü örtmek için söylenmiştir”
demişti. Maalesef daha sonra o da eleştirdiği o kapitâlizm kervanına katıldı.
“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün
kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit
olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah'ın nîmetini inkâr mı
ediyorlar?” (Nâhl 71).
Tarım ve
hayvancılık konusunda neredeyse hiç-bir olumlu durum olmadığı için bunu
tartışmak bile istemiyoruz. Tarım ve hayvancılık bitme noktasına gelmiştir.
Bir-sonraki nesil kesinlikle bu işi yapmayı düşünmemektedir ki bu nedenle çok
aşırı bir “köyden-kente göç” yaşanmaktadır. Tarım ve hayvancılık alanları
azalmış ve câzibesini yitirmiş olduğundan dolayı çiftçilerin çocukları
şehirlere asgarî ücretle çalışmaya geliyorlar.
Tema
Vakfı, son 13 yılda tarım topraklarının %10’unu kaybettiğimizi açıkladı. Bu
durum, AKP’nin üretim-merkezli değil de, ticâret-merkezli bir ekonomi
politikası izlemesindendir. Fakat üretim olmadığında al-sat ile nereye kadar
gidilebilir?.
Köylerde
genç nüfus her geçen yıl azalıyor. 2008-2012 yılları arasında köy
ve beldelerde, 0-44 arası yaş-gruplarının nüfûsu büyük oranda azaldı. Buna
karşın, 44 yaş üstü nüfûsta artış görüldü. Çünkü kentte yaşayan emekli/yaşlılar, köylerde
hem ekonomik olarak daha rahat yaşıyor, hem de artık kendilerine uymayan
şehirlerdeki kültürel durumdan kurtulmak için köylere kaçıyor. Türkiye'nin 34
yılda tarım ürünleri ihrâcâtı iki katına çıkarken ithalat yaklaşık 100 kat
büyüdü. Dünyâ’da tarım-nüfûsu artarken Türkiye'de
düşüyor. 1999 yılı ile 2001 yılı arasında Dünyâ’da tarım-nüfûsu yüzde 2
arttı. Türkiye'de ise tarım-nüfûsu 2001 ile 2010
arasında 2.7 milyon kişi azalarak 15 milyonun altına indi.
Bir
yazıda şu istatistikler verilir:
“2002
yılı sonunda, 1 milyon lira ve üzeri mevduat hesaplarının payı “yüzde 24.2”
idi. 2016 yılında ise bu sayı 100.000 kişiye ulaşmıştır.
Yabancı
şirket sayısı 2002 yılında 7.000 civârında iken, 2015 yılında bu rakam 45.000 e
ulaştı.
Süper-marketler
küçük esnafı bitirdi. 2002 de 2.500 olan süper-market sayısı 2015’te 18.000’e
ulaştı.
AKP
iktidâra geldiğinde sendikalı işçi oranı yüzde 58’ler düzeyindeydi. Çalışma
Bakanlığı’nın son açıkladığı verilere göre ise bu oran % 10.65’e kadar
geriledi.
Samsun’da
iki buçuk aylık Kübrâ bebek açlıktan öldü.
Sosyal Güvenlik
Kurumu bir-çok ilacı ödeme listesinden çıkarttı. Bu ilaçların parasının
tamâmını vatandaşlar ceplerinden ödüyor. Üstelik SGK hesaplama yaparken benzer,
eşdeğer ilaçların en ucuzunu esas alıyor. Aradaki fark da hastaların cebinden
çıkıyor.
Türkiye’de
2012 yılında gerçekleşen 72 milyar 820 milyon lira toplam sağlık harcamasının
yüzde 79,5’i 57 milyar 892 milyon lirası kişiler tarafından prim ödemesi ve
cepten ödeme olarak yapıldı. Kişi-başına yıllık 1009 lira olan sağlık
harcamasının, 785 lirası kişilerin kendisi tarafından yapılırken, yalnızca 224
lirası devlet tarafından yapıldı. 2014 Yılı İnsani Gelişme İndeksi’nde Türkiye, 187 ülke
arasında 69. sırada yer aldı. Oysa aynı ülkeler arasında zenginlikte 59. ülke.
2013 yılındaki 258 yolsuzluk operasyonundan 59’u sağlık alanında gerçekleştirildi.
Artık devlet hasta-hânelerinde yazılan her bir reçete için 8 lira, özel
hasta-hânelerde yazılan her bir reçete için 15 lira muâyene ücreti ödeniyor.
Üstelik daha önce muâyene ücreti ödemeyen SSK’lı aktif çalışanlar, yeşil
kartlılar, kamu çalışanları ve emeklileri ile âile bireyleri de artık ücret
ödemek zorunda. “Bıçak parası” kalkmadı, özel hasta-hânelerde “ilâve ücret”e
dönüştü. Üstelik de kasatura parası oldu. Yüzde 20’yi geçmeyecek dediler; önce
yüzde 30, sonra yüzde 70, daha sonra yüzde 100, en son yüzde 200 oldu. Zâten
denetlenmediği için özel hasta-hâneler vatandaşlardan ne tutturabilirse alıyor.
Sosyal Güvenlik Kurumu’nun verilerine göre 2012 yılında özel hasta-hâneler
sigortalı yurttaşlardan 14,5 katrilyon bıçak parası aldılar. Hasta-hâneler
faturayı ödemeyen hastaları artık rehin almıyor. Hastaya senet imzâlatılıyor,
sonra icrâ memurları geliyor. Ödeyemeyenlere de hasta-hâne yolu görünüyor. Bu
şekilde hasta-hâne borcu olan vatandaş sayısı o kadar arttı ki Hükûmet seçim
öncesi hasta-hâne borçlarına af getirmek zorunda kaldı.
AKP’nin sağlık
“reformundan” faydalanan tek kesim özel hasta-hâne patronları oldu. AKP
döneminde Sağlık Bakanlığının hasta-hâne sayısı yüzde 10 artarken, özel
hasta-hâne sayısı yüzde 102, Sağlık Bakanlığının yatak sayısı yüzde 13
artarken, özel hasta-hâne yatak sayısı yüzde 207 arttı. Asıl büyük “patlama”
ise hasta mürâcaatlarında gerçekleşti. Sağlık Bakanlığında yüzde 153, özel
hasta-hânelerde yüzde 1152 artış oldu. Artık hepimiz özel hasta-hânelere mahkûm
haldeyiz. Sağlık hizmeti alabilmek için Genel Sağlık Sigortası primi ödemek
yetmiyor. Ayrıca telefonla randevu alırken başlayıp muâyene ücreti, reçete
bedeli, ilâve ücret, istisnâi sağlık hizmeti diye devâm ediyor. Tam 12 kalem
“katılım payı” ödemek gerekiyor. Çalışma Bakanının açıkladığına göre, 2014
yılında sâdece muâyene ücreti, ilaç ve reçete katılım payı olarak cebimizden
3,5 katrilyon lira çıktı. Özel hasta-hânelerde “ilâve ücret” adıyla ödettikleri
hâriç...
İstanbul
Büyükşehir Belediyesi zâbıta ekiplerinin 2004 yılında müdâhale ettiği dilenci
çocuk sayısı bin 657 iken 2009’da bu rakam 2 bin 334’e çıktı. Bir yılda
müdâhale edilen toplam dilenci sayısı ise 8 bin 425 olarak kayıtlara geçti.
Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı'nın vâlilikler aracılığıyla 2010 yılında
yaptırdığı bir araştırmaya göre Türkiye genelinde sokakta zorla çalıştırılan ve
dilendirilen çocuk sayısı 41 binin üzerinde. 30 bin 891 çocuk ise sokaklarda
yaşıyor. ATO’nun “Dilenen Türkiye Dosyası”na göre, dilenci sayısı yaklaşık 50
bin. Murat belge:
“Tayyip Erdoğan
“Türkiye AB kapısında dilenecek ülke değildir” türünde bir retorik kullanmaktan
hoşlanıyor. Ama memleket içinde dilenciliğin en yaygın meslek olmasından, çok
büyük sayılarda insan için (türlü işleyiş biçimleriyle) bir vâroluş biçimi olmasından
tedirgin olmuş bir hâli yok” der.
AKP döneminde
israf da alabildiğine çoğalmıştır. “İleri gelenler” hiç-bir konfordan mahrum
değildir. İsrafta zirve ise “Ak-saray” ile olmuştur. Mâliye Bakanı Mehmet Şimşek: Ak Saray'ın mâliyeti 1
milyar 370 milyon lira dedi.
4 Kasım 2014 târihinde bütçe
görüşmelerinde muhâlefet milletvekillerinin sorularını cevaplayan mâliye Bakanı
Mehmet Şimşek, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın maliyetinin 1 milyar 370 milyon lira
olduğunu açıkladı. Bu para 685 okul, 680 öğrenci yurdu, 1000 yataklı 55
devlet-hastânesine eşit.
Mîmarlar Odası Ankara
Şubesi'nin açıkladığı verilere göre Cumhurbaşkanlığı Sarayı'na giden yollar
için 60 milyon lira harcandı. (Kaynak: Fortune Turkey) Bu parayla 40 derslikli
6 tâne okul yapılabileceği gibi, 200 yataklı bir devlet-hastânesi de yapmak
mümkün. Örneğin 200 yataklı İzmir Bornova Devlet Hastânesi’nin ihâle bedeli 45
milyon 947 bin lira idi. (Kaynak: Cumhuriyet) 20 kişinin hayâtını kurtaracak
bir yaşam-odasının mâliyeti ise güncel kurdan 625.000 lira. Bu parayla
Ermenek'teki maden ocaklarına 180 kişinin hayâtını kurtaracak tam 9 tâne yaşam-odası
alınması da mümkündü.
Saray’da kullanılan
döşemeler için 3.2 milyon lira harcandı. Toplamda 4 bin metrekare alana döşenen
ahşap parkelerin metrekare fiyatının 800 lira olduğu anlaşıldı.
EMO Ankara Şûbe
müdürü İbrâhim Saral, Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda 63 asansör olduğunu söyledi.
Saral, “63 Asansöre ek olarak 18 asansör de yapılma aşamasında. 63 asansörün
toplam mâliyeti 17 milyon 500 bin artı KDV. Yeni yapılacak asansörün mâliyetleri
5 milyon Türk Lirası üstüne KDV’si olacağı tahmin ediliyor. Hâli hazırda var
olan asansörlerin aylık 200 TL bakım mâliyeti var. 12 bin 600 TL bakım masrafı
oluyor. Ayrıca 24 saat orada hazır tutulan iki firma elemanı olduğunu duyduk". Saral'ın açıklamasının ardından KDV hesâbı
yapan Candan, “Kaçak Saray”da asansör mâliyetlerine KDV’si eklendiğinde mâliyet
30 milyon liraya çıkıyor. Toplam asansör bakım mâliyeti aylık personel
giderleri dâhil 18 bin lira, yıllık bakım mâliyeti 216 bin lira yapıyor” dedi.
Muâviye, vâlilik döneminde
bir Kasır yaptırmıştı ve adına da Kasr-ı beyzâ (Beyaz-Ak Saray) koymuştu. Zihniyet
hep aynı. Muâviye’nin zihniyeti ile ABD’nin zihniyeti mülkiyet konusunda
tıpa-tıp aynıdır. ABD’nin “iyi bir taklitçisi” olan AKP zihniyetinin lîderi de,
biraz da ABD’deki “Beyaz Saray”dan mülhemle “Ak-Saray”ı yaptırmıştır. Üstelik
Muâviye yaptırdığı sarayı, halk içinde açlık çekenler varken yaptırmıştı. Beyaz
Saray da 50 milyon insanın karnını doyurmak için yardım aldığı Amerika’dadır.
İşte Ak-Saray da, insanların ayın sonunu getiremediği ve karnını zor doyurduğu
bir ülkede yapıldı ve sefâsı sürülüyor. Zâten “insanların aç olmadığı”
toplumlarda bu tarz leş-hâneler (saray) yapılmaz. Allah bu tarz yapılara gıcık
olur ve Kur’ân’da bu yapıları şu şekilde kınar:
“Her tepede cehâlet eseri, anıtlar, tapınaklar
(köşkler) mı yükselteceksiniz ve sonsuza kadar yaşayacağınız kuruntusuyla,
sapasağlam mâlikaneler mi edineceksiniz? (Şuârâ 128-129). “Ve
dağlarda/tepelerde hep böyle ustalıkla evler yontabileceğinizi mi sanıyorsunuz?
(Şuârâ 149).
Bülent
Arınç, “İsrâfın önünü alabilseydik,
sizden vergi toplamamıza gerek kalmazdı” demişti.
İbn-i
Hâldun, yerinde tesbiti ile
toplumların çöküş ve tükenişini yöneticilerin lüks, gösteriş ve yolsuzluklara
yönelişinde olduğunu söylemektedir.
Peygamberimiz :
“İki sınıf insan var ki, onlar düzelirse bütün insanlar düzelir; onlar
bozulursa herkes bozulur; Ümerâ ve Ulemâ” der.
Celâl Topkan şöyle der:
“İyi eğitilmiş nitelikli insan-gücüne sâhip olan
ülkeler, zengin ülkeler olarak kabûl ediliyorlar. Sorunlarını bilgi temelinde
tartışan, bilgiye dayalı sorun çözen kurum, kuruluş ve ülkeler, başarılı
oluyorlar. Hızla kalkınıyor ve zenginleşiyorlar. Toplumsal ve sosyal huzura
kavuşuyorlar.
Bir iktidârın başarı ya da başarısızlığı: O iktidar
döneminde toplumsal, ekonomik ve sosyal göstergelerdeki gelişmeler, aynı
dönemde diğer ülkelerin toplumsal, ekonomik ve sosyal göstergelerindeki
gelişmelerle karşılaştırıldığında, ülkenin yeri ve sırasındaki değişim ve
gelişmelerle ölçülmektedir. Ülkenin toplumsal, ekonomik ve sosyal
göstergelerinde iyileşme olmuş ve ülke üst sıralara yükselmişse; ülke iyi
yönetilmiş, ülkeyi yöneten parti başarılı işler yapmıştır, demektir. Bu
bağlamda AKP’nin 8 yıl süren iktidârında Türkiye’nin toplumsal, ekonomik ve
sosyal göstergelerindeki gelişmelere bakıldığında:
8 yıldır ülkeyi yöneten Başbakan Erdoğan, AKP
sözcüleri ve milletvekilleri: Ülkeyi iyi yönettiklerini; Halkın aş-iş sorunu,
eğitim ve sağlık sorununu çözdüklerini; Halka daha iyi bir yaşam sunduklarını
iddia ediyorlar. İddialarını yüksek sesle dile getiriyorlar. “AKP iktidarında
Türkiye’nin ekonomisi büyümüş, Türkiye dünya’nın 17. büyük ekonomisi olmuştur”
deniyor. Beklenti, ekonomideki bu büyümenin halka yansımasıdır. Eğitim, sağlık
ve sosyal güvenlikte iyileşmeler olması; İşsizliğin ve yoksulluğun azalması;
Gelir-dağılımındaki bozukluğun ve dengesizliklerin düzelmesi; Toplumsal
cinsiyet eşitsizliğinin azalması; Toplumun yaşam-kalitesinin iyileşmiş
olmasıdır”.
Yıllara Göre Türkiye’nin
İnsânî Gelişme Düzeyi
Yıl
Araştırma yapılan ülke sayısı
Türkiye’nin sırası
1975 102 56
1980 113 64
1985 121 68
1990 136 79
1995 145 75
2001 175 96
2002 177 88
2003 177 94
2004 177 88
2005 179 94
2006 177 92
2007 177 79
2008 179 76
2009 182 79
2010 169 83
Kaynak: Human Developman Report
Tablo’da Türkiye’nin yıllara
dayalı “İnsani Gelişme Endeksi” dikkatlice incelendiğinde; AKP iktidârında
2002-2010 târihleri arasında Türkiye’nin İnsâni Gelişme Endeksinde daha
öncekine yıllara göre bir iyileşme olmamıştır.
2003, 2005, 2006 yıllarında 2002 yılına göre daha kötüleşmiştir. 2007,2008,
2009 yıllarında 2002’ye bir iyileşme olmuştur. Ancak 2010 yılında, 2002
yılındaki düzeye geri dönülmüştür.
2002 seçimlerine giderken
Recep Tayyip Erdoğan, halkın gündemini iyi okudu. 3 Y diye tanımladığı
Yolsuzluğu, Yoksulluğu ve Yasakları kaldırma sözü vererek halkın karşısına
çıktı. Ekonomik ve sosyal sorunlarının ağırlığı altında ezilen halk, Recep
Tayyip Erdoğan’ın Yolsuzluğu, Yoksulluğu ve Yasakları ortadan kaldırma sözüne
inandı. AKP’ye oy verdi. 2002 seçimlerinden 16 ay önce kurulmuş olan AKP,
seçimlerde % 34.3 oranında oy aldı. 363 milletvekili kazandı. Büyük bir parlamento
çoğunluğuyla tek-başına iktidâra geldi. 2007’de yapılan seçimlerinde % 46.7
oranında oy aldı. 341 milletvekili kazandı. Büyük bir parlamento çoğunluğuyla
ikinci defâ tek-başına iktidâra geldi.
“Türkiye büyüdü de büyüdü.
Dünyâ’nın en hızlı büyüyen ülkesi oldu. Kişi-başına düşen milli geliri 3.500
dolardan 11.000 dolara çıkardık” vs. diyorlar. Tablo şöyle:
Yıllar
|
Kişi başına düşen GSYİH (cari fiyatlarla)
|
Kişi başına düşen GSYİH (sabit fiyatlarla)
|
||
IMF
|
TÜİK
|
IMF
|
TÜİK
|
|
2002
|
-
|
3492 $
|
-
|
1099 TL
|
2003
|
-
|
4565 $
|
-
|
1143 TL
|
2004
|
5791 $
|
5775 $
|
1232 TL
|
1235 TL
|
2005
|
7040 $
|
7036 $
|
1319 TL
|
1322 TL
|
2006
|
7627 $
|
7597 $
|
1394 TL
|
1396 TL
|
2007
|
9206 $
|
9247 $
|
1442 TL
|
1443 TL
|
2008
|
10276 $
|
10444 $
|
1433 TL
|
1434 TL
|
2009
|
8527 $
|
8561 $
|
1346 TL
|
1347 TL
|
2010
|
10020 $
|
10003 $
|
1450 TL
|
1448 TL
|
2011
|
10476 $
|
10428 $
|
1557 TL
|
1552 TL
|
2012
|
10523 $
|
10459 $
|
1571 TL
|
1565 TL
|
2013
|
10815 $
|
10782 $
|
1604 TL
|
1609 TL
|
2014
|
9920 $
|
-
|
1623 TL
|
-
|
Peki bu nasıl bir ekonomik
büyümedir ki, işsizliğin azalmasına bir katkı sağlamıyor. Aksine işsizlik
artıyor. Bu nasıl bir ekonomik büyümedir ki, İnsânî gelişmeye bir katkı
sağlamıyor. Bu nasıl bir ekonomik büyümedir ki, yolsuzluğun ve yoksulluğun azalmasına
bir katkı sağlamıyor. Soru şudur: peki büyüyen ekonomi nereye
harcanmıştır? Kimin ya da kimlerin
cebine akmıştır?
Kalkınma Bakanı Cevdet
Yılmaz, toplam sigortalı sayısının 12 milyon 253 bin 137 kişi olduğunu, bunun 5
milyon 659 bin 607 kişisinin asgarî ücretli olduğunu belirterek, "böylece
asgarî ücretlilerin toplam sigortalıların yüzde 46,19'unu oluşturmaktadır"
dedi. 6 milyon asgarî ücretli; 11 milyon emeklinin de 8 milyonu asgarî ücret
ekmelisi, toplam 14 milyon kişi ki bunlar 3-4 kişilik âileleriyle berâber 50-55
milyon kişi yapar ki bu 55 milyon kişi, temel ihtiyaçları bile karşılaması
mümkün olmayan 1.000 TL ile geçiniyorlar. Âileleri ile birlikte yaklaşık 10
milyon işsizi de buna eklersek 65 milyon kişi buluyor rakam. 65 milyon
insanının, temel ihtiyaçları bile karşılayamayan bir para ile geçinmek zorunda
olduğu bir ülkenin “iyi” bir durumda olduğunu söylemek dangalaklıktır. Büyüyen
ekonomi ise zâten keyfi gıcırında olan “mutlu azınlık”a akıyor.
Türkiye aslında 2007’den
sonra pek büyümedi. Değişen şeyler ve yenilikler Dünyâ’nın değişmesi ile
berâber değişen şeylerdir. Dünyâ değiştiği için Türkiye de değişti ve bu büyüme
gibi geldi insanlara. Büyümeden halk faydalanamadı/faydalanamıyor. Zâten zengin
olanlar faydalanıyor ve servetlerini kat-kat arttırıyorlar. İşte tablo:
2004-201Târihleri Arasında
Dolar Milyarderi ayısındaki Gelişme
Yıl Dolar
milyarderi sayısı Artış oranı (%)
2004 6
2005 8 33.3
2006 21 136.5
2007 26 23.8
2008 35 34.6
2009 13 -169.2
2010 28 92.3
2004-2010 arasındaki artış 272.7
Kaynak: Bankacılık Düzenleme ve
Denetleme Kurumu (BDKK)
Tablo-6’da görüldüğü gibi,
AKP’nin iktidarının 2 yılında 2004’de Türk dolar milyarderi sayısı 6 iken;
2005’de 8’e,
2006’da 21’e
2007’de 26’ya,
2008’de 35’e çıkmıştır.
2009’da yaşanan ekonomik
krizin etkisiyle 13’e inen Dolar Milyarderi sayısı, 2010 yılında 28’e çıkmıştı.
1-Eylül 2005’de bankalarda 1
milyon TL’nin üstünde hesâbı bulanan mûdi sayısı, 11.784 kişidir. Eylül 2010’de
bankalarda 1 milyon TL’nin üstünde hesâbı bulanan mûdi sayısı, 31.591 kişiye
çıkmıştır. 5 yılda bankalarda 1 milyon TL’nin üstünde hesâbı bulanan mûdi
sayısı 12.539 kişi artmıştır. 5 yılda % 107’lik bir artış olmuştur.
AKP iktidarında yoksulluk ve
işsizlik artarken, toplumsal cinsiyet eşitsizliği durum daha kötüleşirken, hem
zengin sayısı hızla artmış hem de zenginleşenlerin mevduatları (bankadaki
paraları) artmıştır.
AKP’nin 2002-2015 arasındaki
görece büyüme topluma yansımamıştır. “Zâten büyüyen zenginlerin” ekonomisini
katlayarak büyütmekten ve yeni zenginler yaratmaktan başka bir “büyüme” söz-konusu
değildir.
Bir de, AKP’nin 2002’den bu-yana ekonomide görece iyiye doğru
gittiğinin söylenmesi ve verilerin görece “iyi” çıkmasının nedeni, Türkiye’nin
yaşadığı 2002’ye kadarki krizden kaynaklanıyor. 2002’ye kadarki aşırı
bozulmanın olduğu dönemdeki veriler baz alınarak yapılan ölçümlere göre değerlendirme
yapılıyor. Kriz ortamına göre yapılıyor değerlendirme. Kriz dönemine göre değil
de, normâl döneme göre yapılan değerlendirmelerde sonuç pek de iyi
gözükmeyecektir. Meselâ millî borcun 2001-2002 yılına göre %70’lerden %30’lara
gerilediğini söylüyorlar, fakat dediğimiz gibi; baz alınan yıl 2001-2002
yılıdır ve 2001 yılı krizin zirve yaptığı yıllardır. Fakat daha önceki yıllara
göre bir değerlendirme yapılsa; meselâ Refah Partisi’nin de iktidarda olduğu
yıllara bakılsa, değişen bir şeyin olmadığı, hattâ millî borcun millî gelire
oranla o zamana kıyasla daha kötü olduğu görülür:
Yıllar
|
Toplam
borç (milyon TL)
|
İç
borç / GSYİH (%)
|
Dış
borç / GSYİH (%)
|
Toplam
borç / GSYİH (%)
|
1990
|
133
|
14,5
|
19,4
|
33,9
|
1991
|
236
|
15,5
|
22,0
|
37,5
|
1992
|
437
|
17,8
|
22,2
|
40,0
|
1993
|
812
|
18,0
|
22,9
|
41,0
|
1994
|
2083
|
20,7
|
33,2
|
53,8
|
1995
|
3430
|
17,5
|
26,7
|
44,2
|
1996
|
6641
|
21,3
|
23,6
|
45,0
|
1997
|
12756
|
21,8
|
22,4
|
44,2
|
1998
|
21759
|
16,5
|
14,5
|
31,0
|
1999
|
41626
|
21,9
|
17,9
|
39,8
|
2000
|
63636
|
21,9
|
16,3
|
38,2
|
2001
|
177911
|
50,9
|
23,2
|
74,1
|
2002
|
242665
|
42,8
|
26,5
|
69,2
|
2003
|
282808
|
42,7
|
19,4
|
62,2
|
2004
|
316529
|
40,2
|
16,5
|
56,6
|
2005
|
331520
|
37,7
|
13,4
|
51,1
|
2006
|
345050
|
33,2
|
12,3
|
45,5
|
2007
|
333485
|
30,3
|
9,3
|
39,6
|
2008
|
380321
|
28,9
|
11,1
|
40,0
|
2009
|
441508
|
34,6
|
11,7
|
46,3
|
2010
|
473561
|
32,1
|
11,0
|
43,1
|
2011
|
518350
|
28,4
|
11,5
|
39,9
|
2012
|
532199
|
27,3
|
10,3
|
37,6
|
2013
|
585837
|
25,8
|
11,7
|
37,5
|
BDPS (Borca Dayalı Para
Sistemi) ve KRS’ye (Kısmî Rezerv Sistemi) göre oluşan bir sûni büyüme var.
Üretime dayalı değil, tüketime dayalı bir “sözde büyüme” var yâni. Ali Babacan:
Sâdece iç tüketim yoluyla büyümenin sürdürülebilir büyüme getirmediğini ve
ihrâcata dayalı bir büyümenin zorunlu olduğunu söyler:
“Ne kadar üretiyorsak, ne kadar ihraç ediyorsak ancak
onunla orantılı bir tüketimi hak ediyoruz. Hak ettiğimizin üzerinde bir tüketim
ve bunun getirdiği sûni refah kalıcı olmaz. Özellikle Dünyâ’da likiditenin
pahalanacağı bir dönemde iç tüketime dayanan bir büyüme modeli Türkiye’nin
ancak ve ancak câri açığını artırır. O câri açığın finansmanının da daha zor
olacağı bir döneme girerken, Allah korusun ülkemizi farklı risklerle
karşı-karşıya bırakabilir” der.
Mete Gündoğan:
“BDPS/KRS'yi bilmeyen milletim
Türkiye'nin ekonomisi büyüdü diye sevinir. Bu kadar büyüyoruz da bunun etkisi
neden halka yansımıyor?” der.
AKP’lilerde kibirli,
terbiyesiz bir duruş-davranış ve ölçüsüz bir konuşma-giyinme şekilleri oluştu. AKP
hem kendisi şımardı, hem de kendi tarafında olanları şımarttı. Öyle ki
anlaşılmaz ve mîde bulandırıcı bir büyüklenme ile karşı-karşıyayız. Bu durumun
sonu Allah’ın süre-gelen yasası ile bellidir: “Bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, oranın varlık ve güç-sâhibi
önde gelenlerine emrederiz, böylelikle onda bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun
üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz” (İsrâ 16).
“Böylece biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hîleli-
düzenler kursunlar diye- oranın suçlu-günahkârları kıldık. Oysa onlar, hîleli-düzeni
ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna varmazlar” (En-âm 123).
AKP iç-siyâseti ve dış-siyâseti
insanları bir-birlerine düşman etti. “Komşularla sıfır sorun” dedi, tümüyle
sorunlu hâle geldik. Görüldüğü gibi; AKP büyük bir balondur. Hava kaçırmaya da
başlamıştır. Bu zâten kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü adâlet yoktur.
Dünyâ/Türkiye, iyi yapılmış reklâmlarla değil, adâletle ayakta durur.
Ülkemiz %68 okullaşma oranı
ile Dünyâ’da 177 ülke içinde 110. sırada yer alabilmektedir. Ülkemiz eğitime
ayırdığı %3.6 pay ile 109 ülke içinde eğitime en az pay ayıran 5. ülke
konumundadır. Türkiye’de iyi eğitim görmüş nitelikli insanların %59’u başka ülkelere
beyin-göçü yapmaktadır.
Türkiye Dünyâ’da beyin göçü
yapan 5. ülke. O kadar gelişen ve bilgiye/niteliğe değer veren bir ülke olsaydı
bunun tersi olurdu. Kendisi batıya hayranlık derecesinde âşık olduğu için,
vatandaş da buna uyup batı ülkelerine kaçıyor. Beyin-göçünün nedenleri bir
kaynakta şu şekilde sıralanıyor:
Beyin göçünün nedenleri 6 grupta toplanabilir:
1-Ekonomik Nedenler
Düşük ücret politikası varlığı,
Vergi oranlarının yüksek olması,
Ekonomik istikrarsızlık varlığı,
Gelecek endişesi olması.
2-Politik/Siyasal Nedenler
Etnik köken farklılığı/ayrılığı oluşumu,
Siyasal istikrarsızlık oluşumu,
Siyasetin/Kayırmacılığın iş hayatına girip, onu kontrol etmesi.
3-Bilim ve Teknoloji Politikalarındaki Yanlışlıklar
Ar-Ge’ye önem vermeme,
Bilim ve teknolojiye değer vermeme,
Fikir üretiminin ve buluşun para etmemesi ve desteklenmemesi,
Ar-Ge alt yapı ve teşvik eksikliği,
Ar-Ge yatırım yardımı ve vergi indirimi azlığı,
4-Eğitim Sistemindeki Çarpıklıklar
Kişi başına (142 $) en az eğitim harcaması yapan 5. ülke olmamız,
Eğitim harcamasında 109 ülke içinde 105. sırada yer almamız,
Ulusal gelirden eğitime ayrılan pay Dünya ortalaması %5.2 iken
bizde %2.2 olması,
Kalıcı milli eğitim politikası yokluğu,
Eğitimde fırsat eşitsizliği oluşu.
5-İşsizlik
Üniversite mezunlarının %70’inin meslekleriyle ilgisiz işlerde
çalışması,
En fazla işsizliğin Üniversite mezunları arasında olması,
İş bulamama.
6-Yabancı Dilde Eğitim ve Teknolojideki Gelişmeler
Yabancı dilde eğitim beyin göçünde katalizör görevi görmesi,
Yabancı dilde eğitim batıya bedavaya (hibe) insan kaynağı üretmeye
yardımcı olması,
İletişim olanaklarının (bilgisayar, internet, fax, cep telefonu
vs) sağladığı kolaylıklar.
Yine AKP döneminde “özelleştirme”
haddini aşmıştır. AKP döneminde Türkiye’nin 50 milyar dolarlık en değerli ve
yaşamsal iktisâdi kurumları piyasaya (ve yabancılara) satılmıştır. Bunların bir
bölümünü “yabancı kamu kuruluşları” aldılar.
Bir de istatistiğe
vurulamayacak olan bir-şeyi söyleyelim ki bu daha çok gariban tarafından
hissedilen bir şeydir: “Bereket belirgin bir şekilde azaldı!”.
İşsiz sayısı 3
milyon 250 bin kişi. Fakat bu, işçi bulma kurumuna baş-vuranların sayısıdır.
Baş-vurmayanlar ve pazarcı, işportacı, simitçi vs. bunlar işsiz sayısına dâhil
değildir. Bunlar sigortasızdırlar. Bunlarla berâber sayı 5 milyonu aşıyor.
Âilelerini, çoluk-çocuklarını da sayıya dâhil ettiğimizde 10 milyonluk bir
rakama ulaşılabilir.
Son 24 yılın en düşük
işsizliği 1996, 1997 ve 2000 yıllarında, en yüksek işsizlik yüzde 14 ile 2009
yılında yaşandı Son 24 yılın (TÜİK verilerinde 1988-2011 dönemi var) en düşük
işsizliği, yüzde 6,6 ile 1996, yüzde 6,8 ile 1997, yüzde 6,9 ile 1998 ve yüzde
6,5 ile 2000 yıllarında yaşandı. En yüksek işsizlik ise yüzde 14 ile 2009
yılında görüldü. 1988-2001 döneminde yüzde 6,5 (2000 yılı) ile yüzde 8,9 (1993
yılı) arasında değişen işsizlik oranları, 2002-2010 döneminde çift hâneli
rakamlara çıktı. 2002’de yüzde 10,3, 2003’de yüzde 10,5, 2004’de yüzde 10,8,
2005’de yüzde 10,6, 2006’da yüzde 10,2, 2007’de yüzde 10,3, 2008’de yüzde 11,
2009’da yüzde 14, 2010’da yüzde 11,9 işsizlik görüldü.
1988 yılında işsiz sayısı
1,6 milyonken, 1989’da 1,7 milyona yükseldi. 1990 yılında yeniden 1,6 milyona
inen işsiz sayısı 1991’de 1,7, 1992’de 1,8, 1993’de 1,8, 1994’de 1,9 milyona
çıktı. 1995 yılında 1,7 milyona inen işsiz sayısı 1996’da 1,5 milyona kadar
geriledi. 1997’de 1,55, 1998’de 1,6, 1999’da 1,8 milyonu aştı. 2000 yılında 1
milyon 497 binle 1,5 milyonun altına gerileyen işsiz sayısı, 2001 yılında 2
milyona dayandı.
2002-2007 döneminde 2,3-2,5
milyon arasında seyretti, 2008’de 2,6 milyonu geçti, 2009’da 3,5 milyon
yaklaşarak rekor kırdı. 2010 yılında 3 milyon 46 bin olan işsiz sayısı geçen
yıl 2 milyon 615 bine indi.
TÜİK verilerine göre, 15 yaş
ve üstü nüfusta 1988-2011 döneminde yıllar îtibârıyla iş-gücü ve işsiz sayıları
ile işsizlik oranı şöyle:
Yıl (Bin
Kişi) (Bin Kişi) (Yüzde)
1988 19.391 1.637 8,4
1989 19.930 1.709 8,6
1990 20.150 1.611 8,0
1991 21.010 1.722 8,2
1992 21.264 1.805 8,5
1993 20.314 1.814 8,9
1994 21.876 1.870 8,5
1995 22.286 1.700 7,6
1996 22.697 1.502 6,6
1997 22.755 1.551 6,8
1998 23.385 1.606 6,9
1999 23.878 1.829 7,7
2000 23.078 1.497 6,5
2001 23.491 1.967 8,4
2002 23.818 2.464 10,3
2003 23.818 2.493 10,5
2004 22.016 2.385 10,8
2005 22.454 2.388 10,6
2006 22.751 2.328 10,2
2007 23.114 2.377 10,3
2008 23.805 2.611 11,0
2009 24.748 3.471 14,0
2010 25.641 3.046 11,9
2011 26.725 2.615 9,8
Ülkemizde fakirliğin bir
belirtisi olan yeşil kartlı sayısı da 13.7 milyonu geçmiştir.
Bir yazıda AKP’nin 12 yıllık bilançosu (kazığı) şu şekilde
belirtilir:
“İlk AKP Hükûmeti 18 Kasım 2002’de kuruldu ve AKP iktidârı ile 12
yıla yakın bir zaman geçti. “AKP, 12 yılda Türk ekonomisine 12 büyük kazık
attı”.
18
Kasım 2002 târihinde bir dolar, 1.5852 TL idi. 18 Temmuz 2014 îtibâriyle dolar,
2.1266 TL oldu. (2015 Temmuz’da 3.50 TL) Dolar TL karşısında, “yüzde 34.1”
değer kazandı.
2002
sonunda câri açık, 0.6 milyar dolardı. 2013 sonunda ise 65 milyar dolar oldu.
Câri açık 2014 yılında 5 aylık 19.9, yıllık bazda da 52,6 milyar dolar oldu.
Türkiye, 2003 yılı ile 2014 Mayıs sonuna kadar yaklaşık “419.2 milyar dolar
câri açık” verdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923 yılından 2002 yılına
kadar geçen 80 yılda toplam 57 milyar dolar câri açık verildi!.. Yâni AKP
dönemi câri açığı 80 yıllık dönemdeki açığın, yüzde 730’u kadar arttı!..
Cumhuriyet
târihinin en fazla dış-ticâret açığı AKP döneminde verildi. AKP döneminde
verilen dış-ticâret açığı toplamı “718.5 milyar dolar”. AKP öncesi 80 yıllık
Cumhuriyet dönemi dış-ticâret açığı ise 247 milyar dolardı!.. 2002 sonunda
ihrâcatın ithâlâtı karşılama oranı “yüzde 70.2” iken, 2013 sonunda “yüzde
60.3’e düştü”.
AKP, özelleştirme adı altında ülkenin gözbebeği kârlı işletmelerini
yok pahasına sattı, AKP iktidârında, yaklaşık “52 milyar TL özelleştirme”
yapıldı.
Brüt
iç borç 2002 sonunda “155.2 milyar TL” iken, 2014 Mayıs sonunda “412.4 milyar
TL” oldu. 2002 yıl sonu îtibâriyle Türkiye’nin brüt dış borcu 129.6 milyar
dolardı. 2014 Mayıs sonu îtibâriyle ise brüt dış borç, “386.8 milyar dolar”
oldu.
Dış borçta en fazla artış ise özel sektörde yaşandı. 2002 yılında
“43 milyar dolar” olan özel sektör dış borcu, 2014 Mayıs sonunda “265 milyar
dolara” çıktı.
Buna göre toplam iç ve dış borç 2002’de 222 milyar dolar iken
2014’de 581 milyar dolara tırmandı.
AKP döneminde toplanan vergilere ve özelleştirme gelirlerine
rağmen, hem borçlar arttı, hem de 12 yılda toplam “273 milyar TL’den fazla
bütçe açığı” verildi.
1988-2002
döneminde işsizlik yıllık ortalama “yüzde 8” olarak gerçekleşti. İşsizlik
sadece 2002’de yüzde 10’u aştı ve “yüzde 10.3” oldu. AKP iktidârında ise
işsizlik ortalama “yüzde 10.7” oldu. AKP döneminde işsizliğin çift haneyi, yâni
yüzde 10’un üzerini gördüğü yıl sayısı 9.
2002 sonunda vatandaşın “6.4 milyar TL bireysel kredi ve kredi
kartı borcu” vardı. 2013 sonunda ise vatandaşın “bireysel kredi ve kredi kartı
borcu 316 milyar TL’yi aştı”.
Basit usule tabi esnaf ve sanatkâr sayısı 12 yıl öncesine göre,
yüzde 10 azaldı. Gerçek usule tâbi gelir vergisi mükellefleri, 12 yıl öncesine
kıyasla yüzde 0.5 azaldı.
KDV mükellefi sayısı yüzde 18 azaldı.
Buna karşılık, 12 yıl öncesine göre kirâ geliri elde eden
mükellef sayısı yüzde 327 arttı. Fâiz, repo, eurobond vs. geliri elde
edenlerin sayısında patlama yaşandı.
2002’de “karşılıksız çek tutarı” 2.2 milyar TL idi, 2013 sonunda
14 milyar TL oldu.
2002’de “protestolu senet tutarı” 816 milyon TL idi, 2013 sonunda
7.5 milyar TL oldu.
2002’de “icrâdaki dosya sayısı” 10 milyondu, 2014’de 19 milyon
oldu.
2002
sonunda benzinin litresi 1.66 TL, motorinin litresi 1.23 TL idi. Şimdilerde ise
benzinin litresi 5.13, motorinin litresi de 4.45 TL oldu. Bu durumun en önemli
nedeni, “dünyâ rekoru vergiler”…
2002’de
borsada yabancı payı “yüzde 37” idi, 2014’te “yüzde 68” oldu. 2002’de sigorta
sektöründe yabancı payı “yüzde 20” idi, 2014’de “yüzde 60” oldu. 2002’de
bankacılıkta yabancı payı “yüzde 3’tü”, 2014’de “yüzde 62” oldu. İşte size 12
yılda AKP’nin ekonomiye 12 kazığı!..
AKP muhâlefette kalsa ve Erdoğan
genel başkan olmuş olsa ve bu istatistikleri bire-bir söylese, inanmayan AKP’li
kalmaz.
Yanlış ve uydurma
istatistikleri ise Ockham'lı William’ın usturasıyla tıraş etmek lâzım.
“Ey
îman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin.
Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki
onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı, Peygamberi ve sizi
yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için
çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösteriyorsunuz? Oysa ben sizin gizlediğinizi
de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış
olur” (Mümtehine 1).
AKP, yüzünü müslümanlardan/doğudan batıya
çevirmiş ve gayr-ı müslimlerle iş tutmaya başlamıştır. Ki bu durum
müslümanların zorluklarının devâm etmesine neden oluyor. Bu durum âyetin de
söylediği gibi, kabûl edilmesi mümkün olmayan bir durumdur.
AKP yüzünü; bir-çok şeyi
paylaşabileceği ve anlaşma yolları bulabileceği müslümanların yaşadığı
“doğu”dan çevirip, mü’minlere düşman olan “batı” toplumlarına çevirmiştir.
Hâlbuki böyle yapmak Kur’ân’da yasaklanmıştır: “Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri veliler/dostlar
edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah'tan hiç-bir şey (yardım) yoktur. Ancak
onlardan korunma gâyesiyle sakınma(nız) başka. Allah, sizi kendisinden
sakındırır. Varış Allah'adır” (Âl-i İmran 28).
“Onlar, mü'minleri bırakıp kâfirleri dostlar
(veliler) edinirler. Kuvvet ve onuru (izzeti) onların yanında mı arıyorlar?
Şüphesiz, bütün kuvvet ve onur, Allah'ındır” (Nîsâ 139).
“Ey îman edenler, mü'minleri bırakıp kâfirleri
veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık olan kesin bir
delil vermek ister misiniz?” (Nîsâ 144).
“Ey îman edenler, eğer kendilerine kitap
verilenlerden her-hangi bir gruba (veya bir gruba) boyun eğecek olursanız, sizi
îmânınızdan sonra tekrar küfre döndürürler” (Âl-i İmran 100).
“Ey îman edenler, sizden olmayanları sırdaş
edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışırlar, size zorlu bir
sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa
vurmuştur, sînelerinin gizli tuttukları ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi
açıkladık; belki akıl erdirirsiniz. Sizler, işte böylesiniz; onları seversiniz,
oysa onlar sizi sevmezler. Siz Kitabın tümüne inanırsınız, onlar sizinle
karşılaştıklarında 'inandık' derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, size
olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak-uçlarını ısırırlar. De ki: Kin ve
öfkenizle ölün. Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. Size
bir iyilik dokununca tasalanırlar, size bir kötülük isâbet ettiğindeyse buna
sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların hîleli düzenleri size
hiç-bir zarar veremez. Şüphesiz, Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır” (Âl-i İmran 118-120).
“Ey îman edenler, yahudi ve hristiyanları dostlar
(veliler) edinmeyin; onlar bir-birlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost
edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler-topluluğuna hidâyet
vermez” (Mâide 51). “Eğer Allah'a, peygambere ve ona indirilene
îman etselerdi, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fâsık
olanlardır” (Mâide 81).
“Allah'a ve âhiret gününe îman eden hiç-bir kavim
(topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi
(ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister
kardeşleri, isterse kendi aşîretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir
ki, (Allah) kâlplerine îmânı yazmış ve onları kendinden bir rûh ile
desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orada
süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan râzı olmuş, onlar da O'ndan râzı
olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın
fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta
kendileridir” (Mücâdile 22).
Müslümanlar tutturmuşlar:
“önceki kötü zamâna göre iyi değil mi?” terânesine. Mü’minler mevcut durumu
dîni hiç hesâba katmadan önceki yönetime/iktidâra/zamâna göre değil, İslâm’ın
en parlak zamânına göre değerlendirmelidirler. Ne yâni; şimdiki durum İslâm’ın
en parlak zamânından daha mı iyi ki? Gerçi bu sarhoşlukla ona da “tabî ki de
iyi” diyenler de çıkar. AKP’nin hemen öncesine göre bâzı şeylerde iyileşme
olmuştur fakat müslümanların dînî durumlarında iyileşme değil, bozulma
olmuştur. Çünkü artık îtiraz edemez, eleştiremez duruma gelmişlerdir. Çünkü AKP
ve Tayyip Erdoğan, onların “sivri uçlarını törpülemiştir”. AKP, müslümanları
Ali Şeriati’nin deyimiyle eşekleştirmiştir (istihmar). AKP, halka ve
yandaşlarına, “ölümü göstererek sıtmaya râzı etme” politikası oynuyor ve
bağlıları da bunu yiyor ve yemeye de devâm ediyor.
Adem Çaylak:
1980 darbesinden sonra
Özal’la birlikte başlatılan küreselleşmeci neo-liberâl ve kapitâlist iktisâdi politika, MNP, MSP ve RP
geleneği ile “siyâsi İslâm’cılığın” tipik
örnekliğini veren İslâm’i kesimin çoğunluğu, mevcut hâlleri ile kendilerine geçit verilmeyen siyâsi arenada,
Özal’lı
Türkiye’nin açtığı neo-liberâl, modernleşmeci ve kapitâlist politikaların yarattığı iklimde var olmak ve yılların
getirdiği “güce susamışlık” ve
“sınıfsal açlıktan” kurtulmak adına, “muhâfazakârlıkla” zehirlenerek AK Parti kanalıyla sisteme entegre
edilmiş ve süreç içinde “devletleşen AK Parti”nin koltuklarında devlete “mûti” ve “bekçi” hâle getirilmiştir. Gasp edilen haklarını elde etmenin yanında “güç”lenmek
ve sınıfsal açlıklarını gidermek isteyen müslüman/muhâfazakârlar,
sistemin gerekleri doğrultusunda kendini dizayn eden “güçlü” ve “karizmatik”
Tayyip Erdoğan liderliğinde süreç içinde “devletleşen AK Parti” ile târihsel devlet aklı için “sakıncalı” unsur olmaktan
çıkarılmıştır” der.
Dillerine pelesenk olmuş söz
şu: “Daha öncekine göre iyi değil mi?” Daha önceki? CHP, 28 Şubat süreci mi?
Neden daha da önceye, en önceye gitmiyorsunuz? Benim/bizim ölçümüz AKP’den
bir-önceki değil. Çünkü önceki de bâtıl, sonraki de. İki bâtıldan birinin biraz
daha az-bâtıl olması onun da bâtıl olduğunu değiştirmez. Bizim ölçümüz peygamber
örnekliğidir. “Andolsun, sizin için,
Allah'ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resûlü’nde
güzel bir örnek vardır” (Ahzab 21). Peygamber zamânının, ya da Hz. Ömer zamânının
ortalamasına göre olacak ölçü. Orantı ona göre yapılacak. İşte o zaman
görülecek ki AKP, bâtılı devâm ettiren bir partidir. Bir
kapkaranlık var, bir de karanlık var. İkisi de karanlıktır. Birinin daha az
karanlık olması onun da karanlık olduğunu değiştirmez. AKP işte bu karanlığı
temsil ediyor, aydınlığı değil.
AKP, sözde yükselişini ve
uzatmalı iktidârını, “gömleği” çıkarmasına, “İslâm’ı referans olarak almak”tan
vazgeçmesine (“din” değiştirmesine) borçludur. Evet; AKP, enfüste müslüman
olmasına rağmen, âfakta İslâm-dışı ideolojilere (din) göre hareket etmektir.
Adem Çaylak şöyle der:
“Yüzyıla yakındır Kemalist rejim
tarafından baskılanan muhâlif İslâm’cı siyâsi hareket, Erbakan’ın Millî Nizam,
Millî Selâmet ve Refah Partisi gelenekleri ile İslâm’i dönüşümün iktidârı ve
devleti ele geçirmekten geçtiğine ilişkin bir yanılgı (Bu yanılgı değildir.
Devlet olmadan İslâm olacak olsaydı, bunu Peygamber yapardı H.G.) ile hareket
etmişse de, “sistem” tarafından “hadım” edilmemiş tarafları olduğu için bu
yanılgının üstesinden gelememiş ve sistem buna izin vermemiştir.
İslâm’cı siyâsi hareketin yanılgısını, sözüm ona “milli
görüş gömleğini” çıkararak ve İslâm’ı referans almaktan uzaklaştığını iddiâ
ederek yükselişe geçen ve bu “güçlü” yönüne “oy”nayan “üst aklın” projesinin
bir ürünü olarak iktidâra gelen Ak Parti “başarmıştır”. 1980’lerde Özal’ın
açtığı Batı-tipi modernitenin öncülleri ekseninde kendini var eden ve
içselleştiren Ak Parti, “hizmetkâr” şebekenin dümen suyunda yıkanarak iktidârı
ele geçirmiş ve siyâsi sistem ve devletin zihin kodları ile uyumlaştıkça
muktedirleşmiştir. Patrimonyal bürokratik devlet ve tepeden inmeci nizam
eksenli sorunlu Türk-İslâm imparatorlukları geleneğini ihyâ ve inşâ etmenin
yolunun devleti ele geçirmekten geçtiğine inanan Ak Parti ve ona destek veren İslâm’cıların
çoğunluğu, post-Kemalist bir mâhiyet ve karakterde bir tür “iktidarcı İslâm’cılık”
yaratmayı başarmıştır. İktidâr yönelimli İslâm’cılığın devleti ele geçirmesi ve
muhâfazakâr bedende sorunlu devlet rûhunun tâze kanla yenilenmesi, ahlâk,
adâlet, ilke, değer ve hakkaniyet adına büyük bedeller ödenerek
gerçekleştirilmiş bir zihniyet tutulması ve amelî savrulma yaratmıştır. Bununla
övünmek, ne uğruna ne kaybedildiği ve ne bedeller ödendiğinin farkında olmamak
anlamına gelmektedir”.
Başta AKP’li yöneticiler
olmak üzere ona oy verenler Türkiye’yi cennet gibi görüyorlar, Dünyâ’nın en iyi
düzeyde ülkesi olduğunu zannediyorlar. Hele ki “dümeni” iyi olanlar bu durumu
mutlak doğru bir din gibi kabûl ediyorlar ya da kabûl etmek istiyorlar. Öyle
işlerine geliyor çünkü. Etraflarına hiç bakmıyorlar mı bunlar? Ya da baksalar
da görmüyorlar mı? Vicdanları mı körelmiş?. Şu âyet zamânımızda onların
üzerinden tecelli etmiş: “Summun bukmun umyun fe hum
lâ yerciûn. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı
dönmezler (yönlerini değiştirmezler)”
(Bakara 18).
Kur’ân okuyup da
oy vermekten rahatsızlık duymamak da nedir? Yeminle söylüyorum: Vallâhi,
billâhi, tallâhi, Kur’ân ve demokrasi-oy vermek ve hele ki AKP’nin şu-anki tutumunun
uyuşması-uzlaşması ve yan-yana gelmesi söz-konusu bile olamaz. Bunu kabûl
etmeyenlerin Kur’ânî-İslâm’i bir dayanakları yoktur. Dayanakları hevâ ve hevesleri,
çıkarları, gereksiz ve aşırı bağlılıklarından başka bir şey değildir.
Müslümanların
yapması gereken şey AKP’ye oy vermek değildir; Nâziat 17-19’un dediğini
yapmaktır: “Firavun'a git; çünkü o, azdı. Ona de ki: Temizlenmek ister misin?.
Seni Rabbine kılavuzlayayım da gönülden ürperesin!” (Nâziat 17-19). Zîrâ “ben sizin en
yüce rabbinizim diye bağırmaya başladı. Firavun gibi; “şunlar-şunlar benim
değil mi? Şunları-şunları yapmadım mı?” diye bağırıyor. Allah’ın verdiğini
kendisine mâl ediyor. Allah’ı perdeleyerek şirke düşüyor.
“Biraz da biz
yiyelim” havasındalar. Yandaşları ve oy verenler de aynı.
Kapitâlist batı
ile dost oldukları için kapitâlizme, dolayısı ile paraya kitlendiler. Paranın
peşinden gidiyorlar. Para ile bu kadar içli-dışlı olunca da onu çok sevmeye ve
ulaşmanın yollarını aramaya başladılar ve ulaştılar da. 1999 yılında Tayip
Erdoğan şöyle demişti:
"Eğer bir gün
duyarsanız ki Tayyip Erdoğan çok zengin olmuş, bilin ki haram yemişimdir".
Tabi bunları yandaş medyayı
tâkip ederek göremezsiniz. Malcom X şöyle der:
“Dikkatli bakarsanız gazeteler yâni medya,
mazlumlardan nefret etmenizi, zâlimleri ise çok sevmenizi sağlar. Kimse sana
özgürlüğünü vermez. Kimse sana eşitliği, adâleti ve başka hiç-bir şeyi vermez.
Eğer gerçekten adamsan, bunları kendin alırsın!”.
7 Hazîran 2015 seçimleri
var. Bu seçimlerde araştırma şirketleri AKP’nin oy-oranını %45-52 arasında
gösteriyor. Benim tahminime göre oy verenlerin azalacağı ve HDP’nin barajı
aşacağı düşüncesine göre % 40 ve aşağısı olması lâzım. Aksi-takdirde HDP’nin de
barajı aşamaması neticesinde AKP % 52’lik bir oya ulaşırsa, artık bu;
Türk-milletinin
laik-seküler-kapitâlist-neoliberâlist-demokratik-muhâfazakâr-konformist-modernist
dîni kabûl etmesi, seçmesi ve benimsemiş olması anlamına gelir. Bu “bâtıl dînin”
Türkiye temsilciğini yapan AKP’ye oy vererek bu dîni kabûl etmiş demektir.
Evet, bu bir “din”dir. Müslümanlar dinlerini bırakıp bu bâtıl dîne geçmişlerse
artık söylenecek bir söz kalmamış demektir. Tâ ki acı azâbı görünceye kadar..
Ahmet
Kalkan:
“En
yıkıcı fesat, insanın saltanat ve sâhip olma uğruna sergilediği fesattır” der.
“Dedi ki:
Gerçekten hükümdarlar (krallar) bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna
uğratırlar ve halkından onur sâhibi olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte
onlar, öyle yaparlar” (Neml 34).
“İnsanlardan
öyle kimseler vardır ki; onun dünyâ-hayâtına âit sözü hoşunuza gider ve o kimse
kâlbinde olana Allah'ı şâhit tutar. Hâlbuki o, düşmanların en amansızıdır. O,
iktidâra (velayete) geldiğinde, yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesilleri
helâk etmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez" (Bakara
204-205).
Son
pişmanlığın âyeti şudur:
"İnsanlardan
kimi de vardır ki, Allah'tan başkalarını O'na denk tutar (eş koşar) onları
Allah'ı sever gibi severler. Îman edenlerin ise Allah'a olan sevgisi daha
kuvvetlidir” (Bakara165).
“Ey Rabbimiz!
Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (lîderlerimize) itaat
ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbimiz!
Onlara azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle
(rahmetinden uzaklaştır)” (Ahzab [Partiler Sûresi] 67).
Sonuç ve Hüküm
Kunut
duâsında:
"Allâhumme
inna nesteînuke ve nesteğfiruke ve nestehdîke ve nu'minu bike ve netûbu ileyke ve
netevekkelu aleyke ve nusnî aleykel-hayra kullehû neşkuruke velâ nekfuruk ve nahla'u
ve netruku men-yefcuruk"…
“Allah’ım! Senden yardım isteriz ve senden günahlarımızı
bağışlamanı isteriz, râzı olduğun şeylere hidâyet etmeni isteriz. Sana inanırız
ve sana tevbe ederiz. Sana tevekkül ederiz. Bize verdiğin bütün nîmetleri
bilerek seni hayır ile överiz. Sana şükrederiz. Hiç-bir nîmetini inkâr etmez ve
onları başkasından bilmeyiz. Nîmetlerini inkâr eden ve sana karşı geleni
bırakırız. “Hâl’ederiz”. (nahlu)” denir.
Bu duâda “ve nahlau ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz
veriyoruz. Yâni diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyân eden (fâsıklık,
fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, lîderlikten) hâl’edip al-aşağı ederiz, onu
kendi hâline terk ederiz”. Böyle söz veriyor, geceyi bu sözle kapatıyoruz.
İsyân eden, fâcirlik ve fâsıklık yapan kişileri makamlarından indirme sözü
veriyoruz da, ya milyonlarca insanı cehenneme doğru sürükleyen, onların şirke
girmesine, Allah’a isyân etmesine sebep olan ve hattâ bunu dayatan tâğutlara
karşı ne yapmamız gerektiğini düşünmek zorunda değil miyiz?
Nahlau (hâl’ederiz) derken kullandığımız “hâl” kelimesi, “ehl-i hâl’
ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan
şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” hâl’etme
denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla
ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim
namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır
takınacağımıza dâir bir ahid ve söz verme, bir siyâsi bilinçtir.
Adâlet
ve Kalkınma Partisi 13 yıllık yönetimlerinde ilk 5 yıl hâriç iyi bir yönetim
gösterememiştir. İlk 4-5 sene hadi
iyiydi ama daha sonra demokrasi, liberâlizm ve kapitâlizmin bataklarına
saplandılar ve siyâsetin kirli câzibesine kapıldılar. 2S 2Ş (servet-siyâset,
şehvet-şöhret) AKP’lileri de kuşattı. Bunun sonucunda son 8 yıllık yönetimi kötü bir yönetim oldu. Zâten yaptığı iyi
işlerin %90’ı da bu ilk beş yıllık zamanda yapılmıştır. Her liberâl-kapitâlist
partinin yapacağı gibi AKP döneminde de, zenginler daha da zenginleşirken ve
refah içinde görece mutlu bir hayat yaşarlarken; halkın geneli olan
garibanların durumu ya aynı kalarak ve yerinde sayarak gerilemiş ya da direkt
olarak biraz daha gerilemiştir. Yâni gariban halk Ak Parti’den bir fayda
görmemiştir. Memleketin hâli böyleyken, bir de kalkmışlar “biz
ıslah edicileriz” diyorlar
Başkalarına
göre “daha az kötü” olanlar “iyi” değildir. Sâdece “daha az kötü”dür. Başkaları
nasıl kötüyse, onlar da kötüdür. “Az kötü”, “iyi” demek değildir. “Az kötü”dür
sâdece. İslâm’da ehven-i şer yoktur, iyi ve kötü vardır. Azı-çoğu olmaz. Kötü
kötüdür, iyi de iyidir. AKP kötünün
iyisi yâni az-kötü değildir. Kötüdür. Kötü, kötüdür ve kötü, iyi değildir. AKP
kötülerden bir kötüdür. Daha az kötü olması onun kötü olduğunu değiştirmez. AKP, adının aksine adâletsiz bir yönetim
göstererek “Ak Parti” iken, “Ah Parti” hâline dönüşmüştür. Tiz yerinden
edile!
Bütün bu olumsuzluklar AKP’nin
şekillendirdiği ve meydana getirdiği bir yapı ve ortam içinde olmuştur, olmaktadır. Ortaya konan politika bu sonuçlara
yol açmıştır.
Ey AKP’liler!, kendinizi bir şey zannetmeyin. Sizden büyük Allah
var.
“Siz ölçüyü aşan bir kavimsiniz diye, şimdi o zikri
(öğüt ve hatırlatma dolu Kur’ân’ı) sizden (uzaklaştırıp) bir yana mı bırakalım?” (Zuhrûf 5).
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan 2015
Vallahi o hakki soyledi
YanıtlaSil