3 Şubat 2015 Salı

Kur'ân'ı Aşırı Anlama-Yorumlama Sorunu

Yapılacak işleri yapmayanlar; yapılmayacak işleri yapmaya başlarlar..



ÖNSÖZ

Milâdi 610 yılında, toplumdaki olumsuz durumlar sebebiyle ızdırap çeken Hz. Muhammed, teselliyi Nur Dağı’ndaki Hira maÄŸarasında buluyordu. Yine Hira’da olduÄŸu bir günde melek Cebrâil’in “oku” hitâbıyla, Peygamberimizin hayâtının sonuna kadar sürecek olan mücâdelesi/mücâhedesi baÅŸlıyordu.

O vakitte Mekke halkının çoÄŸu okuma-yazma bilmeyen, hattâ çoÄŸu, hayatlarında kitap bile görmeyenler insanlardı. İnsanların ilk derdi “geçim” olduÄŸu için, hayatlarını kazanç yolunda tüketiyorlardı. Kültürel etkinlikleri ise ÅŸiir ve ataların isimlerinin kayıtları ile bâzı sözleri idi. Sözel bir kültür vardı yâni. Vahiy iÅŸte böyle bir kültürel düzeydeki kiÅŸilere gelmiÅŸti. Peygamberimiz belki biraz bu nedenle görevin ağırlığını hissetmiÅŸti omuzlarında. Çünkü vahiy, bildirmekle ve dâvet ile baÅŸlıyordu. İnsanların çoÄŸu okuma-yazma bilmeyen ve çobanlıkla uÄŸraÅŸan kiÅŸiler olmasına raÄŸmen ÅŸan ve ÅŸeref için de olsa yiÄŸitlik ve cömertlikle anılan kiÅŸilerdi. Aslında bu hasletler okuma-yazma bilmekten daha önemlidir. Çünkü Peygamberimize daha çok bu kesimlerden destek geliyordu. Okuma-yazma bilenlerin çoÄŸu tedirgin ve kibirli davranıyordu. Hem zâten Kur’ân peygamberlerin kıssalarını anlatırken daha çok mücâdele/mücâhedeyi öne çıkaran hitaplarda bulunuyordu.  

İşte Peygamberimiz de kendisine inen vahiyden bunu anladığı için tüm peygamberliÄŸi boyunca Mekke’de görece pasif, Medîne’de ise aktif mücâdele/mücâhedede bulundu. Kur’ân’ın/Vahyin kâlplere hitâp eden etkisi, onun üzerinde sonsuz yorumlar/anlatımlar/araÅŸtırmalar yapılmasına gerek bırakmıyordu. Gelen vahiyler bir kere dinlenildiÄŸinde/okunduÄŸunda bile idrâk ediliyor, artık iÅŸ “uygulama”ya kalıyordu. Kur’ân ile daha yoÄŸun ilgilenen Ashab-ı Suffa örneÄŸine raÄŸmen Peygamberimizin gelen vahiyleri okumakla/bildirmekle ve bu âyetlerle ilgili uygulama metotlarını konuÅŸmaktan baÅŸka düzenli olarak derin Kur’ân dersleri yaptığı vâki deÄŸildir. Bir-tek arada-bir sahabenin ilk-defa duyduÄŸu kelimelerin anlamlarını sorması istisnaydı. Zâten zulmün ayyuka çıktığı zamanlarda derin araÅŸtırmalar yapılması çeliÅŸki olarak görülür vicdanlara.

Evet; Peygamberimiz ve ashab, bu tarz bir İslâm’i mücâdele/mücâhedede ile 23 yıl sonunda Arabistan yarım-adasında İslâm’i bir barış/selâmet yurdu kurdu. Bu durum bâzı aksamalara raÄŸmen Hz. Ali’nin vefâtına kadar sürdü. Ondan sonra baÅŸa gelenler, Kur’ân’ı aşırı yorumlama ile anlam kaybına uÄŸrattılar ve iktidarlarını sürdürdüler. Yaklaşık 100-150 yıl sonra hem maddî hem de kültürel olarak müslümanların çıtası yükselse de, içi boÅŸalmış bir idrâk ve anlayış hâkim durumdaydı. Halk kendi içinde hakîkati korumak istese de iktidar, kültürel etkinlikleri çoÄŸaltarak hem kültürel bir keÅŸmekeÅŸe sebep oluyor, hem de bu kargaÅŸayı kullanarak iktidarlarını güvenceye alıyorlardı. Bu içi boÅŸalmış (yâni eyleme dönmeyen aşırı yorumlama) kültürel etkinlik, 12. yy.ın başında iflâs etti. Artık tam bir kültürel karmaÅŸa hâli vardı. İslâm’ın Kur’ân ile bağı koparılmış ve uydurma hadis/söz/yorumlara baÄŸlanılmıştı. Kılıçların etkisinin sürdüğü 19. yy.’ın başına kadar periÅŸanlık açıkça görünmese de bu târihten sonra bu kopuÅŸ kendini acı bir ÅŸekilde göstermeye baÅŸladı ve 2. Dünyâ savaşından sonra ayyuka çıktı.  

19. yy.’ın sonlarına doÄŸru bâzı kiÅŸiler bu kötü durumun nedenini anladılar fakat baskı karşısında çok fazla bir netîce alamadılar. DiÄŸer bâzı İslâm’i hareketlerin gayretleri de gerek karşılarındaki güç, gerekse de iç-destekten yoksunluktan ve bâzı hatâlardan dolayı netîceye ulaÅŸamadı. Bundan sonra artık müslümanlar ÅŸu karâra vardılar: “Biz sistemli kültürel etkinlikler yapmadığımız için bu kötü durumlara düştük. Bunu düzeltmek için sistematik kültürel çalışmalar/dersler yapmak lâzım”. Ve sürekli okumalar/yazmalar/sohbetler vs. yapıldı. Bir-zaman sonra Kur’ân-merkezli okumaların yapılması gerektiÄŸi doÄŸru olarak anlaşıldı. Bu bir silkiniÅŸ dönemi olabilirdi ama çeÅŸitli nedenlerle ve baskılarla bu silkiniÅŸ gerçekleÅŸemedi. Bunun sonucunda Kur’ân daha çok okunmaya, okunduktan sonra tekrar okunmaya, sonra yorumlanmaya, te’vil edilmeye, tefsir edilmeye, meâllendirilmeye, kavramlarının ayrıştırılmasına ve araÅŸtırılmasına vs. baÅŸlandı. Kur’ân tâbir-i câizse didik-didik edildi. Fakat bir-türlü eyleme/harekete dönmüyordu. Kamusal alanda, sosyal hayatta kendini göstermiyordu. Kur’ân profesörleri çoÄŸaldıkça çoÄŸalıyor, Kur’ân konusunda bilgilenme, uzmanlaÅŸma “pik” yaparak en üst dereceye yükseliyor ama deÄŸiÅŸen bir ÅŸey olmuyor, mazlûmiyet bitmiyordu. Müslümanların hâl-i pür melâli devâm ediyordu. Bu süreç deÄŸiÅŸmediÄŸi için artık müslümanların ışığı sönmeye baÅŸlamıştı. Artık âlim denilen kiÅŸiler bile kolayca tâvizler verebiliyor, iktidardan yana yorumlar yapabiliyor ve İslâm’ın düşman olduÄŸu sistemleri yüceltebiliyorlardı. Tüm bu etkinliklerin baÅŸta mazlumlar olmak üzere müslümanlara bir faydası olmadı. Åžeytan “saÄŸdan” yaklaÅŸmış ve yine müslümanları Allah ile aldatmıştı.

Evet; müslümanların başına ne geldiyse hep hayattan kopunca gelmiÅŸtir. En büyük kopuÅŸ hayattan kopmaktır. İşin ilginç yanı, hayâtın tam ortasına inadına-inadına yönlendiren Kur’ân ile yapılmıştı bu hayattan koparılma. Aşırı yorumlama ile yapılmıştı. Kur’ân ısrarla hayâtın içini adres gösterirken, sözde âlimler ise aşırı yorumların yapıldığı dernekleri/vakıfları/zâviyeleri gösteriyordu.

İşte bu kitap bu sorunu gündeme getirmeyi, sonra da doÄŸru okumalar/eylemler yaparak bir bilincin oluÅŸmasını ve hayâtın her alanında İslâm’ın hâkim olmasını isteyecek, hedefleyecek ve bunun gerçekleÅŸmesi için gayret edecek bir toplumun ortaya çıkmasını hedeflemektedir.

Hârûn Görmüş


OKUMAK ANLAMAKTIR

Vahiy, gerçekliÄŸi “anında” gözler-önüne serer.

“Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir alâk'tan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sâhibidir” (Alâk 1-3).

“Sana Rabbinin kitabından vahyedileni oku. O'nun sözlerini deÄŸiÅŸtirici yoktur ve O'nun dışında kesin olarak bir sığınacak (makam) bulamazsın” (Kehf 27).

“Yâhut buna biraz ekle. Ve Kur’ân'ı ağır-ağır, düşüne-düşüne oku” (Müzzemmil 4).

Görüldüğü gibi Kur’ân, “oku” dedikten sonra bir de “anla” demiyor. Yâni “oku ve anla” demiyor. “Oku” ve “üzerinde düşün”, “anlat”, “açıkla” diyor. Çünkü Kur’ân, “oku”duktan sonra zâten anlaşılan da bir kitaptır.  

Peygamberimiz ve sahabeler ilk iki-üç yıllık bir Kur’ân okuma çalışmasından sonra, hayâta dönerek; eleÅŸtiriler/tebliÄŸler/dâvetler yaparak sözlü; mazlumu kayırma/köleleri özgürleÅŸtirme/yardımlar vs. gibi etkinliklerle de fiîli hareketlere/çalışmalara baÅŸlamışlardır. Hiçbir zaman: “hele bir Kur’ân’ın iniÅŸi tamamlansın; hele bir Kur’ân’ın tamamını tam-anlamıyla anlayalım; hele onun bir meâlini/tefsirini/te’vilini yapalım; kavramlarını ayıralım; semantiÄŸe vuralım; hermönetiÄŸini yapalım; çeÅŸitli ders-halkaları kurarak onu topluma yayalım; çeÅŸitli İslâm’i etkinlikler yapalım da, daha sonra eleÅŸtiriye dönüp zulümlerle/adâletsizliklerle/eÅŸitsizliklerle vs. uÄŸraşırız” gibi bir düşünceye kapılmadılar ve böyle bir yola gitmediler. (Kur’ân üzerinde denklem çözme çalışmaları bile yapılıyor). Åžunu unutmamalıyız: zihindeki mükemmellik dış-dünyâda hiçbir zaman karşılığını tam olarak bulamaz. “İlk önce zihni inşâ edelim” düşüncesi kemâle eremez. Kemâlin zirvesi kendini eyleme döndüğünde gösterir.

EÄŸer Peygamberimiz ve sahabe, Erkam’ın evinde; inen âyetlerin meâl-tefsirini yapıp, kavramlarını inceleyip, önceki vahiyleri ve peygamberlerin hayatlarını araÅŸtırıp inceleme konusu yapsalardı ve İslâm’ı sâdece bu ÅŸekilde anlayıp yürütselerdi, Mekke müşrikleri onlara hiç-bir ÅŸey demezdi. Fakat peygamberimiz, halkı yönetenlerle, daha doÄŸrusu halka zulmedenlerle uÄŸraÅŸmaya baÅŸladı. Onların üzerine gitti ve düzenlerine laf etti. O ÅŸerefsiz düzene karşı hak düzenden bahsetti ve bu konuda en ufak bir tâviz bile vermedi. Müşrikler bu yüzden peygamberimizi ve sahabeleri karşılarına aldılar ve çatışma baÅŸladı. Bu nedenle derin ilmî çalışmalar, İslâm’ın “en azından baÅŸlangıç evresinde” uÄŸraşılacak konular deÄŸildir. Zâlimlerle, “sömürgen”lerle uÄŸraşılmalı ki peygamberliÄŸin örnekliÄŸi (sünnet) diriltilsin. Hüseyin Alan bu konuda ÅŸunları söyler:

“Sabahtan akÅŸama kadar Kur’ân tefsiri yapıp duranlara, âyetlerin anlamı şöyleydi-böyleydi diye metin tahlili yapanlara, lehte veyâ aleyhte hadis konuÅŸarak popülizm yapıp duranlara, “ne diyor bunlar, ne demek istiyor bu adamlar, hangi peygambere benziyor bu adamlar” diye sormalı ve onlara bu gözle bakmalısınız.

Hz. Muhammed’in Mekke’sinde ruhban sınıfı yoktu. Allah’ın son elçisine ve kuluna bir ikrâmıydı bu. Böylece Muhammed (s.a.v), din tartışmasıyla uÄŸraÅŸmak yerine doÄŸrudan KureyÅŸ’in ileri gelenleri, hırsız zenginleri ve alçak soylularıyla uÄŸraÅŸtı. Çünkü Allah’a karşı gelenler bunlardı. Allah’a, “sen bizim dünyâ-iÅŸimize, ticâretimize, siyâsetimize, putlarımıza ne karışıyorsun” diyenler bunlardı. Ahâliyi yönlendirenler, baskı altında tutup Muhammed’e (s.a.v) düşman edenler de bunlardı.

Muhammed’in (s.a.v) haklı olduÄŸunu ve doÄŸru söylediÄŸini kabûl ettikleri hâlde diÄŸerlerinin etkisiyle ona düşmanlık ederek karşı safları güçlendiren çoÄŸunluÄŸu, Allah, -tevbe edip dönmedikleri takdirde- cehennem ateÅŸiyle uyardı. Kur’ân’da, cehennemde, “Yâ Rabbi, bizleri saptıran kavmimizin ileri gelenleri bunlardı” diye sızlananları örnekleyen âyetler bunlara yönelikti. Bu çoÄŸunluk, dünyâ-hayâtında sâhibine göre kiÅŸneyen at misâlidir.

İslâm’dan bahsetmek, hak dîni insanlara duyurmak, kulluk sorumluluÄŸunu örnekleyerek ifâ etmek isteyenler halkla uÄŸraÅŸmaz, onunla didiÅŸmezler. Bunun yerine onların kime inandıklarıyla, hangi yolda olduklarıyla, kimlerin peÅŸinden gittikleriyle ilgilenirler ve onlarla uÄŸraşırlar. “Halka gideceÄŸim, halkla birlik olacağım, onları örgütleyeceÄŸim” gibi popülist safsatalar, bu sebeple önemsizdir. Bunun yerine devletlûyla, iktidar-sâhipleriyle, emretme yetkisine sâhip bürokrasiyle, haksızca biriktiren zengin ve ruhban sınıfıyla uÄŸraşıyı esas alırlar. Hakîkati, onlara karşı haykırırlar. Çünkü hem halkı uyuÅŸturan hem de Allah’a karşı çıkanlar bunlardır.

Sahih dinden yana olduÄŸunu söyleyenler bu-günün Türkiye’sinde bu yalın gerçeÄŸi haykırmıyorlarsa, iktidar-sâhiplerini, soygun düzeniyle servet biriktirenleri, bürokrasiyi, ilâhiyatları, diyâneti vs. konuÅŸamıyorlarsa, onlar da aldatanlardandır”.

Ali Åžeriati:

“Yalnızca inkılapçı bir teÅŸkilâtın aracılığıyla ya da en azından yardımıyla hâkim olan tezgahı ortadan kaldırmanın mümkün olduÄŸunda bir şüphe yoktur. Önemli olan bu inkılapçı iÅŸin ne zaman ve nasıl baÅŸlayacağıdır. Hiç-bir inkılapçı hareket mutlak kâmil olduÄŸu bir noktadan baÅŸlamamıştır. İnkılapçı çevre oluÅŸunca her ne kadar eksik de olsa bir çaba ve bir kıvılcım, iÅŸe baÅŸlamak için yeterlidir. İşin içinde eksiklikler giderilir, kemal merhâlesi ve baÅŸarı muhakkak gelecektir” der.

Kur’ân daha ilk sûresinde eleÅŸtirel bir dil kullanarak kaçınılması ve karşı durulması gereken hedefleri göstermeye baÅŸlıyor: “Engellemekte olanı gördün mü? Namaz kıldığı zaman bir kulu” (Alâk 9-10). Zâten Mekke “âcil olarak peygamber gönderilmesi gereken bir yer” durumuna gelmiÅŸti. Mâlûmdur ki peygamberler güllük-gülistanlık ve hiçbir derdin olmadığı yerlere deÄŸil; zulmün/acının/adâletsizliÄŸin/öfkelerin/çığlıkların/feryatların ayyuka çıktığı yerlere gönderilmiÅŸlerdir. Bu yerlerdeki zulümlerin tez-elden ber-taraf edilmesi içindir gönderilme nedenleri ilk-baÅŸta. O yüzden, ilk-andaki Kur’ân hitaplarıyla baÅŸlayan Kur’ân’ı okuma/dinleme çalışmaları sürerken fiîli çalışmalara da baÅŸlamışlardır.

“Oku” diye baÅŸlayan vahiy süreci, “oku” dedikten sonra bir de “anla” demeye gerek duymamıştır. Çünkü Kur’ân okunduÄŸunda zâten anlaşılabilecek de olan bir kitaptır. Bu yüzden de Kur’ân’ın hiçbir yerinde: “bu Kur’ân’ı okuyun ve anlayın” denmez. “Okuyun ve ibret/öğüt alın”, “okuyun ve düşünün” denir. Hattâ Müzzemmil 20’de: “Kur’ân’dan kolay geleni “okuyun” diye iki kere tekrar yapılır: Gerçekten “Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiÄŸinde, yarısında ve üçte birinde (namaz için) kalktığını bilir; seninle birlikte olanlardan bir topluluÄŸun da (böyle yaptığını bilir). Geceyi ve gündüzü Allah takdir eder. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi, böylece tevbenizi (O'na dönüşünüzü) kabûl etti. Åžu hâlde Kur’ân'dan kolay geleni okuyun. Allah sizden hastalar olduÄŸunu, baÅŸkalarının Allah'ın fazlından aramak için yer-yüzünde gezip-dolaÅŸacaklarını ve diÄŸerlerinin Allah yolunda çarpışacaklarını bilmiÅŸtir. Öyleyse ondan (Kur’ân'dan) kolay geleni okuyun. Namazı dosdoÄŸru kılın, zekatı verin ve Allah'a güzel bir borç verin. Hayır olarak kendi nefisleriniz için önceden takdim ettiÄŸiniz ÅŸeyleri daha hayırlı ve daha büyük bir ecir (karşılık) olarak Allah katında bulursunuz. Allah'tan maÄŸfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Müzzemmil 20). İlginçtir ki ilkinde “okuyun” dedikten sonra ikincide de yine “okuyun” der, (fe ikraû) “anlayın” tarzı bir ifâde kullanmaz. Okumak demek anlamak demektir zîrâ. Anlamayı içinde barındırır. Anlama okumanın içinde mündemiçtir yâni. Bu nedenle ayrıca bir “anlama çalışması” yapmak abestir. Kur’ân’da “anla” (fehim) diye bir emir ya da öneri yoktur. Aklını kullan/ibret al/düşün vs. der Kur’ân.

Mustafa Yıldız şöyle der:

“Kur’ân'ın anlaşılmasından söz ettiÄŸimizde gerçekte iki tür anlamadan, yâni ya “fehmetmekten” ya da “fıkhetmekten” söz etmiÅŸ oluyoruz. Şâyet Kur’ân'ın “ne dediÄŸini” anlamaktan söz ediyorsak “fehim” düzeyinde bir anlamadan, yok eÄŸer “ne demek istediÄŸini” anlamaktan söz ediyorsak “fıkıh” düzeyinde bir anlamadan söz etmiÅŸ oluyoruz.

Fehim düzeyinde bir anlama doÄŸrudan dil ile ilgilidir. EÄŸer söylenilen söz o dili bilenler tarafından anlaşılıyorsa, “fehim” düzeyinde bir anlama gerçekleÅŸmiÅŸ demektir. “Fıkıh” düzeyinde bir anlama ise mütekellimin (sözü söyleyenin) kastıyla alâkalıdır. Mütekellimin bu söylediÄŸi söz ile “ne demek istediÄŸi” anlaşılmışsa “fehim” düzeyinde bir anlama gerçekleÅŸmiÅŸ demektir.

Pek-çok âyette de açıkça belirtildiÄŸi gibi; Kur’ân, arapça konuÅŸan bir topluma “apaçık bir arapça” (arabiyyen mübin) ile nâzil olmuÅŸtur. Bu-yüzden onun muhâtaplarının, “biz bu söylenileni anlayamıyoruz” demeleri söz-konusu deÄŸildir ve olmamıştır da. Nitekim Allah (c) bu duruma işâret etmek için Kur’ân'da şöyle der:

“EÄŸer biz onu a'cemi (arapça olmayan bir dilde) olan bir Kur’ân kılsaydık, her-hâlde derlerdi ki: “Onun âyetleri açıklanmalı deÄŸil miydi? arap olana, a'cemi (arapça olmayan bir dil)mi?” De ki: “O, ‘iman edenler için bir hidâyet ve bir ÅŸifâdır. ÃŽman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o (Kur’ân), onlara karşı bir körlüktür. İşte onlara (sanki) uzak bir yerden seslenilir” (Fussilet 44).

Dolayısıyla Kur’ân'ın apaçık bir arapça ile indirilmiÅŸ olması, onun “ne dediÄŸini” anlama konusunda her-hangi bir mâzerete meydan bırakmamıştır. Zâten arap müşriklerinden bu baÄŸlamda her-hangi bir îtirazın vâki olmaması, bilakis onun “ne dediÄŸini” çok iyi anladıklarına iliÅŸkin pek-çok örneÄŸin bilinmesi, Kur’ân'ın ilk muhâtaplarının “fehim” düzeyinde bir anlama sorunu ile karşı-karşıya olmadıklarının göstergesidir. Her ne kadar bâzı sahabelerin bâzı âyetleri yanlış anladıklarına iliÅŸkin bir-kaç rivâyet nakledilse de, bu istisnâi örnekler bu gerçeÄŸi deÄŸiÅŸtirmez. Kaldı ki, her toplumda sözün “hakîki anlamda” mı yoksa “mecâzi anlamda” mı söylendiÄŸini ilk etapta anlama zorluÄŸu çeken birileri de bulunabilir. Nitekim, “Åžafağın beyaz çizgisi gecenin siyah çizgisinden ayırt edilinceye kadar yiyip için” (Bakara 187) âyetindeki haytu'l-ebyad (beyaz iplik) ve haytu'l-esved (siyah iplik) kelimelerini peÅŸinden gelen mine'l-fecr (fecrin) ifâdesine dikkat etmeyerek hakîki anlamıyla anlayan Adiy bin Hatem ile ilgili rivâyet bu baÄŸlamda tipik bir örnek teÅŸkil eder. Yine aynı ÅŸekilde sahabe arasında Kur’ân'da geçen bâzı kelimelerin bilinen ilk anlamlarının kastedilip-kastedilmediÄŸine iliÅŸkin bâzı anlama zorluklarının yaÅŸanmış olması da bu gerçeÄŸi deÄŸiÅŸtirmez. Bu baÄŸlamda “zulüm” kelimesini bilinen ilk anlamıyla anlayan sahabeye Hz. Peygamberin; “Åžirk büyük bir zulümdür” (Lokman 13) âyetini hatırlatarak mezkûr âyetteki “zulüm” kelimesi ile “ÅŸirk”in kastedildiÄŸini söylemesi örnek verilebilir.

Kaldı ki her dilde bu tür kullanımlar söz-konusudur ve bu tür durumlarda insan her zaman kullanılan kelimenin -baÄŸlam içerisinde- “hakîki anlamda” mı yoksa “mecâzi anlamda” mı kullanıldığını bilemeyebilir. Yahut anlamını bildiÄŸi o kelimeyle -o baÄŸlam içerisinde- baÅŸka bir ÅŸeyin nitelenip-nitelenmediÄŸini bilemeyebilir. Bunun genel anlamda o dilin bilinip-bilinmemesiyle yâhut söylenilenin herkes tarafından anlaşılıp-anlaşılmamasıyla alâkası yoktur. Bu tamâmen baÄŸlamla ilgili kiÅŸisel bir durumdur. Dolayısıyla ilk dönem arap-toplumunda mü’min olsun, müşrik olsun herkes Kur’ân'ın “ne dediÄŸini” anlama konusunda kayda deÄŸer bir sorun yaÅŸamamıştır.

Ancak aynı ÅŸey “fıkıh” düzeyinde anlama için söylenilemez. Bu noktada müşriklerle müslümanlar arasında yüzde yüz bir fark vardır. Müslümanlar “ne dediÄŸini” anladıkları bu Kitabın “ne demek istediÄŸini” de anladılar ve gereÄŸini yaptılar. Ancak müşrikler “ne dediÄŸini” anladıkları bu Kitab'ın “ne demek istediÄŸini” anlamadılar; daha doÄŸrusu anlamaya yanaÅŸmadılar. Anlamak istemediler. Anlamazlıktan geldiler. Çünkü anlamak iÅŸlerine gelmedi.

Bu konuyla ilgili pek-çok örnek verilebilir. Ancak Hacc Sûresi’nde zikredilen bir temsil karşısında müşriklerin takındığı tutum, onların, aslında “ne dediÄŸini” çok iyi anladıkları bir âyetin “ne demek istediÄŸini” iÅŸlerine gelmediÄŸi için anlamazlıktan gelmelerine iliÅŸkin somut bir örnek teÅŸkil eder.

Âyette şöyle denilir: “Ey insanlar!. Size bir misal veriliyor; onu can-kulağı ile dinleyin!(). Allah'ı bırakıp tapındığınız o düzmece varlıklar var ya; iÅŸte onların hepsi bir-araya gelseler bile bir sinek dâhi yaratamazlar. Hattâ sinek onlardan bir ÅŸey kapsa onu bile geri alamazlar. İsteyen de âciz, istenen de” (Hacc 73).

Görüldüğü gibi âyetin “ne demek istediÄŸi” çok açık. Burada müşriklerin, bu misal ile onların tapındıkları tanrıların acziyetinin apaçık bir biçimde gösterildiÄŸini anlamamaları düşünülemez. Bunu anlayan birinin yapması gereken ÅŸey de ortadadır: Hiç-bir halt olmayan, hattâ bırakın bir sinek yaratmayı, bir sineÄŸe bile güçleri yetmeyen tanrılarını terk edip, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a îman etmek... Ama onlar bunu yapmadılar. Hem “ne dediÄŸi” hem de “ne demek istediÄŸi” bu denli açık bir âyeti, bu kadar somut bir misâli anlamazlıktan geldiler.

Dolayısıyla müşriklerin problemi dil ile ilgili değil, bilâkis kâlp ile ilgilidir.

Onun “ne demek istediÄŸini” anlamak istiyorsanız, kâlbinizin sâlih bir amel iÅŸlemeye niyetli olup-olmadığını kontrol edin”.

Okuduktan sonra “anla” diye bir emir yoktur ama gör/idrâk et/ÅŸuûruna var/aklını kullan/düşün/ibret al/anlat/açıkla/bildir vs. diye, yâni harekete geçirici ya da fiîliyatla ilgili kelimeler gelir. Okuma anlama ile berâberdir zâten. Artık okunduktan sonra îman etme ve üzerinde düşünüp/akıl yürütülüp/karar verilip yapılacak olana/eyleme/iÅŸe yönelinmelidir. Bu konuda meselâ şöyle denilir:  

“Sana Kitap'tan vahyedileni oku ve namazı dosdoÄŸru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar (fahşâ)dan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibâdet)tir. Allah yaptıklarınızı bilir” (Ankebut 45).

Evet; okuduktan sonra ne yapılacağı görülmüştür artık. Namazını kılarsın, tüm ibâdetlerini yaparak kendini bir disiplin altında tutarsın ve fahşâdan/kötülüklerden uzak kalmış olursun. “Namaz kıl” emrini okuduktan sonra, “acaba ne demek istiyor” diye günlerce namaz/salât üzerinde araÅŸtırmalar/incelemeler yaparak zaman/enerji isrâf etmeye gerek yok. Söylenen açık zâten:  

Andolsun Biz Kur’ân'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaÅŸtırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı? (Kamer 17-22-32-40).

OkunduÄŸu anda anlaşılan ÅŸeyler olduÄŸu gibi, dinlenildiÄŸi anda anlaşılan ÅŸeyler vardır. Fakat bilmenin/idrâkin/anlamanın kemâli, meydanda eylem (cihad) hâlindeyken olur. Yâni bilmenin/anlamanın yöntemleri okuma, dinleme ve cihattır. 

“Kur’ân’ın ne dediÄŸinin anlaşılmasına gerek yoktur” diyoruz. Çünkü Kur’ân, ilk muhatapların bilmediÄŸi/anlamadığı hiç-bir ÅŸeyden söz etmemiÅŸtir. Kur’ân zâten okunduÄŸunda/duyulduÄŸunda ânında anlaşılır. Fakat Kur’ân’ı hayâta/yaÅŸadığımız zamâna taşıma anlamında “fıkh etmek” zarûridir. Önemli olan budur. Bu nedenle Kur’ân’ı doÄŸru okumak yetmez; “dosdoÄŸru okumak” gerekir.  

KUR’ÂN KİMLERE GÖNDERİLMİŞTİR

“Hakk’a batıldan elbise giydirip de bile-bile hakkı gizlemeyin” (Bakara 42) “Kur’ân’ın sırtından geçinmeyin” demektir bu.

Mustafa Çelik şöyle der:

“Hakkı tesbit ve bâtılı iptal” niyet ve maksadına mâtuf olmayan münâzara ve münâkaÅŸalar, bizi hak’tan ve hakîkatten mahrum kılmak için nefs-i emmarenin bize kurduÄŸu tuzaklardır”.

Kur’ân’ın ilk muhatapları %99’u okuma-yazma bilmeyen insanlardı. (Åžu-anda da Türkiye’de 4 milyon 640 bin yetiÅŸkin insan okuma-yazma bilmiyor). Çölde yaÅŸayan bedevilerdi. Deve çobanlarıydılar. Kaba-saba kiÅŸiler vardı içlerinde. Haydutluk yapanlar vardı. İşte Kur’ân bu kiÅŸilere gönderildi. Onlara okundu. (Belazuri’ye göre peygamberimiz zamanında sâdece 10 kiÅŸi okuma-yazma biliyordu). Bu kiÅŸiler “bu dediklerini hele bir anlama sürecine sokalım, kelimelerini/kavramlarını ayırıp inceleyelim de ondan sonra karar veririz” demediler. Vahiy onlara öyle bir bilinç ve inanç aşıladı ki, Dünyâ’yı fethetmelerine sâdece îmanları ve gayretleri yetti.

Atilla Fikri Ergun:

“Kur’ânîyyûn mezhebinin sâlikleri tarafından sıkça tekrarlanan “Ve Resûl de dedi ki, ‘Rabbim, şüphesiz benim kavmim bu Kur’ân’ı mehcur bıraktı/ondan uzaklaÅŸtı'” (Furkân 30) âyeti nâzil olduÄŸunda, ortada bu-gün bizim anladığımız ÅŸekilde bir kitap, dolayısıyla mushaf yoktu. Mehcur bırakılan/kendisinden uzaklaşılan/terk edilen Kur’ân, Resûlullah’a okunan, onun da kavmine okuduÄŸu vahiy idi, dolayısıyla âyette bu-gün hemen herkesin evinde bulunan yazılı metinden deÄŸil, ilâhî bir hitap olarak vahiyden söz edilmektedir. Kâfirler-müşrikler tebliÄŸe muhâtap oldular ve mâlûm gerekçelerle vahiyden uzaklaÅŸtılar, dolayısıyla âyette kast edilenler bu-gün müslüman oldukları hâlde namaz kıraati dışında Kur’ân okumayan veya önceleri Kur’ân metnini okuyup da daha sonra okumayı terk eden kimseler deÄŸildir.

Åžu bir gerçek ki, “üç kul fü, bir elham” diyen, dili dönmediÄŸi için yanlış telaffuz ettiÄŸi üç sûre ile namazını edâ eden müslüman Anadolu insanı, İslâm’ı “allâme” geçinen modernistlerden daha iyi anlamıştı. Elinin emeÄŸiyle geçinen, ölüm var diye borcunu kâğıda yazıp yastığının altına koyan, kıt-kanaat geçindiÄŸi evinde yolcu misâfir eden, durumu elveriyorsa komÅŸusunun borcunu kapatan, komÅŸusu öldüğünde onun çoluÄŸuna-çocuÄŸuna sâhip çıkan, saÄŸ elinin verdiÄŸini sol elinin görmediÄŸi, cephelerde savaÅŸmış, ümmî irfânına sâhip insanlardan bahsediyoruz. Toprağın altında şühedâ aÄŸlıyor!” der.

Cemil Meriç: “ÃŽman mutlaktır, ilim parçadır” der.

Ahmet Kalkan:

Parçacı yaklaşım, uzlaÅŸmacı yaklaşımdır. Parçayı bütün sanan, bütünü aslâ aramayacak, bütünü hepten yitirecek, bütünle baÄŸlarını koparacaktır. Bu, hikmetin yitirilmesi deÄŸildir sâdece; dînin de yitirilmesine giden yoldur aynı-zamanda. Parça, bütünden koparılınca bütünün deÄŸerlerini kaybeder. AÄŸaçtan koparılan bir dal, bitkiden koparılan bir çiçek, insandan koparılan bir el, göz, kulak veyâ baÅŸ, kısa-zamanda ne duruma düşerse.. (onun gibi)” der.

Bu okunanları duyanlar içinde daha ilk-anda onun Allah kelâmı olduğunu görenler ve inananlar olduğu gibi, onu inkâr edenler de oldu. Bu inanma ve inkâr körü-körüne yapılmış bir inanç ve inkâr değildi. Kendilerine okunan şeyin ne dediğini okunduğu-anda anlayan kişilerin tepkileriydi bunlar. Söylenen şey belliydi. İlk-anda kabûl edenler olduğu gibi daha sonraları inananlar da oldu. Kâlpleri/vicdanları hemen uyum sağlayanlar olduğu gibi daha sonraları uyum sağlayanlar ve hiç uyum sağlamayanlar oldu. Alışkanlıkların vermiş olduğu bağlılıktan kopmak zordu ne de olsa.

Kur’ân’ın hitâbı, halkın seviyesinde bir hitâptır. 

Evet, bu Kur’ân âlimlere/filozoflara/entelektüellere/toplumun okumuÅŸ kesimlerine/cins kafalara/arap-dili uzmanlarına/ulemâya/şâirlere/profesörlere/akademik kariyer sâhiplerine/süper zekâlara/tasavvufçu-bâtınilere/zenginlere vs. gelmedi sâdece. Bunlar da dâhil Dünyâ’nın her yerinde yaÅŸayan ve akıl zaafiyeti olmayan tüm insanlara gönderildi. Allah, “ya eyyuhen nas”, “Yâ eyyûhellezîne âmenû” diyerek tüm insanlığa hitâp ediyor. Sâdece bir-kısım özel insanlara deÄŸil, herkese sesleniyor. Bunların içinde daÄŸda yaÅŸayan çobanlar, çölde yaÅŸayan bedeviler, ovada yaÅŸayan göçebeler ve ÅŸehirlerde yaÅŸayan her kesimden insan vardır doÄŸal olarak. İşte herkese hitâp eden bir kitaptır Kur’ân-ı Kerim. Sâdece bilgisayarlarla donanmış modern çaÄŸlara deÄŸil, her zaman ve mekânda ve her koÅŸulda yaÅŸayanların okuduÄŸunda kolayca anlayabileceÄŸi bir kitap ve hitaptır yüce Kur’ân. Bir îman/gönül/fedâkârlık/cömertlik/mertlik/yiÄŸitlik söylemidir. Bu vasıflara sâhip olanlar ille de “okumuÅŸ” olanlar deÄŸildir. Bu Kur’ân din konusunda uzman olanlara gelmedi. Peygamberimiz büyük ihtimâlle okuma-yazma bilmeyen, diÄŸer vahiy kitaplarını okumamış, ümmî birisiydi. İşte vahiy bu kiÅŸiye geldi. O, kendisine söylenen ÅŸeyi hemen anladı. Anladığı için de bilgi-bilinç-dâvet/eylem-devlet-medeniyet uygulamalarını hemen baÅŸlattı ve uyguladı. Zihinlerle birlikte gönüllere/kâlplere de hitâp eden bir sestir bu Kur’ân. Kim daha samîmi/cömert/ciddî/azimli/kararlı/fedâkâr ve mazlum ise en çok da ona hitâp eder ve onda hayat bulur. Âlimler “bilenler”den ziyâde “yaÅŸayanlar”dır. “Bilmek” sâdece ezberlemek demek deÄŸildir. Teslim olmak demektir. Hattâ belki de ona derinlemesine araÅŸtırıp anlamaya çalışanlardan çok, diÄŸer kesim hizmet etmiÅŸtir. Çünkü Kur’ân sâdece zihinlerde yaÅŸamak için deÄŸil, hayatta yaÅŸaması/iktidar olması için gönderilmiÅŸtir. Târihe bakıldığında bu ideâl için en çok, “anlamayan” fakat “inanan” insanların çaba gösterdiÄŸi görülür. Bilâl-i HabeÅŸi, Ebu Zerr, Ammar bin Yâsir vs. hiç-biri büyük âlim deÄŸildiler. Fakat gösterdikleri teslimiyet/samîmiyet/fedâkârlık vs. adlarının yıldızlara yükselmesine neden olmuÅŸtur. Âlim olmaktan ziyâde âlimin ne yaptığı önemlidir.

Gerçek âlim, “bilmek”ten çok “yapmak”la ilgili olandır. Halkın bildiÄŸi nice bilgin kiÅŸiler vardır ki âlim deÄŸildirler. Sâdece entelektüeldirler. Bunlar, halkın yanında deÄŸillerdir. Halkın ne durumda olduÄŸuna da bakmazlar. Ali Åžeriati bunların ünlü olanlarından birini ÅŸu ÅŸekilde tanıtır:

“İbn-i Sînâ, İslâm medeniyetinde, bütün bilim ve felsefe târihinin övündüğü büyük bir filozof, bilim-adamı ve dâhidir. Fakat, böylesine önemli bir filozof ve bilim-adamı olan bu büyük adam, toplumsal açıdan bakıldığında, iktidârın ve yöneticilerin emrinde hizmet etmekten pek hoÅŸnuttu. İnsanların âkıbeti ve içinde yaÅŸadığı toplumun geleceÄŸi onu hiç ilgilendirmiyordu. Ona göre, kendi âkıbetiyle baÅŸkalarınınki arasında hiç-bir baÄŸ yoktu. Onun biricik düşüncesi, bilimsel konular ve araÅŸtırmalardı. Bunun dışındaki hayat onu pek ilgilendirmiyordu. Kim ona para ve mevki bağışlarsa başının üstünde yeri vardı” der.

Evet; Kur’ân sâdece üstte bahsettiÄŸimiz kiÅŸilere gelmemiÅŸtir. Ki bu kiÅŸilerin pek-çoÄŸu Kur’ân’ın metnini/dilini bilseler de rûhûnu göremiyorlar ve idrâk edemiyorlar. Çünkü bu idrâk, zihin ile deÄŸil, kâlp ile olur ve zihin ve kâlbin birleÅŸmesinden sonra Kur’ân kendini net olarak ortaya koyar.

Kur’ân hiç-bir yerde derinlemesine araÅŸtırma yapmayanları eleÅŸtirmez. Tam aksine, derinlemesine araÅŸtırma yapanı eleÅŸtirdiÄŸi/kınadığı görülür:

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaÅŸlarını çattı ve yüzünü ekÅŸitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: “Bu, yalnızca “aktarılarak öğrenilen” bir büyüdür” dedi. “Bu, bir beÅŸer sözünden baÅŸkası deÄŸildir dedi” (Müddesir 18-25).

Görüldüğü gibi Arapların dil-dâhisi Velid bin MuÄŸire, yaptığı dil-analizinden sonra aklı almıyor ve onun inkâr ediyor. Çünkü Kur’ân ilk önce zihinlere deÄŸil, kâlplere hitap eder. “Kâlpleri” olmayanların IQ’leri 200-250 olsa ne yazar ki?.

Hâki Demir der ki:

“İnsanlık târihinde epistemolojiden müstakil ontoloji teklifi en mütekâmil mânâda İslâm tarafından yapılmıştır. Peygamberler-târihi bu teklifin mütemâdiyen yapıldığını göstermektedir ama İslâm son ve en mütekâmil din olması hasebiyle bu teklifi, konunun ufkunun ötesinde teklif etmiÅŸtir. Hak dinlerin ve son din olarak İslâm’ın teklif ettiÄŸi ontoloji, vahiy ile teklif edildiÄŸi için, insanın akıl merkezinde ürettiÄŸi epistemolojiden bağımsızdır. Felsefî gelenekte “mutlak bilgi” (yâni vahiy) olmadığı için, insanın idrâk vâsıtalarından (umûmiyetle de akıl mârifetiyle) elde edilen bilgiden (ve dolayısıyla epistemolojiden) ontoloji kurulur. İslâm irfan ve hikmetinde ise bu silsile tam tersinedir ve önce ontoloji vardır, zîra vahiy mevcuttur. Dolayısıyla İslâm irfan ve hikmet sarayı, ontoloji üzerine oturan epistemolojik bir mimâri ile inşâ edilmiÅŸtir”.

İDRÂK MERKEZİ

Bir şeyi anlamak/kavramak/fıkh-etmek zihin ile değil, kâlp ile olur:

“İçlerinden seni dinleyenler vardır; fakat biz onu fıkh-etmelerine engel olmak için kâlplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık koyduk. (Onlar) her mûcizeyi görseler de yine ona inanmazlar. Hattâ sana geldiklerinde seninle tartışırlar; o kafirler: “Bu, eskilerin masallarından baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir” derler (En-am 25).

Bir ÅŸeyi fazla kurcalamak, o ÅŸeyin fiîliyata geçmesine engel olur. Çünkü kurcaladıkça beyin geliÅŸse de kâlp kuÅŸkuya düşer. Bakın bununla ilgili bir örnek Bakara Sûresi’nden:

“Hani Mûsa kavmine: “Allah, muhakkak sizin bir sığır kesmenizi emrediyor” demiÅŸti. “Bizi alaya mı alıyorsun?” dediler. (Mûsa) “Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım” dedi. “Rabbine adımıza yalvar da, bize niteliklerini açıklasın” dediler. (Mûsa, Rabbine yalvardıktan sonra) “Şüphesiz Allah diyor ki: O ne pek yaÅŸlı, ne de pek genç, ikisi arası dinç(likte bir sığır olmalı)dır. Artık emrolunduÄŸunuz ÅŸeyi yerine getirin” dedi. (Bu sefer) dediler ki: “Rabbine adımıza yalvar da, bize rengini bildirsin”. O: “(Rabbim) diyor ki: O, bakanların içini ferahlatan sarı bir inektir” dedi. (Onlar yine:) “Rabbine adımıza yalvar da, bize onun niteliklerini açıklasın. Çünkü bize göre sığırlar birbirine benzer. İnÅŸaallah (Allah dilerse) biz doÄŸruyu buluruz” dediler. (Bunun üzerine Mûsa, “Rabbim) diyor ki: O, yeri sürmek ve ekini sulamak için boyunduruÄŸa alınmayan, salma ve alacası olmayan bir inektir” dedi. (O zaman): “Åžimdi gerçeÄŸi bildirdin” dediler. Böylece ineÄŸi kestiler; ama neredeyse (bunu) yapmayacaklardı (Bakara 67-71).

AMAÇ YA DA AMAÇSIZLIK

Kur’ân bütünsel olarak anlaşılabilir ancak. Parçalayıcı yaklaşımlarla, anlamayı daha zorlaÅŸtırmaktan ve içinden çıkılmaz bir hâle getirmekten baÅŸka bir ÅŸey yapmış olmazsınız. Sonuçta parçacı yaklaşım, amaçtan kopuk bir yaklaşımdır.

Aşırı-anlama çalışmalarının bir amacı yoktur, hedefleri yoktur. EÄŸitim ve bilgi edinme kendi içinde bir “hedef” hâlini almış. Fakat bu insanı hiçbir zaman tatmin etmez. Bu yüzden de sürekli olarak “ne yapmalı” sorusunu sorup dururlar. Belki de ne yapılacağını bildikleri hâlde sordukları bir sorudur bu.

Ludwig Feuerbach:

“Sâdece irâde deÄŸil, müphem bilgiler deÄŸil, teorik ve pratik faaliyetin birliÄŸi olan amaca yönelik faaliyet insana ahlâksal bir temel ve dayanak, yâni karakter bağışlar. Bu yüzden herkes nihâi amaç koymak zorundadır. Nihâi amaç bilinçli ve istençli özsel bir yaÅŸam itkisidir, dâhice bakıştır, kendini bilmenin ışık huzmesidir, doÄŸanın ve tinin insandaki birliÄŸidir. Nihâi amacı olan bir kimse kendi üstünde yer alan bir yasaya sâhiptir; o sâdece kendini sevk ve idâre etmez; sevk ve idâre edilir. Nihâi amacı olmayan bir kimsenin yurdu da yoktur mâbedi de. En büyük felâket amaçsızlıktır. Önüne sıradan bir amaç koyan kiÅŸi bile, hiç-bir amacı olmayan birinden daha baÅŸarılı olur, hem de ondan daha iyi bir insan olmasa da” der.

Kur’ân’ı anlamanın/anlama çalışmasının sonu da yoktur. Hattâ bu durum bir zaman sonra sâdece Allah’ın gönderdikleri için deÄŸil, birilerinin yazmış olduÄŸu kitaplar için de geçerli olacaktır. İslâm târihinde çokça görüldüğü gibi, bir efendinin/ÅŸeyhin/hocanın/üstâdın vs. yazmış olduÄŸu bir kitabı, o kiÅŸinin baÄŸlıları ömürlerinin sonuna kadar okurlar ve yine de anlayamazlar. Anlamayı bitiremezler. Aşırı-anlama çalışması anlamanın ve yaÅŸamanın önündeki en büyük engeldir çünkü. Hele de anlamanın nesnesi yapılan bu kitap yedi kat göklerden gelen Kur’ân olduÄŸunda edep sorununa bile yol açar. Kur’ân bizi ve kıyamete kadar tüm insanları inşâ etmek için gönderilmiÅŸ tükenmez bir hazînedir. Onun mutlak-anlamda anlaşılması olmaz. Çünkü bir ÅŸeyi anlamak demek, onu kuÅŸatmak demektir aynı zamanda. KuÅŸatmak, yâni onun anlamını tüketmek/bitirmek/sona erdirmek demektir. Aşırı-anlama çabasının sonucu buna varıyor bilerek ya da bilmeyerek. Bir ÅŸeyi anlamak onu bitirmek demektir. O yüzden anlaşılamaz. Sâdece Kur’ân deÄŸil, hiçbir varlık mutlak-anlamanın nesnesi deÄŸildir. Kur’ân “anlama kitabı” deÄŸildir zâten. “YaÅŸama kitabı”dır. KiÅŸinin kendisinden baÅŸlayarak tüm Dünyâyı inşâ etme, mü’minleÅŸtirme, kâinat ile hem-dem olma yolunu gösteren bir kitaptır. Aşırı-anlama telâşına düşenler bunu fevkalâde bir ÅŸekilde ıskalıyorlar.

Aşırı-anlama çalışmalarına boÄŸulmakla vahyi arkaya atarak aklı ön-plana getirmiÅŸ oluyorlar. Akla uyulmuÅŸ oluyor. Hayâta dönüşmediÄŸinden Kur’ân dersleri mushaf derslerine dönüşüyor ve iÅŸ beyin-fırtınasına dönüyor.

“Salâta Yürüyüş” makâlesinde “Sabahlara kadar âyet okuyup ertesi gün okuduklarımızdan hiç-birini hayâta aktarmaya çalışmıyorsak, bir dâvâmız yok demektir” denir.

Mustafa Öztürk şöyle der:

EÄŸer biz bu-gün Kur’ân kelimesini telâffuz ettiÄŸimiz kadar da “anlamak” kelimesini dillendiriyor, “Kur’ân’ı anlamak” lafzını vird-i zeban hâlinde habire tekrar edip duruyorsak, bunun yegâne sebebi Kur’ân’ın târihsel bir hitap oluÅŸundan baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir. Mademki Kur’ân târih-üstüdür, mademki Kur’ân mübin, yâni gâyet açık ve anlaşılabilir, bizzat kendi beyânıyla anlaşılsın diye kolaylaÅŸtırılmıştır; o hâlde niçin hep “Kur’ân” ve anlamaktan söz edip duruyoruz ve sürekli olarak Kur’ân’ı doÄŸru anlayamama yahut da yanlış anlama meselesini tartışıyoruz? Bunun yanında târih-üstü bir metin târih boyunca niçin sayısız yoruma tâbi tutulmuÅŸ ve binbir çeÅŸit farklı yorum ortaya çıkmıştır? Gâyet açık, gâyet seçik, üstelik târih-üstü bir metin bu kadar çok yorumlanır ve bu kadar çok yorum ihtilâfına konu olur mu? Bunca ihtilâf sâdece istismarlar ve suistimâllerle açıklanabilir mi?”.

Atasoy Müftüoğlu:

“Yeni bir baÅŸlangıç yapmak isteyenlerin evvela bu-günü tanımlamaları gerekiyor. Kitapta, Kur’ân-ı Kerim’in nasıl okunacağı, nasıl anlaşılacağı konusunda teknik anlamda bitmek-tükenmek bilmeyen tartışmalar yaptığımız için Kerim Kitabımızın nasıl uygulanacağı konusunu hiç gündem etmiyoruz. İslâm-dünyâsı toplumları bin dört yüz küsur yıldan beridir Kur’ân okuyor. Hâlâ bıkmadan-usanmadan “Kur’ân’ı anlayalım” çalışmaları yapılıyor. Ümmet bin dört yüz yıldan beri Kur’ân’ı anlamamışsa bırakın gitsin. Bir uçuruma. Zâten bir uçurumda yuvarlanıyor. Evet, ümmet bir uçurumda fakat farkında deÄŸil. Şöyle ki; sanıyor ki Dünyâ iÅŸte burasıdır, bu uçurumdur. Bu uçurumu normal-dünyâ olarak algılıyor. Böyle bir laubâlilik olabilir mi? Biz bu Kur’ân’ı niçin okuyoruz? Neden öğrendiniz söyler misiniz? Nerede kullanıyorsunuz? EÄŸer siz Kur’ân’ı okuyor olsaydınız, gösteri toplumunun, tüketim toplumunun karakteristiklerinden uzakta olurdunuz.   

Dînin kiÅŸisel bir hobiye, ya da bir sosyâl yardım kurumuna indirgenmiÅŸ olması karşısında da İslâm’i yükümlülüklerimizi, sorumluluklarımızı yerine getiremiyoruz. İslâm, târihe çıktığında, müslümanlar, Kur’ân’dan hareketle yeni bir insan-toplum-siyaset-düşünce-kültür-edebiyat-mîmâri-ÅŸehir-felsefe-estetik-hukuk-ekonomi bütünüyle yeni bir hayat-tarzı, dünyâ-görüşü ve yeni bir medeniyet oluÅŸturmuÅŸlardı. Bu-gün Kur’ân-merkezli oluÅŸumlar, yaklaşımlar, yöneliÅŸler, ısrarla Kur’ân-ı Kerim’e vurgu yapıyor, Kur’ân-ı Kerim’e iliÅŸkin târihsel/ansiklopedik/maddî/teknik/akademik bilgiler dışında yeni bir tarz, yeni bir ufuk oluÅŸturamıyor. Niceliksel okumalarla, her-hangi bir alanda, nitelikli bir dönüşüm saÄŸlanamıyor. Kur’ân-ı Kerim’le olan iliÅŸkimiz, İslâm ile olan iliÅŸkimiz, toplumsal/siyâsal/ekonomik/hukûki deÄŸerler/ölçütler/referanslar toplamı olarak temsil edilemiyor, tecrübe edilemiyor. Hristiyanlıkta olduÄŸu gibi bireysel dindarlıkla sınırlı bir zeminde temsil edilebiliyor. Müslüman yazarlar/düşünürler, bu nokta üzerinde büyük bir hassasiyetle durmaları gerekirken, böyle bir sorun yokmuÅŸ gibi davranıyor, mezhep meÅŸrûiyeti üzerinde yoÄŸunlaşıyor.

İslâm-dünyâsı toplumlarında İslâm ve Kur’ân; yaÅŸayan, tâyin edici ve belirleyici bir gerçeklik olmaktan çıkarılarak, bir inceleme ve araÅŸtırma konusu hâline getirildiÄŸi için, bir inanç/düşünce/referans-sistemi hâlinde, içerisinde yaÅŸadığımız Dünyâ’ya/döneme/târihe hitâp etmiyor. Bireysel dindarlığı, millî dindarlığı, yerli dindarlığı, seküler/liberâl/meteryalist hayat-tarzıyla baÄŸdaÅŸtırdığımız için, Kur’ân-ı Kerim’in bu-günün insanlığına/târihine hitâp edebilmesini mümkün kılacak bir vizyona/zihinsel üretime/mücâdeleye/tefekküre ihtiyaç duymuyoruz. Kur’ân-ı Kerim’le ilgili çalışmalar, pratik hayâta yansımayan, insâni davranışlara/iliÅŸkilere yansımayan/yansıtılamayan soyut/teorik/skolastik çalışmalar-tartışmalar-uzmanlıklar ÅŸeklinde sürdürülüyor” der.

Hikmet Ertürk şöyle der:

“İnsanlar ellerine aldıkları kitaptaki metinlerden bir ÅŸeyler okuyorlar. Fakat okudukları bu ÅŸeyler hayatlarında hiç-bir deÄŸiÅŸikliÄŸe sebep olmuyor. Çünkü bu metinleri hayatlarını deÄŸiÅŸtirsinler kaydı ile okumuyorlar. Okudukları bu metinlerin harflerindeki sevâbın peÅŸindeler. Fakat hayatlarını emânet ettikleri ÅŸeyler hep baÅŸkalarından geliyor. Onların istedikleri hayâtı kendi dinlerine karıştırarak yaşıyorlar.

Aslında şöyle yapmalıydılar. Önlerine gelen kelimeleri okudukları metinde geçen kelimeler ile karşılaştırsalardı, belki olabilir ki sürekli tükettikleri bu sözcükler kendi metinlerinde yasaklanan bir anlamı ihtivâ ediyordur. Yâni bizler değer verdiğimiz kendi kelimelerimizle ama bize âit olanlarla bizleri olumsuz yönde kuşatan başkalarının kelimelerini karşılayabilmeli, farklılıklarını ortaya koyabilmeliyiz. Kelimeleri/kavramları mağlup olmuş ve böylelikle onların kavramlarını ödünç alarak yaşamaya mahkum olmuş bizleri her-hangi bir başarı elde etmesi düşünülemez. Çünkü elde ettiğimiz tüm kazanımlarımız onların sistemlerini geliştirecek, bizler böylelikle hep onların değirmenine su taşımış olacağız.

Hayatlarımız üzerindeki bu etkiyi ne ile kıracağız?. Bizi hiç hissetmiyor olduğumuz halde yöneten, yönlendiren bu kavramlar kelimeler ne zaman hayatımızdan çıkacaklar?.

Belki cevâbı şöyledir; Ne zaman farkına varır, bir bilinç oluÅŸturur, ne zaman zor olanı (fekkur akabe) karşılamaya râzı olursak”.

Aliya İzzetbegoviç:

“Kur’ân-ı Kerim'in araÅŸtırılmasında ve yorumlanmasında bilgeliÄŸin yerini kılı kırk yaran yorumlar, büyük fikirlerin yerini okuma becerileri aldı. Bu doÄŸal olmayan durum yavaÅŸ-yavaÅŸ normal olarak kabûl edilmeye baÅŸlandı, çünkü bu vaziyet, sayıları her geçen gün artan ve Kur’ân-ı Kerim'le yollarını ayıramayacak durumda olan, fakat aynı-zamanda hayatlarını onun isteklerine göre düzenleyecek kudrette olmayanların iÅŸine gelmekteydi.

Kur’ân-ı Kerim'in aşırı okunmasındaki psikolojik açıklamayı burada aramak gerekir. Kur’ân-ı Kerim'i okuyor, yorumluyorlar, sonra yine okuyorlar, inceliyorlar ve sonra yine okuyorlar. Bir defa olsun uygulamak zorunda kalmamak için bir cümlesini binlerce defâ tekrarlıyorlar. Hayatta nasıl uygulanacak sorusundan kaçmak için Kur’ân-ı Kerim'in nasıl okunması gerektiÄŸi husûsunda geniÅŸ ve îtinâlı bir ilim ürettiler. Nihâyetinde, Kur’ân-ı Kerim'i, anlaşılan bir mânâsı ve içeriÄŸi olmaksızın çıplak bir ses hâline getirdiler.

Kitaba karşı olan ateşli teslimiyet zamanla onun hayâta geçirilmesi gereken ilkelerin mutlak mânâda yok sayılması hareketiyle birleştirildi. Asırlardır halklarımız eğitimli insanlara sâhip değildir. Onların yerine, aynı-derecede istenmeyen iki ayrı sınıf insana sâhiptir: Eğitimsiz ve yanlış eğitimli.

Halklarımızın itaâtkar olmaları için artık demir zincirlere ihtiyaç yoktur. Bir halkın eÄŸitimli olan insanlarının vicdan ve irâdesini paralize eden bu yabancı “aydınlatmanın” ipekli ipleri aynı güce sâhiptir. Böyle eÄŸitim varken, yabancı güç-sâhipleri ve onların müslüman ülkelerindeki yerli iÅŸ-birlikçilerinin kendi mevkileri için korkmamaları gerekir. Onlara karşı bir isyân ve direniÅŸ olması gerekirken, böylesine bir eÄŸitim onların en iyi destekçisidir. Aydınlar ile halk arasında bulunan ve bizim genel durumumuzu tasvir eden en karanlık işâretlerden biri olan bu korkunç uçurum baÅŸka taraftan da derinleÅŸmektedir. Onlara sunulan yabancı ve gayr-ı İslâm’i özelliÄŸini hisseden bu eÄŸitimi halk iç-güdüsel olarak reddetmekte ve böylece uzaklaÅŸma iki taraflı olmaktadır. Müslüman toplumunun eÄŸitim ve okula karşı soÄŸuk olduÄŸu yolunda anlamsız ve saçma bir suçlama ortaya atılmaktadır. Hakîkatte ise, okula karşı bir ret tavrı olmadığı açıktır, tepki, İslâm ve halkla her türlü mânevi bağını kaybeden yabancı okula/düşünceye karşıdır”.

Mustafa Öztürk şöyle der:

“Kur’ân tam bir fantezi nesnesi hâline geldi, Kur’ân’la Kur’ân’ca bir iliÅŸki kurulmuyor, Kur’ân bir rehber/hidâyet/hayat-kitabı olarak görülmüyor. Stres topu, bir eÄŸlence, kış gecesi eÄŸlencesi gibi oldu. Soba üstünde kestâne piÅŸirmek, kahvede okey oynamak gibi”.

Evet; yapılan ÅŸey, Mustafa Öztürk’ün dediÄŸi gibi “entelektüel geyik”tir. “Entelektüel küstahlık ve kibir”dir.

“Adam kazanmak” için vermedikleri tâviz kalmadı neredeyse. Dîni, “tâviz dîni”ne çevirdiler. Öyle ki bâzen karşı taraf “yanlış anlamasın” diye Kur’ân’ı hakkıyla açıkça okumuyorlar. Ne Kur’ân’da ne de sünnette böyle bir uygulama olmamıştır.

Türkiye’de 2014 yılı îtibâriyle 250 civârında farklı meâl bulunuyor. Peki niye? Kur’ân’ın bu kadar çok meâllendirilmesi garip deÄŸil mi? Aslında Türkiye’de sâdece tek bir meâl olması lâzım. İlmî/ahlâki yeterliliÄŸini kanıtlamış olan bir komisyonun hazırladığı ve diÄŸer âlimlerin de (eleÅŸtirini/önerilerini sunduktan sonra) onayladığı, Kur’ân’ın bire-bir çevirisi olan tek bir meâl. İmi yeten kiÅŸiler bu meâl üzerinden çalışma ve yorumlama yapabilirler. Onu tefsir edebilirler. Kur’ân meâl olarak deÄŸil, tefsir/te’vil olarak evrenseldir ve yeni düşüncelere/yorumlara açıktır. Fakat bu yeni yorumlar/düşünceler meâl olarak yazılamaz, tefsir olarak yazılabilir. Meâlin deÄŸil, tefsirin/te’vilin konusu olabilir. Kur’ân meâl/çeviri olarak târihsel, tefsir/te’vil olarak evrenseldir. Lafız târihsel, söz evrenseldir. Târihsel baÄŸlam dikkate alınmadıkça aşırı ve yanlış yorumlar ayyuka çıkacaktır. Gerçek mânâya bu nedenle ulaşılamayacaktır.

Mevcut Kur’ân meâllerinde doÄŸal bir dil yok. Sanki insanla hiç alâkası olmayan bir metinden bahsediliyormuÅŸ gibi çevrilen meâller yapılıyor. Yapılacak çeviri, kullanılan günlük dille aynı dile sâhip olmalıdır. Bu meâl sâbit bir anlamı olan bir meâl olmalıdır. Bu kadar çok meâlin olması, aslında o kadar çok te’vilin olması demektir. Meâl kelimesi te’vil kökenlidir. Yapılması gereken ÅŸey, üzerinde ittifak edilen (ülkenin konuÅŸtuÄŸu dile göre) tek bir “çeviri”nin olmasıdır. Kur’ân’ı arapçadan türkçeye çevirirken en isâbetli karşılıkların yazılmasıyla yapılan bir çeviri.  

Arap-dilinin “cıcığını çıkararak” yapılan bir çalışma var. Bu durum, yaÅŸlılar, okuma-yazma bilmeyenler ve sabırsız insanların ilgisini hiç mi hiç çekmiyor.

Kur’ân çeviricileri/meâlcileri hem tefsirleri/te’villeri meâl olarak yazıyorlar, hem de bu sözde tefsirleri tekrar aşırı-yoruma tâbi tutarak yozlaÅŸtırıyorlar ve Kur’ân’ın yapısını bozuyorlar. Bunun sonucu tabî ki tahrip ve tahriftir.   

“De ki: Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dahi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi. De ki: Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beÅŸerim; yalnızca bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduÄŸu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuÅŸmayı umuyorsa, artık sâlih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibâdette hiç kimseyi ortak tutmasın” (Kehf 109-110).  

Görüldüğü gibi bu iÅŸin bir sonu yok. Ömrünüz/gayretiniz/çabanız/zamânınız vs. hiçbir ÅŸey yetmez sonunu getirmeye. “Anlama”nın sonu yok. Sonu olmayan/sonuca ulaşılamayacak olan bir mâcerânın peÅŸindesiniz. Kıyâmet kopmadıkça Kur’ân’ın anlamı tükenmez. İslâm’ı “sâdece bilginin konusu” hâline getiriyorsunuz. Hâlbuki “Allah’ın tek ilâh olduÄŸu” bize yetmelidir. Sâlih amel için gerekli olan tek ÅŸey sâdece bir tek “Lâilâheillâllah”tır.

Kur’ân’ın bir “rûhu” vardır. O rûha ulaşıldığında kiÅŸi artık Kur’ân’ı idrâk etmiÅŸ olur ve hayâtı da doÄŸru bir ÅŸekilde okumaya baÅŸlar. Düşünceleri/fikirleri doÄŸru çıkar. Yerinde ve doÄŸru te’viller yapar. Bir insan samîmi, ciddî ve disiplinli olarak okuma yaparsa o rûhu yakalar. Artık bu kiÅŸi için bir konuyu temcit pilavı gibi ısıtıp-ısıtıp ortaya getirmeye gerek kalmaz. Kur’ân’ı okudukça hayâtı kavrar ve fıkh eder; hayâtı okudukça da Kur’ân’ı kavrar ve çok yerinde eylem-plânları yapabilir. 

EYLEME DÖNÜŞMEYEN İLİM..

İsmâil Râci Fâruki:

“İnançla tasdik, eÄŸer hareket sahasına bir giriÅŸi temsil etmiyorsa, onun için anlamsız ve faydasızdır. EÄŸer fıtraten bir tavra sâhipse, bu, emâneti bütünüyle tahakkuk ettirmek için taşımak ya da bu yolda bir müslüman gibi ölmek gerekir” der.

Kur’ân’a sanki; bir kitâbe yazıtları gibi, bir hiyeroglif gibi, bir bulmaca gibi, bir ÅŸifre gibi, bir pazıl gibi, bir gizli bilgiler kitabı gibi vs. yaklaÅŸmak Kur’ân’a yapılacak en büyük hakârettir. Böyle yapmak Kur’ân’ı “anlaşılmaz bir kitap” gibi göstermek demektir. Kur’ân, bu tür nitelemelerden uzaktır.

Kur’ân’da aranacak bir ÅŸey yoktur. Her ÅŸey/âyet o kadar açıktır ki, aranmayı/anlamayı deÄŸil, okunmayı beklemektedir.

Neyi arıyoruz? Ne bulacağız? Felsefede şöyle bir soru vardır: “Aradığımız ÅŸey bilinen bir ÅŸeyse, bunu aramaya gerek yoktur. Bilinmeyen bir ÅŸeyse, bulduÄŸumuz ÅŸeyin aranan ÅŸey olduÄŸunu nereden bileceÄŸiz?”.  

Maalesef bir “ilim züppeliÄŸi” oluÅŸmuÅŸtur.

“…Rabbinin âyetlerinden bâzılarının geleceÄŸi gün, daha önce îman etmemiÅŸse veya îmânıyla bir hayır kazanmamışsa hiç kimseye îmânı yarar saÄŸlamaz..” (En-âm 158). Sâlih-amel ile taçlanmamış bir îman fayda vermez.

Âyetleri çok iyi bilmek kurtarmaz, eylem gerekli: “Onlara kendisine âyetlerimizi verdiÄŸimiz kiÅŸinin haberini anlat. O, bundan sıyrılıp-uzaklaÅŸmış, Åžeytan onu peÅŸine takmıştı. O da sonunda azgınlardan olmuÅŸtu. EÄŸer biz dileseydik, onu bununla yükseltirdik. Ama o yere meyletti (veya yere saplandı), hevâsına uydu. Onun durumu, üstüne varsan dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan dilini sarkıtıp soluyan köpeÄŸin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalanlayan topluluÄŸun durumu böyledir. Artık gerçek haberi onlara aktar. Ki düşünsünler” (A’raf 175-176). Eyleme dönüşmeyen Kur’ân ilmi, âyetleri yalanlama ilmidir. Kur’ân uzmanlığı Dünyâ’ya kapılmaktan kurtarmıyor. Mâlûmat-ı furuÅŸ deÄŸil, cûh-u huruÅŸ önemli.

Anlama çalışmasına gerek yok. Okuyunca îmânı artar mü’minlerin. Kur’ân’ı olduÄŸu gibi kabûl edemeyip onu aşırı-yoruma vuruyorlar. Hâlbuki bu istek âhiretten kuÅŸkusu olanların isteÄŸidir. Üstelik böyle bir istek isyândır: “Onlara âyetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduÄŸunda, bizimle karşılaÅŸmayı ummayanlar derler ki: Bundan baÅŸka bir Kur’ân getir veya onu deÄŸiÅŸtir. De ki: Benim onu kendi nefsimin bir ön-görmesi olarak deÄŸiÅŸtirmem benim için olacak ÅŸey deÄŸildir. Ben, yalnızca bana vahyolunana uyarım. EÄŸer Rabbime isyân edersem, gerçekten ben, büyük günün azâbından korkarım” (Yûnûs 15).

Kur’ân’ı anlamayı parçalayıcı bir akılla/çalışmayla yapıyorlar. Sûre, âyet, hattâ kelimelere kadar parçalıyorlar. Hâlbuki Kur’ân, bir bütünlük hâlinde; bütünlüğü yakaladıktan sonraki “ruh”u görmekle tam olarak kavranabilir ve mânâsı bilinebilir ancak.

Bu tarz çalışma gayretlerine Hindistan alt-kıtasında Kur’ân’iyyun Hareketi’nde de rastlıyoruz. Arap-dilini ve âyetleri aşırı zorlayarak bâzı anlamlara varmak istiyorlar. Mehmet Görmez bu konuda:

“Bunlara göre Kur’ân, bir hidâyet rehberi olmaktan çok, âyetleri arasında her-ÅŸeyin hazır bir hâlde bulunabileceÄŸi bir kitaptır. İşte böyle bir anlayış, târih  boyunca, insanları Kur’ân’da olmayan ÅŸeyleri ona yüklemeye sevk etmiÅŸtir” der.

Atasoy Müftüoğlu:

Herkes Kur’ân okuyor, Kur’ân anlatıyor, Kur’ân üzerine çalışıyor, araÅŸtırma yapıyor, ancak, bu etkinlikleri yürütenler, bu yapılanların düşünsel/kültürel/ekonomik/politik, kiÅŸisel ve toplumsal hayat üzerinde niçin dönüştürücü bir karşılığı olmadığını düşünmüyor. İslâm’i deÄŸiÅŸim/dönüşüm/yeniden inşâ yeteneÄŸine, irâdesine, ahlâkına ve bilincine sâhip olmayanlar, koÅŸulların hizmetine girerek, var-olanın, mevcut olanın hizmetine girerek, mezhep/cemaat/etnik âidiyet baÄŸnazlıklarının/bencilliklerinin hizmetine girerek, neo-liberâl-seküler dilin/düşüncenin hizmetine girerek, bağımlı/güdümlü hayatlar sürdürürler. İslâm-dünyası toplumları, kolektif bir bilince, yeni bir fikre, yeni bir topluma, yeni bir siyâsal bilince/program ve yönteme ihtiyaç duymuyor, statüko ve gelenek kurbânı olarak yaÅŸamaya devâm ediyor. Toplumlarımız geleneksel kültürün etkisiyle kliÅŸelerle düşünüyor. KliÅŸelerle düşünmek derin ve kapsamlı düşünceye engel teÅŸkil eder. “İnÅŸallah iyi olacak” bir temenniden öte bir kliÅŸe hâline gelmiÅŸtir. İyi ÅŸeyler yaptıklarından, iyi ÅŸeyleri gereÄŸi gibi, hakkını vererek yaptıklarından emin olanlar iyi ÅŸeyler bekleyebilirler. Ortak, birlikte var-oluÅŸ bilincine, ufkuna, bütünlüğüne sâhip olmayanlar, birlikte hareket etme yeteneÄŸine sâhip olmayanlar iyi ÅŸeyler ümit edemezler. Yalnızca kendi ihtiraslarının/çıkarlarının devamlılığının peÅŸinde olanlar, ortak-iyinin düşmanlarıdır” der.

Kur’ân bir detaylar kitabı deÄŸildir, o prensipler ve küllî kuralların kitabıdır. Onun gerçek vazîfesi, İslâm nizâmının fikrî, ahlâki ve siyâsi esaslarını açıkca ortaya koymak, aklî deliller getirerek, hissî teÅŸviklerde bulunarak bu ilkeleri insanlar arasında yaymaktır.

Klâsik anlayışta din-âlimi olmak için; “Kur’ân-ı Kerim’i ve mânâlarını ezbere bilmek, binlerce hadis-i ÅŸerifi ve mânâlarını ezbere bilmek, İslâm’ın 20 ana ilminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan 80 ilmi iyi bilmek, dört mezhebin inceliklerine vakıf olmak, bu ilimlerde ictihad derecesine yükselmek, tasavvufun en yüksek derecesinde olmak lâzımdır” (S. Ebediyye).

Aşırı-anlama yolunun üyeleri, klâsik dindarları, İslâm’ı anlamadan, sâdece üstadların! söylediklerini aynen uygulayarak körü-körüne taklit etmelerini haklı olarak kınamaktadırlar. Bunu biz de sert bir ÅŸekilde kınıyoruz. Çünkü bu taklitçilik onları oyalıyor ve uygulamada da bir ÅŸeyi deÄŸiÅŸtirmiyor; her-hangi bir zulmü/eziyeti/acıyı ber-taraf etmiyor. Fakat “anlamadan” İslâm’ı yaÅŸadığını zannedenleri eleÅŸtiren aşırı-anlama taraftarları da tersinden aynı hatâya düşüyorlar. Aşırı bir anlama çabasının sonucu olarak (aslında çok da gerekli olmayan ÅŸeyleri anlıyorlar) anlama ile sınırlı kalıyorlar ve bir ÅŸey yapmıyorlar. Bu yaptıkları ÅŸey de onları oyalıyor ve uygulamada bir ÅŸeyleri deÄŸiÅŸtirmiyor; her-hangi bir zulmü/eziyeti/acıyı ber-taraf etmiyor. Yâni sonuç aynı oluyor. Aynı sonuçta birleÅŸiyorlar. “KardeÅŸlerimiz”in mâruz kaldığı zulümlere/acılara karşı; Dünyâ’nın üzerinde bulunduÄŸu ÅŸerefsizliÄŸe karşı “bilmeyerek” bir ÅŸey yapmayanlarla, “bilerek” bir ÅŸey yapmayanlar.. Ne fark eder? Sonuçta ikisi de fiîli bir ÅŸey yapmıyor. “Bir ÅŸey yapmayanlar” mecbûren statükocu olurlar.

Bir makâlede şöyle denir:

“Maalesef, insanlığa nüzûl eden bu ilâhi hatırlatmayı, bu öğüdü, bu Kur’ân’ı anlamadık, anlayamadık, izin vermediler. Kur’ân’a sırtımızı döndük, onun asıl mesajını, özünü anlayamadık. Kur’ân’ı anlamak için Arapça gramerini Arap’tan daha iyi bilmelisin, o da yetmez, Araptan daha iyi arapça konuÅŸmalısın, o da yetmez Kur’ân’ın tamâmını ezbere bilmelisin, o da yetmez, sayısı milyonu bulan tüm hadislere vâkıf olmalısın, o da yetmez, sayısı binden fazla tefsirden de haberin olmalı, o da yetmez, dört mezhebin fıkıh kitaplarını da tam mânâsıyla bilmelisin dediler. Hayâtımızı bunlarla uÄŸraÅŸmakla geçirdik. Yanı-başımızda ölen insanlığımızı göremedik.  Ormanda yol ararken aÄŸaçlara odaklandık ve meseleye yukarıdan bakarak yolumuzu tâyin edemedik. Detaylarda boÄŸulduk. Kendi saatimizi, kıyâmetimizi kendi ellerimizle tâyin ediyoruz. İnsanlık olarak kendi sonumuzu kendimiz hazırlıyoruz. Saat yaklaÅŸtı. Ay yarıldı. Gerçekler gün gibi ortada. GidiÅŸat hiç de iyi deÄŸil. Fe eyne tezhebün? Hâl böyle iken nereye gidiyorsunuz?” (Tekvir 26).

  Kur’ân’ı aşırı-anlama çalışması kiÅŸiyi tembelleÅŸtiriyor, uyuÅŸturuyor, hayâta karşı duyarsızlaÅŸtırıyor, kiÅŸiyi korkaklaÅŸtırıyor, hazcı hâle getiriyor, kalitesizleÅŸtiriyor. Åžeytânî, tağûtî iÅŸlere sıcak bakar hâle getiriyor. Böyle olunca da hiçbir haksızlığa/zulme karşı çıkmıyor, mücâdelede/isyânda/îtirazda/eleÅŸtiride vs. bulunmuyorlar. Müslümanlar Kur’ân ile îtiraz-eleÅŸtiri-isyân edeceklerine, Kur’ân’ı, taÄŸutların düzenini onaylamakta kullanıyorlar. Bu tavır zulme, adâletsizliÄŸe karşı “Lâ”, “Kellâ” demeyi geciktiriyor. Zulmün yerleÅŸmesine ses çıkarmayarak taÄŸutlara alan açıyor. Çünkü anlamanın sonu yoktur ve olamaz. Bir türlü oradan çıkamıyor. Bir türlü kafasını çevirip hayâta bakamıyor. Zulmün yanından umursamazlıkla geçip gidiyor. Normal olmayanı bir süre sonra normal görmeye baÅŸlıyor. Tek derdi “anlama” oluyor. YaÅŸamayı/hayatı erteliyor ve bir süre sonra dînin hayatta görünür/yaÅŸanır olma isteÄŸine karşı çıkar hâle geliyor. TaÄŸutlara taÅŸeronluk yapmaya baÅŸlıyor.

Kur’ân’ı (hâşâ) matruÅŸka bebeklerle döndürdüler. Bir türlü “gerçek bebek” ortaya çıkmıyor. Tam, “iÅŸte gerçek bebek bu” dediÄŸinizde altından yeni bir bebek daha çıkıyor. Sonu gelmiyor bir türlü.

Evet; Kur’ân’ı aşırı-anlama çalışmaları, Kur’ân’ın gerçek keÅŸfini ve hareketini engelliyor. Kahve-falı bakar gibi atıp-tutuyorlar çünkü. Bir-türlü yaÅŸantıya geçirmiyorlar.

Târihin sonu tezlerini öne sürmelerine karşılık 1979’da İran devrimi ile sarsılan seküler-dünyâ, bu devrimlerin devâm etmemesi için; müslümanların büyük çoÄŸunluÄŸunu oluÅŸturan sünni kesime de sirâyet etmemesi için yeni fikirler geliÅŸtirmiÅŸlerdir. Atasoy MüftüoÄŸlu bunu ÅŸu ÅŸekilde dile getirir:

“Yeni bir devrim olmaması için ne yapmalıyız? Bu Neo-nurculuk akımı diye tanımladığımız akım burada baÅŸlıyor. “Yeni bir devrim olmaması için ne yapmalıyız”a yanıt ararken, Dünyâ yanıt ararken ÅŸu tür çözümlemeler yaptılar. Devrimci dilin ihrâcı karşısında biz Dünyâ’ya ÅŸunu söyleyebiliriz. Devrimcilik ÅŸiiliÄŸin îcâdıdır. sünnilik hiçbir ÅŸekil ve sûrette birÅŸey içermez. Devrimci bir duyarlılık içermez. Çünkü sünnilik statükodan yanadır, gelenek-görenekten yanadır, konformizmden yanadır. Ve SünniliÄŸi küresel-sistem her türlü konuma iknâ edebilir. Onların kurulu düzene karşı ve meÅŸrû siyâsi, hattâ gayri-meÅŸrû siyâsal iktidâra karşı ayaklanmak gibi bir kaygıları yoktur. Böyle bir gelenek de yoktur. Buna iknâ ettiler. Önce ÅŸunu yaptılar. Türkiye, Arabistan ve Mısır'dan resm ve gayri-resmiî ulemânın katkılarıyla bunu formüle ettiler. Bu sözünü ettiÄŸim anlayışı formüle ettiler. Yâni sünni dünyâ kurulu düzenlerin yanındadır ve kurulu düzenlerle her konuda uzlaÅŸabilir, bu uzlaÅŸmaya iknâ edilebilir. Bu devrimci dil ÅŸiiliÄŸin îcadıdır. Bunun üzerine aynı günlerde çok daha ilginç bir ÅŸey var, bu çok ilginçtir. Bunun üzerinde de konuÅŸmak gerekir. Bu sözünü ettiÄŸim sürecin ayrıntılarını Çohmsky târihte yayınlanan “kader üçgeni” kitabında anlatıyor. Ayrıntılı ÅŸekilde anlatıyor. Bir baÅŸka kitapta Brzezinski ise (Beyaz Saray'ın bir dönem danışmanlığını yapmış) aynen ÅŸunları söylüyor: (Autof kontrol kitabında)”Bu tür bir din-algısının îcâdı için Amerikan Kongresi ÅŸu kadar para ayırdı” diyor.

Åžimdi düşünebiliyor musunuz, toplumlarımızın ne tür bir din-algısına hizmet edeceÄŸi ve kendilerine hangi zihniyet konusunda hangi yaklaşım konusunda yapılandıracaklarına iliÅŸkin çerçevenin kurulabilmesi için Amerikan Kongresi parayı ayırıyor. Yâni bu ibret verici bir ÅŸeydir, merkezî bir noktadır. Ben özet hâlinde anlatıyorum. Bu baÄŸlamda olay sürdürülüyor ve “ılımlı İslâm” gibi “Türk İslâm’ı” gibi neler îcat ediliyor. Kavramlar îcat ediliyor. Bu aynı-zamanda İslâm’ın bütünüyle ve eksiksiz bir ÅŸekilde vülgarize edilmesi anlamına geliyor.

Yâni kalabalıkların, hiçbir kaygısı olmayan kesimlerin hoÅŸuna gidecek bir din îcat etmek. Yâni aynen bu-gün Neo-liberâl dünyâ-görüşü, daha doÄŸrusu bir tür ibâhilik, her ÅŸey meÅŸrû, bu-gün dîni hayat büyük ölçüde ibâhilik ve iÅŸrâkilikle malûldür. Bunların konuÅŸulması gerekir. Bu-gün Kur’ân-ı Kerim'i referans olarak almak yerine diyelim ki İbn-i Arabî’yi referans olarak alıyor, Kur’ân-ı Kerim'i referans olarak almak yine Mevlana'yı referans olarak alıyor ve Kur’ân-ı Kerim'i referans olarak almak yerine Said-i Nursi'yi referans alıyor, Yunus Emre'yi referans alıyor. Bu, dinin sonu demektir. Yâni müteÅŸerri bir söylemin, duyarlılığın, yapılaÅŸmanın, kavramların ve kurumların bütünlüğüyle ve savsaklanabildiÄŸi, umursanamaz hâle getirildiÄŸi, rafa kaldırılabildiÄŸi ve insanların bir tür kiÅŸisel hayâta kapatılmaya iknâ edildikleri anlamına gelir. 
     
Modern müslümanlar mevcut durumlarını hiç eleştirmiyorlar. Çünkü bu durumdan menfaat devşiriyorlar. Bizim bu-gün yaşadığımız konumun Kitab-ı Kerim nezdinde bir açıklaması yoktur. Çünkü böyle bir konumu Kitab-ı Kerim konum olarak kabûl etmiyor. Yâni sürekli Arafta yaşayan bir topluluk. Ne cennet ne cehennem. Ne cennet için bir mücâdele veriyor ne de cehennemden içtinab eden bir şeyi var, hep sürekli Araf'ta duruyor ve sürekli temelsiz beklentiler içinde umutlar içinde bulunuyor.

Zihinsel sömürge durumunda bulunduÄŸumuz için, hangi düzeyde olursa-olsun, aldığımız eÄŸitim hepimizi aptallaÅŸtırıyor. Hepimiz aptallaÅŸtırıldığımız için, bize anlatılan hikâyelerin bütün boyutlarını göremiyoruz. Her alanda aptallaÅŸtırıldığımız için, modern/seküler/kapitâlist/liberâl/materyâlist deÄŸer-yargılarının ve deÄŸer-yapılarının, referansların, paradigmaların belirleyici olduÄŸu, İslâm’ın bir referans-sistemi olmaktan çıkarıldığı bir toplumda yaÅŸadığımız hâlde bu durumun vahâmetini kavrayamıyor, İslâm’i bir toplumda yaÅŸadığımızı sanıyoruz”.

Mehmet Şevket Eygi, sonunu başka bir yanlışa bağladığı bir yazısında şunları söyler:

“Åžu-anda, gerçek İslâm’ın yerine “Yeni bir İslâm” türetilmeye çalışılıyor. Ilımlı, light, fıkıhsız ve ÅŸeriatsız, sulandırılmış, ehlîleÅŸtirilmiÅŸ, beÅŸerî bir hümanizma veya ideoloji hâline getirilmiÅŸ yeni bir İslâm. Avrupa BirliÄŸi standartlarına uygun bir İslâm. Feminist bir İslâm. Cihadsız bir İslâm. Diyalogçu ve hoÅŸgörülü bir İslâm. Allah katında tek hak din olma özelliÄŸinden arındırılmış bir İslâm. Resmî ideolojiye ayarlanmış bir İslâm. Kitaba, Sünnete, icmâya dayanan (İslâm’ın böyle (icmâ) bir dayanağı yoktur) gerçek İslâm’ın yerine yepyeni bir İslâm çıkartmak istiyorlar”.

Ahmet Kalkan, Ilımlı İslâm için şunları söyler:

“Ilımlı İslâm tâbiriyle içi boÅŸaltılmış bir din kastedilmektedir. Tevhidî içerikten soyutlanmış, cihadı, ahkâm (hükümle ilgili) âyetleri, toplumsal emir ve yasakları, devlet talebi olmayan, küfre ve ÅŸirke karşı hiç-bir tavrı olmayan bir din oluÅŸturulmaya çalışılmaktadır. Çok eski zamanlardan bêri bu amaca yönelik çalışmalar yapılmakla birlikte, İsrâil’in sömürgesi konumundaki ABD’nin başını çektiÄŸi Batı, özellikle ikiz kulelere saldırılardan sonra bu yoldaki çalışmaları yoÄŸunlaÅŸtırdı. BOP, OrtadoÄŸu’nun dînini yeniden ÅŸekillendirmeyi, yâni ılımlılaÅŸtırmayı hedefleyen bir projedir. Türkiye yönetimini de hem demokrasi ve hem de ılımlı İslâm’ı bir-arada yürüttüğü için model ülke kabûl etmekte, yöneticilere “lâ”sı olmayan ılımlılaÅŸtırılmış bu dini (ki, buna “İslâm” demek doÄŸru olmaz) diÄŸer ülkelere de pazarlamasını istiyor. Türkiye’de devletin dîninden ve düzenin öngördüğü din anlayışından (ulusal Türk dîni hâlini almış özel dinden, ılımlı İslâm’dan) râzı olduÄŸunu ısrarla belirtiyor. Görünen o ki, yöneticilerin de bu rolden pek ÅŸikâyetleri yok. Bu coÄŸrafyadaki düzen ve tâğutlar, bir taraftan kendi ülkelerinde tevhidî muhtevâdan uzak, demokrat, Atatürkçü, devletçi, ulusalcı, laik, muhâfazakâr (neyi muhâfaza ediyorsa) bir dîni, yâni “ılımlı İslâm”ı, dînini yaÅŸamak isteyen müslüman halk için tek alternatif ÅŸeklinde sunuyor. DiÄŸer yandan bu tahrif edilmiÅŸ din anlayışını diÄŸer ülkelere Batı adına ihrâç etmeye, kendilerini örnek almalarını istemeye çalışıyor.     
      
Ilımlı İslâm kavramı, gerçek İslâm’ın zor olduÄŸu, aşırı olduÄŸu ön-yargısından yola çıkılarak oluÅŸturulmuÅŸ alternatif beÅŸerî bir din anlamı taşır. İslâm, hiç de zor bir din olmadığı, Dünyâ ve âhiret saâdetini en kolay, en kestirme ve en doÄŸru yoldan elde etmenin adı olduÄŸu hâlde; bâzıları onu zor, kaynar derecede sıcak kabûl ediyorlar da, kendi ÅŸeytanlarının ve ÅŸeytanlaÅŸmış arzularının doÄŸrultusunda hoÅŸlanacakları kolay, basit ve ılımlı bir din dizayn edip halka “sizin dîniniz bu olmalı” deme gücünü kendilerinde görüyorlar.

İmtihanın gereÄŸi bâzı zorlukların, daha doÄŸrusu nefsin ağır bulduÄŸu birtakım güçlüklerin olması doÄŸaldır. Aslında aziz İslâm’ın teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı hiç-bir yük yüklemez (Bakara 286). Ancak, yeryüzünde bulunuÅŸunun, vâr olmasının sebebini anlamayıp, kendi hevâsına göre yaÅŸamayı seçmiÅŸ kimseler; İslâm’ın tekliflerini ağır bulurlar. Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’ân’a dâvet edilmelerini çok ağır bir teklif olarak kabûl etmektedirler (Şûrâ 13).

Emredilen ibâdetler, bir zorluk, sıkıntı veya iÅŸkence deÄŸil; huzur, rahatlık, düzen ve iç ferahlığı ve dengeli bir yaÅŸayışın plân ve programıdır. Dînimizde nass’la  (kesin deliller ile) sâbit olan ÅŸeyleri deÄŸiÅŸtirmek, zamâna ve toplumlara uydurmak mümkün deÄŸildir. Ilımlı İslâm kavramıyla, tek hak din olan İslâm, atmalar ve katmalarla dejenere edilmek, çağın bâtıl ideolojilerinin ve sapık insanların güdümünde uyduruk bir din oluÅŸturulmak istenmektedir.  

Günümüzde İslâm’ı yaÅŸamak ve hayâta geçirmekle ilgili zorluk, dînin ve dînî kuralların zorluÄŸundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin ve tâğûtî düzenlerin, müslümanların dinlerini yaÅŸaması önüne sayısız engeller koymasından, baskı ve zulümlerinden kaynaklanıyor. Dînin yaÅŸanması zorlaÅŸtırılıp haramlar, mecbûrî istikamet işâretleriyle topluma dayatılınca, kısır-döngü ÅŸeklinde hayâtın her alanı da zorlaÅŸtırılmış oluyor.

İçinde “hak”dan bazı unsurlar taşıyan “bâtıl”, en tehlikeli bâtıldır. Bâtıl/küfür, kendi aslî yapısıyla İslâm’ın karşısında durmayı göze alamadığı için, hak maskesi takarak, hakla koalisyona girerek, sûret-i hakdan gözükerek kalleşçe, münâfıkça İslâm’ın karşısına geçiyor. Dîne karşı din, İslâm’a karşı ılımlı İslâm yaklaşımıyla câhil kitleleri safına çekmeye, gerçek İslâm’ı içten yıkmaya çalışıyor. Bu, modern zamanlarda îcat olunan yeni bir keÅŸif deÄŸil; kâfirlerin çok eski, ilkel bir taktiÄŸi. Medîne münâfıklarından farklı bir ÅŸey yok küfür cephesinde.

Ilımlı İslâm denilen ÅŸey, “lâ”sız bir İslâm anlayışıdır. Reddedecek, tavır alacak, savaÅŸacak bir düşmanı olmamak; her ÅŸeyle ve gayri müslim herkesle diyalog içinde kardeÅŸ-kardeÅŸ, barış içinde yaÅŸamak. Kendisine ve her ÅŸeyden önce dînine kast eden bunca zâlime karşı nasıl olacaksa bu!... Aslında bu çirkin kavramla istenen ÅŸey belli: müslümanın iÄŸdiÅŸ edilmesi, iÅŸgâlcilere karşı direnç ve tavır gösteremeyecek ÅŸekilde pasifize edilmesi, emperyalist zâlimlere kul ve köle edilmesi.

“Allah ve Rasûlü bir iÅŸe hüküm verdiÄŸi zaman, mü’min bir kadın ve erkeÄŸe, o iÅŸi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur” (Ahzâb 36). Allah’ı hakem kabûl etmeyen, O’nun hükmüne râzı olmayan, O’nu her konuda tek ölçü kabûl etmeyen kimse müslüman olabilir mi? Allah’ın dînini beÄŸenmeyen, O’nun dîninde bâzı eksiltmeler veya artırmalar yapan, o dindeki bâzı hükümleri yok sayan veya baÅŸka görüşlerle sentezleyen kimseden daha sapık kim olabilir?! Ilımlı İslâm denilen ÅŸey, iÅŸte böyle bir sapıklıktır.  Ilımlı İslâm, zâlim devletlerin, iÅŸgâlci ve emperyalist güçlerin toplumları kendilerine kul etmek için prensiplerini belirledikleri kuÅŸa benzetilmiÅŸ bir din anlayışıdır.

Ilımlı İslâm’ı savunan ve dînini yaÅŸamak isteyen müslümanlara tek alternatif olarak dayatan çıkar gruplarının esas amaçları, İslâm’i hareketi saptırmak veya satın almak ya da boÄŸmaya çalışmaktır. “(Sana ÅŸu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah'ın indirdiÄŸi ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiÄŸi hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. EÄŸer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoÄŸu da zâten yoldan çıkmışlardır” (Mâide 49). Allah Teâlâ, müşriklerin arzularına, hevâ ve heveslerine uymamak ve Allah’ın hükümlerinden bir kısmının bile uygulanmasından tâviz vermemeyi peygamber ÅŸahsında mü’minlere emretmektedir.                 

“DoÄŸrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kiÅŸiyi en iyi bilendir, hidâyete erenleri de en iyi bilen O’dur. O hâlde, (hakîkati) yalan sayanlara boyun eÄŸme! Onlar isterler ki, sen yumuÅŸak davranasın da onlar da sana yumuÅŸak davransınlar” (Kalem 7-9).

BOP (Büyük OrtadoÄŸu Politikası), müslümanların kökünü kazıyamayacağını ve çok pahalıya mal olan iÅŸgâllerle iÅŸi halledemeyeceÄŸini anlayan büyük ÅŸeytan Amerika’nın kendilerine göre doÄŸunun ortasında, OrtadoÄŸu’da radikâl diye tanımladığı kaynaÄŸa baÄŸlı gerçek İslâm’ı terörize edip suçlamak, yasakla(t)mak ve ılımlı İslâm anlayışını daha bir yayıp dayatmaktır. Böylece uslandırılmış ve sulandırılmış bir dîni İslâm diye takdim edip sâdece adı ve kâfirleri rahatsız etmeyecek özellikleri kalan din anlayışı ile yetinen sözde müslümanları emperyalist hedefleri istikâmetinde köleleÅŸtirmektir.  

Bugün okullarda öğretilen mecbûrî din, câmilerden halka empoze edilmeye çalışılan din, medyanın % 90’ında gündeme getirilen din, İslâm’ın sahtesidir, ılımlısıdır; aslı deÄŸil. TV’den, kimi bürokratların, particilerin, yöneticilerin, sözde aydınların aÄŸzından kafasını uzatan ÅŸeytanın tebliÄŸ etmeye çalıştığı bu ılımlı ve sahte dindir.  

Amaç, dili pak bir ifâdeyle; devletle uyumlu yeni bir müslüman(!) tip yetiÅŸtirmek. Yeni Türk müslümanının standartlarını düzen ve kemalist ilkelerle tesbit edip TSE damgalı bir din oluÅŸturmak. Bu standartların dışındaki dîne “irticâ” damgası/yaftası vurarak onu yasaklamak. Cumhuriyet çocuÄŸu, demokrat, laik, Atatürk ilkelerini benimsemiÅŸ, Türk standartlarına uygun, düzenle uyum içinde, etliye sütlüye (tabii zâlimlere ve sömürücü tâğutlara) karışmayan müslüman(!) vatandaÅŸlar yetiÅŸtirmek. İncil’e benzer bir Kur’ân, kiliseye benzer bir câmi, papaza benzer bir imam ve hristiyana benzer bir müslüman oluÅŸturmak.

Açık cephe alarak fertlerin içinden sökemedikleri Allah inancını köreltip etkisiz hâle getirmenin, müslümanlığı tahrif etmeye çalışıp İslâm inanç ve yaÅŸayışını saptırmanın, “müslümanım” dediÄŸi hâlde kâfir gibi yaÅŸamanın adını “ılımlı İslâm” koymuÅŸlar. Bu tanımlarla uyuÅŸmayan Kur’ân’ın istediÄŸi İslâm ise, “radikâllik, fundamentalizm, köktendincilik, terör, bölücülük, taassup, baÄŸnazlık, yobazlık, irticâ” gibi yaftalarla çirkin gösterilmeye çalışılmış ve belirli mesâfeler alınmıştır. Halk sâdece ismen müslüman kalsın, ama müslümanlığın içini İslâm düşmanları doldursun ve “ancak ÅŸu ÅŸekildeki bir müslümanlığı yaÅŸayabilirsin” diye halkın dînini yönlendirsinler; yerlisiyle yabancısıyla egemen küfrün zorba güçleri tarafından istenenleri ve yapılanları böyle deÄŸerlendirmek gerekiyor. 

Öğrendiklerimiz bizi takvâ sâhibi yapması gerekirken, daha tartışmacı, daha uzlaÅŸmacı, daha edilgen yapıyorsa ya okuduklarımızda veya okuma tarzımızda problem var demektir. Zâten artık okuyan insanımız da kalmadı. Bakan insanımız var. Gözüyle düşünen, gözüyle karar veren, gözüyle inanan veya inancını deÄŸiÅŸtirmeye baÅŸlayan. Okurlarımız yazmıyor, yazarlarımız okumuyor. Okur-yazarlarımız ve özellikle okur-yaÅŸarlarımız yok artık. Böyle bir ortam, müslümanın canına okuyanlara fırsat veriyor.    
  
Bu çizgi, uzlaÅŸmacı ve tâvizci bir anlayışı hâkim kıldı. UzlaÅŸma ve tâviz ise; tevhidî harekete, bütüncü, radikâl, köktenci, inkılâpçı anlayışa set vuruyor”.

Mete Gündoğan:

“Özellikle 11 Eylül 2001 olayını projenin mîlâdı olarak ele almak gerekir. Henüz kimin yaptığı net olarak bilinmeyen bu saldırı olayı, BOP’un açık bir gerekçesi olarak kullanılmış ve hâlâ da kullanılmaktadır. Irak’ın iÅŸgâli için operasyona baÅŸlanılmasından çok kısa bir süre önce, Bush, yeni muhâfazakâr (Neocon) fikirlerin merkezlerinden biri olan Amerikan GiriÅŸim Enstitüsü adlı kuruluÅŸta bir açıklama yaparak, OrtadoÄŸu’da demokratik deÄŸerlerin yayılmasını öngören projesini anlattı. Buna göre OrtadoÄŸu’nun, inanç ve anlayış olarak da Amerikan/Batı deÄŸerlerine yakınlaÅŸtırılması hâlinde Dünyâ’nın daha emniyetli olacağını iddia etmiÅŸtir.

Bu konuÅŸmadan yaklaşık iki ay sonra Irak iÅŸgâli gerçekleÅŸtirildi. İşgâle karşı bölgede geniÅŸ bir tepki oluÅŸunca, biraz da bu tepkileri bastırmak için iki ay sonra 9 Mayıs 2003 târihinde yaptığı bir konuÅŸmada Bush, on yıl içerisinde bir ABD-OrtadoÄŸu Serbest Ticâret Bölgesi’nin kurulacağını söyledi. Bu ifâdeden de iki ay sonra, 7 AÄŸustos 2003 târihinde, The Washington Post gazetesinde Condolezza Rice imzâlı bir yazı yayınlandı. Yazı, bölgede 22 ülkenin haritasının deÄŸiÅŸeceÄŸini ifâde ediyordu.

Bundan da yaklaşık iki ay sonra, 6 Kasım 2003 târihinde Bush, Ulusal Demokrasi Vakfı’nda, OrtadoÄŸu’yu özgürleÅŸtirme stratejisini açıkladı. Hemen-hemen aynı târihlerde, BaÅŸkan Yardımcısı Dick Cheney, Davos’ta yapılan Dünyâ Ekonomik Forumu’nda “Büyük OrtadoÄŸu’ya Reform” projesini açıkladı. Daha sonra DışiÅŸleri Bakanı Colin Powel, konuya iliÅŸkin açıklamalarda bulundu ve proje kapsamındaki bölge ülkelerinde görüşmelere baÅŸladı. Proje, zenginler kulübü olarak da bilinen G8 zirvesinde de ele alındı ve koordinasyon için Büyük OrtadoÄŸu GiriÅŸimi EÅŸ-baÅŸkanlığı oluÅŸturuldu. Üç tâne eÅŸ-baÅŸkan tâyin edildi. Türkiye ve İtalya BaÅŸbakanları ile Yemen Devlet BaÅŸkanı eÅŸ-baÅŸkan olarak belirlendiler. Böylelikle BOP, 21. yüzyılda İslam Dünyâ’sı siyâsal coÄŸrafyasının yeniden ÅŸekilleneceÄŸi bir yol haritasına dönüştürülmüş oldu” der.

Bir değeri anlamak demek, o değerle hareket etmek ve o değerin gereklerini yerine getirmek demektir. Bilgi, ümmete ve tevhide dönmüyorsa, ha bir kuru ekmektir.

Aliya İzzetbegoviç:

“Müslüman halkların, aynı yerde devr-i dâim yapmaktan, bağımlılıktan, fakirlikten ve geri kalmışlıktan kurtulmalarını istiyor muyuz? Yeniden ve emin adımlarla ÅŸerefle ve aydınlık yolunda, kendi kaderlerinin sâhibi olmalarını istiyor muyuz? Ahlâklılığın, dâhiliÄŸin ve cesâretin kaynaklarının bütün gücüyle yeniden fışkırmasını istiyor muyuz? O zaman bu hedefe götüren yolu açık bir ÅŸekilde işâret edelim:

İslâm’ın bireysel, âilevi ve toplumsal hayâtımızın tüm alanlarında İslâm düşüncesinin yenilenmesi ve Endonezya'dan Fas'a kadar tek bir İslâm-birliÄŸini gerçekleÅŸtirmek. Bu hedef uzak ve ihtimâl hâricinde görülebilir, ancak imkân dâiresinde bulunduÄŸu için gerçektir. Aksine her bir gayr-ı İslâm’i program çok yakın ve hedefin yanında görülebilir; ancak o, İslâm-âlemi için tam bir ütopyadır, çünkü imkânsız dâiresinde bulunmaktadır” der.

Hüseyin Bülbül:

“Hayatla ilgisi olmayan bir fikrin anmaya deÄŸer bir kıymeti yoktur” der.

Kur’ân’ın bir de ÅŸeriatı/kânunları vardır ve bu ÅŸeriatın/kânunların tezâhür etmesi için bir “yer” lâzımdır. O yer olmadığında ÅŸeriat tabî ki es geçilir ve Kur’ân edebiyat/felsefe/mantık kitabı hâline gelir. Artık sonu gelmez araÅŸtırmaların konusu olur.

SONU OLMAYAN EYLEMSİZLİK

Anlayamazsınız kardeÅŸim.. Anlama çalışmasını bitiremezsiniz. Allah zâten böyle bir ÅŸey istemiyor. Anlamsız anlama çalışmalarıdır bunlar. Bu “anlama” iÅŸini ritüel hâline getirmemek gerekir.

Yüz-yıllardır bu çalışmalar yapılıyor ve müslümanların rezilliÄŸi bitmediÄŸi gibi daha fazla artıyor. Zâten müslümanların bu kötü durumunun nedeni, Kur’ân’ı hayattan çekip zihinlere hapsetmekti. Einstein:

“Aynı ÅŸeyleri yapıp farklı sonuçlar almayı bekleyenler ahmaktır” der. 

Hikmet Ertürk:

“Her ÅŸeyin sürekli deÄŸiÅŸtiÄŸi bir Dünyâ’da yaşıyoruz. Tabi bu deÄŸiÅŸen ÅŸartlar içinde sürekli yeni yollar inşâ edilmektedir. ÇoÄŸu-zaman böylesi ÅŸeyler ile ne amaçlandığının farkında olamıyoruz. Sanki çevremizde hiçbir ÅŸey olmuyormuÅŸ gibi kendi dar gündemimizdeki kimi tekrarları sürekli yapıp duruyoruz. Ve bu tekrarlar hep aynı tonda devam ediyor. UnuttuÄŸumuz ÅŸeyleri hatırlamakta fayda var. Fakat ilginç olan ÅŸey, bildiÄŸimiz ÅŸeyleri de sürekli tekrar edip duruyoruz. Ve sürekli bir daha okumalar yapıyoruz. Okunan bilgilerin hayatımızda olan ÅŸeyleri olumlu yönde etkilemesi gerekirken hiçbir ÅŸey deÄŸiÅŸmiyor. Ve okuyarak biriktirdiÄŸimiz bilgiler paylaşılmıyor. Paylaşılsa bile kim ne ÅŸekilde arzu ediyorsa o kadarı o kiÅŸiye söyleniyor. Çünkü hep herkes ile iliÅŸkilerimizin iyi olmasını istiyoruz. DoÄŸru bilgiler ile çevremizdeki arkadaÅŸlarımızın rahatsız olmasını göze alamıyoruz. Bu hiç de İslâm’i bir davranış deÄŸildir. Kur’ân’dan öğrendiÄŸimiz bilgiler Allah’ın emirleridir ve bizler bu bilgileri saklayamayız. En yakınımızdakiler bile olsa bu bilgilerin o kiÅŸilere aktarılıp iman iddialarının samîmi olup-olmadıkları ölçülmelidir. Böylelikle yol arkadaÅŸlarımızı da daha iyi tanımış oluruz.

İşte böylelikle bir ÅŸeyleri baÅŸarmak istiyorsak, “zafer hazırlık gerektirir”. Fakat öyle görülüyor ki Müslümanlar hazırlık yapmayı bırakın, daha ne yapacaklarına dâhi karar verebilmiÅŸ görünmüyorlar. Ortada tâkip edebilecekleri, öğrenip biriktirdikleri bilgileri harcayabilecekleri hiçbir yol çalışması yok. Sâdece aralarında konuÅŸa-geldikleri sohbetleri mevcut. Åžunu hemen belirtelim ki “kaybettiÄŸiniz zaman bahanelerin hiçbir önemi yoktur”.

Yapa-geldiÄŸimiz tek ÅŸey Kur’ân metinlerini sürekli bir ÅŸekilde okumak. Fakat bu ÅŸekilde Kur’ân okumalarının artık müslümanlara bir ÅŸey kazandırmayacağı görülüyor. Bunlar sâdece metin okumalarıdır. O yüzden artık bizler “ne yapılmalı” sorularını kendimize, kardeÅŸlerimize sormalıyız. Sürekli okuyup durduÄŸumuz bu kutsal metinler bizlerden ne istiyor. Bizler bu bilgileri artık yaÅŸanır kılarak biriktirmekten vaz-geçecek miyiz?.

Yarınlarda yapılıp yaşanması gereken emirlere öncelik vererek bu emir ve hükümlerin hayâtımız içerisinde yozlaşmasına neden oluyoruz. Çünkü zamansız, mekânsız, yerli-yerinde olmayan, sırası birbirine karıştırılmış, önceliği belli olmadan yaşanmaya çalışılan her amel, biçimsiz ve ruhsuz, kontrolsüz çabalarla hebâ olmuştur. Gündemimize aldığımız bu ve benzeri konular, amelsiz kıpırdamamıza sebep olmuşsa da zaman geçtikçe zihnimizde kuru ifâdeler olarak şekillenmiştir. Çok-önceleri bildiğimiz fakat yaşamadığımız kavramlara da olumsuz bir bağışıklık kazanmışız. Bu hâlimiz toplumlarımızın dönüşümünü de gerçekleştirememiştir.

Yapmamız gereken ÅŸeyleri doÄŸru bir ÅŸekilde yapmadığımız sürece hep aynı ÅŸeylerle karşılaÅŸacağız. Devran ÅŸu ÅŸekilde sürüp gidecek: Önce bizler daha öncesinde İslâm’a dâir şâhitliÄŸini hakkı ile sürdüren, sonraları bu hâlinden kopuÅŸlar yaÅŸayan muhâtabımıza bir ÅŸeyler anlatacağız. Fakat onlar, aÄŸabeylerimiz o hep bildik edâlarla bizleri umursamayacak, sonra bizler şâhitliÄŸimizden tâviz vere-vere yaÅŸlanacağız, o kuÅŸağın genç müslümanları aynı ÅŸeyleri bizlere anlatacak, bizler de o bildik tavırlarla yine kulaklarımızı tıkayacağız. Çünkü geçmiÅŸimizden bir türlü çıkamayan bizler, her zaman hep o uyarıları zâten önceden biliyor olacağız.

Zihnimizde, yüreÄŸimizde, yaÅŸamımızda Kur’ân’ı tüketirsek, bu aslında kendi tükeniÅŸimizdir. Gelin geleceÄŸimizi “eski geçmiÅŸ” yapmak için yaÅŸamayalım. Allah bizlerden hayâtı îmâna göre biçimlendirmemizi istiyor. Yoksa sürekli geçmiÅŸimizde yaÅŸadığımız anılarda hep kaybolur gideriz” der.

KUR’ÂN’DA AÅžIRI-ANLAMA ÇALIÅžMASI EMREDİLİYOR MU

Yâsin Aktay’ın bir yazısını alıntılayarak bunu cevaplayalım..

Kabaca bir eÅŸleme yapmak gerekirse, bu-gün okunan Kur’ân'ın hiçbir anlaşılma zorluÄŸu barındırmadığını, herkese her durumda aynı ÅŸeyleri söyleyebileceÄŸini, dolayısıyla gerekli olan tek ÅŸeyin kitabın ihtivâ ettiÄŸi anlamlara ulaÅŸmak için elveriÅŸli teknik ve yöntemlere baÅŸ-vurmak olduÄŸunu varsayan anlayış, Kur’ân'ı anlama konusunda bu kurguya göre objektivist bir irâdeye tâbî olmaktadır. Objektivist irâde çaÄŸdaÅŸ dünyâda müslümanların Kur’ân'ı okumalarında yıllarca en fazla etkili olmuÅŸ olan bir irâdedir.

Kur’ân üzerinde bir-takım semantik/anlam-bilimsel incelemeler, dil-bilimsel tahliller, kavramsal etüdler yapmak sûretiyle Kur’ân'ın en doÄŸru bir ÅŸekilde anlaşılması hedeflendi. Kur’ân'a “ön-yargısız”, bütün kültürünü “sıfırlamış”, tek amacı doÄŸruyu bulmak olan bir kafa-yapısıyla gitmek ideâlize edilirken, böylesi bir tedbirle Kur’ân'a gitmenin Kur’ân'ı anlamak için sanki yeterli olacağı iyimserliÄŸi taşındı. Anlaşılan veya anlaşılacak olan ÅŸey kiÅŸiden-kiÅŸiye deÄŸiÅŸmeyecek kadar gerçek, nesnel, “orada” olan bir ÅŸeydir. Hiç bir bireysel, kültürel, târihsel, toplumsal farklılık, her-hangi bir Kur’ân âyetinin, ifâdesinin anlamında her-hangi bir farklılığa yol açmak için meÅŸrû bir gerekçe teÅŸkil edemez.

Ana-gövdesini böylesi bir anlayışın oluÅŸturduÄŸu objektivist irâde böylelikle Kur’ân'ı anlamanın fiîlî durumlarına çok fazla gönderme yapma ihtiyâcında bulunmaksızın, ya mevhum bir geleneÄŸe atıfta bulunarak gelenekselci; veya semantik ve filoloji disiplinlerinin, hattâ adı konulmamış bir târih sosyolojisinin verilerine baÅŸ-vurmak sûretiyle de modernist İslâm anlayışlarına eÅŸlik etmiÅŸtir. Kanaatimce burada modernist yorumla gelenekselci yorum arasındaki fark belirsizleÅŸmekte, ikisi aynı düşünce âilesinin üyeleri hâline gelmektedir. Her ikisinde de “Kur’ân'ı anlamak”, Kur’ân'la aramıza böylesine nesnel sınırlar koymak sûretiyle ulaşılabilecek bir hedef hâline gelmektedir. Sorun sâdece uygun anlama aracını uydurabilmekte yatar.

Åžimdi ben buradaki düşünce mülâhazamı biraz daha anlaşılır kılmak için biraz kışkırtıcı olabilecek bir soruyu ortaya atmak istiyorum: Sâhi biz Kur’ân'ı anlamak zorunda mıyız? Veya şöyle diyelim: Kur’ân'ı anlamak, Kur’ânî bir sorun mudur? Bizim geleneksel anlamda anladığımız “anlama” tâbiri -böyle anlamayanları tenzih edebiliriz- her-hangi bir yerde olup-biten bir anlam muhtevâsını aynen aksettirmek, kopyalamak, idrâk etmek gibi bir ÅŸey. Bir ÅŸeyi anladığımız zaman onu bir nevi ayna görevi gören zihnimizde aksettirmiÅŸ oluyoruz. Onu olduÄŸu gibi kuÅŸatıyoruz. Kendi zihnimizdeki bütün kavramlardan, düşüncelerden, ön-yargılardan veya bir bütün olarak “anlama ufkumuzdan” sıyrılıp anladığımız nesnenin, metnin, kiÅŸinin, ifâdenin anlama ufkuna yerleÅŸiyoruz. Genel olarak “anlama” derken kastedilen ÅŸeyin bu olduÄŸunu biliyoruz. Böylesi bir anlama zihnimizi bir ayna olarak tasarlar. Dahası evrensel bir anlama hedefi, bir anlama ideâli kurmaya sevkeder. Belli bir yargıya ulaÅŸmış olan herkese de o yargıya evrensellik atfetme meÅŸrûiyeti üretir. O zaman da Kur’ân'ı anlama konusunda mü’minle kâfir, takvâlı ile takvâsız, zengin ile fakir hiç bir zaman farklı konumlarda tasavvur edilemezler. Çünkü söz-konusu olan etkinlik-türü, bilimsel bir çabaya indirgemek ve bir matematik problemi çözülür gibi Kur’ân ayetlerinin içerdiÄŸi anlam sorunlarının çözülebileceÄŸi kabûl edilmek zorundadır.

Åžimdi sorumu yineliyorum: Kur’ân'ı anlamak Kur’ânî bir sorun mudur? Kur’ân bizden kendisini bu anlamda kuÅŸatmamızı, tüketmemizi, bütün anlam muhtevâsına nüfuz etmemizi, tâbiri câizse vahyedenin niyetlerini çözücü bir çaba mı beklemektedir? Biraz erken olacak bir cevapla kendi mütâlaalarımı sürdüreyim. Kur’ân'dan edindiÄŸim izlenim bu anlamıyla Kur’ân'ı anlamak gibi bir yükümlülüğe sâhip olmamak bir-yana, öyle bir anlamaya da hiç bir zaman ulaÅŸamayacağımız yönündedir. Basit bir veri ÅŸudur: “Kur’ân'da insanların, Kur’ân'ı bu anlamıyla anlamaları gerektiÄŸine dâir en ufak bir vurgu yoktur” desem eminim çoÄŸu kiÅŸi epey ÅŸaşıracaktır, belki de îtiraz edecektir. Türkçesi “Kur’ân'ı Arapça olarak indirdik ki daha iyi anlayasınız” diye yaygınlaÅŸan âyetin veya genel olarak siyâkında “anlayasınız” olduÄŸu zannedilen âyet meâllerinin arapça aslında “anlama” deÄŸil de “düşünme” “ibret alma”yla karşılanabilecek sözcüklerle geçmektedir. Bu ise, ayrıca Kur’ân'ın anlaşılmasına yönelik objektivist irâdenin zihnimizin derinliklerine kadar nasıl iÅŸlediÄŸini örneklemesi açısından oldukça mânidârdır. Evet, Kur’ân'da Türkçe'nin bu tür çaÄŸrışımlarıyla birlikte sâhip olduÄŸu “anlama” sözcüğüne tekâbül eden hiç bir sözcük yok. ÖrneÄŸin bir “f h m” kökünden gelen sözcük Kur’ân'da sâdece bir yerde geçmekte, (Enbiyâ 79 H.G.) o da  Kur’ân'ın anlaşılmasıyla ilgili bir mevzuda deÄŸil de, Hz. Süleyman'a anlaşılır kılınan bir meseleyle ilgilidir. Netîcede ÅŸunu söyleyebilmek için sanırım yeterince gerekçemiz var. Bizim Kur’ân'la iliÅŸkimiz bu tür objektivist çaÄŸrışımlarıyla birlikte bir “anlama-anlaşılma” iliÅŸkisi deÄŸildir, belki bir öğüt alma, kulak verme, itaât etme, üzerinde düşünme iliÅŸkisidir v.s. Burada da sorunumuz bizim bir ÅŸeyi anlamaya kalkışırken kendi üzerimizde neler olup-bittiÄŸi konusundaki bilgiye insan olarak yeterince vâkıf olamayışımızdan kaynaklanıyor. Kur’ân'la Kur’ân'ın târif ettiÄŸi bir diyaloÄŸu tesis ettiÄŸimizde Kur’ân'ı, anlama faaliyetinin objektif sınırlarında tüketmekten âciz olduÄŸumuzu farkettiÄŸimiz gibi, okurken bize bir hâller olduÄŸunu da eminim hepimiz hissediyoruzdur.

Aslında her çeÅŸit metni okurken içine düştüğümüz bir-çok durumun sayısız kat fazlasına Kur’ân'ı okurken giriyoruz. Çünkü Kur’ân'ı her-hangi bir metni okur gibi okumuyoruz. Her-hangi bir metin gibi okuyanları dışta tutabiliriz, ama bir ibâdet kastıyla Kur’ân'ı okumaya alışmış bir insanın, Allah'tan gelmiÅŸ olduÄŸuna inanarak, öğüt almak, hidâyet aramak üzere okuyan bir insanın Kur’ân'la kendisi arasına nesnel mesâfeler koyarak okuması fiîliyatta mümkün deÄŸildir zaten. Peki bunu yapmaya kalkışırsa, yâni salt bir anlama nesnesi olarak mütâlaa edip kutsiyetini rafa bir-an için bile kaldırırsa ne olur? Böyle bir durumda Kur’ân'ın deÄŸiÅŸik yerlerde deÄŸindiÄŸi tiplemelerden birine denk düşme ihtimâlinin çok yüksek olduÄŸunu söylemek durumundayım: “Ölçüp biçen”, “Allah ne murat etti” diyen “bunlar geçmiÅŸlerin masallarıdır”, “bir büyüdür” ve sâir ÅŸeyler diyen tiplemelerden bahsediyorum. Tabiî ki bu-arada bunca nesnel teÅŸhisle Kur’ân'da söylenen hiç bir ÅŸeyi üzerine alınmadan, onu ameliyat masasına yatıranların bile kendilerini alamadıkları bir durumun yol açtığı tip var. “Onun etkisine kendilerini kaptırıp gizlice onu dinlemeye gidenlerin tiplemesi”. Bu-arada yeri gelmiÅŸken Kur’ân'ın bilgi kuramsal (epistemolojik) mâhiyeti üzerine deminden beri yaptığım deÄŸinileri uyarlamak istiyorum. Özetle Kur’ân tüm bu nedenlerle bir epistemoloji nesnesi olmak hedefine çok fazla tâlip görünmüyor.

Anlama kelimesinin batı dillerindeki eÅŸ karşılıklarından birisi de “to exhaust” tur. Bu da bir anlam içeriÄŸini kavramak, ama tüketerek kavramak ÅŸeklindedir. Yâni bir anlamda Kur’ân'ın her-hangi bir âyetini anladığımızı söylerken onda artık anlaşılacak baÅŸka hiç bir ÅŸeyi geride bırakmamış olduÄŸumuzu söylemiÅŸ oluyoruz”.

Yahudilerin “üstün millet”, “vaad edilmiÅŸ topraklar” gibi vurguları ebedileÅŸtirmeleri de aşırı-anlama yüzündendir. Hristiyanların “teslis”, “günah çıkarma”, domuz eti yeme”, Hz. İsa’yı tanrılaÅŸtırma süreçleri aslında, aşırı-anlama ve aşırı-yorumlama süreçleridir Çünkü aşırı-anlama yoluna düşenler, bir-zaman sonra aşırı-yorumlama yoluna da gireceklerdir. Ehl-i Kitab’ı yanlışlara sürükleyen ve kitaplarını tahrif etmelerine neden olan etken, aşırı-anlama ve aşırı-yorumlamadır.

PSİKO-EKONOMİK DAYATMA

Genelde 2. Dünyâ savaşından sonra; Özellikle de İran devriminden sonra; Türkiye’de 12 Eylül ve 28 Åžubat sürecinden sonra; Dünyâ’da ise 11 Eylül olayından sonra yoÄŸunluk kazanan “küresel ılımlı/hoÅŸgörülü İslâm” projesi var. Aslında bu bir “protestan müslümanlık” ÅŸeklidir. Yeni Dünyâ Düzeni’nin tezâhürüdür bu. “Modernist Müslüman” anlayışıdır. Batının domuz gibi tüketmeye yetmeyen kaynaklarından açığa çıkan ekonomik krizlerini aÅŸmak için geliÅŸtirmiÅŸ olduÄŸu bir proje. Mevcut pazarlarla kapatılamayacak bir açık var. Batı-insanı bu sorunu, “tüketmeyi yavaÅŸlatarak” aÅŸmayı istemiyor. Çıtayı düşürmek istemiyor. Bu nedenle de hükümetlerine sürekli baskı yapıyor. “Domuz-baÅŸları”nın servetlerini katlama hırsları da buna eklenince batı hükümetleri ürünlerini pazarlayarak kâr elde edecekleri yeni pazarlar bulmak ve açmak zorunda kalıyorlar çâre olarak. Bu nedenle de gözlerini orta-doÄŸuya ve orta-asyaya diktiler. Buraların yer-altı ve yer-üstü kaynakları iÅŸtahlarını kabartıyor. Özellikle orta-doÄŸu ilk sırada.

Fakat bir sorun var.. Buralarda istedikleri pazarları açamıyorlar. Çünkü pazarlayacakları ürünlere raÄŸbet yok buralarda. Kültür farklı. Alışkanlıklar farklı. Dînî ve millî kimliklerinden gelen kültürleri batının ürünlerine ilgisiz bırakıyor onları. O hâlde batılıların ilk önce kendi kültürlerini buralarda yerleÅŸtirmeleri gerekir. Bunun için de ilk yapmaları gereken ÅŸey kültürlerini resmî/ideolojik olarak kabûl ettirmektir. Bunun da ilk aÅŸaması, ÅŸeytani bir ideoloji olan demokrasiyi o ülkeye yerleÅŸtirmektir. Fakat demokrasiyi yerleÅŸtirmek için de İslâm’ı zayıflatmaları gerekiyor. Çünkü İslâm ile demokrasinin uyuÅŸması söz-konusu bile deÄŸil. Tabi bazı aşırı-ÅŸiÅŸman ve toplu ve de demokrasiden geçinen demokrasi aşığı “âlim” kiÅŸileri saymazsak. Peki İslâm’ı nasıl zayıflatacaklar? İşte zurnanın “zırt” dediÄŸi yer burası.. “KorunmuÅŸ Kur’ân”dan bir ÅŸeyler azaltamazlar. İlâve de yapamazlar. O zaman tek-seçenek olarak mevcut âyetleri aşırı yoruma tâbi tutmak gerekir. Aşırı yoruma tâbi tutarak anlam kaymaları yapmak ve insanları “demokrasiye karşı gelmez” bir hâle getirmek. Yapılan aşırı yorumlar demokratik/neo-liberâl/kapitâlist/sekülerist/modernist/konformist/laik yorumlar çünkü. Bu tarz yorumları gündemde tutmak, desteklemek ve bu tür yorumlarda bulunanları ön-plana çıkarmak baÅŸlıca öncelikleri. İşte bizim sözde gayretli yorumcular bunların tuzağına düşerek aşırı yorum zırvalığına yöneliyorlar ve bir zamanlar Yahudi ve Hristiyanların Persler ve Roma’lıların baskılarıyla yaptıkları aşırı yorumlama tuzağına düşüyorlar ve Kur’ân’ın metnini olmasa da yorumunu tam da taÄŸutların istediÄŸi ÅŸekle sokuyorlar. Evet; batı, Kur’ân’ı bile “oyalama”nın nesnesi hâline getiriyor. Kimsenin doÄŸru-dürüst Kur’ân’ı meâlden/tefsirden okuma çalışması yapmadığı bir toplumda insanlar gündemdeki yorumları din zannediyorlar. Sonuçta İslâm-ülkeleri demokrasiyi ülkelerinde kurmakla aslında batıya pazar kurmuÅŸ oluyorlar. Ve böylece onlar domuzluklarına domuzluk katarlarken, garibanlar da garipliklerine gariplik katıyorlar. Parmaklarına çalınan bir damla bal ile ömürlerini geçiriyorlar.

Cemâl Doğan:

Misyonerlik faaliyetlerinin İslâm ülkelerinde iki-yönlü bir gâyesi vâr-olageldi. Birincisi, müslüman halkı hristiyanlığa kazandırmaktı. Bu alanda pek fazla bir baÅŸarı saÄŸlayamadılar. İkinci gâye olarak, eÄŸer müslümanlar hristiyanlaÅŸtırılamıyorsa, o zaman sekülerleÅŸtirmekti. Bu yolla müslümanlar sömürgeci yayılmaya ve sömürüye yönelik bir tehlike oluÅŸturmayacaklardı. SekülerleÅŸtirmenin gerçekleÅŸtirilmesi için misyonerler eÄŸitim görevini üstlendiler. Sekülarizasyon vazîfesini üstlenen misyonerler, vazîfelendirildikleri ülkelerin dilini, târihini, edebiyatını vs. bilgilerini çok iyi öğreniyor ve sömürgeleÅŸtirmede vâsıta olarak kullanıyorlardı” der.

Lütfi Bergen:

“Avrupa, müslümanların kadim ahlâk-âile-iÅŸ-inanç disiplinini kendi dokusuna eklemlemeye çalışıyor. Ancak bu deÄŸer, hem Avrupa’lının ırkçı yaklaşımlarıyla çeliÅŸiyor ve hem de “müslüman deÄŸerleri” zamanla deforma uÄŸruyor. Ama bu, “Avrupa için ne gam” bir durumdur. Çünkü Batı kültürünün çöküşü, kendi nüfus dengesini yitirmesinden ivme alıyor. Avrupa uygarlığı, antik Yunan’dan bêri nüfus üzerinde baskıcı-sınırlayıcı bir siyâsal toplum fikri getirmektedir. İşte bu nüfus bu-gün Avrupalılık olgusunu taşıyamayacak bir zaaf içindedir. Bu nedenle Avrupa, ölmüş bedeni içinde acılar çeken bir ruh paniÄŸine yakalanmış, içine gireceÄŸi bir genç beden arıyor. Bunu Akdeniz havzasından baÅŸka bir yerden bulamaz.

Hüseyin Alan:  

“Modern târih yorumu, varlık ve bilgi felsefesinden etkilenen müslüman aklı, Kur’ânî târih yorumu, varlık ve bilgi sistematiÄŸinden koparak zaman algısını, deÄŸer yargısını, âhiret telâkkisini vs deÄŸiÅŸtirdi. Batılı aklın têsirine giren akıl, asr-ı saadeti bile bu nedenle târihselleÅŸtirdi, geride bıraktı. Bir daha yaÅŸanamaz, târihsel olarak bir daha dönülemez zaman ve ÅŸartlar olarak deÄŸerlendirdi. Bu-arada gelenek, birikim, sahih kökler de terk edildi, aÅŸağılandı. Aynı suda iki kere abdest alınamaz derken mantık oyununa girdi ve sapkın bir kıyas yaptı. Suyla abdesti karıştırdı. Ona göre su akıp gidiyordu. Ve zamânı geriye çevirmek, aynı suda yıkanmak mümkün olmazdı. Dolayısıyla asr-ı saadet gibi artık tüm geçmiÅŸ bir nostaljiydi, Zion’du. Bir daha gerçekleÅŸemezdi. Nostaljiyle de yaÅŸanmazdı, çünkü anokronik duruma düşülür, reel gerçeklikle ideâl karıştırılmış olurdu. Buysa büyük bir çeliÅŸkiydi.

Bu akıl Kur’ân’ı da aynı algıyla okuyunca, doÄŸal olarak, bu-günkü zamâna ve ÅŸartlara uymayan hükümleri, geçmiÅŸ ÅŸartlar ve zamanla kayıtlı olarak okudu, yeniden yorumlamak zorunda kaldı. Åžer-i hükümler ve ölçüler bu nedenle evrensel olamazdı, geçmiÅŸin ÅŸartları geçmiÅŸte kalmış, bu-günse deÄŸiÅŸmiÅŸti. Evrensel olan, din ya da dînî olan, ahlâkla-ibâdetle-mâneviyatla sınırlanmalıydı. Dînî hükümler, hukuk, dînî cemaat ve amaç yeni insana, tekâmül etmiÅŸ insana, ÅŸartlara, târihsel ÅŸimdiki zamâna uygun olarak yeniden yorumlanmalıydı. Çünkü realite buydu, çünkü ÅŸimdiki-zaman yaÅŸanıyordu.

Bu görüşü meÅŸrâlaÅŸtırmak için vahiy telâkkisini, Allah ve kutsal algısını, peygamber algısını deÄŸiÅŸtirmek, hadisi, fıkhı, usûlü, yöntemi, geleneÄŸi, geleneÄŸe âit birikimi vs. dışlamak zorunda kaldı. Bu akılla okuduÄŸu vahiy’den yeni bir din inşâsına baÅŸladı. Artık vahiy, inzâl edilen, teslim olunması gereken deÄŸil, özneleÅŸmiÅŸ insan tarafından anlaşılması ve yeniden yorumlanması gereken bir metindi… Elçilikse örneklik özelliÄŸini yitirdi, kendi çağı ve ÅŸartlarıyla sınırlandırıldı. Vahiy kesilebilir miydi?. Din evrensel deÄŸil miydi?. Bu-günün elçiliÄŸine soyunanlarınsa ne yapacağıysa belliydi… Buradan âhiret algısına gelmek zorunda kaldı ve bunu da yeniden yorumlamaya baÅŸladı. Benzer düşünüş biçimiyle kıssaları, târihsel gerçekliÄŸe ve olgulara uymayan edebî kurgular olarak okudu. Mûcizeleri, bilimsel bilgiyle îzah edemediÄŸi için metaforik okumaya tâbi tuttu.

Yeni din-inşâsı böyle başladı ve bu işlem devâm ediyor. İlâhiyat bilimleri bu alana âit kılındı ve yönlendirildi. Garâbete bakın ki bu aklı yalancı çıkaran yine kendi yorumu olacaktır, çünkü bu din-inşâsı, yeni değildi. Yeni târihsel zamâna âit gerçeklik hiç değildi. Kapitâlist üretim tarzıyla at-başı gelişen hristiyan teolojisinin protestan yoruma tâbi tutulduğu 16. yüzyılda, hristiyan ilâhiyatçıları bu işleri yapmıştı. Anokronik olan bizim adamdı, bizimkisinin aklıydı. O sâdece yeni keşfe çıkmış, eskiyi yeniden üretime sokmuştu. Demek ki zaman yeniden yaşanabiliyormuş.

Civilization sürecinde akıl, özne olan birey aÅŸamasına geldiÄŸinde, dîni ve ibâdeti de yeniden inşâ edecektir. İncil ulus-dillere çevrildi, katolik otoritenin yorumları ve ibâdetleri bidat ve hurâfe olarak dışlandı, İnciller yeni bir okumaya tâbi tutuldu. Artık her İncil okuru dînî kendisi anlayabilirdi. Otoriteye ihtiyaç yoktu. Allah tasavvuru, vahiy-peygamber-âhiret inancı ve telâkkisi, ibâdet gibi dîne âit temel deÄŸerler, bu süreçte, bu akılla yeniden tanımlandı. Nihâyet bu çabalar, protestan tarzı yeni bir mezhebi hareketi geliÅŸtirdi. Bu teolojik kabûl, yeni geliÅŸen kapitâlist ekonomik süreçle birlikte kapitâlist ahlâkı, ibâdetsiz ve ÅŸeriatsız dînî algıyı meÅŸrûlaÅŸtırdı. Bu sürecin en önemli geliÅŸmesi, bireyin özne olması, kutsal dâhil her deÄŸerin nesneye dönüştürülmesidir” der.

Biz müslümanlar o çirkef ruhun bedeniyiz! Kirlenmek-kirletilmek üzereyiz.

Bânu Avar:

“Bir zamanlar düşman komünizmdi, Sovyetler ÅŸeytanın ta kendisiydi. Sovyetlerin çöküşünden sonra batının hedefine zengin İslâm coÄŸrafyası oturuyor. Bu-gün İslâm düşmanı olan Rasmussen CFR kararıyla Nato’nun başına geçiriliyor. Obama ise “Afganistan, Pakistan” ilk hedefimizdir diyor. Orta Asya’ya hücum iÅŸte böyle baÅŸlıyor” der.

Weizmann'ın notlarında: “Arap-halkı hâin tabiatlarıyla” batılı uygarlıktan nasibini almamıştır. O hâlde batılı ile aynı haklara sâhip olamamaktadır ya da ona bu hakları alması batılı tarafından öğretilecektir” denir.

Mustafa ArmaÄŸan:

“Halkları hurâfe ve bâtıl inançlardan kurtarıp aklın egemenliÄŸini ve ışığını ona muhtaç olanlara götürme iddiasındaki Batılı güçler, aslında bir-türlü suya kandıramadığı içindeki susuzluÄŸu, çölü taşımaktadır gittiÄŸi yerlere. Çöl, Dünyâ’ya yürümektedir. GittiÄŸi yerlerde var olan bitki ve canlı yapısının üzerini örtmektedir. Hayâtı durdurmaktadır. Ancak götürdüğünü iddia ettiÄŸi hayat ve ışık, medenileÅŸtirme misyonu, ne kendi susuzluÄŸunu, ne de gittiÄŸi yerlerdeki insanlarınkini giderebilecektir” der.

Batı doÄŸuyu oyuncak yapmak istiyor ve onu istediÄŸi gibi deÄŸiÅŸtiriyor ve istediÄŸi ÅŸekle sokuyor süre içinde. Duke Üniversitesi’nden iki deÄŸerli araÅŸtırmacı, Martin Lewis ve Karen Wigen, haklı olarak “Neden Batı sâbit bir çekirdeÄŸe sâhiptir de DoÄŸu neden sürekli deÄŸiÅŸir?” sorusunu soruyor.

Yusuf Özkan Özburun:

“Batı, sanâyi devrimini gerçekleÅŸtirince, ihtiyaç-eksenli üretim ortadan kalkmış, arzu eksenli bir üretim dönemine girilmiÅŸtir. Makinelerin seri üretime geçmesiyle ortaya çıkan ihtiyaç fazlası ürünler için reklam, pazarlama ve halkla iliÅŸkiler meslekleri ortaya çıkmıştır. 1924’den îtibâren Amerika’da zirveye çıkan bu çalışmalar bir süre sonra fazlasıyla üretilen ürünler sebebiyle bütün Dünyâ’ya yayılmıştır. Afrika, Hindistan, OrtadoÄŸu ve Çin’e de ürün pazarlamaya karar vermiÅŸlerdir. Hattâ Çin onların ürünlerini istemediÄŸi için savaÅŸ açmışlardır. Batı bunu gerçekleÅŸtirmek için antropoloji dediÄŸimiz bilimden faydalandı ve antropologlarını Afrika’nın köylerine kadar göndererek insanların hayat-tarzını inceletti, kodlarını öğrendi. Sonra teknolojisiyle övünerek bu ülkelere, “sen geri kalmış ülkesin, geliÅŸmek için bana muhtaçsın” dedi. Mâlik bin Nebi de kitabında Fransız sömürüsündeki Cezâyir halkının yaÅŸadığı trajik durumdan dolayı “az geliÅŸmiÅŸlik zokasını yuttuk ve mahvolduk” diyor. Söyleyin? Aynı-anda 100 bin kiÅŸiyi öldüren bir silaha sâhip olmak geliÅŸmiÅŸlik midir?” der.

Alparslan Kuytul bu-konuda şöyle der:

“Modern olmak medenî olmak demek deÄŸildir.  Onların üretmiÅŸ olduÄŸu mallları-ürünleri kullanalım diye, o modern hayâtın ürünlerini onlardan alalım kullanalım diye.. Onlar, zengin olabilmeleri için ürettikleri malı bir yerlere satmak zorundadırlar. Ellerinde birikmiÅŸ malları var ve nüfusları mal kadar artmıyor. Makineler geliÅŸtikçe geliÅŸiyor, ürünler üretimi 10 kat artıyor. Ama nüfusları o kadar artmıyor. Bu fazla malı bütün Dünyâ’ya satmak zorunda kalıyorlar. Bunun için de bütün Dünyâ’nın kültürünü deÄŸiÅŸtirmek zorundadırlar. İnsanlar onların kültürlerini almadıklarında mallarını da almayacaklar çünkü. O yüzden bize modern hayâtı medeni hayat diye yutturmaya çalışıyorlar. Allah’ın boyasını o yüzden deÄŸiÅŸtirmek zorundalar. Onların ÅŸirk anlayışlarına sessiz kalmamız için bizi deÄŸiÅŸtirmek zorundalar. Onların üretmiÅŸ olduÄŸu ürünleri kullanabilmemiz için, bizi deÄŸiÅŸtirmek zorundalar. Ya biz onların mallarını alacağız, ya da o malları satamayacaklardı, o yüzden bizi deÄŸiÅŸtirmeye çalışıyorlar, deÄŸiÅŸtirdiler/deÄŸiÅŸtiriyorlar”.

SavaÅŸlarda nihâi zaferler olmuyor artık. SavaÅŸ masrafları en zengin ülkelerin bile belini büküyor. Ülkeyi savaÅŸmadan ele geçirmenin/sömürmenin yolu, o ülkeye demokrasi getirmektir batılılara göre. Fakat o ülke müslüman bir ülke ise ilk önce İslâm’ı ılımlılaÅŸtırmak gerekir. Çünkü İslâm demokrasi ile uyuÅŸamaz. IlımlılaÅŸtırılıp demokratikleÅŸtirilen ülke, iÅŸgal edilmiÅŸ bir ülkedir artık. Böylece savaÅŸ masrafı bile etmeden açık bir pazar hâline gelmiÅŸtir.

“İslâm’ın ProtestanlaÅŸtırılması” makâlesinde şöyle denir:

“Batı Dünyâsı, yâni Hıristiyan âlemi, ilk zamanlar İslâmiyeti pek ciddiye almadı. Arabistan yarım-adasında, Araplar arasında dîni bir mücâdele olarak baktı olaya. İslâmiyet Arabistan dışına taşıp, doÄŸuya, batıya, özellikle de Anadolu kapılarına dayanıp, Bizansı, Avrupayı tehdit eder duruma gelince Hristiyan âlemi telaÅŸlandı.

Haçlı-seferlerini baÅŸlattılar. Kudüs’e kadar ulaşıp binlerce müslümanı kılıçtan geçirdiler. Fakat müslümanları yıldıramadılar, müslümanlar tekrar toparlanıp haçlı sürüsünü Kudüs’ten ve Anadoludan attı.

Hristiyan âlemi bu yenilgiyi bir türlü hazmedemedi. Her fırsatta saldırıya devâm etti. Ancak, asırlar süren savaşlara rağmen bir netîce alamamaları onları farklı taktik uygulamaya sevketti. Kaba-kuvvetle bir yere varamayacaklarını anlayarak, müslümanları içeriden yıkmaya karar verdiler.

18. asırda bu yeni planı uygulamaya koydular. YetiÅŸtirdikleri casuslarla (Hempher gibi) ve müslümanların arasından satın aldıkları kimselerle İslâm’ın esaslarını bozmaya, yâni protestanlaÅŸtırmaya karar verdiler.

15. yüzyıla kadar, Hristiyanların üzerinde Katolik Kilisesi, yâni Papa hâkimdi. Merkezî bir din-otoritesi vardı. Keşiflerden sonra ortaya çıkan burjuva sınıfı, zenginliğin verdiği güçle, kontrolsuz bir şekilde, haram-günah tanımadan zenginliğin tadını çıkarmak istediler. Fakat, bozulmuş da olsa, kendine göre emir ve yasakları olan Hristiyanlığın ahlâki kuralları ile çatışınca, isteklerini rahat bir şekilde yapabilmenin yollarını aramaya başladılar.

Meselâ, zenginleÅŸen tüccarlar fâiz ile çalışmaya baÅŸladılar. Hristiyanlık buna müsâde etmedi. 1517’de Alman papazı olan Martin Luther çıkıp her türlü isteÄŸe izin verince, burjuva sınıfı yâni zenginler rahatladı. Din-baskısından kurtulmuÅŸ oldular. Dîni kendi âdi isteklerine alet etmeye baÅŸladılar.

Günümüz Lutherleri de, adis-i şerifleri, âyet-i kerîmeleri yorumlarken aklı ön-planda tutmuyorlar mı? Herkesin aklı farklı olduğuna göre, herkesin anlayışı farklı olacağından, akıl sayısı kadar görüş, din, yâni dinsizlik ortaya çıkmayacak mı? Getirilmek istenen nokta da bu değil mi zâten.

Bu protestanlaÅŸtırma projesini, İngiltere’nin yönlendirdiÄŸi Avrupa yürütüyordu. 11 Eylül olayından sonra ABD de açıkça aktif bir ÅŸekilde projeye destek vermektedir.

11 Eylül olayı belki de, müslümanlara gösterdiÄŸi toleransı kırmak ve ABD’yi de projeye dâhil etmek için hazırlanan sinsi bir plândır”.

Müslümandan istenen bir din-anlayışı var: “KiÅŸisel düzeyde yüksek bir ÅŸekilde yaÅŸanan fakat sosyâl ve siyâsal alanda bir talebi olmayan din”. Kur’ân/İslâm bir hayat felsefesi deÄŸildir, hayat tarzıdır. İslâm herÅŸeyden önce “hareket”le ilgilidir.

Yaşar Nûri Öztürk:

“Bu-günkü Dünyâ’yı Åžeytan yönetiyor. Åžeytan, Dünyâ’yı kitlelerin başına geçirdiÄŸi piyonlarıyla yönetir. Sebep, elbette ki insanın tembellikleri, ÅŸehvetleri, gafletleri, dalâletleri, hıyânetleri, nankörlükleridir. Åžimdi, târihin diyalektiÄŸi, insanlığın ne yapıp nasıl bir tavır sergileyeceÄŸine bakıyor. Sergilenecek tavra göre, yarınlar ya daha kahırlı olacak yahut da mutlu. Ama bu ÅŸekilde asla devâm etmeyecek.

Åžeytan’ın Dünyâ’yı yönetme icraatında gücün başını süper-etki noktalarında oturan ÅŸeytânî kurmaylar çekiyor. Bunlar, târihin amansız ve büyük zâlimleri, Åžeytan’ın güçlü iÅŸ-birlikçileridir. İstavrozluları var, namazlıları var. Bir de bunlara baÄŸlı, bunların piyonu ve hizmetçisi olarak iÅŸ gören ikinci, üçüncü, dördüncü sınıf taÅŸeron Åžeytan uÅŸakları var. TaÅŸeron ÅŸeytancıların en yamanları, İslâm coÄŸrafyalarında mekân tutmuÅŸ despot riyâkârlardır. Bu ÅŸeytan-yamakları, gücü, parayı, oyu, müslüman kitlelerden almakta ama hizmetlerini dâima haçlı kurmaylara arz etmektedirler. Bunlar için İslâm, haçlı kurmayların onayladığı kadarıyla dindir. Bunların din adına en becerikli oldukları ÅŸey, İslâm’ın, haçlı kabûlleri dışında kalan kısmının “o kadar da önemli olmadığı” yolunda delil hazırlamaktır. Nitekim bunlar, Åžeytan’ın yeni OrtadoÄŸu dîni olan Ilımlı İslâm’a destek için, İslâm’ın temel îman ÅŸartı olan Kelime-i Åžehâdet’in yarısını devreden çıkarıp “Muhammed Allah’ın Elçisidir” kısmını dışta bırakmışlardır” der.

Yusuf Kaplan:

“Aslında soÄŸuk-savaşın bitirilmesinden sonra “İslâm’a karşı İslâm” stratejisi geliÅŸtirildi. 1970’lerde bunun teorik alt-yapısı oluÅŸturuldu. Bunun başını da Bernard Lewis çekti. Hâlâ da, 11 Eylül’den sonraki süreçte çok etkili biri Bernard Lewis. “İslâm’a karşı İslâm” diye bir ÅŸey geliÅŸtirdiler. Åžunu çok net bir ÅŸekilde biliyoruz ki, Osmanlı durdurulunca İslâm küresel bir aktör olarak târihten çekildi. Müslümanların temsilcisi bin yıldır araplar deÄŸil, biziz. Bin yıldır Selçuklular ve Osmanlılar ile birlikte yapılan bir târih söz-konusu. 20.yüzyılın başında Osmanlı’nın durdurulmasıyla birlikte İslâm’ın bir aktör olarak târihten çekildiÄŸini görüyoruz. Batılılar buna kesin kanaat getirmiÅŸ durumdalar. Zâten Birinci Dünyâ Savaşı’nı da onun için çıkardılar ama İkinci Dünyâ Savaşı baÅŸlarına belâ oldu. İkinci dünyâ savaşı ile Avrupa fiilen çöktü aslında ve bir ÅŸekilde târihe girmeye çalışıyor. İslâm’ın kesin bir ÅŸekilde târihten çekildiÄŸine inanmışlardı Batılılar. Ancak sömürgecilik sonrası dönemde Fas’tan Malezya’ya kadar kültürel olarak, sosyal olarak, entelektüel olarak İslâm’ın müslüman toplumların omurgasına yerleÅŸmesi Batılıları çıldırttı. Çünkü onlar bu iÅŸ bitmiÅŸti diye düşünüyorlardı. Benzer ÅŸeyleri baÅŸka kültürlere, coÄŸrafyalara da yaptılar. Meselâ Japonları kapitâlistleÅŸtirdiler ve bitirdiler. Çin’e ve Hindistan’a aynı ÅŸeyi yapmaya çalışıyorlar.

Batılılar, SoÄŸuk SavaÅŸ sonrası süreçte, bütün stratejilerini İslâm-dünyâsının târihe giriÅŸini önlemek ve İslâm’ı sisteme entegre ederek bitirmek ÅŸeklinde geliÅŸtirdiler. “İslâm’a karşı İslâm” stratejisi, bunun adıdır” der.

Aliya İzzetbegoviç:

“Orduları yerine onlar ÅŸimdi düşünce ve sermâyelerini benimsetmektedirler ve bu yeni têsir-biçimi ile yine aynı hedefe varmak istemektedirler: Müslümanlar arasındaki varlıklarını têminat altına almak, müslüman halkların siyâsi ve maddî bağımlılığını ve mânevi güçsüzlüğünü devâm ettirmek” der.

Amaç İslâm’ı bloke etmek ve hattâ deÄŸiÅŸtirerek baÅŸkalaÅŸtırmak. Bu projeye en uygun ülke olarak Türkiye görülüyor. İslâm’ı Türkiye üzerinde yıkma projesidir bu proje.

Demokratik ılımlı İslâm projesi, İnsan-ı Kâmil potansiyelini baskılamak için düzenlenmiÅŸ bir projedir. Böylelikle “satın alınamayacak mü’min” insanın/insanların potansiyelini kırmak istiyorlar. Çünkü bu tarz mü’minler, Dünyâ’yı İslâm lehine deÄŸiÅŸtirme isteÄŸi ve potansiyeli taşıyan mü’minlerdir.

Atasoy Müftüoğlu:

“DireniÅŸ bilincine ve kültürüne sâhip olmayan müslümanlar, cemaat hareketleri, hayatta kalabilmek için, teslimiyetçi konumları, yöntemleri, tarzları seçiyor. Radikâl düşünceler, tercihler, tavırlar îtibardan düşüyor, yaftalanıyor, karalanıyor. Ilımlı İslâm, ılımlı müslüman yeni bir kategori olarak moda hâline getiriliyor. Ilımlı İslâm ve ılımlı müslüman ile aslında ılımlı araçlar/araçsallaÅŸtırmalar, ılımlı iÅŸ-birlikçiler kasdediliyor” der.

Bâtılın Tehlikeli Gerçekleri ve Åžeytan’ın Hizmetkârları yazısında ÅŸunlar söylenir:

“Ünlü misyoner Râhip Samuel Zwemer'in, müslümanları hrısityanlaÅŸtırma konusundaki taktiÄŸine, Thomas Michel'in Türkiye’de üstlendiÄŸi misyonu rahatlıkla örnek verebiliriz...

Bakın Râhip Samuel Zwemer' in taktiği neymiş:

“Müslümanları vaftiz etmek için boÅŸ yere çabalayıp durmayalım.. BaÅŸka yollar deneyelim. İslâm ülkelerinde giriÅŸeceÄŸimiz faaliyetlerde onlara, hristiyan âdetlerini, hristiyan bayramlarını, hristiyan kültürünü, hristiyan ahlâkını aşılayalım”.

Görünen ÅŸu ki, bu-gün biz kendi içimizde bir-birimizi tekfir etmekle yarışırken, adamlar içimize kadar sızarak, elini-kolunu sallaya-sallaya inançlarını rahat bir ÅŸekilde tebliÄŸ ediyorlar, etmekle de kalmıyorlar, İslâm’ı kendi inançlarına benzetmeye çalışıyorlar...

Müslüman kardeÅŸlerim, sizler akledip sorgulmadıkça ve bölünmenin size verdiÄŸi zararı görüp, bölüşmenin bilincine varmadıkça, Allah’ın dînine düşman insanlara dolaylı olarak katkıda bulunmaya devâm edeceksiniz..

Ümmet olma bilincine varmanın zamânı geldi de geçiyor bile, hakîkate geç kalmayın..

27 Mayıs 1960 darbesini fiili olarak destekleyen ABD, Adnan Menderes'in iktidârında yaÅŸanan “Türkiye'yi gerçek bağımsızlığına kavuÅŸturma” giriÅŸimlerinin farkında olarak yeni bir politika geliÅŸtirdi. Adına Komünizmle Mücâdele denilen, ancak 1940'lardaki komünist hareketlere karşı geliÅŸtirilen tepkiden farklı bir konsepte sâhip bu yeni sürecin tek amacı vardı:”ABD'nin izin verdiÄŸi kadar Müslümanlık”.

Ulvi Murat Kılavuz, dînin küreselleşme ve/yâni postmodernizm tarafından ne şekilde tutsak edildiğini şu şekilde anlatır:

“Postmodernizm “dîni canlanma”yı sekülarizasyonun tersine çevrilmesine imkân tanıyan bir olgu olarak görmemektedir. Sâdece dîni, her-ÅŸeyin mübah olduÄŸu (“anything goes”) parçalanmış bir “kültürde” kolaj (kes-yapıştır) türünde bir bütünleÅŸtiriciliÄŸin sembolik öğesi olarak konumlandırmaktadır. Postmodernizm bu noktada dînin bizâtihi bir “kültür” olduÄŸu gerçeÄŸini gözden kaçırmaktadır. Dolayısıyla din, dayatılan bir kültürün sembolik bir öğesi konumuna itilme deÄŸil, tabiatıyla bir alternatif olarak bizzat o kültürün yerine geçme yolunu seçecektir.

Postmodernistlere göre, doÄŸru, akıl, erdem, Tanrı, gelenek ve târih gibi fikirlerin çözümsel araÅŸtırmalarına uyarak yaÅŸamak hepten anlamsızdır. Postmodernizm bir kez meta-anlatıların sonu olarak kabûl edildiÄŸinde, postmodern dünyâda dinlerin de saÄŸlam bir yer edinemeyecekleri düşünülebilir; zîrâ dinlerin tamâmı, Lyotard’ın bahsettiÄŸi türden anlatısal bilgi olmaksızın ayakta duramazlar.

Asıl sorun, bir yandan sayısız dinsel anlayışın bir-aradalığının yarattığı psikolojik münâsebetsizlik hissi, bir yandan da dinlerin kendi anlayışlarının beslenmesi için vasat teÅŸkil eden gündelik hayat örüntülerinin modern hayâtın örgütlenmesi içinde kendisine saÄŸlam bir yer bulamamasıdır. Turner’ın tesbitiyle, bu durumda, küreselleÅŸmenin tanımı gereÄŸi, her-gün insan hayâtına büyük bir hızla girip yine aynı hızla çıkıp giden, bâzen gitmeyip eski önem ve anlamını kaybeden, bâzen de anlamını arttırsa bile yerinde emânet gibi durduÄŸu herkesçe bilinen muâşeret biçimlerinin deverânı içerisinde, dîni inanç ve pratikler hiç-bir imtiyâza sâhip olamamaktadır. İmtiyazsız inanç ve pratikler, dolayısıyla, müntesiplerine saÄŸlam bir Dünyâ tasavvuru sunamamakta, en iyi ihtimâlle insanlar için çok gevÅŸek kimlik referansları oluÅŸturabilmektedirler. Esâsen, paradoksal gibi gözükse de, İslâm bir tasavvur olarak geriledikçe bir biçimler bütünü olarak daha fazla ön plâna çıkabilmektedir. Biçimin muhtevâdan bağımsızlığını ilân ettiÄŸi  postmodern sanâyi toplumunda dinsel tasavvur, muhtevâdan giderek daha fazla ayrışan biçimlere yüklenmektedir. DiÄŸer taraftan, dinsel tasavvurun muhteva-biçim bütünselliÄŸine dayanmasını postmodern toplumun sembolleri, biçimleri, imajları bağımsızlaÅŸtıran baskısına karşı bir garanti gibi görerek, korunması daha kolay olan biçimde ısrar etme tavrı, sonunda giderek içi boÅŸalmış ÅŸekillerle kalmaya varabilmektedir.

Günümüzde, bir insanın Hristiyanlığının en fazla müziÄŸine yansıyan bâzı tercihlerden, müslümanlığının domuz eti yememe konusunda gösterdiÄŸi duyarlılıktan, AlevîliÄŸinin bir Zülfikâr kolyesi veya evin duvarına asılan Hz. Ali ile Atatürk portreleri veya Pir Sultan’dan türkülere kulak kabartmaktan öteye gidememesi çok yaygın olmamakla birlikte zaman-zaman gözlenebilecek bir durumdur.

KüreselleÅŸmenin dîni inançlar ve dînin gündelik hayattaki tezâhürleri üzerindeki etkisi salt bununla sınırlı deÄŸildir. KuÅŸkusuz bu baÄŸlamda söz-konusu edilen küreselleÅŸme temâsı dînin yükseliÅŸini açıklamaya çalışan yönüyle dikkat çekmektedir. Oysa küreselleÅŸmenin dînin yükseliÅŸi kadar dinsel inançlardaki sulanmayı berâberinde getiren çok negatif sonuçları da vardır. Bir-anda Dünyâ’nın her tarafından bir sürü deÄŸiÅŸik milliyetle karşılaÅŸan insanların kendi millî kimliklerinin sınırlarını görmeleri kadar, hattâ belki de daha fazla bir etkilenim, bir inanca mensup olanların, aşırı çoÄŸalmış ve her türden inanç ve ritüel biçimleriyle karşılaÅŸmaları esnasında meydana gelmektedir. En azından teoride, dînin küreselleÅŸmeyle daha büyük travmalar yaÅŸayacağını söylemek mümkündür.

Bu-günün küreselleÅŸmeyle karakterize edilen kültürel durumunun en belirgin özelliÄŸi, kültürel formların, dinsel inançların, günlük yaÅŸam örüntülerinin, en yüksek düzeyde çoÄŸulcu bir toplumsal pota içerisinde aÅŸağı-yukarı eÅŸitlenmiÅŸ olması, aralarından birinin üstünlüğüne hüküm verecek bir üst ilkenin varlığıyla ilgili olanakları tüketmiÅŸ olmasıdır. Esâsen bunun da temelinde postmodern düşüncenin temel karakteristiklerinden olan görecilik yatmaktadır. Postmodernizm, tek, kapsayıcı, nesnel, dışsal ya da aÅŸkınsal doÄŸruluk tasarımına karşıdır. DoÄŸruluk (hakîkat) kaygan bir ÅŸeydir; çok biçimli, içe-dönük, özneldir. Bu mânâda, dosdoÄŸru tanımlanabilecek bir ÅŸey deÄŸildir. Merkezî, klâsik bilgi kuramının belirleyici terimleri, bilgiyi edinme yollarından birinin doÄŸru, ötekilerinse yanlış olduÄŸu varsayımını da içermekteydi. Sorun, farkı bulmak, bu fark yerine oturtulduÄŸunda da onu haklı kılmaktı. Postmodernizmin tasarımı ise ÅŸudur: Hiç-bir fark yok; bilginin türleri arasında bir sıralamaya gitmek, siyasal ve ahlâkî anlamda alçakça  bir giriÅŸimdir. Bu, bir deri renginin baÅŸka bir deri renginden daha üstün olduÄŸunu söylemek kadar densizcedir.

KüreselleÅŸmenin getirdiÄŸi bu kaotik bilinç yapısı ve belirleyici bir üst deÄŸerin yokluÄŸu, insanlara emniyet ve tekinlik hissi saÄŸlayan kaynaklar olan millet ve âile gibi unsurların çözülmeye uÄŸramasıyla birleÅŸtiÄŸinde, kiÅŸilerin ruh saÄŸlığına olumsuz etkileri ortaya çıkmakta, dinî/mânevî yöneliÅŸlerde anlam ve içerik kaymaları söz-konusu olmaktadır. Bütün bunların doÄŸuracağı sonuç açıktır: İslâm’ın küresel sistemin “alt küresel kültürü” olarak konumlanması; dolayısıyla hem göreceliliÄŸi meÅŸrûlaÅŸtıran bir araca dönüşmesi, yâni postmodernize olması, hem de deÄŸiÅŸim için deÄŸiÅŸime mecbur bırakılması. Dinlerin ve özelde İslâm’ın önünde çözümlenmesi gereken en büyük sorunun, kaçınılmaz biçimde bir “medeniyetler çatışması”nın tarafı olma ya da küresel sisteme eklemlenerek bir “alt küresel kültür” veya “küçük anlatı” olma ikilemini aÅŸarak, sâbitelerinden vazgeçmeksizin toplumun gereksinimlerine cevap veren bir konuma yerleÅŸmek olduÄŸu söylenebilir. Öncelikle, küreselleÅŸme, her ne kadar zaman-zaman her türlü müdâhaleden bağımsız bir heyulâ ÅŸeklinde tasvir edilse de, bizâtihî deÄŸer koyucu, otonom bir varlık veya süreç deÄŸildir. KüreselleÅŸmenin empoze ettiÄŸi deÄŸerler büyük ölçüde Batı’nın deÄŸerleridir ve icrâ konumunda da Batı yer almaktadır. Dolayısıyla İslâm’a yönelik küresel yaklaşımlar, özünde Batı’nın bakış-açısının yansımasıdır. Bu mânâda küreselleÅŸme ile mücâdelenin bir yönüyle söz-konusu bakış-açılarıyla mücâdele olduÄŸu söylenebilir.

İslâm, muhâtaplarına sâdece bir “hayat tarzı” vaat eden diÄŸer dinlerden farklı olarak, geniÅŸ ölçekli bir hukuk ve iliÅŸkiler sistemi de sunmakta ve bu, İslâm’ın mevcut küresel düzene karşı bir tehdit olduÄŸu algısına yol açabilmektedir. Buna binâen, Hristiyanlık’ta büyük ölçüde gerçekleÅŸmiÅŸ olan dînin sosyâl hayattan soyutlanıp kiÅŸisel alana ve vicdâna hasredilmesi İslâm’dan da talep edilmektedir. Ancak İslâm da küreselleÅŸmenin bu talebini kendi varlığına yönelik bir tehdit olarak görmektedir. Bu mücâdele sürecinde İslâm’ın kendi potansiyellerinin farkında olarak hareket etmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Daha önce ifâde edildiÄŸi gibi, İslâm’ın ana kaynaklarının, hayâtın tüm vechelerini kuÅŸatıcı bir yapı sergileyen öğretileri ile bu öğretileri esas alarak farklı zaman dilimleri ve farklı coÄŸrafyalarda ortaya konulan İslâm geleneÄŸinin kültürel birikimi, sosyâl, siyâsal ve ekonomik alanlarda farklı toplum yapılarına tatbik edilebilecek çözüm önerileri geliÅŸtirme imkânına sâhiptir. Meselâ küreselleÅŸmenin dîni çoÄŸulculuk yönündeki talep ve baskısı -bu durumun, homojen bir İslâm ümmeti ideâline aykırı olması, dâru’l-İslâm-dâru’l-harp gibi klâsik ayırım ve kavramlaÅŸtırmalardan vazgeçilmesini gerektirmesi gibi sebeplerle- İslâm açısından ilk bakışta problem teÅŸkil etmektedir. Ancak önce Hristiyan ve Yahûdîler’e tatbik edilen ve daha sonra oldukça liberâl sayılabilecek bir yorumla Zerdüştîler’i, Hindû ve Budistler’i de kapsamına alan zimmet veya millet sistemi uygulamasının gelenekten çıkarılacak çözüm önerilerine bir örnek oluÅŸturduÄŸu söylenebilir. KüreselleÅŸmenin getirmiÅŸ olduÄŸu güç ve gelir dengesizliÄŸi karşısında İslâm’ın toplumun genelini gözeten adâlet ve sosyâl eÅŸitlik prensipleri bu tarz çözüm önerilerinin insanlık nezdinde kabûl görmesini saÄŸlayacak ilkeler olarak görünmektedir.

Bireyler açısından bakıldığında da, İslâm’ın, Tanrı’yla baÄŸlarını koparmayan fakat kurumsal dinden uzaklaÅŸan, kendilerine rehberlik edecek ve âidiyet duygusunu yaÅŸayacakları bir toplumsal çevreden yoksun insanlar için, kendiliÄŸinden bir alternatif hâline geldiÄŸi söylenebilir. Zîrâ İslâm, kiÅŸiye yeni bir kimlik ve hayâta yeni bir anlam kazandırma taahhüdünde bulunmakta ve âidiyet ve güven duygusunun yaÅŸanacağı bir toplum yapılanması saÄŸlamaktadır.

Sonuç olarak İslâm’ın, küreselleÅŸmeye bir alternatif oluÅŸturduÄŸunun bilincinde olması kaydıyla, öncelikle bireylerden hareket etmek sûretiyle bu mücâdeleden baÅŸarıyla çıkabileceÄŸini söylemek mümkündür”.

Evet; amaç dîni ortadan kaldırmak değildir. Kendi istekleri doğrultusunda dînin yorumlanmasıdır. Böylelikle dîni de kullanarak çıkarlarını istedikleri gibi yönlendirecek ve çıkarlarını arttıracaklardır.

İSLÂM’İ OLMAYAN ORTAMDA İSLÂM’İ YORUM OLAMAZ

Bu-gün, İslâm’a âit olmayan sosyal bir gerçeklik içinde İslam yorumlanmaya çalışılmaktadır.

Mehmet DurmuÅŸ:

“1998 yılı, 28 Åžubat süreci denilen döneme tekâbül etmektedir ve o yıllar, İslâm’ın siyâsal bir mühendislikle terbiye edilmek istendiÄŸi bir dönemdir. Müslümanlara, gerek cebren ve gerekse hile ile İslâm’ın hiçbir siyâsi talebinin olmadığı, Kur’ân’ın asla devlet önermediÄŸi söylettirilmek isteniyordu. Åžu vardı ki, bunu tanklarla söyletmek mümkün olmamıştı. O hâlde, bir de bunu ılımlı metotlarla denemeliydi. O güne kadar, söyleyenlerin etrafına bakınarak söyledikleri, İslâm’ın laiklikle çeliÅŸmediÄŸi görüşü artık sempozyumla alenîleÅŸmiÅŸ, bir-anlamda gizli tebliÄŸ döneminden alenî tebliÄŸ dönemine geçilmiÅŸtir. Artık muhâfazakar kitleler nazarında İslâm’la demokrasi, İslâm’la laiklik arasında her-hangi bir sorun kalmamıştır.

İslâm’ın Batı Dünyâsına karşı direnç noktalarına saldırıda bulunulan toplantılarla (Abant) amaç, uyumlu ve ılımlı Müslümanlar yetiÅŸtirmektir. Bu dönüştürme projesini, post-kemalist düzenle yeniden dizayn edilmek istenen Türkiye’nin model ortaklık üzerinden İslâm-dünyâsına pazarlama niyetinden bağımsız düşünemeyiz elbette. BaÅŸ-örtülü kızların okul kapılarında yerlerde sürüldüğü bir ülkenin İslâm-dünyâsına model olamayacağını bilen Batılı müstekbirler, batı sisteminin dışında durmaya çalışan ‘radikal müslümanlar’ı da kabûllenemezdiler. Bu yüzden önce buradaki müslümanları ve bunlar üzerinden İslâm-dünyâsındaki “radikal”leri dönüştürmek gerekiyordu. Batının bu isteÄŸini fark eden F. Gülen Hareketi ve AK Parti kadroları, bu dönüşüme gönüllü râzı oldular. ÖrneÄŸin, AK Parti’nin en İslâm’cı kurmaylarından olduÄŸu düşünülen Bülent Arınç, 1999 yılında gerçekleÅŸtirilen 2. Abant Toplantısı’nda “BeÅŸ-altı sene önce İslâm’i bir devlet modelinin olabileceÄŸine ve siyâsetin görevinin bunun önünü açmak olduÄŸuna inanıyordum, ama ÅŸimdi görüyorum ki yanılmışım. Artık hedeflenmesi gereken modelin insan haklarına dayalı demokratik hukuk devleti olduÄŸu inancını taşıyorum” sözleriyle deÄŸiÅŸimin lokomotifi olmaya aday olduklarını açıkça belirtmiÅŸtir. Ki sonraları iktidâra gelen partisine yönelik kemalizmin yaramaz çocuklarının yapmaya niyetlendiÄŸi darbeler engellenmiÅŸ ve iktidar kapıları sonuna kadar kendilerine açılmıştır.

Katı laik uygulamaların yumuÅŸatılması gerektiÄŸi belirtilen Abant toplantılarında modernleÅŸmenin, tek bir yolunun olmadığı, Türkiye’deki gibi incitmeden de modernleÅŸtirilebilineceÄŸi yorumları yapılmaktadır. Mısır’da gerçekleÅŸtirilen toplantıda da bu tespitler yapılmış ve halkın, daha yumuÅŸak bir tarzda incitilmeden modernleÅŸtirilmesi gerektiÄŸi belirtiliyordu.

Bu-gün Dünyâ’ya hükmeden müstekbirler ÅŸunu söylemektedirler: Siz, İslâm’ın bir devlet-düzeni, bir yaÅŸam-biçimi olmasını istemeyin, istediÄŸiniz kadar “dindar” olabilirsiniz, İslâm’ın bir-takım tezâhürlerine tutunabilirsiniz. Bunda hiçbir beis yoktur. Tabi bu-arada, bir-takım haham ve râhipleriniz de, İslâm’ın bir devlet-düzeni önermediÄŸini, devletin hiç önemli olmadığını, İslâm'ın %98 îtibâriyle kiÅŸi ile Allah arasındaki bir vicdan iÅŸi olduÄŸunu söylemelidir” der.

Yahudi bir yazar olan Gilad Atzmon:

“Neo-conların tek istediÄŸi, arapların batılılaÅŸmış bir toplum olarak Coca Cola içmeleridir” der.

Hikmet Ertürk şöyle der:

“Bir ÅŸeyleri düzeltme adına yapmamız gereken ÅŸeylerin riskleri bizleri korkutuyor. Sonrasında bizlerin yapması gerekenleri hep baÅŸkaları yapıyor. Mûsa, Tûr dağından inmeli, hepimiz bulunduÄŸumuz yüksek yerlerden inmeliyiz. Yoksa biraz bizlerin inançlarından, biraz kendilerininkinden yeni dinler oluÅŸturuyorlar. İş böyle olunca inançlarımızın asla onaylamayacağı bir-çok davranış sanki çok normâl ÅŸeylermiÅŸ gibi yaÅŸanabiliyor. Bizler de aynı düşüncemizde bir-kaç kardeÅŸimizle ancak bu durumlara hayıflanıp duruyoruz.

Can Dündar; “Duyuyoruz fakat uzakları göze alamıyoruz. Sonra da hep baÅŸkaları boyuyor gökyüzünü… Bize alkışlamak düşüyor ve el sallıyoruz uzak düş ülkelerinin gezginlerinin ardında, sonra da yenik bir ordu gibi küçük kumdan kalelerimize dönüyoruz” diyor.

Aynen böyle oluyor.

Ve yine geleceğimiz belirsiz kalıyor. Belki geçmişteki yapamadığımız şeyler bizlere bu tarz telkinleri yapıyordur. Fakat bizler çözüm odaklı düşüncelere sâhip olmalıyız. Enerjilerimizi birleştirmeli ve çoğaltmalıyız. Seslerimizi güçlü kılmalıyız.

İslâm târihi süresinde îman ile ameli ayrı ÅŸeylermiÅŸ gibi gösterilmesi çabaları baÅŸarıya ulaÅŸmış gibi görünüyor. Aslında Kur’ân’da îman ile ameli ayrı iki alan gibi gösteren hiç-bir yaklaşım/âyet bulunmamaktadır.

“Resûlullah dönemi ve o’ndan sonra kısa bir süre devâm eden saf İslâm toplumuna egemen olan Tevhîdi/Kur’âni düşünce, yerini, kendisine musallat olan câhili ve beÅŸeri düşüncelere bırakınca, müminler topluluÄŸu, içinde bulundukları “dini gereÄŸince yaÅŸayamama” hâllerine çözümler aramaya baÅŸladılar. Bu çözüm arayışları ve sonuçları bugün hepimizin mâlûmudur: isyanlar, cinâyetler, savaÅŸlar, sürgünler, katledilmeler.. Kur’ân’ın bize aktardığı geçmiÅŸ ümmetlerin mücâdeleleri aynen tekrarlanıyor. İşte bu sırada İslâm ümmetine egemen olan zâlim iktidarlar, yanlarına aldıkları “din-adamları” vâsıtasıyla, ÅŸeklen tahrif edemedikleri vahyi, mânen kendi hevâ ve çıkarları doÄŸrultusunda yeniden yorumlamaya baÅŸladılar. Vahyin mesajını asıl kimliÄŸinden ve bütünlüğünden tecrid ederek yeniden biçimlendirdiler. Öncelikle kendi varlıklarını ve konumlarını meÅŸrûlaÅŸtırdılar. Sonra da “îman nedir?” sorusunu sorarak onu salt zihinsel bir “bilme” olarak formüle eltiler. Kur’ân’da “kâfir” ile eÅŸ-anlamlı olan “zâlim” ve “fâsık” tâbirlerinin mü’minler için de kullanılabileceÄŸini iddiâ ettiler. Kur’ân’a, Kur’ân’ın istediÄŸi biçimde yaklaÅŸan hiç-bir kimsenin kabul edemeyeceÄŸi mü’min–müslim ikilemini izâfe ettiler. Artık “îman”, pratik boyutundan koparılmış, amelsiz bir olguya dönüşmüştü. Tüm bunları yaparken, hevâ ve heveslerince yorumladıkları âyetleri delil getirmekten de geri kalmıyorlardı” (Fevzi ZülaloÄŸlu).

Günümüz ve geçmiÅŸte yaÅŸanan tüm bu olaylar aslında hep mahrum bırakılmışların kendilerine revâ görülen zulümlere ses çıkarmamalarından dolayıdır. Kendilerine verilmiÅŸ kimi ayrıcalıkları ellerinden kaybetmemek adına İslâm’ın böylesi tahrif edilmesine sebep olmuÅŸlardır. Hâlbuki Kur’ân onlara “Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır” (Tevbe 11). “Gerçek mü’minler ancak Allah’a ve Resûlüne îman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaÅŸanlardır. İşte îman sözlerinde doÄŸru olanlar onlardır” {Hucûrat 15) uyarısında bulunuyordu.

Ve artık mü’minlere, yâni îman edenlere düşen, îmanlarının gereÄŸi malları ve canlarıyla Allah yolunda savaÅŸmak olmalıdır.

Günümüzde tüm bu hususlar çok da deÄŸiÅŸmiÅŸ gibi görülmüyor. “Din-adamları” vâsıtasıyla daha önceki yıllarda ÅŸeklen tahrif edemedikleri vahyi, mânen kendi hevâ ve çıkarları doÄŸrultusunda yeniden yorumlanması çalışmaları hâlâ devâm etmektedir. Vahyin mesajı asıl kimliÄŸinden ve bütünlüğünden tecrid edilerek yeniden biçimlendirilmektedir. Toplum da bu tarz tahrifatların din-adamları olarak gördükleri kimseler tarafından yapılıyor olmasından dolayı farkına varamamaktadır. Hem bâzı din-adamlarının hem de kendilerine dindar diyen büyük bir halk topluluÄŸunun bir türlü yenemediÄŸi korkuları mevcut. Bu korkular makam-mevki, Dünyâ’ya dâir geçimlik korkuları olduÄŸu gibi can korkusu da buna eklenebilmektedir. Mevcut tağûti yönetimleri güçlü görerek sahih İslâm’ın yanında yer alamayan dindarların durumu çok acınası bir durumdur. Bu hâli ile baktığımızda “ne garip ne hazindir ki Dünyâ’daki sömürü çarklarını sömürenler deÄŸil, sömürülenler çevirmektedir. ÇaÄŸdaÅŸ firavunları güçlü görerek bu firavunlara itaat eden ve kulluk yapan bu zavallılar, firavunlarda gördükleri ve ürktükleri gücün, kendi kulluklarından kaynaklandığını idrâk edemezler. Hâlbuki firavunların sâhip oldukları güç, bu kölelerin gücüdür. ÇaÄŸdaÅŸ firavunlar hükmettikleri bu kölelerin gücü ile ayakta durmakta ve kölelerden aldıkları bu güç ile kölelere hükmedebilmektedirler. FiravunluÄŸu yaÅŸatan ve firavunları güçlendiren bu kölelerdir. Sonra, sonra da kendilerinin verdiÄŸi bu güçten korkarak kulluÄŸa devâm edenler, yine bunlar, yine bu ÅŸaÅŸkın ve zavallı kölelerdir” (Mehmed AlagaÅŸ).

Dış-görünüşleri cesâretli gözükse de kâlplerini korku salmış, kendilerini müslüman olarak lanse eden bu kimseler gerçekten îman etmiÅŸ, Allah’tan baÅŸka kimseden korkmayan mü’minlerden korku duymaktalar, onlar ile anılmaktan çekinmektedirler. İstiyorlar ki Allah katında hem müslüman sayılsınlar hem de taÄŸutlar ile iyi geçinsinler ve böylelikle dünyâ-hayâtı boyunca kendilerine hiç zarar dokunmasın. Böyle bir ayrımın Allah katında kabûl görülmesi asla mümkün deÄŸildir. Çünkü Yüce Allah aramızı mü’minlerle deÄŸil kâfirlerle ile ayırmamızı, sonu ne olursa-olsun mü’minlerle bir-arada olmamızı istiyor.

Yalnızca konuÅŸarak bir-takım bilgileri karşımızdaki kardeÅŸlerimize yüklemeye çalışmak çok doÄŸru bir davranış deÄŸildir. Bu tür ÅŸeyler zamanla têsirsiz olurlar ve söylemiÅŸ olduÄŸumuz sözlerin etkisi de kalmaz. Meselâ bizler belki yüzlerce defâ bu tarz uyarıları karşımızdaki kardeÅŸlerimize anlatmak yerine bir defâ dâhi olsa yapılmasını paylaÅŸtığımız İslâm’ın emirlerini birlikte uygulasak, bu bir defâlık uygulama diÄŸerinkinden daha tesirli olacaktır. Bir de eÄŸer bizler sürekli bir-birlerimize yapamayacağımız sözleri yükler isek, bir müddet sonra normâl olarak yapabileceÄŸimiz ÅŸeyleri de yapmamaya baÅŸlarız. O yüzden bir kardeÅŸimizin yapamayacağını bildiÄŸimiz ÅŸeyleri ona yüklememeli, ondan böylesi bir ÅŸeyi yapmasını istememeliyiz.

Unutmayalım ki sözlerimiz ancak eylemlerimiz ile yücelir, deÄŸerli olur. O yüzden hiç-bir zaman eyleme dökemeyeceÄŸimiz ÅŸeyleri konuÅŸup durmamalıyız. Sözlerimiz ile eylemlerimiz arasından çok fazla farklar oluÅŸmamalı. Bu sözümüzün gücünü etkisiz kılacaktır. Çünkü yapamayacağımız ÅŸeyleri söylememiz çok çirkin bir durumdur. Fakat bu durumu söz söyleyici konumda olan kardeÅŸimizin de görmesi gerekir. Yaptıkları uygunsuz ÅŸeyleri bağırarak anlatan bir kardeÅŸimizi ne kadar doÄŸru ÅŸeyler söylese de uyarıda bulunduÄŸu kardeÅŸi duymayabilir. Yâni sözünün etkisi olmaz. Sözün etkisi ancak eylemleri ile sözlerinin uyumlu olması ile mümkündür. Yoksa her dâim bir kardeÅŸimiz bizlere “yaptıkların o kadar bağırıyor ki seni duyamıyorum” diye seslenecektir.

“Ey iman edenler! Yapmayacağınız ÅŸeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız ÅŸeyi söylemek, Allah katında büyük gazâba sebep olur. DoÄŸrusu Allah, kendi yolunda kenetlenmiÅŸ bir duvar gibi saf baÄŸlayarak savaÅŸanları sever” (Saff 2-4).

Önemli olan Allah adına büyük sözleri sarf etmek deÄŸil, onları yaÅŸayabilmektir. Söz söylemekle kardeÅŸlerimizin yanında onlardan daha takvalı olduÄŸumuzu zannettiÄŸimiz sürece Allah’ın yolunda kenetlenmiÅŸ bir duvar gibi olamaz, O’nun yolunda kardeÅŸlerimizle saf baÄŸlayarak savaÅŸamayız. Böylelikle Allah’ın sevdiÄŸi topluluk içerisinde de yer almamız mümkün deÄŸildir. Âyette görüldüğü üzere Allah, sözünü söylemiÅŸ ve yapılması gereken doÄŸru iÅŸi yâni ameli belirtmiÅŸtir. Bu nedenle önemli olan, her-ÅŸeyi yapabiliyormuÅŸ gibi konuÅŸmak deÄŸil, az ama bize âit olan, elde ettiÄŸimiz kazanımları konuÅŸup, edindiÄŸimiz azıkla yol almaya çalışmaktır. Tabî sürekli olarak nefsimizle savaÅŸ içerisinde olmalı, cihada kadar uzanacak yolda kendimize yeni yol azıkları edinmeliyiz.

Söylenen onca iddialı söz ve hâlâ yürünecek bir yolun olmaması, teslimiyet yolcularının da vâr-olmadığı gibi bir sonucu ortaya çıkardı. SöylediÄŸimiz ama hayâtımıza aktarmadığımız bu sözlerle İslâm’ın taraftarları olabildik belki ama, İslâm’ın insanı olamadık.

Yapılacak ilk iÅŸ uzak düşmanlara slogan atmak deÄŸildir. Åžu-an bizlerde görülen kararsızlık ve ikili kiÅŸilik, asr–ı saadet dönemi müslümanlarında yoktu. Zâten ne bu tarafa, ne de o tarafa yâr olmama hâli görülen ve buna raÄŸmen kendisini İslâm’a mâl eden kiÅŸiler de mü’minlerden İslâm’a dâir böyle bir onay alamamışlardı. İlk dönem müslümanları o dönemki câhili yaÅŸantılarından tamâmen uzaklaÅŸmışlardır. İşte bu nedenle Ebu Cehil gibi aklıyla bilse de, Abdullah b. Übeyy gibi diliyle söylese de, Ümeyye b. Ebi’s–Salt gibi aklıyla bilip, diliyle söyleyip, kâlbiyle inandığını iddia etseler de söz-konusu kiÅŸiler kendilerini o deÄŸere teslim etmemiÅŸ “muvahhit” olamamışlar ise, mü’min sayılmamış, aksine dışlanmışlardır.

Ancak her-şeye rağmen yol alanlar engellerle karşılaşırlar. Yol alma zahmetinde dâhi bulunmayanlar yaşamları üzerinde bir sıkıntı ya da engel ile karşılaşmazlar. Fakat başarıya ulaşmak ya da elde etmek istediğimiz şeyi kazanabilmek için menzile varmak gerekir. Hiç yol almayıp oturduğu yerden ağızlarını oynatarak sürekli sözler sarf edenler aslında hiç-bir şey yapmayan kimselerdir. Değerlerinizi sürekli konuşarak bir değere dönüşemezsiniz. Eğer sâhip olduğunuz değerlere başkalarının da sâhip olmasını istiyorsanız, bu değerlere ulaşmak için yürümek, yol almak zorundasınız. Ve kendinizden bir şeyleri de fedâ etmek zorundasınız. Bir yanınız zorluklara göğüs germeden rahata eremezsiniz.

Åžimdi bizler her yönü ile batılıları taklit eden, kendisi üretmeyen, sürekli tüketen bireylere dönüştük. Hep içimizde bir baÅŸkası var ve kendimiz olarak var olmayı beceremiyoruz. Ve tüm bunlar bizlerde deÄŸer yargılarına dönüşüyor. Fakat bu İslâm’i deÄŸerleri içselleÅŸtirmemiz önünde büyük bir engel olarak duruyor. Batı’nın ürettiÄŸi kendine has deÄŸerler ile hesaplaÅŸmamız gerekiyor.

Bizler için tüm bunlar kendi bağımsız kimliÄŸimizi unutturacak olgular deÄŸildir. Fakat biz ÅŸunu rahatlıkla görüyoruz ki toplumumuzun büyük bir çoÄŸunluÄŸu, âit olduklarını söyledikleri deÄŸer kimliklerinden farklı ve bir-birlerine oldukça zıt bir kimlik ile yaÅŸamaya devâm ediyorlar. Bu bir tür Alinasyon’dur (yabancılaÅŸma).

Her işi başkalarından bekleyen ne kadar çok insan var. Önlerinde ki bir engeli hep bir başkasının kaldırmasını bekleyen bir yığın kardeşleriniz var. Yol açılırsa o yolda yürüyecek. Fakat açık değilse etrafından dolanacak ama hiç-bir şekilde engeller ile yüzleşmeyecek. Emek sarfetmeyecek, çilelere tâlip olmayacak. Bu anlayış hepimizin de şâhit olduğu gibi sürekli eleştiren, sorumluluk almayan kişilerin sayısını oldukça çoğalttı.

Mesut KaraÅŸahan’ın dediÄŸi gibi; Bu-gün Müslümanlar solcu, liberâl, ılımlı, hoÅŸgörülü, çaÄŸdaÅŸ, ilerici, aydın, gibi kulaÄŸa hoÅŸ gelen batılı, emperyalist, seküler ve materyalist açıdan deÄŸer yüklü ne kadar kavram veya niteleme varsa hepsinin eÅŸ-anlamlısı gibi kullanılan demokratlık elbisesinin tek giyicileri durumuna düşürülmüşlerdir. Demokratlık biricik sıfat hâline dönüştürülmüştür.

Liberâl, çağdaş, ilerici, seküler, materyalist gibi kavramları içinde barındıran sözcüsü durumunda olan demokratlık elbisesinin tek giyicileri durumuna düşen müslümanların durumları hiç de iç-açıcı görülmemektedir. Çünkü tüm bu kavramları da İslâm adına bir değer olarak görüp içselleştirip yaşıyorlar. İslâm ile tamâmen zıt olan böylesi düşünceleri İslâm ile barıştırmaya çalışıyorlar. Ve işin daha tuhaf yanı ise, bir-gün karşı oldukları batılı kavramları başka bir gün savunuyor hâle geliyorlar. O yüzden de düşünsel kirlilik ve tutsaklık gerçekten de çok kaygı verici bir aşamaya ulaşmıştır. Bedensel tutsaklık için bunu belki söyleyemeyiz ama zihinsel tutsaklık her şeyden daha tehlikeli bir şey olmalı. Zihninizi ödünç verdiğinizde artık başkalarının değer verdiği kelimelerin tutsağı oluyorsunuz. Ve her ne yapıp ediyorsanız o başkalarının değirmenine su taşımış oluyorsunuz. Onların hayat-tarzları, onların kavramları, onların kelimeleri hep yaşanılır ve geçerli değerlere dönüşüyor. Ve böylelikle sizler hiç-bir ücret dâhi almadan kendinizi bu değerlerin hizmetlisi durumuna düşürüyorsunuz.

Rôl yapmayı, yürüyormuş gibi yapmayı bir-an önce bırakmalıyız. Çünkü yalnızca sözü dillendirmek bizlerin samîmiyetinin ölçüsü değildir. Tüm bu söylediğimiz sözlerimizden sorumlu olacağımızı asla unutmayalım.

Adem Çaylak:

“İslâm’i söylem ve deÄŸerler manzûmesi, vaaz edilmesi gereken sloganlar bütünü deÄŸil, yaÅŸanması gereken hayat rehberleri olmalıdır” der.

MÜSLÜMANLARIN DEMOKRATLAŞMASI

Modern ilâhiyatçılar bir “çoÄŸunluk”, “çoÄŸulculuk” ideolojisi olan demokrasiyi sanki İslâm’ın kesin bir emri, en yüce isteÄŸi gibi lânse ediyorlar, demokrasiyi “Şûra” anlayışı ile aynı görüyorlar ve her fırsatta demokrasinin iyiliklerini/fazîletlerini dile getiriyorlar ve dînin de ÅŸiddetle demokrasiyi istediÄŸini/önerdiÄŸini söylüyorlar ve savunuyorlar.

Evet, demokrasi bir çokluk yönetimidir. Kim daha fazla oy aldıysa o kesimin desteklediÄŸi grup hüküm koyma yetkisine kavuÅŸur bu sistemde. (Oysa hüküm koyma yetkisi sâdece Allah’ındır). Ana-yasayı/kanunları/kuralları onlar koyar, insanların hayatlarını onlar düzenler. Bu bir çeÅŸit ilâhlaÅŸma/rableÅŸmedir. Adâletten sapmadır. Çünkü daha az oyu olan kesim illâ ki mahrum kalacaktır. Avantajlı taraf çokluk tarafı olacaktır. Hiçbir zaman mutlak demokrasi oluÅŸturulamaz. Pratikte oluÅŸması imkânsızdır. Demokrasi insanları bölen/farklılaÅŸtıran/kutuplaÅŸtıran/düşman hâline getiren ÅŸeytânî bir sistemdir. Aynı-zamanda sürüleÅŸtiren ve sömüren bir sistemdir. ÇokluÄŸun övüldüğü hattâ ilâhlaÅŸtırıldığı bir sistemdir. Oysa Kur’ân bunun tam da tersini söyleyerek çokluÄŸa uymayı kınıyor:

“Yer-yüzünde olanların çoÄŸunluÄŸuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan ÅŸaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-am 116).

Abdurrahman Aslan:

“Mâsum bir çaba deÄŸil bu. Tartışılan ÅŸey İslâm. Ama İslâm’ın deÄŸiÅŸmez hakîkatleri vardır. Müslümanlar, ABD'nin neo-liberâlist deÄŸerlerine inanmak zorunda deÄŸiller. Yeni bir medeniyet tasavvurundan, yeni bir medeniyet inşâsından bahsediyorlar. Müslümanlar, bu medeniyet tasavvurunu kendilerine âit olmayan kavramlarla mı yapacaklar? İslâm, neo-liberâlizm kalıbına sokulmak isteniyor. İslâm, meÅŸrûiyetini toplumun talepleri üzerinden almaz. Farklı olana açılma Batılı paradigmanın sorunudur. Bir-buçuk asırlık İslâm-târihinin farklılık diye bir sorunu olmamıştır” der.

Âlim, çok kitap okuyana, çok bilene, diploma-sâhibi olana değil; dînini doğru bilene, hakkı bâtıldan ayırabilene denir. Peygamberimiz;

“kıyâmet/yıkılış yaklaÅŸtıkça ilim azalır, din-adamlarına güvenilemez. Kıyamete yakın ilim azalır, cehalet artar” (İbni Mâce). “Her asır, önceki asırdan daha bozuk olur. Böylece kıyâmete kadar hep bozulur” (Hadika). der.

Ramazan Yazçiçek:

“Modern Batının bütün hedefi, İslâm ile müslümanların arasını açmaktır. Kezâ varılan noktada müslümanların arasını açmak gibi bir hedef Batı tarafından çoktan aşılmıştır. Müslümanların İslâm’i kimlikleriyle bir daha ayaÄŸa kalkmamaları için Ä°slâm’ın temel prensiplerinden ve hattâ İslâm’dan ÅŸÃ¼pheye düşmeleri amaçlanmaktadır. Batı-merkezli bütün teolojik üretme ve yönlendirmelerin arkasında bu kasıt yatmaktadır. Emperyal-dünyâ, hedeflerini gerçekleÅŸtirmenin imkânını, “teolojik imkân” arayışında görmektedir. Buna ulaÅŸmanın en kestirme yolu ise Kur’ân’ın genetik kodlarıyla oynama hadsizliÄŸinde görülmektedir” der.

Muhittin Bozkurt:

“İslâm’ın savaşçı, mücâdeleci, îtirazcı ruhunu ortadan kaldırarak, sömürgeciliÄŸe karşı büyük bir mücâdele ortaya koyan İslâm’ı ılımlaÅŸtırmak, onu etkisizleÅŸtirmek ve müslümanları uyutmak, böylelikle İslâm topraklarında yapacakları her ameliyat için müsâit bir ortam hazırlamak istiyorlar. Bu-günkü “ılımlı İslâm projesi” de Hristiyan atına müslümanı bindirmekten ibârettir” der. (İslâm Mücâdeledir makâlesi).

Batının yâni tağutun belirlediği modern ufkun içinde bir İslâm anlayışı olamaz.

Ilımlı, liberâl ve “euro” sıfatlarıyla anılan İslâm’lar, çağın egemen güçlerinin İslâm üzerindeki siyâsal hesap-kitaplarının açık tezahürüdür. Yâni bu tür İslâm’lar, “İslâm olsun ama hayatta etkin olmasın” politikasının uzantılarıdır. “Euro İslâm” (Bu kavramı Suriye asıllı Prof. Bessam Tibi’nin îcat ettiÄŸi sanılmaktadır), çoÄŸulculuk, demokrasi gibi deÄŸerler! ve batı kültürüyle İslâm’ın uzlaÅŸtırılması olarak kurgulanmıştır. Nuray Mert bunu, “Bessam Tibi’nin, yaÅŸadığı toplumla barışık bir İslâm formülü arayışı” olarak ifâde etmektedir.

Muhammed Fatih Ergün bu konuda şunları söyler:

“Küresel güçler, projeler, uygulama alanları, organizasyonlar, yerli iÅŸ-birlikçiler ve gönüllü taÅŸeronlar ile ilgili söylemem gerekir ki: Dünyâ-siyâsetinin kavÅŸak noktası olan ABD de 1983 yılından bu-yana Cumhuriyetçiler, 2000 yılından sonra Demokratlar ciddi bir ÅŸekilde bir proje üzerine çalışmalar yapmaktalar; projenin ihyâsı için küresel organizasyonlar yapılmakta, büyük hîbe fonları kullanılmaktadır. Amerika’nın bir-çok ÅŸehrinde, bizzat finanse ederek “ABD-Türk Ticâret  DostluÄŸu” adı altında özellikle Müslüman entelektüelleri bir-araya getirmeyi hedefliyorlar. Hedef sâdece Türkiye deÄŸil elbette, projenin uluslar-arası bir hedef-kitlesi var.

Proje küresel bir eksene ve işleve sâhiptir: Sömürgecilerin, kendi hedeflerine engel gördükleri tüm İslâm-algılarını değiştirmek ve dönüştürmek. Yeni bir din-algısı oluşturmak için küresel bir yapılanma ve bu yapı üzerinden çaplı bir tahrif hedeflenmekte. Yeniden yorumlama, amaca giden yolda örtülü bir tanımlama, bizim referanslarımızı bize karşı kullanmak için irdeliyor ve sorguluyorlar. Geliştirdikleri söylemlerinde isâbetleri olsa bile, istikâmetlerinden söz-etmek mümkün değil.

1983 yılında Reagan ve Pentagon askeri-üyelerinden oluÅŸan bir grup Cumhuriyetçi, kısa adı “NED” olan National Endowment Democracy adında bir yapılanma oluÅŸturdu: www.ned.org. 

Bunların üç temel amaçları vardı: İlki ve en önemlisi, “dinler-arası diyalog”; ikincisi, “demokrasi”; üçüncüsü ise, “feminizm propagandası” idi. Siyâsi kontrolü demokrasi ile saÄŸlayacaklar, zihinleri dinler-arası diyalog fikri ile bozacaklar, sosyal hayâtı ise feminizm ile denetleyecek ve tahrip edeceklerdi. Bu vakfın tüm harcamaları ABD Kongresinin onayı ile ABD devlet bütçesinden karşılanıyordu. Siyâseti kontrol edilecek her ülkeye giriÅŸ için kullanılan parola “Demokrasi getireceÄŸiz” sloganı idi. Biliyorsunuz, iÅŸgâl edilen tüm devletlerin ilk serüveni bu demokrasi sloganı ile baÅŸlamıştır.

Bu hareket, 1993-94 yılları arasında küresel anlamda hem medya hem de eÄŸitim alanlarında çok ciddi kurumsal yapılanmalara giriÅŸti. Türkiye’de Gülen Hareketi’nin ciddî yapılanmaları da bu yıllara rastlar. Özellikle “dinler-arası diyalog” fikri ile sürekli papalar ve hahamlar eÅŸliÄŸinde Gülen dünyâ-basınında boy göstermiÅŸ, “bu iÅŸe Muhammed de onay veriyor; ben o’nu o kadar seviyorum ki, öyle olmasa ben de kabûl etmem” mesajları vermiÅŸ, özellikle ekran karşısında psikolojik iknâ teknikleri ile “belirlenmiÅŸ” konular iÅŸlenmiÅŸtir.

Bu sürecin saÄŸlıklı iÅŸleyebilmesi için kapalı-devre okuma teknikleri uygulandı, telkinlerin sorgulamadan kabûl edilmesi önerildi; bu öğreti, bir düşünce ve inanç hâline getirildi. Okullar kullanıldı, âileler denetim altına alındı; bu yolla toplumları denetlemeyi hedeflediler. Bu okullarda okuyanlar ya zengin ya da bürokrat olmak zorundaydı, sıradan halkın çocuklarına eÄŸitim verilmiyordu. Böylelikle, bir imaj oluÅŸturuldu, ardından İslâmo-fobi üzerinden ılımlı bir İslâm-algısı oluÅŸturulmak istendi. Feminizm ile Müslüman kadının düşünce kodlarıyla oynandı. Merkezi Londra’da olan Emel Magazin dergisinin danışmalığında ve NED finansörlüğünde yayınlanan Ala Dergisi ile İslâm yaÅŸam-tarzı ve âile kültürümüz sorgulandı”.

Aytunç Altındal:

Hristiyan âleminde iki önemli kilise kavramı vardır. Bir tânesi bildiÄŸimiz kiliseler, ikincisi “Invisible Church” dediÄŸimiz göze gözükmeyen kilisedir. Yâni somut ve mevcut bir Dünyâ olarak göremediÄŸimiz bir türden kilise var. Protestanlar tarafından kurulmuÅŸ olan bu kilise der ki; Åžahısların müslümanlıktan hristiyanlığa geçmesi gerekmez. Oldukları yerde oldukları gibi kalsınlar. Ama bizim istediÄŸimiz gibi düşünsünler. Yâni müslüman gibi düşünemesin, hristiyan gibi düşünsün, ancak müslüman gibi yaÅŸadığına inansın”. Bu-gün ülkemizde de BOP kapsamında Fethullah Gülen’in ”Ilımlı İslâm” kimliÄŸiyle üstlendiÄŸi görev, İslâm’ın bir nevi İsevîleÅŸtirilmesidir. YaÅŸanılacak dönüştürme süreci içinde Dünyâ’ya hristiyan gözüyle bakan, o kültürü benimsemiÅŸ yaÅŸam-tarzı süren ve kendini müslüman olarak kabûl eden bir toplum yaratmaktır. Dinlerarası diyalog kapsamında ”Protestan İslâm” adı altında bir “din” oluÅŸturulmaya çalışılması, gerçeÄŸi tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır” der.

Mevcut hükûmet olan AKP hükûmeti de (bâzıları her ne kadar takıyye yaptığını zannetse de) bu projeye destek olacak şekilde hareket ediyor. Cüneyt Ülsever:

“AKP’nin ortaya koymaya çalıştığı bu yeni yaklaşım, partiyi yakından gözlemleyen İslâm’i çevrelerce yanlış algılanıyor. ‘Üçüncü yol’, ya da ‘Yeni bir İslâm’cılık’ falan deÄŸil bu. Bu kapitâlizmin Türkiye’ye baÅŸarıyla uygulanma versiyonudur” der.

Yusuf Kaplan:

“Hegemonik güçler SoÄŸuk SavaÅŸ'ın sona ermesinden sonra “Kızıl tehlike”yi ber-taraf veya tasfiye ederek, yerine “YeÅŸil tehlike”yi îcat ettiler. Ve en büyük stratejilerini “İslâm fundamentalizmi” olarak adlandırdıkları ve terörle, fanatizmle özdeÅŸleÅŸtirerek mahkûm etmeye çalıştıkları İslâm-dünyâsı, özellikle de Osmanlı coÄŸrafyası demek olan Balkanlar, Kafkaslar ve OrtadoÄŸu coÄŸrafyasını eksene alarak geliÅŸtirme çabası içindeler. 20. yüzyılda Osmanlı'nın târih sahnesinden çekilmesi ile oluÅŸan vakum'un (boÅŸluÄŸun) bölge ülkeleri, bölgenin aktörleri ve dinamikleri tarafından doldurulmasını önlemeye çalışıyorlar. Tam 75 devletin yer aldığı Osmanlı coÄŸrafyası ve hinterlandına hem doÄŸrudan, hem de dolaylı olarak (yâni kendi hegemonyalarını ve çıkarlarını garanti altına alacak proje ve stratejileri uygulayarak) kesinkes yerleÅŸmenin yollarını araÅŸtırıyorlar.

Görünürdeki hedef, Osmanlı coğrafyasının ve hinterlandının doğal, ekonomik zenginliklerini ve kaynaklarını kontrol etmek. Ama asıl hedef, Osmanlı'dan boşalan vakumun bölgedeki aktörler, dinamikler tarafından doldurulmasını engellemeye çalışmak. Bunun için jeo-ekonomi yoluyla jeo-politik yapıyorlar.

Bu proje ve stratejilerin tutması için iki projeyi aynı-anda uygulamaya koyuyorlar. Birincisi, ne yapıp-edip İslâm’ı terörle, fanatizmle özdeÅŸleÅŸtirerek mahkûm etmek. İkincisi de, İslâm’ı protestanlaÅŸtırmaya, yâni İslâm’ı sâdece bireysel bir inanç meselesi hâline getirerek ve İslâm’ın bu dünyâya, hayâta iliÅŸkin entelektüel, siyâsi, ekonomik, kültürel taleplerini iptâl etmeye çalışmaktır” der.

Aslında amaç demokrasi de deÄŸildir. Bir çeÅŸit “haz” ve “hız”cılıktır. (dromokrasi).

ABD’nin dış-iÅŸleri yetkilisinin İslâm’ı yozlaÅŸtırmak için yaptığı ÅŸu açıklaması da bu konuda çok mânidar görünmektedir: “İslâm’da reform olmayacak, ancak insanların İslâm dininden anladıkları deÄŸiÅŸecek”. Bu açıklama bu konuda alınan bir-dizi kararlardan sâdece birisidir. Yıllardır Abant toplantılarıyla, diyalog çaÄŸrılarıyla, ılımlı-İslâm tezleriyle gelinmek istenen adres iÅŸte burasıdır. Yeni-İslâm’cılık denen ÅŸeydir bu.

Yusuf Kaplan:

“Yeni-İslâm’cılık söylemi, tıpkı Batıcılık söylemi gibi pergelini ÅŸaşırmış ve bizi bir kez daha yeni zihinsel travmalar yaÅŸamaya mahkûm edecek absürd bir söylemdir. İthâl bir söylemdir ve İslâm’ın toplumsal, ekonomik ve siyâsî taleplerini en asgarî düzeye indirgemeyi; Amerikalıların İslâm-dünyâsı üzerindeki kontrolünü ve yeni-sömürü biçimlerini kolaylaÅŸtırmayı, meÅŸrûlaÅŸtırmayı amaçlamaktadır.

Bu söylem, Amerikalıların ÅŸu-an İslâm-dünyâsında uygulamaya koydukları İslâm’ı protestanlaÅŸtırma projesinin bir baÅŸka adı veya versiyonudur. Bu proje, İslâm’ın kamûsal hayattan uzaklaÅŸtırılıp, İslâm’ı Tanrı ile insan arasında olup-biten bireysel bir inanç meselesine indirgemeyi amaçlıyor. Yeni-İslâm’cılık söylemi, bu projeyi hayâta geçirmek için geliÅŸtirilmiÅŸ konjonktürel ve dolayısıyla yenilgi psikolojisi üzerine îcat edilen bir söylemdir. Önceden bir garp-zedeler sınıfı vardı. Åžimdi de ÅŸark-zedeler sınıfı türemeye baÅŸladı. Garp-zedelerin ve ÅŸark-zedelerin zihin-yapısını belirleyen ÅŸey, yenilgi psikolojisi ve öz-güven kaybıdır.

Amerikalıların AKP’ye bu gözle baktıkları anlaşılıyor: AKP’nin, İslâm’i söylemlerinin Amerika’nın hegemonyasına ve yeni-sömürü biçimlerine göz-yumacağı bekleniyor. Ama pratiÄŸin hiç de böyle tezâhür etmediÄŸi, AKP hükümetinin Amerika’nın Irak savaşını önlemek için yoÄŸun çaba göstermesinden anlaşılıyor” der.

Ramazan Yazçiçek:

“Batının kutsala açtığı savaşın yerli-dili İslâm’a karşı pervâsızca uygulamaya konulmuÅŸtur. Bu yaklaşım ”hakîkatin neliÄŸi” sorusunu anlamsızlaÅŸtırmış, ”deÄŸerin buharlaÅŸması”na sebep olmuÅŸtur. Gaybî îman-hakîkatinin akılcı zeminde reddi ve/veya nasların aşırı yoruma tâbi tutulması, ifsad-edici kastı gerçekleÅŸtirmenin yöntemi olarak öne çıkmıştır” der.

Bu çalışmalar “muhâfazakâr sistem” çalışmalarıdır. Bu çalışma-ÅŸekliyle bir yere varılamaz. Abdurrahman Arslan:

“Siyâsi ve sosyolojik olarak batıda bir paradigma olarak inşâ edilen muhâfazakârlık, batı siyâsetinde bir yer edinmiÅŸtir. Muhâfazakârlık belirlenmiÅŸ siyâsi sınırlar içerisinde ne yaptığı, ne yapacağı belirlenen bir siyâsi düşünce olarak ortaya çıkmıştır. Muhâfazakârlık ve sosyalizm arasında çatışmacı çok unsur olabilir ancak liberâlizm ile muhâfazakârlık birbirinden kopuk ÅŸeyler deÄŸillerdir. Liberâlizmde deyim yerindeyse dînin mülkünde kendine bir mülk edindi. Sonra o mülkü geniÅŸletti ve dîne kendi mülkü içerisinde bir yer ayırdı. Din iÅŸtigâl edeceÄŸi mülkü kaybettiÄŸi için liberâlizmin dünyâsında ona ayırdığı zemin üzerine geldi. Åžimdi bu-gün biz, müslümanlara da teklif edilen budur.

Bu-gün baÅŸkalarının siyak ve sibâkı içerisinde hayâtı anlamaya çalışıyoruz. Bu-gün biz İslâm’ın kavramını modern baÄŸlamlarla içerisinde anlamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla İslâm’ın bir deÄŸerini, bir kavramını kurbân ediyoruz.

Gördüğümüz eÄŸitim bize böyle bir meleke kazandırmıyor. İmam-hatip okumak, ilâhiyat okumakla bunu kazandırmıyor. Biz verilen bilginin mâhiyeti üzerinde düşünmüş insanlar deÄŸiliz” der.

BATI BAKIŞ-AÇISIYLA AŞIRI YORUMLAMA

Sezâi Karakoç:

“İslâm, batı medeniyetinden ayrı bir medeniyet olarak ele alınmadıkça gerçeÄŸine varılamayacak bir realitedir.

Bakış-açısı ve niyet çok önemlidir. Hayâtı buna göre yorumlayıp, buna göre hareket edersiniz çünkü.

Batı, müslümanları, mücâhitliği bırakıp entelektüel olmanın peşine takıyor. Bu yüzden aşırı-anlama çalışması yapmak sûretiyle ancak batıya çanak tutulmuş olunur. Bu nedenle de algı, olgunun önüne geçmiş durumdadır.

Hayâtımız/dînimiz hakkında yapılan yorumlar/tefsirler hep batı bakış-açısıyla yapılan yorumlardır. Batının her çeÅŸit kültürü bizi her-yandan nefes alamayacak ölçüde kuÅŸattığı için farklı bakış-açıları geliÅŸtiremiyoruz ve ürettiÄŸimiz bakış-açılarıyla yeni ve İslâm’i yorumlar/tefsirler yapamıyoruz. Çünkü mevcut hayattan bağımsız düşünce üretilemez. Ancak hayatta mâkes bulmuÅŸ İslâm’i düşünce, “hayâtın tam da ortasında üretilmiÅŸ düşünce” taÄŸutun düşüncesinden baÅŸkadır. Zâten bu düşünce, tağûti düşüncenin tam karşısındadır.

Varlığını hayâtiyetini anti-tevhide bağlayanlar, tevhidin hayatta görünür kılınmasına zinhar râzı olmayacaklardır.

Ahmet Kalkan:

Peygamberimize yapılan teklifte de, târihte ve günümüzde yüzlerce tekrâr edilen nice olaylarda da görüldüğü gibi, egemenliÄŸi ellerinde bulunduran tâğutî güçler,  İslâm’ın sosyâl hayâta hâkim olmaya kalkmasını dâima kendi ÅŸeytânî çıkarları için tehlikeli görmekte ve İslâm’ı gündeme getiren müslümanlara tâviz vererek, onlardan bâzı tâvizler istemektedirler. Tâğutlar, tevhidî hareketi kontrol altına almak ve aslî çizgisinden saptırarak etkisiz hâle getirmek istedikleri için bu yola baÅŸvururlar. BaÅŸlarında Peygamber ve O'nun gerçek vârisleri olan, sâdece Allah'a baÄŸlı güvenilir lîderlerin bulunmadığı bir-çok tevhidî hareket, ÅŸeytan ve dostlarının bu tâviz alış-veriÅŸi ve bu müdâhalesiyle sapmış ve baÄŸlılarını da saptırmıştır. Evet, hristiyanlığın tevhid dîni olma vasfından saparak, her türlü ahlâksızlığın, zâlim güçlerin, ÅŸirkin emrine ve hizmetine girmesiyle sonuçlanan tahrifâtına sebep, Kostantinius'un 325 yıllarında hristiyanlıkla Roma despotizmini uzlaÅŸtırması olmuÅŸ, bugün de kolaylıkla her ÅŸeyle, her sistemle uzlaÅŸabilecek mîrâsı hristiyanlık, o zamanlardan muharref bünyesine almıştır.

Yeni dünyâ-düzeni demek “müstekbirlerin zulmüne ses çıkarmayan düzen” demektir. Afrika ve Asya’da yaÅŸayan insanları, o ülkelerde yönetime getirdikleri veya seçtirdikleri kuklaları sâyesinde fakirleÅŸtiren, kendisine köle hâline getiren bu vampir müstekbirlere karşı tüm gücümüzle cihad etmek zorundayız. AmerikanlaÅŸtırılmış din, “lâ”sı olmayan, demokrat ve mevcut yapıyı koruyan muhâfazakâr anlayışlardır. Bu anlayışı sâdece Amerika deÄŸil; Avrupa BirliÄŸi adlı müstekbir topluluÄŸu da tek din anlayışı olarak kabâl etmektedir. Müslüman, lâ/hayır diyerek müstekbirlere tavır almak mecbûriyetindedir. Onun için, bırakın ezilip sömürülmeye, yâni müstaz’aflığa rızâ göstermeyi,  tüm dünyâ-garibanlarını, ezilmiÅŸleri de bu vampirlerin elinden kurtarmaya çalışır muvahhid müslüman.  

Atasoy Müftüoğlu:

“Hâlen var olan çerçeveler, kategoriler, bu kategorilerin sınırları içerisinde düşünmek, konuÅŸmak ve yapmak, vâr olan gerçekliÄŸin aşılamayacağını düşünmek anlamı taşır. Bu durum aşılması imkânsız gibi görünen gerçeklikle uzlaşılması gibi bir sonuç doÄŸurur. UzlaÅŸmayı seçmek ise, özgürlük ve bağımsızlık uÄŸraÅŸlarından, mücadelelerinden vazgeçmek demektir. UzlaÅŸmayı seçmek, İslâm’i bir gerçeklik oluÅŸturulamayacağı kanaatinden kaynaklanır. KoÅŸullarla hesaplaÅŸamayanlar, koÅŸulları kabûl edilebilir hâle getirmek üzere her tür te’vile, zorlamaya baÅŸ-vurur, her-tür mâzereti meÅŸrûlaÅŸtırırlar.

KoÅŸullarla bütünleÅŸenler, koÅŸullara göre hareket edenler, târihin aktörleri tarafından anlatılan/anlatıla-gelen hikâyelere inanırlar. KoÅŸullara göre hareket edenlerin kendilerine-özgü anlatılmaya deÄŸer hikâyeleri yoktur. Bu nedenledir ki, vâr olan gerçekliÄŸin sınırları içerisinde vâr-oluÅŸ imkânı arayanlar, hayâti konular, hayâti sorunlar, hayâti bağımlılıklar etrâfında büyük sessizliÄŸi seçerler, sessizliÄŸi sese dönüştüremezler” der.

Hâki Demir:

“Batının dünyâyı siyâsi, askerî ve iktisâdi iÅŸgalinden daha derin ve daha vahim olanı, kültürel iÅŸgâlidir. Ruhlar, zihinler, akıllar iÅŸgâl edilmiÅŸtir, üniversitelerdeki binlerce profesörün “bilim târifi” bile batıdan kopyalanmış hâldedir. İnsanın ruhu ve aklı iÅŸgâl edildikten sonra, askerî iÅŸgâle ihtiyaç kalır mı?

Müslümanlar yeni bir çaÄŸ baÅŸlatabilmek için, öncelikle batıdan aldıkları “zehirli telkin ve tesirleri” akıl, zihin, ruh ve kalp-dünyâlarından söküp atmalıdır. Bu hamle, maalesef sâdece kelâmi bir mesele deÄŸil, aynı-zamanda fiîli bir çabayı da gerektiriyor. Herkes batıya karşı ama herkes batılı akıl çeÅŸidiyle düşünüyor. Bir insan için “akıl-terkibi” neredeyse o insanın ta kendisidir. Onunla bakıyor, onunla anlıyor, onunla karar veriyor, dahası hislerini bile onunla deÄŸerlendiriyor, ne hissettiÄŸini bile onunla târif ediyor. Akıl-terkibi bu kadar mühim olunca, onu bir-anda kaldırıp atması muhâl, bunu yapabilecek olsa bile geriye koskoca bir boÅŸluk kalıyor. Yeni bir akıl-terkibini bir-anda gerçekleÅŸtirip, hayâtına kaldığı yerden devam etme imkanı yok, bu iÅŸ bir süreç ve zaman iÅŸi.

İnsanın akıl-terkibini baÅŸtan sona yenilemesi, batıdan edindiÄŸi pozitif akıl-terkibini kaldırıp atması ve yerine İslâm’dan hareketle inşâ edeceÄŸi “akl-ı selimi” ikâme etmesi ne kadar zor. Üstelik bunu arzu ederek teÅŸebbüse geçmesi hâlinde bu kadar zor, oysa müslümanlar sâhip oldukları pozitif akıl-terkibinden memnun görünüyor ve “akl-ı selimi” gündemlerine bile almıyorlar. Akl-ı selim yoksa müslümanca düşünme imkânı yok. Ne var ki bunun için büyük teÅŸebbüsler gerek, bizim elimizdeki imkânlarla konuyu gündeme bile getirmek mümkün deÄŸil” der.

Atasoy Müftüoğlu:

“Kapitâlist/seküler/liberâl bir dünyâ-görüşünün, siyâsetin/kültürün/ekonominin/eÄŸitimin/hukûkun belirleyici olduÄŸu bir toplumda, İslâm’i vâr-oluÅŸlardan söz etmek hiçbir ÅŸekilde inandırıcı olamaz. Keskin karşıtlıkların oluÅŸtuÄŸu bir Dünyâ’da “hoÅŸgörü” ve “esneklik”ten söz etmek çâresizlikle ilgilidir. Esnek olan bir ÅŸeyi zorladığımızda kırarız.

Her cemaat, her hizip, her mezhep, kendi îcat ettiÄŸi/ürettiÄŸi propaganda diliyle büyüleniyor, bu dili mutlaklaÅŸtırmanın yollarını arıyor ve buluyor. Schopenhauer’in söylediÄŸi gibi “herkes kendi görüş-alanının sınırlarını Dünyâ’nın sınırları zannediyor”. Herkes kendi gündeminin peÅŸinde koÅŸtuÄŸu için, herkes kendi bencilliklerinin peÅŸinde koÅŸtuÄŸu için, ortak-ümmet gündemi üzerinde hiçbir çabamız yok.

Bu-günün küresel-dünyâsında, bütün toplumlar, baskın dünyâ-görüşünün gerçeklik algısı doÄŸrultusunda düşünüyor. İslâm’i anlamda bir bilinç-kayması ve vâr-oluÅŸsal bir kriz yaÅŸadığımız için, Dünyâ’yı algılayış biçimimiz İslâm’i deÄŸil. Kartezyen ikiliklerin baskısı altında yaşıyoruz, düşünüyoruz, eylemde bulunuyoruz.

Hayâtın her alanında tükettiÄŸimiz bilgi/düşünce/kültür, bizler farkında olsak da olmasak da çok ustalıkçı bir ÅŸekilde, seküler/sömürgeci dünyâ-görüşünün dinamiklerini yansıtıyor. Toplumlarımızın zihin Dünyâları bu dünyâ-görüşü tarafından biçimlendiriliyor. Bu nedenle de birbirinden çok farklı kimlikleri/kiÅŸilikleri bir-arada yaÅŸamak gibi çok garip/tuhaf çeliÅŸkiler biriktiriyoruz. Seküler bir dünyâ-görüşü ve hayat-tarzıyla hangi nedenle olursa-olsun bütünleÅŸmek, İslâm’i kimliÄŸimizde ve kiÅŸiliÄŸimizden nihâi olarak vaz-geçmek demektir.

Toplumlarımızda seküler bilginin, eÄŸitimin belirleyiciliÄŸi karşısında, her-hangi bir ÅŸekilde bir rahatsızlık duyduÄŸumuzu iddia edemeyiz. Seküler söylemin, kibirli/küstah tekelciliÄŸi karşısında, bütünlüklü/tutarlı bir İslâm’i ifâde sistemine maalesef sâhip deÄŸiliz. Gerçek böyle olduÄŸu hâlde İslâm ve müslümanlık üzerinde abartılı, sansasyonel bir dil kullanmaya devâm edebiliyoruz. Dünyâ-müslümanlığının tek umudu olduÄŸumuzu ileri sürecek ölçüde bir sarhoÅŸluk içerisindeyiz. Bilinçli farkındalıklara uzak yaÅŸadığımız için, gerçek hayâta yönelik olmayan soyut çevreler üzerinde tartışarak vakit öldürüyoruz. Müslüman kitlelere hakîkatı söylemek yerine, kitlelerin duymak istediklerini söyleyen çıkarcı cemaatler oluÅŸuyor.

Aydınlarımız, düşünce-adamlarımız, ilâhiyatçı akademisyenler vb. siyâsal bilince/vicdâna ve ufka deÄŸil, ahlâki bilince/vicdâna ve ufka hitâp eden bir İslâm’i dilin kullanılması gerektiÄŸini savunuyor” der.

Müslümanların hedefi insanları hidâyete erdirmek deÄŸildir. Böyle bir hedef koyamayız biz kendimize. Kaldı ki, âyette, Efendimiz’e sarih bir ÅŸekilde, “senin vazîfen sâdece tebliÄŸ etmektir; hidâyete erdirmek deÄŸil” diye buyuruluyor. (Kasas 56), (Bakara 272)

Temel bir bilgilenme/bilinçlenme süreci olması tabî ki, illâ ki gereklidir. Fakat bu durum olmazsa-olmaz bir “dönüştürme” yöntemi deÄŸildir. Nihâyetinde bunu çok dile getirenler bilmelidirler ki bu taktik İslâm’dan çok batı’nın, seküler batı’nın taktiÄŸidir. İslâm’ın ise kendine-özgü bir yöntemi vardır.

Kur’ân, batının oluÅŸturduÄŸu, taÄŸutun oluÅŸturduÄŸu bir Dünyâ içinde, onların bakış-açısıyla deÄŸerlendirilerek tefsir ediliyor. Müslümanlar İslâm’i bir ortam oluÅŸturmadan gerçek bir tefsir ve te’vil de oluÅŸmayacak. Ancak müslüman bir ortamda ve müslüman gözüyle/bakış-açısıyla baktığımız zaman Kur’ân’ın gerçek ve doÄŸru tefsirini yapabiliriz.

Mâlik Bin Nebi, Batı’nın ayak izlerini tâkip etmenin ve çözüm için onların modelini taklit etmenin müslümanların problemlerini çözmeyeceÄŸini, böyle bir fikrin yanıltıcı olduÄŸunu açıkça belirtmiÅŸtir. Bin Nebi, ayrıca İslâm-dünyâsında modernist ve reformcu diye ayırdığı iki farklı yönelimden bahseder ve bunların oluÅŸmasını sömürgecilere baÄŸlar. Bin Nebi, özellikle modernist hareket taraftarı olanların medeniyetinin sömürge için yeteri kadarını getiren Avrupa’nın yerli mektepleri dediÄŸi kültür bagajlarıyla oluÅŸmasında etkili güç oluÅŸturduÄŸunu ve medreselerin önceyle baÄŸları kesmeye çalışırken bu okulların Batı’yla temâsı saÄŸladığını belirtir. Fakat bu İslâm-dünyâsının menfaatini saÄŸlamamıştır. Çünkü Avrupalı, İslâm-dünyâsını medenileÅŸtirmeye deÄŸil sömürgeleÅŸtirmeye gelmiÅŸ ve İslâm-dünyâsı ile münâsebetlerinde Hristiyan rûhu her ÅŸeyden çok bir sömürgeci rûhu ÅŸeklinde tezâhür etmiÅŸtir. Avrupa kültürü bir medeniyet eseri deÄŸil, Avrupa emperyalizmi ve hâkim ırk anlayışının ÅŸekil deÄŸiÅŸtirmiÅŸ hâli olmuÅŸ ve kendi dışındaki insanlığı bir yükselme basamağı olarak görmüştü. Sonuçta sömürgecilik İslâm-dünyâsında iki hareket meydana getirmiÅŸtir: İslâm’i ÅŸuura baÄŸlı reformcu hareket ve kaynağı Avrupa olan yeni bir sosyâl çığırdan mülhem modernist hareket. Her iki hareket de tam teessüs edememiÅŸtir. Zîrâ her ikisi de ana kaynaklarına ulaÅŸamamıştır. Şöyle ki reformcular İslâm düşüncesinin köklerine inememiÅŸ, modernistler de Batı düşüncesinin temellerine ulaÅŸamamıştır.

Bin Nebi’yi sömürgeciliÄŸe karşı harekete geçiren etkilerden en önemlisi, özellikle genç müslümanların çoÄŸunun dîni eÄŸitimlerini hattâ dîni tutum ve davranışlarını oryantalistlerin çalışmalarından alıyor olması oluÅŸturmuÅŸtur. Bu oryantalistlerden bâzıları özellikle İslâm dîninin temel referans noktaları konusunda müslüman bireylerin zihinlerini bulandırmak istemiÅŸtir. Oryantalistlerden bâzıları‚ Kur’ân ve Hz. Muhammed/sünnet konusundaki olumsuz yaklaşımlarını ve fikirlerini yüksek sesle dile getirirken diÄŸer bir kısmı ise bilim kılıfına büründürerek sunmuÅŸlardır. Bin Nebi, bu Batılı, oryantalist yaklaşımı İslâm’i AraÅŸtırmalar ve Kur’ân incelemelerine kadar sirâyet eden sakatlayıcı ve duyarlıkları kötürümleÅŸtirici “dışarı”dan “içeri”ye bir bakış olduÄŸunu, çaÄŸdaÅŸ bir İslâm’i diriliÅŸ hamlesinin ve medeniyet sıçramasının gerçekleÅŸtirilebilmesi için, bu “ödünç akıl”ların ve ödünç bakış-açılarının terk edilmesi gerektiÄŸini, ondan sonra da her alanda İslâm’i bir dil ve duyarlık geliÅŸtirilmesi üzerinde yoÄŸunlaşılmasının kaçınılmaz olduÄŸunu belirtmiÅŸtir.

Mâlik Bin Nebi’nin ifâdesiyle sömürülebilirlik, insanların zihinlerine iÅŸlemiÅŸtir ve özellikle kültürel konuları kendisine çalışma alanları olarak seçen oryantalizm, Batılı güçlere oldukça yardımcı olmuÅŸtur. Müslüman kesimden önemli bir grup, oryantalistler ve sömürgeciler arasında gizli-kapaklı iliÅŸkiler olduÄŸunu iddia etmiÅŸ ve İslâm’la ilgili eleÅŸtirileri aracılığıyla oryantalistlerin kasıtlı olarak İslâm’i politik etkiyi hattâ İslâm’ın kendisini yok etmeye çalıştıklarını belirtmiÅŸtir. Yâni entelektüel bir disiplin olarak oryantalizm özellikle İslâm-dünyâsındaki sömürge bölgelerini saÄŸlamlaÅŸtırma konusunda Batı ülkelerine yardım etmek için geliÅŸtirilmiÅŸtir. Hatta Edward Said gibi bâzı batılılar bile oryantalizmi emperyalizmle eÅŸit görmüştür. Hattâ oryantalizm Batı’nın emperyalist güçlerinin DoÄŸu kültürlerini nesnelleÅŸtirdiÄŸi ve karaladığı bir kültürel ideolojiyi ifâde ettiÄŸi belirtilmiÅŸtir.

İsmail Kara:

“Modernist İslâm’cı söylem, kendisini oryantalistlerin İslâm’a iliÅŸkin tespit ve tanımlamalarını temel alarak târif etmiÅŸ ve konuÅŸlandırmıştır. Modernist İslâm’cı söylem, her-ÅŸeyden önce, oryantalistlerden kopyaladığı tespit ve iddiaları tekrâr ederek kendi âidiyetlerini sorgulamaya yönelmesi sebebiyle ârızalıdır” der.

Hakan Mertcan, oryantalizm merkezli sömürü hakkında şunları söyler:

“Oryantalizm, akademik bir disiplin, sanatsal bir uÄŸraÅŸ alanı olarak meÅŸrûluk kazandırılmaya çalışılan bir ideolojidir. Her ne kadar söylem, oryantalizmi mâsum kılmaya çalışsa da, gerçeklik bunun aksini ortaya koymaktadır. Ne sosyâl bilimlerde ne edebiyatta ne de sanatın her-hangi bir dalında, anlatıldığı gibi mâsum bir düşünce sistemiyle karşı karşıyayız. Oryantalistlerin yüklendiÄŸi misyon, sömürgecilik için çok iÅŸlevsel olmuÅŸtur. Batı, DoÄŸu’da kendi arzularını aramış, kendi “yüksek” ahlâkına sığdıramadıklarını DoÄŸu’ya atfetmiÅŸ, onunla masalsı yolculuklara çıkmıştır. Kimi zaman DoÄŸu Alaaddin’in sihirli lambasıdır, lambadaki cin, cinin bir çırpıda kurduÄŸu büyülü Dünyâ’dır; ama ahlâksızdır, erdemsizdir, sapkındır çoÄŸu zaman bu Dünyâ. Hayâli bir DoÄŸu inşâ edilmiÅŸtir ve bu kurgusal mekân, “harem”, “hamam”, “erotizm”, “egzotizm”, “despotizm”, “miskinlik”, “çirkinlik”, “pislik”, “sapkınlık” vb. imgelerle beslenmiÅŸtir. Nihâyetinde kesin olan bir ÅŸey ortaya çıkmıştır, o da DoÄŸu’nun ıslah edilme zorunluluÄŸu. Bunun karşısında sorumluluk sâhibi “erdemli” Batı, onu “doÄŸru yola” getirmek için kılıçlarını kuÅŸanmış ve sonu gelmeyen seferlerine çıkmıştır.

Lord Curzon, 27 Eylül 1909’da Lordlar Kamarası’nda yaptığı konuÅŸmada şöyle diyordu: “DoÄŸu insanının yalnız dillerine deÄŸil, törelerine, hissiyatına, geleneklerine, târihine, dînine de âşina olmamız, DoÄŸu-rûhu diyebileceÄŸimiz ÅŸeyi anlama mahâretimiz, kazanmış olduÄŸumuz mevkii gelecekte de koruyabilmemizi saÄŸlayacak tek dayanaktır”.
“Batılı gözlerimizde terörizmin “Arap”, fanatizmin ise “İslâm” olmasını neden kabûl ettiÄŸimizi hiç sorduk mu kendi kendimize” diye soran Hentch, bu düşüncenin oluÅŸumunun uzun geçmiÅŸini ortaya koyar. Buradan, DoÄŸu hakkında oluÅŸturulan efsânelerin, Batı’da, Batı için oluÅŸturulduÄŸu -bir kez daha- açıkça görülür.

Batı, uzun bir târihsel sürece yayılmış çabalar sonucunda, gerçekte olmayan bir “DoÄŸu” inşâ etmiÅŸtir: “Hayâli DoÄŸu”. Ve bu sâyede/ bunun üzerinden kendini tanımlamıştır (DoÄŸu, Batı’nın kendine baktığı bir ayna olmuÅŸtur; DoÄŸu’nun çirkinliÄŸine baktıkça, kendinden geçerek, kendi güzelliÄŸini yaÅŸamıştır). Bu kurgusal DoÄŸu, “harem”, “hamam”, “erotizm”, “egzotizm”, “despotizm”, “miskinlik”, “çirkinlik”, “pislik”, “sapkınlık” vb. imgelerle besleniyordu. DoÄŸu dekorunda, her türlü mistik öğe, bir-birinden “renkli” cinsel fanteziler, garip yaratıklar, tuhaf insan toplulukları yerlerini almıştı. Kısacası, DoÄŸu bir merak konusu, bir eÄŸlence nesnesi, seyirlik bir malzeme, tuhaflıklar ve utanmazlıkların diyârıdır; acınası bir çocuk, keÅŸfedilmeyi bekleyen genç bir kız ve ıslah edilmesi gereken azgın bir yaratıktır. Bin yıllık bir duraÄŸanlık içindeki bu “geri”, “sapkın”, “geliÅŸime düşman”, “kara câhil”, “gizemli”, “kendini idâre edemeyen”, “despotizmin zulmü altında inleyen”, “uyuyan” DoÄŸu imajı, Batı için olmazsa-olmaz bir önem taşımaktaydı. Çünkü DoÄŸu’yu bin yıllık uykusundan uyandıracak, onu ileriye götürecek, aydınlatacak, uygarlaÅŸtıracak olan, “medeniyetin yegâne temsilcisi”, “erdemlerle yüklü” “dinamik” Batı’dır. Kısaca, her türlü olumlu deÄŸerin taşıyıcısı olan Batı, olumsuz koÅŸullar içinde kıvranan doÄŸu’yu kurtaracak olan güçtür; böylece DoÄŸu’yu kurtarmak üzere yapılan bütün müdâhaleler de meÅŸrû bir dayanaÄŸa sâhip olabilecektir.

DoÄŸu’nun, Batı tarafından fethi asırlar boyu süren, oldukça uzun, çatışmalı ve çeliÅŸkili bir süreçtir. Beaudet’in de belirttiÄŸi gibi, “bu fetih süreci, Batı edebiyatı ve felsefesi tarafından çok uzun süre idealize edilir. Bu öylesine bir idealize ediÅŸtir ki, sonuçta ortaya düpedüz bir “ideoloji”, hem de Batı’nın kültürel ve düşünsel yapısını bütün boyutlarıyla etkileyecek bir “doÄŸu uzmanlığı” ideolojisi çıkar. En geniÅŸ biçimiyle Batı literatüründe, bir yandan (kökleri Antik Yunan’a dayandırılan) Avrupa’nın üstünlüğü yönündeki Avrupa merkezci tezler iÅŸlenirken; diÄŸer yandan, yukarıda çerçevesini çizdiÄŸimiz biçimiyle, olumsuz DoÄŸu kurgusu -açık veya örtülü, kaba veya inceltilmiÅŸ biçimlerde- oluÅŸturulmuÅŸtur. Monolitik bir tarzda oluÅŸturulmuÅŸ olan bu kurgunun bütün DoÄŸu’yu  homojenleÅŸtirdiÄŸi” ve “târihsizleÅŸtirdiÄŸi” âşikârdır. Bu “hayâli DoÄŸu”nun senaryosu, seyyah, filolog, antropolog, filozof, edebiyatçı, sanatçı, siyâsetçi, misyoner ve farklı disiplinlerden akademisyenlerin içinde yer aldığı geniÅŸ bir yazar kadrosunca oluÅŸturulmuÅŸtur. Bunların içinde, İslâm’a, DoÄŸu halklarına güçlü nefret duyguları besleyenler, açık emperyâl emeller taşıyanlar, DoÄŸu’nun fethini savunanlar, buna yönelik projeler üretenler, DoÄŸu’nun HristiyanlaÅŸtırılması gayretinde olanlar olduÄŸu gibi, DoÄŸu’ya romantik bir ilgi-heyecan duyanlar, mâcera arayanlar, “akademik” amaçlar taşıyanlar, kendilerini arap-müslüman dostu görenler de vardı kuÅŸkusuz. Fakat genel olarak söylersek bunların hiç-biri, DoÄŸu’ya iliÅŸkin “metinsel tutumun” dışında deÄŸildi; bir baÅŸka ifâdeyle, DoÄŸu hakkında yazan bu kiÅŸiler, DoÄŸu’yu metinler aracılığıyla anlatırken, “hayâli DoÄŸu” kurgusuna bir yerinden katılmışlardır. En mâsum yaklaşımlarda bile, olumsuz bir DoÄŸu temsili üretilmiÅŸtir. ÖrneÄŸin, DoÄŸulu kadınların güzelliÄŸi anlatılırken sahnenin diÄŸer yanında erkeklerin çirkinliÄŸi, kabalığı yerini almıştır; bunu gözden kaçırmamak gerekir.

Çok sayıda gezi yazısında, romanda, öyküde, ÅŸiirde, tiyatro oyununda, resimde ve hattâ 20. yy. ile birlikte sinemada bu imgeler tekrar-tekrar -zenginleÅŸtirilerek- üretilmiÅŸtir. Bu imgeler aracılığıyla kurulan “hayâli DoÄŸu”nun, “modern” Batı’ya muhtaç olduÄŸu âşikârdır. Artık “bilge” Batı’nın yapması gereken -DoÄŸuludan daha iyi tanıdığı- DoÄŸu’yu sefih durumundan “kurtarmaktır”; zîrâ, bu pespâye durumda yaÅŸayan yaratıklar cemaatini Batı’dan baÅŸka “adam edecek” bir güç de yoktur. Böylece, Batı’nın politik-askeri gücü DoÄŸuluların “hayrına”, DoÄŸu’ya gelip yerleÅŸecek, maddî iliÅŸkiler bütününü -siyâsal, ekonomik, kültürel, dinsel- her veçhesiyle “gerektiÄŸi ölçüde” zor kullanarak deÄŸiÅŸtirebilecekti.

Bu sâyede de DoÄŸu’nun kapıları, yolları ontolojik anlamlarını, “açıl susam açıl” türünden ÅŸifrelerin bilgisine sâhip “bilge” ve “cesur” Batılı fatihlerin seferleriyle kazanmış olacaktır.

Ne sömürge iliÅŸkilerinin ne de her-hangi bir tahakküm iliÅŸkisinin çıplak bir ÅŸiddetle, salt “zor”a dayanarak yürümesi mümkündür. Üzerinde tahakküm iliÅŸkisi kurulan insanların, bu iliÅŸkinin têsisini-devâm ettirilmesini engelleyecek bir pratik içine girmemeleri için rızâ üretimi zorunludur. Şöyle de söylenebilir; sömürgeci sömürgeleÅŸtirdiÄŸi insanların bir kısmının “sempatisini kazanma”ya muhtaçtır. Bunun saÄŸlanabilmesi için de “bilim” ve “bilim insanları”nın kullanılması, sınıflı toplumsal formasyonlarda iktidâr meÅŸrebine aykırı bir durum deÄŸildir. Napolyon’un Mısır iÅŸgâlinde, yanında oldukça kalabalık bir bilim-adamı/akademisyen topluluÄŸuyla İskenderiye’ye adım atması, bu anlamda mânidardır. (Bu bilim-adamları içinde büyük oryantalist Sylvestre de Sacy’nin de bir-çok öğrencisi yer alıyordu). Napolyon’un hizmetinde yer alan oryantalistler, ilk Mısır Enstitüsü’nü (İnstitute d’Egypt) kurmuÅŸlar, Mısır’ın Tasviri’ni (Description de l’Egypte) yayınlamışlardır. Bu sâyede -incelenerek, tanınarak, tanımlanarak, gerektiÄŸi ölçüde kabûl veya reddedilerek- Mısır Fransa’ya mâl edilebilecek ve ayrıca Fransız iÅŸgâli haklılaÅŸtırılabilecekti. Bunun “güzel” bir (resmî târih yazım) örneÄŸi, Mısır’ın Tasviri’nde, Mısır’ın fethedilmediÄŸi, “kurtarıldığı”nın yazıyor olmasıdır. Kısacası, oryantalistler, sömürge yöneticilerinden, askerlerden daha az önemli görevler îfa ediyor deÄŸillerdi. GeniÅŸ uzman kadrosuyla Enstitü’nün, bir anlamda “ordunun âlim tümeni” olarak çalıştığını söylemek yerinde bir tespit olsa gerek. Oryantalizmin sömürgecilikle olan iliÅŸkisi basit bir iliÅŸki deÄŸildir. Oryantalizm, sömürge yönetimlerini meÅŸrûlaÅŸtırdığı/ haklılaÅŸtırdığı/ aklileÅŸtirdiÄŸi, onların gerekliliklerini açıkladığı gibi, onların ortaya çıkmasında/oluÅŸmasında da önemli bir iÅŸlev görmüştür. Oryantalistler, sömürgeci güçlere, gidecekleri uzak-diyarların bilgisini taşımış, önlerini açmış, yolarını aydınlatmışlardır; bir anlamda, onların “keÅŸif kolu” olmuÅŸlardır.

Özetle söyleyecek olursak, sömürgecilik târih içinde deÄŸiÅŸik aÅŸamalardan geçerek evrimleÅŸmiÅŸtir; ama asla ortadan kalkmamıştır. Aynı durum oryantalizm için de geçerlidir. Bu-gün de oryantalistler (DoÄŸu uzmanları) var ve bugün de “modern” oryantalistler geleneksel misyonlarını devâm ettiriyorlar. “Uygar Dünyâ” ile entegrasyondan (uygarlaÅŸtırmadan), “demokrasi”, “insan hakları”, “özgürlük” götürmeden dem vuruyorlar. En önemli örneklerden biri Bernard Lewis’tir. Bu-gün yaÅŸayan en meÅŸhûr oryantalistlerden olan Lewis, uzmanlığının gereÄŸini, ABD yönetiminin, Ulusal Güvenlik Konseyi’nin danışmanlığını yaparak yerine getirmektedir. İsrâil’in, Filistinlilere, Araplara yönelik Siyonist saldırgan politikaları da, oryantalist tâifeden gıdâsını almaktadır. ÖrneÄŸin, İbrâni Üniversitesi İslâm’i Çalışmalar bölümü, Siyonist idârenin ihtiyaçlarına koÅŸulmuÅŸ durumdadır. Bu-gün hâlen, bir-çok DoÄŸu uzmanının, baÅŸta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin DoÄŸu üzerinde hegemonya têsisinde; savaÅŸ ve iÅŸgâl plânlarında görev aldığı görülmektedir. Körfez savaşında, Afganistan ve ÃŽrak iÅŸgâllerinde bu oryantalist kadronun desteÄŸi yadsınamaz. Söz-konusu “DoÄŸu” olunca, ABD ve Avrupa’daki yazar-çizerlerin, haber sunucularının, program yapımcılarının ve benzerlerinin tutumlarının, oryantalist bakış-açısından bağımsız olmadığı açıktır. Emperyalist merkezlerdeki medyanın kısa süreli tâkibi bile, oryantalist zihniyetin nasıl devâm ettiÄŸini, tekrar-tekrar üretildiÄŸini göstermek için, sanırız yeterli olacaktır.

Oryantalizmin gücünün önemli dayanaklarından birini Batı-dışı toplumlardaki kendi toplumuna yabancılaÅŸmış yönetici elit ve “aydın”lar oluÅŸturmaktadır. Kendi toplumuna/ kültürüne/târihine yabancılaÅŸan yönetici elit ve “aydın”lar, medeniyet ve Batı terimlerini eÅŸ-anlamlı olarak kabûl etmekte ve Batı’nın DoÄŸu’ya iliÅŸkin deÄŸer ölçülerini, bakış-açısını benimsemektedir. Buna “oryantalizmin içselleÅŸmesi” denilebilir. Kurtulunması gereken bir yük olarak addettikleri kendi varlıklarından sıyrılıp bütünüyle Batı gibi olma gayretindeki bu elitler için de, DoÄŸu, artık Batı’nın gözündeki DoÄŸu’dur. Bu, bir anlamda, Dünyâ’ya sömürgecinin gözüyle bakmaktır ya da zihinlerin sömürgeleÅŸmesidir.

Cemil Meriç:

İntelijansya (aydınlar sınıfı) batının yalanlarını taşımaya başladı. Bütün mantık çerçevesinden sökülmüş bir halita hâlinde empoze etmeye çalıştı. Zâten batı cemiyetinin bütününü ifâdeden âciz olan liberâlizmi de bir parçasıyla aldık. Pozitivist denen, mânevi inançları kökünden söken ilimcilik. Aklın da, hürriyetin de karikatürünü aldık. Batı kafamızı bir düşünce enkazı ile yoğurdu. Ve insanımız eline verilen reçeteleri okumaya mêmurdur.

“Batı modelini kabul etmek yetmez, onu yaÅŸamak da lâzım” sözüdür felsefeleri.

Mehmet Pamak:

“Türkiye’de sistem-içi bir deÄŸiÅŸim süreci yaÅŸanıyor. Kemalist oligarÅŸik diktatörlükten, AB standartlarında görece özgürlükçü ve insan haklarına daha saygılı “demokratik” bir sisteme doÄŸru, yerli liberâller ile Batı destekli AKP-Gülen koalisyonu öncülüğünde bir deÄŸiÅŸim gerçekleÅŸtirilmeye çalışılıyor” der.

İslâm dîni sâdece bilgi olarak kavranamaz. Tamer Yıldırım, “Mâlik Bin Nebi’de Sömürülebilirlik Olgusu” makâlesinde ÅŸunları söyler:

“İslâm özellikle oryantalistlerin faaliyetleriyle rûhundan koparılmış bir entelektüel kategori hâline dönüştürüldükçe bâzıları onu yaÅŸanmaktan çok, hakkında bilgi edinilmesi gereken bir düşünce dizgesi diye algılamaya baÅŸlamışlardır. Bu, İslâm’ın hayattan uzaklaÅŸtırılması anlamına gelir. DiÄŸer bir deyiÅŸle oryantalistler üniversitelerde İslâm’ı öğrettiklerini söylerken öğrettikleri ÅŸey, aslında gerçek İslâm olmayıp oryantalist yorumun ürünü olan bir İslâm’dır. Din vasıtasıyla kurulan iliÅŸkinin insâni seviyeleri ve tabiat-üstü arasındaki karşılıklı iliÅŸkinin karşılaÅŸmasının sonucu olan dîni tecrübe, doÄŸası gereÄŸi ruhsal ve sezgisel bir algılamaya dayanır. Bu anlamda analitik veya eleÅŸtirel yöntemlerle kavranamaz. Din dışında olanlar, o dîni, içinde olanların anladığı biçimde anlayamazlar. Bu, kitaplardan öğrenilebilecek bir ÅŸey deÄŸildir. Oryantalizmin hâkim karakteri modernizm olduÄŸundan, İslâm’ı vahye dayalı bir din olarak deÄŸil de, târihsel ve toplumsal bir fenomen olarak görür yâni onlar için İslâm târihsel bir saha, bir merak konusu, araÅŸtırılması gereken bir alan olmaktan ibârettir. Fakat İslâm dîni bundan öte bir ÅŸeydir. Ayrıca günümüzde oldukça deÄŸiÅŸmiÅŸ ve çeÅŸitlenmiÅŸ ise de klâsik dönemde oryantalistler daha ziyâde dil araÅŸtırmalarına yoÄŸunlaÅŸmıştı. Bir anlamda oryantalist etkinin sınırlılığı söz-konusudur. Hattâ Muhammed Arkoun, “oryantalistlere klâsik metinleri sâdece tahkik edip yayımladıkları ama eleÅŸtirel bir bakış-açısı getirmedikleri için kızıyorum” demektedir. Bu noktada oryantalizmi kültürlerin olumsuzlanması için bir araç olarak görmek yerine diyalog imkânına hizmet edecek bir araç olarak görmek daha mâkûl bir çözüm gibi görünmektedir. Fakat bunun gerçekleÅŸmesi için oryantalistlerin İslâm’ın kutsal deÄŸerlerine karşı düşmanca bir tavır almamaları gerekir.

Bin Nebi, -görüşleri eleÅŸtiriye açık olsa da- oryantalizmin ürünü olan eserlerin kültür havzamızı geniÅŸ bir ÅŸekilde doldurmasına karşın bunu deÄŸiÅŸtirmek için reddedici veya teslimiyetçi bir tavrın fayda saÄŸlamayacağını bize göstermeye çalışmıştır. Batı’dan ödünç alınan fikirleri kesin bir dille kabûl etmemiÅŸ ve müslümanların iç güvenlerini kazanmaları gerektiÄŸini ve sosyâl ve kültürel açıdan kendi fikirlerini üretme ve geliÅŸtirmede cesur olmaları gerektiÄŸini savunmuÅŸtur.

Erkan Perşembe postmodernlik bağlamında şöyle der:

“Postmodern durum veya dönemleÅŸtirmede, din kavramının anlaşılması belirli bir tanım ölçeÄŸine uymamaktadır. Modernlik düşüncesi evrensel bir meÅŸrulaÅŸtırma potansiyeli ile din ve gelenekten arındırılmış bir dünya kurgusu üzerinde varolmuÅŸtur. Postmodern durum ya da söylem, modernlik eleÅŸtirileri üzerine kendisine yer belirlemeye çalışırken, bu durum çağımız insanların yaÅŸantılarında yeni bir anlam-dünyâsı keÅŸfetmelerinden çok, vâr-olan anlam-dünyâsının daha da bulanıklaÅŸmasını ve belirsizleÅŸmesini gündeme getirmiÅŸtir. Böylesine bir belirsizlikte, din ve geleneÄŸin postmodernlikle birlikte yeniden ele alınışı da sorunlu bir alana girmek olarak görülmektedir. Çünkü Postmodernlikte ne dinlerin yeniden tesisi, ne de ritüele yeniden dönüş söz-konusudur. Yalnızca dinlerdeki adâlet, sevgi ve yardımlaÅŸma duyguları postmodern dünyânın çoÄŸulcu toplumsal yaÅŸantısında kendisini gösterebilecek bir zemin bulabilmektedir.

PostmoderniÄŸin en önemli özelliklerinden biri de, zamânımızda her ÅŸeyin kültürel hâle gelmesi ve herkesin kendi kültür-dünyâsında yaÅŸamasının veya kendi yaÅŸam tarzını bir kültür-dünyâsına dönüştürmesinin haklılaÅŸtırılmasıdır. Bu, aynı-zamanda toplumsal çatışmaların yerini “kültür savaÅŸlarının” aldığı anlamına gelir. Toplumlar arasındaki kültür savaÅŸları, özneyi âdem-i merkez kılmakta ve deÄŸer alanlarının hiper farklılaÅŸmasına ve iç sınırlarının çoÄŸalıp parçalanmasına sebep olmaktadır. Parçalılığın kendisini ifâde ettiÄŸi en anlamlı kavram “sivil toplum” olgusu olmaktadır. Sivil toplumun “olmazsa olmaz” koÅŸulları vardır ve birincisi, farklılaÅŸma, parçalanma ve buna baÄŸlı olarak iktidârın bölünmüşlüğüdür, ikincisi, sivil toplumun kökeni, dinsel özgürlük için verilen mücâdele sonucunda, her türlü dinsel hareketlerin sivil toplumda yer edinebilmesidir. Bu noktada sivil toplum ile postmodernlik arasında kuvvetli bir baÄŸ oluÅŸmaktadır. Öznenin merkeziliÄŸini yitirmesi sonucu cemaat duygusu belirmiÅŸ ve geniÅŸ kitlelerin duygusal cemaatler de bir-araya gelmesiyle yeni bir yaÅŸam sitili oluÅŸmuÅŸtur. Bazı sosyologlar, “oluÅŸan bu cemaatlere “postmodern kabîleler” demektedirler.

Medyadaki gündelik yaÅŸamla ilgili bir çok konunun ve doÄŸal olarak dinsel anlayışların tartışılmasında da popüler imajları ön-plana çıkaran bir metalaÅŸtırılma söz-konusudur. “Seçkin bir kültürün temsilcisi olarak, âlimlerin entelektüel ilgileri, aÅŸağı kültürün yâni popüler kültürün ilgi ve beÄŸenilerini pazara çıkatmanın kaçınılmaz sonucu olarak hedefledikçe, hem dinsel konularda dînin doÄŸasına aykırı bir çok-seslilik hâkim olmakta hem de din gerçekten de yeniliklerin, îcatların ve yeni teknolojilerin alanı hâline gelmektedir”. Özellikle din üzerindeki etkileri baÄŸlamında postmodernizmi, hattâ modernizmin kendisini, salt entelektüel veya biliÅŸsel bir eÄŸilim olarak almak her zaman çok yanıltıcı olmuÅŸtur. Çünkü, “aslında her ikisi de, din üzerindeki gerçek etkilerini, dînin gündelik yaÅŸam örüntülerinin varlık alanını daraltma veya geniÅŸletme noktasında göstermiÅŸlerdir”. Postmodernite, dîne ÅŸahıslar arası bir konum tâyin etmektedir. Bu anlamda postmodernite, dîni özel alana inhisar ettirmektedir. Çünkü postmodernite, özel alana raÄŸbet ederek, dinsel canlanmayı de teÅŸvik etmektedir. “Modernizm, sekülarizasyon yoluyla dinsel inançların kaybolacağını öngörürken, postmodernizm ise bu anlayışı reddederek, dinsel canlanmanın sekülarizasyonun ortadan kalkması sonucunu doÄŸuracağını kabûl etmemektedir.

Modernizmin dinsel hakîkati dışlayan tutumuna karşılık postmodernizmin etnik-dinsel köklere dönüş, geçmiÅŸle baÄŸların sürdürülmesi, kutsal, geleneksel üzerinde yeniden odaklanma gibi içerimleri, müslüman entelektüeller açısından oldukça anlamlı karşılanmıştır. Son yüzyılda İslâm dünyâsında gözlenen modernleÅŸme ve geleneksel yapılar arasındaki uyum krizleri, Batı’nın kendi modernlik projesine karşı duyulan güvensizlikle paralellik gösterdiÄŸi ileri sürülebilmektedir. PostmodernliÄŸin Batılı kritiÄŸi bu anlamda İslâm’i fundamentalizmle birlikte modernliÄŸe alternatif olmaktadır.

Postmodern durum ya da söylem modernlik eleştirileri üzerine kendisine yer belirlemeye çalışmaktadır. Bu durum çağımız insanların yaşantılarında yeni bir anlam dünyâsı keşfetmelerinden çok, vâr-olan anlam-dünyâsının daha da bulanıklaşmasını ve belirsizleşmesini gündeme getirmiştir. Böylesine bir belirsizlikte, din ve geleneğin postmodernlikle birlikte yeniden ele alınışı da sorunlu bir alana girmek olarak görülebilir.

Mustafa Öztürk:

“Bir taraftan “Gerçek din Kur’ân’dır; Kur’ân’dan baÅŸka hiç-bir saÄŸlam dînî kaynak yoktur; din en saf ve som ÅŸekliyle yalnız Kur’ân’dan öğrenilir; Kur’ân’ın tüm hükümleri evrenseldir” demek; diÄŸer taraftan da modern zamanların hâkim norm ve genel kabûllerine terâkki deÄŸeri atfetmek, iÅŸin daha da kötüsü Kur’ân’ın beyanlarıyla modern çağın genel kabûlleri çatıştığında hem Kur’ân’a hem de modern kabûllere sadakatten vazgeçememektir. İki-ara bir-derede kalmışlık durumunda merdiven-altı tefsircisi Kur’ân’ı modern normlar ve genel kabûller lehine te’vil etmeyi yeÄŸler. Söz-gelimi, Nîsa sûresi 34. âyetteki vadribûhünne ifâdesine, “Karılarınızı têdip maksadıyla dövebilirsiniz” mânâsı vermez, veremez; çünkü bu mânâyı deÄŸil, çaÄŸdaşçı, laikçi, seküler çevrelere, kendi hâne-halkına, az-çok mürekkep yalamış ve sosyal medyaya bulaÅŸmış çoluk-çocuÄŸuna bile îzah edemez. Hâl böyle olunca, merdiven-altı tefsircisinden ÅŸu tarz yorumlar sâdır olmaya baÅŸlar: “Efendim, bahis-konusu âyet bindört yüz küsur yıl boyunca hep yanlış anlaşılıp yanlış yorumlanmış. Âyetteki “darabe” kelimesinin ifâde ettiÄŸi anlam, vurmak ya da dövmek deÄŸil, evden uzaklaÅŸtırmak, hattâ Türkiye’deki Kur’ân’cıların babası Hüseyin Atay’a göre cinsel iliÅŸkide bulunmaktır”.

Kabûllenilmesi zor ve acı verici olsa da içinde bulunduÄŸumuz çaÄŸ bu tarz yorumların ve merdiven-altı Kur’ân yorumcularının altın çağıdır. Bu tarz yorumculuÄŸun sistematik karakter kazanmasının milâdı on-dokuzuncu asırdır. Hafızlarımızı yoklarsak, on-dokuzuncu asır İslâm’ın Dünyâ üzerindeki en son ve en büyük siyâsi gücü olan Osmanlı Devleti’nin Batılı devletler tarafından askerî, siyâsi, kültürel açıdan çok-yönlü maÄŸlûbiyete uÄŸratıldığı, buna paralel olarak bütün müslümanların ehl-i küfür karşısında ÅŸamar-oÄŸlanı durumuna düşmenin derin travmalarını yaÅŸadığı çok tâlihsiz bir asırdır. Bu asırda müslüman âlim ve mütefekkirler inkıraz ve izmihlâlin temel sebebini İslâm dîninin yanlış anlaşılıp yanlış uygulanmasına baÄŸladılar ve bunun mantıksal sonucu olarak da târihin seyrini müslümanların lehine çevirmenin tek mümkün yolunun gelenek safrasını atmış yepyeni bir din tasavvuru oluÅŸturmaktan geçtiÄŸi noktasında karar kıldılar. Hâlbuki asırlar öncesinde İbn Hâldun, toplumların yükseliÅŸ ve çöküşünü dîne baÄŸlayıp din temelinde îzah etmenin pek saÄŸlıklı olmadığını söylemiÅŸti” der.

İç-Dünyâ ile dış-Dünyâ arasında fark olduğu müddetçe bu tarz çalışmalardan bir fayda elde edilemeyecektir.

Eyleme dönüşmemiş, dönüşmeye de niyeti olmayan çalışmaların üreteceği bilgiler de kıymetsiz ve boş bilgilerdir. Liberâl (her şeyden mutlak özgür) bilgi budur. Ne kadar felsefî ve derinlikli olursa-olsun faydası yoktur/olamaz. Kendi-kendine oluşturduğu, inandığı ve onunla tatmin (hattâ orgazm) olduğu düşünce. Liberâl ortamın ürettiği düşünce..

Hüseyin Alan:

“Modernle cebelleÅŸirken bu amaç ve hedef gözetilmeksizin yapılan kaynaÄŸa dönüş, kaynağı yeniden okuma ve anlama faaliyetleri, eÄŸitim çalışmaları, tebliÄŸ faaliyetlerinin neye ve kime yaradığının anlaşılması gerekmektedir. Sözümüz, rehberi peygamber olanların dikkatini çekmeye dâirdir.

Devlet ve mülk konusunda iÅŸin temelini oluÅŸturan rablik ve ilahlık baÄŸlantısını anlayamamak, ya da dikkatlerden uzak tutmak, İslâm’ı, Kur’ân’ı ve peygamberin örnekliÄŸini doÄŸru anlamamaktır. Bu durumda modernizmle karşılaÅŸan müslümanların modernizme karşı cevap üretirken “kaynaÄŸa dönüş”, “öze dönüş” ve “anlama” çabaları ve çaÄŸrıları, insan kalabalıklarını tevhidî temelde yeniden örgütleme faaliyetlerine dönüşmeli, nihâyetinde İslâm Devleti kurma hedefinde buluÅŸturmalıdır.

Devleti, mülkü merkeze almayan çabalar müslümanlara deÄŸil modernizme fayda saÄŸlamakta, modernizm içinde mânevi hazzı saÄŸlarken dîni de ahlâkçılık dînine dönüştürmektedir. Çünkü bir müslüman’ın dünyâ-hayâtında varlık gerekçesi ve imtihan bilinci olarak nihâi amacı devlet kurmak, bu güç-mülk ve devletle fitneyi yeryüzünden kaldırmaktır. Bunun sonucunda dînini tam olarak yaÅŸamak ve insanlara hak dâveti ulaÅŸtırmaktır.

Bu nedenle bir müslüman bilir ki, devleti olmayan müslüman, her tür tehlikeye açık durumda sokakta çıplak ve korumasız kalan insan gibidir. Çünkü o şartlarda dînini, neslini ve aklını koruyamaz. Nihâyet kenti, toplumu ve devleti dönüştüremeyen müslüman bu nedenle kendini dönüşmüş, dînini değiştirmiş, kavmi içinde helâk olanlarla birlik olmaya râzı olmuş hâlde bulur.

Buna rağmen özne rolüne soyunan günümüz insanının, kaynağı yeniden okuma adına, geleneğe karşı durarak vâr-olma çabası doğru rotayı tâkip etmemektedir. Kaynağa dönüş, yeniden anlama ve eğitim çalışmaları, devlet ve mülk gerçeğine temâs etmediği, bunu gündem ederek aşmaya ve yapılanmaya çalışmadığı her durumda, detaylarda boğularak modern kalmaya mahkûmdur. Modernin içinden, modern düşünüş ve parametrelerle gelenek eleştirisine dayalı vâr-oluş, modern akledişle üretilen her bilgi, türedilik üretecek, küreselliğin içinde sistemi besleyen sonuçlara yol açacaktır.

DiÄŸer taraftan, devlet ve mülk konusunu eksene almadan, konuyla baÄŸlantılı donanıma sâhip olmayı düşünmeden, bu uÄŸurda eksiÄŸini-gediÄŸinin hâlletmeye çabalamadan, olup-bitenlere bigâne kalarak teolojik tartışmalarla rahatlamayı kâr saymak gibi bir anlayışın önünün açıldığına da şâhit olmaktayız. GeleneÄŸimizde gördüğümüz hâricilik, tekfircilik ve elfaz-ı küfür bahsinin yeniden canlandırılması bu. Devlet ve mülk sâhipliÄŸiyle mücâdeleyi merkeze alması gerekenler, onun yerine selâmı yaygınlaÅŸtırmak, Allah’ın kullarına hakâkati tebliÄŸ etmekle sorumlu olduÄŸu ahâliyle teolojik kavgayı sürdürerek hedef ÅŸaÅŸkınlığı yaÅŸamaktadır. Dolayısıyla enerjisini, bilgisini, neslini doÄŸru hedef yerine modernizme sunmaktadır. 

Nitekim küresel sistem, devlet ve mülk konusuna temâs etmeden yapılan Kur’ân çalışmalarının sözcülerine ve ürünlerine geniÅŸ alanlar açmakta, teolojik tartışmalar yanında gelenek eleÅŸtirisini teÅŸvik ederek bu anlayışın yaygınlaÅŸmasını saÄŸlamaktadır. Teolojik tartışma konuları, yeniden-yeniden anlama çabaları mâsumâne niyetlerle devâm etse de sistem bu gibilere kendi içinde meÅŸrûiyet alanları saÄŸlayarak nesilleri boÅŸa çıkartmaktadır. Devletin stratejik aklı biliyor ki teolojik tartışma çerçevesini aÅŸmayan yeni telâkki üretimleri, ne yapılması ve nasıl yapılması aÅŸamasına geçemeyecektir. Buysa İslâm’ı ve müslümanlığı anlamanın önünde en büyük engel olmaya devâm edecektir” der.

Hâki Demir:

“Kadimden bêri bilinir ki, ferdin hayâtı inşâ etme kudreti yoktur. Hayat, cemiyet ile kâimdir. Hayâtı mümkün kılmayan gerçeklik, hangi “kıymeti” üretebilir veya hangi kıymeti muhâfaza edebilir veya hangi kıymete hayâtiyet kazandırabilir? İnsanlık târihinde eÅŸi-benzeri görülmemiÅŸ bir fikir üretseniz, hayat bulmadıktan sonra ne kıymeti olabilir? Mücerret mânâda kıymetli olduÄŸu doÄŸru ama bu kıymeti kim bilir? Kimsenin bilmemesi kıymetini azaltmaz denirse, azalmayan o kıymetin ne faydası var? “Faydalanmayanlar utansın” derseniz haklısınız ama fikrin tatbik alanı cemiyet deÄŸil midir? O olmadığında yâni fikir tatbik edilmediÄŸinde yâni fikir hayat bulmadığında, “muhteÅŸem fikir” olduÄŸunu nasıl test edeceksiniz ki, fikir mi vehim mi olduÄŸu ortaya çıksın…

Ferdin kıymetini inkâr mı ediyoruz? Asla.. Ferdî gerçekliÄŸi ret mi ediyoruz? Asla ve kat’a… Hele-hele fikrin cemiyetten deÄŸil, fertten zuhur ettiÄŸini husûsen biliyoruz. Fakat cemiyette mayalandığını ve tekâmül ettiÄŸini de biliyoruz. Ferdin kıymeti ve ferdi gerçeklik, cemiyetin ve hayâtın motor gücüdür. Tabi ki motor otomobilin en önemli parçasıdır fakat cemiyet, motor da dâhil otomobilin tamamıdır. Direksiyon olmadan otomobili kullanamazsınız veya teker patladığında otomobil gitmez ya… Ya da motoru otomobilden söküp ortaya koyduÄŸunuzda garip ve mânâsız bir varlık olarak kalır ya…

Her insan her istediÄŸi düşünceye sâhip olabilir mutlaka… Fakat ölçü ÅŸart… Ferdi ve içtimâi hiçbir ölçü olmaksızın her insan istediÄŸi ÅŸekilde düşündüğünde ortaya çıkan durum, ölçü katliamıdır. Ölçü… Fikrin diÄŸer adı…” der.

Abdurrahman Aslan:

“Müslümanlar baÅŸlangıçta içinde varlıklarını sürdürdükleri “hayat evrenleri”nin yüz-yüze kaldıkları modern “duruma” cevap veremeyen taraflarına çözüm bulmak için Kur’ân ve Sünnet'e baÅŸ-vurdular. Maksat Kur’ân ve Sünnet'in yardımıyla “teknoloji” ve “bilim” gibi bazı “yeni araç”ları kendi bünyesine aktararak sâhip olmak; kendine âit hayat ve deÄŸerler-dünyâsını korumak, böylece muhâlifine karşı güçlü duruma gelmekti. Ne var ki, bu-günden bakıldığında varılan nokta hiç de umut edildiÄŸi veya varsayıldığı gibi netîcelenmemiÅŸtir. YaÅŸanan uzun bir tecrübe sonrasında bunun yanlış bir ön-kabûlün netîcesi olduÄŸu söylenebilir. Bu-gün kurtulması gerekilen bu yanlışlık; her ÅŸeyin müslüman zihin tarafından bir “araç” hâlinde görülmesi veya kolayca bir “araç”a indirgenmesidir. BaÅŸlangıçta zahmetsiz bir çözüm bulma yolu olarak kolayca benimsenen bu “indirgemeci zihin hâli”nin giderek İslâm’a âit kavramları da bir “araca” indirgeyerek içerik anlamlarında sorumsuzca deÄŸiÅŸiklik yapmaya baÅŸladığını söyleyebiliriz.

Bu-günün müslümanları için, artık mâhiyet olarak bir dönüşüm geçirmiÅŸ olmasının netîcesinde, ortada kendilerine âit bir “hayat evreni” kalmadığından, bu defâ baÅŸlangıçta, modernite ile karşılaÅŸtıklarında yaptıklarının tam tersinden bir faaliyet içinde bulunmaktadırlar. Yine Kur’ân ve Sünnet'e baÅŸ-vurmakta, fakat bu defa onların imkânları ile mevcut/modern hayat-evrenini “İslâm’ileÅŸtirme”ye çalışmaktadırlar. Bunun netîcesi olarak dünkü müslümanın sâhip olduÄŸu zihniyet ile inşâ etmiÅŸ olduÄŸu “Dünyâ” ve toplumsal “gerçeklik”, bu-gün aynı dinin sâhipleri tarafından gerektiÄŸi nispette anlaşılamamaktadır.

Bu-günün modern-dünyâsının öncelikli meselesi; müslüman kimliÄŸin yerinden edilerek, onun yerine modern bir kimlik, iliÅŸki, kültür ve iktidarın inşâsıdır” der.

İlginçtir, Batı, müslümanları taklit ederek bir uygarlık kurdu ama bu uygarlık ÅŸimdi İslâm’a hiç benzemiyor. Åžimdi biz de aynısını yaparak Batıdan uygarlık almaya çalışıyoruz. Onlar gibi olmak için mi? İslâm’ın, yıkılsa da ölmez bir medeniyet-anlayışı vardır ve baÅŸka uygarlıklara ihtiyâcı yoktur.

Peygamberimiz bir hadislerinde:

“Sizden öncekilerin yoluna adım-adım, karış-karış tâbi olacaksınız. Hattâ bir kertenkele deliÄŸine girseler siz de gireceksiniz”. Dediler ki: “Ya Resûlullah, Yahudi ve Hristiyanlara mı uyacağız?”. Hz. Peygamber dedi ki: Ya kime? (Tabi onlara uyacaksınız)” (İbnu Mâce, Fiten, Hadis No: 3994) der.

DiÄŸer bir hadiste de:

“Kıyâmet alâmetlerinden ilki, insanları ÅŸarkdan garba sürükleyen bir ateÅŸtir.” (Buhârî, Fiten, 24) der.

BATI BAKIŞ-AÇISIYLA İSLÂM KAMUSAL ALANDA YER ALAMAZ

Atasoy Müftüoğlu:

“Bizler kavramsal inşâyı baÅŸarabilmiÅŸ deÄŸiliz. Kavramlarımızın kamûsal alanda ölü kavramlar olduÄŸunu hatırlatmak isterim. Kamûsal alanda yaÅŸayan ve kamûsal alanı etkileyen kavramlarımız yok. Bütün kavramlarımız çok özel zamanlarda, çok özel mekânlarda hatırlanıyor ya da bir uzmanlık hâline getiriliyor. Yoksa dilimizin, kavramlarımızın, düşüncelerimizin kamûsal-dünyâda hiçbir yankısı yok. Belirleyici ve tâyin edici bir içeriÄŸi yok. Sorun budur. Buradan hareketle bütün kavramların irdelenmesi gerekir. Kavramlarımız yaÅŸayan kavramlar mı ölü kavramlar mı buna bakmak gerekir. Bu kavramları hangi koÅŸullarda kullanıyoruz? Herkes kavramları istismar aracına mı dönüştürüyor acaba? Bu-gün Allah’ın muazzez dîni çok çirkin bir ÅŸekilde istismar konusu yapılmaktadır.

Bize ne düşüneceÄŸimiz dışarıdan ve tepeden dayatılmaktadır. Bu-gün öncelikle ÅŸunu hatırlamamız gerekiyor. Biz neden bu-gün İslâm’i bir modelden söz etmiyoruz da böyle parçalara bölünmüş bir dilden söz ediyoruz? Neden İslâm’i bütüne iliÅŸkin bir entelektüel mücâdelenin içinde deÄŸiliz? Özellikle gençlerin neden böyle bir gündemi yok meselâ? Asıl bu konular etrafında bir çalışma yapmak gerekmektedir.

İslâm târihe bir yanardağın fışkırması gibi çıktı ve târihi bütünüyle etkilemekle kalmadı, aynı-zamanda târihi dönüştürerek târihin öznesi oldu. İnsanlık târihinin en zor döneminde ilk küreselleÅŸmeyi müslümanlar gerçekleÅŸtirmiÅŸtir. Onlar Kur’ân’ı özümseyerek hayatlarının kendisi kıldılar. Biz ise Kur’ân’ı daha çok bilgi biriktirmek için kullanıyoruz. Bu bilgi hayatlarımızı dönüştürmüyor. Bizleri dönüştürmeyen Kur’ân bilgisi toplumu nasıl dönüştürecek? Günümüzde İslâm-dünyâsında en çok okunan kitap Kur’ân’dır. Yalnızca sâdece ‘okunmaktadır.’ Okunan Kur’ân’ların, içinde yaÅŸadığımız çaÄŸ ile iliÅŸki kurduÄŸunu söyleyemeyiz.

Biz bu-gün asıl sorunları deÄŸil, yüzeydekileri konuÅŸuyoruz. Yüzeyden gidiyoruz, derine inmiyoruz. Olayları konuÅŸuyoruz, olguları konuÅŸmuyoruz. Olup-bitenleri konuÅŸuyoruz, olması gerekenleri konuÅŸmuyoruz. Gündemimizde ne olduÄŸunu bilmiyoruz, çünkü kendi gündemimiz dâhi yok. Gündemler bize dışarıdan dayatılıyor. Biz dışarıdan tanımlanıyoruz. Neyi okuyup neyi okumamamız gerektiÄŸine, ne kadar müslüman olup ne kadar olmamamız gerektiÄŸine hep baÅŸkaları karar veriyor. Bizim öncelikle bu İslâm’i bütünlük lehinde bir tercih yapmamız gerekiyor. İslâm’i bütünlük lehinde tercih yapmak için zihinsel sömürge olmaktan vazgeçmek, zihinsel sömürgesizleÅŸtirme mücâdelesine hazır hâle gelmek gerekiyor. Kolonyalistler İslâm-dünyâsı topraklarını sömürgeleÅŸtirmeden önce oranın insanlarının zihinlerini sömürgeleÅŸtirdi. Bu zihnin eleÅŸtiri, sorgulama, hesaplaÅŸma ortaya koymasına, isyân üretmesine engel oldular. Ve hâlen bu zihinsel sömürge devam etmektedir. Nasıl devam etmektedir peki? Biz kapitâlizmle, sekülerizmle, liberâlizmle bütünleÅŸmiÅŸ bir toplumda yaşıyoruz. Böyle bir toplumda yaşıyor olmak demek, İslâm’i bir toplumda yaÅŸamıyor olmak demektir. EÄŸer İslâm’i bir toplumda yaşıyor olsaydık ne kapitâlizm ne sekülerizm ne liberâlizm bünyemize nüfûz edemeyecekti. Müslüman olmak demek bir dirence sâhip olmak demektir. EÄŸer İslâm-kültürü ve medeniyeti diye bir ÅŸey varsa bu medeniyetin kendi kurumlarını da üretmesi gerekirdi. İslâm kültür ve medeniyeti bu-gün kamûsal alanda varlığını sürdürüyor olsaydı o zaman kapitalizmin, sekülerizmin ve liberâlizmin etkisine maruz kalmayacaktık.

Bu-gün halkların afyonu hâline getirilmiÅŸ bir din-algısı var. Sizin kuÅŸakların bu muhafazakârlık adına İslâm’a acımasızca zarar veren İslâm’i cemaatlerin gerçekliÄŸini görmeleri gerekiyor. Bu durum aslında dînin bütün boyutlarıyla vülgarize (halk için) edilmesidir. Bu da dinin kalabalıkların hoÅŸuna gidecek ÅŸekilde sunulması, pazarlanması demektir. Åžimdi yeni bir moda daha var . O da dinin emperyalistlerin hoÅŸuna gidecek ÅŸekilde pazarlanması modasıdır.

Allah’ın muazzez kitabı meÅŸrûiyet kaynağı olmaktan çıkmıştır. İslâm meÅŸrûiyet kaynağı olmaktan çıkmıştır. Demokrasi meÅŸrûiyet kaynağı hâline gelmiÅŸtir. Herkes Kur’ân okuyor, okuyor. Kur’ân okulları, Kur’ân hareketleri, Kur’ân halkaları vs. vs. Ama tüm bu çabalara raÄŸmen Kur’ân referans kaynağı deÄŸil. Burada bir çeliÅŸki yok mu? Neden referans kaynağı deÄŸil. Neden hayâtımızı, siyâsetimizi, dünyâmızı, toplumumuzu Kitab-ı Kerîm’e göre inşâ etmiyoruz. Nerde Kitab’ın ön-gördüğü kurumlar? Bakınız çok vahim bir çeliÅŸkiyi yaşıyoruz. Ama bu vahâmeti gençlerin fark etmesi gerekir.

Seküler bir siyâsal kimliÄŸimiz var. Buna karşın duygusal bir İslâm’i kimliÄŸimiz var. Bu çeliÅŸki kadar vahim bir çeliÅŸki olamaz müslümanlar için. Sekülerizmin hangi derecede olursa-olsun İslâm toplumlarında etkisinin olması kadar vahim bir durum olamaz. Siz bu tarz bir kötülüğe mâruz kalmış bir topluluk gibi görünmüyorsunuz. Hattâ hiçbir kötülüğe maruz kalmış insanlar gibi görünmüyorsunuz. Herkes lâle devrinde yaşıyor gibi hayâtını sürdürüyor. Böyle bir durumda sorunun vahâmetini kavramak gerekiyor.

Bu-gün geldiÄŸimiz noktada müslümanlar neo-liberâl gündemin belirlediÄŸi doÄŸrultuda örgütlenmeler gerçekleÅŸtiriyorlar. Meselâ sivil-toplum bunlardan bir-tanesidir. Sivil-toplum bizde câmidir. Ama bu-gün câmiler İslâm’ı temsil etmiyorlar. Câmiler ulus-devleti temsil ediyorlar. Câmiler ulus-devletin kutsallarını temsil eden mekânlar olarak varlar. Câmiler İslâm’ı istemekte özgür deÄŸiller. Biz bu-gün câmilerin politik mekânlar olduÄŸunu söyleyemeyiz. Hâlbuki câmiler politik mekânlardır. Sivil-toplum kuramında sivil-toplum, toplumun taleplerini devlete iletir. Bizde ise devlet câmiler aracılığıyla günde 5 kez toplumun nabzını tutmaktadır.

Bu-gün geldiÄŸimiz noktayı görüyor musunuz? Hayâtın içinde, toplumun içinde, kavganın içinde bir sanat, edebiyat, felsefe, tefekkürden söz ediyoruz. Bilgelikten söz ediyoruz. Kitab-ı Kerîm referans kaynağı deÄŸil, Mevlana referans kaynağı. Kur’ân-ı Kerim referans kaynağı deÄŸil, İbn Arabi, Said Nursi referans kaynağı. İsimleri çoÄŸaltmak mümkündür. Bir-çok ÅŸahıs referans kaynağı iken sâdece Kur’ân referans kaynağı deÄŸil. Tüm bunlarda bir çeliÅŸki yok mu? Burada yapısal bir problem yok mu? Tekrâr ediyorum, İslâm maneviyatçılıktan, Bâtınilikten, sezgicilikten ibâretse, Mevlana’yı da okuyabilirsiniz, İbn Arabi’yi de okuyabilirsiniz, Said Nursi’yi de okuyabilirsiniz. Oysa İslâm bunlara indirgenemez. O hâlde İslâm’ın bütün boyutlarını bir-araya getiren bir bilincin oluÅŸturulmasına öncülük etmek gerekir. Bunu sizin kuÅŸaklar yapabilir.

Bu-günün sorunları eski kalıplara sığmıyor. İbn Arabi’nin, ya da Mevlana’nın, ya da Yunus’un, seküler diktatörlük gibi, seküler tahakküm altında kalmak gibi sorunları yoktu. Bu-günün insanı bunları konuÅŸacak ve bunları tartışacak. EÄŸer arz ettiÄŸin gibi İslâm bir Bâtınilikse, o zaman hepimiz geçmiÅŸe dönelim. Dînî bir tercihte bulunmak demek geçmiÅŸe doÄŸru yürümek anlamına gelmez. Bu-günü siz yaşıyorsunuz. Neden geçmiÅŸe doÄŸru yürüyorsunuz da bu-günü daha anlamlı hâle getirmek için bir çaba, bir etkinlik içine girmiyorsunuz, ya da girmiyoruz? Neden bu-günün bu büyük tartışmasında yokuz? Büyük tartışmadan kastım; yâni İslâm târihten ne zaman, niçin, nasıl çekildi ve yeniden târihe (kamusal alana) nasıl, ne zaman dönecek? Var mı böyle bir kaygımız? Biz İslâm’ın târihe dönmesini mi istiyoruz, yoksa biz İslâm’ın sâdece içimize dönmesini mi istiyoruz? Bu-gün geldiÄŸimiz nokta ÅŸudur; bu-günkü dindarlık biçimleri, seküler dindarlık, mistik dindarlık, halk-dindarlığı olarak özetlenebilecek bir dindarlık biçimidir. Din-algısı bütünüyle vulgarize edilmiÅŸtir ve gürûhun, kalabalıkların hoÅŸuna gidebilecek bir biçime dönüştürülmüştür. İslâm’i esaslar, temel kaygılar gündemimizden çıkmıştır. Bunlarla ilgili hiçbir çabamız yoktur ve bu-günün târihine tanıklık edebilecek hiçbir ÅŸekilde bir içerik üretiyor deÄŸiliz. Üretmiyoruz. Bunları nasıl konuÅŸacağımız etrafında bir çözümleme yapmak gerekiyor.

Alışkanlıkları norm hâline getiriyoruz. Gerçek normlar gündemimizde deÄŸil, alışkanlıkları norm hâline getiriyoruz. Bunların hepsine isyân etmeliyiz. Kitab-ı Kerîm’in ruhuna, vizyonuna, müktesebâtına, nasıl bir toplum, nasıl bir insanlık istediÄŸine iliÅŸkin bir çözümleme yapmadıkça, Kur’ân-ı Kerim’i sonsuza dek okusanız Kur’ân’ın size hiçbir katkısı olmayacaktır. Kur’ân okumak öyle kolay mı sanıyorsunuz? Kur’ân-ı Kerim okumak Allah Tebarek ve Teâlâ hazretleriyle temas hâlinde olmak, onu dinliyor olmak, ona âit olmak, onun için yapıyor olmak demek. Bu öyle kolay bir ÅŸey deÄŸil. Ama biz onu okumayı da çok mekanik bir ÅŸey haline getirdik.

Demokrasi sayıların gâlibiyetiyle ilgili bir konudur. Sayılar hiçbir zaman hakîkatin ölçütü olamazlar ama müslüman düşünürlerin geldiÄŸi nokta nedir; “Demokrasi nihâi bir mutabakat zeminidir” noktasına gelmiÅŸlerdir. Demokrasi büyük bir puttur ve en büyük put-kırıcı mücâdeleyi demokrasi ve insan-hakları kavramları etrafında vermek gerekirken biz bu-gün hepimiz demokrasinin ve insan-hakları kavramının himâyesini seçtik. Bu bir düşüşün ifâdesidir. Bundan daha büyük bir düşüş olamaz.

Müslüman halklar daha çok kısmî bir müslümanlık'la iktifâ ediyor. Yine İslâm toplumlarında koÅŸullara göre deÄŸiÅŸen, farklı çıkarlara hizmet için kullanılan İslâm’i yaklaşımlar da var. İslâm’i cemaatler, muhâlefet irâdeleri yok edilen, sistemle uyumlu kılınan, ehlileÅŸtirilmiÅŸ cemaatler olarak varlıklarını sürdürüyor. Müslüman halklardan ılımlı olmaları isteniyor. Ilımlılık, tavırsızlık, pasiflik, edilgenlik anlamına geliyor. Ilımlı İslâm’la, güçsüz, ifâdesiz ve irâdesiz bir İslâm amaçlanıyor.

Her alanda, her konuda kendi yaklaşımlarımız, yorumlarımız, çözümlemelerimiz olmalı. Kendimiz için, kendi Dünyâ-ahiret görüşümüz için var olmalıyız. Küresel karar merkezlerinden bağımsız, düşüncelerimiz, tercihlerimiz olmalı. Güçlü ve kuÅŸatıcı bakış-açılarına ve ilgilere sâhip olmalıyız. Akıntıyla birlikte deÄŸil, akıntıya karşı yüzmeliyiz. Gündemi dönüştürebilecek düşüncelerimiz ve yanıtlarımız olmalı. Kamu-oyu algılarını etkileyebilecek güçlü/zengin düşüncelerimiz/erdemlerimiz olmalı” der.

Abdurrahman Aslan modern dönemin müslümanların yaÅŸantısına soktuÄŸu araçlardan bahsederken: “Onlarla düşünüyoruz, onlarla yaşıyoruz. Modernite müslümanların hayâtını da yeniden kurdu. Zâten ideolojisi de odur: “Yeni bir hayat kurmak.” Modernitenin kendinde taşıdığı hedefler ile ilkeleri ile sâhip olduÄŸu araçlar, yaÅŸanan hayâtın sosyal karakterini derinden deÄŸiÅŸtirmektedir.

11 Eylül’le berâber Amerika’nın Pakistan, Yemen, Fas, Tunus, Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki medreselerin kapatılmasını istemesine; İslâm’ın en eski kurumu sayılan El-Ezher’in müfredâtının deÄŸiÅŸtirilmesi için Mısır’a baskı yapmaya itti; daha önemlisi küreselleÅŸmenin lîderi olarak kendisiyle uzlaÅŸacak İslâm’ın yeni bir “versiyonunu” aramasına sebep oldu.

Burada küreselleÅŸmenin İslâm’ı nasıl bir “Dünyâ’ya” katmak istediÄŸi veya artık içinde yaÅŸayarak zihinselleÅŸtirmeye baÅŸladığımız böyle bir Dünyâ’nın nasıl bir özelliÄŸe sâhip olduÄŸu önem taşıyor. KatettiÄŸi süreçlerle kendini inşâ etmeye baÅŸlayan bu “yeni” Dünyâ’nın belirgin vasfı, her ÅŸeyin temeline relativizmi yerleÅŸtirmeye çalışmakta olmasıdır. Kendinden öncekine yüklendiÄŸi tepkiyle, her ÅŸeyi relativist bir temel üzerinde yeniden anlamlandırmaya tâbi tutma özelliÄŸi taşıyor. Bu yüzden relativist deÄŸerlerin dünyâsı bu-gün müslümanlardan gerçekliÄŸi Popper’e, iktisadı Hayek’e göre düzenlemelerini; karşılaÅŸtıkları bütün siyâsal/sosyal sorunlarının çözümünü neo-liberâlizmin içinde aramalarını onlar için “kurtuluÅŸ” olarak görmektedir. Bu “telâkki” böylece müslümanların, İslâm’ın kültürel bir “unsura” dönüşerek siyâsal/sosyal etkinliÄŸinin olmadığı; buna karşılık anayasaların, parlamentoların ve demokratik kurumların sözde iÅŸlerliÄŸi olan toplumlar hâline gelmelerini saÄŸlamayı ön-görmektedir. Bu durumda İslâm’ın bir kültür kodu olarak “yerellik” kategorisi içinde kolayca yer alacağına inanılmaktadır” der.

Protestan İslâm anlayışını oturtmak isteyenler sürekli Mevlana/Yunus/İbn-i Arâbi vs. gibi sapık/heretik tasavvufî/bâtınî görüşlerin temsilcilerini öne çıkarıyorlar ve bunu yapmakla sanki İslâm’ı öne çıkarıyorlarmış gibi bir hava oluÅŸturuluyor. Hâlbuki bunlar İslâm/Kur’ân-dışı yorumların temsilcileridirler. Neden gerçek/samîmi/gayretli/eylemli ve hayâtını Kur’ân’a adamış kiÅŸilerden hiç bahsedilmiyor? Tabi böyle kiÅŸilerden bahsedilse planları boÅŸa çıkacak. Çünkü bu kiÅŸiler târih boyunca taÄŸutların yapmak istedikleri ÅŸeytâni/pislik iÅŸleri deÅŸifre etmiÅŸlerdir. Ali Bulaç:

“Mevlânâ, Yunus, Hacı Bektâşi, Ahmet Yesevi gibi ÅŸahsiyetlerin referans gösterilmesine karşılık Ebu Hanife baÅŸta olmak üzere, diÄŸer mezhep imamları, Hasan Basri, Gazâli, Kurtubi, Mâturîdi-EÅŸ'ari, İbn Teymiye, Şâtıbi vb. müfessir, muhaddis, kelamcı ve fâkihin zikredilmemesi, asıl amacın “ProtestanlaÅŸtırılmış, post-modern (ne olsa gider), içi boÅŸaltılmış ve sonuç îtibarıyla modası geçmekte olan hümanizme hizmet eden bir din inÅŸaı projesi” olduÄŸunu göstermektedir.  İslâm, insanın ferdî fikrî/rûhi hayatıyla ilgili olduÄŸu kadar, maddî ve toplumsal hayatıyla da ilgilidir” der.

Aşırı-anlama çalışmaları bâzı kolaylıklar saÄŸlasa da aslında idrak etmeyi, bilmeyi zorlaÅŸtırır. Bir-zaman sonra da imkânsızlaÅŸtırır. Çünkü aşırı-anlama çalışmaları anlama/bilme noktalarını fazlalaÅŸtırarak ve kafa-karışıklığı meydana getirerek karar verme ve tatmin olmayı bloke eder ve imkânsızlaÅŸtırır. Artık ortada anlaşılamayan ya da sonsuz anlamları olan bir Kur’ân (daha doÄŸrusu mushaf) vardır ve düşünce birliÄŸi de ortadan kalkmıştır.  

Bilgi yetmez, bilgi ahlâkı da lazımdır. Bilginin ahlâkı o şeyin gereğinin yerine getirilmesi, hayatta karşılığını bulması ve böylece gerçek hayatta gerçekleşmesidir.

Atasoy Müftüoğlu:

“Emperyal ideolojik proje; kontrol etmek istediÄŸi, istikrarsızlaÅŸtırmak istediÄŸi, toplumların/halkların düşünme süreçlerini ele geçirerek istediÄŸi doÄŸrultuda yönlendirebiliyor, bu toplumları/halkları kendi çıkarları doÄŸrultusunda kullanılabilecek bir noktaya sürükleyebiliyor. Emperyal tahakküm sistemi, ideolojik manipülasyonlar yoluyla; ciddî bir dirençle, muhâlefetle karşılaÅŸmaksızın toplumlarımızı sömürgeleÅŸtirmeye devâm edebiliyor. Emperyal böl-yönet politikaları, asılsız ve saldırgan ideolojik propaganda karşısında, hiç bir ÅŸey gereÄŸi gibi eleÅŸtirilemiyor, sorgulanamıyor. Toplumlarımız siyâsal içeriÄŸi olmayan bir kültüre sâhip oldukları için, her vesile ile kolaylıkla manipüle edilebiliyor.

İçerisinde bulunduÄŸumuz dönemde, İslâm-dünyâsında, Türkiye’de de İslâm’cı algı/bilinç/proje ve yapılanmalara karşı, bu yapılanmaları etkisiz kılmak üzere yeni bir kuÅŸatma çalışması yapılıyor. KuÅŸatmaları ruhumuzda hissetmediÄŸimiz için, kuÅŸatmaya karşı alınması gereken önlemleri, tavırları konuÅŸmuyoruz, Anlaşılması güç bir tevekkül anlayışı içerisindeyiz, anlaşılması güç bir rehâvet içerisindeyiz. Hiç bir rahatsızlığımızı dile getirmiyoruz, her kuÅŸatmayı, saldırıyı bir kader gibi kabûl ediyoruz. İslâm-dünyâsı ülkeleri/toplumları jeopolitik kimlikleri olmayan, stratejik bakış-açıları olmayan ülkeler/toplumlar olarak yaşıyor.

BaÄŸlı bulunduÄŸumuzu iddia ettiÄŸimiz bütün İslâm’i ilkeler, hayâtın içerisinde hareket hâlinde ve hayatı düzenleyen ilkeler olmalıdır, İslâm’i metinler, uygulanmayan ve üzerinde çalışılan metinler olmaktan çıkarılmalıdır.

Günümü-dünyâsında düşünceler/fikirler koşulları belirleyemiyor, tam tersi olarak, koşullar düşünceleri/fikirleri belirliyor. Koşullar tarafından belirlenen fikirler/düşünceler gündeme alınırken, bağımsız fikirler düşünceler ilgi görmüyor.

Her iki Batı, Avrupa ve Amerika modern târihte yalnızca İslâm devriminden ÅŸiddetli rahatsızlık duymuÅŸlardır. Onları rahatsız eden bir baÅŸka olay yoktur. Çünkü 1979’da İran’da yapısal bir deÄŸiÅŸim olmuÅŸtur. İran’da târihin son beÅŸ yüz yılının görmediÄŸi yeni bir ÅŸey olmuÅŸtur. Yâni bu meydan okuma yeni bir deÄŸer-sisteminin ortaya çıkışı demektir. Yeni bir politik sistemin ortaya çıkışı demektir. Yeni bir dünyâ-görüşünün ortaya çıkması demektir. Yeni bir hayat-tarzının ortaya çıkması demektir. Hâlbuki Batılılar İran’da devrim gerçekleÅŸtiÄŸi dönemde târihin sonunu konuÅŸuyor idiler. Târihin sonunu konuÅŸmak demek neo-liberâl, kapitâlist, demokratik dünyâ-görüşünün nihâi zaferi anlamına geliyordu. İslâm devrimi gerçekleÅŸince onlar târihin sonuna gelinmediÄŸini dehÅŸetle düşündüler ve artık bu defâ yeni bir devrim olmaması için ne yapılması konusunda çok yoÄŸun çalışmalar yaptılar. Ve sonunda çözümü de buldular. Yeni bir devrim olmaması için yapılması iktizâ eden ÅŸey, dünyâ-müslümanlarını devrimin ÅŸiiliÄŸe özgü bir îcat olduÄŸuna iknâ etmeye çalıştılar. Evet devrimi Åžii’liÄŸe özgü olduÄŸuna iknâ etmenin yanında, sünni müslümanlara, sünniliÄŸin devrimci bir düşünce içermediÄŸini, deÄŸiÅŸim ve dönüşüm düşüncesini içermediÄŸini, sünniliÄŸin statüko ile birleÅŸmek demek olduÄŸunu, konformizm ile bütünleÅŸmek demek olduÄŸunu, sünniliÄŸin aynı-zamanda her-hangi bir toplumun istikrarsızlaÅŸtırılması durumunda, her otoriter rejimi kabûle müsâit olduÄŸunu, yâni istikrardan yana olduÄŸunu ve istikrar için her türlü otoriter rejimi kabûle müsâit olduÄŸunu telkin etmeye baÅŸladılar.

Noam Chomsky “Kader Üçgeni” adlı kitabında, bu-gün geldiÄŸimiz noktayı özellikle seksenli yıllara iliÅŸkin bir-takım örnekler vererek anlatır. Yeni bir devrim olmaması için ne yapmak gerekir, sorusunu sormaktadır. Yeni bir devrim olmaması için Amerika, Mısır, Türkiye ve Suudi Arabistan arasında bir-takım temasların olduÄŸuna dâir bilgiler verir. Bu-sırada ÅŸu noktaya atıfta bulunur. Yeni bir devrim olmaması için ilgili ülkelerde müslümanların devletçi, ulus-devletçi bir İslâm anlayışının, milliyetçi ve mezhepçi bir İslâm anlayışına kazandırılması, dönüştürülmesi gerektiÄŸi noktasında bir mutâbakat hâsıl olur. Yâni artık ulus-devlet dinden daha kutsaldır, milliyet dinden daha kutsaldır ve mezhep dinden daha kutsaldır, ÅŸeklinde, Amerika öncülüğünde, Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır arasında gerçekleÅŸen bir mutâbakat ortaya çıkar. 1981’li yıllardan söz ediyoruz. Evet, böyle bir çalışma yaparlar. Ve bunlar önlemler alırlar ve ilgili ülkelerde milliyetçi, devletçi ve mezhepçi din-adamları yetiÅŸtirmeye çalışırlar. Nitekim bugün ulus-devletlerin takdis edildiÄŸi her ülkede ulus-devletin çıkarları, İslâm’ın çıkarlarından öncedir.

Auto Control kitabında Brzezinski, bu tür bir din-anlayışının İslâm toplumuna kazandırılması için Amerikan kongresinde milyarlarca dolar para ayrıldığını söylemiştir. Yâni müslümanların ne tür bir dîne inanacakları noktasındaki çalışmaların mâliyeti Amerikan kongresi tarafından finanse edildiğini nakletmektedir. Biz şimdi sürekli olarak medya uyuşturucuları aldığımız için olayları bütün boyutları ile göremiyoruz, bütün boyutları ile nüfûz edemiyor, bütün boyutları konuşmuyoruz. Herkes sâdece kendi boyutunu konuşuyor.

Sürekli naslara atıf yapan müslümanların, Kur’ân ve sünnete atıf yapan müslümanların yine Türkiye örneÄŸinden yola çıkarak ÅŸunu düşünmeleri gerekir. Bizim sürekli atıfta bulunduÄŸumuz Kitab-ı Kerim, Kitab-ı Mecid referans kaynağı olmaktan çıkarılmıştır. Peki yerine ne ikâme edilmiÅŸtir, demokrasi referans kaynağı edinilmiÅŸtir. Kapitalizm, sekülarizm referans kaynağı haline getirilmiÅŸtir. Kur’ân ve Sünnete atıfta bulunan bir topluluk eÄŸer samîmi ise ve kendisini İslâm’a nispet ediyorsa, bütünüyle İslâm’a nispet ediyorsa, yapması gereken bir ÅŸey vardır. Kendisini İslâm’a nispet eden bir topluluk, seküler bilginin tahakküm üreten iktidarına karşı, seküler bilginin müslümanları araçsallaÅŸtıran iktidarına karşı ne yapması gerekir? bir meydan okuması gerekir, reddiye gerçekleÅŸtirmesi gerekir. Çünkü İslâm ile sekülerizm arasında büyük bir uçurum vardır. Åžu-anda müslümanların sekülerizm ile uzlaÅŸması demek, uçurumla uzlaÅŸması, büyük bir uçurumla uzlaÅŸması demektir. Bu iki kavramı ya da dünyâ-görüşünü bir-arada deÄŸerlendirmek asla ve kata mümkün deÄŸildir. Çünkü sekülerizmin İslâm-dünyâsı toplumlarıyla temâsına ilÅŸkin hiçbir İslâm’i gerekçe bulunamaz, savunulamaz ve meÅŸrûlaÅŸtırılamaz.

Bu-gün Kur’ân’a ve Sünnete atıf yaparak çalışan bütün gurupların ÅŸunu düşünmesi lazım; sekülerizm Türkiye’de referans kaynağıdır, fakat İslâm referans kaynağı deÄŸildir. İslâm bu-gün sâdece folklördür folklör, o kadar. Evet İslâm Türkiye’de yalnızca bir folklördür, çünkü, kapitâlizm bir belirleyicidir, bütün kavram ve kurumları ile tahakküm edicidir. Sekülerizm bütün kavram ve kurumları ile tâyin edici ve belirleyicidir. Neo-liberâlizm, demokrasi bütün kavram ve kurumları ile tâyin edici ve belirleyicidir. Fakat İslâm hiç-bir kavramı ile tâyin edici ve belirleyici deÄŸildir. Yâni İslâm bu hâli ile sâdece folklorik olarak durmaktadır. Bu-gün Türkiye’de kendilerini Kur’ân’a, İslâm’a nispet edenlerin, neden İslâm’ın hukukuyla, emir ve nehiyleri ile amel edemiyoruz ile ilgili bir rahatsızlıkları olmalıyken, yoktur. Neden İslâm’i eÄŸitimi hayâta kazandırmak gibi bir çözümleme üzerinden çalışmıyoruz. Neden hayâtın her alanında seküler bilginin tahakkümüne boyun eÄŸmiÅŸ durumdayız, diye sorgulamaları gerekirdi. Seküler hukuk, seküler eÄŸitim, seküler siyâset, kapitâlizm gibi her ÅŸeyi metalaÅŸtırdığı gibi dîni de metalaÅŸtırıyor. Kendilerini İslâm’a nispet edenlerin hiç deÄŸilse dînin metalaÅŸtırılmasına, pazarlanmasına, bir ticâret nesnesi hâline getirilmesine îtiraz etmeliydiler. Ama buna îtiraz etmiyorlar. Dînin neo-liberâlleÅŸtirilmesine, enitinkors, yâni her ÅŸey mübah anlayışına îtiraz etmeliydiler. Türkiye’de fuhÅŸiyat ve münkerât özgürdür fakat İslâm özgür deÄŸildir. FuhÅŸiyat ve münkerât neo-liberâl anlayışın himâyesindedir. Meselâ bu-gün Türkiye’de ahlâkı savunan İslâm’i çevreler bir cümleyi kurmak liyâkatine sâhip deÄŸildirler. “Bu ahlâki deÄŸildir” diye bir cümle kuramazsınız, ancak “bu demokratik deÄŸildir diye bir cümle kurmak zorundasınız”. Dolayısıyla, sürekli olarak naslara atıfta bulunarak kendilerini ifâde eden toplulukların evvela nasların dilini özgürleÅŸtirmeleri iktizâ eder. Bu dilin özgür olduÄŸunu iddia edemezler. Bu dilin kamu-oyuna yönelik hiçbir iddiası yoktur. KiÅŸisel anlama yönelik iddiaları olabilir, fakat kamûsal alana yönelik, kamûsal alanın deÄŸiÅŸtirilmesine yönelik bir iddiası yoktur. Bu-gün Türkiye’de kamûsal alanı biçimlendirmeye yönelik programlı bir çalışma ve bir proje yoktur. Evet, durum budur. Bu-gün Türkiye’de müslümanların gündeminde, kamûsal alanın İslâm’i temeller noktasında dönüştürülmesi hakkında hiç bir projesi yoktur.

İslâm’i ilgilerimiz, baÄŸlılıklarımız, çabalarımız, târihi metinlerde, arÅŸivlerde, kütüphânelerde, araÅŸtırma merkezlerinde kapalı tutulan, İslâm’ı araÅŸtırmaktan, İslâm’a nisbet ettiÄŸimiz folklorik gösteriler sergilemekten öte geçmiyor” der.

Abdurrahman Arslan: “Modernizm zihinlerimizi inşâ etti. Biz Dünyâ’ya müslümanca bakmıyoruz. Müslümanız, fakat modernler gibi bakıyoruz, seküler bakıyoruz. Baktığımızda da tabî olarak onlar gibi anlam çıkarıyoruz. Bu Dünyâ’yı çok meÅŸrû görüyoruz, hayâtın kaçınılmazı olarak telakki ediyoruz, ÅŸu olmazsa hayatımız yürümez diyoruz, bir sürü ÅŸey söylüyoruz. Ama sâhiden böyle midir yâni?! Sorunlara bakış biçimimiz tek bir ideoloji, pozitivist temel üzerinden kuruluyor. Benim bunun dışında bir tercihte bulunma hakkım var mı? Yok.

Unutmamak lazım ki, zihin bir boÅŸlukta deÄŸil; içinde faaliyet gösterdiÄŸi sosyo-kültürel ortamda ÅŸekillenir. KiÅŸi içinde bulunduÄŸu sosyo-kültürel ortamdan bağımsız düşünemez. Bu tabî ki büyük nispette zihni kendi-başına bırakırsan böyle olur. Bu-gün olduÄŸu gibi o ortama uyum göstermek için çaba sarf ediyorsanız, o ortamda ÅŸekillenir ve ondan gelen kirlilikleri pek fark etmezsiniz. Akıl bize hükümler çıkarmada yardımcı olur; ama bunları, ÅŸekillendiÄŸi sosyo-kültürel ortamdan hareketle oluÅŸturur. Dolayısıyla akıl boÅŸlukta oluÅŸmaz; dış-dünyâyı yorumlamamızda bize öncülük eden zihniyet kendiliÄŸinden meydana gelmez; bizim doÄŸarken berâberimizde getirdiÄŸimiz bir ÅŸey deÄŸildir. YaÅŸadığı ortamda hem algılar hem de tepki verir; yâni bir-yandan yargılara varır, bir-yandan da kendini inşâ eder. Dolayısıyla kirlenmiÅŸ malzeme aklı inşâ ettiÄŸinden dolayı, size doÄŸruyu söylemede yanlış hareket eder” der. 

“İslâm zâten “belirleyici” deÄŸildir” diyenlerin dînine de ÅŸerefine de ÅŸimdiden..

Ramazan Yazçiçek:

Bilinmelidir ki bütün kavramlar kendi felsefî zemininde doÄŸar ve geliÅŸir. Kavramlar, baÅŸka yere tarafsız olarak taşınmaz, aksine kendi kasıtları doÄŸrultusunda deÄŸiÅŸtirip dönüştürmeyi hedeflerler. Kavramların dönüştürücü etkisinin farkında olan sistemler, kavramsal alandan baÅŸlattıkları deformasyonun etkilerini sosyal hayâta taşıyarak sürdürmek isterler. Nitekim bu müdâhalenin bir-çok kavram üzerinden yapıldığını görmek mümkündür. Bu sebepten, İslâm’a âit kavramları seküler aklın kuÅŸatması altında okumak ve anlamlı sonuçlara varmak mümkün olmadığı gibi, modern kavramların da uhrevî îman zemininden kalkılarak doÄŸru tanımlanması mümkün deÄŸildir” der.

Aslında yapılan, tersinden Kur’ân’ın anlaşılamazlığını ortaya koymaktır. Klâsik kesimin “28 tâne ilim bilinmeden Kur’ân anlaşılamaz” dediÄŸi gibi, “28 tâne ilim bilmek” aşırı-anlama çabasınında bir konusudur.

Hikmet Ertürk bu konuda şunları söyler:

Bu-gün insanların Kur’ân ile buluÅŸmasında, vahiy ile nefislerini arındırmasında ve hayatlarını Allah’ın âyetleri ile yönlendirmesindeki en önemli engellerin başında “Kur’ân’ın herkes tarafından anlaşılamayacak bir kitap olduÄŸu” ön-yargısı gelmektedir, bu listenin devâmı da vardır. KiÅŸilerin Allah’ın vahyi ile doÄŸrudan muhâtap olmasının önüne bir-sürü ÅŸart koyulmuÅŸ: Çok iyi bir arapça bilgisi; tefsir usûlü, hadis ve hadis usûlü, fıkıh usûlü, nüzûl sebepleri, muhkem/müteşâbih, nasih/mensuh âyetler bilgisi, İslâm târihi, İslâm düşünürlerin klâsik eserleri, câhiliyye ÅŸiiri, arap edebiyatı, arap ve orta-doÄŸu târihi, siyâset, ekonomi, fen bilimleri... Tüm bu alanlarda detaylı bilgiye vâkıf olmadan Kur’ân’ın sıhhatli bir ÅŸekilde anlaşılamayacağı kesin ifâdelerle ileri sürülerek, âdetâ insanlar Kur’ân’dan uzaklaÅŸtırılmaktadır.

Kur’ân’ın anlaşılmayacağı, anlayabilmek için ciltler dolusu kitap okumak gerektiÄŸi ÅŸeklinde ileri sürülen görüşleri; “Biz onları anlayasınız diye indirdik” (Yûsuf 2) âyeti ve ÅŸu âyetler reddetmektedir:

“Akledesiniz diye indirdik” (Zuhrûf3).

“Güçlük çekesin diye indirmedik” (Tâ-hâ 2).

“Öğüt alasınız diye kolaylaÅŸtırdık” (Kamer,17, 22, 32, 40)”.

Sürekli olarak “acaba ne denmek istendi”; “bundan maksat nedir”; “allâmelere sormak lazım” vs. gibi çabalara giriyorlar. Kur’ân, bu tarz endiÅŸelere kapılmayı gereksiz görür. DediÄŸimiz gibi, o herkesin anlayabileceÄŸi bir kitaptır. Zâten insana inmiÅŸtir. Sorun, anlama meselesi deÄŸil, yapıp-yapmama meselesidir.

Ahmet Kalkan:  

ÃŽman, gönüllerde pasif bir inanış, vicdanlarda hapis hayâtı yaÅŸayan kuru bir inanç deÄŸildir. O bulunduÄŸu kâlbi ve kalıbı ihyâ ettiÄŸi gibi, çevresini de baÅŸta ÅŸirk ve Hakk’a isyân olmak üzere her türlü pislikten arındırmaya çalışan bir ıslah hareketidir. Mü’minin en temel özelliÄŸinden biri, sâlih amel sâhibi olmasıdır. Sâlih amel, insanın hem kendini hem toplumu ıslah edecek davranışları Kur’ân ölçüsü içinde yerine getirmektir. İnsanın kendi içindeki câhiliyye ve fesâda meyille mücâdelesinden baÅŸlayarak çevresindeki fitne ve fesâda karşı İslâm’i tavrıdır sâlih eylemler.

Her türlü puta tapıcılığı, ÅŸirkin tüm çeÅŸitlerini, tâğutun bütün görüntülerini, sahte ilâhların egemenliklerini reddetmeden yalnız Allah’a kulluk sergilenemeyecektir.

İslâm, hiç-bir zaman nazarî inanç ve bir-takım ibâdetlerden ibâret değildir. Bir yandan bir-takım ibâdetler yapmak, diğer taraftan da fiilen mevcut olan câhiliyye toplumunun faal bir üyesi şeklinde çalışmak bir-arada bağdaşamaz.

İslâm adına gerçek bir çalışma ÅŸu ÅŸekilde olur: Muslihun (ıslahatçı olanlar), Rablerine ibadette kimseyi ortak koÅŸmayan (Kehf 110), Allah’ın kitabına sımsıkı sarılan (A’raf 170), cehâlet ve kötülükten arınmaya çalışan (İsrâ 9), mü’min kardeÅŸlerinin arasını ıslah eden (Hucurât 10), resûllerin canından önce kendi canlarının kaygısına düşmeyip Allah yolunda susuzluÄŸa, açlığa, yorgunluÄŸa hazır olan (Tevbe 120), iyiliÄŸi emredip kötülükten sakındıran ve hayır iÅŸlerine koÅŸan (Âl-i İmran 114), Allah'a çağırıp ben müslümanlardanım diyen (Fussılet 33) kimselerdir.

Hucurât sûresinde; “Allah yanında sizin en üstününüz en takvâlı olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır” (Hucurât 13) buyurulurken, Nisâ sûresinde; “Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Allah mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle fazîletli kıldı” (Nîsâ 95) buyurulmaktadır. Zümer sûresinde ise üstünlük konusunda şöyle denilir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 9). Demek ki bilenler, yâni âlimler bu âyete göre üstün ve fazîletli kimselerdir. Bu üç âyette üç ayrı ÅŸahsiyetin fazîleti ifâde edilmektedir. Peki, en kıymetli kimse, Kur’ân'a göre kimdir, düşündünüz mü? Yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak cevaplayabiliriz: Takvâ sâhibi, cihad eri âlim. Ya da ilim erbâbı, müttakî mücâhid. Veya cihad rûhuna sâhip, ilimde derinleÅŸmiÅŸ, müttakî gönül adamı.

BilindiÄŸi gibi, takvâ kalptedir; ilim kafada, cihad da bilekte, kas gücünde. Fazîletin esâsı, bu üç gücü dengeli bir ÅŸekilde birleÅŸtirmektedir. İlim olmadan kaba kuvvet, sâhibini kolayca zâlim ya da terörist yapabilir. Takvâ olmadan bilgi, hattâ vahye dayalı ilim bile müşrik düzenin destekçisi Bel'am yapabilir kiÅŸiyi. İlim olmadan da takvâ gerçekleÅŸmez. Çünkü Allah “Kulları içerisinde ancak âlimler, Allah'tan (gereÄŸince) korkar” (Fâtır 28) buyurmaktadır. Dolayısıyla öğrendikleri, kiÅŸiyi Allah'tan, daha fazla huşû ile korkutup takvâya meylettirmiyorsa, öğrenilenler ilim; öğrenen kiÅŸi de âlim deÄŸildir.

“Kalp saÄŸlam olursa bütün vücut saÄŸlam olur” diyordu Allah'ın Resûlü. Kâlbi/îmânı saÄŸlamlaÅŸtırmalıydı her ÅŸeyden önce. (Kâlbin saÄŸlam olması takvânın saÄŸlam olmasıdır. Takvânın yeri kâlptir zîrâ H.G.).

Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen kimsedir.

Bugün İslâm’i çalışma yapanların baÅŸarısızlıkları, saâdet asrının yıldızlarına çaÄŸdaÅŸ ayna olamaması, bu altın sentezi yapamamaları, bu bütüncül bileÅŸim için ciddî gayret göstermemeleriyle ilgilidir. BileÄŸi güçlü ve cesâreti, ya da maddî imkânı olan müslümanın ilmi yetersiz kalmakta; dışından takvâ sâhibi olduÄŸu zannedilen kiÅŸiler, ellerine gücü, kafalarına bilgiyi yerleÅŸtirememektedirler. Âlim zannedilen kiÅŸilerin çoÄŸu ise, cihad rûhuna yeterince sahip olamadıklarından, korkup İslâm’ı ketmetmekte/gizlemekte, kafaları kadar gönüllerini doldurmayı da düşünmemekteler. Fili olduÄŸu gibi tanımlaması gerekenler, tuttuÄŸu parçayı fil zannetmekle kalmamakta, baÅŸkalarını da bu organın fil olduÄŸuna inandırmaya çalışmakta, hattâ gözü açık olanların da bu körebe oyununa katılmasını istemekteler.

Günümüzde istismâr edilmeyen kavram kalmamış, ifrât veya tefrîte kurbân edilmeyen erdemden söz edilemez olmuÅŸtur. Fetihle iÅŸgâl, ıslâh ile ifsâd, amel-i sâlih ile eylem, cihad ile terör, huzur ile anarÅŸi, özgürlük ile başıboÅŸluk, sabır ile zillet, tedbir ile korkaklık, cesâret ile delilik, tedrîcilik ile ihmâlkârlık, ilim ile faydasız bilgi, takvâ ile ÅŸekilcilik, tebliÄŸ ile propaganda, dâvet ile çığırtkanlık, denge ile aşırılık, istikrar ve sebat ile anlık heyecan ve geçici heves birbirine karıştırılmıştır. Gönül, kafa ve bileklerin dengeli beslenmediÄŸi ve birbirleriyle uyumuna önem verilmediÄŸi ortamlarda bu karışıklıktan baÅŸka bir ÅŸey beklemek zâten cehennemde saraylar aramaya kalkmak demektir” der.

İnanç bir kenara atılıyor ve onun yerine düşünce/anlama ortaya konuyor. Çünkü düşünülüp/anlaşılıp yaÅŸanan hayatlar ki bu hayatlar batı-güdümlü hayatlardır, yaÅŸanan hayatlarla örtüşüyor. Fakat îman ile örtüşmüyor. YaÅŸadıkları hayat ile inançları çeliÅŸik. SavaÅŸmaktan çekinen yada daha gerçekçi konuÅŸmak gerekirse korkan müslümanlar! inançtan daha çok, mevcut hayatla barışık olan ve zâten kaynağını da oradan aldıkları anlama/düşünme çalışmalarına yöneliyorlar. Bu çalışmalar inanca/îmana dolayısı ile İslâm’a uygun çalışmalar deÄŸildir. Çünkü yaÅŸadıkları hayat, düşünceleriyle/inançlarıyla örtüşmüyor.

BATININ OYUNLARI ve SONUÇLARI

Hikmet Ertürk:

“Son dönemlerde Müslümanlar arasındaki tartışmaları dikkatlice izlediÄŸinizde, geçmiÅŸteki tartışmalardan çok da fazla bir ÅŸeyin deÄŸiÅŸmediÄŸini göreceksiniz. Bu belki de yıllardır deÄŸiÅŸmeyen “hâkim iktidar/zihniyet çizgisinde İslâm’i söylem” geliÅŸtirmenin daha fazla kalabalık demek olduÄŸu gerçeÄŸi ile orantılı bir durum. Zâten kendisini İslâm’a âit hisseden, öyle anlamlandıran bir-çok kesim iktidar-dışı bir söyleme hiç sâhip olamıyor. Daha doÄŸrusu kendilerinden gördükleri iktidârı koruyup-kollama yönünü tercih ediyorlar. Sonrasında da o bildik ders faaliyetlerine, Kur’ân okumalarına devam edip duruyorlar.

Benim dikkatle müşâhede ettiÄŸim konu ise müslümanların siyâsi bir bilinçten çok yoksun olduÄŸudur. Bir-türlü Dünyâ’da olup-biten ÅŸeylere ilgi duymuyorlar. Zihinsel olarak kuÅŸatıldıkları sözcüklerin üretildiÄŸi yerleri anlamlandıramıyorlar. Mücâdele alanının asıl buralar olduÄŸu konusunda bir fikre sâhip deÄŸiller. Sonrasında İslâm diye baÅŸka bir ÅŸeyleri yaÅŸamayı inançlarının bir parçası gibi görüp sâhipleniyorlar.

Genelde bu tarz kavramların manipüle edildiÄŸi, en azından bizi etkileyen yer Batı’dır.

Batı’nın, bu ÅŸekilde manipüle ettiÄŸi pek-çok kavram vardır. Bunlardan biri, örneÄŸin “azınlık” kavramıdır. Bu kavramın içi, ABD’nin, Avrupa BirliÄŸi’nin lokomotif ülkelerinin (Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin) deÄŸiÅŸen ihtiyaçlarına göre boÅŸaltılıp yeniden dolduruluyor. Uydurdukları, bizim yarı-aydınlarımızın üzerine balıklama atladıkları, ağızlarında pelesenk ettikleri bir diÄŸer kavram da “çok-kültürlülük” veya “mozayik” yutturmacasıdır. Emperyalist ülkeler bununla ”farklılıkları ayrılıklar hâline getirme”ye, bu yoldan da baÅŸka ülkeleri zayıflatıp Ã§Ã¶kertme hedefine ulaÅŸmaya çalışıyorlar. KüreselleÅŸme kavramı da öyle… Bu görüş, Batılı sözde bilim-adamlarının, Derin Merkez’in çıkarlarına uygun olarak oluÅŸturdukları, gerçekte “yeni emperyalizm”i maskelemeye yönelik bir ideolojinin ta kendisidir. Bir politika olarak “Washington UzlaÅŸması” da öyledir. Bizim sözde aydınlarımız sanki bilimin zorunlu bir ürünüymüş gibi gözü-kapalı atlamışlardır bütün bu “maksatlı ve tuzak fabrikasyonlar”ın üzerine.

Demokrasi kavramı da bu tarz kavramlardan bir tanesidir. Türkiye’de ABD’den, Avrupa’dan estirilen rüzgârlarla dokunulmaz, yüce bir kavram hâline getirilmiÅŸtir demokrasi kavramı. Oysa “derin merkez”; çevre ülkelerine “liberâl demokrasi” adı altında, sâdece emperyalist sömürüye hizmet eden bir tür “demokrasi düzeni”ni, iç-bedhahlarla iÅŸ-birliÄŸi yaparak uygulatmayı bir strateji olarak benimsemiÅŸtir. Demokrasi bu yüzden, her ÅŸeyi ile, bir-çok sonucuyla bizden çok ‘çirkin Batı’nın çıkarlarına hizmet etmektedir.

Bizim dışımızdaki gerçek olan Dünyâ’da tüm bunlar yaÅŸanırken bizler ise hâlâ Kur’ân’da açıkça ifâdesi bulunan bir-çok hükmü hayâtımızda yaÅŸanır kılıp yolumuza devam etmemiz gerekirken, bu hükümlerin anlamları üzerinde hattâ arapça kelimelerin kök-anlamları üzerinde tartışmalar yapıyoruz. Sonrasında bazı Kur’ânî ifâdeler anlam olarak da deÄŸiÅŸmiÅŸ oluyor. Fakat biz o âyetleri nasıl düşünür nasıl anlamlandırırsak-anlamlandıralım her-hangi bir faydayı hayâtımızda görünür kılamıyoruz. Bu-arada zaman sürekli bizim aleyhimize iÅŸliyor. Çünkü bizler hâlâ gerçek anlamdaki kavganın ne olduÄŸunu kavramış olmuyoruz.

Bu içeriksiz tartışmalar zamanla genç nesil üzerinde İslâm’i yaÅŸayıştaki heyecânın da kaybolmasını saÄŸladı. Yeni genç nesil müslümanlar sâdece kendileri açısından bilgi edinmeye baÅŸladı. Almış oldukları bilgilerin bir baÅŸkasını düşünen yanı bulunmuyor. Sâdece tartışıp, karşısındaki arkadaşı üzerinde üstünlük kurmaya çalışıyor. Hayatlarında İslâm’a dâvet etme gibi bir sorumluluk bulunmuyor.

Åžimdi olaylara şöyle bakabiliriz. Kur’ân’da yapmamız gereken hükümler gerçekten anlaşılmıyor mu? Neden anlaşılan hükümleri yaÅŸayarak yol almayı düşünmüyoruz? Öyle anlaşılıyor ki birbirlerimize üstünlüğümüz takvâ ölçüsü olmaktan çıkmış, kelimelere verdiÄŸimiz anlamların kavgalarına dönüşmüş” der.

Mustafa İslamoğlu Yahudileşme temâyülünün belirtisini şöyle açıklar:

“Ortada yapılacak bir iÅŸ dururken, o iÅŸi yapmak için kolları sıvamak yerine soru sormaya baÅŸlamak YahudileÅŸme eÄŸilimin ilk belirtileridir”.

Batıyı en çok korkutan ÅŸey, İslâm’ın kendine has bir dünyâ-görüşünün, hayat-nizâmının olmasıdır. Bu, batı dünyâ-görüşüne, tek-tipleÅŸtirmesine çok güçlü bir alternatif olduÄŸundan, açığa çıkması hâlinde batıyı yok edecek olan bu sistemi örtmek ve boÄŸmak istiyorlar. İşte esas konuÅŸulması gereken ÅŸey budur. İslâm’ın bir dünyâ-görüşü olduÄŸunu söylemek ve bunu hayâtın tam orta yerinde uygulayarak göstermek.. Âlim denilen kiÅŸi bunu yapmalıdır. Bunu yapmayanlar ya câhildir ya da ÅŸirkin çocuÄŸu olan Bel’amlardır.

Ahmet Kalkan:

“Onlar kâlbimiz temizdir” diyerek kendilerini aldatmaktadırlar. Hayatlarına, dinlerine göre yön vermek yerine, hayâtın içinde buldukları ÅŸeyleri kendileri için din hâline getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına saÄŸcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik... İslâm’ın neyi kabûl edip neyi kabûl etmediÄŸini nerede ise Allah’ın rızâsı deÄŸil; çağın îcapları tâyin etmekte ve de çağın îcaplarına göre te’vil edilmek sûretiyle sürekli deÄŸiÅŸen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.

Elbette Kur’ân-ı Kerim, kıyâmete kadar bâki kalacağına göre, çağın getirdiÄŸi yeniliklere karşı İslâm’ın mesajı olacaktır. Müslümanların bilgileri ve tecrübeleri geliÅŸtikçe Kur’ânî anlayışları da geliÅŸecektir. Ancak, burada çağın gereklerinden yola çıkarak Kur’ân’ı te’vil etmek deÄŸil; Kur’ân’dan yola çıkarak çağı yorumlayıp onu meÅŸrû bir yoruma tâbi tutmak zorundayız. ReddettiÄŸimiz ÅŸeyin doÄŸrusunu, savunduÄŸumuz ÅŸeyin delillerini ortaya koymamız gerekir.

Türkiye ille de laik olacaktı ya, devlet deÄŸiÅŸmeyeceÄŸine göre, din devlete uymalıydı. Batılı anlamda bir laikliÄŸi mümkün kılmak için imamın papaza, câminin kiliseye, Kur’ân’ın da İncil’e benzemesi gerekiyordu. Bütün gayret de onun için. Yâni, hristiyan gibi (hattâ dinsiz gibi) yaÅŸayacak, yine de müslüman gibi ölüp törenle müslümanca gömülecektiniz. Âhiret, dînin alanına girdiÄŸi için, öldükten sonra imama teslim olacaktınız; yaÅŸarken Sezar’lara, tanrının tüzel kiÅŸilik kazanmış hâli olan iktidar irâdesine! Bu, aslında laiklik filan deÄŸil; doÄŸrudan-doÄŸruya din düşmanlığı idi aslında.

Bugün okullarda öğretilen mecbûrî din ve aynı ÅŸekilde câmilerden halka empoze edilmeye çalışılan, yine dinde reform gayreti sâhiplerinin yaymaya çalıştıkları sahte bir din söz-konusudur. Bu sahte dinle bırakın müslüman olmayı, hristiyan olmak bile mümkün deÄŸil. Hattâ dinsiz bile olunamaz, ancak din düşmanı olunabilir. Bugün hristiyan misyonerliÄŸinden daha korkunç olan; radyodan, TV’den, kimi bürokratların, sözde aydınların aÄŸzından kafasını uzatan ÅŸeytanın tebliÄŸ etmeye çalıştığı bu sahte dindir.  

Amaç, devletle uyumlu yeni bir müslüman(!) tip yetiÅŸtirmek. Yeni Türk müslümanının standartlarını düzen ve kemalist ilkelerle tesbit edip TSE damgalı bir din oluÅŸturmak. Bu standartların dışındaki dîne “irticâ” damgası/yaftası vurarak onu yasaklamak. Cumhuriyet çocuÄŸu, demokrat, laik, Atatürk ilkelerini benimsemiÅŸ, Türk standartlarına uygun, düzenle uyum içinde, etliye-sütlüye (tabii zâlimlere ve sömürücü tâğutlara) karışmayan müslüman(!) vatandaÅŸlar yetiÅŸtirmek.

Dünyevî talebi bulunmayan, içi tümüyle boÅŸaltılmış, hristiyanvari bir kimliÄŸe büründürülmüş; Dünyâ’yı Sezarlara, tiranlara, tâğutlara, laiklere, demokratlara terk etmiÅŸ bir İslâm anlayışı, teori olarak topluma kabûl ettirilmekte ve pratikte gerçek dînin hâkim olmasına müsaade edilmemektedir. Câmileri kileseye, Diyânet mêmuru imamları papaza, hayâta bakışı hristiyanlığa benzetilen bir din... Böyle bir müslümanlık, Allah’ın dîni olan İslâm deÄŸildir” der.

Pragmacı yaklaşımın ekseriyetle İslâm’i kavramları anlam kaymasına uÄŸrattığı, hattâ hedefine ulaÅŸmak için nasları gerçek anlam-zemîninin dışında konumlandırdığı bilinmektedir. Bu yaklaşımla dînin belirleyen deÄŸil, fütûrsuzca belirlenen olarak konumlandırılması, paradigmanın, dinî deÄŸil teo-politik olduÄŸunu göstermektedir. Nitekim İslâm siyâsaldır ve siyâsal hedefleri olan bir dindir. ÇoÄŸulcu paradigma ise bir taraftan “siyâsaldan soyutlanmış bir İslâm-anlayışı” talep ederken, diÄŸer taraftan “İslâm’a, İslâm’i olmayan farklı siyâsal roller” dayatmaya kalkışmaktadır.

Nihâi/kesin hedef kâlplere yerleşmediğinden dolayı sonsuz ara-hedefler gündemi meşgûl edip tüketiyor. Hâki Demir:

“Vâr-oluÅŸ sürecindeki akışın mutlaka “bütünlük” hedefine doÄŸru yönelmesi, nihâi hedefin bulunamaması veya ulaşılamaması ihtimâllerinde ara-hedeflerde tükenmeye yol açar. Özellikle de nihâi hedefe dâir rûhun verilerine ulaÅŸamamış, onları sezememiÅŸ olan anlayışlar, ara-hedefleri nihâi hedef zannetmek gibi hatâlara mahkûm olmaktadır. İdrâk zâfiyetinden kaynaklanan hedef belirleme hatâlarının nihâi hedefe yönelebilmek konusundaki ÅŸuuru üretememiÅŸ olması ihtimâli insanlık târihi boyunca kendini göstermiÅŸtir.

Nihâi hedefin aranıp bulunacak ve bulunduktan sonra anlaşılacak bir menzilde olmadığı, böyle bir yol izleneceği düşünüldüğünde bilim ve felsefe dâhil sonu gelmeyen bir faaliyet-zinciri boyunca sayısız ihtimâli taramak zorunda kalacağı ve buna rağmen nihâi hedefe ulaşma imkânını garanti edemeyeceği, içinde bulunduğumuz çağda anlaşılmaya başlanmıştır.

İnsan ırkının ezeli endiÅŸesi ve yolculuÄŸu olan vâr-oluÅŸ sürecinin ana-caddeden saptığının en büyük örneklerinden birisi madde ile ilgili ara-hedefteki patinajıdır. Maddenin, hayâtın ve hayat-alanının kaynağı olduÄŸuna dâir anlayış onu sonsuzlaÅŸtırmış ve vâr-oluÅŸ sürecindeki nihâi hedef hâline getirebilmiÅŸtir. Özellikle ihtiyaçların görünür olanları ve têmin imkânının standardize edilebildiÄŸi türleri olan maddî ihtiyaçlar, süreci “madde” ara-hedefinde sonlandıran ve kilitleyen önemli bir faktör olabilmiÅŸtir” der.

Aşırı-anlama çalışmalarında zannî sonuçlar çıkıyor. İslâm “sanmak” ile olmaz, “bilmek ve yaÅŸamak” ile olur.

Aşırı-anlama mensupları Kur’ân’ı zihnî bir zevk-aracı hâline soktular. Kur’ân’ın yoluna uymak yerine Kur’ân’ı kendi yollarına soktular. Çalışmalarını Kur’ân’ın istediÄŸi gibi yapmak yerine kendi isteklerine uygun olarak yapıyorlar. Kur’ân kimsenin babasının malı deÄŸildir.

PARÇACI OKUMA YANILGISI

Kur’ân “anlaşılmaz” derken araÅŸtırılamaz demek istemiyorum. Kur’ân’ın en iyi tefsirini yine Kur’ân yapar. Bir konuda bizi zorlayan ya da açıklayamadığımız bir âyeti, o âyetlerin kelimelerinin/harflerinin içinde deÄŸil, Kur’ân’ın diÄŸer âyetlerinde/sûrelerinde aramalıyız. Kur’ân’ın bütünsel okumasıdır bu. 

Sûreleri, âyetleri, kelimeleri hattâ harfleri didik-didik ederek onlarda olmayan anlamları bulmaya çalışmak, bunun için arap grameri uzmanı, Dünyâ dilleri uzmanı, arapça dil-dâhisi olmak için çabalamak dînin emri deÄŸildir. Kur’ân bizden böyle bir çaba ve çalışma beklemez. Zâten böyle bir çaba dînî de deÄŸildir. Böyle bir çalışma içine girmek için müslüman/mü’min olmak hattâ inançlı olmak bile gerekmez. Pekâlâ bunu meraklı olan bir araÅŸtırmacı, oryantalistler, İslâm’ı yıkma peÅŸinde olan din-düşmanları bile yapabilir. Yâni böyle bir çaba göstermek ve çalışma yapmak için dînî bir inanca bile sâhip olmaya gerek yoktur. ÃŽmâna gerek yoktur. En nihâyetinde bu, filozofik, etimolojik, akademik bir çalışma konusudur. Meselâ Toshihiko Izutsu bir semantikçidir ama müslüman deÄŸildir. Sâdece bilimcidir. Kur’ân’ın ruhunu kavrayamayanlar onun semantiÄŸini de tam olarak anlayamazlar. Allah’ın/peygamberin/Kur’ân’ın hedefi için bu tarz çalışmalara gerek yoktur. İş o raddeye geldi ki; okumalar artık Kur’ân okuması deÄŸil, Mushaf tekrarı, metin tilâvetidir. Tersinden hatimler yapılıyor. Yâni kızdığımız birileri Kur’ân’ın orijinal metni olan arapçadan Kur’ân hatimleri yaparken, diÄŸerlerimiz de “etimolojik hatimler” yapıyoruz. Ortalıkta ifrat ve tefrit hatimleri cirit atıyor ama hayatta gözüken bir iÅŸ yok. Bu tarz çalışmalar farkında olmadan bir “dine karşı din” çalışmasının bir ayağıdır.

Âyetleri fazla didiklemenin netîcesinde ortaya “inmemiÅŸ âyetler” çıkıyor. Derleme yeni âyetler beliriyor. Aşırı-anlama/yorumlama nedeniyle oluÅŸmuÅŸ yeni âyetler. Sonra da bu âyetler meâllendirilip tefsiri yapılıyor ve hattâ buna göre hareket edilebiliyor.

“Onlara bir âyet getirmediÄŸin zaman: “Sen Onu (inmeyen âyeti) derleyip-toplasana” derler. De ki: “Ben, yalnızca bana Rabbimden vahyolunana uyarım. Bu, Rabbinizden olan basîretlerdir; îman edecek bir topluluk için bir hidâyet ve bir rahmettir”. Kur’ân okunduÄŸu zaman, hemen onu dinleyin ve susun. Umulur ki esirgenmiÅŸ olursunuz” (A’raf 203-204).

Yusuf Kaplan:

“Bir toplumu yok-etmenin yolu, dînini yok etmekten geçer. Bir toplumun dînini yok etmenin yolu ise, o toplumun önce dilini (ırmağını), sonra irfânını (hayat üslûbunu), daha sonra da medeniyet iddiâlarını (hayâtiyet kaynağını) yok-etmekle mümkün olabilir” der.

Yine “19’cu”ların yaptığı gibi Kur’ân’ı okumak/bilmek/idrâk etmek için bir matematik formülüne gerek yoktur. Kur’ân’ı okumak için hesap-makinesine gerek yoktur.

Muhammed Kutup:

“Din-bilginlerimiz Kur’ân’dan yaÅŸanır pratik bir hayat-nizâmı çıkaracaklarına, onun yalnızca dil ve üslup özellikleri üzerinde durdular. Fesâhat ve belâgat yönünden eÅŸsiz bir eser olduÄŸunu belirterek -ki bunda şüphe yoktur- daha çok gramer bakımından ondan yararlanma yoluna gittiler. Tefsirlerimizin büyük bir kısmı onu metin çözümlemesi için bir malzeme olarak kullandı, onun hayâta uygulanmasından ibâret olan fıkıh bir müddet sonra teferruat içinde kaybolup gitti. Kısaca el-birliÄŸi ile Kur’ân’ı hayâtımızdan uzaklaÅŸtırdık. Kur’ân’dan uzaklaşınca da hayattan uzaklaÅŸtık” der.

Aliya İzzetbegoviç:

“İnsanı sâdece terbiye etmekle kalmayan, aynı-zamanda Dünyâ’ya nizam verme yeteneÄŸi olan İslâm’a, kendi kabûlleri doÄŸrultusunda, İslâm’i yenilenme fikrine her zaman iki-tip insan tarafından karşı çıkılmaktadır: Muhafazakarlar eski reçeteleri, modernistler ise baÅŸkasına âit (yabancı) reçeteleri istemektedirler. Birinciler, İslâm’ı geçmiÅŸe çekmekte; ikinciler ise ona yabancı bir gelecek hazırlamaktadırlar. Aralarında mevcut olan büyük farklılıklara raÄŸmen bu iki grup insanın ortak tarafları vardır. Her ikisi de Avrupalıların anladığı mânâda İslâm’ı sâdece din (religion) olarak görmektedirler. Mantık ve dil-inceliklerine yönelik belli eksiklikleri ve İslâm’ın özü, onun târihte ve dünyâdaki rolü hakkındaki anlama kâbiliyetsizliÄŸi, bir sebepten dolayı tamâmen yanlış olarak onların İslâm dinini religion olarak tercüme etmelerini saÄŸlamaktadır. Zâhiri ve Bâtıni Dünyâ’nın varlığını tanıyarak İslâm, bu iki Dünyâ arasında bulunan uçurumun köprü vazîfesini insanın yaptığını göstermektedir. Bu ittifak ve birlik olmadan religion geriliÄŸe (her türlü verimli hayâtın reddedilmesi), ilim ise ateizme doÄŸru çekmektedir. İslâm sâdece religion'dur noktasından hareketle muhâfazakarlar, İslâm’ın dış-dünyâya nizam vermemesi gerektiÄŸini, ilericiler ise bunu yapamayacağını düşünmektedirler. Pratikte sonuç aynıdır. 

Kendilerini din-koruyucusu ve yorumcusu sanan kimseler, her halükârda çok güzel ve kârlı olarak dinden meslek yaptılar ve hiçbir vicdâni rahatsızlık duymadan dînin hayâta geçirilmeyiÅŸini kabûl ettiler. Sözde ilericiler, batıcılar, modernİstler ve kendilerini daha nasıl adlandıran kimseler, onlar bütün İslâm Dünyâsında tam bir felâketi temsil etmektedirler” der.

Anlama çalışmasını yapmak için müslüman olmaya, hattâ îman etmiş olmaya bile gerek yoktur dedik. Zihnî bir faâliyettir çünkü. Ali Şeriati:

“Bilgi bilimsel bir ÅŸeydir, îmanla ilintisi yoktur” der.

Kur’ân en iyi; “meydanda”-”açık alanda” kavranabilir.

İyi olmanın egzersizi, iyilik bilgisinden önce gelir. Nûrettin Topçu bu fikri ile Sokrates, Eflatun, Aristoteles ve Aydınlanma düşünürlerini eleÅŸtirmektedir. Zîra onlara göre insanı ahlâklı kılmak için öğretmek yeterlidir. Topçu ahlâkında ise önemli olan ÅŸey yalnızca tecrübedir; ki tecrübe bilgidir, bilgi hareketten arta kalan ÅŸeydir. Ancak hareketin gâyesi zevk olmadığı gibi fayda da deÄŸildir. Topçu’da “hareket bir zarûrettir, kendi ÅŸeklinin mükemmeline ulaÅŸmaktır”. Mutluluk, fayda, dayanışma ahlâkları, hareketin çıkardığı genel sonuçlardır. Bunlar gaye olamaz. Çünkü, “ahlâkî hakîkatler olgu hakîkatleri deÄŸil, deÄŸer hakîkatleridir”.

Şüphesiz Allah, bir sivrisineÄŸi de, ondan üstün olanı da, (her-hangi bir ÅŸeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece îman edenler, kuÅŸkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduÄŸunu bilirler; inkâr edenler ise, “Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?” derler. (Oysa Allah,) Bununla bir-çoÄŸunu saptırır, bi-çoÄŸunu da hidâyete erdirir. Ancak O, fâsıklardan baÅŸkasını saptırmaz. (Bakara 26).

R. İhsan Eliaçık bu âyetin tefsirinde şunları söyler:

“Yâni; Allah sivrisineÄŸi de, kanadını da, börtü-böceÄŸi de örnek vermekten çekinmez. Çünkü O hayâtın her zerresiyle iliÅŸki hâlindedir. Yunan tanrısı Zeus gibi kendisinden bilgi çalmaya çalışan insanlarla didiÅŸip durmaz. Sevgisi ve merhâmeti sonsuzdur. Bilgi edinme yeteneÄŸi olan akıl ve vicdânı, daha yaratılıştan insana yerleÅŸtirir. Asıl bunları çalıştırmadıkları için kızar. O her canlının atan kâlbinde, her zerrenin özünde, yerlerin ve göklerin aydınlığındadır. Bu nedenle kâfirler, Rahman ve Rahim olanın güya ufak-tefek iÅŸlerle ilgilenmesine ÅŸaÅŸmamalıdırlar. Onlar, hem böyle örnekler verilmesine ÅŸaÅŸarlar, hem de örnek verilince “ne demek istedi” diye yan çizerler. Namazda gözleri olmadığı için abdestte de kulakları yoktur. Çünkü onların kâlbinde îman yoktur. ÃŽman olmayınca iÅŸi dâima yokuÅŸa sürerler. Fakat îman edenler böyle deÄŸildir. Onlar, “Allah ne demek istedi” diye mâzeret aramazlar. “Allah ne dedi” ona bakarlar. “O dediyse amenna” sesleri yankılanır vicdanlarında. Allah ile pazarlığa giriÅŸmezler. Çünkü aslında “îmansız” olanlar, suyun sütün içinde kaybolduÄŸu gibi ayrıntılarda kaybolup giderler. Hurmanın kabuÄŸundan, fârenin deliÄŸinden çıkması gibi “ne dedi”den çıkarak “ne demek istedi” vâdilerinde dolanırlar. Bir-türlü sadede gelmezler, çünkü niyetleri üzüm yemek deÄŸildir. 

İNANMAK VE YAPMAK

Bacon'a göre anlamak hükmetmektir; bilgi güçtür ve bilmek yapmaktır.

Sorunumuz bilmek/anlamak/ayrıntılarda boÄŸulmak deÄŸil; “inanmak ve yapmak”, aydınlığa çıkmaktır. Bu tarz gereksiz çabalara düştüğümüz müddetçe de “yapma” iÅŸine giriÅŸmemiz mümkün deÄŸildir. Zîra bu iÅŸin bir sonu yoktur. Bu, bir oynama-oyalanma/hevâ-heves iÅŸidir. Hele ki mevcut dünyâ-ÅŸartlarında îmansal ve eylemsel iÅŸlere giriÅŸmeyip de bu tarz çalışmalarla vakit isrâf etmek îkap/azap sebebidir. Çünkü bu çalışmalar hiçbir acıyı/zulmü/göz-yaşını/açlığı/susuzluÄŸu/üşümeyi/aÄŸlamayı/çığlığı/feryadı/dökülen kanları/mazlûmiyeti ve çâresizlerin alnına doÄŸru gelen kahpe bir kurÅŸunu bile engelleyemez ve saptıramaz.

“Anlama” çalışmaları eyleme yöneltmiyor. Çünkü anlamak bilgilenmek demektir ama bilinçlenmek demek deÄŸildir her zaman, bu yüzden de bir türlü eyleme dönüşemez. ÃŽman ise direkt amelle/eylemle alâkalıdır. Kur’ân’da îman ve amel/eylem hep; “îman eden ve sâlih amel iÅŸleyen” diye geçer. ÃŽman amelle tezâhür eder zîra. Gerçeklik “anlama”da deÄŸil, “inanma”da (îman) ve dolayısı ile amel/eylemde kendini gösterir. Salt iyi niyetle hiçbir ÅŸey düzelmez. “Hüsn-ü niyet hüsn-ü hizmet için yeterli deÄŸildir” denir. Dînin gönderiliÅŸ amacı ilk-önce bu dünyâda iÅŸe yarasın içindir. Ali Åžeriati: “Dünyâ’da iÅŸe yaramayan din, âhirette de iÅŸe yaramaz” der.

Seyyid Kutup şöyle der:

“Kur’ân'ın sunuÅŸ metodu her ÅŸeyden önce, “hakîkati gerçek âlemde bütün açılarıyla, bütün yönleriyle ve bütün iliÅŸkileri ve bütün gereklilikleriyle takdim etmesi sebebiyle diÄŸer metodlardan üstün ve farklıdır. (İnsanın anlatım gücü ise bu seviyeye varamaz. Çünkü her yazar belli bir seviyedeki insanlara hitâb eder. Bu seviyenin dışındakiler ise hemen-hemen onu anlayamazlar) Metod, bu kapsamıyla hakîkati zorlaÅŸtırmaz ve etrafını sis ile kapatmaz. Tam-tersine onu insan varlığının bütün düzeylerine anlatır. Allah Tealâ kullarına rahmet olsun diye, bu düşüncenin esaslarını belli bir ilmî seviye kaydına baÄŸlamamıştır. Çünkü inanç, insan hayatının baÅŸ-ihtiyâcıdır. Akıl ve kâlplerinde kurulacak düşünce, onların varlık âlemiyle ilgi alanını belirleyecektir. Aynı-zamanda, her-hangi bir ilmi elde etmenin yolunu belirleyecektir. Bu sebeple Allah bu inancı anlamayı, her-hangi bir ön-bilgiye veya baÅŸka bir sebepe baÄŸlı kılmamıştır. Allah, inançtan oluÅŸacak düşüncenin, beÅŸerin ilim ve bilgisini desteklemesini ve kemâle erdirmesini istemektedir. Bu inancın, çevrelerindeki kâinâtı düşünme ve açıklama rehberi olmasıyla birlikte; ilimlerinin ve bilgilerinin kendisinden baÅŸka hak ve kesin bilginin bulunmadığı gerçek kesin bilgi üzerine kurulmasını istemektedir. Bundan dolayı yüce Allah, inançtan kaynaklanan düşüncenin, beÅŸeriyetin ilim ve bilgi kaynağı olmasını istemektedir.

ÃŽman da oturulan yerden ziyâde harekette artar. ÃŽman, artmak için, fışkırmak için meydan arar. Sahâbeler gibi belki de savaÅŸ meydanlarında artar ve dile gelir: Mü'minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: “Bu, Allah'ın ve Resûlü’nün bize vâdettiÄŸi ÅŸeydir; Allah ve Resûlü doÄŸru söylemiÅŸtir”. Ve (bu,) yalnızca onların îmanlarını ve teslîmiyetlerini arttırdı” (Ahzab 22).

Dücâne Cündioğlu:

“Düşünerek inanmaz insan. Aslâ, ama aslâ bir düşünme eyleminin sonunda inancı bulmayı beceremez. Bilâkis düşünemediÄŸinde, düşünmek kâr etmediÄŸinde inanır. EylediÄŸinde yâni. Eylemin içinde... yaÅŸamın ve yaÅŸamanın tam da içindeyken. Belki acı çekerken, belki eÄŸlenirken... ama her hâlukârda istemini/duâsını eylemiyle gerçekleÅŸtirirken.

İnancın kökenini boşu-boşuna serebral korteksin kıvrımlarında aramamalı bu yüzden. İnanç, varlığının kokusunu ancak gönül-yaşam diyalektiğinde duyurur yoksunlarına.

Ana-caddelerde değil, bir ara-sokakta, kimbilir belki bir çıkmaz-sokakta...

Birden-bire engel(ler) kalkar, yol açılır ve yürür gidersin. İnanca doğru değil, inancınla birlikte gidersin. İnanmayı, yâni güvenmeyi öğrenmiş olarak gidersin.

Yapman gereken oturup düşünmek değil, yürümektir.

Yeter ki yürü, inanırsın” der.

“İlim” müslümanların elindeyken; takvâ, barış ve adâlet kokuyordu Dünyâ; ne zaman ki bâtıl batı’nın eline geçti: fücur, savaÅŸ ve zulüm baÅŸladı. Çünkü ellerindeki bilgi “ÅŸuur”suz bilgiydi. Ali Åžeriati:

“Kapitâlist bir sistemde bilgi, tam karşıt bir düzendeki bilginin aynısıdır. Nazi fizikçilerin tabiat hakkında sâhip oldukları bilgi, Nazi kurbanı olan fizikçilerin bilgisiyle aynıdır. Halîfe'ye baÄŸlı bir âlimin din hakkında sâhip olduÄŸu bilgi ile, halîfe'nin zincire vurduÄŸu âlimin din hakkındaki bilgisi aynıdır. Birini cellâd, diÄŸerini ÅŸehîd; birini özgürlükçü, diÄŸerini zorba; birini temiz, diÄŸerini pis yapan, “bilgi” deÄŸil, “ÅŸuur” dur. “Hangi ilim?” sorusunun bir anlamı yoktur. Zîra ilim birdir. “Nasıl bir bilgi?” sorusu yersizdir. Zîra bilginin birden fazla türü yoktur. Fakat “hangi ÅŸuur?” sorusu cevaplanması gereken bir soru. Hacc gerekli cevâbı vermektedir. “Haram ÅŸuuru”. Harîm'de iffet, takvâ, hürmet ve tahâret gibi ÅŸeyler koruma altına alınmıştır. Åžuurun bizzat kendisi aydınlıktır, gönül fânusunda, düşünce yağına parlak bir ışık saçar. Hikmet, peygamberlerin getirdiÄŸi, insanlara bahÅŸettikleri “bilinç” budur, ne felsefe ne de ilim deÄŸil. İslâm’ın sözünü ettiÄŸi “ilim”, bilgi, bu ilimdir, aydının ve bilinçlinin beslendiÄŸi, ortaya koyduÄŸu ilimdir bu ilim. Bu ilim, olay, olgu ve kurallar hakkında zihinsel, sübjektif tasvir deÄŸildir, aydınlıktır, nurdur. Dışta deÄŸil, içte bir nur. Ümmî Peygamberin de ifâdesiyle nûr olan ilim, Allah'ın dilediÄŸi kimsenin kâlbine attığı nûr olan ilim budur: “Yol ilmi”, “hidâyet ilmi.

Arafat ilmini herkes öğrenebilir. MeÅŸ'ar ilmi, Allah'ın, dilediÄŸinin gönlüne ilhâm ettiÄŸi ışıktır, nûrdur. Allah kimi diler? kendi nefisleri yolunda deÄŸil, Allah yolunda çalışıp didinen, mücâdele eden kimseyi. “Bizim için cihad edenlere gelince, kuÅŸkusuz biz onlara yollarımızı gösteririz” (Ankebut, 69). “Yol ve hidâyet ilmi”, bir “ümmî”yi, bir “bedevi”yi, toplumun önderi ve yol kılavuzu-meşâlecisi yapan kurtuluÅŸ bilinci, kurtuluÅŸ nûru, özel ÅŸuur budur. Bu ilim okuma-yazma bilmeye ihtiyaç göstermez. Defter, kitap ve sınıfla bir iÅŸi yoktur bu ilmin. Havzada ve üniversitede bu bilgiyi öğretmezler. Bu bilginin öğretim yeri cihad sahnesidir. Onun öğrencileri, toplumun mücâhidleri, Allah yolunun erleridir. Bu ilmin, ışığa, lambaya, lambanın isine, dumanına ihtiyâcı yoktur. Kendisi bizzat aydınlığın ta kendisidir, nûrun ta kendisidir” der.

İslâm, düşünmekten çok yaşamaktır. Ateist olduğunu söyleyen Oray Eğin:

“İslâmiyet dâhil hiçbir dîne yakınlık duymadım, ama her dînin bir kültür olarak ritüelleri her zaman hoÅŸuma gitti, her zaman tâkip etmek, hattâ bir parçası olmak istedim” der. Düşüncesini deÄŸil ama eylemini sevmiÅŸ. Eylem etkiler çünkü. Eylem dâvet eder. En iyi dâvetçidir.

Mustafa Özcan:

“İltizam ve amelin yerine mücerret bilgiye ehemmiyet verilmekte, bu da sapmaları berâberinde getirmektedir. Bilginin saÄŸlaması, ameldir. İnsanlar “duran bir doÄŸru”dansa “hareket hâlindeki yanlı”şı tercih ediyorlar. Hak kesretle ve güçle deÄŸerlendiriliyor. Bundan dolayı yanlışın ve yanlış üzerine terettüp eden felâketlerin büyümesiyle ve yayılmasıyla karşı-karşıyayız. 

Ehli Dünyâ da ehli diyanet de âdeta zıvanadan çıkmış görünmektedir.. Dîni alandaki lîderlerin bir kısmının tek kerâmeti cemaat veya hareket olarak büyüme kaydetmeleridir. Bu nedenle de günümüzde maalesef niceliÄŸin egemenliÄŸi altında yaşıyoruz. El haküm et tekasür hâli. Dîni alanda da niteliÄŸin yerini nicelik almış bulunuyor. Bu nedenle de yanlışın gözümüzün önünde büyüdüğünü görüyorsunuz ama müdâhale edemiyorsunuz. Farkına varmadan oryantalistleÅŸiyoruz” der.

YAPAY SORUNLAR GERÇEK SORUNLARI GİZLER

Öyle bir duruma gelindi ki, Kur’ân’ın sorun etmediÄŸi ÅŸeyler sorun olarak görülmeye ve dile getirilmeye baÅŸlandı. Yapay sorunlar uydurup bu sorunların ardına düşerek gerçek sorunlardan kaçmak çaÄŸdaÅŸ bir aydın hastalığıdır.

Ali Åžeriati

“EÄŸitim gören insanın, yavaÅŸ-yavaÅŸ kitapların, bilgilerin, araÅŸtırma yaptığı konunun içine oldukça fazla dalması ve batması mümkündür. Aydınların en büyük hatâlarından birisi, kendilerini toplumun mücerret bir sınıfı olarak görmeleridir. Bu “entellektüelin alinasyonu”dur. İlmî, edebî, dînî ve felsefî konularda çok titizleÅŸiyor, olaylardan, gerçekler dünyâsından, halkının ve toplumunun günlük hayâtından uzaklaşıyor, onlara yabancılaşıyor. Aydın kendisini, toplum ve zamandan soyutlanmış, ayrılmış bir grup olarak hissediyor. Bu ise, entellektüelliÄŸin bir hatâsı ve hastalığının sonucudur. DoÄŸu toplumunda aydın zümresi vardır, ama aydın hareketi yoktur. Heyecan, doyum ve zevk veren konuÅŸmaların yerine yorucu dersleri seçelim. Tahammül edelim. GeçmiÅŸte heyecan, tahrik, telkin gerektiyse bile, artık yeter.

Dışarıda eÄŸitilmiÅŸ ve yetiÅŸmiÅŸ böyle sûni bir zümrenin meydana gelmesi, vatanlarında sosyâl birliÄŸin parçalanmasına ve yenilgiye sebep oldu. Çünkü bu grup az da olsa düşünüyordu, ÅŸuurları ilimle donanmış; ÅŸuurlarını toplumun içine götürecekleri yerde, toplumun bütün bedenine ve halk kitlesine verecekleri yerde, halktan ve toplumdan uzak kaldılar, toplumdan ayrı soyutlanmış bir zümre olarak ortaya çıktılar. Bu parçalanmadan düşman faydalandı. Düşman bu boÅŸluktan istifâde ederek yer seçti. Böylece, doÄŸu ve İslâm ülkelerinde, müslüman halklar arasında siyâsi ve kültürel sömürüyle, halk ile aydın arasındaki boÅŸlukta aramak gerekir.

Gerçek aydının hedefi, bu boÅŸlukta halk ile kendi arasında bir köprü kurmak olmalıdır. Bu köprüyü anlayış ortamını saÄŸlamaya, meydana gelmiÅŸ olan tehlikeli ayrılmayı baÄŸlamaya, anlaÅŸmaya, tanımaya ve aynı sorunu çözmeye dönüştürmelidir. Bu köprü kuruluncaya kadar, halk, kendi durgunluÄŸunda kalacaktır.

Aydın da kendi yabancılaÅŸması ve dışlanması sırasında, ÅŸehrin yukarısındaki cafelerde oturup sözde geri kalmış toplumlardan, ileri toplumlardan, falanca ideolojiden filanca ideolojiden bahsederek sâdece kendisi için var olacaktır. Aydın, kendisi için yaşıyor, halk ise onun varlığını bile hissetmiyor. EÄŸer aydın hissedilmek istiyorsa o merdivenlerden aÅŸağı inmesi, o yüksek evleri ve kafeteryaları terk etmesi, kendisini halkın arasına bırakması gerekir. Onların dertlerini ve ihtiyaçlarını hissetmesi gerekir ki kendisi de hissedilebilsin.

Peygamberin sahâbeleri ve İslâm’ın ilk günlerinin mücâhidleri arasında kim aydın, kim eylemci ve kim din-adamıydı? Böyle bir sınıflama kesinlikle yoktu. Herkes İslâm’ı yayıyor, savaşıyor ve aynı-zamanda çift sürüyor, hurma yetiÅŸtiriyor veya deve otlatıyordu. Yâni, herkes, hem işçi, hem savaşçı, hem de aydındı” der.

Atasoy Müftüoğlu:

“İslâm’i iddialarla kurulan vakıflar, dernekler, sivil toplum örgütleri, bu-gün canla-baÅŸla muhâfazakâr yapılara hizmet ediyor. Her İslâm’i eÄŸilim/cemaat/hizip Kur’ân-ı Kerim’e kendi istediÄŸini söyletiyor. İslâm bireyselleÅŸtiÄŸi için, İslâm’i otoritenin yerini keyfilikler aldığı için, temel İslâm’i ilkeler zaman-dışı ilkeler hâline geliyor. İslâm’i ilkelerin zaman-dışı ilkeler hâline getirildiÄŸi bir toplumda, müslümanlar, İslâm medeniyeti tasavvuru etrâfında sınırsız güzellemeler yapabiliyor. Kapitâlist/seküler/liberâl/materyâlist/ulus-devletçi dünyâ-görüşü, hayat-tarzı, iliÅŸki biçimlerinin somut bir gerçeklik hâlinde günümüz Türkiye’sini dönüştürerek fethettikleri hâlde; İslâm’i kesimler, yalnızca söylemsel baÄŸlamda bir “Fetih” retoriÄŸi kullanmaya, bu fetih retoriÄŸini özellikle gündemde tutmaya ısrarla devâm edebiliyor. İnternet sokağı çocukları/gençleri için, bizim gençlerimiz için, İslâm’i ilgi/bilgi, İslâm’ın modern-seküler yorumuyla sınırlı bir ilgi/bilgiye dönüşüyor. Bu yorum, İslâm’cı olmayan, müslüman kuÅŸaklar yetiÅŸtirmeyi amaçlıyor. Duygusallıklarla, söylemsel düzeyde kalan romantizmlerle bir toplumun, düşünce ve kültür hayâtının seyrinin deÄŸiÅŸtirildiÄŸi hiç görülmemiÅŸ ve yaÅŸanmamıştır. Mitolojilerle, hamâsetle, ebedileÅŸtirilmiÅŸ romantizmlerle, gerçekçi olmayan duygusal söylemlerle, kalıplaÅŸmış geleneksel yaklaşımlarla oyalanmak, yönlendirilmek, aldatılmak müslümanların kaderi olmamalıdır. İslâm’i deÄŸer-ahlâk sistemiyle çeliÅŸen ve çatışan kapitâlist/seküler/liberâl/ulus-devletçi hayat-tarzıyla uzlaÅŸmak/bütünleÅŸmek, kolektif bir bilinçsizliÄŸin, sorumsuzluÄŸun, kayıtsızlığın ifâdesi olduÄŸu gibi, zihinsel/düşünsel dejenerasyonun da ifâdesidir. Her-hangi bir alanda olumlu bir deÄŸiÅŸime, inşâya katkıda bulunmayan, egemen deÄŸer-sistemine yönelik olarak muhâlefet üretmeyen, bu tür bir programa sâhip olmayan, ahlâki ve zihinsel anlamda kitlelere önderlik etmek gibi yüksek sorumluluk duygularına sâhip olmayan, yeni bir düşünce-kültür-deÄŸer sistemi oluÅŸturamayan, alternatif yapılar, yöntemler, kavramlar öneremeyen müslüman düşünce-adamlarının statükolara eklemlenerek yapabilecekleri hiç-bir ÅŸey yoktur. Hangi alanla ilgili olursa olsun, hangi konu ile ilgili olursa olsun, kendi başına sorumluluk alarak bu sorumlulukların gereÄŸini yerine getirmekle, tâlimat alarak hareket etmek bir-birinden çok farklı ÅŸeylerdir. Bir-yanda, seküler/liberâl/demokratik iktidarlar/yapılar/kavramlar/iliÅŸkiler/konumlar/ayrıcalıklarla bütünleÅŸirken, bir diÄŸer yanda söylemsel baÄŸlamda İslâm’cılık tartışmalarını sürdürmek ahlâki bir sorunla karşı-karşıya olduÄŸumuzu gösterir” der.

Enes Günaslan:

“Artık sekülerizmin bütün kavram ve kurumlarıyla bütünleÅŸmiÅŸ bir kavramla karşı-karşıyayız. STK kavramı bizde çok yeni bir kavram. Liberâl dünyâdan ithal ettiÄŸimiz, liberâl içerikler üretmek zorunda olan, totaliter yapıyı liberâlize eden bir yapılanma modeli. Batı, kaba bir ifâdeyle ‘Sivil Toplum’u bir çeÅŸit organizasyon kâbiliyeti olarak tanımlıyor. Kavramı sosyolojik ya da akademik açıdan tartışmaktan ziyâde, müslüman toplum için bu kavramın veya modelin ne anlam ifâde ettiÄŸi cihetinde bir yaklaşım ortaya koymaya çalışalım:

Sivil toplum, insâni ve İslâm’i talepleri, liberâl insan hakları kavramının sınırları içerisinde kalarak gündem etmek durumundadır. İslâm’i bütüne yönelik bir talep liberâl akıl tarafından reddedilmek durumundadır. İslâm’i mülâhazalarla hareket eden STK’lar bile taleplerini liberâl aklın sınırları içerisinde sunmak zorunda kalıyorlar. STK’lar sistemin bir takım hususlarda restorasyona gitmesini talep edebilirler fakat mevcut sistemin yapısal olarak deÄŸiÅŸimini talep edemezler. Devlet eliyle yürütülen projeler konusunda toplumu rehabilite edebilme adına önemli bir pozisyon icrâ ederler. Meselâ çok yakın bir örneklik olarak Abant platformları ve etkileri bu hususta irdelenmesi gereken bir madde olarak zikredilebilir.

Fonksiyonel özellikleri üzerinden bir-kaç madde daha sıralamakta fayda var. “STK’lar dînin tanımladığı kavramların referans kaynaklarını sarsıcı etkiler yapabilir. Meselâ İslâm’ın ahlâk olarak tanımladığı bir ÅŸeyi STK ‘etik’ olarak tanımlar. Akîdevi olarak nitelendirilmesi gereken bir-takım meseleler içtihâdi meseleler olarak deÄŸerlendirilebilir. Günah ve sevap gibi kavramları reel politik sınırlarla tanımlanabilir. Oysa müslüman için Kur’ân’ın tanımladığı terminolojik sınırlar içinde hareket etme söz-konusudur. Atomik bir yaklaşımla dîni yorum bütünden uzaklaÅŸtırılabilir. Bireysel sorumluluklar, kurumsal yapılar üzerinden ikâme edilmeye çalışılabilir. İnsanlara gitmek sorumluluÄŸu rahatlatılmış olur. Artık insanların size gelmesi durumu söz-konusudur.

Muhâfazakârlık bu anlamda ‘ÅŸu-an câri olan hayâta adapte olma‘ anlamına geliyor.

”Türkiye’de müslümanlar artık din konusunda tartışmayı bırakmalı ve iÅŸ üretmeliler. Kendimizi mevcut olandan koparmak yerine, vâr olanı kendi deÄŸerlerimizle donatmanın mücâdelesini vermeliyiz” gibisinden ilk bakışta çok etkili, vurucu ve karizmatik bir söylem geliÅŸtirilebiliyor.

Gelinen noktada sivil toplumlaÅŸmayla birlikte “muhâfazakâr” kimliÄŸine sâhip bir sınıf oluÅŸtu. Bu-gün bu sınıf, İslâm’ın özellikle siyâsal alanda inşâsına yönelik herhangi bir çabayı, mücâdeleyi bir ütopya gibi görüyor. İslâm’ın siyâsal ve hukuksal alana yönelik herhangi bir talebini hastalıklı bir talep olarak yorumlayabiliyorlar. Bu sınıf, statükonun bu hâkim yaklaşımı karşısında risk almak ve karşı söylem üretmek yerine, bir lâle devri rahatlığı sergiliyor. STK’ların ekseriyetinin inşâ ettiÄŸi bu niceliksel sınıfın kendi sistematiÄŸi içerisinde herhangi bir mücâdeleye, îtirâza ve dava bilincine ihtiyaç hissedilmiyor. Bu tarzın, kamusal alanın İslâm’i temeller noktasında dönüştürülmesine yönelik kaygıları her geçen gün tükenmektedir.

(Eski zaman) hükümdarın biri huzurunda el-pençe divan duran saray erkânından 'bir bardak su' istemiş. Herkes hükümdârın huzûrunda. Din-adamları, şâirler, askerler, kâhinler, medyumlar, dalkavuklar vs. bekliyorlarmış. Hükümdârın bu emrini şu şekilde yerine getirmeye başlamışlar;

Şâir demiÅŸ ki: “Yüce efendimizin ÅŸu emrindeki zarafete bakın. Bundan daha güzel bir ÅŸiir bu zamana kadar söylenmedi. 'Bana bir su getirin, su getirin!'

Din-adamı ise şöyle demiÅŸ: “Her kim bunu günde yüz defâ söylerse, cennet köşkleri onu bekliyor. AÅŸk ile bir daha, 'Su getirin, su getirin!'

Medyum ise şöyle demiÅŸ: “Hükümdârımız bu sözüyle, gelecek yılın bolluk ve bereket içinde geçeceÄŸine işâret ediyor. 'Su getirin, su getirin!'

Kâhin ise şunu ifâde etmiş: "Hükümdârımızın bu emrinin ebced ve cifr hesâbıyla değeri felanca(?) yıla tekâbül ediyor. Bu yıla dikkat edin diyerek 'Su getirin, su getirin!' demiş.

Velhâsıl bir bardak su getiren olmamış.

İşte dînin hayattan çekilişi de böyle oluyor kardeşlerim. Unutularak ya da metinleri kaybolarak değil. Hâfızalardan silinerek bir çekiliş değil bu. Okunarak, ezberlenerek, boyunlara, duvarlara asılarak, tırlar dolusu dağıtılarak, büyük saygı duyularak, çok satarak, çok konuşularak ama asla gereği yapılmayarak bir çekiliş bu.

Evet, Kur'an duvarlara asıldı. En güzel hüsn-ü hatlarla yazıldı. Hâfızlar ezberledi. Sayı-değerleri ölçüldü. Cinci hocalar suya batırıp okudular. Muskalar yapıldı, boyunlara asıldı. Tekkelerde Kur'an, zikir sesleri yükseliyor. En ince tecvid kâidelerine bakılarak, gırtlaklar, aynlar patlatılarak okunuyor ama din hâlâ târihin gerisinde kalmaya devâm ediyor. Genç, diri ve yepyeni bir kuşak çıkıp, Kur'an'ı gerçek hayat kitabı olarak okumuyor. Evet, Kur'an da büyük bir saygıyla aramızdan çekiliyor.

Hz. Peygamber (s.a.v) de aramızdan böyle çekiliyor. Hem de o'na saygı adına, sevgi adına. Salavatlarla… O sâdece insanlara rüyâlarında nasihat eden ak sakallı bir dede gibi görülüyor. Hz. Peygamberin (s.a.v) sözün olduÄŸu kadar fiilin de peygamberi olduÄŸu gerçeÄŸi unutuluyor” der.

Hikmet Ertürk şöyle bir fıkra anlatır ve yorum yapar:

“MeÅŸhur Yunanlı Hatip Demosthenes, bir-gün Atina’da ki bir toplantıda konuÅŸmak için kürsüye çıktığında, ahâli aralarında konuÅŸmayı bırakıp gürültüyü kesmedi. Bunun üzerine Demosthenes halka hitâben şöyle dedi: “Size yalnızca iki cümlecik söyleyeceÄŸim.” Sözünü tamamlar tamamlamaz da bir fıkra anlatmaya baÅŸladı: “Vaktiyle bir Atinalı bir yere gitmek için bir eÅŸek kirâlamış. EÅŸeÄŸini kirâya veren adam da aynı yere gideceÄŸi için berâberce yola koyulmuÅŸlar. Tam yarı yola geldiklerinde bir sıcak basmış. Dinlenmek için mola vermek zorunda kalmışlar. Fakat ortalıkta hiç gölgelik bir yer yokmuÅŸ. EÅŸeÄŸin asıl sâhibi hemen eÅŸeÄŸin gölgesine sığınmış. Bunu gören öteki adam hiddetlenmiÅŸ:

‘Oraya oturmak benim hakkım’ demiÅŸ.

‘Niçin?’

‘Çünkü eÅŸeÄŸini kirâladım ben!…’

‘Ama ben eÅŸeÄŸin gölgesini kirâya vermedim ki!’

Derken aralarında muazzam bir kavga çıkmış…”

Demostenes, sözün burasına gelince, hemen kürsüden indi. Halkın: “Sonra ne olmuÅŸ, anlatsana” diye bağırması üzerine tekrar kürsüye çıktı: “Ey ahâli,” dedi. “Sizin iyiliÄŸiniz için bir lâf edeyim dedim, dinlemediniz. Ama bir eÅŸeÄŸin gölgesini nasıl da merâk ediyorsunuz…”

Hikâye böyle. Artık bir eÅŸeÄŸin gölgesi hakîkatin üzerine bir karanlık gibi çöküyor. EÅŸeÄŸin gölgesini merâk edenler baÅŸka bir ÅŸey dinlemek istemiyor”.

Günümüz insanının ilgi alanları oldukça farklılaÅŸtı. Artık insanlar eÅŸeÄŸin gölgesini merâk ettikleri benzeri o kadar çok ÅŸeye ilgi duyup o ÅŸeyler ile meÅŸgûl oluyorlar ki sıra bir türlü İslâm adına yapmaları gereken yükümlülüklere gelmiyor. Evet, eÅŸeÄŸin gölgesini merâk edenler artık baÅŸka bir ÅŸey dinlemek istemiyorlar. KonuÅŸulan ÅŸeyler ile merâk edilip yapılan ÅŸeyler arasında çok fazla uçurumlar var. İslâm’ın dilini konuÅŸuyor fakat İslâm’ın yapmamızı istediÄŸi ÅŸeyleri yapmıyoruz. İş böyle olunca da televizyonlarımız vâsıtası ile evlerimize dâvet ettiÄŸimiz batılı hayat anlayışını bilinç-altımıza yerleÅŸtiriyoruz.

Peki sonuç ne? “Kendini geliÅŸtirme temrinleriyle bunalımlarını yenmeye çalışan robotlar ordusu ortalığı doldurmuÅŸ durumda. Bunlara da uzmanlar lâzım. Uzmanlıklar hayâtımızın yegâne ölçüsü olarak idâme edilmeye çalışılıyor. Uzmanların söyledikleri birer âyettir artık. Oysa bu hokkabazların yapmak istedikleri ÅŸey bizleri birilerinin ahlâksız düşlerinin objesi yapmaktan baÅŸka bir ÅŸey deÄŸil. Uzmanlık devlet destekli devâsa bir dolandırıcılıktır. Ulusallık toprak gangsterliÄŸinin ilahlaÅŸtırılması olarak karşımızda. Millî sınırlar içinde yahut yer-yüzünde bir santimetrekare toprak parçası bile polissiz ve vergisiz kalmamalıdır. Medya yaÅŸam anlarımızı kutlamaya dâvet ediyor bizi. PsiÅŸik bir göçebelik ve köksüz bir kozmopolitanlık içerisinde bizler kutlamalarla hayâtımıza renk katmalıyız! Ne kadar hoÅŸ! Cellâtlarına özenen köleler, karşılarında duran yaÄŸlı ilmeklerini gülerek, eÄŸlenerek seyretsinler, son anlarını neÅŸe içinde geçirsinler”.

İşte hâl böyle olunca başımıza isimlerinin önüne laiklerin verdiği unvanları olan kimselerin sözlerini dinleme zorunluluğu geldi. Hayâtımızı ilgilendiren hemen her konuda konu uzmanlarımız var. Tabi bu din konusu için de geçerli. İnsanlar din konusunda söylenen sözlerin doğruluğu için isimler önünde etiketler arıyorlar. Konuyu bu konunun uzmanından dinlemek istiyorlar. Hiç kimse bu kimselerin neler yaptıkları, kimleri dostlar edindikleri ile ilgili değiller. Söyledikleri sözler ile yaptıkları ya da yapmamızı istedikleri şeylerin çoğu zaman birer uydurma sözler olduklarından habersizler. Çünkü bu kimselerin söyledikleri şeyler âyet gibi algılanıyor ve doğrululuklarından şüphe duyulmuyor.

Bence uzmanlarımızın söyledikleri şeyler ayet olmasın artık. Hiç kimsenin ahlâksız düşlerinin birer objesi de olmayalım. Bizleri kültürel yabancılaşmaya götüren tuzaklardan uzak duralım. Eşeğin gölgesini merâk etme hafifliğindeki ilgilerimiz artık son bulsun. Önümüze sunulan şeylerin arka plânında yatan şeyleri de görmeye çalışalım. Umulur ki bu bizleri başkalarının düşleri olmaktan kurtarır. Arkası olmayan hiç-bir eylemsel yönü bulunmayan sözleri de artık sarf etmekten kaçınalım. Bu tarz bizleri aşan sözleri söylememizin İslâm adına bizlere hiç-bir faydası bulunmamaktadır.

Åžunu artık görüyoruz ki; İnsanlar Kur’ân’ı kutsal metinler olarak algıladıkları için ne dediÄŸi ile ilgilenmiyorlar. Bilenlerimiz ise onu hep arapça metinler ile birlikte sunarak bu bilinmezliÄŸin sürdürülmesine katkıda bulunuyorlar. İslâm’ın bu çaÄŸa mesajı ne? bunu anlatanımız bunu dinleyenimiz maalesef yok. İslâm ne vaat ediyor, İslâm’ın ekonomik anlayışı ne? Kadına bakışı ne? evrensel deÄŸerlere bakışı ne? teröre bakışı ne? vatan kavramına ne anlam yüklüyor? Yoksula-işçiye ne vaat ediyor, emek deyince ne anlatıyor? Bu toplum için nasıl kurallar belirliyor? İktidar talebi var mı? Tüm bunların en azından bir parti tüzüğü kadar bu toplumun anlayacağı dilden yazıya dökülmesi anlatılması gerekiyor ki insanların kafalarında bir baÅŸka hayâl, bir baÅŸka yöntem var olabilsin.

Åžu-an ki hâlimiz ortada görünür bir ÅŸekil almış. Maalesef çok iyi ÅŸeyler söyleyemiyoruz.. Çok fazla eleÅŸtiri yapacak durumda da deÄŸiliz. Çünkü seslerimiz bir deÄŸil. Ve hâli ile güçlü deÄŸil. Sesimizi ÅŸu-an hiç kimse duymaz. Tekrardan, inşâ süreçleri ve bir-birlerimizi anlama dönemlerine geri çekilmeliyiz. ‘Ama’lı muÄŸlak ifâdelerden ve karşılığı ve eylemliliÄŸi bulunmayan sözlerden uzak durarak saÄŸlam zeminler oluÅŸturmalıyız. Bakalım böylesi kaç yol arkadaşı bulabileceÄŸiz. Belki de böylelikle baÅŸkalarının yaptıkları ÅŸeyleri konuÅŸuyor olmaktan uzaklaşırız. Bizler neler yapıyoruz? Neler yapabiliriz? sorusunun gündemini yakalayabiliriz. Ya da eÅŸeÄŸin gölgesi hafifliÄŸinde ki sözlerimize, konuÅŸmalarımıza devâm ederiz”.

Abdullah Bircan:

“Sûni sorunlar ortaya konuluyor ve bu sorunlara, tartışmalarla cevaplar bulunmaya çalışılıyor. Ve siyâsi iktidârın yapısı da bu tür tartışmaların ortaya çıkmasına müsâit. Hattâ tâbir-i câizse, siyâsi iktidârın yaÄŸcısı konumundaki, “ulemâ” sınıfı da bunları siyâsi iktidâra taşıyor ve siyâsi iktidâra taşıttırıyor. Yâni siyâsi iktidârın yanında yer almakla, bizzat bu sûni sorunlarının bayraktarlığını yaptırıyor” der.

Aşırı açıklama-yorumlama insanları Kur’ân’dan daha fazla uzaklaÅŸtırıyor: “Andolsun, biz bu Kur’ân'da çeÅŸitli açıklamalar yaptık, öğüt alıp-düşünsünler diye. Oysa bu, onların daha uzaklaÅŸmalarından baÅŸkasını arttırmıyor” (İsrâ 41).

Suat Yıldırım:

“İnsanların çoÄŸunu etkisi altına alan bir yanlışlık da, kendisi için en önemli iÅŸi bırakıp daha tâli iÅŸlerle meÅŸgûl olunmasıdır. Bir-gün Peygamber Efendimiz (a.s.)’a yolda rastlayan biri: “Kıyâmet ne zaman?” diye sorunca: “Ey Allah’ın kulu! Sen kıyâmet için ne hazırladın?” diye cevap vererek aynı noktaya dikkat çekmiÅŸtir” der.

Bu din kuru bir mâneviyat dîni deÄŸildir. Yorum ve açıklama yapmanın bir sonu da yoktur ve çok basit bir konu bile yorumlamaya baÅŸlanınca sonu gelmez. Hristiyanlar yaklaşık iki bin senedir Hz. İsâ’nın ilahlığı ve teslis denen ÅŸirk konusunda sonsuz yorumlar yapmalarına raÄŸmen bir türlü sonunu getiremediler ve net bir sonuca da varamadılar varamazlar da.

Kelimelerin rûhu yüreğe hitâp etmedikçe, anlamları insanı harekete geçirmez. Konuşmak için sadece bilmek yeterli değildir, yapabilmek de gerekir.

İnançlarımızın, düşüncelerimizin belirleyici ve etkili bir nitelik kazanarak bir irâdeye dönüşmesi için, toplumsal bir bilinç düzeyine yükseltilmesi gerekir. Bilgiden ziyâde bilinçlenmek önemlidir. Bilinçsiz yapılacak hareketler ve hattâ devrimlerin-zaferlerin sonu daha da kötü olan bir sonuç çıkarabilir ortaya. Ali Åžeriati: “Devrimin zaferi, toplumun bilinçsizliÄŸi ile fâciaya dönüşebilir” der.

“Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur’ân'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaâddir. Allah'tan daha çok ahdine vefâ gösterecek olan kimdir? Åžu-hâlde yaptığınız bu alış-veriÅŸten dolayı sevinip-müjdeleÅŸiniz. İşte 'büyük kurtuluÅŸ ve mutluluk budur” (Tevbe 111). 

Bu âyet binlerce ve binlerce kere okunuyor, kritiği yapılıyor, kelimelerinin köklerine iniliyor. Binlerce kez tefsiri yapılıyor ama hayâta geçmiyor. Geçecek gibi de görünmüyor. Hattâ öyle bir niyet de yok.

Nihâyetinde fikirler “gerçekler” deÄŸildir. Hâlbuki dışarıda nesnel gerçeklikler vardır ve sanal fikirler bu gerçekliÄŸe, gerçekliklerin içine girmediÄŸi zaman bir etkide bulunamazlar. Bir fikrin sanallıktan kurtulması için onun hayâta dönüşmesi/düşmesi gerekir ki gerçek olsun. Böylece sorunları da çözsün. Fakat hayâta dönüşmeyen çalışmalar yapılıyor.  Böyle yapmakla vahyi arkaya atarak aklı ön-plana getirmiÅŸ oluyorlar. Akla uyulmuÅŸ oluyor.

Marx:

“Filozoflar dünyâyı çeÅŸitli biçimlerde anlamaya/yorumlamaya çalıştılar; ama asıl yapılması gereken ÅŸey onu deÄŸiÅŸtirmektir” der.

Dücâne Cündioğlu:

“Dünyâyı deÄŸiÅŸtirmeyi baÅŸaramazsan, o seni deÄŸiÅŸtirir, hiç merak etme!” der.

Aliya İzzetbegoviç:

“Laiklik ve milliyetçilik burada hiçbir olumlu içeriÄŸe sâhip deÄŸillerdi ve hakîkatte sâdece bir ÅŸeylerin yalanlanması idiler. Kökü ve içeriÄŸi bakımından yabancı olan bu iki fikir aslında hüküm süren miskinliÄŸin ifâdesi idiler. Pratikte İslâm-dünyâsındaki dramın son perdesinin baÅŸlatılması bu iki cereyan sâyesinde oldu.

İslâm’i toplum ve İslâm’i iktidar. İlki İslâm’i düzenin içeriÄŸi, ikincisi de formudur. İslâm’i iktidar olmadan İslâm’i toplum tamamlanmamış ve güçsüzdür; İslâm’i iktidar ise İslâm’i toplum olmaksızın ya ütopya veya zulümdür.

Genel olarak müslüman, birey olarak var deÄŸildir. Müslüman olarak yaÅŸamak ve ayakta kalmak istiyorsa eÄŸer o, ortam, topluluk ve düzen yaratmak mecbûriyetindedir. O Dünyâ’yı deÄŸiÅŸtirmek zorundadır, aksi taktirde o deÄŸiÅŸecektir. Târihte var olan hiç-bir hakîki İslâm’i hareket yoktur ki aynı-zamanda siyâsi hareket olmasın. Bunun sebebi İslâm’ın bir din olmakla beraber aynı-zamanda da onun bir felsefe, ahlak, düzen, tarz, atmosfer, tek kelimeyle hayâtın tamâmını kuÅŸatan bir ÅŸey olmasındandır. İslâm’i inanç ile, gayr-ı İslâm’i yaÅŸamak, üretmek, eÄŸlenmek ve hüküm sürmek mümkün deÄŸildir. Bu durum ya münâfıklar ya da mutsuz ve birbiriyle çatışan insanlar için geçerlidir. (Ne Kur’ân-ı Kerim'i terk edebiliyorlar ne de bulundukları ÅŸartları deÄŸiÅŸtirmek için kendilerinde güç bulabiliyorlar). Ya bir çeÅŸit keÅŸiÅŸ ve yalnızlığı seçen kimseler (onlar Dünyâ’dan elini çekiyorlar, çünkü o Dünyâ İslâm’i deÄŸildir) veya nihâyetinde İslâm ile ilgili ikilemde olan insanlar ki bunlar İslâm’ı terk edip vâr-olan hayâtı ve dünyâyı olduÄŸu gibi daha doÄŸrusu baÅŸkalarının o dünyâyı biçimlendirdikleri gibi benimserler.

İslâm’i düzen toplumun bu gibi çatışmalarının olmadığı bir durumdur ve müslümanın bulunduÄŸu ortamla tam uyum içinde olduÄŸu bir sistemdir. “Müslüman toplumu nedir” sorusuna biz: “Müslümanlardan oluÅŸan birliktir” diye cevap veririz ve bununla her ÅŸeyin ifâde edildiÄŸini düşünürüz ve iÅŸ bitmiÅŸtir.

Kur' an-ı Kerim' de izâfi olarak çok az “kanun” vardır. O daha çok bu dîne uygun bir biçimde hayâtı gerçekleÅŸtirecek “din” talep etmektedir.

Hayâtı sâdece din ve duâ ile deÄŸil, aynı-zamanda çalışma ve bilimle tanzim etmek gerektiÄŸine inanan, Dünyâ tasavvurunda ibâdethâne ile fabrikanın yan-yana olması gerektiÄŸine izin vermekle kalmayıp talep eden, insanları sâdece terbiye etmek deÄŸil, aynı-zamanda onların dünyâdaki hayâtını kolaylaÅŸtırmak gerektiÄŸini düşünen ve bu iki hedefin birbirine kurban edilmesi için hiçbir sebebin bulunmadığı fikrinde olan kimse, o İslâm’a aittir.

Aslında bilim ve teknolojiyi benimseme sorunumuz yoktur -zîra ayakta kalmamız için benimsemek zorundayız- sorun, bunu yaratıcı veya mekanik bir biçimde, şerefle mi yoksa aşağılık duygusu içinde mi yapacağız.

Târih sâdece sürekli deÄŸiÅŸimin deÄŸil, aynı-zamanda ve devamlı olarak imkânsız ve beklenmeyenlerin gerçekleÅŸmesinin hikâyesidir” der.

Dikkat edin; inandığınız gibi yaşamazsanız yâni inancınızı hayâta geçirmezseniz, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız. Yâni mevcut hayat şeytâni bir hayat olsa da benimsemeye başlarsınız. Hakîkat sâdece zihinde yaşandığında bir süre sonra hakîkat olmaktan çıkar ve bâtıl hâle gelir.

Bilmek/idrâk etmek, yaÅŸarken olur, otururken/okurken/düşünürken/konuÅŸurken deÄŸil. Bilmek yaÅŸarken olacağı için, anlatılamaz zâten. En büyük eksiklik bu iÅŸte. YaÅŸamak.. Bundan mahrumuz. Gevezelik yapmayı cennete götüren yol zannediyoruz. Cennet bedel ister. Zihinsel ve hemen arkasından fiîli. Bedeli olmayan ÅŸey cennete götürmez hâlbuki. Bilmenin ise ağır bir bedeli vardır. YaÅŸama döndürür. “YaÅŸama”nın doÄŸal bir zorluÄŸu/yükü vardır zîra. O yükü yüklenmeden bilinemez. O yükün altına girmeden bildiÄŸini zannedenlerin bildiÄŸi, zanlarıdır. Evet; zannederler.

ANLAMSIZ TEKRARLAR

Ahmet DavudoÄŸlu öğrencilerine: “Evlâdım! Bu okullarda size öğretilen ilmi bir ÅŸey zannetmeyin. Bu ilimler Osmanlı'nın kasabında-manavında da vardı. Bunları okumakla âlim olduÄŸunuz zannına kapılmayın” dermiÅŸ.

Aşırı-anlama çalışmaları ezberci yöntem ile yapıldığı için, çalışmanın sonuna gelindiğinde başı unutulmuştur ve hatırlamak için sürekli tekrar yapılır. Bu yüzden de bir türlü sahaya inemez. Hâlbuki yapılan/edilen/eylenilen şeyler unutulmaz.

Anlaşılan ÅŸeyin tekrar edilmesine gerek kalmaz. EÄŸer anlaşıldıysa neden sürekli tekrar edip duruluyor. Demek ki anlamanın da sonu yok. Sonu olmadığı için anlama olgusundan kurtulunamıyor ve dışarıdaki zulümler devam edebiliyor.  

Sohbet ortamlarında edinilen bilgiler ham bilgilerdir. Eyleme dönmemesinin nedeni büyük ölçüde budur Hâki Demir:

Zihni evrenin, ham bilgi ve ham duygu ile iÅŸgâl edilmesi, bir insanın başına gelebilecek büyük felâketlerden biridir. Terbiye edilmemiÅŸ (ham) duygular, nefsin elindeki nükleer silah gibidir. Kime karşı? İnsanın kendine karşı… İnsan, idrak sâhibi deÄŸilse bilgiler ham halde kalır. Duyguların terbiyesinde usûl ve cehd sâhibi deÄŸilse duygular ham halde kalır. Ham-bilgi ile ham-duygu zihnî evreni birlikte iÅŸgâl ederler. Bu durum, nefs ile ham-bilginin zihni evrende baÅŸ-baÅŸa kalmasıdır. Zihni evrende sâdece nefs ile ham-bilgi varsa ve özellikle fikir (idrâk) yoksa o zihinde kiÅŸinin kendisine yer kalmaz. Nefs ile dış-dünyâ arasında bir masa-tenisi baÅŸlar ve mütemâdiyen devâm eder. Artık etki-tepki sarmalına teslim olunmuÅŸ demektir. Hesapsız miktarda bilgi fakat sıfıra yakın idrâk (fikir), mütemâdi tekrarlar meydana getirir. Nakledilecek ÅŸey bilgi olduÄŸu için ancak tekrar edebilir. Fakat bu durum böyle gitmez. Tekrarlar bıkkınlık vermeye baÅŸladığında aşırı yorumlama baÅŸlar. Zîra bilgi üzerinde, ihtimal hesabıyla deÄŸiÅŸiklikler yapmaya baÅŸlarlar. Ölçüleri imhâ ettiklerini anlamazlar. Küçük adamların büyük laflar etme çabasıyla kıvranmaya baÅŸladığı an, hakîkatin katledilmeye baÅŸlandığı andır” der.

Bu tarz yapılanmalar dinsel olmaktan ziyâde siyâsaldırlar. Siyâsilere hizmet eder ve onların işlerini kolaylaştırır. Fiîli bir îtiraz yoktur çünkü.

Erol Anar:

“EÄŸer bir insan gerçekliÄŸi yaÅŸamıyorsa, özünde kendisini de yaÅŸamıyor demektir; o bir baÅŸkasının hayâtını yaÅŸamakta ve bunu da ona biçilen rôl kadar yapabilmektedir. O zaman artık o kendisi deÄŸildir, tıpkı gerçeÄŸin tersine çevrilmesi gibi. GerçeÄŸin olmadığı bir yerde, özünde insan da gerçek deÄŸildir. O kendine yabancılaÅŸmış bir madde yığınıdır sadece” der.

Hüseyin Alan:

“Modernizm müslümanların hayatını alt-üst eden en olumsuz etki, müslüman’ca bilgi sistematiÄŸimizin deÄŸiÅŸtirilmesidir. Bilgi üreten kurumlar, bilginin amacı gibi temel konular da bu nedenle deÄŸiÅŸti. Bu deÄŸiÅŸim, müslümanın Dünyâ’ya, eÅŸyaya, varlık-âlemine ve hayâta bakışını da deÄŸiÅŸtirdi. Var-oluÅŸ amacını ve deÄŸerlerini de bu sâyede fark etmeden deÄŸiÅŸtirmiÅŸ oldu. Bu-gün tipik oryantalist aklıyla hayâta, topluma, ekonomiye ve siyâsete bakış-açısını bu sebeple edindi. İlginç gelebilir ama söylenmeli ki müslümanlar artık Kur’ân’ı usulsüz okurken, okuduklarından bilgi üretirken kendi târihlerine, köklerine, birikimlerine ve deÄŸerlerine yabancı kalıyorlar, çünkü akıl-yapılarındaki deÄŸiÅŸimi fark etmediler.

O hâlde soru ÅŸudur: müslümanlar bu hayatta nasıl yaşıyorlar? Cevâbı basittir. Müslümanlar da dinlerini “religion” manasına indirgediler, yâni bireysel inanç ve vicdân özgürlüğü çerçevesiyle sınırladılar. Hayâta, topluluk hayâtına yansımayan bir inanç-biçimi bu. O nedenle söz-gelimi bu-gün İslâm dîni bu hayâtı yönlendirmiyor, yorumlamıyor” der.

ILIMLI İSLÂM PROJESİ

Ubeydullah Toprak yazısında:

“Rand Corporation’un ılımlı İslâm raporunda ÅŸunlar söylenir: ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) 1989 yılında Rand Corporation adlı kuruluÅŸtan, “Türkiye’de İslâm’i Radikalizmin GeleceÄŸi” konulu bir rapor istemiÅŸtir. Bunun üzerine Rand Corporation, CIA’nin en önemli isimlerinden Graham Fuller baÅŸkanlığında bir ekip kurmuÅŸ ve hazırlıklara baÅŸlamıştır. Ekipte bazı Türk uzmanların yanı-sıra CIA’nın Ankara İstasyon Åžefi Paul Henze gibi istihbaratçılar da yer almıştır. Hazırlanan 79 sâhifelik raporun son bölümünde ÅŸu ifâdelere yer verilmiÅŸtir: “Türkiye’de İslâm’ın yükselmesi olgusuna dik­katli ve seçici bir ÅŸekilde yaklaşılmalıdır. Ancak, ihtiyatlı ve al­Ã§ak perdede kalarak Amerikan çıkarlarına en iyi hizmet müm­kündür. İslâm’ın rolünü etkileme konusunda en ufak bir açık Amerikan giriÅŸimi, ABD’nin çı­karlarına hizmet etmez. Yönetim konuya dönük politikalarını for­müle ederken hem Türkiye’de la­ik modeli destekleyen, hem de İslâm’i güçlerle açık bir çatışma­dan kaçınan nâzik bir denge ya­kalamak durumundadır. Türkiye’ye Nato çer­Ã§evesinde daha fazla yükümlü­lükler verilmeli, Nato strateji­leri konusunda Türk resmî ma­kamlarına daha fazla danışılma­lıdır. DiÄŸer taraftan ABD’nin laik-seküler hareketleri desteklemesi, bu-arada Türkiye’de­ki Amerikan menfaatlerine daha iyi hizmet edecek politikalar ge­liÅŸtirmeye çalışması gerekir. Ayrıca İslâm’i hareketin ılımlı üyeleri ile ihtiyatlı ve gayr-i res­mî temasların kurulması ve yeni dünyâ-düzenine uygun dînî yorumların yayılmasının saÄŸlanması gerekir.

1999 yılında dönemin ABD BaÅŸkanı Clinton, Türkiye ile İslâm’ı özleÅŸtiren yeni bir terim üreterek, Türkiye’yi “Laik bir İslâm Devleti” olarak tanımlamıştır. Bu tanım, Büyük  OrtadoÄŸu Projesine baÄŸlı “Ilımlı İslâm” fikriyâtının ne zaman ÅŸekillenmeye baÅŸladığının açık bir iÅŸaretidir. ABD’nin Büyük OrtadoÄŸu Projesi içerisinde, müslüman kimlikli tüm ülkelere kısaca vermek istediÄŸi mesaj ÅŸudur: “Müslüman bir halk, laik ve demokratik bir sistemle yönetilebilir. İşte size bir örnek: Türkiye.

Bu baÄŸlamda, 2003 tarihinde “RAND Corporation” kuruluÅŸu tarafından “Sivil Demokratik İslâm: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler” baÅŸlıklı 88 sayfalık kapsamlı rapor George W.Bush yönetimine sunuldu. “İslâm ve müslümanlar, Batı demokrasisi deÄŸerlerine ve küresel düzene uyumlu hâle getirilemezse, medeniyetler çatışması olasılığının yüksek olduÄŸu” tezinden yola çıkılan bu raporda; İslâm coÄŸrafyasının nasıl denetim altına alınacağına dâir bir strateji önerilmektedir. Dünyâ-müslümanları; kökten-dinci/radikal müslümanlar, muhafazakar/geleneksel deÄŸerleri savunan cemaatler, modernist/ılımlı müslümanlar ve laikler olmak üzere dörtlü tasnife tâbi tutulmuÅŸtur. Bu grupların bakış-açıları analiz edilerek ÅŸu sonuçlara varılmıştı (özetle):

1-Kökten-dinci/radikal müslümanlar: İslâm’ın ÅŸiddetten kaçınmayan, yayılmacı ve saldırgan yorumunun temsilcileridirler. Demokratik deÄŸerleri ve Batı kültürünü reddederler. Batı’ya, özellikle ABD’ye düşmanlık hisleri beslemektedirler. Geçici taktik düşünceler hâriç, bu grubu desteklemek bir seçenek olamaz.

2-Muhâfazakar/geleneksel müslümanlar: İslâm dîninin kurallarına sadâkatle baÄŸlı olmakla birlikte, saldırgan ve ÅŸiddet yanlısı deÄŸildirler. Radikal müslümanlara kıyasla daha ılımlı görüş taşırlarsa da, çaÄŸdaÅŸ demokrasileri ve Batı deÄŸerlerini gönülden kucakladıkları söylenemez. Bu gurup da, demokratik İslâm’ın örneÄŸi ve geçiÅŸ vâsıtası olmak için uygun düşmez. Bu grupla iliÅŸkilerde, barışçı bir görüntü vermek en iyisidir.

3-Modernist/ılımlı müslümanlar: İslâm’ın günümüzdeki katı anlayış ve uygulamalarında kapsamlı deÄŸiÅŸiklik yapılması konusunda ittifak hâlindedirler. Peygamber dönemindeki uygulamaları kabûl etmekle birlikte, o günlere âit sosyal ve târihi koÅŸulların bu-gün artık geçerli olmadığını savunurlar. TârihselciliÄŸi benimsemiÅŸlerdir. Temel deÄŸerleri; bireysel vicdânın üstünlüğünün yanı-sıra, eÅŸitlik ve özgürlüğe dayalı toplum anlayışıdır. Bu deÄŸerler çaÄŸdaÅŸ demokratik esaslarla baÄŸdaÅŸmaktadır. İslâm-dünyâsının, küreselleÅŸmenin bir parçası olmasını da arzu ederler. Bu nedenlerle ılımlı İslâm, demokratik İslâm’ın örneÄŸi ve esas vâsıtası olmak için en uygun olanıdır.

4-Laik-seküler dünyâ-örüşlerini savunan aydınlar: Batı demokrasileri tarzında din ile devlet iÅŸlerinin ayrılmasından yana olup, din olgusunu kamûsal alandan özel alana indirgemiÅŸlerdir. Politika ve deÄŸerler açısından Batı’ya en yakın olan gruptur. Bu olumlu özelliklerine karşılık, genellikle yarı-demokratik görünümlü otoriter bir yapıyı esas alan laik guruplar, çoÄŸunlukla solcu ve saldırgan milliyetçi ideolojileri benimsemiÅŸlerdir.

Raporda, Amerika’nın İslâm’ı kontrol altına alması için neler yapması gerektiÄŸi maddeler hâlinde şöyle sıralanmıştır (özetle):

Modernist/ılımlı İslâm cemaatleri desteklenmelidir. Bu kapsamda; özellikle mâli destek saÄŸlanmalı, lîderlik modeli oluÅŸturulmalı ve bu modele uygun kanaat önderleri tesbit edilmelidir. İslâm’da devlet ve dînin ayrı tutulabileceÄŸi (lâiklik), bunun inanca zarar vermeyeceÄŸi, aksine onu güçlendireceÄŸi fikri ısrarla iÅŸlenmelidir.

Muhâfazakâr/geleneksel değerleri savunan kanaat önderlerinin kusurları ön-plâna çıkarılmalıdır. Radikâl/kökten-dinci müslümanlar ile muhâfazakarların arasının iyice açılması gerekir. Siyâsi hedefleri olmayan tasavvufi hareketlerin teşvik edilmesi ve sufiliğin yaygınlaştırılması teşvik edilmelidir. Ilımlı İslâm cemeatlerine yakın görüşte olan muhâfazakâr/geleneksel müslümanların, ortak hareket etmeleri sağlanmalıdır.

Radikal/Kökten-dinci hareketlerle mücâdele edilmesi, onların birbirlerine düşürülmesi hayâti bir öneme hâizdir. Bu kapsamda; yasa-dışı faaliyetlerin açığa çıkarılması, yaptıkları şiddet eylemlerinin olumsuz sonuçlarının abartılması gerekir.

RAND Raporunun son bölümünde ‘Derin Strateji’ baÅŸlığı altında, ‘ılımlı İslâm’i bir lîderin hazırlanması’ üzerinde durulmuÅŸ ve tâkip edilmesi gereken siyâset şöyle ifâde edilmiÅŸtir: “Ilımlı İslâm’cılar’ın cesur sivil kanaat önderleri olmaları yeterli deÄŸildir. Bu önderlerin demokrasi, insan ve kadın hakları konusunda etkili projeler geliÅŸtirmeleri saÄŸlanmalıdır. İslâm’ın bir üst-kimlik olduÄŸundan çok, insanların kimliklerinin bir parçası olduÄŸu tezi iÅŸlenmelidir. Sivil-toplum örgütleri oluÅŸturulması ve ılımlı kanaat önderlerine yardım edilmesi, hayâti öneme hâizdir.”

GeçtiÄŸimiz otuz yıl içerisinde; hevâlarını ilâh edinen müstekbirlerin (ABD ve müttefiklerinin) kurduÄŸu “dine karşı din” tuzağının bâzı zarûri sonuçları ortaya çıkmıştır. Bilhassa Mısır’da İhvan-ı Müslimin hareketi ile Selefi Nur Partisi’nin birbirleriyle olan mücâdelesi bunun en güzel delilidir. Sûriye, Tunus ve Libya’da; RAND Raporu’nun son bölümünde yer alan tuzaklar hayâta geçirilmiÅŸtir. Firâset sâhibi olan müslüman kanaat önderlerinin; velâyet hukûkunu ihyâ etmeleri ve fütüvvet ahlâkını ön-plâna çıkarmaları, “dine karşı din” tuzağının zararlarını ortadan kaldırabilir” der.

SoÄŸuk SavaÅŸ döneminde amaç “ılımlı komünizmi” getirmekti. Ve ılımlı komünizm (Glasnost), Sovyet BloÄŸunu yıktı.

Bu durum “SoÄŸuk SavaÅŸ”ın bir devâmı niteliÄŸindedir. Çünkü küresel güçler benzer ve hattâ daha güçlü bir zorlukla kaşı-karşıyadırlar. Bir makâlede bu konuda şöyle bir açıklama yapılır:

“ABD, aynen 1940’ların sonunda olduÄŸu gibi yeni ve zor bir jeo-politik durumla karşı-karşıya. SoÄŸuk SavaÅŸ’ın başındaki tehdit nükleer güç Sovyet Rusya öncülüğündeki küresel komünist hareketti. Bu-günkü tehlike ise terörizm ile Batı’yı hedef alan “Küresel Cihad Hareketi”dir. Her iki durumda da politikacılar ideolojik bir savaşın var olduÄŸu ve bu savaşın da diplomatik, ekonomik, askerî ve psikolojik alanlarda yürütülmesi gerektiÄŸi konusunda hem-fikirler. Fakat günümüzdeki savaşın SoÄŸuk SavaÅŸ dönemindekinden farkı -bir hükümeti ve coÄŸrâfi sınırları olan bir ulus-devlete karşı deÄŸil de- sınırları belli olmayan, uluslar-arası normları reddeden gölge gruplara karşı veriliyor olması. Bu farklılık nedeniyle ABD yeni ve farklı bir ÅŸebekeleÅŸme stratejisi geliÅŸtirmeli.

ABD, Ilımlı İslâm Şebekelerinin Oluşumunu Nasıl Sağlayabilir? Rand Araştırmacılarının ABD hükümetine Önerileri:

1-ABD hükümeti, tüm Dünyâ’da bir Ilımlı İslâm AÄŸ Örtüsü oluÅŸturmayı kendi politikasının açık bir amacı hâline getirmeli ve bunları kendi strateji ve programlarına baÄŸlamalı.

2-Bu stratejinin etkili bir şekilde yürütülmesi için ABD hükümetinin içinde bu çalışmalara rehberlik edecek, yönetecek ve denetleyecek kurumsal yapılanma oluşturulmalı.

3-ABD, kendi desteğinin İslâm-dünyâsındaki düşünce-savaşını en fazla etkileyebilme olasılığı olan iş-birlikçi, program ve bölgeler üzerinde yoğunlaşmalı.

4-İş-birlikçiler, demokratik kültürün temel değerlerine bağlı olanlardan seçilmeli.

5-İlk-aşamada çabalar, güvenilen çekirdek bir iş-birlikçi grup üzerinde yoğunlaşmalı (Meselâ Nurcular/Fethullahçılar H.G.) ve daha sonrasında da kapsamlı bir şekilde genişletilmeli. Oluşturulması planlanan şebekenin yapı-taşlarının oluşturulması için ilk-aşamada birlikte çalışılacak çekirdek iş-birlikçiler için şu beş grup hedef alınmalı: Liberâl ve laik müslüman akademisyenler ve aydınlar, genç ılımlı dînî lîderler, topluluk eylemcileri, kadın hakları konusunda kampanyalar yürüten kadın grupları, ılımlı gazeteci ve yazarlar.

6-Var olan ve de potansiyel iÅŸ-birlikçilerin oluÅŸturduÄŸu bir ‘uluslar-arası veri-tabanı’ oluÅŸturmalı.

7-Bu şebekeyi desteklemek için çok iyi hazırlanmış bir plân oluşturmalı.

8-Bu konuda yapılan çalışmaları denetleyebilmek için ‘geri-bildirim döngüsü’ (feedback loops) oluÅŸturmalı.

9-Avrupa’daki müslüman toplumlarından, Türkiye’den, GüneydoÄŸu Asya’dan ve diÄŸer açık toplumlardan (open societies) bütün Orta-doÄŸu’ya bu ılımlı düşüncelerin yayılması saÄŸlanmalı.

10-ABD daha önce SoÄŸuk SavaÅŸ döneminde olduÄŸu gibi- âdeta bir vakıf gibi hareket etmeli ve ÅŸu meseleleri ele alıp geliÅŸtirebilecek programları desteklemeli: demokratik eÄŸitim, ılımlı medya, kadın-erkek eÅŸitliÄŸi, İslâm’i metin ve gelenekten demokratik ve çoÄŸulcu deÄŸerler türeten öğretiler ve ılımlı gündem.

11-ABD’nin odak noktası Orta-doÄŸu’dan ziyâde daha fazla hareket serbestisine sâhip olduÄŸu müslüman-dünyânın diÄŸer bölgelerine kaydırılmalı, çünkü bu bölgeler faaliyet ve etkiye daha açık olduÄŸundan buralarda baÅŸarılı olma ÅŸansı daha yüksektir. Bu nedenle ÅŸebeke oluÅŸturma çalışmaları Avrupa’daki müslüman diasporasında, GüneydoÄŸu Asya ve Türkiye’deki müslümanlar arasında yoÄŸunlaÅŸmalı. Orta-doÄŸu’daki çalışmalar ise göreceli olarak daha ‘açık’ olan toplumları hedef almalı. Radikal düşünceler Orta-doÄŸu’dan Dünyâ’nın diÄŸer bölgelerine yayıldığı için öyle bir ÅŸebeke ağı oluÅŸturulmalı ki, İslâm’ın modern yorumları diÄŸer bölgelerdeki ılımlı müslümanlardan Orta-doÄŸu’ya doÄŸru aksın.

“ABD bu grup (ya da kiÅŸilerin) resmî ziyâretlere katılımlarını saÄŸlayarak, kendi kamu-oylarında ve siyâset çevrelerinde daha iyi tanınmalarını saÄŸlamalı”.

Son dönemde birden-bire popüler olan entelektüelleri, ılımlı din-bilginlerini, dernekleri, gazeteci ve yazarları ÅŸimdi bir kere daha düşünün. Ya da Amerikan karşıtı iken, Bilderberg toplantılarına katılacak kadar ılımlılaşıveren siyâsi, akademisyen ve yazarları… Karşınıza bambaÅŸka bir pencere açılacaktır.

Rand’ın önerileriyle, yaÅŸadığımız geliÅŸmelerin bire-bir nasıl örtüştüğü görülüyor”.

Ali Kaçar:

‘Ilımlı İslâm’, emperyal küfür güçlerinin İslâm’ı dönüştürme/deÄŸiÅŸtirme projesidir. Ilımlı İslâm projesi, İlâhi din İslâm’ın içinin boÅŸaltılarak ilâhi özelliÄŸinden soyutlama ve bâtıl dinlerin kuralları ile tamamlama ya da yerine geçirilme projesidir. Bu projenin temel özelliÄŸi, İslâm’ın asıl mecrâsından çıkarılarak demokratikleÅŸtirilmesi, liberâlleÅŸtirilmesi ve ılımlaÅŸtırılmasıdır. Böylece ortadan tamamen kaldırmaya güç yetiremedikleri İslâm, dönüştürerek, -en azından- kendileri için ‘zararsız’, “birlikte yaÅŸamaya elveriÅŸli” hâle getirilmiÅŸ olunur. Bu hedefe ulaÅŸmak için bütün imkânlar seferber edilmiÅŸ durumdadır.

İslâm’ı ılımlılaÅŸtırma, hevâ ve hevese uygun hâle getirme giriÅŸimlerinin yeni olmadığını biliyoruz. Hz. Peygamber (as) döneminde Mekke-müşrikleri de benzer faaliyetlerde bulunmuÅŸlardır. Mekke’nin oligarÅŸik güçleri, Hz. Peygamber (as)’ı ve getirdiÄŸi mesajı, baskıyla, iÅŸkenceyle, katliamla engelleyemediklerinden çeÅŸitli sinsi plânlara baÅŸ-vurmuÅŸlardır. Bu plânların başında ise, sûret-i haktan görünerek ‘uzlaÅŸma’ yolu gelmekte idi. Çünkü ancak bu yolla Hz. Peygamber (as)’ın devre-dışı bırakılacağı düşünülmekte idi. Dünyevî anlamda yapılan bütün uzlaÅŸma teklifleri Hz. Peygamber tarafından reddedilince, sıra kolay-kolay karşı koyamayacağı bir teklife gelmiÅŸti. O da Mekke kâfirlerinin, biraz sen bizim dînimizi kabûl et, biraz da biz senin ilâhına tapalım yollu teklifi idi. Zâten Kur’ân-ı Kerim, Mekke kâfirlerinin, hem de ta risâletin başından îtibaren, peygamber Muhammed (sav)in kendilerine yumuÅŸak davranmasını arzu ettiklerini, böylece kendilerinin de Muhammed’e yumuÅŸak davranacaklarını vaat ettiklerini haber vermektedir. (68/9). Hz. Peygamber (a.s), Mekke-müşriklerinin her türlü ‘uzlaÅŸma’ talebini kesin bir dille reddetmiÅŸti. (Kâfirun Sûresi) Çünkü tevhid ile ÅŸirkin, küfür ile îmanın, mü’min ile kâfirin, muvahhid ile müşrikin, uzlaşı içerisinde bir-arada yaÅŸaması asla söz-konusu deÄŸildir.

Ancak küfür güçleri, bu arzularından hiçbir dönem vaz-geçmemiÅŸlerdir. Her dönem farklı yol ve yöntemler deneseler de, hedefleri hep aynı olmuÅŸtur; İslâm’ı ve müslümanları dönüştürmek ve kendi arzularına uygun yeni bir din oluÅŸturmak. Ne yazık ki, küfür-güçlerinin bu arzusu kıyâmete kadar da devâm edecektir.

Ilımlı İslâm projesi, emperyâl amaçlı olup bir ABD projesidir. ABD bu projeyle, İslâm coÄŸrafyasında kendi menfaatlerini tehdit edecek tarzda geliÅŸmekte olan İslâm’i hareketleri, ya bütünüyle yok etme ya da terörize ederek bölge-halkları nezdinde marjinalleÅŸtirmeyi hedeflemektedir. Bu nedenle Afganistan, Irak gibi ülkeleri iÅŸgâl etmiÅŸ, bir-çok bölgede de izinsiz nokta-operasyonları gerçekleÅŸtirmiÅŸ, yüz-binlerce mâsum insanı katletmiÅŸ, yer-altı ve yer-üstü kaynaklarını yaÄŸmalamış, ama yine de baÅŸarılı olamamıştır. Oysa ABD, yakın bir zaman öncesine kadar, ‘YeÅŸil KuÅŸak Projesi’ ile İslâm coÄŸrafyasındaki iÅŸ-birlikçi yönetimlerin de yardım ve desteÄŸiyle müslümanları, Sovyetler BirliÄŸi’ne karşı verdikleri mücâdelede desteklemiÅŸtir. Bu-gün ise, dün Sovyetler BirliÄŸi’ne karşı desteklediÄŸi müslümanları, ılımlı ve radikal (kökten-dinci-Fundamentalist) diye kendi içerisinde parçalayarak, birbirine karşı kullanma projesini devreye sokmuÅŸtur. ABD, adı ‘Ilımlı İslâm’ olan bu proje ile Hak din İslâm’ın karşısına, ÅŸekilsel olarak İslâm’a benzeyen, ama İslâm’la hiç ilgisi olmayan sahte bir dîni çıkarmayı yâni dîne karşı dîni kullanmayı amaçlamaktadır.

“Ilımlı İslâm”, “YeÅŸil KuÅŸak İslâm” projesinden farklı özellikler taşımakta idi. Çünkü ‘YeÅŸil KuÅŸak’ projesinin amacı, müslüman halkları Sovyetlere karşı kalkan yapmak için desteklemekti. SoÄŸuk SavaÅŸ sonrasında geliÅŸtirilen ‘ılımlı İslâm’ projesinin amacı ise, müslümanlara karşı, geleneksel, İslâm’i bilinçten yoksun müslüman kitleleri çıkarmak ve kendi içinde çatıştırmaktı. Ilımlı İslâm projesi, ilâhı beÅŸer olan yeni bir dîni ön-görmekte idi. ABD güdümündeki bu yeni dîne göre, “Cihat”, artık terörist bir faaliyet olarak îlan edilmekteydi. Ülkelerinin bağımsızlığı için savaÅŸanlar ise, artık ‘YeÅŸil KuÅŸak’ dönemdeki gibi, “özgürlük savaşçıları” deÄŸil, “uluslar-arası terörizmin” taşıyıcıları olarak adlandırılmaktaydı. Çünkü ABD’nin İslâm coÄŸrafyasındaki hegemonik amaçlı iÅŸgâllerine, istilâ ve yaÄŸmalama faaliyetlerine karşı direnen İslâm’i hareketler, ancak bu ÅŸekilde ber-taraf edilebilirdi. Nitekim bu-gün bir-çok ülkede, bu İslâm’i hareketlere karşı verilen savaÅŸta emperyal iÅŸgâlci ülkelerin yedeÄŸinde payanda olarak bu iÅŸ-birlikçi bölge ülke yönetimlerini görmek mümkündür.

Burada, bu-günkü emperyâl ülkelere hizmet eden “ılımlı İslâm” projesi ile bir-önceki dönemin -soÄŸuk savaÅŸ- İslâm ülkeleri için tasarlanmış ‘YeÅŸil KuÅŸak Projesi’ arasındaki en belirgin farklılık emperyâl Batılı ülkelerin, soÄŸuk-savaÅŸ döneminin temel düşmanı “Sovyet yayılmacılığı” ve onun ÅŸahsında simgeleÅŸen “komünizm” idi. Materyâlist ve tanrı-tanımayan komünizme karşı, müslümanlardan beklenen, “cihada” daha fazla sarılmaları idi. Din, bu alanlarda, olabilecek en radikal tarzda yorumlanıyordu. Bu-gün ılımlı İslâm projesi ile tam tersi yapılmaktadır” der.

GENİŞLETİLMİŞ ORTA-DOĞU PROJESİ

GeniÅŸletilmiÅŸ Orta-doÄŸu İnisiyatifi (Büyük OrtadoÄŸu Projesi-BOP) ABD 43. BaÅŸkanı Bush hükümeti tarafından 2004 yılında ”büyük orta-doÄŸu” adıyla duyurulan en batıda Fas'ın Atlantik kıyılarından, en doÄŸuda Pâkistan'ın kuzeyindeki Karakurum yaylalarına, Kuzeyde Türkiye'nin Karadeniz kıyılarından, Güneyde Aden ve Yemen'e kadar uzanan bölgede, müslüman ülkelere demokrasi ihrâcını ve bu ülkelerin pazarlarının açılmasını amaçladığı iddia eden politik kuramdır.

Ahmet Kalkan bu konuda şunları söyler:

“Biz Büyük Orta DoÄŸu Projesi (BOP) deyip geçiyoruz; ama bu projenin tam adı “GeniÅŸletilmiÅŸ Orta DoÄŸu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Müşterek Bir Gelecek ve İlerleme İçin Ortaklık İnisiyatifi...” 

Projeyi Dünyâ’ya ilk duyuran kiÅŸi ise Amerika BirleÅŸik Devletleri’nin 43. BaÅŸkanı George W. Bush...

Projenin amacı; petrol-zengini müslüman ülkelere demokrasi ihraç etmek, bölgenin kontrolünü ele geçirmek ve bu zengin pazarların serbest rekâbete açılmasını sağlamak...

Proje, Batı’da Fas’ın Atlantik kıyılarından, DoÄŸu’da Pakistan’ın kuzeyindeki Karakurum yaylalarına...

Kuzey’de Türkiye’nin Karadeniz kıyılarından, güneyde Aden ve Yemen’e kadar uzanan bir bölgeyi kapsıyor...

Projenin bizim için önemi ise, Recep Tayyip ErdoÄŸan’ın “EÅŸ -BaÅŸkan” îlan edilmesi...

Ve daha sonra AKP yöneticileri tarafından yalanlansa da, kendisinin bunu tam 34 farklı yerde yaptığı konuşmada gururla ifâde etmesi...

ErdoÄŸan iki yıl önce, “ölmeden doÄŸan proje” dedi ve herkes de BOP’un gerçekten tezgâhtan kaldırıldığını düşündü, ama... ABD bu konuda oldukça kararlıydı... Kararlılığı da dönemin ABD DışiÅŸleri Bakanı Condoleezza Rice’ın 7 AÄŸustos 2003 tarihinde Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısı gözler-önüne seriyor:

Rice bu yazısında bölgede bulunan 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının deÄŸiÅŸtirileceÄŸini, Türkiye’nin de bunların içinde olduÄŸunu anlatıyordu.

ABD’nin Büyük Orta-doÄŸu Projesi ile beÅŸ temel hedefi vardı:

1-Orta-doÄŸu’nun kontrolünü ele geçirmek.

2-İsrail’in güvenliÄŸini garanti altına almak.

3-Zengin petrol ve doğal-gaz kaynaklarının denetimini sağlamak.

4-Avrupa BirliÄŸi, Çin ve Japonya’yı bölgedeki ekonomik zenginliklerden uzak tutarak, rekâbette öne geçmek.

5-Vâr-olduÄŸunu iddia ettiÄŸi “İslâm’i terör”ü bitirmek...

Batı tüm bunları T.C. örnekliği üzerinden yapmaya çalışıyor.

Müslümanlar, “yaÅŸayan/yaÅŸanan” bir fıkıh olmadığı için, sonsuz anlayışlarla ÅŸekillenmiÅŸ ve fıkhî düşüncelerle bezenmiÅŸ kitaplar yazıyorlar. Tabî ki bu da bir-çok ayrılığı/bölünmeyi yanında getiriyor.

“Ey îman edenler, Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudur. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o da onlardan olur” (Mâide 51).

“Sen onların dînine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da senden hoÅŸnut olmazlar” (Bakara 120).

Ayrıca kişisel gelişim kitapları da tağutların plânlarına katkı yapıyor.. İnsanları bu tarz plânlara uygun hâle getiriyor.

Sürecin nasıl iÅŸlediÄŸini demokrasi örneÄŸi üzerinden ÅŸu ÅŸekilde formülleÅŸtirebiliriz: Demokrasi; 1960’larda küfür, 1980’lerde haram, 1990’larda araç, 2000’lerde ise İslâm’ın ön-görüsü..

Atasoy Müftüoğlu:

“SoÄŸuk-savaÅŸ döneminde, insanlar saÄŸcı ya da solcu gündem doÄŸrultusunda zihinsel kontrole tâbi tutulurdu. Günümüzde bu kontrol, “sistemin içerisindekiler ve dışarısındakiler” merkezinde ÅŸekilleniyor. Seküler/liberâl/kapitâlist/saÄŸcı sistem, bu defâ sistemin dışında kalan İslâm’i unsurları tasfiye etmeye çalışıyor. Küresel sistem İran ve Hizbullah aleyhinde bir kanaât iklimi oluÅŸturmaya çalışıyor. Öykü’nün Türkiye’deki yansımalarını tâkip ettiÄŸimizde, İslâm’i kesimler nezdinde, İran ve Hizbullah hakkında olumsuz bir kanaât oluÅŸturduÄŸu açıkça görülebiliyor. GerçeÄŸin sınırları ile propagandanın/kurgunun sınırlarını ayırt edememek gibi bir sorunumuz var. Güçlü çıkarlara muhâlefet etmek, çok güçlü bir bilince sâhip olmayı gerektiriyor. Gerçeklerle, propagandanın sınırlarını fark edemeyenler, “Arap Baharı”, “Arap Devrimleri”, “Sûriye Devrimi” gibi konularda dramatik bir biçimde yanıldılar, yanıltıldılar” der.

Modern müslüman entelektüellerin bize gösterdiÄŸi ve yapılmasını istediÄŸi İslâm-anlayışı metodu, batı-merkezli bir metottur. Bahsettikleri metot İslâm’ın kendi iç-dinamiÄŸinden çıkmış bir metot deÄŸildir. Bu metot ile ne İslâm’ın iktidâr olması mümkün, ne de bir zulmün sona ermesi.. Kâfir bir metotla müslümanlık bir yere varamaz.

Abdurrahman Arslan:

“Belki bâzı ÅŸeyleri sistemleÅŸtirmemek de gerekiyor. Ama nereden baÅŸlayacağımızı biz biliyoruz. Biz İslâm’ın bilgisiyle yeni tanışmıyoruz. Biz 1400 seneden bêri hamdolsun müslümanız. Ve Hz. Muhammed’in (asm) gününden bêri bu bilgiyle tanıştık. Bu bilgiyle hayâtımızı ve zihnimizi düzenlemeye çalıştık. Bu bilginin müesseseleri de kurulmuÅŸtur. Onların içerisindeki bilginin tasnifi de yapılmıştır. Katılmayabiliriz. Biz bilgiyi yeniden tasnif ederiz. Ama bilginin ontolojik temeli üzerine konuÅŸamayız. Aslolan, İslâm’ın ontolojisi üzerinden kurulandır. Ben soruyorum. Bu konuyla ilgili bütün otoritelere soruyorum. İslâm âlimlerinin hazır ettiÄŸi usûl, tefsir usûlü, hadis usûlünün hâricinde hangi baba-yiÄŸit bu iyi bir usûldür diye gelebildi? Batı’dan çalıyorlar, İslâm’ın usulünün yetersiz olduÄŸunu söylüyorlar. Nereden çıktı bu? Bunu yüz yıldır söylüyorlardı, eyvallah. Ama ben biraz evvel dedim ki size, bu dönemin sonuna geldik. O zaman gelip bize desinler ki bu usûl yetersizdir, niçin yetersizdir, bu sorunun cevâbını versinler. Çünkü usûl çok ideolojik bir ÅŸeydir. Bu-gün eÄŸer post-modernist felsefe çıkmışsa usûlden, yâni batılı yöntemin krizinden çıktı. Usûl dediÄŸiniz öyle sıradan bir iÅŸ deÄŸildir. Bilgi de deÄŸildir. Bilgiyi üreten araçtır. Bu-gün müslümanların usûlü yok. Bilgi üretmiyorlar ki. Müslümanlar zâten taklit ve tüketim iliÅŸkisi içinde. Batı’da olanı İslâm’ileÅŸtirip gündelik hayâtımıza sokuyoruz.

Hiç-bir bilgi tarafsız deÄŸildir ve kendine göre bir sosyâl-dünyâ kurmak ister. Modernizm de kendine göre bir Dünyâ kurdu. Müslümanların sosyâl-dünyâları da deformasyonlara raÄŸmen İslâm’i deÄŸerler Dünyâsı içerisinde oluÅŸmuÅŸtur. O deÄŸerlerin referansıyla hayâtını idâme ettiriyordu.  ModernleÅŸmeyle birlikte bu Dünyâ yavaÅŸ-yavaÅŸ dönüşmeye baÅŸladı. Artık referanslar İslâm’dan çok modern-dünyâdan alınmaya baÅŸlandı. Müslümanlar da gündelik hayat pratiklerinden tutun da ideâllerine kadar İslâm’ın deÄŸerlerinden çok modernitenin ışığında geleceklerini kurmaya baÅŸladılar. Nihâyetinde İslâm’i yorumlar da modernitenin ışığında gerçekleÅŸti. İslâm bütünüyle olmasa da modernleÅŸme serüveninde modern-dünyânın deÄŸerlerine bağımlı hâle geldi” der.

“Ey iman edenler, yahudi ve hıristiyanları evliya (dostlar/idâreciler) edinmeyin; onlar birbirlerinin evliyası (dostları/idârecileri)dir. Sizden onları kim evliya (dostlar/idâreciler)  edinirse, kuÅŸkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluÄŸuna hidâyet vermez” (Mâide 51).

TAHRİF SÜRECİ NASIL BAŞLAR

Dînin, dindarları şekillendirmesi gerekirken; dindarlar dîni şekillendiriyor..

Peki bu aşırı-yorum nasıl yapılıyor? Meselâ Nûr Sûresi 55. âyeti aşırı yorumlamaya tâbi tutarak, laik-demokratik bir devlet ön-görüsünde bulunabilmek, ya da onu es geçtirecek ve gündemden düşürecek tarzda yorumlamaktır. Bu âyetin (Nûr 55) açık anlamını kaydırmak, “münâfıklığın müslümanlık zannedilmesi”dir.

Aşırı-yorumlamacıların düşünceleri, davranışları hâl ve hareketleri Kur’ân ile tutarsızdır. Ali Bulaç: 

“İslâm konusunda iç-dünyâmızda ne kadar tutarlıyız? Biz sâhiden Allah’ın irâdesine teslim olmak; yâni adâleti têsis etmek, birlik olmak, iyiliÄŸi hâkim kılmak ve yüksek bir ahlâkî hayâta ulaÅŸmak istiyor muyuz?” diye sorar.

Neden âyetlerdeki kelimelerin diÄŸer anlamları bu kadar çok araÅŸtırılıyor?. Ne bulmak istiyorsunuz ki?. Neden en meÅŸhur anlamı kullanmaktan kaçınıyorsunuz? Artık; “Galat-ı meÅŸhur, lugat-i fasihten evladır” baÅŸ-tâcı ediliyor. Yâni doÄŸru bilinen yanlışlar, az bilinen doÄŸrulara üstün tutuluyor.

Mustafa Çelik:

“Kelimelerin mânâlarıyla oynamak, kelimelerin yerlerini deÄŸiÅŸtirmek, bir YahudileÅŸme alâmetidir” der.

Ali Åžeriati:

“Kelimeler, cümlelerde anlamlı ve canlı birer varlık iken, sözlüklerde âdeta birer leÅŸ gibidirler” der.

İsmâil Raci Farûki:

“Zamanla, Arapça konuÅŸmayan kimi müslümanlar, Kur’ân öğretisini daha iyi bir ÅŸekilde öğrenmeye çalıştıklarında insan-biçimcilik (antropomorfizm) (teÅŸbih) hatâsına düşmüşlerdir. Müslüman toplumlar her-hangi bir mecâzi yorumun meÅŸrû kılınmasının, terimin sözlük anlamlarını olduÄŸu kadar, terimin deÄŸerini de kaçınılmaz olarak düşürebileceÄŸinden; zirâ sözlük anlamının kaldırılması durumunda anlamları sâbit tutacak ve onları akıntıda rast-gele yüzmekten koruyacak bir ÅŸeyin kalmayacağından korkuyorlardı. Bu, YahudiliÄŸin ve Hristiyanlığın HelenleÅŸtirme baskısı altında yaÅŸadığı ve netîcesinde her ikisinin de köklü bir dönüşüm geçirdiÄŸi asıl tehlikeydi. TeÅŸbih (insan-biçimcilik) ve tâ’til (sıfatların mecâzi olarak yorumlanmasıyla nötrleÅŸtirilmesi) yanlıştı. Birincisi aÅŸkınlığa, ikincisi Kur’ân’da Allah’a isnâd edilen sıfatların gerçeÄŸine zıddı; ki bu vahyin kendisini inkâr etmek demekti” der.

“Bu-gün size dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip-beÄŸendim” (Mâide 3).

“Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan, Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler (kesin anlamlı) muhkem'dir; diÄŸerleri ise (benzer anlamlı) müteşâbihtir. Kâlplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak (kendilerince asıl mânâ ve maksadını belirlemek) için ondan müteşâbih olanına uyarlar (müteşâbih âyetlerle meÅŸgûl olurlar). Oysa onun te’vilini Allah'tan baÅŸkası bilmez. İlimde derinleÅŸenler ise: “Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır” derler. Temiz akıl-sâhiplerinden baÅŸkası öğüt alıp-düşünmez. (Al-i imran 7).

İslâm târihindeki fitnelerin neredeyse tamâmı anlama-anlayamama ile ilgilidir.

Aşırı-anlama taraftarları Kitab’ın tamâmına müteşâbih âyet gibi muamele ederler. Hem de Mâide 3. âyetteki “tamamladım” ifâdesine raÄŸmen. Her kelimesini didik-didik etmeyi mârifet sayarlar. Oysa Kurán’daki âyetlerin ezici çoÄŸunluÄŸunu muhkem/apaçık/sarih âyetler oluÅŸturur. Zâten Kur’ân’ın müteşâbih olan âyetlerini de kimse kesin-doÄŸru bir ÅŸekilde açıklayamaz. Ancak, üzerinde derin düşünme ile ulaÅŸtıkları güzel yorumlarda bulunabilirler. Bu yorumlar mutlak açıklamalar deÄŸildirler. Meselâ ÅŸu-ana kadar kimse, güzel ve yerinde yorumlar yapmış olmalarına raÄŸmen mukattaa harfler/âyetler hakkında kesin bir açıklama/yorum yapamamıştır ve yapamazlar da. Velhâsılkelâm: Kur’ân’a sanki tüm harfleri/kelimeleri mukattaa imiÅŸ gibi davranmak yanlıştır.

Açık (sarih) âyetler zâten bellidir ve yorumlamaya gerek yoktur. Müteşâbih âyetlerin yorumunu ise sâdece Allah bilir.

Mustafa Öztürk:

Allah’ın temel taleplerini içeren âyetler mânâ ve mesaj yönünden gâyet sarih olup îzaha muhtaç deÄŸildir. Bu sebeple, mü’min/müslüman kimseye düşen, hayâtını bu âyetlerdeki emirler mucîbince tanzim etmektir. Buna mukâbil özellikle ilâhî sıfatlar ve âhiret ahvâliyle ilgili müteşâbih âyetlerde zâhirî anlamı kabûl etmek, te’vil cihetine gitmemek gerekir. Çünkü te’vil bir bidat örneÄŸidir. Bu çerçevede Hâricîlik, Cehmiyye, Kaderiyye, Bâtıniyye-İsmâiliyye ve Bâtıniyye’nin modern uzantıları konumundaki Bâbiyye ve Bahâiyye gibi fırkalara âit te’viller ile aşırı tasavvufî-işârî yorumlar tahrifle eÅŸ-deÄŸerdir” der.

Kur’ân “hayat” bulmadıkça sonsuz yorumların konusu olmaya devâm edecektir.

Aşırı-anlama çalışmaları metnin orijinal hâlini görmezden geliyor. Zamanla onu metin olarak deÄŸilse de anlayış olarak deÄŸiÅŸtiriyor. Hâlbuki ikisi birbirine ters olmamalıdır. Kur’ân, Allah’ın lafzını “kökü toprak altında sâbit ve dalları semâda olan bir aÄŸaç”a (14/24) benzetir. Anlam, kökten/metinden ayrı/aykırı olamaz.

Bu ÅŸekildeki çalışmalarla hiç-bir yere varılamaz.. Hiçbir zulüm/acı/ÅŸiddet/rezâlet sonlandırılamaz. Çünkü bu yapılan çalışma-sistemi liberâl taÄŸutların kulvarında yol almaktır. İslâm ise bize “baÅŸka görevler” yükler. O hâlde yapılması gereken, teoriden çok pratik çalışmalar olmalıdır. Ancak bu yolla olumlu deÄŸiÅŸiklikler olabilir. Ahmet Kalkan da bu konuda şöyle der:

“Mazlum halklar, Dünyâ’da izzeti, onurlu bir hayâtı, sömürüden, zulümden, adâletsizlikten arınmış âdil bir yönetimle yönetilmeyi ve âhirette kurtuluÅŸu istiyorlarsa, tevhidî adâlet sistemini, yâni İslâm devletini talep edip egemen kılmaya çalışmaktan baÅŸka yol olmadığını bilmelidirler. Biz muvahhid mü’minler, mazlum halkların zulümâtın gri tonlarında oyalanmamaları ve bir zulüm sisteminden bir baÅŸkasına savrulmamaları için uyarı görevimizi yerine getirmeliyiz.

O hâlde bölgenin mazlum halkları, karanlıkların koyusundan kaçarken, gri tonlara yakalanmamalı, laik/demokratik/liberâl modele îtibar ederek, yeni bir zulme muhatap olmamalıdırlar. Hepimizin yaratıcısı olan Rabbimiz, “ÅŸirk en büyük zulümdür” ve “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kâfirlerin, zâlimlerin ta kendileridir” buyurmaktadır. Hak ile bâtılın karıştırıldığı, sentezci, uzlaÅŸmacı, “ılımlı” modellerde, ÅŸirki ve tâğûtî nitelik devam etmekte ve dolayısıyla da, ilâhi vahyi dışlayarak, insan hevâ ve zannının ürettiÄŸi ana-yasa, sistem ve modellerde haksızlık, adâletsizlik ve zulüm kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır. Zulümden sâhici anlamda kurtulup, bütüncül gerçek adâlete ulaÅŸmak, ancak, bütün halkların ve insanların yaratıcısı olan ve hepsine adâletle en temel hakları lütfetmiÅŸ bulunan Allah’ın hükümlerine dayalı bir ana-yasayla ve İlâhî vahyi esas alan bir sistemle mümkündür.

Nasıl olur da size büyük zulümleri yapanların arkasındaki emperyalistlerin sizi tevhîdi yolunuzdan saptıracak ılımlı bâtıl modeline kanabilirsiniz? Size ve tüm Müslümanlara yakışan; Kur’ân’ın rehberliÄŸinden ve Resûlün (s.a.s.) önderliÄŸindeki ilk Kur’ân neslinin örnekliÄŸinden ayrılmamaktır. Türkiye’nin laik-liberâl-muhâfazakâr-demokrat modelini örnek alacağınıza, sizi Dünyâ ve âhiret saadetine ve sâhici, bütüncül adâlete kavuÅŸturacak olan İslâm’i devlet-sistemini kurarak, siz hem Türkiye’ye, hem bölgeye ve tüm Dünyâ’ya model olun da biz sizi örnek alalım”. 

Anlamak harekete geçirici deÄŸildir. Anlayıp kavramak îmâna ve harekete geçirmeye yetmez:Siz (müslümanlar,) onların size inanacaklarını umuyor musunuz? Oysa onlardan bir bölümü, Allah'ın sözünü iÅŸitiyor, (iyice algılayıp) akıl erdirdikten sonra, bile-bile deÄŸiÅŸtiriyorlardı” (Bakara 75). Hattâ yoldan bile çıkarabilir: “Hani sizden mîsak almış ve Tûr'u üstünüze yükseltmiÅŸtik (ve): Size verdiÄŸimize (Kitaba) sımsıkı sarılın ve dinleyin (demiÅŸtik). DemiÅŸlerdi ki: Dinledik ve isyân ettik. İnkârları yüzünden buzağı (tutkusu) kâlplerine sindirilmiÅŸti. De ki: İnanıyorsanız, inancınız size ne kötü ÅŸey emrediyor?” (Bakara 93). Dinleyip anlamak isyanı önlemiyor. Bunun garantisi anlamak deÄŸil, yapmaktır. Çünkü dinleyip anlamanın bedeli yok ama yapmanın bedeli var ve bu bedel çok ağır da olabiliyor.

Cemil Meriç:

“Bir kelimeyle İslâmiyet ilâhî bir hidâyettir. Bilgi kâfi gelseydi oryantalistlerin hepsi İslâmiyeti kabûl ederdi” der.

Hiç şüphesiz din, Allah katında İslâm’dır. Kitap verilenler (müslümanlar dâhil), ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki 'kıskançlık ve hakka baÅŸkaldırma' (baÄŸy) yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesâbı pek çabuk görendir (Âl-i İmran 19).

Bilgi tek-başına îman etmeyi saÄŸlamıyor ve bir kardeÅŸlik ÅŸuuru da oluÅŸturmuyor ve hattâ tam aksine anlaÅŸmazlık çıkarıyor. Çünkü bilgi, yanında ihtirâsı da taşıyor ve ayrılıklar doÄŸuruyor. Bu nedenle bilgi-bilinç çok önemli olmakla birlikte, bilgi-merkezli deÄŸil, kardeÅŸlik-merkezli birliktelikler devâm edebiliyor ancak. İlim sâhipleri o kadar ilme raÄŸmen ihtiraslarını yenemiyorlar âyetin de dediÄŸi gibi. Demek ki salt ilimle olmuyor. Sorumluluk ve fedâkârlık merkezli bir birliktelik olmayınca olmuyor. Ne de olsa, o kadar bilgiye raÄŸmen Åžeytan fitne çıkarmıştı ve ayrılık baÅŸlatmıştı. Oysa Âdem’i “kardeÅŸ” olarak görebilseydi, “cennet-hayâtı” devâm edebilecekti. Bilgi, yanında takvâyı da getirmiyor. Teslimiyet farklı bir ÅŸey. Eylemle-amelle alâkalı bir ÅŸey.

Kur’ân, meâlini-tefsirini okuyup anlamakla deÄŸil, rûhunu kavramakla idrâk edilebilir. Bunun için de, kıvrak bir zekâ deÄŸil, akleden bir kâlp gerekir.

Kur’ân’ın bir frekansı vardır. O frekansla aynı titreÅŸime girmedikçe Kur’ân idrâk edilemez. O frekansla, sâdece eylem hâlinde iken ve aynı frekansta titreÅŸirken (hareket- amel) hâlindeyken aynılaşılabilir. Kur’ân yoÄŸun bir titreÅŸimde iken; oturulan yerde, hareketsiz hâldeyken, az-buçuk bir titreÅŸimle aynı frekansa eriÅŸilemez. YaÅŸamadan anlaşılamaz Kur’ân. Kur’ân’ı anlamanız, daha doÄŸrusu idrâk edebilmeniz için, “yaÅŸamanız” lâzım. Onun sözlerini âyetlerini yaşıyor olmanız lâzım. Nasıl ki ibâdetlerimizi sâdece okumakla-düşünmekle deÄŸil de yerine getirmekle yâni yaÅŸamakla tam olarak idrâk ediyorsak, Kur’ân’ın tamâmını da o ÅŸekilde hayâtın tam orta yerinde yaÅŸanarak idrâk edilebilir. Yeryüzü zâten bize mescid yapılmıştır. Kur’ân eyleme dönüşmediÄŸinde sıradanlaÅŸmaya baÅŸlar. Her-ÅŸeyde olduÄŸu gibi. Kur’ân ancak eylem hâlindeyken bir ruh katabilir inancımıza.

Bilmek îman demek deÄŸildir, bilmek îman getirmiyor ve bu yüzden de harekete geçirmiyor: “Bizim kendilerine Kitap verdiklerimiz, onu, çocuklarını tanır gibi tanırlar. Kendilerini hüsrâna uÄŸratanlar; iÅŸte onlar inanmayanlardır” (En-âm 20).

“Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kâlpleri üzerine kat-kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, hangi apaçık-belgeyi görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o inkâr edenler, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: Bu, öncekilerin uydurma masallarından baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir derler” (En-âm 25). Âyetin de gösterdiÄŸi gibi, anlamak/kavramak/idrâk etmek zihin ile deÄŸil kâlp ile olur.

“Rabbimiz, içlerinden onlara bir elçi gönder, onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Şüphesiz, Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sâhibisin” (Bakara 129). Buradaki hikmet sünnettir. Peygamberimiz hem müfessir hem de mübelliÄŸdir. Fakat peygamberin yaptığı tefsir, Kur’ân’ı lisâni bir tefsire tâbi tutmak deÄŸil, canlı tefsir yapmaktır. Hayâtın tam ortasına Kur’ân’ı taşıyıp ve onu hayâtın tam ortasında yaÅŸarak tefsir etmektir. “Kitap ve hikmet” deniyor, hikmet bilmekle ilgili deÄŸil, yapmakla ilgilidir. İşte sünnet budur. Sâlih-amel budur ki sünnet Sâlih-amel demektir. Sünnet/Sâlih-amel, bir iÅŸi en iyi ÅŸekilde yapmak demektir. İşin hakkını vermek.

Meselâ bir makinenin nasıl çalıştığını anlamanız, onu kullanabileceğiniz anlamına gelmez. Dîni de anlama, onun pratik hâlini anlamak demek değildir. Dînin gerçek yönü pratiğinde kendini gösterir. Teorik yönü zâten 1400 yıldır tartışılıyor ve içinden çıkılamıyor ve bu çelişki de zamanla artmakta. Bunun tek ve kesin çözümü, onu hayâta taşıyarak yâni yaşayarak bilmekten geçer. Yahudiler gibi, kitabın ana-temasını unutup lüzumsuz ayrıntılara dalmamak gerekir.

Atasoy Müftüoğlu:

“Hâlâ 1430 yıldır Kur’ân’ı nasıl anlayacağımıza karar veremedik. İslâm adına, yaÅŸamadığımız/somutlaÅŸtıramadığımız bir kültür ve medeniyeti anlatıyoruz. Kelimelerimiz eyleme dönüştüklerinde, fikirlerimiz davranışlarımızda görünür hâle geldiklerinde bir deÄŸer kazanırlar. Kullan-at bilgilerle, kullan-at yorumlarla hiç-bir yere varılamaz. İslâm’a katılmak, gerçeklerin dünyâsına katılmakla baÅŸlar, gerçek hayatta belirleyici olmayan İslâm, İslâm deÄŸildir. Mâneviyatçılık, iç-dünyanın özgürlükleri ile ilgilenirken, İslâm hayâtın ve Dünyâ’nın içerisindeki özgürlüklerle ilgilenir. İslâm’ın Dünyâ’dan ve siyâsetten arındırılmasını istemek düpedüz bir hezeyandan ibârettir. İnsanlara hitâp etmek, Dünyâ’ya hitâp etmekle yakından ilgilidir. Ümmet kolektif aklın, kolektif bilincin, kolektif farkındalığın ve kolektif dayanışmanın adıdır. Kolektif aklı, farkındalığı ve bilinci kaybettiÄŸimiz için, bu-günün dünyâsında küçük/çapsız/irâdesiz/ifâdesiz/ufuksuz hizip akıllarıyla hayatlarımızı sürdürüyoruz. Yanlış hayatlar yaÅŸadığımız, yanlış bilince yaslandığımız, yanlış konumları seçtiÄŸimiz, yanlış uzlaÅŸmalara ihtiyaç duyduÄŸumuz için İslâm’i inançlarımızı bir bütünlük içerisinde, kamusal hayata, târihe yansıtamıyor, açıklayamıyor, görünür kılamıyoruz. Kamusal hayâta/târihe yansıtamadığımız, açıklayamadığımız görünür kılamadığımız inançlarımızın bir deÄŸer taşımadığını idrâk etmek durumundayız. İslâm ve Kur’ân ile ilgili bilgiler de ansiklopedik anlamda öğrenildiÄŸi için, öğrendiklerimiz baÄŸlayıcı bir deÄŸer-sistemine dönüşmüyor. Bir anlam-ahlâk-deÄŸer sistemini, ancak, bütün boyutlarıyla ve bütün derinlikleriyle, içtenlikle yaÅŸadığımızda idrâk edebiliriz. Fiilen, hayâtın içerisinde tecrübe etmediÄŸimiz, yaÅŸamadığımız anlam ve deÄŸerleri gereÄŸi gibi kavrayamayız. Bu-gün, İslâm’ı, bir bütünlük içerisinde yaÅŸamadığımız için, hayâtın bütün boyutlarına yansıtamadığımız için, İslâm’i bütünü, İslâm’i anlamda idrâk edemiyor, kavrayamıyor, yalnızca bireysel dindarlıklarla iktifâ ediyoruz” der.

Proudfoot: “Dînî tecrübe alanı teorik olarak anlaşılması mümkün olmayan ve ancak yaÅŸayarak anlaşılabilecek bir alandır” der.

Ali Åžeriati:

“İslâm’ı anlamak yaÅŸamaktır. İslâm’ı anlamak için en iyi metot O'nu yaÅŸamaktır. Bu tipoloji olarak bilinen bir metoddur. Bir çok sosyolog bu-gün inanmaktadır ki, bu metod sosyolojik problemlerin çözümünde izlenebilecek en iyi metottur.

İslâm’ın gerçeklerini bulma yolunda ilerlerken biz Avrupa'nın kullandığı yöntemleri kullanamayız, bir biyoloji, psikoloji, sosyoloji temelinden yola çıkamayız. Ama bir yaklaşım denemesinde bulunmamız gerekir. Åžu kesindir ki, Avrupa'nın bilimsel yöntemlerini bilmemiz gerekir. Ama tüm bunları kendi yaklaşımımızda kullanamayız. Söz, düşünce ve bilinç insanlığın gerçek delilleri deÄŸildir” der.

İbrahim Sarmış: “Peygambere ve sahabeye yeten din bize neden yetmiyor” diye sorar. Bunun cevâbı: “Çünkü onlar yaşıyorlardı” olmalıdır. Bilginin fazlalığından çok, bilginin türü önemlidir. O özel bilgi türü her türlü “çok malûmat”tan üstündür. O özel bilgi türü “çok malûmat”a ihtiyaç da duymaz. Öz bilgidir ki, sahabe bu bilgiyle baÅŸardı baÅŸardığını.

Caner Taslaman:

“Kur’ân’ın mesajını kabûl etmek bir araÅŸtırma ve inceleme sürecine baÄŸlı olabileceÄŸi gibi, böylesi bir sürece dayanmayabilir de. Bize göre araÅŸtırma ve inceleme sürecine dayalı inanç daha makbûl olsa da, dîni inancın böylesi bir süreç olmadan da edinildiÄŸi sıkça rastlanan bir olgudur. Her durumda Kur’ân’ın mesajını kabûl eden kiÅŸinin zihni teizmin (tek-tanrılı inancın; “monoteizm” ile aynı anlamda kullanıyoruz) varlık anlayışına göre ÅŸekillenir. Bu varlık anlayışına göre Allah tektir (Vahid), ezelidir (Evvel), rasyoneldir (Alim, Hakim), çok kudretlidir (Kadir), merhâmetlidir (Rahman) ve tüm varlıkların vâroluÅŸlarını ve varlıklarını sürdürmelerini saÄŸlayan O’dur” der.

Bir ağırlığı kaldırmak için günde bir saat uÄŸraÅŸanlara göre 10 saat uÄŸraÅŸanlar daha baÅŸarılı olur. Bilgide de öyle. Fakat şöyle bir ÅŸey var: 10 dakika eylemle uÄŸraÅŸanlar 10 saat bilmeyle uÄŸraÅŸanlardan üstündür. Çünkü ortada somut bir eylem vardır. Hattâ bilgiye göre eylemi yapmanın gücü ondan 1.000 kat daha güçlüdür. İsterse 1 dakika yapsın. Sahabeyi sahabe yapan buydu. Eylem hâlinde idiler. ÃŽmanları onları “yapmaya” götürmüştü. Sahabeyi sahabe yapan bilmeleri deÄŸildi, yapmalarıydı.

Hüseyin Alan, aşırı anlama-yorumlama çalışmalarının, “Kur’ân’ı anlamsız hâle getirmek” olduÄŸunu ÅŸu ÅŸekilde anlatır:

“Söylenmeli ki, bu aklediÅŸ tarzı Kur’ân’ı evvelâ bir bilgi-nesnesi ve bütün olarak ele aldı. Sonra Kur’ân önce kendi içinde sûrelere, âyetlere, konulara ve kelimelere bölündü. En küçük parça olarak âyet tespit edildi. Kelime mânâlarıyla âyetleri açıklanmaya, konulu-tefsir yapılmaya böyle baÅŸlandı. Bu yolla bütünü anladığını, doÄŸru anlamı yakaladığını düşündü. Bu süreçte âyetlerin, kavramların, konuların bir-biriyle baÄŸlantısı, çıkartılan anlam ve sonuçların Kur’ân ve din-bütünlüğündeki aslî baÄŸ kopartıldı. 

Bu yöntemle yapılan Kur’ân okumalarında Kur’ân’ın inzâl edilmiÅŸ bir vahy olduÄŸu unutuldu da anlama faaliyetine ve bilgi-nesnesine dönüştürüldü. Bir taraftan da modernizmin kışkırttığı sorulara aynı yöntemle cevap verilmeye çalışılırken savunmaya geçildi, aynı yöntem kullanıldı ama süreçte akıl yapısının deÄŸiÅŸtiÄŸi fark edilmediNeredeyse dîne âit tüm parçaların bilimsel yöntemler, kurallar ve analizler kullanılarak hükümler çıkartıldığını aklımıza getirelim ÅŸimdi.

Kur’ânî öğreti, bu yolun sonunda gaybî bilgi, tek hakîkat olması, verili ahlâki tutum olmaktan çıktı. Bâtılı gösterip hakkı açıklayan uyarı niteliÄŸi yok oldu. Delâlette olanların, gazâba uÄŸratılanların yolu ve âkıbeti, sakınılması ve ibret alınması gereken örnekler olmaktan çıkartıldı da, târihsel-ebedî metinler olarak anlamlandırılmaya baÅŸladı. Mûcizeler, kıssalar, cennet, cehennem, cinler, melekler, Âdem(s), risâlet, gaybî yardımlar vs. metaforik okumayla kendi gerçeÄŸinden ve âit olduÄŸu bütününden uzaklaÅŸtırıldı.

Åžer-i hükümler ve kurallarda indirgemecilik yapılarak, taâihsellik yorumuyla günümüze uymayanlar gereksiz görüldü. Fizik-dünyâ, varlıklar, hayat, eÅŸyâ, isimlendirme, tanımlama, teknoloji, sanâyi, üretim, yönetim, savaÅŸ vs. gibi konularsa dinle bağını hepten kopardı. Tüm bunların sonucunda din, gerçeÄŸi üzere anlaşılır olmaktan çıktı ama gerçek bu dendi. DoÄŸru bilgi bu dendi. Bu aklediÅŸ îtiraf edemese de Allah bu Dünyâ’ya ve çaÄŸa hidâyet edemez oldu!.

Oysa burada hem kevni âyetlerin hem de diÄŸer parçalı okumaların bulabildiÄŸi parçalı doÄŸruların her birinin kendi bütünlüğü içinde bir asla ve bütüne âit bir ışık, delil, işâret, yönlendirici olma özelliÄŸi akılda tutulabilir, nihâi amaçla birleÅŸtirilebilirdi. Fakat parçalı düşünüşle bütün yeniden tanımlandı ve din ahlâkî, vicdânî bir öğreti olarak sunuldu. Din artık bu Dünyâ’da salt ibâdete, mâneviyata, morâl deÄŸerlere, erdeme, fazîlete ve bireysel faaliyetlere dönüşerek özelleÅŸti. Bu akılla yapılan anlam arayışı, varılan sonuç, doÄŸru olarak görüldü ve buna göre de tavırlar belirlendi.

Bu akılla, bu düşünüş-biçimiyle yazılan yeni meâlleri, tefsirleri, kavramsal tartışmaları, peygamberliÄŸi ve yorumları yeni bir din-inşâsı yapımı olarak görmek, mübâlaÄŸa sayılmamalı. Bu akıl Kur’ân’ı yeniden yazıyor sanki!. Bu aklın bu akıl yapısıyla seri üretim yaptığını söylemek de acâyip karşılanmamalı!. Zîrâ kevnî âyetlerle metlüv hakîkatler arasındaki baÄŸları kopartarak ikisini bir-birinden soyutlamak ve vahyin mesajını gönüllere ve ahlâka hapsederek teolojik tartışma konularına dönüştürmek böylesi bir zihin ürünüdür”.

Müslümanlar çok bilen, çok konuÅŸan ama hiç “yapmayan” insanlar olup çıktı.

İnsanlar bilmeyi akıllarıyla yaparlar. Kur’ân akılla çeliÅŸen bir kitap deÄŸildir fakat aklı aÅŸan yönleri vardır. Bu nedenle Kur’ân’ı mutlak anlamda anlamak zâten imkânsızdır. Onu tüm boyutlarıyla idrâk edemeyiz. Onun “ışığında yürümek”tir önemli olan.

İ.R. Farûki:

“Dilin hiç-bir zaman aynı kalmayıp deÄŸiÅŸmesi zorunlu deÄŸildir. DaÄŸarcığındaki kelime-köklerinin yeni geliÅŸmeleri karşılamak için bir miktar geniÅŸlemesine raÄŸmen arapça deÄŸiÅŸmemiÅŸtir. Lisânın özü “dil-bilgisi yapısı, fiillerinin ve isimlerinin çekimi, gerçekleri ve fikirleri iliÅŸkilendiren kategoriler ve edebî güzelliklerinin yapısı” hiç-bir sûrette deÄŸiÅŸmemiÅŸtir. Heraklitçilerin, her-ÅŸey deÄŸiÅŸir ve hiç-bir ÅŸey aynı kalmaz iddiâsı bir safsatadır; çünkü deÄŸiÅŸim, şüphecilerin “çok kıvrımlı akıntısı” deÄŸil de deÄŸiÅŸim olacaksa, sâbit bir-ÅŸeyin olması gerekir” der.

Kur’ân âyetlerini aşırı yorumlamak, aşırı zorlamak sonsuz mecazlar üretir. Böylece Kur’ân bir “mecazlar kitabı” oluverir. Mecaz hiçbir zaman hakîkate dönemez.

İslâm ne salt kâlp dîni, ne de salt kafa-dînidir. Kafa ile kâlp, teoriyle pratik, niyet ile amel, ilim ile eylem birlikte olmadıktan sonra ortada olan şey, ha bir zırvalıktır.

Aşırı-anlama çalışmaları “izâfileÅŸtirme” sürecidir. Ramazan Yazçiçek:

“İslâm vahyi, beÅŸerî mülâhaza ve metinler nev”î izâfîleÅŸtirilip göreceliÄŸe tâbi tutulamaz. Dinsel çoÄŸulculuÄŸun (demokrasi ya da dromokrasi) talebi ise “mutlak olanı” izâfîleÅŸtirmek yönündedir. Oysa ”Allah katında hak din İslâm’dır”. Ve yine ”Kim İslâm’dan baÅŸka bir din ararsa, bilsin ki bu din asla ondan kabûl edilmeyecek ve âhirette ziyân edenlerden olacaktır”.

Kur’ân’ın zâhirîni hiçe sayarak bâtınî yorum(larını)u merkeze alıp îtibar edenler, aşırı yorumlarını asıl kabûl edenler olmuÅŸtur. “Bu düşünce ve yaklaşım-tarzı, bâtınî te’vil geleneÄŸini sürdüren ve “her zâhirin bir bâtını vardır; her tenzilin de bir te’vili vardır” anlayışını mezheplerinin en temel prensibi, hattâ inanç-umdesi addeden İsmâiliye’nin benimsediÄŸi yöntemdir”. Muharrifler kendi adlarına söyleyemedikleri düşünceleri tanrıya, peygambere söyletip bunu vahiy ÅŸeklinde sunmuÅŸ, yapılan tüm eleÅŸtirileri de bu yolla reddetmiÅŸlerdir.

“Hakîkati bulma çabası, arananın hakîkatine raÄŸmen olmamalıdır. Anlamı netleÅŸtirme çabası çok-anlamlılığa yol açıyorsa şâyet, burada hakîkatin buharlaÅŸması söz-konusudur. Bu ise İslâm inancı açısından kabûl edilemez bir durumdur.

Kelimelerin delâletinin hakîkat alanının dışına çıkarılması, meÅŸrûiyetinin hâlel görmesi demektir. “Dilsiz düşünce zihinlere hapsolmak zorunda iken, düşüncesiz dil de anlamın buharlaÅŸtığı alana dönüşecektir”. Yâni dil, düşünce ve delâlet, insicam ve mutâbakat içinde hedefe yürümelidir. Kur’ân’ın açık ve anlaşılır bir arapçayla vahyolunduÄŸu kendisinin beyânı iken ve Kur’ân vahyinin korunduÄŸu da dikkate alındığında, Kur’ân’ın zâhirine raÄŸmen yapılan te’vilin ümmeti helâka sürükleyen aşırı yorum ve fâsid bir okuma olduÄŸu îzahtan vârestedir. Bu okuma, Kur’ân’ın anlam bütünlüğüne muhalif olup özünde te’vil de deÄŸildir. Te’vilde, dil, akıl ve nasların toplam bütünlüğü gözetilmeli ve te’vile konu metnin zâhiri yönü göz-ardı edilmemelidir. Ortaya konulan her çaba ile dil ve amaç örtüşmelidir. Farklı anlatım yöntemlerinin meÅŸrûiyeti, dilin açık prensiplerine, vahyin temel ilkelerine ters düşmemelidir. Kur’ân’ın zâhirî boyutunun ertelenip önemsizleÅŸtirilerek yorumlanmaya kalkılması öncelikte Kur’ân’ın rûhuna aykırıdır. Kur’ân’ı anlama yöntemleri, tevhid hakîkatini örtmeye, nebevî mesajı bulanıklaÅŸtırıp hevâ yönünde tahrife sebebiyet vermemelidir. İlkeleri doÄŸrultusunda yaÅŸamın toplamına söz söyleme kudretine sâhip olan, deÄŸiÅŸim ve dönüşümü hedefleyen tevhid inancının, anlık ve parçacı yaklaşımlara tahammülü yoktur. Bunu têminin en güvenilir dayanağı yine Kur’ân’ın kendisidir. Gözetilmesi gereken sınırlar, Kur’ân’ın ilke, amaç ve hedefleriyle örtüşmesidir.

Peygamberimiz (as), Kur’ân’ın fâsid ÅŸekilde te’vil edilmesinin ümmeti helâka sürükleyen bir durum olacağı uyarısında bulunmuÅŸtur. Konuya dâir uyarısı ile meselenin ehemmiyetini ortaya koyan Hz. Ömer ise, ”Bu ümmet hakkında beni en fazla endiÅŸelendiren ÅŸey, insanların Kur’ân’ı yanlış ÅŸekilde te’vil edecek olmalarıdır” demektedir” der.

Bir ülkede sâdece tek bir meâl olabilir/olmalıdır. Niye daha fazla olsun ki? Türkçe kullanılan kelimeler meselâ 50 sene sonra deÄŸiÅŸirse, yâni o kelimenin yerine farklı kelimeler kullanılmaya baÅŸlarsa, mevcut meâl üzerinde mevcut kelime, o zamanda kullanılan kelime deÄŸiÅŸtirilebilir. Meselâ eskiden “istihza” olarak kullanılan kelime “alay” kelimesi ile deÄŸiÅŸtirilebilir. Peki ÅŸimdi ne yapıyorlar? Meâli zamâna uyarlıyorlar. Zamânın bakış-açısını meâl olarak yazıyorlar. Fakat Kur’ân’daki orijinâl kelime o bakış-açısıyla çeliÅŸiyor. Hâlbuki meâl her zaman aynı olmalıdır. Zamanla oranın halkı bir kelimeyi daha farklı bir ÅŸekilde kullanıyorlarsa, aynı anlamı veren o kelime eskisiyle deÄŸiÅŸtirilmelidir sâdece. Zamânın durumuna göre meâl olmaz. Zamânın durumuna göre te’vil olur. Te’vili ve tefsiri meâl olarak yazamazsınız. Kur’ân/meâl zamâna göre konuÅŸturuluyor, bu yanlıştır. Çünkü bu durumda “zaman” özne, “Kur’ân” nesne oluyor. Zamâna göre sâdece te’vil konuÅŸturulabilir. O da baÄŸlayıcı deÄŸildir zâten. Görüşlerden bir görüştür. İyi bir görüş ise ufuk-açıcı olabilir. Hakkın tezâhüründe belirleyici olan “zaman” deÄŸil, “Kur’ân”dır. Kur’ân zamâna deÄŸil, zaman Kur’ân’a uyarlanmalıdır. Çünkü Kur’ân hak üzere olduÄŸundan ve orijinâl hâliyle el-an durduÄŸundan, “hak” olma durumu deÄŸiÅŸmemiÅŸtir. Oysa “zaman” denilen yeni çaÄŸ, Kur’ân merkezli hayâta düşman olmuÅŸ, Åžeytan’ın/taÄŸutun yoluna uyarak ÅŸirâzesinden çıkmış ve hakkın ölçüsünden sapmıştır. Bu nedenle yeniden zamânın Kur’ân’a uydurulması zorunluluÄŸu vardır. 

Aşırı te’vil, kiÅŸinin “akletme” melekesini bloke ediyor ve “özrü kabahatinden beter” sözü pik yapıyor. Meselâ; “Allah'ın, bâzısını bâzısına üstün kılması ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde sorumlu gözeticidir. Sâliha kadınlar, gönülden (Allah’a), itaât edenler, Allah nasıl koruduysa görünmeyeni koruyanlardır. Nüşûzundan korktuÄŸunuz kadınlara (önce) öğüt verin, (sonra onları) yataklarda yalnız bırakın, (bu da yetmezse hafifçe) vurun (vadrıbû-hunne). Size itaât ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın. DoÄŸrusu Allah yücedir, büyüktür” (Nîsa 34). Âyetindeki “darabe”=“döğün, vurun” kelimesini; modernizmin ve taÄŸutların bakış-açısı bu çaÄŸda kadına ÅŸiddeti aşırı kötülediÄŸi ve öne çıkardığı için, bu etkilenmeyle ve kompleksle, “uzaklaÅŸtırın, bir-süre ayrı yaÅŸayın” ÅŸeklinde yazıyorlar. İşte bu, Åžeytan ve taÄŸutun etkisiyle yapılmış aşırı-yorum ve tevildir. Amaç modernizm ile, “batı” ile ters düşmemek ve “rezil olmamak”tır. Fakat bunu yapmakla aslında daha fazla rezil oluyorlar, Kur’ân’ın söylemediÄŸini söylüyorlar ve mantık-hatâsına düşerek gülünç hâle geliyorlar.

Kur’ân ille de kadına vurun ya da dövün demiyor. Yâni vurmak-dövmek farz deÄŸil ki. Hattâ önderimiz ve örneÄŸimiz Hz. Muhammed hayâtı boyunca kadınlara vurmamış ve onları dövmemiÅŸtir. Fakat Kur’ân’daki ifâde yâni “darabe” kelimesi ilk ve meÅŸhur anlamda “vurun”, “dövün” demektir. Tabi bu “komaya sokun” anlamında bir dövme zinhar deÄŸildir. Hz. Eyyûb örneÄŸinde olduÄŸu gibi “hafifçe vurmak” demektir.

Åžimdi; kadınlara olası bir yanlış hareketlerinde (nüşuz) hafifçe vurmak mı daha onur-kırıcı, yoksa onları evden kovup (tâbir-i câizse siktir edip) babalarının evine göndermek mi daha onur-kırıcıdır? Hangisi boÅŸanmak ve bir yuvanın yıkılması için daha etkilidir. Tabî ki de hafifçe vurmak meseleyi çok daha fazla büyütmeyecek bir durumdur  ki yukarıda söylediÄŸimiz gibi vurmak a-normal durumlar için geçerlidir. İşte, aşırı-yorum ve te’vil, basit bir meseleyi içinden çıkılmaz bir hâle bu ÅŸekilde getirebiliyor. 

Mehmet Akif’in söylediÄŸi: “Kur’ân’dan alıp ilhâmı, asrın idrâkine söyletmeliyiz Kur’ân’ı” söylemi temel alınıyor ve “asrın idrâki” özne iken, Kur’ân’dan alınan ilham, yâni Kur’ân nesne olarak bu özneye uydurulmaya çalışılıyor. Asrın idrâkine yetiÅŸtirilmeye çalışıyor. Bilimsel te’villerin çok yaygınlık kazanmasının nedeni de budur. Bilim, asrın idrâki ya.. Sanki asrın idrâki Kur’ân’dan çok ileri bir durumda da, yalakalık yaparak Kur’ân’ı ona yetiÅŸtirmeye çalışacaklar. Asıl, hak yoldan kayarak sapıklığa düşmüş “asrın idrâki”nin Kur’ân’a ihtiyâcı vardır ki yeniden hak-yoluna girebilsin.

Hristiyanlık, yahudilik ve diÄŸer dinler (budizm, hinduizm vs) ve gulat/aşırı mezhepler/târikatlar hep aşırı-yorumlamanın sonucudur. Hayâtiyetlerini bu ÅŸekilde saÄŸlamışlardır ve ve bu ÅŸekilde devâm ettiriyorlar. Te’vil tahrife bu yolla dönüşür.

Âkif Emre:

“İslâm medeniyeti, Kur’ân ve hadis ilimleriyle ve hayâtın sorunlarına dinamik çözümler üreten fıkhın kuÅŸatıcı rehberliÄŸinde, müthiÅŸ bir çabayla disiplinize edilmiÅŸ bir ilmî birikim, bir hayat-tarzı oluÅŸturdu. Tüm bunları atlayarak düz meâl üzerinden “benim anladığıma göre” diye baÅŸlayan din-anlayışı aslında tam da ilk dönem Cumhuriyet elitlerinin yapmak istediÄŸi modern din-anlayışı ile örtüşür. Modernist ve rasyonâlist ilâhiyatçı/akademisyenlerin eliyle herkesi memnun eden, hiç-bir yasağı, nehyi olmayan, çaÄŸa uydurulmuÅŸ bir din-anlayışı yaygınlaÅŸtırılmaya ve böylece din sekülerize edilmeye çalışılıyordu. Aynı yöntemin din adına dînin yolunu kesecek, ÅŸiddete meyyâl, ham, kaba, yobaz bir tipi üreteceÄŸini varsaymıyorlardı her-hâlde..

Ortaya çıkan ÅŸiddet örgütleri nedeniyle dîni ve bin dört yüz yıllık İslâm’i birikimi suçlayan seküler ve modernist anlayış, bir yönüyle sorumlusu olduÄŸu bu geliÅŸmeler karşısında faturayı tahrip ettiÄŸi dîne keserek kendisiyle yüzleÅŸmekten kaçıyor.

Geleneğin, hayâtın dinamizmine cevap üretemez hâle getirilmesinin bir-yanda nihilist bir reddiyecilikle her müslümanı tekfir eden, diğer tarafta dîni, modern hayâta uyduran ve hayatta hiç-bir etkinliği olmayan mistik bir tatmin aracına indirgeyen anlayışla sonuçlanması kaçınılmaz.

Dînî hayatı, dînî düşünceyi canlı kılacak, bunun tedrisâtını yapacak kurumlar ortadan kalktığında yüzlerce yılın birikimi raflarda tozlanır. Okuyacak, anlayacak, yeniden üretecek akıl, basîret, ilim ve hikmet-sâhibi “âlim tipi” de hayattan çekilince herkesin kendi anlayışına göre din çıkarması kaçınılmazdır.

Din adına kendi dînini îcat edenler bunca birikimi atlayıp ilmin ve ulemânın önceliğini yok sayarak protestanlaşmış bir din ortaya koyuyor. Diğer tarafta yine dînî birikimi yok sayarak dîni kendi hevâ ve hevesine göre çağdaşlaştıranların kalkış yöntemi de aynıdır.

Modern insan ve toplum modeli uğruna müslüman ülkelerdeki dayatmacı seküler politikaların İslâm medeniyetinin muhteşem ilmî birikimini ve insanlığa kazandırdığı âlim prototipini imhâ eden projesi, profanlaşmış bir din üretti. Profan din-anlayışı modern toplum uğruna sâdece seküler bireyler üretmedi; aynı-zamanda dîni kendi sığ anlayışına sıkıştıran farklı bir profanlık/nihilist bir tekfircilik üretti. Yüzleştiğimiz insan-tipi budur.

Müslümanca düşünmek aynı-zamanda buna uygun tasavvur geliştirmeyi, eyleme geçirmeyi gerektirir.

Haksızlık, adalet yoksunluğu gibi temel zulüm uygulamalarına karşı çıkmak için insan olmak zâten yeterlidir.

Bireysel-hayâtında dindar ama iÅŸ-hayâtında, siyâsette, hayâtın iÅŸleyiÅŸinde, toplumsal iliÅŸkilerinde “ekonominin ve siyâset biliminin kuralları”na emânet eden ve bu durumun inandığı dinle iliÅŸkisini sorgulamayı abes addeden bir anlayış toplumsallaÅŸtı.

Memleketin ekonomik kalkınmışlığı ile dînî hayâtın geri çekilmesi arasındaki çelişkiden rahatsız olmadan, müslüman ahlâkı ile siyâsal ve ekonomik pragmatizmin el-ele yürüyebileceğine inanıldığı zamanlardayız.

Müslümanlığın îtibârı ile şahsî îtibârı belirleyen kriterleri artık piyasalar belirliyor. Banka kartınızın rengi, ilmî amelinizden daha belirleyici. Güç ve zenginliğin her dönem îtibâr gördüğü, insanların her dönem bunlara karşı bir zaafının olduğu doğrudur. Ancak bu îtibârın dillendirilmesi, meşrûlaştırılması, hattâ siyâset ve ticâretin dışında vâr olan her türlü beşerî ilişkilerde belirleyici olarak kendi başına ölçü hâline gelmesi, değer üretmesi yeni bir durum.

Modernizmle İslâm’ın uyumuna saÄŸlıklı model olarak sisteme entegre olmayı işâret edenler, zihin ve deÄŸerler-dünyâmızın nelere ipotek edildiÄŸini görmezden geliyor. İslâm’cılığa karşı muhâfazakâr uzlaÅŸma, modernizmle el sıkışırken, zâten hiç gündeme getirilmeyen kapitâlizmin toplumsal sonuçları görmezden geliniyor. Hepsinden önemlisi, dönüşen din-anlayışı, dindarlaÅŸan sekülerlik biçimleri kazanç olarak görülüyor.

Modern-dünyânın kutsallarına sâhip çıkmak müslümanca bir tavır mıdır? Oysa ÅŸunu biliyoruz ki, Rönesans’tan bêri modern aklın inşâ ettiÄŸi din, kutsallık (sacrament/al) boyutuna çekilmiÅŸ, hayattan sürülmüş bir dindir. Din artık törensel kutsallıkların gölgesinde vicdan meselesidir. Rasyonalize edildiÄŸi ölçüde hayatla temâsına izin verilir ve artık din adamlarının, Kilise’nin uhdesindedir” der.

MÜSLÜMANLARIN MAZLÛMİYETİNİN NEDENİ

Atasoy Müftüoğlu:

Müslümanlar olarak daha çok hayâti sorunlarımızı değil, ayrıntılara taalluk eden konuları konuşuyoruz. Politik ve dîni popülizm aracılığıyla niteliksel değişim girişimi ve talebi fesada uğratılabiliyor. Siyâsi ve mânevi iktidarlar, sayılarını ve maddî imkânlarını arttırabilmek için yapıyor bunu.

İçinde yaÅŸadığımız dönemde İslâm ve Kur’ân, referans ve meÅŸrûiyet kaynağı olmaktan çıkarılmıştır. YaÅŸadığımız dönemi ve toplumumuzu göz-önünde bulundurursak İslâm’ın ve Kitab-ı Kerim’in kamusal alana yönelik hiç-bir iddiâsı, mücâdelesi, programı, stratejisi ve vizyonu yoktur, sâdece geçmiÅŸe âit bir kültür ve ütopya olarak yaÅŸatılmaktadır. Bugün dînî hayat büyük ölçüde romantik ve yerel muhâfazakârlıklardan, kiÅŸisel dindarlık biçimlerinden ibârettir. İslâm’ın ve Kur’ân’ın referans kaynağı olmaktan çıkarıldığı, kapitâlizmin, sekülerizmin ve demokrasinin referans kaynağı hâline geldiÄŸi bir toplumda müslümanların herÅŸeyden önce, itildikleri bu kabûl edilemez konumla ilgili sorgulamalar ve hesaplaÅŸmalar yapmaları gerekir. Her-ÅŸeyden önce bunu yapacak zihinsel bir dönüşüme ihtiyâcımız olduÄŸu muhakkaktır. Zihinsel sömürüye mâruz olduÄŸumuz için İslâm’i bütünlük iddialarını kamuoyunun gündemine kazandırmakta zorluk çekiyoruz. İslâm’ı parçalar hâlinde temsil ediyoruz. İslâm’ı, îtikâdi, fıkhi, politik, estetik veya herhangi bir parçaya indirgemek kadar vahim bir durum olamaz.

Bu-gün düşünsel, kültürel ve entelektüel hayâtımızın öncelikle İslâm’i bütünlükle ilgili bir ufku somutlaÅŸtırması, kamusal alanda görünür hâle getirmesi gerekiyor. İslâm’ın sâdece sembollerine iliÅŸkin özgürlüklerin bizi tatmin etmemesi gerekiyor. Israrla belirtmek gerekir ki bizi engelleyen ÅŸeyler daha çok içeriden gelen müdâhaleler yoluyla mümkün olabiliyor.

Bu-gün dînî alanın kullandığı dil, zamâna, mekâna ve akla hitâp etmiyor. Akla vedâ ettiğimiz gün târihe vedâ ettik. O günden beridir târihin dışında yaşıyoruz ve târih bizi sürüklüyor. Ümmetin târih-dışı kalması bir kader değil. Bunu bilmemiz gerekiyor.

Geleneğimiz bize akıldan ferâgat etmemizi öğütlediği için bunu bir kader olarak görüyoruz.

Akıldan ferâgat eden bir toplum ne ümmeti kurabilir ne de yeni bir kültür ve medeniyet inşâ edebilir.

İslâm’i câmiânın kullandığı “medeniyet tasavvuru”nu inşâ etmek için yapılması gereken ilk ÅŸey zihinsel bir özgürleÅŸme mücâdelesidir. Sınırları seküler, modern ve liberâl bir Dünyâ tarafından çizilen bir zihin hiç-bir zaman yeni bir medeniyet üretemez. Bizim hem içe hem dışa doÄŸru, içtenlikle kimseyi ötekileÅŸtirmeden, tahkir etmeden, nihâi hesaplaÅŸmaya gücü yeten bir entelektüel kesim oluÅŸturmamız gerekiyor. Entelektüel kavramı yerine münevver kavramını kullanmak da mümkün. Bu kavramlarla zihinsel yoÄŸunluk ve derinliÄŸi kastediyoruz.

Dolayısıyla mezhep ve ulus-devlet sınırlarını aşma irâdesi gösteren, kolektif bilinci temsil eden ve İslâm-dünyâsının nabzını tutabilecek kadrolar oluşturabilmek için seferber olmamız gerekiyor. Evvela ümmet iklimini oluşturmamız, ümmeti konuşacağımız bir zemin açmamız gerekiyor.

Aziz İslâm ulus-devleti tahkim etmek üzere kullanılıyor. Her devlet asimilasyonu mutlaklaştırır ve asimile edemediği unsurları tehdit olarak algılar. Ümmete yönelik tehditler arasında konuşulması gereken önemli meselelerden biri de müslümanların, ulus-devletçi yaklaşımlara iknâ edilmiş olmalarıdır. Devleti dinden daha kutsal telakki eden bu anlayışın irdelenmesi gerekir.

İslâm-dünyâsı toplumları son 200 yılı hayâli umutlar peşinde sürüklenmek sûretiyle geçirdiler. Muhâfazakâr toplumlar gerçeklerle yüzleşmek istemezler. Çünkü gerçekleri öğrenmek rahatsız eder. Hayâli umutlar insanları rahatlatır. İslâm-dünyâsı toplumlarını ümmetten uzaklaştıran sebeplerden biri de bu hayâli umutlardır. İyi olacak inşallah deriz, iyi şeyler yaparsak iyi olacak inşallah demeyiz.

Bu-gün bu bilinçten söz edemiyoruz. Çünkü İslâm’i bünyenin parçalanmasından kaynaklanan korkunç bencilliklerle karşı-karşıyayız. Herkes kendi parçasının gündemiyle büyüleniyor. Herkes kendi parçasını dokunulmaz kılıyor. Önce bu bencillikleri aÅŸan bir ufuk açmamız gerekiyor.

Kur’ân eÄŸitimi konusunda çok ciddî çabalar harcıyoruz. Fakat Kur’ân’dan aldığınız bilgileri ne zaman ve nasıl kullanacaksınız?

Bu bilgilerin hayâtın kendisi olması için ne yapmanız gerekiyor? Bu bilgiler sizi, âilenizi, toplumunuzu dönüştürüyor mu? Burada bir tıkanma var. Kur’ân-ı Kerim dünü dönüştürdü de bugünü neden dönüştürmüyor? Müslümanlar olarak Dünyâ’da yokuz. Entelektüellerimiz, şâirlerimiz, bilim-adamlarımız nerede? GeleneÄŸin, statükonun sınırları dışına çıkamıyorlar. Neden kötürümlerle hesaplaÅŸmıyorlar?

Yeni bir baÅŸlangıç yeni bir dille, yeni bir ahlâki tavırla ve içtenlikle mümkün olacak. Rôl, takiyye yapmayacağız. Hiç-bir amaca yönelik olarak İslâm’ı ve Kur’ân’ı araçsallaÅŸtırmayacağız. Onu bir çıkar malzemesi hâline getirmeyeceÄŸiz vesselam” der.

Zamâna göre nefsin değişmesi, zamâna göre vahyin değişmesini gerektirmez.

Aşırı-anlama çalışmaları aslında “çok-anlamlılık” çalışmalarıdır. Çok-anlamlılık, kesin anlamdan uzaklaÅŸtıran ve dolayısı ile “yerinde oturtan” bir çalışma ÅŸekli ve bir yanılgıdır. Bir konuda/yazıda/sözde çok-anlamlılık varsa eÄŸer, o ÅŸeyin kesin olarak ne demek istediÄŸi açık olamayacağından, araÅŸtırmanın/oturmanın/bir ÅŸey yapmamanın da sonu gelmeyecek ve bu-arada nice analar aÄŸlayacak, nice çocuklar açlıktan/susuzluktan/evinin çatısına düşen bir bombadan vs. dolayı ya hayatlarını kaybedecekler, ya da târif edilemez acılara gark olacaklardır.

Ahmet Kalkan:

“Zulüm, hattâ zulmün en büyüğü ÅŸirk iÅŸlemesine hoÅŸ-görü ile bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezâsını hak eden bir toplumdur. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir ÅŸey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoÅŸ görmez. Zîra İslâm, bir-takım pratik yükümlülükler gerektiren bir hayat-sistemidir. Kaldı ki, Allah’ın dînine uyulmadığını ve Allah’ın ilâhlığının rededilip yerine kulların tanrılığının yerleÅŸtirildiÄŸini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla berâber Allah’ın, onları belâdan kurtamasını istemeleri, sünnetullaha ters bir arzu ve kabûl olmayacak bir tavırdır” der.

Pentaus/Playboy okununca bile “uygulama” oluyor ama Kur’ân okununca uygulama/cihad olmuyor. Bu durum, müslümanların ciddiyetsizliÄŸini gösterir.  

İslâm’ın bir hayat algılayışı, bir yaÅŸam-biçimi vardır. Bu yaÅŸam-biçiminde müslümanın bir ayağı Dünyâ’da iken, diÄŸer ayağı da âhirettedir. Bir ayağın âhirette olması demek, sürekli ölüm ile iç-içe yaÅŸamak demektir. Ölmekten korkmamak, gerekirse yolunda ölebilecek ÅŸeylere tâlip olabilmek, koÅŸabilmektir. İşte bize ilk-önce âhiretten şüphe ettirildi; ölüm-ötesi hayâtın/âhiretin yokluÄŸuna alıştırıldı; ölüm sonrasını iptal ettirecek düşünceler geliÅŸtirildi ve ürünler sunuldu; daha sonra da ölümden korkulmaya baÅŸlandı. Böyle olunca biz cihad ruhumuzu yitirdik/kaybettik. Ölüm korkusu bizim dünyâya daha fazla sarılmamıza neden oldu, fakat vicdânımızın fıtrî/İslâm’i baskısı devâm ediyordu. Vicdânımızı bastırmak için de ona sus-payı olarak okuma-anlama çalışmaları yapmaya baÅŸladık. Okuma-anlama çalışmaları güzel bir ÅŸeydir ama bu çalışmalar eyleme zinhar dönmeyen ve dönmeyi de düşünmeyen “salt okuma-anlama çalışmaları”dır.

Abdullah Azzam:

“Kılıç taşımak suç hâline geldi. Maddî sıkıntı içinde olmak ayıp sayılmaya baÅŸlandı. Silâhlanmak barbarlık ve vahşîlik olarak görülmeye baÅŸlandı. Evet, batılılar ve Amerikalılar bir kuzuyu katleden beyaz giysilere bürünmüş adam gibiler. Ve bu kuzu can-havliyle ayağını kımıldatsa suçlu bir kuzu oluyor. Tıpkı bu örnekteki gibi: Onlar “beyaz giysilere” bürünerek bizi katletmek istiyorlar. Onurumuzu zedeleyenlere gülmeli miyiz? Onların önünde eÄŸilerek ÅŸerefimizi alçaltmalı mıyız? Kutsal topraklarımız iÅŸgâl mi edilmeli? Ve biz bir mermi taşıdığımız zaman terörist oluyoruz. EÄŸer bu teröristlikse biz teröristiz.! Buna raÄŸmen, kibarlar, orta-hâlliler, hâlim-selimler ve açık görüşlüler İslâm’dan uzak kalıyor. Cihad kelimesi çok basitleÅŸtirildi. Öyle ki artık Pepsi ile baÅŸlayan pilav ve et ile piÅŸen barış dolu yemekler cihaddan sayılmaktadır. Cihad bu mu? Cihad üç gencin bir-araya gelip mescid veya baÅŸka bir yerde kitap okuması mı? Veya birilerinin çıkar-amaçlı gazeteleri süsleyerek makâle yazması mı? Veya Allah yolunda bir mermi bile ateÅŸlemeden, Allah yolunda bir gece bile nöbet tutmadan cihad hakkında bir ÅŸeyler yazması mıdır?” der.

Allah’ın âyetlerinin tamâmı hikmetlerle doludur. Fakat aşırı-anlamacılar çok-çok daha fazla, Mekki olan ve müteşâbih içeren âyetlere takılıyorlar. Medenî âyetleri fazla kurcalamıyorlar. Hayâta dokunan âyetleri fazla okumuyorlar.

Takiyyuddin En-Nebhani bu tarz çalışmalar için:

İşte bunlar ve buna benzer olanlar metot deÄŸildir. Bunlar ancak müslümanların duygularını boÅŸaltacak birer oyuncak ve meÅŸgâlelerdir. Böylece müslümanların heyecânı ve çoÅŸkusu boÅŸalır. Ondan sonra iÅŸ yapmadan otururlar. Buna ek olarak bunların tümü İslâm metoduna muhâliftir” der.

Atasoy Müftüoğlu:

“Bizler, müslümanlar olarak, kültürel anlamda, siyâsal anlamda var-oluÅŸ koÅŸullarını deÄŸiÅŸtirebilecek bir güce, bilince, umûda ve yeteneÄŸe sâhip olamadığımız için, çok istikrarsız ve çok muÄŸlak bir İslâm’i dil kullanıyoruz. İlâhi hakîkatin, mutlak hakîkatin; bu-gün göreceli düşüncelerin, yorum ve yaklaşımların keyfiliklerine mâruz kaldığını göremiyoruz. Mutlak hakîkat alanından uzaklaÅŸtığımız için, herkes, İslâm’ın kısmî bir boyutu üzerinde çalışıyor, İslâm’ı bu kısmâ boyuttan ibâret sayıyor. İslâm, bütünlüklü bir dünyâ-görüşünün ve hayat-tarzının bütün boyutlarını içerir diyoruz, ancak biz müslümanlar, müslüman aydınlar/düşünürler/bilginler vb. seküler iktidârın baskı ve tehditleri, manipülasyon ve propagandaları, telkin ve uyarıları doÄŸrultusunda hareket ederek, küresel/emperyâl ideolojik aklın tâlimatlarına uyarak, İslâm’ı yalnızca ahlâki/kültürel baÄŸlamda temsil etmeye çalışıyoruz. BiriktirdiÄŸimiz, davranışlarımıza yansımayan, yansıtamadığımız İslâm’i bilgiler de, ahlâkî bir kriz içerisinde bulunuyor oluÅŸumuzun bir tezâhürüdür. Modern-seküler bilgi, nasıl anlam ve ahlâktan bağımsızlaÅŸarak metalaÅŸmışsa, İslâm’i bilgi de; metalaÅŸtığı için, araçsallaÅŸtırıldığı için, mekanik hâle geldiÄŸi için, hayâtı ve toplumu dönüştüremiyor. Müslümanlar olarak bizler, İslâm’i bilginin hakkını veremediÄŸimiz için târihin dışında konumlandırıldık. Kamusal hayâtın içerisinde seküler bireyler-topluluklar olarak; kamusal hayâtın dışında, müslüman bireyler-topluluklar olarak hayâtımızı sürdürmeye çalışıyoruz. İslâm’i kimliÄŸimizden, tarzımızdan, tavrımızdan, duruÅŸumuzdan vazgeçmemiz koÅŸuluyla, asimilasyona tâbi tutulan hâlimizle sisteme dâhil ediliyoruz.

Ahlâkî yanı tükenen toplumlarda-Dünyâ’da umuttan söz edilemez. Bu-gün, çok bulanık bir târihsel dönem geçirdiÄŸimizi, bu dönemde İslâm’ın, hayâtımızın merkezinde olmadığını kabûl etmeliyiz. Derin bir baÅŸkalaşım geçiriyoruz. Yapısal bir dönüşüm programına, projesine, inanç ve irâdesine sâhip olmadığımız gibi, bu konu etrafında üretken tartışmalar bile yapmıyoruz. İslâm’ın yalnızca bir folklöre, gelenek ya da göreneÄŸe indirgendiÄŸi bir toplumda, hiç-bir cemaat, hiç-bir cemaat lideri, hiç-bir düşünür, üstad, hiç-bir politik hareket, hiç-bir müslüman, hiç-bir İslâm’cı vb. İslâm’ın toplumsal sorumluluklarını yerine getirdiÄŸini iddia edemez.

Seküler, liberâl, kapitâlist hayatla bütünleÅŸerek sorunsuz bir ÅŸekilde yaÅŸadığımız, böylesi bir hayâta intibak ettiÄŸimiz için, daha farklı, daha anlamlı, daha ahlâklı ve erdemli bir hayat olabileceÄŸini düşünmek bile istemiyoruz. İnançlarına, düşüncelerine, dünya-görüşlerine, deÄŸer-sistemlerine öz-güveni olmayan bireyler/topluluklar bağımlılığı seçerler. Bir anlam/deÄŸer-sistemini temsil yeteneÄŸi, irâdesi ve onuru, insanları bağımsız tercihlere yönlendirir. Bağımsız tercihlerde bulunamadığımız, hayâtî sorunlar etrafında kapsamlı sorgulamalar yapmadığımız, târihsel hesaplaÅŸmalara cesâret edemediÄŸimiz, târihin dışında kalan konumumuza iliÅŸkin eleÅŸtirel bir bilinç inşâ edemediÄŸimiz, her tür tahakküme katlandığımız ve sesimizi yükseltmediÄŸimiz için, kolonyalist zulme/barbarlığa mâruz kalmaya devâm ediyoruz. İslâm-dünyası toplumlarının, asıl konuÅŸması gereken yapısal sorunlarını, İslâm’i cemaatler/târikatlar/partiler hiç-bir zaman tartışma konusu yapmıyor. Hayâtî sorunlar etrafında kapsamlı bir tartışma baÅŸlatmak, daha çok, daha yoÄŸun, daha derin, daha çarpıcı sorular sormayı, sorgulamalar yapmayı gerektirir” der.

Ebu Katade El-Filistîni:

“İnsanlar, batı ekonomisinin öneminden söz etmekte ve bunun hakkında deliller getirmektedirler. Bunu, ekonominin çatışma-aracı olarak kullanılması için yapmaktadırlar. Batı, zaferlerini, ekonomiyi çatışma-aracı olarak benimsemesiyle elde etmemektedir, bilakis bunu çatışmanın bir aracı edinmiÅŸtir.

Bu-gün düşmanın dayatmış olduğu koşullarda iktisat-savaşlarında bir başarı elde etmemiz mümkün müdür? Batı, her şeyden önce kendi koşullarını hazırlamıştır. Yâni çatışmanın hangi sınırlar içerisinde olacağının kânunlarını belirlemiştir. Aklı bulunan hiçbir kimsenin, düşmanın sana kendisini yok edecek olan gereçleri vereceğini söyleyeceğini zannetmiyorum.

Ekonominin kânunlarını ve hareketini kesin çizgilerle belirleyen ulusla-rarası düzen, bu sistemin dışına çıkılmasını yasaklamaktadır. Yâni hiç kimsenin ona karşı çıkmasına müsâde etmemektedir.

Şu iki hususun oluşması gerekmektedir:

Birincisi: Cemaat değil ümmet hareketi olması gerekir. Tüm meseleler ümmetin meselesidir.

İkincisi: Cihad yoluyla uzun bir “yıpratma savaşına” gitmeliyiz.

Cihad, fıkhî bir kavram olarak savaş anlamındadır. Kuşkusuz cihad, îman eyleminin zirvesidir. Şöyle ki, onun altına tüm kaderî eylemler; ekonomik, siyâsi ve aynı şekilde toprakların işgâl edilmesi gibi eylemler de girmektedir.

SavaÅŸsız yapılan tüm cihadlar, -Nekson’un dediÄŸi gibi- Batı için savaÅŸsız zaferdir.

Bunlar, müslüman demokratların yürüttükleri içtihad türlerindendir, yâni her-hangi bir külfete girmeden zafer aramadır” der.

Aşırı-anlama üyeleri “Celâl” sıfatını göz-ardı ediyorlar ve “Cemâl” sıfatına da çok sıkı yapışıyorlar. İnşâ sürecini Cemâl sıfatı ile baÅŸlatırlar ki bu çok yanlış/ters bir baÅŸlatmadır. Zâten bu yüzden baÅŸarıya ulaÅŸamıyorlar ve bu ÅŸekilde ulaÅŸamazlar da. “İnşâ süreci” Cemâl ismiyle deÄŸil, Celâl ismiyle baÅŸlar. Bu, “Lâ” demeye baÅŸlamak demektir. “Lâ”, Celâl isminin tezâhürüdür. İtîraz ile baÅŸlamak demektir. Mevcut sorunu olumlayan Cemâl ismiyle deÄŸil, olumsuzlayan Celâl ismiyle baÅŸlamak demektir. Åžimdiki müslümanların yanlış olarak yaptıkları gibi Cemâl sıfatıyla deÄŸil. Celâl ile baÅŸlar, Cemâl ile devâm eder. Medîne’den/Medeniyetten sonra Celâl ismine baÅŸ-vurulduÄŸu zamanlar olsa da, Cemâl ismi hâkim olur artık. Zamânında müslüman olmayan unsurlar müslümanların bizzat kendilerini kullanarak ve bu süreci tersine çevirerek İslâm’ı zayıflattılar ve medeniyeti yıkmayı baÅŸardılar. Bu konuda en çok da tasavvufu kullandılar/kullanıyorlar. Tasavvuf da bunu Cemâl ismini aşırı kullanarak yaptı.   

Aşırı-anlama çalışmaları aslında modern tasavvuf çalışmalarıdır. Özellikle felsefî tasavvuf zırvalığı, “dananın altında buzağılar arama”nın bir sonucudur. Öyle ki, bu çalışmalarının sonucunda oturdukları yerden kendilerini (hâşâ) Allah îlan ederek kâinatı yönettiklerini bile iddia etmiÅŸler ve ÅŸirk batağına saplanıp kalmışlar ve debelendikçe de batmışlardır/batıyorlar. Bir “devrim” olmazsa bu bataklıkta boÄŸulmaktan ve oradan da cehennem çukuruna yuvarlanmaktan baÅŸka ÅŸansları da yoktur.

İsmâililer de kutsal metin ve dînî emirlerde zâhir (dışrak/exoteric) ve bâtın (içrek/ezoterik) ÅŸeklinde iki temel yapı olduÄŸunu ve literâl (sözcüğü-sözcüğüne) anlamın bâtıni yâni gizli ve içsel gerçekliÄŸe işâret ettiÄŸini kabûl etmiÅŸler ve Kur’ân'da bulunan bu söz-konusu deÄŸiÅŸmez ve içrek hakîkatleri ortaya çıkarmak için agnostik bir düşünce sistemi geliÅŸtirmiÅŸlerdi.

Modern müslüman felahı unutmuÅŸ ve refah peÅŸine düşmüş.. Öyleki Kur’ân ile ilgili çalışmasında bile refahından ödün vermiyor. Kur’ân ile ilgili hangi ilmî çalışmaları yaptığınız çok önemli deÄŸildir; Kur’ân ile ilgili hangi eylemleri yaptığınız önemlidir.

Tasavvufçuların yaptığı, sezgi/keÅŸif üzerinden bâtıni anlam arama yöntemi iken; aşırı anlamacıların yaptıkları ise, Kur’ân üzerinden bâtıni anlam arama çalışmasıdır. Neticede ikisi de gizli olanı arama peÅŸindedirler. İki kesim de Kur’ân’ın ilk-anda söylediÄŸini yetersiz bulurlar ve -tabî ki de zorlayarak- sözde derin anlamlar bulma telâşına düşmüşlerdir. İki kesimin de bunu yapmalarının nedeni aynıdır. Konjonktürel ortam, siyâsi nedenler-çıkarlar, ideolojiler vs.

Sen istediÄŸin kadar tefsir yap ve fıkıh belirle. Onu hayatta hâkim kılacak bir otoriten yoksa, o çalışmalar İslâm’a zarar olarak geri döner. Aynen, otoritenin kaybolup gayr-i İslâm’i unsurların İslâm’a sokularak müslümanların yozlaÅŸtırıldığı 9-13. yüzyıllar arasında olduÄŸu gibi.

Ramazan Yazçiçek:

“Batınî yaklaşım, âyetlere, her isteyenin istediÄŸi ÅŸekilde mânâlar yüklemesini mümkün/mâzur görmüştür. Mâzur görmüştür diyorum, çünkü bu anlayış, mahkûmu hâkim olan bir anlayıştır. Bu anlayışta ölçü, vahy deÄŸil, hevâ-hevestir. Bu yaklaşımda İbn-ûl Arabî, “sufiler delil ikâme etmekten münezzehtir” derken, S. Hüseyin Nasr ise “Bâtınî anlayış, zâhirî ölçülere göre deÄŸerlendirilemez; onun hiç-bir dış yaklaşımın üstesinden gelemeyeceÄŸi kendine-özgü bir mantığı vardır. Kur’ân için de durum tamâmen böyledir” demektedir. Koydukları kurallar ile Kur’ân”ın fal bakılan bir kitap hâline dönüşmesinin yolu açılmıştır. (“Uygulamayı” düşünmeyenler mecbûren böyle sapıklıklara düşerler). Ancak İslâm’ın kendine raÄŸmen dillere tahammülü yoktur. Bu hassâsiyet İslâm’ın hayâtın tümüne söyleyecek sözünün olmasından; farklı bir ifâdeyle, ÅŸeriatlı; hukûku olan bir din olmasındandır” der.

Bâsur (hemoroit) sorunu olan bir kiÅŸinin, ameliyat olmasına raÄŸmen bir-süre sonra bâsuru tekrarlıyor. Çünkü o kiÅŸi yapması gereken bir ÅŸeyi yapmamıştır: “Hayat-tarzını deÄŸiÅŸtirmek. Beslenme-tarzını deÄŸiÅŸtirmek”. KiÅŸi bu deÄŸiÅŸikliÄŸi yapmadığı için hastalığın tekrâr etmesi gâyet doÄŸal ve normâldir. Zâten bâsura da o mevcut hayat-tarzı içinde yaÅŸadığı için yakalanmıştı. Aynı hayat-tarzını yaÅŸadığı için yine aynı hastalığa yakalanması çok tabîdir. “Benzer davranışlar benzer sonuçlar verir” denir. O kiÅŸi ameliyattan sonra hayat-tarzını, beslenme ÅŸeklini deÄŸiÅŸtirmeli ki o hastalık bir daha tekrarlanmasın. Åžimdi; aynen bunun gibi; “Dünyâ’nın lânetlisi-eziÄŸi-rezili” durumuna gelmiÅŸ olan müslümanlar, dinlerine ve öz kültürlerine göre yaÅŸamadıkları için bu durumdadırlar. DoÄŸal-normâl-aziz-ÅŸerefli-yüce yaÅŸam-ÅŸekillerinin yerine ikâme ettikleri hayat-tarzı, müslümanların “saÄŸlığını” bozmuÅŸ ve onları kronik hastalıklara müptelâ etmiÅŸtir. Bu hastalıktan kurtulmanın çâresi olarak Kur’ân’a yönelmiÅŸler fakat, Kur’ân’ı sâdece inceleme-araÅŸtırma konusu yaptıkları için ve onu hayâta yansıtmadıkları için hastalıklarından bir türlü kurtulamıyorlar. Yâni sürekli reçete okuyorlar ama ilacı kullanmıyorlar ve böylece de ÅŸifâ bulamıyorlar. Kronik hastalıklarından kurtulmak için ÅŸifâ kaynağı olan Kur’ân reçetesine tabî ki de baÅŸvurulacak. Fakat hayat-tarzlarını deÄŸiÅŸtirmedikleri yâni İslâm’i bir hayat-tarzına dönüştürmedikleri müddetçe hastalıktan hem kurtulamayacaklar, hem de gün be gün hastalıkları artacak ve yeni hastalıkların kölesi olacaklardır. Günümüzdeki müzmin hastalıklardan kurtulamamanın ana nedeni, sâdece sürekli ilaç tüketip hayat-tarzlarında bir deÄŸiÅŸiklik yapılmamasıdır. Bir ÅŸeyin deÄŸiÅŸmesi, o ÅŸeyin tekrarlanmaması ile olabilir ancak.

Ali Araf Arat:

“Peygamberler kendilerine gelen vahyi nasıl okuduysa Dünyâ’yı da/Dünyâ’ya da öyle okumuÅŸlardır. Dünyâ’yı gereÄŸine uygun bir akıl-vahiy iliÅŸkisiyle okuyabilenler yeryüzündeki zulmü ortadan kaldırabilirler. Peygamberler bunu baÅŸarabilmiÅŸlerdir. Bunu baÅŸarabilmiÅŸler ki bize örnek gösterilmiÅŸlerdir. Peygamberler baÅŸardıysa, bizim de baÅŸarabileceÄŸimiz hakîkati, ilk doÄŸru okumamız gereken ÅŸey olmalıdır. DoÄŸru okumak meydanlarda gazel okumak deÄŸil, hakîkatin savunucuları olarak bir meydan okuyuÅŸtur. Her Peygamber gönderildiÄŸi toplumun idârecilerine meydan okumuÅŸtur. Çünkü düzenin idârecileri toplumla kurdukları iliÅŸki biçimini kölelik ve aÅŸağılama üzerine oturtmuÅŸlar, topluma hakîkat olmayanı hakîkat kendi bâtıl düzenleriymiÅŸ gibi okutmuÅŸlardır. Oysa doÄŸru okuma yapıldığında görülecektir ki böyle bir düzen, insanın tabiatıyla çeliÅŸtiÄŸi yalan üzerine kurulan bir düzendir. DoÄŸru olan düzen insanın tabiatına uygun, Allah ile iliÅŸkisinin teslimiyet ve kontrol iliÅŸkisi ile saÄŸlanabildiÄŸi düzendir. Peygamberler gönderildikleri topluma bu iliÅŸki biçimini sunmuÅŸlar ve buna karşı çıkan her düzene de hiç çekinmeden meydan okumuÅŸlardır. Bu okuyuÅŸ elbette ki akıl-vahiy iliÅŸkisi ile kurulabilen ve öyle okunabilen bir meydan okuyuÅŸtur. Günümüz müslümanlarının yaptığı gibi istatistiksel yâni demokrasilerdeki seçimin belirlediÄŸi sayı üstünlüğüne dayalı bir okuma deÄŸil” der.

Laik/seküler/neo-liberâl/demokratik-neo-demokratik/kapitâlist/modernist/konformist/hazcı/ÅŸerefsiz/sapık hayat-tarzlarını deÄŸiÅŸtirmedikçe ve İslâm’ın pak ve ÅŸerefli dînine, peygamberin sünnetine, hayat-tarzına sarılıp onu meleke hâline getirmedikçe bu çirkefliklerden kurtulunamaz. Kurtulmak söz-konusu da deÄŸildir, hattâ ihtimâl dışıdır. Çünkü doÄŸaya aykırıdır. Ey müslümanlar! Bir ÅŸeyi gerçekten deÄŸiÅŸtirmek istiyorsanız, düzeltmek istiyorsanız, iyileÅŸtirmek istiyorsanız, yapmanız gereken ÅŸey hayat-tarzlarınızı deÄŸiÅŸtirmenizdir. Kur’ân’ın/İslâm’ın/sünnetin hayat-tarzına ve ÅŸekline göre bir hayat yaÅŸamanız gerekmektedir. Bu da ancak, hayâtın tam orta yerinde yapılacak olan deÄŸiÅŸikliklerle olur.    

Batı bilgisinin ve bilgi-sisteminin acenteliğini yaparak bir yere varılamaz.

ANLAMAYI BIRAK, HAREKETE GEÇ

Hareket yoksa hiç-bir şey yoktur.

Hareket, akıl ile îman arasındaki orta yoldur. İkisi birleştiğinde ancak sâlih amel çıkar ortaya. Aksi-hâlde ayrı-ayrı bir değerleri yoktur gönül eğlemekten başka. Söz/düşünce/fikir ancak, erse gerçek-realite-hak hâle gelir. Aksi takdirde somutlaşamaz.

Ali Osman GündoÄŸan, “Topçu ve Hareket Felsefesi” adlı yazısında ÅŸunları söyler:

“KonuÅŸmak, söz söylemek bir ÅŸey yapmaktır, hareket etmektir. Söz, belki de düşüncenin, fikrin hareketidir.

Zorunlu Varlık bizim hareketlerimizde ya da hareketlerimizin kaynağındaki irâdede içkin olarak bulunmaktadır. Yâni aşkınlık bizde içkin olarak bulunur, bu aşkınlığı ortaya koyan da harekettir.

Hareket, insan varlığının cevheridir. İnsanı anlamak, insanın hareketini anlamaya baÄŸlıdır. İnsanın hareketlerinin zengin Dünyâ’sına dalmadıkça insan anlaşılmaz olarak kalır. Çünkü “hareket, hayâtta direkt hakîkate bakmak açısından bir olgudur, daha genel ve her-ÅŸeyden daha sürekli, evrensel bir art-arda geliÅŸin ben’deki (moi) ifâdesidir”. Hareket, bir olgudan çok bir zorunluluktur ve bundan dolayı da çoÄŸu-zaman ben’e raÄŸmen kendini gerçekleÅŸtirir. Bunun en açık ispâtı da, istediÄŸim ÅŸeylerle hareketlerim arasındaki orantısızlıktır. Bir bakıma bu, güç ile istek arasındaki orantısızlıktır. Zîrâ bâzen istediÄŸim ÅŸeyleri yapamıyor, bâzen de yaptığım ÅŸeyler istemediÄŸim ÅŸeyler oluyor. İstek hareketin, hareket isteÄŸin ötesine geçiyor. Hareket, bu orantısızlığı aÅŸmaya, güç ile isteÄŸi dengelemeye çalışmak demektir.

Her hareket, irâdî faaliyetin kaynağında bulunan isteyen irâde ile istenilen irâdenin bir-birine eÅŸitlenmesi amacını güder. Buna baÄŸlı olarak, “insanın amacı, kendi-kendine eÅŸit olmaktır”. Kendi-kendine eÅŸit olmak isteyen insan her hareketiyle, daha mükemmel bir harekete özlem duyarak tabiat-üstüne kadar yükseliÅŸini sürdürecektir. YükseliÅŸin tabiat-üstüne kadar sürmesi, hareketin kaynağındaki sonsuzluk irâdesinden ötürüdür. Çünkü insan, sonsuzdan gelir, sonsuza gider. Bizde bulunan Tanrı’nın lütfu olan irâdenin hareketin kaynağında bulunması, hareketimizin kendi gücümüzü aÅŸması demektir. Çünkü hareketin bizi götürdğü aÅŸkınlık, hareketin dışında deÄŸil, içindedir. Öyleyse aÅŸkınlık bizde içkin hâlde bulunmaktadır. AÅŸkınlığın bizde içkin olarak bulunmasından dolayıdır ki, hareketin yöneldiÄŸi amaç tabiat-üstüdür. Bu amaca ulaÅŸmada türlü basamaklardan geçen irâdenin insanın bireysel varlığından topluma, toplumdan ahlâka ve ahlâktan da dînî olan alana geçiÅŸi hareket sâyesinde olmakta ve sonsuzluktan kaynaklanıp sonsuzluÄŸu arzulayan irâde, tabiat-üstüne kadar hiç-bir basamakta tatmin bulmamaktadır.

“Mutlaktan mutlaka bir dönüş” olan hareket, tabiat düzeniyle yetinmeyip tabiat düzenini aÅŸmayı gerektirmektedir. Düşünmek de bir harekettir ve hareket hem kendimizi hem de eÅŸyâyı deÄŸiÅŸtirmektir. Bu anlamda vâr-olmak ile aynı ÅŸey olduÄŸu ve her hareketin kaynağında bir irâde bulunduÄŸu için hareket vâr-olmak, istemek ve düşünmek arasındaki uyumu aramak demektir.

Her harekette, Allah’ın bir hareketini fark ediyoruz. Hareket meselesiyle Allah meselesi bir-birine öylesine baÄŸlıdır ki, “Allah, düşüncelerimle hareketimin yapmacık bir aksediÅŸi olmak şöyle dursun, düşündüğüm ve yaptığım ÅŸeyin tam ortasında bulunuyor; ben O’nun çevresinde dolaşıyorum, düşünceden harekete ve hareketten düşünceye geçmek için, benden yine bana gitmek için, her-an ona baÅŸvuruyorum”. Öyleyse hareket, insanı Allah’a ulaÅŸtıran bir köprü, “insan ile Allah’ın bir sentezidir”. Sentezin bozulması hareketin yokluÄŸu, iflâsı, ölümü demektir. Bu, bizde ilâhiliÄŸin inkârı, dolayısıyla kendi-kendimizin de inkârıdır. Hareket iledir ki, îmâna dolayısıyla da kurtuluÅŸa eriÅŸilebilir. Hareketin olduÄŸu yerde Allah, Allah’ın olduÄŸu yerde hareket vardır. Hareket, surnaturel alana kadar Allah’ın bizdeki isyânıdır.

Nurettin Topçu’ya göre de hareket, insanın cevheridir.

Blondel’de olduÄŸu gibi Topçu’ya göre de özünde rûhi bir aktivite olan her hareket, “mükemmele, daha mükemmele bir özlemdir”. Daha mükemmele duyulan özlemin kaynağında rûhi bir davranmadan ileri gelen ve rûhi bir amaca yönelmiÅŸ olan bir irâdenin hareketi bulunur. Bundan dolayı hareket, rûhi bir realitedir. Ahlâklılık, ancak böyle bir rûhî realitede ortaya çıkar. Kaynağı îtibâriyle mânevi hayâtı ahlâkî hayâta baÄŸlayan Topçu, bunun için de “sonlu olanda asla durmayıp, dâima sonsuzluÄŸa uzanan hareketin bizzat kendisinin derinlemesine tahlili gerekir” der. Hareketin tahlili, Topçu’ya göre ahlâk meselesinin de tahlilidir. Çünkü hareketini evrensel ölçüye uyduramayan ve tabiat-üstüne yüceltemeyen, ahlâklılığın da dışında kalır.

Hareket somut, zekâ ise soyut olana nüfûz ettiÄŸi için, kısaca hareket ve zekâ farklı cinsten ÅŸeyler olduklarından dolayı, buradaki bilimin ilkesi hareketin kendisinde bulunmakta ve zekâ böyle bir bilimi yapamamaktadır. Blondel’in de belirttiÄŸi gibi bir hareket-bilimi, daha doÄŸrusu bir hareket diyalektiÄŸi söz-konusu edilmektedir. Zîrâ insana sâdece hareket rehberlik edebilir, sâdece hareket insan varlığının bütününe sâhip olabilir, onu kavrayabilir, tek kelimeyle insan olan insanın girebileceÄŸi sonsuzluÄŸa sâdece o dalabilir.

Topçu’ya göre de hareket, insanla Allah’ın bir sentezidir. Bu senteze giden yolda her hareket, her irâde, hem kendine hem de kendi dışındaki bütün otoritelere karşı esirliÄŸinden kurtulmaktır. Bu otoriteler kendi benliÄŸimiz, toplum, devlet v.b. gibi irâdemizi baskı altında tutmaya çalışan ve hürriyetimizi yok eden têsir edici otoritelerdir”.

Lütfi Bergen:

“Toplumu ve yaÅŸadığı çevreyi deÄŸiÅŸtirmeyi gündeminden çıkarmış bir “müslüman yapma” edimi karşısındayız. Åžimdi artık postmodern durumun popüler kültürü içinde “yaÅŸayan din”, din anlayışına esas alınmaya baÅŸlamıştır.

ModernleÅŸme ile müslümanlar “mahrem alan” yerine “kamusal alan”ın özerkliÄŸi için kavga vermektedirler. Kamusal alan mücâdelesi müslümanları sekülerleÅŸtirmektedir. Tekil müslümanlıklar kurarak modernleÅŸme kuramlarını güçlendiren (muhâfazakâr) İslâm’cılık, modern toplumlara “cemaat” ve “kardeÅŸlik” müesseseleriyle cevap üreterek sekülerleÅŸmeden kurtulmanın yollarını  aramalıdır. Böyle bir arayış sömürgeciliÄŸi püskürtmenin de imkânlarını bahÅŸedecektir.

“Müslümanlar “inanıyorum” ifâdelerini söylem kılmakla mükellefler. Bu mânâda “inanıyorum” demiÅŸse bilinmeli ki, “namaz kılıyorum” da demektedir. İslâm sosyâl çevrenin deÄŸiÅŸmesinden önce kâlblerin ve nefislerin deÄŸiÅŸmesinden baÅŸlamış gibidir. Modern toplumda müslüman olmanın aÅŸamadığı engellerden biri budur. Söylemin kendisi eylemdir. Bu nedenle birisi “Allah yoktur, din de yalandır” dediÄŸi zaman kusurlu sayılması gereken zümre aslında inançlı olduÄŸu hâlde “Allah yokmuşçasına davranan”dır. Çünkü onun “Allah vardır!” demesi ispat deÄŸildir. Onun inanç-sâhibi olduÄŸuna dâir söyleminin gerçekleÅŸmemesi, muhâtabının ise söylemini tahakkuk ettirecek ÅŸekilde bir hayat ortaya koyması problemdir. Materyâlist bir adam teorik bir beyanı dîni bir söyleme çevirmiÅŸtir: “Allah yoktur, din yalandır” sözü teorik bir ifâde deÄŸildir. Zîrâ “Allah yoktur” demek için bir inanç gereklidir ve din (hayat-tarzı) yalandır demek de aynı-zamanda sizin de hayat-tarzınızın yalan olduÄŸunu söylemektir. Zîrâ din, hayat-tarzı anlamındadır. İslâm’ın yaÅŸanan bir söylemden ibâret olduÄŸu fütüvvetle ortaya çıkıyor. ÃŽman dâvâsı zorbaları al-aÅŸağı etme dâvâsı olmayıp onlara yaptıklarının zulm içeriÄŸini beyan/söylem dâvâsıdır. Nûh (as)’un kavminin içinde yaptığı cihad, söylemi sürekli kılmaktı. Åžuayb’e kavmi “Ey Åžuayb dediler, kıldığın namaz mı, tuttuÄŸun din mi emrediyor sana da mallarımızı da dilediÄŸimiz gibi tasarruf etmemize mâni olmaya kalkışıyorsun?” (Hûd 87) demiÅŸlerdi. Söylem, görünüşte, deÄŸersiz de olsa, karşılaÅŸtığı yasaklar onun toplumsal arzu ve iktidarla iliÅŸkisini belirler. Bu nedenle söylem basit bir söz deÄŸil, rüşddür. Söylem konuÅŸanı sembollerin nesnesi deÄŸil, eylem niyetiyle bütünleÅŸmiÅŸ bir varlık görür” der.

Sürekli ders-ders-ders. Öyle bir hâle geldi ki, derslerin amacı yine dersin kendisi oldu. Ders yapmış olmak için dersler yapılıyor. Ders yapmak amaç ve hedef olmuş. Fakat bir-türlü dersler dertlendirmiyor ki dertler de eyleme dönüşsün. Şöyle bir söz vardır:

“Ders”ten önce “dert” öğretilmeli ki, öğrenci-talebe, ideâl ve iddia sâhibi olabilsin ve “uzun yola” çıkmaya hüküm giyebilsin ve bunu göze alabilsin”.

Aslında müslümanların söylemleri aynı-zamanda eylemleri olmalıdır. Sâdece söylemde kalmamalıdır. Aksi-hâlde tutarsızlık ve çelişki kaçınılmazdır ve iş maazallah münâfıklığa gider.

Söylem çok, eylem yok. “Önce söylem sonra eylem” fikri pratikte pek iÅŸlemiyor. Söylemin ne olacağını da yine eylem hâli belirler çünkü. Söylem yolda düzülür.

İslâm, ilk önce olgunlaşıp sonra devlet-medeniyet olarak gerçekleÅŸmez. Bu ikisi berâber olur ve devlet-medeniyet aÅŸamasında sonra kültürün olgunlaÅŸması ve yerleÅŸmesi aÅŸamasına sıra gelir ki, İslâm’da bu, Hz. Ali’nin ölümünden sonra Emevi-Muâviye ile birlikte baltalandı.

Hüseyin Alan, eyleme dönmeyen İslâm’i çalışma yapanları şöyle eleÅŸtirir:

“Çağımız modern bir çaÄŸdır. Müslüman ümmet siyâsi birliÄŸini ve bütünlüğünü kaybetmiÅŸ, buna baÄŸlı olarak da sosyâl ve toplumsal hayâtını müslümanca düzenlemekten mahrum kalmıştır. Bu sebeple İslâm, kiÅŸisel alanın, kiÅŸisel ibâdetlerin ve uygulamanın dışında günlük hayattan çıkmıştır.

Modern çağın müslümanı, yaÅŸadığı hayâtı İslâm’laÅŸtırmak için fıkhın usûl tarafını deÄŸil, doÄŸrudan hüküm tarafını gündem edip tartışmaya açmıştır. Dolayısıyla burada büyük bir sorun ortaya çıkmıştır. İslâm fıkhının ortaya çıktığı ya da İslâm fıkhını ortaya çıkaran İslâm toplumu ortada olmayınca, modern toplumun sorunları ve hayâta dâir modernizmin çözümleri İslâm’laÅŸtırılarak taklit edilmektedir.

İslâm’cı akımın Kur’ân ve sünnete dönüş çaÄŸrısı gerçekte modern çağın müslümanını yeniden ama sahih temeller üzerinde toplumsal olarak inşâ etmek içindi. Bunu yaparken fıkhın ikinci kısmını terk ettiÄŸini fark etmedi. O sebeple ilk-elde kıyası, sonra icmâyı terk etti. Ardından sünnete sıra geldi. Elde kala-kala Kur’ân kaldı.

Sanıldı ki, kıyas, icmâ, sünnet Kur’ân’dan ayrı, Kur’ân’dan bağımsız delillerdi. Bu sebeple olsa gerek, fıkhın usûl tarafını yeniden yorumlayarak, saÄŸlam deliller üzerine yürüyerek hükümleri yeniden ihyâ edecek veya yorumlayacakken, iÅŸe tersten baÅŸlayıp doÄŸrudan hükümleri tartışmaya baÅŸladı. Çünkü İslâm’ın hükümleri yaÅŸanılan hayatta karşılık bulmuyordu. Bu sebeple modern toplumsal hayâta uymayan hükümleri yeniden yorumlayarak modernizm lehine têlif etmeye çalıştı. Bunu delillendirmek için de sünneti, icmâyı terk etmek durumunda kaldı ve sâdece Kur’ân’a sarıldı.

Dememiz o ki: Çağımızın müslümanı yaÅŸadığı ortamı, sosyâl ve toplumsal hayâtı müslümanlaÅŸtırma çabasına girerek İslâm’ı yeniden tanımlamak, Kur’ân’ı yeniden tefsir etmek yerine, usûle müracaat ederek müslümanca bir sosyâl hayat inşâsına yönelmeli. Bu perspektif, sahih İslâm anlayışını ve sâhici müslüman toplum inşâsını yeniden gerçekleÅŸtirebilir. Bunun için sünnete, icmâya dönmeli. BozulmuÅŸluÄŸu temsil eden mevcut hâli İslâm’laÅŸtırma hatâsından dönmeli. Kıyası da bu temeller üzerine yeniden yapmalı.

Şimdi sorulması gereken ve hep berâber cevaplamamız gereken soru şudur; insanlık bir yolda akıyor. Azgın, sapkın tağutlar milyarları çâresiz bırakıyor ve zavallılaştırıyor. Uygarlık adına, medeniyet adına olmadık zulümler işleniyor, insanlık sûni üretilen krizlerle efendilerine ve gösterdikleri yollara sadâkatle koşturuyor, bağlılıklarını bildiriyor. Çok-tanrılı dinlere selâm duran, uluslaşma süreci boyunca uluslarca üretilen putlara secde eden ve bağlılık andı içenler, kültürüne, diline, târihine ve devletine tapınarak bunların ardındaki tağûti kurnazlıkları görmeyenler, kalkınma ninnileri ile mutluluğun ve istikrârın peşinde bir ömür tüketenler, doğru yolda, doğru yönelişte midirler?. Milyarlarca kalabalık, hangi tezgahlar ve sinsi plânlamacılarla bu yolda sürüklenmektedir?

Bu kadar zavallı konuma düşürülen ve hayâller peşinde koşturulan insanlığa karşı, sâdece kültürel çalışmalar, sâdece tepkisel söylemler ve sâdece sosyâl dayanışmalar göstererek mi çâre olacağız?. Tüm oyunları tezgahlayanları, arka-plânda ellerini oğuşturup ön cephede insanları bir-birlerine kırdıranları, onların düzenlerini ve iş-birlikçilerini açığa çıkartmayacak mıyız. Dosdoğru yolu, hakça yaşamı ve düzeni gösterecek, esas hedefi ve muhâtabı açık edecek, elçilerin yaptığını bu çağda tekrarlayacak tevhid ehillerine ve sahih hattı tâkip etmeleri gerekenlere ne oldu?.

Açlıktan ve insanlardan korkmayıp sâdece Allah’tan korkması gerekenler nerelere kayboldular? Allah’a çağırırken bir beklentiye girmeyenler, mücâdele ettiklerinin vereceÄŸi rüşvete, sâhip olduklarına göz dikmeyenler ne hâldeler?. TaÄŸutları ve zâlimleri hakka çağırırken onlara karşı yürütülecek mücâdelede zavallı derekesine düşürülmüş insanlığın gözünü açacak, kulaklarındaki pası silecek, zihinlerindeki iÄŸvâyı düzeltecek, gönüllerindeki itaati âit olduÄŸu yöne çevirecek ve onları kula kulluktan Allah’a kulluk etmenin ÅŸerefini tattıracak olanlarımız ÅŸimdilerde hangi iÅŸlerle meÅŸgûl olmaktalar?. Ölüm-melekleri canlarımızı alırken; “ne iÅŸteydiniz” diye sorduklarında cevâbımız ne olacak?...

Târihsellik, rölativizm, hermenötik, semantik, sembolizm, metaforik, metin çözümleme, kavramsal okuma, konulu tefsir biçimleri bu sâyede etkinleşti. Bu tekniklerle ve parçacı okuma biçiminde, bunlar, bütüne yönlendirici işâretler olmaktan, bütünü açıklayıcı yardımcı fonksiyondan çıktı da, her bir parçacı anlayış ve teknik okumadan çıkan anlam, kendi başına doğruları ve bütünü ifâde eden anlam arayışına dönüştü. Dînî aklediş, farkında olmadan aklı otorite yaparak parçalı okumaya, parçalı düşünmeye ve bunu da bütün olarak anlamaya böylece başladı. Burada akıllı olmak, akletmek, fehmetmek, fıkhetmek veya vahyin inşâ ettiği akla sâhip olmak başka bir şey, aklı otorite yapmak bambaşka bir şeydir.

Dînî metinleri okurken bu kodlarla düşünen ve hareket eden, parçalı okumayı “bütünün ve doÄŸrunun anlamı budur” diyen ve dolayısıyla kendisinin he-ÅŸeyi anlayacağını ve yeni keÅŸifler yapacağını düşünen insan, özne olarak vahyi-metni deÄŸil kendisini görmektedir. Bu bakımdan verili hakîkati, kutsalı, sâbitleri, ölçüyü ve deÄŸerleri deÄŸil, bütünü deÄŸil, kendisinin yeniden keÅŸfettiÄŸi parçalanmış doÄŸrulara îtibar etmektedir. Bu düşünüş biçiminde vahiy okuması, iÅŸitip itaat etme, gönülden teslimiyet dolayısıyla beÅŸeri ve toplumsal dönüşüm aÅŸaması, toplumsal alanların bütünsel ve tek bir referansla yeniden tanzimi ve insanlığa şâhitlik etme gibi bir vizyon yoktur.

Bu bakımdan dînî referans, ölçü ve deÄŸerler, vicdâni tercihin ve özelleÅŸtirilmiÅŸ alanın içinde geçerli kılınmış ama buna karşılık herkesi ilgilendiren toplumsal alanda modern akla referans, ölçü ve deÄŸerlerle düzenlenmiÅŸ hayatta geçersiz kılınmıştır. Söz-gelimi vâroluÅŸ gerekçesi ve amaç, kimlik, âidiyet, itaat, sadâkat, kulluk, insan guruplarının ne için bir-arada olması gerektiÄŸi gibi önemli ilkeler ve bütünsellik, dînî ilkeler yerine modern ilkelerle yeniden tanımlanıyor. Bütünlük baÅŸka ÅŸekilde ve kendi içinde yeniden parçalarına ayrıştırılıyor ve oradan yeni bir bütünleÅŸmeye gidiliyor. Vazgeçilmez haklara sâhip insan tanımı yanında, etnisite, dil, vatan, kimlik, âidiyet, sadâkat gibi modern ölçülerle yeni parçalara ayrıştırılan insanın, bu parçaların bireysel ve demokratik özgürlükler çerçevesinde yeniden bütünleÅŸerek barış içinde birlikte yaÅŸaması bu nedenle isteniyor. 
 
Kur’ân âyetlerini sıralayarak, ezber tekrârı yaparak bir-ÅŸey söylenmiÅŸ olmuyor, bir iÅŸ yapılmış olmuyor. Âyetlerin gereÄŸini yapmak, asıl söylenmesi gerekeni söylemek, yapılması gerekeni yapmak olur. TebliÄŸ de budur. Böyle anlaşılmalıdır. Yapmadığımız ÅŸeyleri Kur’ân’a söyletmekle tebliÄŸ yapmış olmuyoruz.

Dünyâ’da yürürlükte olan sistem, kendisini sorgulamayan, kendisine karşı çıkmayan dindarlığı çok seviyor. Hattâ teÅŸvik ediyor. Dolayısıyla kapitâlist bir sistemde yaşıyoruz ama “çaktırmamaya” da dikkat ediyoruz. Kapitâlist sistemi rahatsız etmeyecek âyetleri ve hadisleri tekrâr edip duruyoruz. Sistemin hoÅŸuna gitmeyecek ÅŸeyler yapamıyoruz. Dünyâ’da ve ülkemizde olup-bitenlerle, geliÅŸmelerle ilgili sözümüz yok. Sistemi görmezden geliyoruz.

Çağımızda Kur’ân okurları, okuyup anladığını söyleyenler kitap diyor, Kur’ân diyor. ÇoÄŸunluk Kur’ân ve Sünnet diyor. Ama ortada küresel kapitâlizmin, yâni küfrün hâkimiyetini sorgulayan yok. Dolayısıyla Kur’ân ve Sünnet diyenler bir-ÅŸey demiÅŸ olmuyor. Çünkü küfrün hoÅŸuna gitmeyecek âyetler ve hadisler görmezden geliniyor. Yok sayılıyor.

Müslümanlar bu-gün konuÅŸurken batılının söylediklerini konuÅŸuyor. Dünyâ’ya, batının baktığı yerden bakıyor. Olaylara, varlık âlemine, geliÅŸmelere ve insânî iliÅŸkilere batılının yaklaÅŸtığı gibi yaklaşıyor. İliÅŸkileri batının kurduÄŸu gibi kuruyor. Hâlimiz, kimliÄŸimiz, kafeste sâhibi eliyle beslenen, sâhibinin öğrettiklerini konuÅŸan papaÄŸanlara benziyor. Ne yazık ki!.

Her yapıp ettiklerimizin, en ince detaylarına kadar her durumda ne yapılması gerektiÄŸinin sâdece Kur’ân’dan öğrenilmesi gerektiÄŸi gibi kısır ve bir o kadar da gereksiz bir tartışma, risâlet örnekliÄŸini dışladığı kadar sahih tecrübeleri de yok sayarak kısır çatışmaları, fantastik tartışmaları besleyen ve gönüllerin baÅŸka ÅŸeylere kaydığını gösteren günümüze has bir anlayış olmalı. Yapılması gerekenlere dikkat ve hassasiyet yerine tartışma alanlarını çoÄŸaltmak buralardan besleniyor. Zımnında peygamberi devreden çıkartmanın, sâdece kendi aklına güvenmenin, tersini telaffuz edip dursa da kendini peygamber yerine koymanın veya baÅŸka bir hesap tutmanın yeni durumu bu. Modern aklediÅŸin ürünleridir bunlar. Teslimiyet ve itaat böyle olmamalı. O nedenle bu tarz bir yolcunun hem ÅŸefkati ve merhâmeti yok, hem de yol-haritası yok. Dolayısıyla dinle, insanlarla deÄŸil, mühendislik ile uÄŸraÅŸtığının ve sorumluluk çizgisini aÅŸtığının farkında da deÄŸil zâten.

TaÄŸuttan içtinap ederek kopartılması gereken itaat bağının ve âidiyet iliÅŸkisinin karşılığı, yeni bir dînî asabiye üreten cemaat olmakla ancak mümkündür. O hâlde cemaat olmak, temelde bir sisteme, aslâ ve meÅŸrûiyete karşı olma pozisyonudur. Tüm peygamberler kendi Mekke’lerinde bunu örneklemiÅŸ, bu nedenle kavminin ileri gelenleriyle tartışmaya ve mücâdeleye bu farklılıkla baÅŸlamıştır. Asıl budur. Bundan sonrakilerse bu aslın üzerine binâ edilenlerdir. Kur’ân, bu konuda detaylı bilgiler ve diÄŸer sâlih kulların benzer kıssalarıyla doludur. Kur’ân okumaları nihâyetinde bu büyük mesajı ve ayrışmayı anlamaya yönelik sonuçlar üretiyorsa, Kur’ân İslâm’ı sözünden ve ilkeler sıralamasından bu din-gerçeÄŸi çıkıyorsa, teferruatları aslın üzerine dizmeyi saÄŸlıyorsa faydalı ve gereklidir. Aksi-hâlde, genel hâlimizde görüldüğü üzere, Kur’ân okuya-okuya gayya kuyusuna doluÅŸtuÄŸumuzun resmidir!. Çünkü bunun tersi Allah’a itaati têmin etmeyen sorumsuz-biatsız ve cemaatsiz müslümanlıktır!

Günümüzde, müslüman “bireylerin” ve “sivillerin” Kur’ân okuya-okuya düştüğü çaÄŸdaÅŸ tehlikeli yolculukları görerek hayıflanmamak mümkün deÄŸildir. Buna raÄŸmen îtiraf etmeli ki, ÅŸu iÅŸleri birlikte yapmak üzere diyerek bir program önerisi olmadan Kur’ân’a çağırıyorum diye kendi zannî görüşümüze, teorik ilkeler dizinimize, yorumlarımıza veyâ grup asabiyemize çağırmayı, her sözümüzü bir ÅŸekilde âyetlerle destekleyip vahdete çaÄŸrı diyerek kendimizi aradan sıyırmayı mahâret sayabiliyoruz. Aynı yanlışı, benzer mantîki çıkarımla diÄŸerlerini veyâ farklı bakış-açılarını dışlamada meÅŸrûiyet üreterek sürdürebiliyoruz. Tüm bunlar ne kadar hatâlı ise, tartışma konularını soyutlaÅŸtırmaya, anlamsız ve cansız maddeler hâlinde sıralanan ilkelere dökerek meÅŸrûlaÅŸtırmak da o kadar hatâlıdır. Bu tutum ahlâki de deÄŸildir, hak da deÄŸildir.

Çağımız ulus-devletler çağıdır. Bir tarafıyla cemaatleÅŸme irâdesinin terk edilip sivilleÅŸmeye geçiÅŸ yapılan bir çaÄŸdır. GerçeÄŸe tekâbül etmeyen, karşılığı olmadığı için “üretilmiÅŸ” bir “sivil” ulus-kimlik anlayışı ve bu kimliÄŸin bileÅŸenleri, karşılığı olan “ümmet ve cemaat” yapısını ve kendine has bileÅŸenlerini parçalayıp yeniden yaratmak üzerine kurulu, modern aklediÅŸin bir ürünüdür. Modern aklediÅŸse dînî aklediÅŸin tam tersi sonuçlar ve tarz üretir. Bir-önceki dönemde inanç ilkeleri ve ölçülerine göre cemaat ve ümmet ÅŸeklinde kategorize edilen insanlık, modern dönemlerde dil-etnisite gibi yeni ölçülerle yeniden tanımlanıp ulus üst-kimliÄŸinde birleÅŸmeleri bu sebepten tasarlanmıştı.

Unutmayalım ki bizim keÅŸfedeceÄŸimiz bir din, târihten ve hayattan kopuk soyut yeni bir din yoktur. Müslümanlar, âhirette iÅŸine yaramayacak çözümlerden ve edimlerden vazgeçmelidir. Sıradan Dünyâ’lılar gibi salt dünyevî hayâtını düzenleyecek yaÅŸam-biçimini terk etmelidir. Bu Dünyâ’da lehimize gözüken çözümler âhirette bizleri perişân edebilir. Hatırlayalım: Ölüm var, hesap var. Ve hesap-günü çok yakın”.

Allah, “yerine getirmeyeceÄŸiniz ÅŸeyin muhabbetini de yapmayın” diyor: Ey iman edenler, yapmayacağınız ÅŸeyi neden söylersiniz?” (Saff 2).

İnsan bildiklerini bilmez durumuna gelebilir, ama yaptıklarını yapmamış durumuna gelemez. O hâlde yapmak, bilmekten çok daha deÄŸerli ve önemlidir. 

Son yüzyıl, vâr-oluşçuluğun (bir çeşit bireycilik) etkisindedir. Toplumu kurmaya bireyden başlamak yolundadır ki bunu hiç-bir zaman başaramaz. Çünkü bu süreç bitmez. Toplum yine toplum ile birlikte kurulur. Toplum bireysel çabalarla düzeltilemez. Kitlesel çabalarla düzeltilebilir ancak. Bireysel çabalar sâdece bireyi düzeltebilir, ancak o da sınırlı bir ölçüde. Çünkü toplum bozuktur. Bir fizik yasası vardır; Bir sistemin toptan gücü, onu oluşturan parçasal güçlerin toplamından daha yüksektir.

Bir şeyin kesin ispatı sözle olmaz. Eylem ile olur. Yapmakla, göstermekle.

“Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, bir-birlerine hakkı tavsiye edenler ve bir-birlerine sabrı tavsiye edenler baÅŸka” (Asr 3). Bu âyet “zararda olmayanların, sâdece eylemde-iÅŸte-amelde bulunanlar” olduÄŸunu söyler. Fakat ÅŸu da unutulmamalıdır ki yapılan bu eylemler-ameller, “Allah yolunda” yapılan iÅŸ-amel-eylemler olmalıdır. Aksi-hâlde boÅŸa giden iÅŸler-ameller-eylemler olacaktır. Güzel sözü yükselten amel-i sâlihtir. Söz ancak eylemle deÄŸer kazanır. Hadiste Hz.Peygamber (a.s.m) “Allah, sözü amelsiz kabûl buyurmaz” buyurmuÅŸtur.

Mevdudi:

“Ne kadar çok ilmî çalışma yaparsan amelî melekelerin o kadar çok körelir” der.

Bir şeyin anlamının alabildiğine genişlemesi, o şeyin anlamsızlaşması demektir.

Kûfe’li, Hasan Basri’ye; “sineÄŸin kanı ile namaz kılınır mı” diye soruyordu Kerbela’ya bakmadan. Aynısını ÅŸimdi de aşırı anlamacılar yapıyor. Hergün binlerce müslüman kardeÅŸimiz ölürken, bir kelimenin tahlili bir programa sığmıyor.

Ramazan Kayan, ne yapılması gerektiği ile ilgili şunları söyler:

“Teferruatlarda boÄŸulmamak, ince eleyip sık dokumamak, sonu gelmez ihtilafların tarafı ve mahkûmu olmamak için önceliklerin bilinmesi gerekiyor. Zarar vermeden, kırıp-dökmeden, zaman ve insan isrâfına fırsat vermeden vârolan imkânı isâbetli ve basiretli kullanmak zorundayız.

Kafa karışıklığından, gündem karmaşasından, zihinsel bulanıklıktan kurtulmanın yolu doğru tesbit ve tercihten geçiyor. Yoksa popüler kültürün, egemen sistemin, hâkim güçlerin tasallut ve tahakkümünden kurtulamayız. Aktüalitenin, magazinin mağduru olmaya devâm ederiz. Evet, önceliklerimizi kim belirleyecek? Konjonktür mü? Piyasa mı? Toplum mu? Yasalar mı? Kurallar mı? Koşullar mı? Çevre mi? Medya mı? Daha doğrusu; kendimiz mi, başkası mı? Neleri geri çekeceğiz, hangi gündemleri öne çıkaracağız? Belirsizlik, bulanıklık, karışıklık özgüven yitimine ve enerji kaybına neden olmaktadır.

Küçük meselelere takılı kalınca, büyük sorunlar kangrenleÅŸmeye baÅŸladı. Ölümcül hastalıkları pansuman tedâvilerle geçiÅŸtiremeyiz. Palyatif çözümsel, yüzeysel yaklaşımlar, ÅŸekilsel uÄŸraÅŸlarla iÅŸ üretemeyiz. Mesâimiz, meÅŸgâlemiz oldukça önemli. Gerçekten ciddî bir uÄŸraÅŸ üzere miyiz, yoksa oyalanmakta mıyız? Alışkanlıklarımız, âdetlerimiz, arzularımız bizi nelerle sınırlıyor. ÖnceliÄŸimiz sadra ÅŸifâ olacak bir yeterlilikte mi, yoksa sâdece günü kurtarmaya yönelik bir teselli mi? Gayretlerimiz tekrarlardan, tıkanıklıktan kurtulmak, taklitten tahkike yönelmek ekseninde geliÅŸiyor mu? SaÄŸlıklı düşünmek, deÄŸer üretmek, hayâtı yeniden inşâ etmek amacına yönelik mi, deÄŸil mi? Yoksa sâdece kendi özelimizle mi kendimizi sınırlıyoruz? Sonlu ve sınırlı bir Dünyâ ile kendimizi sınırlamadan sonsuz rahmete hangi deÄŸerlerle ve gündemlerle yürüyeceÄŸimizi netleÅŸtirmemiz gerekiyor. Bu ümmetin ilklerinin önceliÄŸi neydi? Vahyin öncelikleri, Resûl’ün önceledikleri ile bir mutâbakat üzerinde miyiz?

Sâdece kuru söylem ve sloganlarla bir yere varamayız, sâlih amellerimizi konuşturmamız gerekiyor.

“Kahrolsun” ve “yaÅŸasın”larla sorunlar çözülmüyor, sorumluluk bitmiyor.

Düşünce, söylem ve eylemde haklılık yetmiyor, süreklilik gerekiyor.

“BaÅŸarı odaklı” uÄŸraÅŸlar yerine, “istikâmet ayarlı” bir mücâdeleyi esas almalıyız.

Rejimler, sistemler bile kabuk değiştirirken, kendini yenilerken biz, olduğumuz yerde saymaya devâm edemeyiz. Dinamik bir fıkıhla hayâta müdâhil olmalıyız. Sâdece kitap okumakla da fıkıh oluşmuyor, hayâtı da okumak gerekiyor.

Bu tezgâhı özür dilemeci bir algı ile engelleyemeyiz.

Haklı dâvâmızda bizi haksız duruma düşürecek eylemlerle de bu işin içinden çıkamayız.

Peki ne yapmalı?

Öncelikle bir eylem bilinci, eylem kültürü, eylem geleneği, eylem ahlâkı ve eylem fıkhı oluşturmalıyız. Eylemsiz olmaz, bunun altını tekraren çizmeliyiz.

Eylem biçimimizi adâlet, ahlâk, itidâl bağlamında değerlendiririz.

Eylemlerimiz bir basîret ve cesâret üzere şekillenmeli. Öykünmeci özentilerden kurtulmalıyız. Dâvâmıza zarar verecek ferâsetsizliklerden kaçınmalıyız. Bu kaçınmak, eylemden kaçmanın bahanesi olmamalı...

Ve bilmeliyiz ki, bu saldırıların hesâbını sormazsak, yarın hesap günü hesâbımız zorlaşacaktır.

Hakkı örtmeye, engellemeye, gizlemeye çalışanlara karşı hakkı haykırmak, gerçekleri gün yüzüne çıkarmak akîdenin gereğidir.

Aksi takdirde “dilsiz ÅŸeytan” olma derekesine düşmekten kim bizi kurtarır?

Düşünce özgürlüğü kapısından girip değerlerimize saldıranları susturmak hakkın asâletindendir. Yoksa münkere muhâlif, şerre muârız olduğumuz nasıl bilinecek?

Tabii ki tepkimiz de bize göre olacak? Yâni nebevi bir duruşla. Çünkü nebi bize dik durmayı öğretti. Aziz ve asil bir örneklik sundu. Bu dik duruşun ismi direniştir.

Zulme, zillete boyun eğmemektir. Acziyet ve zaafiyet göstermemektir.

Biliyoruz ki, tüm sindirme, silme, sıfırlama, sınırlama, sömürme salvolarına karşı sebâdın, savunmanın sâhici adıdır Muhammed(sav).

Muhammed tüm ahlâksızlıklara, azgınlıklara, alçaklıklara başkaldırının adıdır. Muhammed bir meydan okumadır. Ulvî bir değişimin, derûni bir dönüşümün, Rabbâni bir devrimin karşılığıdır Muhammed.

Gâyet tabi, Muhammed isminden fışkıran izzetin, vakarın, erdemin, heybetin, asâletin, şecaatın bu çağa taşıyıcısı onun ümmeti olacaktır.

Kaygan bir zeminde, kaypaklıkların kanıksandığı bir Dünyâ’da tutarlı, kararlı, nitelikli ve net bir duruÅŸ önceliÄŸimizdir. Çünkü artık İslâm’ı okumak, dinlemek, anlamak, anlatmak yetmiyor, hattâ bu bilinci kuÅŸanmak da yeterli deÄŸil; duruÅŸumuz önemli.

Olayları, toplumu, târihi, bilimi, evreni, hayâtı, zamânı okurken öncelikle doğal ve doğru bir duruş gerekiyor.

DuruÅŸlarını bozanların zamanla nasıl duyarsızlaÅŸtıklarına ve deÄŸersizleÅŸtiklerine tanık oluyoruz. Bu durum, kendimizi yenileme ve sorumluluk yüklenme duyarlılığı ile İslâm’i duruÅŸumuzu sosyâlleÅŸtirmeyi zarûri kılıyor.

İşte bu sorumluluğun bir parçası olarak; insanların derdi ile dertlenmek, doğruları dillendirmek, haksızlıklara karşı direnmek için mücâdelemizi sürdürmeliyiz.

Kaos ve karmaşa günlerinde savrulmamak için, yorgun ve yılgın ruhların soluklanması için, toplumların derin bir sessizliğe büründüğü zaman-dilimlerinde güçlü ses verebilmeliyiz.

Niteliği önceleyen, netliğini koruyan, değer-merkezli bir mücâdele, öncelikli bir ihtiyaçtır.

Bu hareketler ve mücâdeleler de doğru yerde durup, doğru şeyler söylemek durumundadır, tabii ki zamanlamayı da doğru yaparak.

Bu doğrular yarınlarda da arkasında durabileceğimiz ve Hesap Gününde bizi mahcup etmeyecek mâhiyette olmalıdır.

Evet, hakîkati yoruma boğmadan, olgulardan ziyâde ilkeleri esas alan, şahısları değil mesajı önceleyen bir çizgi öncelikli hedefimiz olmalıdır.

Müteâl değerlere yaslanarak, muhâlif damarımızı koruyarak, mûtedil çizgimizi sürdürmek kararlılığında olmalıyız.

Nicelik kaygısı ile hareket etmeyeceğimizi, küresel güçler karşısında pasif izleyiciler olmak yerine inisiyatif almak durumunda olduğumuzu belirtmemiz lâzım.

Bunu yapmaya çalışırken marjinâl tutumlardan, şaz ve uç görüşlerden, sığ anlayışlardan, çiğ davranışlardan, kısır döngülerden, anlamsız tartışmalardan uzak olduğumuzu ifâde etmek gerekiyor.

Bireysel ve toplumsal olarak kendimizi yenilemek durumundayız. Aksi-hâlde körelmekten ve yok olmaktan kurtulamayız. Dinamik bir hayâta, durgun ve donuk söylemlerle bir şey katamayız. Yeni hastalıkları eski reçetelerle tedâvi edemeyiz.

Bunun için de yeni cümleler kurmalıyız, sorularımızı sormalıyız. Çünkü sorusu olmayanın sorumluluğu da yoktur.

Bu çerçevede şu hedeflerin altını çizmemiz gerekiyor:

Çağın idrâkine İslâm’ın kadim deÄŸerlerini aşılamamız ertelenemez bir sorumluluktur. Bu baÄŸlamda İslâm’ın deÄŸerleri ile hayâtın gerçeklerini meÅŸrû zeminde têlif edecek bir fıkhın oluÅŸması zorunluluk arz ediyor.

Zamânın ve coğrafyanın rûhunu ıskalamadan; realite ve ideâller arasında nasıl köprü kuracağımızın gayretini sürdürmeliyiz.

Ancak bunu sürdürebilmek yâni iddialarımızı yaşamlaştırmak, taleplerimizi gerçekleştirmek için de bizden istenen bedelleri ödemek durumundayız.

İnsanımızın mâkûs tâlihinin değişmesi için masum ve mütevâzı çabalarımızı artırmaktan başka çıkış yolumuz yok.

Dönüştürülmeye teşne, sisteme eklemlenen, iddialarından vazgeçen, nerede duracağı bilinmeyen açılımların ürkütücü anaforu karşısında; güven verici, yüreklendirici, meşrû zeminde açılımları ve sıçramaları gerçekleştirmek sorumluluğu altında bulunuyoruz.

Evet, bu zulme, sömürüye, çürümeye, yozlaşmaya karşı bir şeyler yapmalıyız. Bu yangın sönmeli. Bu sihir bozulmalı. Bu karanlık dağılmalı. Bu yolda, kim neye âahipse o kadar sorumludur.

Tüm hareketlerimiz ve davranışlarımız bu amaca yöneliktir”.

Hayâller, umutlar, bekleyişler bir insanı ancak yerine gelmemiş bir hayâl olarak, suya düşen bir umut olarak, boşa çıkmış bir bekleyiş olarak tanımlamaya yarar. Yâni, onları olumluca değil, olumsuzca tanımlar. Eyleme dönüşmeyen bilginin bir faydası var mı?

Hikmet Ertürk:

“Müslümanlarda da bir ÅŸeyler yapamamanın verdiÄŸi sıkılganlıkla çözülmeler oluÅŸmaya baÅŸladı. Bu kesim artık Dünyâ’da nelerin olup-bittiÄŸini anlamaya çalışmayı da ertelemiÅŸ durumda. GörebildiÄŸi resimde sempati duyduÄŸu, duygudaÅŸlık yaÅŸadığı aktörlerden birisini destekleyerek yoluna devâm ediyor. Aslında bu iÅŸlerin öylesine olup-bittiÄŸini zannetmek büyük bir yanılgı. Ve biz müslümanlar kendimize âit olmayan, baÅŸkalarına âit bir yolda yürüyerek İslâm dâvâsına katkı yaptığımızı düşünerek boÅŸ avuntular ile kendimizi oyalıyoruz. Bu yolun sonu aslâ olmayacaktır. Ve görüldüğü üzere çok fazla kayıplar veriyoruz. O yüzden sâhip olduÄŸumuz basit/sığ düşüncelerden/anlayışlardan yüz çevirmeli, sonuçları bizi incitse bile buna katlanarak kendi yol çalışmalarımızı yapmaya gayret göstermeliyiz.

Evet; görülen ÅŸeyler asla görüldüğü ilk-hâlleri gibi deÄŸil. Her-ÅŸey sürekli deÄŸiÅŸiyor, sâbit hesaplar yapılmıyor. Tabi bu deÄŸiÅŸen ÅŸartlar içinde sürekli yeni yollar inşâ edilmektedir. ÇoÄŸu-zaman böylesi ÅŸeyler ile ne amaçlandığının farkında olamıyoruz. Sanki çevremizde hiç-bir ÅŸey olmuyormuÅŸ gibi kendi dar gündemimizdeki kimi tekrarları sürekli yapıp duruyoruz. Ve bu tekrarlar hep aynı tonda devâm ediyor. UnuttuÄŸumuz ÅŸeyleri hatırlamakta fayda var. Fakat biz de sabitelerimize sâdık kalarak deÄŸiÅŸmek zorundayız. Zâten bildiÄŸimiz ÅŸeyleri de sürekli tekrâr edip durmamalıyız. Sürekli yaptığımız okumaların hayâtımızda vâr olan ÅŸeyleri olumlu yönde etkilemesi gerekmektedir. Fakat görülen o ki hiç-bir ÅŸey deÄŸiÅŸmiyor. Ve okuyarak biriktirdiÄŸimiz bilgiler paylaşılmıyor. Paylaşılsa bile kim ne ÅŸekilde arzu ediyorsa o kadarı o kiÅŸiye söyleniyor. Çünkü hep herkes ile iliÅŸkilerimizin iyi olmasını istiyoruz. DoÄŸru bilgiler ile çevremizdeki arkadaÅŸlarımızın rahatsız olmasını göze alamıyoruz. Bu hiç de İslâm’i bir davranış deÄŸildir.

EÄŸer haklıysanız, “doÄŸru olanı yapıyorsanız hiç korkmazsınız.” Fakat bizler haklı olduÄŸumuz bir-çok konuda ürkek adımlar atmaya devâm ediyoruz. Bu hâli ile haklı olduÄŸumuz bir kavgada bile yer alamıyoruz. Ve hiç-bir ÅŸeyi harekete geçiremiyoruz. Hâlâ kimsesizlerin çığlığı, kimsesizlerin kimsesi durumunda deÄŸiliz. Zâlimlerin onlar üzerindeki hâkimiyeti devâm ediyor. Aslında “onların kâlbindeki korku bizlerin/mazlumların yüreÄŸindeki ümittir.” Bu konuda bıkmadan, yıkılmadan, ümidimizi koruyarak yol almaya devâm etmeliyiz. Yapılan zulümler karşısında dik durmalı, bu zulmü yapanları fak edebilmeliyiz. Çünkü “sıradan insanların onlara karşı durması bir yana, onları hissetmiyorlar, onların farkında bile deÄŸiller”. Fark edebilmek belli bir yetkinlik gerektiriyor. O yüzden bilgi düzeyimizi farklı okumalara yer açarak olabildiÄŸince geliÅŸtirmeliyiz. Hepimiz farklı yıldızlar altında doÄŸmuÅŸ olabiliriz. Farklı-farklı kiÅŸiliklere de sâhip olabiliriz fakat beslendiÄŸimiz kaynak hep doÄŸru olan sözlerdir. DoÄŸru olanı savunmak bizleri bir-birlerimize yaklaÅŸtırmalı, korkularımızın esâretinden bizleri kurtarabilmeli. EÄŸer bir mücâdeleden söz edeceksek bir ÅŸeylerimizi kaybetmeyi göze alabilmeliyiz. Çok konforlu bir hayâtın özlemini duyanlar, bu uÄŸurda ömürlerini bolca harcayanlar hak üzere bir yola yoÄŸunlaÅŸamazlar. “Mîdesi dolu bir arslan, vahÅŸi köpeÄŸi asla yenemez.” Bu sözü unutmayalım. O yüzden vahye muhâtap olan bizler ya da böylesi bir yolu seçecek olanlar bu dâvâya mîdelerini doldurmak için gelmemelidirler. Çünkü çıkacakları bu yol, açlığın ve de susuzluÄŸun, terk edilmelerin ya da yarı-yolda bırakılmaların olduÄŸu bir yoldur. Ancak her-ÅŸeye raÄŸmen yürüyebilenlerimiz varsa onlar ile arkadaÅŸlıklar kurabiliriz. Hep birlikte muhâlif bir anlayış üretebiliriz, eleÅŸtiri üretebiliriz, bilinç üretebiliriz. Kendimiz dışında ezilenlerin de umudu olabilir, onların hakları için de mücâdele etmeyi göze alabiliriz.

Tabi bu toplumda başkaları şöyle dursun, kendilerine yapılan haksızlıklara bile hiç-bir şekilde karşılık vermeyen kişiler de var. Böylesi attığınız tokada bile karşılık vermeyen kişilerden sakınmalısınız. Çünkü bu uyuşuk insanlar bütün mücâdele alanlarını tıkıyorlar. Yapılan hiç-bir haksızlığa karşılık vermiyorlar. Her-şeyi öteki-dünyâya erteliyorlar. Çünkü kendileri olamıyorlar ki kendi belirledikleri bir mücâdele alanları olsun. Sâdece her-şey taklit ediliyor.

2010’da İspanya’da bir kilisede Hz. ÃŽsa posteri kırbaçlanırken, 2.5 yaşında bir çocuk postere yönelip “kendini savunsana, kendini korusana” diye bağırıyor. 2.5 yaşında bu çocuk. Gazze için, tüm Dünyâ’daki müslümanlara yapılan fiîli müdâhaleler için sâdece “aÄŸlayalım, duâ edelim” diyen zihniyetin bilinç-yaşı iÅŸte bu çocuÄŸun bilinç yaşından geridedir.

Yine 2010’da Mc Donalds Bolivya’da on adet şûbe açıyor. Halk toplu protesto düzenliyor ve kimse bu şûbelerden alış-veriÅŸ etmiyor. Firma 10 ay sonra tüm şûbelerini kapatıyor ve tasını-tarağını toplayıp gidiyor. İşte toplumsal farkındalık da budur.

Fakat bunun için düşüncelerimizin yol alıyor olması lâzım. Hayâtımıza bulaÅŸtırdığımız, hayâtımıza sızdırılmış ÅŸeyler normâl ÅŸeyler deÄŸil. Bir-ÅŸeyleri düzeltmeye kalktığımızda bizlerin yapmak istedikleri ÅŸeylere bir anlam veremeyen büyük bir çoÄŸunluk hâlâ mevcut. Hayâtımızda farkına bile varamadığımız oluÅŸa-gelmiÅŸ bir-çok yanlışlarımız, hatâlarımız mevcut ve bizler bu hatâlarımızın farkında bile deÄŸiliz. İnÅŸallah bizler oluÅŸa-gelen hatâlarımızın, eksikliklerimizin farkına varabiliriz. Bir iÅŸe koyulmadan önce içinde bulunduÄŸumuz durumun da farkında olmamız gerekiyor. Bombaların ve bankaların daÄŸlardan ve ırmaklardan fazla olduÄŸunu unutmayalım. Bahçıvanların generâllerden, menekÅŸelerin mermilerden daha az olduÄŸunun farkına varalım. İnsanların yaÅŸamlarında vahye deÄŸil, yönetmeliklere daha çok deÄŸer verdiÄŸini, yönetmelik koktuklarını görelim” der.

Bir gerçeğe yönelmeyen her olasılık öğretisi, hiçlik içinde yok olup gider. Olasıyı tanımlamak için gerçeği ele geçirmek gerekir, Yâni, yaklaşık bir gerçeğin var olması için, ortada mutlak bir gerçeğin bulunması gerekir. Bu mutlak gerçek ise basit, varılması kolay, herkesçe kavranabilir bir gerçektir: İnsanın bir aracıya baş-vurmaksızın kendini anlaması ve bilmesi gerçeği.

Söz, yazıdan daha basittir. Anlatımı halkın dilinde olduÄŸundan basittir. Tabî ki kolayca da anlaşılır. Kur’ân da sözlü bir metindir. Daha sonra yazılı hâle getirilmiÅŸtir ki bu onu zor idrâk edilir hâle getirmiÅŸ olabilirdi sözlü olarak basitçe anlayıp yorumlayanlar olmasaydı.

Mehmed AlagaÅŸ:

“İnsanlar öğrendikleri ve bildikleriyle deÄŸil, yaÅŸadıklarıyla cennete gidebilecekler”der.

Atilla Fikri Ergun:

“Bu-gün sürekli olarak teori geliÅŸtirmekte, söylem üretmekte ve karanlığa karşı sövmekteyiz. “Çapımız bu kadar” diyerek kendimizi yetersiz görmekte, ellerimize ve ayaklarımıza vurulmuÅŸ olan zincirlerden baÅŸka kaybedecek hiç-bir ÅŸeyimizin olmadığını idrâk edememekteyiz. Üstüne-üstlük “Sayımız az, güçsüzüz” diyerek niteliÄŸi niceliÄŸe kurbân etmekteyiz. Hâlbuki, “İslâm, sayı azlığından dolayı aslâ darbe yiyici ve mahcup olucu deÄŸildir” (Hz. Peygamber'in Havâzin seferine çıkacak 12.000 silahlı müslümana hitâben yaptığı konuÅŸmasından).

Ancak ne yazık ki, Kur'ân'a bütüncül yaklaÅŸmak yerine parçacı bir anlayışla hareket etmek günümüz îtibâriyle âdet hâlini almıştır. Günümüz müslümanı Kur'ân'a bakmakta (Dikkat edin! ‘okumak’ demiyorum) fakat ne hikmetse her-gün yapraklarını çevirip durduÄŸu kitabın içerisinde sürekli olarak hidâyeti, takvâyı, namazı, zekatı, orucu ve haccı görmesine karşın; kıyâmı, hicreti, cihadı ve ÅŸehâdeti görememektedir. Daha da vahim olanı ise bu vurdumduymazlığın tedriciliÄŸe fatura edilmesidir. Bu nasıl bir tedriciliktir ki, geride kalan yaklaşık elli senelik zaman zarfı içerisinde bir aÅŸamadan diÄŸer bir aÅŸamaya geçiÅŸ gerçekleÅŸememektedir?. Oysa bütüncül yaklaşım içerisinde ne salâtsız bir îmânın ne de cihadsız bir hicretin hiç-bir deÄŸeri yoktur. Bunların tümü bir bütündür ve bir-birinden ayrı düşünülmeleri mümkün deÄŸildir.

Hâl böyle iken, bu-gün hâli-hazırda yürütülen çalışmaların öncelikli amacı, gerçek anlamda güç hâline gelmek olmalıdır. Zârâ mevcut dizilişi bozup onu yeniden kurmak ancak tam teşekküllü bir güç hâline gelmekle mümkündür. Aksi-hâlde ağzı iyi laf yapan, oturduğu yerden onu-bunu eleştiren, haftada bir gün sohbet için bir-araya gelen, amaçsız ve anlamsız bir biçimde belde-belde gezerek dost meclislerinde yer alan kuru kalabalıklar olmaktan öteye gidemezsiniz. Bu durumda öncelikle samîmi, akıllı, cesur (bedel ödemekten çekinmeyen), hak ve adâlet âşığı insanlara ihtiyâcımız var; akıl oyunları yaparak âyetler arasında gezinen, sürekli olarak teori, söylem ve eleştiri üretenlere değil!.

Hâsıl-ı kelam; cevaplanması gereken öncelikli soru ÅŸudur: Boyun eÄŸmek kölelerin dâimi kaderi midir?. Hayır!. Köleler boyun eÄŸmek zorunda deÄŸildir; çünkü özgür de olabilirler. Yeter ki, niyetler ve ameller sâlih olsun. Zîrâ “İnsana uÄŸrunda çaba gösterdiÄŸinin dışında baÅŸka bir ÅŸey verilmeyecektir” (Necm 39)” der.

Hamdi Akan, Peygamberimizin ve sahabenin hareket enerjisini nereden aldığıyla ilgili olarak şunları söyler:

“Neyine güveniyordu bu insanlar?. Bunlar hiç siyâsi hesap bilmez miydi?. Mekânın ÅŸartlarını nasıl da okuyamamışlardı?. Her-ÅŸeyin bir zamânı bulunduÄŸunu; düşmanın silahıyla silahlanmak gerektiÄŸini hiç mi duymamıştılar?!. Bunları onlara lîderleri Muhammed de mi öğretmemiÅŸti. İşte o ilk ‘deliler’den biri idi Muhammed ve arkadaÅŸları. Bu direniÅŸ gücünü nereden almıştı, cidden hangi örgüt yetiÅŸtirmiÅŸti onu, ulusal yada uluslar-arası baÄŸlantısı var mıydı? Hayır!, onun tek baÄŸlantısı âlemlerin Rabbi idi.

Taif'te gözlüyorum onu. Üstü-başı yara-bere içinde kalmış bir lîder, özel uçağı olmayan, zırhlı bineÄŸi, özel yetiÅŸtirilmiÅŸ korumaları olmayan, taÅŸlanmanın verdiÄŸi ızdırap ile kanlar içinde bir Peygamber! Evet o bir aykırı; o bir ‘bölücü’; Fitne  suçu iÅŸlemiÅŸ bir dâvetçi”.

Ekrem EroÄŸlu:

“Devrimci bir duruÅŸu, pasif iyilikle nesh ederek topu bir ÅŸekilde taca atan hanifler, Mekke'de namaz kılarlar, içki içmezler, putlara kurban kesmezler ve İbrâhimî gelenek üzere yaÅŸarlardı; dolayısıyla Ebu Cehil bürokrasisi ve Ebu Leheb cuntası karşısında “pasif iyi”yi temsil etmekteydiler. Fakat îman nedir, kitap nedir bilmeyen bir insanı deÄŸerli ve anlamlı kılan ÅŸey, sâdece ahlâki bir duyarlılığa sâhip olması deÄŸil, hayâtın, sokağın, toplumun içinde de o ahlâkın taşıyıcısı olmasıydı. Öyle ki, bir insan, maÄŸaranın karanlık dehlizlerine ancak ve ancak ameli/pratiÄŸi kurgulamak için kapanmalıdır. Bu nedenle hanifler sâdece hanifti; toplumsal dönüşümün eÅŸitlik ve adâlet-merkezli kurucusu deÄŸillerdi. İlginçtir ki, ahlâki deÄŸerlere baÄŸlılık içinde yaÅŸayan hanifler, ıslahın ve inkılâbın öncüsü olmadıkları için Kur’ân’da övülmemiÅŸlerdir; zîrâ kitap, bu tarz suskun bir îmânı övmez. Dolayısıyla Mekke’nin hanifleri sahih bir örneklik teÅŸkil etmiyorlardı; örnek teÅŸkil eden duruÅŸ, Hira’dan dönüp gündeme ve piyasanın tekeline çomak sokan bir duruÅŸtu.

Kur’ân’ın “îman ettik” demekle cennete giremeyeceklerini vurguladığı insanlar ile îman ediÅŸleri sonucunda kendilerine cennetin kapılarının açılacağı insanların ortak noktası îman olmasına raÄŸmen, âkıbetlerindeki farkın temel belirleyeni nedir acaba?” der.

“Vay hâline ÅŸu namaz kılanların!. Namazlarından gaflet içindedir onlar. GösteriÅŸ yapmaktadırlar. Ve ufacık bir yardımı da engellemektedirler”(Mâûn 4-7).

“Vay o namaz kılanların hâline ki namazlarından gâfildirler. Çünkü namaz kılarlar ama, namazın-salâtın bilinçlendirmesi-yöneltmesiyle yapmaları gereken en ufak bir yardımı bile esirgerler” diyor âyet. İşte bunun gibi; “Vay o Kur’ân okuyanlara-Kur’ân-tefsir-meâl dersi yapıp duranlara ki, okudukları ve dersini yaptıkları Kur’ân’dan gâfildirler. Çünkü Kur’ân’ı okuduktan sonra en ufak bir eyleme bile geçmezler ve onu hayâta aktarmayı ve onu hayâta hâkim kılmayı düşünmezler”. Çünkü onlar artık İslâm’i cemaatler deÄŸildirler. Devlete perçemlerinden baÄŸlı sözde sivil toplum kuruluÅŸlarıdırlar, dernektirler. Bu nedenle, bırakın böyle bir eylem ortaya koymayı, eylemsel bir ÅŸey yapmayı düşünmekten bile dehÅŸete düşüp korkuya kapılırlar. Cemaat yerine sivil-toplum kuruluÅŸu olan bu topluluklar elbette iktidârın güdümünde-yedeÄŸinde olacaklardır.

İsmâil Kara bu kuruluşlar için şunları söyler:

“Türkiye'de sivil-toplum kuruluÅŸu yoktur. Sivil-toplum kuruluÅŸu gibi gözükenler ya Ankara'nın yâhut baÅŸka siyâsi merkezlerin gölgesinde ve tahakkümündedir. Yarı-resmi kuruluÅŸlar demek daha doÄŸru bence. Bizdeki üniversitelere, belediyelere, sendikalara, vakıflara, derneklere bakın, sonra da ne kadar sivil olduklarına karar verin. Cemaatlerin derin bir sistem tasavvurları, devlet fikirleri ve tenkitleri yoktur. Bu da Türkiye'ye müdâhalenin aracı olarak kullanılabilirlik ihtimâllerini artırıyor. Cemaat ve târikatların da siyâsî merkeze ve devlete karşı konumları, düşünceleri ve davranış biçimleri çok taraflıdır. Önce zihniyet-dünyâları îtibâriyle devletçi ve merkeziyetçi olduklarını söyleyebiliriz. Türkiye'de bu aynı-zamanda askerlere yakın olmak demek. Bu noktada milliyetçi ve muhâfazakâr çevrelere hayli yakınlaşırlar. “Devlet bizimdir ama baÅŸkalarının, yabancıların elindedir, bizim elimize geçerse mesele hallolacak” diye düşünürler. İslâm rejim düşmanlığı yapan veya sert siyâsi söylemleri ve tenkitleri benimseyen radikâl İslâm’cılardan hoÅŸlanmazlar. Dinle siyâset arasındaki gerilimin artmasını deÄŸil, hafiflemesini isterler. Cemaat dayanışması içinde kendi eksikliklerini görmüyorlar, kendilerine güvenlerinin arkasının boÅŸ olduÄŸunu fark etmiyorlar, tenkide açık deÄŸiller, bunlar da kullanılabilirlik ihtimâllerini yükseltiyor”.

Birileri Kur’ân’ı yüksek yerlere asarak hayattan uzaklaÅŸtırırken, birileri de sürekli ellerinde ve okumakta-anlamakta oldukları için hayata taşıyamıyorlar. Kur’ân bir türlü hayata taşınamıyor.

Müslümanlar, “ideâl olan”ı arayıp gerçekleÅŸtirmektense, “mevcut olan”ı “normâl” ve “makbûl” sayma alışkanlığı edindiler.

Allah îmânın delîlini görmek istiyor. “Sâdece inandım demekle kurtulacağınızı mı sandınız” der Kur’ân. Bunun delîli, yâni “inandım” soyut sözünün delîli, yine soyut olarak gösterilemez. Somut olarak gösterilmelidir ki bu ancak eylem ile olur. Allah kâinatı/Dünyâ’yı bu yüzden yaratmıştır. Aksi-hâlde soyut olarak delil kabûl etseydi, varlığı somut hâle getirmezdi.

Ali Åžeriati:

“Peygamberler dinsiz bir topluma din anlatmak için deÄŸil, toplumda bozulan din-algısını düzeltmek için gönderilmiÅŸtir” der.

Ali Eren:

“El atmadık tarafı bırakılmayan ve deÄŸiÅŸik ÅŸekiller verilen bir din, ilâhi olmaktan çıkar, beÅŸeri bir sistem olur” der.

Eyleme geçmeyen bilgi kuru bir mâlûmattır.

Mustafa Öztürk:

“Neyi sökemediniz?, neyi kavrayamadınız da “baÅŸlayamıyorsunuz” der.

Kur’ân’ı bilmek yetmez, Kur’ân’ı hakkıyla bilmek gerekir ki bu, eylem hâlinde iken olur ancak.

Einstein:

“Bilmenin tek yolu deneyimlemektir” der.

Aliya İzzetbegoviç:

“Hayat, inanan ve sâlih amel iÅŸleyenlerin dışında kimsenin kazanamadığı bir oyundur” der.

Aşırı anlama çalışmaları yeni bir felsefî dil oluÅŸturarak toplumun büyük bir kısmını göz-ardı ediyor. YaÅŸlılar, okuma-yazma bilmeyenler, câhiller ve çeÅŸitli nedenlerle kendilerini geliÅŸtirememiÅŸ kiÅŸiler. Bu kiÅŸilerle anlaÅŸmaları mümkün deÄŸil. Oysa Kur’ân halkın tamâmına hitap eder.

Ali Åžeriati:

“İslâm'ın tevhid çaÄŸrısı bir özgürlük sloganıydı. Bu slogan; düşünürler, tahsilliler, filozoflar ve bilginlerden önce köleler, mazlumlar, açlar ve hor görülenlerin ilgisini çekmiÅŸtir. İşte bundan dolayı Mekke'de Peygamberin çevresinde toplananlar, toplumun en yoksul ve horlanmış unsurlarıydı. Buradan yola çıkarak düşmanlar, onun çevresinde toplananları alt-tabakadan saymakta ve Resûle küçümser bir gözle bakmaktaydılar. Fakat bu, söz-konusu hareket için bir övünç kaynağıdır. Oysa Budha dîninin öncüleri, tamâmen soylulardan çıkmaktadır. Bu-gün ise deÄŸerler deÄŸiÅŸmiÅŸtir.

Cennet'i cihad meydanlarında arayacakları yerde, güvenli mekânlara çekilerek nefis arındıracaklar.. Bundan sonra cennet onların olacak! Ayrıca bir köşeye çekilecekler, yalnız kalıp Allah'ı bir sevgili gibi düşünecekler, durmadan oruç tutup nâfile namaz kılacaklar..

Derler ki: öncelikle; “Allah'a giden yollar, yaratıkların sayısıncadır”. Sonra, yapılması gereken yalnız cihad mı?. Üstelik bu soruyu sormakla başımızın etini yiyen sen; bundan baÅŸka yapılması gerekenleri yapıyor musun bakalım? Her-ÅŸeyi yaptın da bu mu kaldı? Namaz dînin direÄŸidir. Cihad ise iyiliÄŸi emredip kötülükten alıkoymanın yalnızca bir türüdür. Sen namazın bütün âdab, ahkâm, ÅŸart ve ön-hazırlıklarını biliyor musun? Şüpheli durumlarda ne yapılması gerektiÄŸini ezbere biliyor musun? Namaza giriÅŸ olan tahâret ve necâset adabını öğrendin mi? Bu gerekli deÄŸil mi? İnsanları düşünüp doÄŸru yola iletmek isteyen sen, kendini iyileÅŸtirdin mi ki, toplumu ıslaha kalkışıyorsun? Sen bencillik ve hatâdan arınabilecek bir düzeye ulaÅŸtın mı? Hevâ ve hevesten kurtulup tertemiz ve mâsum olabilecek bir düzeyde misin? Bütün düşünce ve iÅŸlerin, hattâ atacağın en ufak bir adımın bile ancak ve ancak Allah için olacağı bir düzeye ulaÅŸtın mı? Kendi durumunu inanç esaslarına göre bir düzene sokabildin mi? Tertemiz, arınmış ve takvâlı biri olabildin mi? Sen kendin iyilerden olabildin mi ki kalkmış “toplumu iyileÅŸtireceÄŸim” diyorsun? Üstelik sünnetin tamı-tamına sekiz kapısı vardır. Kesinlikle cihad kapısından girmek gerekmez ki. Cihad cennet'in anahtarlarından yalnızca bir tânesidir. Duâ, vird ve zikir (ve ilmî çalışmalar) cennet'in anahtarlarını kazâsız-belâsız, başın aÄŸrımadan eline uzatır.

Bu kadar iyi iÅŸ duruyor; miskinleri yedirmek, yakınları gözetmek, nefsi arındırmak, ziyâret, ibâdet, vakıf, adak, zikir, vird, duâ, ravze ve ÅŸefaat... bütün bunlar seni bâzılarının cihad yoluyla ulaÅŸtığı noktaya ulaÅŸtırır. Hattâ bâzı duâ ve virdlerin okunması (ve ilmî çalışmaların yapılması) karşılığında yetmiÅŸ Bedir ÅŸehidinin ecri ölçüsünde bir ecir verilir. Daha da önemlisi; takvâlı, dindar ve rabbâni bir müslüman için siyâsete karışmak, bir tür sapma olup, Dünyâ karşılığında dîni satmaktır. Ahlâki ve dînî olgunlaÅŸmayı bırakıp dünyevî makam ve güzelliklerin ardında koÅŸmaktır. Bu ikisi bir-arada yürütülemez. Oysa Peygamber, cihaddan dönerken; “Küçük cihaddan büyük cihada döndük” dememiÅŸ midir? “Büyük cihad nedir?” diye sorulduÄŸunda da: “Nefse karşı verilen cihaddır!” cevabını vermemiÅŸ midir?

Öyleyse ÅŸu küçük cihadları bırakıp büyük cihada bakmalıyız. İşte ÅŸimdi “Ne yapılması gerektiÄŸi” iyice anlaşılmış oldu. “Ne yapmalı?!”. “Büyük cihada giriÅŸmeli”. “Kiminle?” Düşmanla deÄŸil, nefis ile. 

Hem, mücâhitlerin baÅŸlatmış olduÄŸu hareket hep yenilgiyle sonuçlanmış; zulme ve ilâhi kaynaklı olmayan düzene karşı direniÅŸin son öncüsü olan Hz. Hasan bile barış yapmak zorunda kalmış, daha sonra da zehirlenerek öldürülmüştür. Artık ne yapılırsa-yapılsın hiç-bir yarar saÄŸlamayacaktır. Dolayısıyla ilgilerimizi yalnız dinsel konular, ilâhi bilimler, fıkhî araÅŸtırmalar ve irfâni hakîkatler üzerinde toplamalıyız. Böylece İslâm düşüncesini ve dînî gerçekleri halka açıklayıp Kur’ân'ın bilimsel yönlerini ve mânevi gizemlerini ortaya çıkarmalıyız. Yâni ilim, hikmet ve ilâhiyata dalarak doÄŸa-ötesi ile Kur’ân'ın belâgat, anlam, beyan ve bedîliÄŸini araÅŸtırmak; hadis, siyer ve fıkıh araÅŸtırmaları yapmak; kısacası, kültürel, bilimsel ve düşünsel araÅŸtırmalar yoluyla İslâm toplumunun yararına çalışmak! Bu kadar!.

Ölümle sonuçlanması kesin olan bir cihad, intihardır. Küfre ve zulme yarar saÄŸlar. Sana ise hiç-bir yarârı olmaz!. Bunu yapacağına, evinde oturup yumuÅŸasan; böylece halkı eÄŸitmekle, Kur’ân öğretmekle, İslâm’i hükümleri duyurmakla ve Peygamberin hadislerini aktarmakla uÄŸraÅŸsan daha yararlı olacaktır” der.

“Kur’ân'ı yeniden okumak” mı? Ne olacak ki yeniden okuyunca. Ne deÄŸiÅŸecek? Müslümanların ve Dünyâ'nın böyle bir beklentisi yok. Müslümanların ve Dünyâ'nın “Kur’ân'ı okuyup harekete geçmek” sorunu ve beklentisi var. Kur’ân hiç-bir ÅŸey yapmadan “sürekli okunma” kitabı deÄŸildir. Sürekli okuyarak sürekli eyleme geçme ve eylemde olma kılavuzudur.

Ali Åžeriati:

“Biz İslâm târihinde cihadların, ÅŸehâdetlerin ve yüce deÄŸerlerin vârisiyiz, iÅŸte biz bunların vârisiyiz. Öyleyse içimizden insanlığa örneklik edecek bir ümmet çıkarmalıyız” der. 

Abdurrahman Arslan:

“Dindarlık sâdece bir bilgi meselesi deÄŸil. Bu son dönemlerde biz müslümanların gözünden kaçan bir husus da bence bu. Biz dindarlığı bir bilginin elde edilme meselesi olarak görmeye baÅŸladık. Hayır. Sıradan bir dindarlık için bir bilgi gerekir evet ama dindarlığın esas önemli boyutu muttakîliktir. Bu ise okulda öğretilmez. Sâdece evde öğretilebilir. YaÅŸanarak öğrenilebilinir” der.


“Mü'minlerin top-yekün sefere çıkmaları gerekmez. Bunun yerine her kabîleden bir grup, dînin özünü öğrenmek ve kötülüklerden kaçınırlar umûdu ile soydaÅŸlarını uyarmak için sefere çıkmalıdır” (Tevbe 122).

Bir-çoklarınca yanlış çevrilen bu âyet, dîni öğrenmek için hareket hâlinde olmanın gerektiÄŸini söyler. Oturulup durulan yerde gerçek bilgiye ulaşılamaz der. Gerçek te’vil/tefsir/yorum meydanda/eylemde idrâk edilebilir der.

“Bizim yolumuzda mücadele edenlere (doÄŸru) yollarımızı gösteririz” (Ankebût 69) âyeti, bize teoloji yapmanın doÄŸru yolunu gösterir.

Söylenecek en caf-caflı sözler bile faydasızıdır. Çünkü güzel söz sâlih-amel olmadıkça Allah’a yükselmez: “Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah'ındır. Güzel söz O'na yükselir, Sâlih-amel de onu yükseltir” (Fâtır 10).

Ey “araÅŸtırıcı”! OturduÄŸun yerden “anlama” yapamazsın, anlayamazsın. Anlama, dışarıda olur, meydanda. Aksi hâlde İslâm’ı/Kur’ân’ı sıradanlaÅŸtırmaktan, etkisini azaltmaktan baÅŸka bir ÅŸey yapmış olmazsın. Kur’ân kitaplardan bir kitap olur/oluyor. Kur’ân bizi bu konuda uyarır:

De ki: “Siz Allah'a dîninizi mi öğreteceksiniz? Oysa Allah, göklerde ve yerde olanları bilir. Allah, her ÅŸeyi bilendir” (Hucurat 16).

Bilmek değil, bakış-açısı önemli. Vahyin bakış-açısı. Bu bakış-açısı; garibanın, perişân hâlde olanın, çocuğunu diri-diri toprağa gömenin, karısının-kızının-kızkardeşinin-gelininin fâiz borcu yüzünden borç aldığı şerefsizin genel-evinde çalışmasını kahırla izleyenin, kölelerin, esirlerin, yoksulun, açın-açığın vs. gözünden görünen bakış-açısıdır.

Bizden istenen okuma üstüne okuma, ders üstüne ders, sohbet üstüne sohbeti değildir; öğrenileni yerine getirmek, itaat etmektir. Zâten ilmin îtibârı yok, kalmamış. Belli bir kesimdeki okuyanlar arasındaki alış-verişe dönmüş. Basılacak kitapları, yazılacak yazıları kaç kişinin okuyacağı belli. Bu nedenle günümüzde yapılaması gereken şey, ilimden ziyâde harekettir, eylemdir. İnsanlar eylemi daha ilgi çekici buluyorlar. Olumlu ya da olumsuz.

Bilgilenme kitaptan olduğundan, iki boyutludur; yatay ve dikey. Hayat ise üç boyutludur. Eylem göz-ardı edildiğinde bir boyut mecbûren yok sayılıyor ve bilgi hayat ile buluşup sınanamıyor. Eyleme dönmediğinde, iki boyutlu bilgi üçüncü boyuta geçemiyor. Hayâta dönemiyor.

Şükrü Hüseyinoğlu:

“Mekkeli müşrikler Kur’ân mesajının insanlara ulaÅŸmasını engellemek için kaba yöntemlere baÅŸvuruyor, gürültü çıkarıyorlardı. “İnkâr edenler: Bu Kur’ân’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız dediler” (Fussilet 26). Yâni kaba gürültüyle Kur’ân okuyan müslümanların sesini bastırmaya çalışıyorlardı. Bu iÅŸ günümüzde daha akılcı, daha rafine yöntemlerle yapılıyor. Artık Kur’ân mesajını insanlardan uzak tutmak için yapılan gürültü, Mekke’li müşriklerin kaba gürültüsüne benzemiyor. Kur’an mesajının bu-gün mâruz kaldığı gürültü iki koldan iÅŸliyor; Kur’ân, bir tarafta çaÄŸdaÅŸlık adına çağın gerisinde kalmış bir kitap olarak nitelendirilmekte, diÄŸer tarafta da geleneksel kültürün temsilcilerince yüceltme ve hürmet adına ulaşılmaz ve anlaşılmaz bir kitap olarak takdim edilmektedir. Bu her iki yol da netîcede Kur’ân’ın hayattan koparılmasına hizmet etmektedir. Bir tarafta onu çaÄŸdaÅŸlık adına hayattan dışlayanlar, bir baÅŸka tarafta ise onu yüceltme adına anlaşılması ve ulaşılması güç bir kitap gibi algılayarak dindarlık adına onu iÅŸlevsiz kılanlar.

Kur’ân, defaatle kendisini, apaçık ve öğüt alınmak için kolaylaÅŸtırılmış bir kılavuz olarak tanıtırken, târihi süreçte ortaya çıkan çarpık anlayışlar, üstelik onu yüceltme ve ona hürmet adına toplumlarda bunun tam tersi bir anlayışı hâkim kılmışlardır. Bu süreçte Kur’ân’ın hayâtın içine girmesi, her-an insanlara eÅŸlik eden, kılavuzluk yapan bir baÅŸ-ucu kitabı olması ne yazık ki ona saygı adına engellenmiÅŸtir. Bunda da anlaşılması güç bir kitap olarak lanse edilmesinin yanında ona hürmet adına yürürlüğe konan “Kur’ân’ın abdestsiz olarak, rahat otururken, yaslanırken okunamayacağı gibi bâzı kısıtlamalar etkili olmuÅŸtur. Böylece Kur’ân zamanla bir merâsim kitabı hâline getirilmiÅŸtir.

Kur’ân sosyâl adâletin nasıl gerçekleÅŸtirileceÄŸiyle ilgili hükümler bildirmiÅŸtir. Sosyâl adâletin gerçekleÅŸmesi isteniyorsa bu hükümlerin hayâta geçirilmesi zorunludur. Aksi-hâlde söz-konusu hükümleri içeren âyetlerin binlerce kez okunmasıyla veya yazılıp duvarlara asılmasıyla sosyâl adâlet gerçekleÅŸmez. Fâize dayalı rant ekonomisinin ortadan kaldırılması, zekat ve infak müessesesinin yerleÅŸtirilmesi ve böylece servetin topluma yayılması, sosyâl adâletin olmazsa olmaz ÅŸartlarındandır. Tıpkı doktorun yazdığı reçetenin, onda yazılı ilaçlar alınıp kullanılmadıkça hastayı iyileÅŸtirmeyeceÄŸi gibi. Bu anlamda Kur’ân âyetleri de reçete hükmündedir. İlaç, onların gereÄŸinin yerine getirilmesi, hükümlerinin hayâta geçirilmesidir. Kur’ân’ı hayâtın dışına iterek, onun yazılı olduÄŸu sayfalardan, okunup üflenmesinden medet ummak Kur’ân’ı iÅŸlevsizleÅŸtirmektir ve bu, Kur’ân’a yapılan büyük bir haksızlıktır. Asr-ı Saadet’te hayâtın tam ortasında, belirleyen, yönlendiren, dönüştüren bir yaÅŸam kitabıydı Kur’ân. Ölülere deÄŸil yaÅŸayanlara hitâp ediyor, mezarlıklarda deÄŸil ÅŸehirlerin meydanlarında okunuyordu. İşte o zaman müşrik ve zâlimler rahatsız oluyordu onun okunmasından. Åžimdi İsrâil radyolarında bile Kur’ân okunuyor, müslümanlara ninni niyetine. Çünkü onlar da biliyor ki dinleyenlerin çoÄŸu mânâsının kaydında olmaksızın onun cezbeden tilâvetine kulak kabartacaktır. Unutmamak gerekir ki sorunların çözümü, ancak Kur’ân’ın sunduÄŸu çözümlerin hayâta geçirilmesiyle mümkün olabilir. Yoksa âyetleri yalnızca okumak veya ezberlemekle sorunlar çözülmez” der.

Dikkat edin! “Anlama” ÅŸirk olmaya baÅŸladı. “Anlama” ilâhlaÅŸtı. “Anlama”, Allah’tan daha çok sevilmeye baÅŸlandı ve “anlama”ya daha fazla yoÄŸunlaşıldı. Hâlbuki bir ÅŸeyin bilgisi o ÅŸeyin kendisi deÄŸildir. O ÅŸeyin kendisi, hayatta görülen ÅŸeydir. Zâten hiç-bir ÅŸeyin bilgisi o ÅŸeyin kendisi deÄŸildir. Bir ÅŸeyin bilgisi o ÅŸeyin bilgisidir sâdece. Dînin bilgisi de din deÄŸildir. Dînin bilgisidir. ÃŽmânın bilgisi de îman deÄŸildir. Artmaz da böyle bir yolla îman. Yolda yürürken artar îman. Hayâtı boyunca hiç limon görmemiÅŸ/tatmış birinin, limon hakkında vecîz ifâdelerle yazılmış 1 milyon tâne kitap okuması limonu bildiÄŸi anlamına gelmez. Limonu bilmek onu tatmak ile olur. Bilgiyle gerçek tada ulaşılamaz. O ÅŸeyin bilgisinin tadına ulaşılabilir ancak. Dîni bilmek de onu hayatta yaÅŸamakla olur. YaÅŸayıp dururken  bilebiliriz ancak. Müslümanların perişân hâllerinin nedeni budur iÅŸte: Bir ÅŸeyin bilgisini o ÅŸeyin kendisi zannetmek. Hareket yok, eylem yok, ÅŸikâyet yok, rahatsızlık yok, eleÅŸtiri yok, îtiraz yok, isyân yok, iÅŸ yok, eylem yok, üretim yok, gündem oluÅŸturamıyor, öfke yok, devrim yok, savaÅŸ yok devlet yok ve en nihâyetinde de medeniyet yok.

Atasoy Müftüoğlu:

“Duygusal içerik ve baÄŸlılıkların belirleyici olduÄŸu toplumlarda ve kültürlerde eleÅŸtirel düşünce saygı ve ilgi görmüyor. Bu nedenle, modern/seküler zamanlarla, modern/seküler deÄŸer sistemleriyle hesaplaÅŸmak yerine, nostalji biçiminde somutlaÅŸan, gerçeÄŸe dönüşmeyen, özlemler, tepkiler biriktiriyoruz. İslâm’i anlamda, ilkesel tercihler, tarzlar, tavırlar ve duruÅŸlarla ilgili sorumluluklar üstlenemediÄŸimiz için, pragmatizmi tek ilke hâline dönüştürüyoruz” der.

Ali Åžeriati:

“Dînî ilimler dîni unutturdu” der.

Ahmet Kalkan:

“Kur’ân, daha ilk inen 4 sûrenin (Alak, Kalem, Müzzemmil, Müddessir) ilk kelimelerinde “Oku, Yaz, Kalk ve Uyar” mı diyor? BoÅŸ-ver, sâdece oku geç. Sevap için oku, hatim için oku. YaÅŸamak ve hayâta hâkim kılma gayreti senin neyine… Bak, umreye gelmiÅŸsin, Mescid-i Haram’a gir, namaz kıl, Kur’ân oku. Uy imama, uy kalabalığa; uydursunlar seni. Kıl ve oku. Gir cennete. BaÅŸkalarının insanlara: “Mecburi istikâmet, cehennem!” demesine karışma. Kıl ve oku, oku ve yat, yat-yat uyu” der.

Zaman anlama zamânı deÄŸil, zâten inanmış ve anlamış olanların İslâm’ı hayâta geçirme zamânıdır. Bu bize dînin de emridir. Okumalar bu yönde yapılmalıdır.

İ. R. Farûki:

“Zaman-mekân akışını bozmak ya da kâinatı dönüştürmek gerçek bir müslümandan beklenilir bir-ÅŸeydir. Yalnızca Allah’ı yaratıcısı olarak kabûl eden; kendisini, hayâtını ve tüm enerjisini O’na hizmete ve ibâdete adayan ve Yaratıcısının irâdesini zaman-mekânda tahakkuk ettirilmesi gereken bir-ÅŸey olarak olarak kabûl etmiÅŸ olan müslüman, târihe ve pazar-yerine kural tanımaksızın orada istenilen dönüşümü saÄŸlamalıdır. Nefs terbiyesi ve nefsine hâkim olma tecrübesi dışında ruhbanca (monastic) ve münzevî bir hayâta yönelemez. O zaman bile bu tecrübe zaman-mekânın dönüştürülmesinde daha muvaffak olma netîcesini hâsıl etmeyecekse, bu gayri-ahlâkî bir ben-merkezcilik (egocentrism) olarak mahkûm edilmiÅŸtir; zîra bu durumda amaç nefsi dönüştürmenin (ıslah), Dünyâ’yı ilâhî modele dönüştürmenin hazırlığı deÄŸil de, kendi içinde bir amaç olacaktır.

Kur’ân, yaratma olayından fazlasıyla söz etmiÅŸ ve onu insanın evrensel görevini üstlenmesi olarak tasvir etmiÅŸtir. Kur’ân ısrarla, Dünyâ’nın insan vâsıtasıyla mutlâkın tahakkuk ettirileceÄŸi bir yer olduÄŸunu beyân etmiÅŸtir. Kur’ân’ın bir bütün olarak mevcudâtın yaratılış gâyesini tanımladığı “birbirinize üstünlüğünüz takvâ iledir”, “felâh ya da mutluluk çalışmayla olur” gibi ifâdeler, mahlûkâtı (yani erkek ve kadını, toprağı, kasaba ve ÅŸehri) dönüştürmekten baÅŸka hiç-bir anlama gelmez. Dînin (“Tanrı”dan daha kapsamlı bir terim olarak “din”) inkârcısı kimdir sorusuna Kur’ân şöyle cevap verir: “Bu o kimsedir ki yetimi kovar, fakiri doyurmaz”. Açıkça anlaşılıyor ki bu Dünyâ’yı, bu mekânı ve bu zamânı deÄŸerle, hattâ yiyeceÄŸin maddî deÄŸeriyle doldurmak din için yalnızca önemli deÄŸil, aynı-zamanda dînin esas vazîfesidir. Bu nedenle, İslâm eskatolojisi, YahudiliÄŸin ve Hristiyanlığınkinden tamâmen farklıdır” der. 

Azmi Özcan:

“İslâm toplumlarında Avrupâi tarzda yetiÅŸen yeni entelektüel kesim, sömürgeciliÄŸe karşı yine bizzat Avrupa'dan kaynaklanan fikir-hareketleriyle teÅŸkilatlanıp mücâdele etmek gerektiÄŸini söylüyorlar. Sonra 1. Dünyâ Savaşı çıkıyor ve tamâmının toprakları iÅŸgâl ediliyor. Meselâ bizde, Milli Mücâdele emperyalizme karşı bir direniÅŸtir. Ama bu direniÅŸ aslında yine bizzat Batı'dan mülhem, daha doÄŸrusu Batı'daki geliÅŸmelerin iz-düşümlerini taşıyan milliyetçi bir karakter arz ediyor.

Özellikle genç arkadaÅŸlarıma ÅŸunu hatırlatıyorum: Bu kısır-döngüden çıkmanın tek-yolu kısır-döngüyü ÅŸekillendirenlerin çizdikleri hayat-standardının dışına çıkmak. Onların çizdiÄŸi Dünyâ’da var olmakta ısrar edilirse ne deÄŸiÅŸebilir? Belki bizim o günden bu-güne içinden çıkamadığımız ve her geçen gün daha da sürüklendiÄŸimiz girdap bu. Biz bu coÄŸrafyada ÅŸu-anda kendi hayâtımızı, kendi kültürümüzü yaÅŸayamıyoruz. Kitaplarda şöyle geçer: “En sâde otlar bile, kökleri üzerinde yükselir. Emperyalistlerin başını çektiÄŸi çaÄŸdaÅŸ ilim ve teknoloji bize kuÅŸlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğretti. Fakat kendi vatanımızda insan gibi yaÅŸamayı unutturdu”. Bize yakışan, onların çizdiÄŸi ve tamâmen mekanikleÅŸen Dünyâ’ya, alternatif bir kültür ve medeniyet takdimi yapabilmek. Biz Dünyâ’ya dikte ettirilen kültür ve medeniyetin parçasında ilerlemek istiyoruz. İşte yanlışımız burada! Hangi deÄŸerlerle süslerlerse-süslesinler, nasıl takdim ederlerse-etsinler artık bu ÅŸahsiyetsiz geliÅŸmeler Dünyâ durdukça devam edecek. Buna karşı çok güçlü olmak zorundayız ve buna karşı koyabilecek yegâne alternatif de “biz”iz” der.

“Hayır, onların bilgileri âhiret konusunda yetersiz kalmıştı. Daha doÄŸrusu onlar ondan kuÅŸku duymaktadırlar. Hayır, hayır! Onlar, onu göremeyecek kadar kördürler” (Neml 66). Her-türlü bilgiye raÄŸmen yine de şüpheden kurtulamıyorlar. Bilgi yetmiyor, harekete geçirici îman lâzım ki bu îman, âhirete olan îmandır.

“Onlara kendisine âyetlerimizi verdiÄŸimiz kiÅŸinin haberini anlat. O, bundan sıyrılıp-uzaklaÅŸmış, ÅŸeytan onu peÅŸine takmıştı. O da sonunda azgınlardan olmuÅŸtu. EÄŸer biz dileseydik, onu bununla yükseltirdik. Ama o yere meyletti (veya yere saplandı), hevâsına uydu. Onun durumu, üstüne varsan dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan dilini sarkıtıp soluyan köpeÄŸin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalanlayan topluluÄŸun durumu böyledir. Artık gerçek haberi onlara aktar. Ki düşünsünler” (A’raf 175-176).

Demek ki bilgi kiÅŸiyi emin kılmıyor. Bilgisini eyleme dönüştürmediÄŸi müddetçe o bilgi hem risk olarak kalacak hem de boÅŸa çıkacaktır. Bilgi kaybolabilir çeÅŸitli sebeplerle fakat eylem kaybolmaz.  

“Kim îman eder ve sâlih amellerde bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır. Ona buyruÄŸumuzdan kolay olanını söyleyeceÄŸiz” (Kehf 88).

Kur’ân’da Allah, “Sizden iyiye çağıran, doÄŸruluÄŸu emreden ve fenâlıktan meneden bir cemaat olsun. İşte kurtuluÅŸa erenler ancak onlardır” (Âl-i İmran 104) buyurmaktadır. İşte bu emir, ümmet’in ana-yasasını teÅŸkil ettiÄŸi gibi, ona varlığını da veren berattır. İnsanların Allah’ın irâdesini tahakkuk ettirmek amacıyla bir-araya gelmesidir. Evrensel bir kurumdur, zîra ancak böyle bir birlik sâyesinde ilâhî İrade’nin yüce (ahlâkî) kısmı târih olacaktır.

Mustafa Çelik:

“Allah’ın dîni İslâm’ın bir bütün olarak anlaşılmaması, dünyâ-müstekbirlerinin en büyük sevdâları ve sermâyeleridir. Çünkü dînini yarım anlamış, dîninin bir kısmından vaz-geçmeyi içine sindirmiÅŸ bir kiÅŸinin dönüp ben müslümanım demesi, kendisini küfrün gönüllü askeri olmaktan kurtaramaz.

İslâm; kâmil ve şâmil bir hayat nizâmıdır. İslâm’ın fazlası veya eksiÄŸi yoktur. İslâm, asla ve kat’a bölünmeyi, parçalanmayı kabûl etmeyen bir bütündür. Müslümanlar tarafından yanlış tatbik edilen hükümleri İslâm’dan çıkarmaya kalkışmak, insanlar üzerinde ilâhlık iddiasında bulunmaktır” der.

“Eyleme geçmek” demek, ilmi, yazmayı, konuÅŸmayı, bir-araya gelmeyi vs. bırakıp “sâdece eyleme geçmek” demek deÄŸildir. Bu, sünnete de aykırıdır zâten. Kur’ân inerken eylem vardır. İlim-eylem birliÄŸinden bahsediyoruz. İkisi birlikte olmalıdır. Sâdece biri olduÄŸunda, eksik kalacağından dolayı sonuca/zafere ulaşılamaz. Ali Åžeriati de:

“KonuÅŸmak ve iÅŸ yapmak; incelemek ve uygulamak her-zaman iç-içe olmalıdır. Peygamberimizin sünneti budur: O, hayâtı biri yalnız konuÅŸmaktan, öteki de yalnız eylemden ibâret iki ayrı bölüme ayırmıştı” der.

Hawking; “Bir ÅŸeyi en basit parçalarına bölüp formüle edebilirsek, onu açıklamış ve anlamış oluruz” der. Modern müslümanlar da aynı ÅŸeyi Kur’ân üzerinde yapmaya çalışıyorlar fakat parçalanmanın bir sonunun olmadığını ve bu nedenle de “parçalayarak anlama” metodunun bir sonunun gelmeyeceÄŸini; ama bu-arada mazlûmiyetin tüm Dünyâ’ya yayıldığını ve bir-an önce harekete geçmenin gerektiÄŸini düşün(e)mezler.

İslâm dîni “sunum dîni”ne döndü. Müslümanlar ya bir sunum dinleme, ya da bir sunum yapma peÅŸine düşmüşler ve bunu dînin amacı-hedefi zannetme yanılgısına kapılmışlardır. Kıçlarını kaldırıp en ufak bir eylemde bile bulunmadıkları gibi, bunu düşünmüyorlar bile.

Bir ÅŸey için “anladım” denildiÄŸinde, artık o ÅŸey onun için bir sorumluluktur ve bâzen bâzı sorumlulukların bedeli ağır olabilir. Mallarla ve canlarla cihad gibi. İşte bu durum, anlamın tamamlanmamasının ve tamamlanmak istememesinin ana nedenidir.

İtaat etmeyeler, araştırma işlerinin peşine düşüyorlar. İtaati perdeliyor çünkü.

Anlamaya hiç-bir zaman son nokta konulamayacak olması nedeniyle, hâlâ anlamada diretmek, anlamayı ilahlaştırmak demektir. Eyleme dönme durumu bulunmayan şeyler için geçerli değildir tabi bu. Bu konularda merak derecesi anlama çalışmalarını derinleştirecektir.

Kur’ân hakkında çok konuÅŸmak onun ruhunu öldürüyor. Kur’ân mekanik bir kitap olmaya baÅŸlıyor. Zâten Kur’ân dışındaki konularda da, çok konuÅŸulan bir konu sıradanlaÅŸmaya baÅŸlar.

Kurmak ve korumak aynı ÅŸey deÄŸildir. İslâm, “kurduktan sonra korumak”tan bahseder. Çünkü o zaman kurulan ve korunan ÅŸey İslâm olur. Bir-ÅŸeyi korumak da önemlidir ama kurmak daha önemlidir. O zaman kendinizin olur çünkü. Kurmayıp da koruduÄŸunuz ÅŸeyin kime âit olduÄŸuna bir bakmanız lâzım. Neyi koruyorsunuz?

Din-İslâm muhabbeti, geyik muhabbeti deÄŸildir. Dolayısı ile İslâm’i bir sohbetin bedeli ve mesûliyeti vardır. Geyik muhabbeti gibi muhabbet bittikten sonra çekip gitmek ve hiç-bir ÅŸey yapmamak, muhabbetten bir sorumluluk duymamak gibi deÄŸildir. İslâm’i sohbetin-muhabbetin ağır bir sorumluluÄŸu vardır ki bu sorumluluk, sohbetten sonra bir ÅŸeylerin deÄŸiÅŸmesini gerektirir ve deÄŸiÅŸime zorlar kiÅŸiyi.

Ey aşırı anlama-yorumlama mensupları!; Okumalarınızın/derslerinizin saÄŸlamasını (eylem) ne zaman yapacaksınız? Bilin ki öğrendiÄŸiniz ÅŸeylerin doÄŸru olup-olmadığının saÄŸlaması hayâtın tam da içinde olur. Gölgelerimiz bile “hareket” hâlindeyken, siz ne zaman “harekete” geçeceksiniz?

Kur’ân’a göre bilmek ancak hareket hâlindeyken olur:

Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyâma durarak gönülden itaat (ibâdet) eden, âhiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umud eden (gibi) midir? De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri öğüt alıp-düşünürler (Zümer 9).

Eyleme geçmemek, dîni oyun ve eğlence hâline getirir. Aşırı anlama çalışmaları, âyetleri etkisiz kılar. Bu nedenle de o âyetler kişileri harekete geçiremez.

Hakan Albayrak, Dengeler Adına Şâir Yaptılar Bizi” adlı ÅŸiirinde şöyle der:

alternatif çöplüğüne döndü üçüncü dünyânın beyinleri
”hiç akletmez misiniz”
hayır etmeyiz!
felsefenin soysuz çarkına teslim ederiz âyetleri
öyle büyüttük öyle büyüttük ki felsefeyi
eylemi de aldı içine
eylemi aldı bizden
ve ateÅŸler içre BaÄŸdat’ın orta yerinde,
çırılçıplak kalakaldık işte
dengeler adına silahsız
dengeler adına şahsiyetsiz
miskin, geveze, entelektüel..
dengeler adına vuramadı kim vurmadıysa
dengeler adına şâir yaptılar bizi”.

Mustafacan Özdemir:

“Aliya İzzetbegoviç İslâm’cılığın en büyük düşmanları için 2 ismi zikretmiÅŸtir: Modernistler ve Muhâfazakârlar. Muhâfazakârlar eski reçeteleri, modernistler ise baÅŸkasına âit (yabancı) reçeteleri istemektedirler. Birinciler İslâm’ı geçmiÅŸe çekmekte, ikinciler ise ona yabancı bir gelecek hazırlamaktadırlar. İslâm dîni, muhâfaza edici olamaz, bunun yanında modernize edilmeye de ihtiyâcı yoktur. İslâm dîninin modernize edilmesi mevzuunda tanıdık bir örnek vermek ihtiyâcı vacip oldu. Türkiye Cumhuriyeti modernist elitlerin önderliÄŸinde kuruldu ve ulus-devlet yaratma sürecinde ulus-din oluÅŸturmaya yöneldi. Bu yolda İslâm modernizasyonunun en güzel örnekleri ortaya bir ürün olarak kondu! İçi git-gide boÅŸaltılmış ulemâ, özünden koparılmış din ve buna ortam hazırlaması için içeriÄŸi deÄŸiÅŸtirilen Kur’ân-ı Kerim.

Müslümanın aktivist olması gerekir. Haksızlığa, zorbalığa en yüksek sesle bağırması, karşı koyması gerekir ki haksızlığın kimden geldiÄŸini önemsemez. İslâm’cı olma üzerine her ÅŸey tartışılırken, eylemsizliÄŸimiz üzerine neden bir çift kelam edilmedi anlamak mümkün deÄŸil. En büyük eylemci Hz. Peygamber örneÄŸi dururken, yakın zaman için ise bir-çok gözün canlı bir ÅŸekilde izlediÄŸi Aliya İzzetbegoviç örneÄŸi dururken, biz eylemi soysuz çarklara kurbân ettik. İslâm’cılığın tüm fikri, teorik, ontolojik tartışmalarından daha önemli olan müslümanların eylemsiz kalması, sesinin kısılması, bir olmak için bir nâra atabilecek gücü kendinde bulamamasıdır. İslâm sâdece bir din deÄŸildir. Batının OrtadoÄŸu’sunu içselleÅŸtirdiÄŸimiz gibi, religion’ını da içselleÅŸtirmemiz isteniyor. Bu kavramları içselleÅŸtirmekten vazgeçtiÄŸimiz gün İslâm’cılık tanımını kendi-kendimize ortaya çıkarmış olacağız. Yolumuz iktidârı ele geçirmekten deÄŸil, insanı kazanmaktan baÅŸlar” der.

Bâtıl dinlerde bile eyleme ağırlık verildiÄŸi görülür. Vedenta’da: “Varlığı varlaÅŸtıran eylemdir” denir. Bu ilkeye baÄŸlı olarak Brahman; kuramsal bir bilgiyi deÄŸil, “eylemsel bir irfânı” öngörür. “Bu yaÅŸamda ne “düşündüğünden” çok, “ne yaptığın” önemlidir” denilir.

Eylediklerinizden daha fazlasını bilemezsiniz. Gerçekten bildikleriniz, eylediklerinizdir.

SÜREKLİ ve DİSİPLİNLİ OKUMA

Evet; Kur’ân’ı sürekli okumalı ve onu derin-derin düşünmeliyiz. Böylelikle îmânımızı arttırmalıyız. Sonra da onu hayâta döndürmeliyiz. Allah’ın sözünü Dünyâ’da iktidar yapmalıyız. Aynen gökte olduÄŸu gibi: “O gökte de ilâh, yerde de ilâhtır. Hikmet sâhibi O'dur, her-ÅŸeyi bilen O'dur” (Zuhruf 84). Böylece Dünyâ’da zulüm kalmayıncaya kadar eylemsel anlamda cihad/gayret/çaba göstermeliyiz.

“Kur’ân’ın bir de hikmeti var” diyorlar. Fakat Kur’ân’ın hikmeti Kur’ân’dan ayrı deÄŸildir ki.. Vahyi anlayınca zâten hikmeti de anlarsınız. Her okuduÄŸunda farklı bir hikmet anlarsın. Hikmet ayrıca inmemiÅŸtir, vahiyle beraber, onun içinde inmiÅŸtir. Okudukça belirir, anladıkça deÄŸil. Ya da ikisi aynı ÅŸeydir; okumak anlamaktır.

“EÄŸer Allah'ın fazlı ve rahmeti senin üzerinde olmasaydı, onlardan bir grup, seni de saptırmak için tasarı kurmuÅŸtu. Oysa onlar, ancak kendi nefislerini saptırırlar ve sana hiç bir ÅŸeyle zarar veremezler. Allah, sana Kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti. Allah'ın üzerinizdeki fazlı çok büyüktür” (Nisa 113).

Ayette görüldüğü gibi; peygamberimize Kur’ân vahyedildiÄŸi an, öğretilmiÅŸ de oluyor. Peygamber de halka okuduÄŸu-anda öğretmiÅŸ olur. Ayrıca -bâzı sorular hâriç- ince ayrıntısına kadar açıklama yapmaya gerek görülmüyor. Müslümanların bir “Kur’ân’ı anlama” sorunu yok. İslâm’da ruhbanlık da yok zâten.

“Kur’ân’ı anlamak” diye bir ÅŸey/sorun yoktur, “Kur’ân’ı yapmak (eylemek)” diye bir ÅŸey/sorun vardır. Kur’ân’ın anlama diye de bir sorunu yoktur, okuma sorunu vardır.

Sürekli okuma en azından Kur’ân’ı yâni Allah’ın sözünü iktidar yapma düşüncesini diri tutmaya yardımcı olur. Bizi dik ve diri tutarak kötülüklerden korur. Bu süreç son nefesimize kadar da devâm etmelidir. 

Kur’ân’ı okumak ve üzerinde düşünmek, akıl yürütmek, güne uyarlamak yâni insanları Kur’ân ile tanıştırmak ve hayâtı onunla yürütmek elzemdir. En mühim olandır. Fakat Kur’ân’ı Kur’ân’ın da istemediÄŸi ÅŸekilde didiklemek, onu tersinden (tefrit) mehcûr bırakmaktır. Tersinden ondan uzaklaÅŸmaktır ve onu hiç okumayan/yaÅŸamayanlarla aynı kefeye düşmektir.

“UydurulmuÅŸ Din”e karşı ”ÜretilmiÅŸ Din”in kavgasını verenler, Allah-û Teâla tarafından ”İndirilmiÅŸ Din”e düşman olanlardan sayılırlar. ”ÜretilmiÅŸ Din”in kavgasını verenler, Peygambersiz olarak Kur’ân’ı, sahâbesiz  de sünneti anlamaya çalışan, ibâdetlerin içini boÅŸaltıp zevklerinin peÅŸinde koÅŸanlardır. Onlar, ”İndirilmiÅŸ Din”i boÅŸ-vermiÅŸ boÅŸ konuÅŸan insanlardır.

ANLAMAK KOLAYDIR

Kur’ân’ı kavrama seviyesi kiÅŸinin bilgisiyle/zekâsıyla deÄŸil, ciddiyetiyle alâkalıdır.

Klimalı-konforlu-lüks mekânlarda “anlama” denilen “özürlü çalışmaları” yapmakla hiç-bir ÅŸey deÄŸiÅŸmez. İsterse anlatılmak istenen ÅŸey en iyi ifâdelerle söylenilmiÅŸ olsun. Oradan çıkacak olanlar idrak deÄŸildir, kuru mâlûmatlardır sâdece ve bir-zaman sonra tekrar hatırlatılmaya ihtiyaç hissettirir. Bu nedenle harekete geçirici deÄŸildir.

Anlam/kavram/idrâk meydanda ve eylemde iken açığa çıkar. Çünkü orda saklıdır. Bu idrâke; uykunun bölünüp gece kalkmalarında okuma-düşünme-ibâdet yaparken; kavurucu sıcağın altında oruç tutarken; tüm zorluÄŸuna raÄŸmen Allah rızâsı için bir iÅŸin peÅŸindeyken; canını yakıp durumunu bozacak derece infak/yardım yaparken; gözlerin kan-çanağına dönecek kadar inatçı okumalar yaparken; bir zulme “dur” derken; ve en önemlisi de canını ortaya koyup savaÅŸ ederken açığa çıkar.

Okula yeni baÅŸlayan çocuklar 6 ay sonra okuma-yazmayı sökebiliyorken ve artık okuyup yazabiliyorken; “Kur’ân’ı anlama” tiryâkileri, okuma-yazma da bilmelerine raÄŸmen, üstelik Kur’ân’ı bir-kaç kez hatmetmiÅŸ olmalarına raÄŸmen yine de hâlâ anlama çalışmalarına devâm ediyorlar. Bir türlü “sökemediler” Kur’ân’ı. Bu nedenle de harekete geçemiyorlar.

Hikmet Ertürk:

“Ne diyelim inşâllah tüm düşünen kardeÅŸler, düşünürken aynı-zamanda yürümeyi de öğrenir.

Kaplumbağa önünden geçen kırkayağı durdurarak ona sorar:

Yürüyeceğin zaman önce hangi ayağınla adım atıyorsun?

Bu soru karşısında şaşıran kırkayak;

Dur, düşüneyim!., demiÅŸ. BaÅŸlamış düşünmeye!…

Düşünmüş, düşünmüş, düşünmüş ve böylece düşünür kalmış!.

İlk önce hangi ayağıyla adım atacağını ve nasıl yürüyeceğini derin-derin düşünen, ancak yürüyemeyen bir düşünür!..

İşte o kırkayaÄŸa çok benziyoruz. Kırkayağımızla yürümeye öyle alışmışız ki, yapmamız gereken tek bir sorumluluk hatırlatıldığında saatlerce, belki bir ömür düşünmeye baÅŸlıyoruz. Oysa sürekli isimlerini hatırlattığımız, örnek gösterdiÄŸimiz geçmiÅŸin müslümanları çok da fazla iÅŸin konuÅŸma kısımlarına takılmamışlar, kendilerine düşen yükümlülüklerini ne pahasına olursa-olsun yaÅŸamışlardır. Bu yükümlülükleri yerine getirmeyenlere, karşı bir duruÅŸ sergileyenlere de müslüman muâmelesi yapmamışlardır. Üstelik okuyup durduÄŸumuz kerim kitabımız bizleri “iÅŸittik ve itaat ettik” deyiniz diye uyarmaktadır. Fakat bizler iÅŸitip durduÄŸumuz, sürekli tekrâr ettiÄŸimiz Allah’ın emirlerini sürekli düşünüyor, mütalâa ediyorken, bu durum bizleri harekete geçirmemekte, inanç deÄŸerlerimizi topluma ulaÅŸtırma ve somut deÄŸerlere dönüştürme baÄŸlamında bir deÄŸere dönüşmemektedir. Çalıştığımız iÅŸ âletleri, sosyâl konumumuz ve yönetmeliklerle çizilmiÅŸ hayâtımız bizlerde daha belirleyici bir hâl almaktadır. Tıpkı kırkayaklı kırk düşünceli, kırk iÅŸlerimiz gibi her ÅŸeyimiz karışık bir hayâtı sürdürmeye çalışıyoruz.

Bu ÅŸaÅŸkınlık ilk kez gerçek mânâda İslâm’i dâvete muhâtap olanlarda daha da fazla gözükmektedir. Allah’ın âyetlerinin kendisi için ne mânâya geldiÄŸini anlatmaya baÅŸladığınızda hiç-bir cevap vermeden öylece bekliyor. Ölçüyor, biçiyor, deÄŸerlendiriyor ve surat asıp hiç-bir ÅŸey söylemeden yandaÅŸ arkadaÅŸlarının yanına gidiyor. Ve bir ömür neye karar vermesi gerektiÄŸini düşünüyor.

Tüm bu düşünsel bekleyişlerimizi belki de zor olan yokuşa yürümeyi deneyerek kırabiliriz. Denemek, göze almak bizleri bu kirlilikten arındırabilir. Bu konuda kendimize güvenmeyi de öğrenmeliyiz.

Åžu-an medyada boy gösteren nice din-anlatıcıları, bâzı kavramların farklı anlamları üzerinden farklarını ortaya koyup kendilerine dinleyici sayısı üretmekten, sayıları çoÄŸaltmaktan baÅŸka bir iÅŸ ile meÅŸgûl deÄŸiller. O yüzden de kalabalık oluÅŸmasına raÄŸmen düşünceleri maalesef ürün vermiyor. BaÅŸkalarının ürettiÄŸi deÄŸerleri yaÅŸayıp, İslâm adına olan deÄŸerleri ise sâdece konuÅŸuyorlar. BaÅŸka düşüncelerin kelimeleri bizleri yönetiyorken, bizim deÄŸerlerimiz sâdece konuÅŸma dili olarak hayâtımızda yer buluyor. Tabî ki bu ortaya çıkan yeni yaÅŸam tarzı aslâ ve aslâ İslâm deÄŸildir. O yüzden ÅŸimdiye kadar hiç düşünmediÄŸimiz, hangi ayağımızla yol aldığımızı bir-an önce düşünmeye baÅŸlayalım. Belki bizlere de birileri hiç düşünmediÄŸimiz bir yerden sorular yöneltebilir. Bir ömür-boyu sâdece düşünerek ömür tüketmek zorunda kalabiliriz. Bu ise bizler adına hiç de iyi sonuçlar doÄŸurmayacaktır” der.

KELLÂ!!! Hayır!!! Sorun anlama sorunu deÄŸil. Kur’ân’ın böyle bir sorunu yok zâten. (Çünkü Kur’ân çöldeki bedevilere de geldi ve onlar onu duydukları anda anladılar ve harekete geçtiler). Gerçek sorun, riske girerek, bedel ödeyerek, canları acıtabilecek oranda “EYLEME GEÇME” sorunu. Anlama biterse eylem baÅŸlamalı çünkü. Eylemin baÅŸlamasını istemedikleri, yâni bedel ödemeyi göze alamadıkları için Kur’ân’a zulmederek, onu, Kur’ân’ın da istemediÄŸi ve beklemediÄŸi çeÅŸitli ve sınırsız anlamaların konusu yapmaya devâm ediyorlar.

Kur’ân objektiftir, subjektif deÄŸil. Herkese göre dir (nesnel=, sâdece birilerine göre (öznel) deÄŸil.

HAYIR!!! SORUN CİDDİYETSİZLİK SORUNUDUR!!!.

“Anlayarak okuyun” diyorlar. “Anlayarak okumak” ne demek? “Anlamadan okumak” ne demek? “OkuduÄŸunu anlayamamak” mı? “Arapçasını deÄŸil, anladığın dilden oku” anlamındadır” demek deÄŸildir istenilen. Öyle olsaydı “arapçadan deÄŸil, türkçeden okuyun” denirdi. Anlayarak okumaktan asıl kastedilen, batı-merkezli okumaktır. Batının istediÄŸi gibi okumaktır. “Eyleme geçmeyecek ÅŸekilde” okumaktır. TebliÄŸi-dâveti-cihadı-savaşı olmayan okuma ÅŸeklinde. Kur’ân okunduÄŸu anda anlaşılabilen bir kitaptır. Aynen ÅŸu-anda okuduÄŸunuz bu yazının okunduÄŸunda anlaşılabildiÄŸi gibi. Tabi tıbbi bir sorun yoksa…

Yine; “anlatmak”, “söylemek” demektir. “Gel sana bir ÅŸey anlatacağım” demekle, “gel sana bir ÅŸey söyleyeceÄŸim” demek aynı ÅŸeydir. KiÅŸiye anlattığın ya da söylediÄŸin ÅŸeyi kiÅŸi anında, daha söylerken/anlatırken anlar.  

Anlama çalışmaları anlamdan yoksundur. Eyleme geçmeyen anlama çalışmaları anlamsızdır zîrâ. Çünkü anlama çalışması yapmak anlam demek değildir. Bir şeyin anlamlı olması, davranışta yâni eylemde kendini gösterir. Anlama çalışmasının kendisi kişiye özel olduğu için, eylemden dolayısı ile anlamdan yoksundur. Anlama çalışmasının sonucunda eylem olmadığında, o çalışmanın bir yarârının olduğu net değildir. Fakat bir eyleme dönüştüğü anda, o çalışma tam anlamıyla sonuç vermiş demektir. Yâni bir çalışmanın amacına ulaşmasının delili, eyleme dönüşmesidir. Bir irâde ortaya konmuştur çünkü.


Meselâ arâzimizde 10 kilo altın olsa ve biz de bunu bilsek, ama kazma-küreÄŸi alıp kazmaya baÅŸlamak ve altını çıkarmak yerine, sürekli olarak; “arazimde 10 kilo altın var desek o altının bize ne faydası olur? Eyleme dönüşmeyen bilgi, bilgi olarak kalmaya mahkumdur. Kazılıp çıkarılmayan altın, yok hükmündedir.

Mete Gündoğan:

“GereÄŸini yapanlar muktedir olurlar” der.

Atasoy Müftüoğlu:

“Bilinçli çözümlemeler yapamadığımız için, bilinçli/anlamlı inşâ programları da yapamıyoruz. Ne olmamız, nasıl olmamız gerektiÄŸi bize, kibirli/küstah bir dille dışarıdan dayatılabiliyor. İslâm’a, seküler/liberâl yorumların sınırları içerisinden bakıyoruz. Bu-gün, vârolan dînî yaklaşımlar, modern/seküler/liberâl yapılarla uyumlu olan yaklaşımlardır. Bu-günün dünyâsını dönüştüremeyen bir din-algısı, bu-günün dünyâsına özgü kavram ve kurumlar tarafından dönüştürülerek, etkisiz hâle getirilebiliyor. Bizler, müslümanlar olarak, kamusal alanda, kentsel alanda, siyâsal/ekonomik/hukûki bir gerçekliÄŸe dönüşmeyen, dönüştürülemeyen, soyut bir dînî söylemi kullanmaya devâm ediyoruz. Hayatlarımızı edilgen dindarlık biçimleriyle sürdürürken, bu edilgen/pasif konumumuzu unutuyor, aktif bir mezhep mücâdelesi yürütüyoruz. Edilgen dindarlıklar merkezinde, İslâm’i hareket/cemaat vb. oluÅŸturulamaz. İslâm’i hareket/cemaat, İslâm’i anlamda târihsel ve siyâsal bilinç merkezinde oluÅŸur.

Günümüzde, İslâm-dünyâsı toplumlarında, entelektüel/kültürel anlamda, tevhidi bütünlüğü, ümmet bütünlüğünü temsil edebilecek ÅŸekilde, söylemsel bir deÄŸiÅŸim bile saÄŸlanabilmiÅŸ deÄŸildir. Söylemsel bir deÄŸiÅŸim saÄŸlanamadığı için, söylemsel baÄŸlamda kültürel bir muhâlefet bile gerçekleÅŸtirilememiÅŸtir. Türkiye örneÄŸinde de görülebileceÄŸi üzere, yakın geçmiÅŸin soyut İslâm’cılığı, bu-gün, devlet iktidârına eklemlenerek, bu iktidârın ayrıcalıklarından yararlanmak üzere, muhâfazakâr bir toplum ideâli adına post-İslâm’cılığı seçmiÅŸ bulunuyor. İslâm’cılık, post-İslâm’cı kadrolar tarafından bastırılmıştır. Post-İslâm’cı unsurların (muhâfazakâr-mezhepçi-milliyetçi) İslâm’i anlamda yeni bir hayat-tarzını, yeni bir dünyâ-görüşünü, yeni bir bilgi-eÄŸitim-kültür sistemini, yeni bir toplumsal gerçekliÄŸi oluÅŸturabilecek niteliklere sâhip olup-olmadığı ayrı bir tartışma konusudur.

İslâm’i anlamda vâr olmak, İslâm’i bütünlüğü kamusal alanda, kentsel alanda temsil edilebilir, görünür ve iÅŸitilir kılınabilir ve ortak bir irâde oluÅŸturabilir bir noktaya taşımakla mümkün olabilir. Post-İslâm’cı unsurların, İslâm’i bütünü bir gerçekliÄŸe dönüştürme bilincine/hassâsiyetine/kaygısına/ufkuna sâhip oldukları iddia edilemez. Post-İslâm’cı unsurlar, gelenekçi/görenekçi/muhâfazakâr/saÄŸcı yerleÅŸik-kurumsal dînî düzenle, bu düzenin dokunulmaz kıldığı tek yorumla bütünleÅŸtikleri için, bu-gün, İslâm’i bir mücâdele deÄŸil, mezhep ve milliyet mücâdelesi veriyor.

İslâm’i anlamda vâr olma bilinci, İslâm’i anlamda etkin olma bilincini gerektirir. Tek boyuta, tek anlama, tek yoruma ve içe kapanan, yerel zamanlara, yerel gündeme kapanan bir kültürle etkin bir vâroluÅŸ, etkin bir bilinç ve dayanışma gerçekleÅŸtiremez. Tek-yoruma kapanan ve bu yorumu baÄŸnazca savunan bir anlayışla, hiç-bir zaman bir müzâkere ve dayanışma gerçekleÅŸtirilemez.

Zihinsel kölelikleri normâlleÅŸtirmek, meÅŸrûlaÅŸtırmak, ahlâki ve düşünsel bir cesârete sâhip olmakla ilgili olduÄŸu kadar, yeni bir seçeneÄŸe, farklı bir seçeneÄŸe, yeni bir baÅŸlangıca ve yeni bir umûda ihtiyaç duymakla da ilgilidir” der.

Kur’ân gerektiÄŸi yerde zâten defâten açıklama yapıyor ve âyetleri tekrâr ediyor.

“Andolsun biz Kur’ân'ı düşünüp öğüt alınsın diye kolaylaÅŸtırdık. Öğüt alan yok mu? (Kamer 17, 22, 32, 40).

“İşte biz onu (Kur’ân'ı) apaçık âyetler olarak indirdik; şüphesiz Allah, dilediÄŸini hidâyete yöneltir” (Hac 16).
 
“Ve Kur’ân'ı okumakla (emrolundum). Artık kim hidâyete gelirse, kendi nefsi için hidâyete gelmiÅŸtir; kim sapacak olursa, de ki: Ben yalnızca uyarıcılardanım” (Neml 92). Peygamberimiz; Kur’ânı okumakla (etluve=tilavet) emrolundum diyor, anlamakla deÄŸil. Çünkü okunduÄŸunda zâten anlaşılıyor Kur’ân. 

Kur’ân kolaydır ve peygamberin diliyle daha kolaylaÅŸtırılmıştır: “Belki onlar öğüt alıp-düşünürler diye, Biz onu (Kur’ân'ı), senin dilinle kolaylaÅŸtırdık” (Duhan 58).

İlhâmi Güler’in de dediÄŸi gibi: “Araya zaman-fâsılası ve dil-duvarı girdikçe metnin anlaşılmasının zorlaÅŸacağı gâyet açıktır”. Fakat bu zorluk, tüm ömrü tüketecek karışıklıkta ve güçlükte deÄŸildir.

“De ki: Bana gerçekten ÅŸu vahyolundu: Cinlerden bir grup dinleyip de şöyle demiÅŸler: -DoÄŸrusu biz, (büyük) hayranlık uyandıran bir Kur’ân dinledik. O (Kur’ân), gerçeÄŸe ve doÄŸruya yöneltip-iletiyor. Bu yüzden ona îman ettik. Bundan böyle Rabbimize hiç kimseyi ortak koÅŸmayacağız” (Cin 1-2). “Elbette biz, o yol gösterici (Kur’ân'ı) iÅŸitince, ona îman ettik. Artık kim Rabbine îman ederse, o ne (ecrinin) eksileceÄŸinden korkar, ne de haksızlığa uÄŸrayacağından” (Cin 13). Görüldüğü gibi cinler Kur’ân’ı daha dinler-dinlemez mesajını/maksadını anlıyorlar ve hemen uygulamaya geçerek ÅŸirkten arınma yoluna koyuluyorlar.

“DoÄŸrusu biz bu ilâhi mesajda(hakîkati), belki düşünüp ibret alırlar diye insanlara her türlü dolaylı anlatım tarzını kullanarak aktardık'' (Zümer 27).

Kur’ân’ın arapçası çok açık-seçik fâsih bir arapçadır. Yâni Kur’ân’ı Kerim’i Rabbimiz her insanın anlayacağı ÅŸekilde indirmiÅŸtir. Kur’ân’ı Kerim’i anladığımız dilde, aklettiÄŸimiz dilde okuyup hayâtımıza geçirmeye çalışmalıyız, bu bize farzdır.

“Âyetün beyyinâtin” beyân edilmiÅŸ demek, “ayrıntısıyla kolayca anlaşılabilecek kadar açık ve anlaşılır kılınmak” demektir.  

“Kendisine Allah'ın âyetleri okunurken iÅŸitir, sonra müstekbirce (inatla kibirlenerek) sanki iÅŸitmemiÅŸ gibi ısrâr eder. Artık sen onu acı bir azabla müjdele” (Câsiye 8). ÃŽman edip îmânın gereÄŸini yapmakla anlamak çok farklı ÅŸeylerdir. Kâfirler anladıkları hâlde îman etmiyorlar. Bu yüzden de bir-türlü harekete geçemiyorlar.

Cinler Kur’ân’ı dinliyorlar ve hemen anlıyorlar ki sonra da dönüp hemen dâvete baÅŸlıyorlar. Bir anlama-süreci geçirme plânı yapmayı düşünmüyorlar. Öyle ki bir parça Kur’ân dinlemelerine karşılık Kur’ân’ın ana-mesajını kavrıyorlar ve dâvetçi oluyorlar: “Hani cinlerden bir-kaçını, Kur’ân dinlemek üzere sana yöneltmiÅŸtik. Böylece onun huzûruna geldikleri zaman dediler ki: Kulak verin; sonra bitirilince kendi kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler” (Ahkâf 29).

İşte böyle; Kur’ân kendisinin anlaşılmasının bu kadar kolay olduÄŸunu; anlamak için o kadar da zahmete girmeye gerek olmadığını haykırarak defâlarca söylemektedir. Hem de bunu sâdece âlleme-i cihan olanlara deÄŸil, hayâtında hiç kitap görmemiÅŸ olanlara, okuma-yazması bile olmayanlara da söylemektedir.

“İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan baÅŸka sâlih bir amelde bulunalım. Size orada (Dünyâ’da), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceÄŸi kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmiÅŸti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zâlimler için bir yardımcı yoktur” (Fâtır 37). İbret almak için ömür yeterli ama gel gör ki nice hayatlar Kur’ân okuyarak geçmesine raÄŸmen anlaşılamıyor. Bu, Kur’ân’ın anlaşılamayacağı demektir. Anlaşılamamasının nedeni, uygulanmamasından kaynaklanır.

  İhsan Eliaçık:

“Kur’ân’ın dili deÄŸil, içinde yazan önemlidir. Kur’ân’da, “Zekâtların, fakirlere, borçlulara, ihtiyaç-sâhiplerine, işçilere, boyunduruk altında olanlara ve kimsesiz çocuklara dağıtılması gerekir” diye yazar. Bunun adı sosyal adâlet politikasıdır” der. Evet; Kur’ân’ı dilini inceleyeceÄŸiz derken mesajını ıskalıyoruz. Hayat, “hayat kitabı” olan Kur’ân’dan mahrum kalıyor.

“Anlayarak okumak”? Gerçekten okuyan biri anlamadan okuyabilir mi? Anlamadan okumak nasıl olur ki? Maksat kavramak ise, kavramak baÅŸka bir ÅŸeydir.

Kur’ân’ın kendisi bir anlayıştır zâten. Anlayışı anlamak abestir. Mânâdır zâten. Mânâyı mânâlandırmak da ne demek?

Aşırı-anlama çalışmaları anlamsızlığı ve çeliÅŸkileri çoÄŸaltıyor. Hattâ bâzen de birilerini Kur’ân’dan uzaklaÅŸtırıyor. Buna raÄŸmen halâ yaptıkları ÅŸeyin doÄŸru olduÄŸunu zannediyorlar: “Siz, gerçekten bir-birini tutmaz bir söz (çeliÅŸkili ve aykırı görüşler) içindesiniz. Yüz-geri çevrilen onun yüzünden çevrilir. Kahrolsun, o zan ve tahminle yalan söyleyenler; Ki onlar, bilgisizliÄŸin kuÅŸatması içinde habersizdirler” (Zâriyat 8-10). “Oysa onların bununla ilgili hiç-bir bilgileri yoktur. Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan yana hiç bir yarar saÄŸlamaz” (Necm 28).

Güya halkı ilimde derinleÅŸtirip âllâme yapacaklar ve her ÅŸey kendi-kendine yola girecek. Bu, İslâm’ın sistemi deÄŸildir, Batı’nın sistemidir. Düşmanın taktiÄŸi ile düşmanı yenemezsiniz. İslâm’ın kendine-has bir yolu vardır. İşte büyük çoÄŸunluÄŸu okuma-yazma bile bilmeyenlerden oluÅŸan ashab, bu yolu anladı ve uyguladı. Netîcede büyük ve saÄŸlam bir medeniyeti baÅŸlattılar.

Anlama-anlama diye-diye kafayı yemiş durumdadırlar. Bu nedenle anlayamamaları derinleşmiştir. Kendi içlerinde bir devrim yapamazlarsa kıyâmete kadar anlayamazlar.

Batılıların baÅŸlattığı ve yürüdüğü yoldan yürümek İslâm’ın yöntemi deÄŸildir. Çünkü Batı, İslâm siyâsi olarak en üstün durumdayken ilme yönelmiÅŸ ve bir-zaman sonra üstünlüğü alarak bir medeniyet kurmuÅŸtur ama bu medeniyet bir zulüm ve ÅŸirk medeniyetidir. Aslında medeniyet de deÄŸildir bu. Demek ki çıkış-noktasında bir sorun/eksik vardı. Mâneviyat/adâlet/tevhid eksikliÄŸi. Bu yüzden Batı’nın bu sistemi örnek alınamaz.

Yıldırılmış/korkutulmuÅŸ/sindirilmiÅŸ/yozlaÅŸtırılmış/mankurtlaÅŸtırılmış hattâ yavÅŸaklaÅŸtırılmış toplumlar aktif-siyâsetten/eylemden uzak durup bilim/kültür/sanat ile uÄŸraşırlar. İlginç olan ve kızılması gereken ÅŸey ise, bu gösterdikleri tavrı “zirvedeyken” deÄŸil de “rezâlet” hâlindeyken yapmalarıdır. Rezil hâllerinin farkında deÄŸildirler. Hattâ bu hâllerini/hal-i pür melâllerini “iyi” olarak bile görürler. Bunun aynısını Emevi/Abbâsi iktidârları döneminde hakkı temsil etmesi gereken ve bunun için Hz. Hüseyin’in yaptığını yapması gerekip de yapmayan Hz. Ali/Hasan’ın torunları da yapmıştı. Bahriye Üçok:

“Hz. Hasan'ın iyice yıldırılmış olan torunları bu-sıralarda (Abbâsiler iktidârında) edebiyat, felsefe, sanat ve bilim ile uÄŸraşıyorlar, politikadan uzak, sâde bir hayat sürüyorlardı” der.

Ali Åžeriati:

“Ne bilgince İslâm, ne avamca İslâm; sâdece bilinçlice İslâm. Kültür olarak, gelenek olarak İslâm deÄŸil, inanç olarak İslâm” der.

Aşırı-anlama çalışmaları parçacı yaklaşımlardır. Ahtmet Kalkan:

“Parçacı yaklaşım, uzlaÅŸmacı yaklaşımdır. Parçayı bütün sanan, bütünü asla aramayacak, bütünü hepten yitirecek, bütünle baÄŸlarını koparacaktır. Bu, hikmetin yitirilmesi deÄŸildir sâdece; dînin de yitirilmesine giden yoldur aynı-zamanda. Parça, bütünden koparılınca bütünün deÄŸerlerini kaybeder” der.

Ahmet Kalkan:

“Amerika, 11 Eylül’den sonra daha belirginleÅŸen tavrı ve kendi başı BuÅŸ oÄŸlu BuÅŸ’un ifâdesiyle “Haçlı Seferleri”ni tekrar baÅŸlatarak “yeni ünyâ-düzen(sizliÄŸ)i” projesini uygulamak için, orta-doÄŸu’nun iÅŸgâlini her alana yaymaya çalışıyor. Bir-yandan da stratejik destek için İslâm’i hareketlere karşı “ılımlı İslâm”, “yumuÅŸatılmış İslâm”, “resmî, düzene uygun İslâm”, “baÅŸ-örtüsüz İslâm”, “lâ’sı olmayan, her ÅŸeyle uzlaÅŸan, herkesi hoÅŸ gören İslâm” ÅŸeklinde içi boÅŸaltılmış ve AmerikanlaÅŸtırılmış İslâm’lar pazarlamaya çalışıyor kuklaları eliyle. “Paranın dini-imanı olmaz”, “din devlete karışmaz”, “laiklik ve demokrasi İslâm’la çatışmaz” gibi sloganlar Amerikancı İslâm’ın (elbette bu Allah'ın katında tek gerçek din olan İslâm deÄŸildir, muharref dindir) gerçek İslâm’ı yok etmesi için kukla yönetici ve yönlendiricilerini seferber ediyor. SavaÅŸlardan, iÅŸgâllerden çok daha tehlikeli bir durumdur; “müslümanım” diyen etkin güçler tarafından dînin tahrifi, hakla bâtılın karıştırılıp hak diye sunulması” der.

Ramazan Kayan, ümmetin hâl-i pür melâlini şu şekilde anlatıyor:

“Hani şâir Farezdak, Hz. Hüseyin’e demiyor muydu? “Onların kâlpleri seninle, kılıçları sana karşı”.

Görüyorum; iktidar insanları nasıl Yezid’leÅŸtiriyor.

Servet insanları nasıl Karun’laÅŸtırıyor.

Güç insanları nasıl Haccac’laÅŸtırıyor.

Bilgi insanları nasıl Belam’laÅŸtırıyor.

Başarı insanları nasıl barbarlaştırıyor.

Vaatler insanları nasıl Suraka’laÅŸtırıyor.

“Haksızlık karşısında susan dilsiz ÅŸeytandır” gerçeÄŸini bugüne kadar nasıl terceme edeceÄŸiz? UyuÅŸumcu, uysal kafalara bunu îzah mümkün mü?

Ve unutmayalım ki; zâlimin zulmü ile mazlumun duyarsızlığı buluştu ise, işte mûsibet o zamandır.

Bugün İslâm’ın kifâyetsiz ve ehliyetsiz tartışmacıların elinde nasıl anlaşılmaz, tanınmaz hâle geldiÄŸine tanıklık etmekteyiz.. Âdeta din bir kadavraya dönüştü. EÄŸip büken, kesip biçen, kırıp döken, alıp verenlerin haddi-hesabı yok. Ne bir hesap soran ne de “bu gidiÅŸ nereye” diyen var!

Kalite yok. Seviye yok. Derinlik yok.

Günlük hayâtımızda ekranlarda tanık olduğumuz tartışmalar ölçü, ahlâk, edep, insaf sınırlarını çoktan aştı.

En kötüsü dînin magazinleştirilmesi ve dînin yorumlanmasındaki lâubâliliktir.

Bu bakımdan İslâm’ın ciddiyetine, müslümanların saygınlığına halel getirecek tüm tartışmaların dışında kalmak, artı karşısında olmak gerekiyor.

Gerçekten bu tartışmalar kimlere yarıyor? Tartışma gündemlerini belirleyenler kimler? Hangi değirmene su taşımaktayız?.

Enerjimizi anlamsız tartışmalarla tüketirken, sürüklendiğimiz tuzakların farkında mıyız? Boşa kürek çektiğimizi biliyor muyuz?

Evet, süregelen tartışmaların dâvâmıza, ukbâmıza katkısı nedir, sormak lâzım.

Nice zamandır tartışmaktan iş yapmaya vakit bulamadık.

Kesin itaat ve teslimiyeti gerektiren nice ilâhi buyrukları bile tartışmaya açtık. Teviller, tefsirler, yorumlar, görüşler tekliflerin üstünü örttü. Tıpkı İsrâiloğullarının Hz. Mûsa (as) ile tartışmaya durdukları gibi.

“Allah muhakkak sizin bir sığır kesmenizi emrediyor” dediÄŸinde onlar emri nasıl karşıladılar?

Emre icâbet etmeleri gerekirken kesilecek sığırın nasıllığını, niteliğini, rengini özelliğini tartışmaya açtılar. Bu tartışma neredeyse onların sonu (helâkı) olacaktı.

Ashab-ı Kehf’in misyonunu ıskalayanlar da onların sayısını tartışıyorlardı. Üçtür, beÅŸtir, yedidir diyerek gaybı taÅŸlıyorlardı.

Sayıya takılı kalanlar, onların sa’yü gayretini görmüyorlardı.

Yakınlaşan kıyâmet gününe hazırlıkta bulunması gerekenler, kıyâmetin ne zaman kopacağı konusunda takvim çalışmasını tercih ediyorlardı.

Allah’ın âyetlerini tartışmaya açanların âyetleri nasıl çatıştırdıklarını ve zamanla tartışmaların nasıl bir tefrikaya dönüştüğüne şâhit deÄŸil miyiz?

Bu hâller bizden çok mu uzak?

Unutmayalım ki ilk tartışmacı şeytandır.

Tartışmanın ilk mûcidi ve en büyük muhibbi şeytandır. Hem de Allah ile tartıştı. Üstün olduğunu savundu. Secdesizliği ve seviyesizliği tercih etti.

İblis’in stratejisi, doÄŸru yol üzerine oturup kıyâmet saatine kadar tartışmayı sürdürmekti. Ve süreç devâm ediyor.

Şimdi bize düşen görev, ya dışımızdaki tartışmaların nesnesi ve malzemesi olmak ya da vahyin gerçeklerine teslim olup hayâtın öznesi olmaktır.

Evet, gerçeği tartışan değil, yaşayan ve taşıyan olabilmek.

Şâyet tartışacaksak, bunu en güzel şekilde, hikmet ve basîret üzere yaparız. Çünkü tartışmanın bir ahlâkı ve fıkhı vardır.

Ama bugün diyar-ı İslâm, küfrün çizmeleri altında ezilirken biz meleklerin dişi mi erkek mi olduğunu tartışacak değiliz ya!

Peki, bize düşen sorumluluk nedir?

Sohbet ve dâvet.

Din adına konuşanlar hiç-bir dönemde bu kadar esnek olmadılar. Fıkıhsız bir toplum, fâkihsiz bir hayat sürüyorlar. Çağdaş İbâhiye, modern Mürcie yeni zamanların en çok taraftar bulan mezhebi oldu.

Dindarlar dünyevileÅŸmekle kalmıyor, dîni de dünyevileÅŸtiriyorlar. Seküler bir zihinle İslâm’ı okuyor, vahyi ona göre yorumluyorlar. İslâm’ı olduÄŸu gibi kabûl etmesi gerekenler, istiyorlar ki İslâm, bulundukları hâl üzere kendilerini kabûl etsin. Åžartları belirleyen bir İslâm yerine, ÅŸartların belirlediÄŸi bir İslâm öne çıkıyor.

Allah’ın boyası ile boyanması gerekenler, yaÅŸamlarında siyâsete liberâl bir boya, sosyâl hayâta seküler bir boya, kültüre popüler bir boya, düşünceye rasyonel bir boya çalabiliyorlar.

RenksizleÅŸen ya da renkten renge giren silikler, İslâm’ı ne temsil ne de tebliÄŸ edebilirler.

Kimilerine göre bu durum, dînin elden gitmesidir. Hayır! Din elden gitmez, yozlaşır. Dîni yaşamın içi boşaltılır. Aslını seçemez olursun. Dînin mânâ ve muhteviyâtı zayıfladıkça din adına mitos ve menkîbeler dinleşmeye ve bu da dinde yozlaşmaya neden olur.

Evet, İslâm’ın rûhu ile oynarsanız ne olur?

Akide felsefileÅŸir.

İbâdet âdetleşir.

Din ideolojileÅŸir.

İslâm Protestanlaşır.

Sonra, hayâtı tümden İslâm’a baÄŸlamak yerine, İslâm’a hayâtımızda bir parça yer açmakla yetinir oluruz.

İşte liberâl düşünce ve davranışların müslümanları sürüklediÄŸi uçurum. İslâm’lardan İslâm beÄŸen.

Sloganlaşan İslâm. Kültürleşen İslâm. Sıradanlaşan İslâm. Âdetleşen İslâm.

Bir de bakıyorsunuz ki her çılgınlığın dîni versiyonu hemen vizyona giriyor. Tesettür defileleri, güzellik merkezleri, zayıflama kürleri, marka, moda, model savaÅŸlarının müslümancası. Bankacılığın İslâm’cası. Nasıl da beceriyoruz? Ne de yakışıyor?

“Ehli dünya”dan tek farkımız, ehlileÅŸmiÅŸ müslümanlığımız. Muhâlif damarı kurumuÅŸ, direniÅŸ rûhu çökmüş, mücâdele azmi kırılmış yığınlar. Rûhen fakirleÅŸiyoruz. Zihnen donuklaşıyoruz. Kâlben uzaklaşıyoruz. Bir umursamazlık, bir umutsuzluk, bir uyuÅŸukluk. N’oluyoruz? DuruÅŸ duruÅŸ deÄŸil. Durum durum deÄŸil. DoÄŸrusu iç-dünyâmızdaki alaborayı durduramadık. Bu bir eksen kayması mıdır, kimlik krizi midir, kıyâmet alâmeti midir? Bilemiyorum.

Olgu dinleştikçe İlâhi sınırlar zorlanıyor, ilkelerle oynanıyor, değerler sulanıyor.

Münkere alışık, ÅŸerle tanışık, ÅŸeytanla barışık bir profil ortaya çıkıyor. Ve Mevlana haklı çıktı: “İnandığınız gibi yaÅŸamazsanız, yaÅŸadığınız gibi inanmaya baÅŸlarsınız”. ÇaÄŸdaÅŸ Mürciye, modern İbâhiye ciddî anlamda taban buldu.

Kalkış noktası ise: “Müslümanlar her ÅŸeyin iyisine lâyıktır” mantalitesi. Mâlûm iÅŸleri “ama”larla, “ancak”larla geçiÅŸtirme becerileri. Tabii ki tüm bunlar birden-bire olmuyor; alıştıra-alıştıra. Modernizm içselleÅŸtirildikçe dîni yaÅŸamın içi boÅŸalıyor. İliklerimize kadar modernizm soluyoruz.

İşte modern kent dindarlığının kırılgan hâli. “N’olacak bu müslümanların hâli?” diyemiyorsun. Bu acı ve çarpık tablo, “dışı seni, içi beni yakar”ın ifâdesi.

Çürüyen ve çöken birey. Çözülen âile. Parçalanan cemaat. Çözümden ne kadar uzaklaştığımızın göstergesi.

Vakaya boyun eğip vahye vedâ edince işte işin varacağı varta budur.

Kuru dincilikle, kof dindarlıkla kendinizi koruyamaz, geleceği kuramazsınız.

Dindar dünyâcıların son durumu; bilgi ile ukalâlaşan, başarı ile büyülenen, servet ile şımaran, güç ile büyüklenen, konfor ile küflenen, kariyer ile körlenen bir kötü gidiş.

AlabildiÄŸine ılımlılaÅŸan bir İslâm’ın Allah ile ne ilgisi olabilir ki?

Hz. Ali (ra) boÅŸuna seslenmiyor: “And olsun ki sizde, sizi bir-araya getirecek bir din, sizi (gâye için) bileyecek bir duygu yoktur”.

Evet, dindar ama dini dar. Dindarlardaki dîni daralma ya da savrulma hayra alâmet değil.

Åžimdi tüm bunlara “âhir zaman alâmetidir, kıyâmet yaklaÅŸmıştır, dolayısıyla normâldir” dememiz mi lâzım?

Sormak gerekmiyor mu: “Din bir etiket midir? Yoksa rozet midir?”

Devrimci öz, direnişçi ruh, dönüştürücü damar kalmayınca geriye muhâfazakârlaşmak kalıyor.

Muhâfazakâr kimlikle gelen İslâm’i söylem ve eylemler ise kimseye heyecan vermiyor, harekete geçirmiyor.

Ekonomik gücü büyüyen nice insanın, insanlık kalite ve kalibresinin nasıl küçüldüğüne tanıklık etmekteyiz.

Peki, bu yozlaşma ve yabancılaşma süreci ne zaman başladı?

İnsanımız şu üç şeyle tanışmaya başladıktan sonra: İktidar. Para. Karşı cins. Bu üçgeninin baştan çıkarıcı çekim gücüne dayanamadılar, direnemediler. Bizim dindarlar bizi tanımaz oldular. Demek ki politize olmanın, popüler olmanın, paralı olmanın dayanılmaz hafifliğinden kolay-kolay kimse kurtulamıyor.

Evet, cihadsız yaşamların ceremesi ağır oluyor.

Müslüman gibi davranma yetmiyor, müslüman olmak gerekiyor.

İslâm’ın yolu engebeli ve çileli bir yoldur. Bedel ödemeyi göze alanlar seferi sürdürdüler, diÄŸerleri ise süründü ve silindiler.

Åžimdilerde ise biz müslümanlar “engellenen İslâm’i hayat” günlerinden “ertelenen İslâm’i hayat” günlerine geldi.

Niçin böyleyiz, bilmiyorum. Ağır-aksak, hantal, monoton, yılgın, yorgun, bezgin, bitkin ruh-hâllerini nasıl yorumlamak lâzım?

Bu bir iptâl midir? Tâtil midir? Firar mıdır? Fetret midir? Ricat mıdır? İstirahat mıdır?

Ertelenen İslâm’i sorumlulukların arkasındaki yorgun ruhları, dağınık zihinleri, boÅŸ yürekleri, çökmüş irâdeleri çözmek gerekiyor.

Bu nasıl bir hâl?

Bu bir çâresizlik midir, yoksa çabasızlık mıdır?

Nasipsizlik midir, yoksa gayretsizlik midir?

İmkânsızlık mıdır, yoksa ihmâl midir?

Diyebilirim ki, Türkiyeli müslümanlar yakın dönem mücâdele târihlerinde hiç bu kadar imkâna sâhip olmamışlardı. Bilgi birikimi, tecrübe geleneği, kadro insanı, ekonomik güç, kurumsal zeminler, fikri derinlik, entelektüel donanım, toplumsal ilgi, psikolojik destek düne göre daha iyi. Böyle iken bu durağanlığı, atâlet ve rehâveti neye yorumlayacağız?

Emeller eylemlerin önüne geçti.

Arzular azmimizi kırdı.

Hedefi büyütmemiz beklenirken çıtayı düşürdük.

Şimdi bizden yerleşik hayâta ve mevcut şartlara alışmamızı istiyorlar. Var olanla yetinmeliymişiz.

Öyle ya! Olgunlaştık (!), akıllandık (!), önlem almayı öğrendik (!), tecrübe edindik (!).

Sonuçta kendimizi kilitledik, sorumlulukları erteledik, önceliklerimiz değişti. Ne biz eski bizdik, ne de düşman eski düşman.

Artık bizi dışarıdan engelleyen bir düşman yoktu, içten-içe bizi çözen, çürüten bir olayla karşı-karşıyaydık.

Merkeze yürüdükçe, parayla yüzleştikçe, karşı cinsle hâlleştikçe bize bir hâller oldu.

Dünkü sorumluluk alanları bu-günkü klâsımıza uygun değildi. Sınıf atladıkça saftan ve sahadan koptuk.

Her ÅŸey zevk almak, keyif çatmak için. Öyle ki, Kur’ân adına toplanmalar bile keyfi toplanmalar ÅŸeklinde oldu.

Dostluklar, kardeÅŸlikler, komÅŸuluklar, akrabalıklar, iliÅŸkiler, yaklaşımlar, evlilikler, sanat, kültür, spor, siyâset, eÄŸitim anlamını, rûhunu, özünü yitirdi. Hiç-bir ÅŸey kalıcı deÄŸil, köklü deÄŸil. Günü-birlik zevkler, anlık hazlar belirleyici ve sürükleyici. Dolayısıyla hayâtın hayrı ve bereketi kalmadı. Zevkler konuÅŸuluyor, renkler tartışılıyor, yaÅŸamın ahengi gitti. Bu gidişâtın sonunda baÅŸlayacak “ah”ları ve “vah”ları kimse duymak istemiyor.

Rafımızda, cebimizde, hâfızamızda Kur’ân’ı gezdirmemiz yetmiyor, hayâtımıza indirmemiz gerekiyor. Ya da Kur’ân’a bu fırsatı vermemiz lâzım. İnmek için sırada bekleyen âyetler var. Vahiy bize inecek bir zemin bulamazsa bu bizim hüsranımız olmaz mı?

Hayâtınızda vahiy yoksa siz de yoksunuz, yâni hiçsiniz”.

Kur’ân’ın yaÅŸatılması, hayâtın tam ortasında olur. Hayâta yön vermeyen Kur’ân, “yaÅŸayan Kur’ân” deÄŸil, “okunan mushaf”tır sâdece.

“Kitab’ı kuvvetle tut” (Meryem-12). Kitabı kuvvetle tutmak, kılıcı kuvvetle tutmakla olur. Aksi-hâlde elinden kayar gider ya da okuduÄŸun Kitap artık, sahabenin okuduÄŸundan farklılaşır.

Kur’ân’ı anlamaktan çok, Kur’ân’a îman etmek önemlidir.

Sâdık Türkmen:

“Kur’ân’ı herkes anlar. Ancak herkes îman etmez. Her îman eden de gereklerini titizlikle yerine getirmez. Titizlikle yerine getiren olur, getirmeyen olur. Kur’ân “AÄŸrı dağının zirvesine çık” diye yazmış olsa, bu sözü Arap rahatlıkla anlar, Arap olmayan da çevirisini rahatlıkla anlar. Lâkin AÄŸrı Dağı’na çıkılabileceÄŸine kim îman eder, kim îman etmez. Bu belli olmaz. Kim çıkmaya çalışır, kim çalışmaz bu belli olmaz. Kur’ân’ı zekâ-düzeyi en alt seviyede olan bir insan dâhi anlar. Çeviriden de olsa anlar. Çevirilere Kur’ân denilemez. Lâkin çevirilerden de Kur’ân anlaşılabilir” der.

CİHAD ve DEĞİŞİM

Ahmet Kalkan:

Peki, Kur’ân, aynı Kur’ân olduÄŸuna göre, bugünkü câhiliyyeyi niye deÄŸiÅŸtiremiyor? Bugünkü insanlar Kur’ân okudukları hâlde, niçin karanlıklardan sıyrılıp deÄŸiÅŸik güzel bir kimliÄŸe bürünemiyor? Yâni Kur’ân, niye artık inkılâb yapamıyor?

Kur’ân deÄŸiÅŸmemiÅŸtir, ama Kur’ân okuyanlar baÅŸkalaÅŸmıştır. Kur’ân anlayışı, Kur’ân'a bakış, Kur’ân'a yaklaşım deÄŸiÅŸmiÅŸtir. Kur’ân, aynı Kur’ân'dır, ama Kur’ân'a yönelmesi gereken insan, Kur’ân'a sahâbe gibi yönelmiyor.

Kur’ân'ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü'minin Kur’ân'a îmânı, zâten onu yaÅŸamak içindir. “İşte bu Kur’ân, indirdiÄŸimiz mübârek bir Kitabdır. Artık Kur’ân'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhâmet olunasınız” (En'âm 155). Mü'min, Kur’ân'ı, sâdece rûhu coÅŸturan âhenginden, musîkisinden yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Esas onu yaÅŸamak için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir. “Allah, ÅŸu Kur’ân'la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır” (Riyâzü's-Sâlihîn ve Terc. II, 341).

Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceÄŸi gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaÅŸanmayan Kur’ân'dan da özlenen faydalar saÄŸlanamayacaktır. “Benim zikrimden (Kur’ân'ımdan) yüz çeviren kiÅŸi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır” (Tâhâ 124).

Kur’ân gölgesinde hayâtını sürdüren canlı Kur’ân adayı müslümanlar, câhiliyyenin önce kendi içlerindeki etkilerinden arınarak görevlerine baÅŸlamalıdır. Tüm câhiliyyeye karşı Kur’ân’ın aldığı tavrı alan hamele-i Kur’ân olan mü’minler, câhiliyye ile tüm baÄŸlarını koparmalı, onun her çeÅŸidi ve görüntüsüyle ölünceye kadar mücâdelelerini sürdürmelidirler. O zaman Kur’ân’ın gerçekleÅŸtirdiÄŸi o en büyük inkılâbı, câhiliyyeyi yerle bir edip saâdeti asra taşımayı çevrelerinde deÄŸilse bile, mutlakâ kendi içlerinde gerçekleÅŸtirmiÅŸ olacaklar, âhiretteki bitmeyen saâdete ulaÅŸacaklardır. 

Seyyid Kutub’un dediÄŸi gibi; ÅŸimdi tam bir yol ayrımındayız. KiÅŸi seçimini yapmak zorundadır. Seçimini yapmışsa artık tartışmanın gereÄŸi yoktur. Ya İslâm, ya câhiliyye! Ya îman, ya küfür. Ya Allah'ın hükmü ya câhiliyye düzeni.

Câhiliyyenin açtığı ve kıyâmete kadar sürdüreceÄŸi savaşın bilincinde olup her çeÅŸit câhiliyyeyi terk eden, safını Allah’tan yana seçip İslâm’a teslim olanlara selâm olsun!” der.

“Defi mefasid celbi menafiden evladır” ve “emri bil maruf ve nehyi anil münker” olacak ama iÅŸ burada kalmayacak.

Son zamanlarda en fazla kullanılan “ÅŸiddet” ve “terör” kelimeleri ve “bunlarla mücâdele” denilen eylemler sahtedir ve aslında bu iki kavram, taÄŸutların Dünyâ’yı iÅŸgal plânlarını hayâta geçirmek için kendilerinin ürettikleri birer mâzerettirler. Zâten teröre karşı kimse savaÅŸ kazanamaz. Fakat bu-arada birileri terörü kullanarak o ülkeye-bölgeye girerek orada iÅŸlerini yürütüyor.

Namaz-niyazla, okuma-anlamayla yetinenler savaÅŸ konusu gündeme gelince neredeyse ödleri patlıyor ve renkten renge giriyorlar: “Kendilerine; Elinizi (savaÅŸtan) çekin, namazı kılın, zekatı verin denenleri görmedin mi? Oysa savaÅŸ üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi -hattâ daha da ÅŸiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar ve: Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamâna ertelemeli deÄŸil miydin? dediler. De ki: Dünyâ’nın metaı azdır, âhiret, ise muttakîler için daha hayırlıdır ve siz bir hurma çekirdeÄŸindeki ip-ince bir iplik kadar bile haksızlığa uÄŸratılmayacaksınız” (Nîsâ 77).

Kelimeler, “güçlü” ellerin yaptığı hiçbir ÅŸeyi deÄŸiÅŸtiremez. DeÄŸiÅŸim ancak; yine vahyin kelimeleri ile inşâ olmuÅŸ, fakat güçlü bir îmana ve “ele”e sâhip olanlar tarafından gerçekleÅŸebilir.

Mustafa Çelik:

“Åžunu bilelim ki; cihad, ÅŸunun-bunun emri deÄŸil, Allah’ın emridir. Allah’ın cihad emrini gereksiz görmek, Allah’a imânı gereksiz görmektir.

Kur’ân’ı alır okursanız görürsünüz ki, Kur’ân baÅŸtan-sona îman ve cihad/fetih kokan bir kitaptır. Kur’ân, insanı îmansız ve cihadsız bırakmayan bir kitapdır. Cihad, İslâm’ın hayâtıdır. Cihad’ı İslâm’dan çekip alırsanız, yâni İslâm’ı cihad emri olmayan bir din olarak tasavvur ederseniz, İslâm’ın hayâta hâkim olma hakkını mahkûm etmiÅŸ olursunuz. İslâm’ı mâbede hapsedilmiÅŸ, evcil, sokaÄŸa söyleyecek bir sözü olmayan, ekonomik ve siyâsal yaÅŸama, sanat ve estetiÄŸe, mîmâriye, târihe, ölüm ve ötesine âit bir iddiası, bir söylemi bulunmayan ölü dünyâ-dinlerinden bir din olarak tasavvur edenler, Allah’ın indirdiÄŸi dîne deÄŸil, sahte ilâhlar tarafından uydurulmuÅŸ ve üretilmiÅŸ dinlere tâbi olanlardır. 

Cihad, istiklâlimizin ve istikbâlimizin garantisidir. Cihad’sız bir dîne inanmış olanların âkibetleri Firavunlara köleliktir. Müslüman olarak “MaÅŸrıkta bir müslüman’ın ayağına bir diken batsa benim ayağım kanar. MaÄŸrıp’ta bir müslüman’ın ayağına bir taÅŸ çarpsa benim ayağım sızlar” demiyorsan, îmânın problemli demektir. ÃŽman edip îman-merkezli bir hayat yaÅŸamak istiyorsan, dünyâ-müslümanlarını sâhiplenmek mecbûriyetindesin. Aksi-hâlde îmânına ihânet etmiÅŸ olursun” der.

Öyle bir hâle getirdiler ki sanki Kur’ân bize muhtaç; hayır, biz ona muhtâcız. Hayâtın tam orta yerinde..

Ahmet Kalkan:

“Kur’ân aynı Kur’ân olduÄŸuna göre, bu-günkü câhiliyyeyi niye deÄŸiÅŸtiremiyor? Bu-günkü insanlar Kur’ân okudukları hâlde, niçin karanlıklardan sıyrılıp deÄŸiÅŸik bir kimliÄŸe bürünemiyor? Yâni Kur’ân, niye artık inkılâb yapamıyor? Kur’ân deÄŸiÅŸmemiÅŸtir; ama Kur’ân okuyanlar baÅŸkalaÅŸmıştır. Kur’ân anlayışı, Kur’ân'a bakış, Kur’ân'a yaklaşım deÄŸiÅŸmiÅŸtir. Kur’ân, aynı Kur’ân'dır; ama Kur’ân'a yönelmesi gereken insan, Kur’ân'a sahabe gibi yönelmiyor. ÇeÅŸme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu-güne kadar onun hayât veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiÄŸi gibi, hâlâ canlandıran rahmet-suyunu sunmaya devâm etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeÅŸmenin altına tutmuyor, çeÅŸmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeÅŸmenin deÄŸil; bizimdir. Karanlıklarda yaÅŸayan insan çeÅŸmenin yolunu unutmuÅŸ olabilir, ama çeÅŸmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeÅŸmenin yanı-başındaki yangınları farkeden itfâiyeci (dâvet ve tebliÄŸci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve deÄŸiÅŸik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu deÄŸil midir? Kendilerini ve toplumlarını deÄŸiÅŸtirmek isteyenlere Kur’ân yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Hayırlı ve olumlu deÄŸiÅŸim ve dönüşüm projelerini kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.

Bir ilâcın ÅŸifâya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sâdece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla ÅŸifâ beklenemez” der.

“İslâm’da zorluk yoktur” âyeti bu asrın en çok meÅŸhurlaÅŸan âyeti oldu. Hâlbuki bu âyetin bahsettiÄŸi sâdece dîni kabûl ettirme noktasındadır. Yoksa dîni kabûl edenler onu zâten yükü/zorluÄŸu ile birlikte kabûl etmiÅŸ olurlar. Din insana sorumluluk yüklediÄŸi için zorluÄŸu da vardır. Bu dîni kabûl etmiÅŸ kiÅŸiler için zorluk her zaman vardır. Hele bu çaÄŸda. Yâni bu din zorla/zorlukla geçen bir dindir. “Kolaylık dînidir” diyenler aslında “tembellik/uyuÅŸukluk ve uyuzluk dînidir” demek istiyorlar. İşlerine öyle geliyor. Bu din tembellik ve korkaklık dîni deÄŸildir.

“(Ey mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiÅŸ kavimlerin baÅŸlarına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceÄŸinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla berâber îman edenler nihâyet 'Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?' dediler. İşte o zaman (onlara), 'Şüphesiz Allah'ın yardımı yakın' (denildi)” (Bakara 214).

“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceÄŸinizi mi sandınız?” (Âl-i İmran142).

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sâdece 'îman ettik' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmiÅŸizdir. Elbette Allah, doÄŸruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır” (Ankebut, 2-3)

Mustafa Çelik:

“Åžunu bilelim ki; İslâm öğrenilerek bilinir, yaÅŸanarak tanınır. Öğrenilmeden İslâm bilinmez, yaÅŸanmadan İslâm tanınmaz. İslâm’ın bilinmesini ve tanınmasını istiyorsak behe-mehâl İslâm’ı öğrenelim ve yaÅŸayalım” der.

Müslümanların sorunu olarak şöyle bir yazı yazılmıştır:

“Zamâne toplanmaları/sohbetleri idâre-i maslahat çalışmalarıdır. Maslahat adı altında olmadık tâvizler veriyoruz. VerdiÄŸimiz tâvizler zamanla asıl düşüncelerimize, inançlarımıza dönüşüyor. Dînî hizmet adı altında kendimize, partimize, cemaatimize, örgütümüze, nefsimize hizmet ediyoruz. Farkına varmadan düşünsel, inançsal ya da örgütsel putlar üretiyoruz hayâtımızda”.

Ali Åžeriati:

“İstersen bir yığın âyet söyleyeyim, ardından ÅŸiir okuyayım, onun da ardından hadis söyleyeyim, sosyolojik konularda tahliller yapayım. Bunlar boÅŸ sözlerdir. Bunlar konuÅŸma sanatıdır, sosyal gerçeklerle bir ilgisi yoktur der.

Peygamber Efendimiz: “Ümmet, ilk müslümanların yaptığını yapmakla düzelir” demiÅŸtir.

HAREKET

Aliya İzzet Begoviç: “İslâm güzel de müslümanlar bunun neresinde?” der.

Cemaat olmak yozlaştı, artık örgüt olmanın zamânı.

Müslümanların bu-gün “geldikleri yer”, “ulaÅŸtıkları yer” deÄŸildir.

Kur’ân nasıl bilinir? Çok basit.. Okumakla. Okumadıkları için anlamıyorlar aslında. Düzenli/sistemli/gayretli/tekrar-tekrar olan bir okuma ve eyleme dökme yöntemi. (gerçek/hakîki bilgi, harekette/eylemde ortaya çıkar). Bu ÅŸekilde yapılan “okuma”larda anlamama diye bir ÅŸey olmaz zâten. Anlaşıldığı/bilindiÄŸi zaman da eyleme geçmeme diye bir ÅŸey olamaz. Eylemin olmaması, aslında “bilme”nin olmadığını, idrâkin olmadığını gösterir. Eylemsizlik, bilgiyi kutsamak demektir. Fakat bir ÅŸeyin bilgisi, o ÅŸeyin kendisi deÄŸildir. Bir ÅŸeyin kendisi, bilgisini edindikten sonra eyleme dönüp hayatla buluÅŸmasıyla görünür olup açığa çıkar.

Maalesef İslâm toplumlarında Cuma sûresi 5. âyet tezâhür ediyor. YahudileÅŸmenin bir cezası olarak: 

Kendilerine Tevrat verilip de onun gereÄŸini yerine getirmeyenlerin örneÄŸi, kitaplar taşıyan eÅŸeÄŸin durumuna benzer. ALLAH'ın âyetlerini yalanlayan topluluÄŸun durumu ne kötüdür. ALLAH zâlim toplumu doÄŸruya ulaÅŸtırmaz”  (Cum’a 5).

Eyleme geçmemiÅŸ, hayâta düşmemiÅŸ ve dönüşmemiÅŸ olan kitabın (daha doÄŸrusu mushaf) … kağıdından farkı yoktur.

Kur’ân’ı/İslâm’ı ilme indirgiyorlar. Oysa Kur’ân ilimden ziyâde hayattır. Aliya İzzet Begoviç diyor ki: “Kur’ân edebiyat deÄŸil, hayattır”.

“Bin yıllık eÄŸitim, bir yıllık cihadın/mücâdelenin yerini tutmaz” desek sırıtmayan bir cümle olurdu.

Zaman kültürel İslâm zamânı değil, ideolojik İslâm zamânı. Siyâsal İslâm. Sosyal İslâm.

İslâm “salt bir öğreti” deÄŸildir. Bu nedenle İslâm’i uygulama sâdece özel hayatta olmaz. Kamûsal alanda da olmalıdır.

Kur’ân peygamberimize farklı zamanlarda, farklı mekânlarda inmiÅŸtir. Åžimdilerde Kur’ân sürekli aynı mekânda okunup duruyor, mekânda bir deÄŸiÅŸiklik yok ki. Sürekli aynı mekânda okunmakla anlaşılmaz Kur’ân. Farklı mekânlarda da okumak gerek. Kur’ân masa-başında yazılıp hazırlanmış bir kitap deÄŸil ki onu masa-başında okuyup anlayalım!. Peygamber oturup dururken inmemiÅŸtir ki Kur’ân; yaÅŸayıp dururken inmiÅŸtir. DiÄŸer iki kapak arasındaki sıradan kitaplar gibi okunup incelenmesi olmaz bunun. Okunup incelense de gerçek mânâsı bu ÅŸekilde kavranılamaz. Hayâtın içinde anlaşılması gerekir.

Varlık demek hareket demektir. (bu kuantum teorisiyle de gösterilir) eÄŸer “hareket” yoksa vâr-olmak da yoktur. Vâr-olmak zâten soyut olan salt düşünce ile olmaz. Düşüncenin harekete dönüşmesi ile olur. Zâten batı da, mevcut varlığını harekete borçludur. Fakat batı’nın hareketi meÅŸrû olan hareket olmadığı için büyük ölçüde zulüm içerir. Bu yüzden harekete geçip meÅŸrûluÄŸun zirvesi olan İslâm medeniyetini açığa çıkarmamız gerekir.

Gerçek/somut hareketlere karşı soyut olan şeyle; ilimle mücâdele edilemez. Bu mücâdele zinhar kazanılamaz. Tam-tersine bu tarz mücâdele, gerçek olanı ya da hareket hâlinde olanı daha da güçlendirir.

Hz. Ömer diyor ki: “Birinin Kur’ân’ı tilâvet etmesi sizi aldatmasın. O dilimizdeki bir sözdür. Asıl siz Kur’ân’ı kim hayatına koyuyor ona bakın”. 

Dücâne CündioÄŸlu’nun dediÄŸi gibi; hakîkatin vâsıtaları yerine kendisine tâlip olunmalı.

Yusuf Kaplan:

“Bütün”ü ıskalayarak ayrıntı ya da salt parçalar üzerinde/n ayartıcı ve ‘bayıltıcı’ cümleler kurmak (post-modern duyarlıklarla nefes alıp-veren ama gerçekte, zihni, çağın aÄŸlarıyla örülü ‘ölü kiÅŸiler’e) çok hoÅŸ gelebilir. Ama bu, her ÅŸeyi param-parça etmekle sonuçlanabilir. Oysa bizim ‘ayartmaya’ ve ‘bayıltmaya’, ayartılmaya ve bayıltılmaya deÄŸil, ayılmaya ve -ne kadar mümkünse- ayıltmaya, zihinleri çağın aÄŸlarına ve baÄŸlarına karşı diri tutmaya ihtiyâcımız var asıl; öyle deÄŸil mi? DurduÄŸumuz yer yoksa ya da silikleÅŸmiÅŸse, söyleyeceklerimiz sâdece “bura”nın, bu-gün burada (dolayısıyla bütün Dünyâ’da) 500 küsur yıldır hâkim olan Batılı paradigmayı meÅŸrûlaÅŸtırmaktan ve bizim üzerimizden yeniden üretmekten baÅŸka bir ÅŸeyle sonuçlanmaz. Bizi bekleyen asıl iÅŸ, insanlığa, ‘nereye gidiyorsunuz böyle?’ (fe eyne tezhebün) diye sormak deÄŸil midir? EÄŸer insanlığı ayartıcı yöntemlerle yok-oluÅŸ felâketinin eÅŸiÄŸine getirip bırakan bu vâr-oluÅŸsal çıkmaza biz dikkat çekmezsek ve buradan nereye gidilebileceÄŸine iliÅŸkin insanlığı çağın aÄŸlarından ve baÄŸlarından arındırabilecek bir hakîkat yolculuÄŸuna biz çağırmazsak, kim yapacak bunu?

Yaptığımız iÅŸin, aslında Batı uygarlığının korunaklı alanlarını -üstelik de burada, bambaÅŸka bir medeniyet iddiâsını dillendirmesi gereken bir medeniyetin çocukları eliyle- geniÅŸletmekten baÅŸka bir ÅŸey olmadığını göremiyorsak, neyi görebiliyoruz ki o zaman? İnsanlığa, ‘nereye gidiyorsunuz böyle?’ diyemeyeceksek, ne diyeceÄŸiz ki? Nereyi işâret edeceÄŸiz ki? ÇaÄŸrımızın çağını kurmasını nasıl saÄŸlayabileceÄŸiz ki? Çölde, sürekli çölleÅŸen bir yerde bile vahânın izini biz süremeyeceksek bu iÅŸi kim yapacak ki? Muhkem bir yerde durarak, bütün insanlığın sorunlarını sorunlarımız belleyebilecek muazzam bir yolculuÄŸa çıkarak, çölü vahâya dönüştürecek hakîkatin çocukları burada olmayacaksa, yarın burada olabilir mi? Düşünmesi bile insanın tüylerini diken-diken ediyor, öyle deÄŸil mi? O hâlde, insanları nereden ve ne/re/ye çağırdığımızı iyi düşünelim diyorum” der.

Aşırı yorum Kur’ân’ı aşırı yorar. Bir “Kur’ân yorgunluÄŸu” oluÅŸur. Bu da anlamayı yozlaÅŸtırır, zorlaÅŸtırır ve imkânsızlaÅŸtırır. Ey müslümanlar! gelin Kur’ân’a eziyet etmeyin.

Kur’ân’dan fazla Kur’ân’cılık; kraldan fazla kralcılık yapmak gibidir. Kur’ân’ı, ancak Kur’ân’ın kendisini tefsir ettiÄŸi kadar tefsir edebiliriz. “Aşırı didiklemek” spekülasyona neden olur.  

Her yorum hayattan etkilenerek yapılan yorumlardır. Kur’ân ise hayattan etkilenmeden inmiÅŸ, vahyedilmiÅŸ bir kitaptır. Vahiy Allah’tan baÅŸka kimseden ve hiçbir ÅŸeyden etkilenmez. Tam-tersine etkiler. Etkilenen bir düşünce, etkilenmeyeni açıklayamaz.

Tamam, bir başlangıç lazım. Fakat başlayacak ama ne zaman bitecek? Yâni ne zaman devlete dönüşecek? Hayat-boyu devâm eden bir terbiye-süreci olacak eyvallah ama bu terbiye ne zaman görünür olacak?

Kur’ân’ı daha fazla anlayacaksınız/anlıyorsunuz da sanki hayatlarınız mı deÄŸiÅŸti/deÄŸiÅŸiyor? DeÄŸiÅŸen ne oluyor ki?. Din, deÄŸiÅŸimdir.

Åžaheserler yazmaktansa, küçük de olsa bir “çözüm” bulmak daha önemlidir ve gereklidir.

Ali Åžeriati:

“Evet, sen Kur’ân diyorsun, ama hangi Kur’ân?. Cehâletin elinde teberrük edilip kutsanan bir nesne olan Kur’ân mı?. Cinâyetin mızraklarının ucundaki Kur’ân mı?. Yoksa çeyrek yüzyıldan daha az bir sürede, çölün dağınık ve düşman kabîlelerini birleÅŸtirerek, Dünyâ’nın egemen güçlerini -Bizans, Sasani- çökerten, insanlığın kaderini ele geçiren, devrimci yapısıyla insanlık târihinde yepyeni bir medeniyet ve kültür meydana getiren bir kitap olarak mı Kur’ân?. Kur’ân'ı “ka-re-e” kökünden alıyorsunuz. “Karene” kökünden alırsanız, sonucu “okuma kitabı” deÄŸil, “yoldaÅŸlık kitabı” olur ki “kendine yapıştırmak, tutturmak” anlamınadır.

Yeni bir tebliğ dayanağı hazırlamak, yeni ve güçlü bir düşünsel akımı başlatmak, sizin görevinizdir. Bu elinizdeki dînî kitaplar, bu sizin tebliğ yöntem ve bilinciniz kimseyi sizin îmânınıza çekmiyor, aksine uzaklaştırıyor. Bunlarla, modern uygarlığın bilimsel, sosyâl ve felsefî ekôl ve ideolojilerinin saldırıları karşısında ayakta duramaz. Şu elinizde vârolanlar ancak eski kuşağı, gelenek ve dîne vefâdar olan kuşağı doyurur.

Bu kuÅŸak için bir iÅŸ yapınız, bir-ÅŸeyler yapınız! Bu kuÅŸak için yeni düşünsel gıdâlar hazırlayınız!. Onunla konuÅŸmak için, ona İslâm’ı kültür, tÂrih, tevhid, îman, Kur’ân, Peygamber, adâlet, cihad, ictihad... vs. tanıtmak, kavratmak için yeni bir lîsan geliÅŸtirin, yeni bir iletiÅŸim-ağı, yeni bir tebliÄŸ metodu geliÅŸtiriniz. Yeniden İslâm’i diriliÅŸ için, düşünsel bir devrim ve canlılık için yeni ve güçlü bir çabayla iÅŸe koyulunuz. Dînî hizmetlerinizi, İslâm’i faaliyetlerinizi gerçek İslâm’ın anlayışına uygun olarak çaÄŸdaÅŸ kuÅŸaklar için seferber ediniz. Yoksa bu kuÅŸak elden gidiyor!. Bu fırsat kaçıyor!. Bu din, bu âman yalnız sizle yarınlara ulaÅŸmaz!. Henüz elinizden bir ÅŸeyler yapmak geliyor. O hâlde çalışınız!. Bir-ÅŸeyler yapınız” der.

Ahmet Kalkan:

“Unutulmamalı  ki eÄŸitim, hayâtın sâdece bir parçasıdır; tümü deÄŸil” der.

AŞIRI-ANLAMA AFORİZMALARI

Bir ÅŸeyi târif etmekle “bilme” arasında fark vardır, târif etmek bilmek demek deÄŸildir.

Kavramlar, fiîli olanlar için geçerlidir. O da, fiil hâlindeyken anlamını bulur ve idrâk edilir. Meselâ salât, salât edilirken; îman, îman hayatta kendini gösterirken anlaşılır ve idrâk edilebilir. Yâni kavramlar, yürürlükte iken idrâk edilebilir. Dücâne Cündioğlu:

“Sözcüklerin anlamı, nesne ve olguların ise kavramı olur. Kavramına sâhip olmadığımız nesne ve olguları aslâ analiz edemeyiz, buna karşılık sözcükler ve anlamları hakkında dilediÄŸimiz kadar gevezelik yapabiliriz. Yâni, derinliÄŸine temas kurulmadıkça nesne ve olguların kavramlarına sâhip olunamadığı hâlde, o nesne ve olgulara karşılık gelen sözcükler ve anlamları üzerinde keyfi bir sûrette tartışmak pekâlâ mümkündür. Türkiye'de yapılan da budur” der.

Mushafın üst-perdeden okunmasıdır yapılan. Kur’ân deÄŸil. Çünkü Kur’ân okunduktan sonra uygulanmadan bırakılamaz.

Evet; sorun anlama sorunu deÄŸil, îman sorunudur. “Ey îman edenler îman edin”..

Savunmayı göğüsleriyle yapmaktan korkanlar, dilleriyle yapmaya başlarlar..

“Şüphesiz ki îman edip de Rablerine tevekkül edenler üzerinde o Åžeytan’ın hiçbir nüfûzu yoktur. Åžeytan’ın nüfûzu, ancak onu dost edinenlere ve Allah'a ortak koÅŸanlaradır” (Nahl 99-100).

Âyette de denildiği gibi; şeytan îman edenlere dokunamaz, bilgi-sâhibi olanlara değil.

Yapılanlar zihinsel faaliyetlerdir. Oysa müslümanlara âcil lâzım olan, fikrî ve eylemsel faaliyetlerdir.

Kur’ân’ı anlamak, bu-günkü müslümanlarla gerçek müslümanlar arasındaki benzersiz farkları anlamaktır; Kur’ân’ı anlamak bir-milyarı aÅŸan bir kitlenin neden hâlâ her bakımdan sömürge durumunda olduÄŸunu anlamaktır; kısaca Kur’ân’ı anlamak hayâtı anlamak demektir.

Bu yapılan aşırı-anlama çalışmaları, üstü-örtülü laikliktir. Hayâta zinhar dokunmuyor. Çünkü “anlama” yanlış anlaşılıyor. Dananın altında buzağı aramak anlamak demek deÄŸildir. Kur’ân’ın isteÄŸi de deÄŸildir.

İslâm-medeniyeti “sözün medeniyeti” deÄŸil, “çözüm medeniyeti”dir. Lâkin bâzen de söz ile çözer sorunları. Fakat çözümü gerçekte söz ile deÄŸil, hareket ile yapar. Söz ile gerçek çözümler yapılamaz çünkü. Çözümler “ânın/ÅŸimdinin” iÅŸleridir. Sözler ise her zaman bu hâlin/zamânın çözümlemeleriyle uÄŸraÅŸmaz. Eski ve ilerinin ortada olmayan durumlarını tartışır durur.  Bu yapılan sonu ve amacı olmayan bir Kur’ân araçsallaÅŸtırmasıdır. Ne olup-bittiÄŸini bile görmekten âciz bırakan semantik intihardır.

Aşırı-anlama çalışmaları “erteleme” çalışmalarıdır. “Gri”nin muhabbeti yapılıyor.

Bu tarz çalışmalar Kur’ân’ın gerçek mesajını örtüyor. Aşırı-anlama çalışmaları anlayamama/anlaşılmaz kılma/örtme çalışmalarıdır.

Bu çalışmalar İslâm’ı erteleme çalışmalarıdır.

Anlama çalışmaları anlamlı deÄŸil. “Eyleme” çalışmalarıdır anlamlı olan.

Aşırı araÅŸtırmak yeni yükümlülükler getirir ki bunlar mü’mini zor durumda bırakır: “Ey îman edenler, size açıklandığında sizi üzecek ÅŸeyleri sormayın; Kur’ân indirildiÄŸi zaman sorarsanız, size açıklanır. Allah onu affetti. Allah bağışlayandır, (kullara) yumuÅŸak olandır” (Mâide 101).

Kur’ân’ı aşırı-anlama çalışmaları aslında “sâdece bâzı âyetleri anlama çalışmaları”dır. Rahatı kaçırmayacak, konforu bozmayacak âyetleri..

Bu yapılan aşırı-anlama işi îmanın konusu değil, inancın konusudur. Çünkü bu çalışmalardan sonra bir şey yapılmıyor. Fakat îman öyle değildir; illâki harekete geçirir. İnanmak, arkasından mutlaka mücâdele etmeyi getirir.

Çözüm-odaklı çalışmalar değil bunlar, sorun odaklı çalışmalar. Yeni sorunlar çıkarıyorlar sürekli. Zâten belli olan bir konuyu anlaşılmamış olarak gösteriyorlar ve üerinde yeni düşünceler üretiyorlar ama bir türlü sorun çözülemiyor. Hattâ bir-süre sonra yeni ayrılıklar doğuruyor.

Aşırı-anlama çalışmaları “apaçık” olan Kur’ân üzerine yapılamaz. Belki Tevrat ve İncil için ve diÄŸer orijinâli kaybolmuÅŸ metinler için yapılabilir, Sümer metinleri, Orhun yazıtları vs. gibi.  

Aşırı-anlama çalışmaları Kur’ân üzerinde târihsiz ve sünnetsiz bir okuma yapıyor. Kur’ân, târihi baÄŸlamından tamâmen koparılarak da anlaşılamaz. Dirâyet tefsiri, iÅŸi ÅŸirâzesinden (ÅŸirâze = bir ÅŸeyi haddinden fazla yaparak ayarını kaybetmek, sınırın ötesine geçmek) kaçırdı. Hiçbir âyetin birbuçuk milyar ayrı anlamı yoktur.

Aşırı-anlama çalışmaları aslında görünenin aksine tembellik çalışmalarıdır. Gayretli okumalardan kaçmak için yapılan çalışmalar. Samîmi ve sebatlı okumalar yeterlidir Kur’ân’ı öğrenmek/bilmek/idrak etmek için.

Aşırı-anlama çalışmaları (te’vil, tefsir) Kur’ân’ın sinirlerini alıyor ve Kur’ân’ı “layt” bir kitap hâline getiriyor.

İki çeÅŸit insan vardır. Put diken, put kıran. Kur’ân put-kıran insan yetiÅŸtirmek ister. İlim bir noktaydı câhiller onu çoÄŸalttı. İlmin kendisi put hâline geldi. Aşırı-anlama çalışmaları, yeni putlar dikmektir. Bu putlar hakîkati perdeler ve “yok” eder.

“Anlaşılan”ların hayatta hiçbir iz-düşümü yok.

Aşırı eÄŸitim.. mîde bulandırıcı bir ÅŸekilde.. Öyle ki artık eÄŸitim bir nirvana hâline gelmiÅŸ. Hâşâ, eÄŸitime ulaÅŸmak, eÄŸitim almak Allah’a ulaÅŸmakla eÅŸ tutulur hâle gelmiÅŸ. Bu konu derinleÅŸtikçe hayâta geçme/eyleme dönme/görünür kılmadan gittikçe uzaklaşıyoruz. İş artık zihnî savrulmalara geldi.

Aşırı-anlama çalışmaları dîni vicdanlara hapsetme yönteminin demokratik/liberâl yoludur. Anlamak, “olma”nın önüne geçmiÅŸtir.

Aşırı-anlama çalışmaları, büyüklerin; “fazla okuma, kafayı yersin, dinden çıkarsın” dediÄŸi, çalışmalar olsa gerek.

Aşırı-anlama çalışmaları “târihsel komplekslik” çalışmalarıdır. Batı karşısında geri kalmışlığın bir ifâdesi ve tarzıdır.

Aşırı-anlama mensupları o kadar aşırı ve gereksiz yorumlar/te’viller yaptılar ki, Kur’ân’ı “görece” hâle getirdiler. 

Aşırı anlama-yorumlama çalışması yöntemiyle Kur’ân’ı atomlarına ayırıyorlar ve daha sonra da alt-parçacıklarına bölüyorlar. Böylece Kur’ân organizma durumundan çıkıyor. Parçacı yaklaşım budur iÅŸte.

Aşırı-anlama-yorumlama çalışmaları, bâtıni-tasavvufi aşırı-yorumlama düşüncesinin modern hâlidir. Bâtıniliğin öne çıkan özelliği, bâtıni anlam uğruna literâl anlamların heder edilmesidir.

Kur’ân’ı aşırı-anlama çalışmaları, Kur’ân’ın hiç-bir zaman anlaşılamayacağını gösterme çalışmalarıdır.

Bu yapılan çalışma ÅŸekli, dîni, Dünyâ’nın yedeÄŸine almaktır

Kur’ân’ı aşırı anlama-yorumlama çalışmaları, semantik çalışmalarıdır.

TaÄŸuta küfretmeyenler Kur’ân’ı anlayamazlar.

Aşırı-anlama çalışmaları tekellüf çalışmalarıdır.

Cemaatler/târikatler/hizipler/gruplar vs. yanlış bir tarzda (tabî ki de eyleme dönüşmeyen ve dönüşmesi de söz-konusu edilmeyen bir-aradalıklar gerçekleÅŸtiriyorlar. Bu organizasyonlardan pe bir ÅŸey çıkmaz. Buralardan ancak “güzel çiÄŸ köfteler” çıkar.

Kur’ân’ı aşırı-anlama çalışmaları, onu aşırı yüceltme çalışmalarıdır. Kur’ân’ı aşırı yüceltmek, onu hayattan koparmaktır. Peygamber aşırı yüceltilince nasıl hayattan kopuyorsa o ÅŸekilde. Hayattan kopunca artık teberrüken okunur.

Kur’ân’ı aşırı anlama-yorumlama çalışma ÅŸekli, dînin diyânete indirgenmesidir. “Din” ile deÄŸil “diyânet” ile meÅŸgûl olmaktır. Dolayısı ile hayâtın etkisizleÅŸtirilmesidir. Ali Bulaç:

“İslâmiyetin iÅŸi “teoloji” deÄŸildir; hayat-alanları dinden kopuk “dindarlık veya diyânet” de deÄŸildir. Bu Dünyâ ile meselâ adâlet, özgürlük, sömürü, zulüm ve yoksullukla uÄŸraÅŸmaktır. Liberâller bize, diÄŸer dinlerin teolojisiyle uÄŸraşın, “dini hükümleri” bırakıp “dindarlık veya diyânet”le yetinin demeye getiriyorlar” der.

Kur’ân’ın bir zihniyeti var. KiÅŸi, hayâtında o zihniyetle düşünüp, edip-eyleyen biri deÄŸilse Kur’ân’ı idrâk edemez. Mushaf incelemelerinden öte bir-ÅŸey yapmış olmaz.

“Aklın yolunun bir olması” ile, “tek-tip insan yetiÅŸtirme projesi”ni karıştırıyorlar. Herkes tek-tip anlayışta olunca, “bak, aklın yolu bir” diyorlar.

Modern Kur’ân çalışmaları, Kur’ân’ı hayâta sokmama-merkezli çalışmalardır.

Aslında Kur’ân çalışması deÄŸil, mushaf çalışmasıdır yaptıkları. Çünkü Kur’ân bütünü ifâde eder. Bütün dikkate alınarak okunur. Mushaftan ise istediÄŸin sayfayı okursun. Ya da “birilerinin istediÄŸi sayfaları” ki bu sayfalar “hayâta dokunmayan” sayfalardır.

Bu çalışma-şekli yatay seyir hâlindedir ve bu yataylık sürekli aynı çizgide döngüler hâlinde devâm eder. Eyleme dönük çalışma şekli ise dikey seyri hedefler. Bu nedenle yatayın durgunluğunu parçalayarak da olsa ondan kurtulmanın plânını yapar. Çünkü bir-şeyi aşmak, diğerini genelde yıkarak olur.

Modern Kur’ân çalışmaları, istatistiÄŸin konusu hâline geldi. “Kur’ân’ı kaç kere tefsir ettiniz?”, “haftada kaç gün meâl-tefsir dersi yapıyorsunuz?” “Kur’ân hakkında neleri ezbere biliyorsunuz?”, “kaç kiÅŸisiniz?”, kadın grubunuz kaç kiÅŸi?” vs. gibi.

Modern Kur’ân çalışmaları, seküler, yâni dîni reddetmeyen ama ahkâmı reddeden çalışma ÅŸekilleridir. Hüküm, hemen ardından eylemi gerektirdiÄŸi için ve İslâm’i eylem için ise, mevcut modern hükmü reddetmek ÅŸart olacağı için bu iÅŸin bedelini ödemekten korkuyorlar.

Bu çalışmalar, Kur’ân’ı hayâta taşımaya deÄŸil, taşımamaya endekslenmiÅŸ bir entelektüel çalışma ÅŸekilleridir.

Bir ÅŸeyin adının İslâm’i olması o ÅŸeyin gerçekten de İslâm’i olduÄŸunu göstermez.

Aşırı anlama yorumlamacı ılımlı demokratik dincilere soracak olsak: Vahiy (Kur’ân) merkezli gerçek İslâm adına ne yaptınız ve ne kadar yol aldınız” diye, söyleyecekleri ve gösterecekleri hiç-bir ÅŸeyleri yoktur. Atmış oldukları bir arpa-boyu yolları yoktur çünkü.

Çiğ-köfte yerken, çay-kahve içerken ortaya atılan fikirlerle İslâm adına hiç-bir şey yapılamaz. Ortaya atılacak o fikirler ancak tağutların işine yarar.

SONUÇ

İlhâmi Güler:

Kur’ân, ulemânın toplamı tarafından -bâtıni yorum hâriç- doÄŸru anlaşılmıştır. Ancak sünniliÄŸin “Kelâm-ı Kadîm” teorisi yüzünden metin haddinden fazla istismâr edilmiÅŸtir. Metin “insan sözü” deÄŸil de, Allah’ın büyüklüğü oranında “derin” ve “sonsuz” olarak görüldüğü için, âyetler birer mâden ocağına, okyanusa veya GüneÅŸ’e benzetilerek sürekli istismâr edilmiÅŸtir. Fıkıh’ta “kıyas”, Kelâm’da ve Tefsir’de “muhkem-müteşâbih”, Tasavvuf’ta “zâhir-bâtın” bu istismârın kavramsal araçlardır. Oysa kıyas yerine “istihsan” benimsenseydi; Âl-i İmran Sûresi’nin 7. âyetindeki müteşâbih kavramının anlamı “anlamı kapalı âyet” deÄŸil de; gaybın (Allah, Âhiret, Melek vs.) teÅŸbihle insan zihnine yaklaÅŸtırılması (ZemahÅŸeri) olduÄŸu gerçeÄŸi benimsenerek âyetteki durakla oynanmasaydı ve zâhir-bâtın bataklığına batılmasaydı bu teÅŸevvüş (karışıklık) olmayacaktı. O zaman da mârifet, tefsir yazmak deÄŸil; altı yüz sayfayı altmış sayfada özetleyip, Allah’ın murâdını anladıktan sonra, oturup adam gibi olup-biteni, olayları, olguları, yâni hayâtı bu altmış sayfaya (asıl, evvel) göre “te’vil” etmek (hayâta uygulamak H.G.) olacaktı. Heyhat! İstismâr hâlâ devâm ediyor. Kur’ân’ın anlam zenginliÄŸinin kapasitesi, Allah’ın mutlaklığı veya büyüklüğü ile doÄŸru orantılı deÄŸil; arapçanın ifâde kâbiliyeti ve alfabesinin mükemmelliÄŸi ile doÄŸru orantılıdır” der.

Paul Tillich:

“Kelimeler, esas îtibâriyle, icrâ ettikleri iÅŸlevden ve iletmesi niyetlenilen ÅŸeyden daha fazlasını anlatmazlar” der.

Muhammed İkbâl:

“Sofu ve mollaya benden selâm olsun, Allah'ın emirlerini bize söylediler. Fakat onların te’vili Allah'ı da, Cebrâil'i de, Hz. Peygamber'i de hayret içinde bıraktı” der.

Apaçık olan bir Kitab’ı “anlamak” mı??.. Kur’ân’ın anlaşılmayacak bir tarafı yok. “Kur’ân anlaşılmıyor” diyen kiÅŸi aslında, “kendi anladığının anlaşılmadığını” söylemek istiyordur.

Tüm peygamberler kavimlerine kendi dilleri ile gelmişlerdir ve onlara vahyi en iyi şekilde anlatmışlardır. Onlar da kendilerine ne söylendiğini anlamışlardır. Buna rağmen dîni kabûl edip îman etmemeleri, mesajı anlamanın, îmânı kabûl etmeyi yanında getirmediğini gösterir. Anlamak kabûl etmek demek değildir çünkü. Kabûl etmeyince anlamanın bir yarârı olmuyor. Kabûl etseydi harekete geçerdi. Kabûl, eyleme döner zîrâ.

Kur’ân bir konuda bir-birine zıt olan bir-çok ÅŸey söylüyorsa, onda çeliÅŸki var demektir.

Kur’ân sâdece bu Dünyâ ile ilgilidir. Dolayısıyla; Dünyâ kısıtlı olduÄŸu için, Kur’ân’ın hükümleri/anlamı da kısıtlıdır. Bize göredir, çünkü biz kısıtlıyız. Cennette-cehennemde geçerli deÄŸildir. Allah’ı da baÄŸlamaz. Yaratım sınırsızdır ama yaratılan sınırlıdır. Yaratılan için söylenen de sınırlıdır bu yüzden. Nitekim Kur’ân, iki kapak arasında sınırlı bir kitaptır. Sınırlı bir kitabın sınırsız anlamlarla dolu olduÄŸunu söylemek yanlıştır. Sınırsız olan belki “levh-i mahfuz”dur.

“Allah size kitabı açıklanmış (mufassal) olarak indirmiÅŸ iken ben ondan baÅŸka hakem mi arayayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz, o (Kur’ân)'ın gerçekten Rabbi'nin tarafından indirildiÄŸini bilirler, onun için hiç kuÅŸkulananlardan olma” (En-am 114).

“Elif, Lâm, Ra. Bu bir kitaptır ki Hikmet Sâhibi her-ÅŸeyden haberi olan tarafından âyetleri saÄŸlamlaÅŸtırılmış, sonra da güzelce açıklanmıştır. Ta ki Allah'tan baÅŸkasına kulluk etmeyesiniz” (Hud 1-2).

“Andolsun, biz onlara bir Kitap getirdik; îman edecek bir topluluÄŸa bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeÅŸitli biçimlerde açıkladık” (Araf 7).

Ellerinde Kur’ân var. Kendilerini Kur’ân talebesi, Kur’ân okuyucuları/halkaları/meclisleri vs. olarak kabûl ediyorlar. Fakat zihinlerini/kâlplerini Kur’ân inşâ etmemiÅŸ. Bu nedenle de eylemlerini Kur’ân-merkezli yapmıyorlar-yapamıyorlar. Söylemleri ile eylemleri bir-birini tutmuyor. Böyle olunca da hayâtı Allah adına okumamış oluyorlar. “Bu durumun sebebi ÅŸudur: Onlar îman ettiler, sonra küfre saptılar da kâlpleri üzerine mühür basıldı. Artık onlar incelikleri kavrayamazlar” (Münâfikûn 3).

Yanlış anlaşılmasın.. Bu satırların yazarı “İslâm’i ömrünü” Kur’ân okumaya vermiÅŸ birisidir. Nerdeyse tüm mesâisini buna harcamaktadır. Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmak isteyen biridir. Karşı olduÄŸu ÅŸey Kur’ân’ı taÄŸutların istediÄŸi gibi anlama yanlışıdır. Tefsirin te’vile dönüşmesidir. Çünkü artık tefsir bırakıldı ve te’vil etme yoluna düşüldü. Sınırsız te’vil. (burası çok önemli) Aşırı-yorumlama mevcut hayâtı taÄŸutlar/firavunlar kontrol ettiÄŸi için, onların istediÄŸi ÅŸekilde olacaktır. Yorumlar, onların kurmuÅŸ olduÄŸu Dünyâ’dan/kamûsal alandan etkilenerek yapılacak yorumlar olacaktır. Kur’ân bütünlüğünden kopuk yorumlardır bunlar. (Biz burada te’vil kelimesini ıstılâhi anlamda alarak, mânâyı farklılaÅŸtıracak ÅŸekilde aşırı yorumlama olarak aldık).

Åžu-anda konuÅŸulan ve yazılan aşırı-anlama çalışmaları “haber”e yöneliktir “inşâ”ya deÄŸil. Müslümanlar artık inşâya deÄŸil, habere bakıyorlar. “Haber” ile ilgili çalışmaları da zihinsel etkinlik olarak yapıyorlar. Hayâta geçirmeye niyetleri yok.
 
  Hiç-bir zaman Kur’ân’ın gerçekten anlatmak istediÄŸi ÅŸeyi kavrayamazlar. Çünkü Kur’ân ile; liberâl-seküler-kapitâlist-demokratik-konformist-modernist bakış-açısıyla iliÅŸkiye giriyorlar. Kur’ân ile yanlış bir iliÅŸki hâlindeler.

Kur’ân’ı kelime-kelime, cümle-cümle te’vil etmeye çalışıyorlar. Kur’ân’ın her âyeti ille de te’vil edilecek diye bir ÅŸey yok. Meselâ Kur’ân’da duâlar var. Bunlar nasıl te’vil edilecek? Duâların te’vili olmaz.

Gerçi te’vil kelimesini ıstılahta yanlış kullanıyorlar. Te’vil aslında “iÅŸin gereÄŸini yapmak” demektir. 

En iyi yorum te’vil, fiil-eylem-cihad ile yapılır.

Yâni “ihbar-haber” varken bunu tekrar aşırı yorumlama anlamında te’vil etmek yersizdir. Haberi okuduktan sonra onu tekrar te’vile tutmak abestir. Zâten te’vil, haberi somut hâle getirmek demektir. Mustafa Öztürk İbn-i Teymiye’den yaptığı alıntıda:

“İhbârın te’vili daha önceden haber verilen olayın fiilen gerçekleÅŸmesi anlamında olup, bir ÅŸeyin mânâsını kavramak deÄŸildir. Kısaca söz talep ifâde ediyorsa, bunun te’vili, talep edilen fiilin kendisidir. Şâyet söz haber kipinde ise, te’vil haber verilen ÅŸeyin dış-dünyâdaki tecellisidir. Söz-geliÅŸi “güneÅŸ doÄŸdu” sözünün te’vili, onun fiili olarak doÄŸmasından ibârettir. Yusuf sûresinde rüyânın te’vili, rüyânın aynen gerçekleÅŸmesidir. “Babacığım, iÅŸte bu, vaktiyle görmüş olduÄŸum rüyânın te’vilidir” (ve kâle yâ ebeti hâzâ te’vîlu ru’yâye min kablu) (Yusuf 100). Kur’ân’ın daha açık hâle getirilmesi, yorumlanması te’vil deÄŸil tefsirdir. Son olarak te’vil kelimesi bir ÅŸeyin aslını, hakîkatini ve pratik sonucunu bildirme ve îzah etme anlamına gelmektedir” der. 

Elbetteki Kur’ân dersleri de gereklidir ve olmalıdır. Ancak sâdece ders ve inceleme ile Kur’ân’ın insanların hayâtında pratik bir ÅŸekilde yaÅŸanan bir davranış hâline dönüşmesi mümkün deÄŸildir. Çünkü günümüzde Kur’ân (belki mushaf demek daha doÄŸru olur) derslerinden edinilen bilgi ölü bir bilgidir. Kur’ânî bilgi ancak ve ancak hayâta yansıyınca dirilir ve canlılık kazanır. Fikir ve düşünce-yolu amelî yola dayanmadıkça sonuç vermez, hattâ uzun süre elde tutulamaz. Kur’ân’ın zihne inmesi yetmez, yüreÄŸe de inmeli ki yürekli nesiller ortaya çıksın.

Peygamberimiz bir hadislerinde şöyle buyurur: “Ümmetime en çok tehlikeli olacak kimse, Kur’ân-ı Kerim’i yersiz te’vil edendir” (Taberâni).

Meydandaki/eylemdeki hareket, idrâkı/bilmeyi, hele anlamayı gerektirmez. Gerek kalmaz ona. Bilgi/idrâk zâten eylemin içinde mündemiçtir. Artık îzaha de gerek yoktur.  

Anlama çalışmaları maalesef idrâk çalışmaları deÄŸildir. Yapılanlar formaliteden ibârettir. Kur’ân, aşırı-anlama mensuplarının boÄŸazlarından aÅŸağı inmiyor. Yüreklerine ulaÅŸmıyor. Dillerinde kalıyor. Bu nedenle eyleme geçmesi söz-konusu bile olmuyor. Aşırı-anlama çalışmaları bu nedenle bir Kur’ân istismarıdır.

Yapılan, İslâm’i/Kur’ânî bir muhabbet deÄŸildir, piyasa muhabbetidir. Piyasanın belirlediÄŸi muhabbetlerdir bunlar. Zinhar eyleme dönmeyecek muhabbetler. Fakat unutulmamalı ki, eyleme dönmeyen hiçbir ÅŸey İslâm’i deÄŸildir, olamaz.

Eskiden Atina daha bilgili ama Roma daha güçlüydü. Bu yüzden Atina/bilgi, Roma’nın/gücün elinde oyuncak oluyordu. Fakat Roma da zulmün merkeziydi, insanlar Roma’nın elinde köle oluyorlardı. Demek ki ikisi de eksik olduÄŸundan dolayı yanlıştır. İlim-Eylem berâber olmalıdır. Çünkü ilim ve güç ayrı-ayrı olunca kölelik kaçınılmaz oluyor.

“Bu-günün iÅŸini yarına bırakma!” atasözüne bir ilâve yapmak gerekiyor. “Yarının iÅŸini bu-günden yapma”!. Derin araÅŸtırmalar yapmak “yarın”ların iÅŸidir inÅŸaallah.  

İslâm âlemi yangın yeriyken, (Bizans’ın, kuÅŸatılıp fethedilmek üzereyken meleklerin cinsiyetini tartıştığı gibi) Kur’ân’ın hiç de söz-konusu etmediÄŸi ÅŸeyleri tartışmak abesle iÅŸtigâl etmektir. 

Peki ne yapalım mı diyorsunuz? Bunun cevâbını Allah veriyor:   

“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Resûlüne îman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. EÄŸer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluÅŸ budur. SeveceÄŸiniz baÅŸka bir ÅŸey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!” (Saff 10-13).  

Görmemiz gereken ÅŸey zâten gözümüzün önünde duruyor. Onu kabûl edebilmektir önemli olan. Eyleme dönmeyen hiçbir ÅŸeyin anlamı da yoktur, anlaşılmışlığı da..  

Yıkmadan yapmakla/tâdilatla da bu iÅŸ olmaz. Çürük temelin üstüne saÄŸlam bina kurulamaz. Bir-zaman sonra kokusu çıkar çünkü. Bu yüzden ilk-önce mevcut paradigmanın yıkılması, sonra da İslâm’i hakîkatin ve düzenin hayâtın tam ortasına konması gerekir. Çürük bir temel üzerine ancak gecekondu yapılır ki, bu virâneyi yıkmak için kepçenin ne zaman geleceÄŸi de belli deÄŸildir.

“Hak olan çaÄŸrı (duâ, ibâdet) yalnızca O'na (olan)dır. Allah'tan baÅŸka çağırdıkları ise, onlara hiç-bir ÅŸeyle cevap veremezler. (Onların durumu) yalnızca, aÄŸzına gelsin diye, iki avucunu suya uzatan(ın boÅŸuna beklemesi) gibidir. Oysa ona gelmez. İnkâr edenlerin duâsı, sapıklık içinde olmaktan baÅŸkası deÄŸildir” (Râd 14). Âyetin söylediÄŸi gibi, eylem ÅŸart. Yoksa deÄŸiÅŸen bir-ÅŸey olmuyor. Şöyle bir senaryo ile merâmımızı anlatmaya çalışalım: “Peygamberlerden, sahabeden, veli kullardan vs. süper-îmanlı 1 milyar insan olsun. Bu kiÅŸiler 1 milyar yıl boyunca yemeden-içmeden-uyumadan ve baÅŸka ihtiyaçlar için ara vermeden en içten bir ÅŸekilde okuma-anlama-yazma çalışmaları yapsa ve gözyaÅŸlarıyla feryat ede-ede Allah’a duâ etseler ve yalvarsalar, bir kılı/çöpü, milimetrenin %de 1’i kadar bile yerinden oynatamazlar. Hattâ Allah’tan baÅŸka tüm varlık bir-araya gelse ve onlara aynı ÅŸekilde yardım etse bile yine de sonuç deÄŸiÅŸmez. Fakat, Dünyâ’nın en âdi-ÅŸerefsiz bir insanı gelse ve o kıla/çöpe dokunuverse, kılı/çöpü yerinden oynatması iÅŸten bile deÄŸildir. Hattâ üflese bile yerinden oynar. Demek ki bu âlemde bir ÅŸeyi deÄŸiÅŸtirmek istiyorsak, hareket/eylem kesin ÅŸarttır. Aksi-hâlde hiç-bir ÅŸey deÄŸiÅŸmez.

İlim, amele matuf olmalıdır. Bir çalışma ya da söylem halka hitâp etmezse eyleme dönüşmez. Eylem olmadığında devrim; devrim olmadığında devlet; devlet olmadığında da medeniyet olmaz. Medeniyet yoksa zâten rezâlet diz-boyudur.

Samîmiyet yok, ciddiyet yok, disiplin yok, gayret yok, fedakârlık yok, bir amaç yok. Bu nedenle de gerçek iÅŸ yapılmıyor: “Yoksa sen bunların çoÄŸunun iÅŸittiklerini, aklettiklerini mi sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, hattâ yolca, hayvanlardan da ÅŸaÅŸkındırlar” (Furkân 44).

Kur’ân’ın peygamber zamanında yaptığı baÅŸarı epistemolojik bir baÅŸarı deÄŸil; hayâta yaptığı vurgular ve eylemlerin sonucunda adâlet ve saâdetle ortaya çıkan bir baÅŸarıdır. “Episteme”nin deÄŸil, eylemin baÅŸarısıdır.

Kur’ân’da müthiÅŸ bir potansiyeli/plânı vardır. Öyle ki bu potansiyel/plân, Dünyâ’yı tümden deÄŸiÅŸtirebilecek güçte olan bir “eylem” içerir. İşte İslâm medeniyetini bu eylem yer-yüzünde hâkim kılabilir. Devrime dönüşebilecek bu eylemin kaynağı Kur’ân’dır. Bu eylemi Kur’ân potansiyel ve plân olarak içinde taşır ve Allah’ın asıl isteÄŸi bu eylemin dışarı çıkarak İslâm medeniyetinin oluÅŸturulmasıdır. Çünkü adâlet, eÅŸitlik, tevhid ancak bu medeniyetle saÄŸlanabilir ve mazlûmiyet de ancak bu medeniyet ile son bulabilir. İşte bu nedenle biz diyoruz ki (Allah-u âlem), Kur’ân’da potansiyel olarak bulunan bu eylem, eÄŸer hayat bulursa ve medeniyete dönerse Kur’ân’ın teorik kısmından üstün olur. Dolayısı ile Kur’ân’daki eylem, Kur’ân’daki sözden üstündür. Çünkü bu, Kur’ân’ın “demek istediÄŸi”dir. Yazılı-sözlü tarafı ise “dediÄŸi”dir. “Demek istenilen”, “denilen”den üstündür. 

Kur’ân’ı iÅŸinize gelen her ÅŸekilde açıklayabilirsiniz, fakat Kur’ân’ın gerçek açıklaması, iÅŸinize gelmeyen açıklamalardır. EÄŸitimden ziyâde samîmiyet/ciddiyet önemlidir.

Diyelim ki süper bir bilgisayar var ve bu bilgisayardan insanın beynine bilgi nakledecek bir sistem geliÅŸtirilmiÅŸ. Bu yolla 24 saat içinde her yönden saÄŸlıklı bir insana, seçme 1 milyon kitap, 10 milyon dergi, 100 milyon makâle yüklendi. Dünyâ’da konuÅŸulan her dil beynine yüklendi. Kur’ân’ın “Şâmil Programı” gibi 100 tâne program beyne gönderildi. Üstelik bir-kaç gün içinde bu bilgiler hücrelere yedirilmiÅŸ ve doÄŸal hâle getirilmiÅŸ olsun. Yâni harddisk gibi ruhsuz deÄŸil de, kiÅŸinin deÄŸerlendirebileceÄŸi bir ÅŸekilde olsun. Kur’ân’ın hâfızı da oldu. Arapça mükemmel olarak yüklensin vs.. Yâni her konuda âllâme-i cihan olsun bu kiÅŸi. Hem de yüklenen ÅŸeyler boÅŸ ve deÄŸersiz kaynaklar deÄŸil, çok iyi seçilmiÅŸ ve özenle ayrılmış kalitede kitaplar/kaynaklar olsun. Her konuda insanlık târihinin en ileri ilim-sâhibi olsun. Bu kiÅŸi bundan sonra ne yapacak? Ne yapmalı? Ne yapabilir?. Åžimdi ne olacak? EÄŸer Dünyâ’nın perişân hâlinden rahatsız olup bunu İslâm-merkezli düzeltme yolunda olmazsa ne kıymeti olur bu kadar bilginin? Dünyâ’da hiç-bir ÅŸey deÄŸiÅŸtirmeyecekse o kiÅŸinin o kadar bilgiye çok çabuk bir ÅŸekilde ulaÅŸması neye yarayacak? İşte; bu kadar ilim olacağına, zulmü/zorbalığı/zorluÄŸu/acıyı vs. düzeltme yolunda atılacak en küçük bir adım Allah katında sonsuz kez daha deÄŸerli olacaktır.

  Arap-oÄŸlu arap olan bir arapça dil-uzmanı, süper bir Kur’ân kârisinden/okuyucusundan dinleyeceÄŸi Kur’ân’dan ilk baÅŸta ne anlar?. İşte ilk baÅŸta ne anlarsa Kur’ân’ın metin çevirisi odur. Artık onu sıkı bir ÅŸekilde okuma yoluna girip, sonra da hayatta uygulamaya baÅŸlayıp Allah’ın murâdını/maksadını/hedefini gerçekleÅŸtirme yoluna koyulmalıyız. İslâm’ın felsefesi kısaca budur. ZorlaÅŸtırmaya gerek yok..

Kur’ân’ı anlayıp-anlamadığınızdan deÄŸil, ona uyup-uymadığınızdan hesâba çekileceksiniz.

Mehmet Âkif Ersoy:

“Hayâta geçirmek var ya? İşte bütün mesele orada” der.

Şezai Karakoç:

“Gerçek din, îlan ettiÄŸimiz inancımız deÄŸil, yaÅŸadığımız hayattır” der.

Konfüçyüs:

Yaldızlı sözlerle erdem baÄŸdaÅŸmaz” der

“Böylece her peygambere, insan ve cin ÅŸeytanlarından bir düşman kıldık. Onlardan bâzısı bâzısını aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapmazlardı. Öyleyse onları yalan olarak düzmekte olduklarıyla baÅŸ-baÅŸa bırak” (En-âm 112).

“Artık dünyâ-hayâtı sizi aldatmaya sürüklemesin ve aldatıcı(lar) da sizi Allah ile aldatmasın” (Lokman 33).

“Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kâlpleri kilitli mi?” (Muhammed 24).

Âyetin söylediÄŸi gibi; Kur’ân ile inşâ olmak, zihinden önce kâlp ile alâkalıdır. Dünyâ’nın sorunları sâdece zihin ile deÄŸil, zihin-kâlp birlikteliÄŸi ile çözülebilir ancak. Çünkü Dünyâ ancak; Kur’ân zihin-merkezli deÄŸil, zihin-kâlp-merkezli okunduÄŸunda-yaÅŸandığında hayâta hâkim olarak “selâm yurdu” hâline gelebilir. Aksi hâlde, ÅŸu-anda olduÄŸu gibi mâlûmâtın konusu olur ve sonuçta da ortada birikmiÅŸ mâlûmatlardan baÅŸka bir ÅŸey olmaz.

Mustafa Öztürk’ten iktibasla şöyle bir derleme yapalım: Çok karmaşık ekonomik meseleler de dâhil Dünyâ’nın çeÅŸitli iÅŸlerinden her-ÅŸeyi anlayabiliyorsunuz da bir-tek Kur’ân’ı mı anlayamıyorsunuz? İnsanlık târihinde sâdece Kur’ân’a yapılan bir “zulüm”dür bu; “onun zor anlaşılacağını söylemek”, “herkes anlayamaz”, “anlamak lâzım” demek. Hayatlarının hiç-bir tarafında anlama sorunu yaÅŸamayanlar, Kur’ân’a gelince “nasıl anlayacağız”ın derdine düşüyorlar ve “nasıl anlayacağız” diye gereksiz bir strese, endiÅŸeye kapılıyorlar.

Kur’ân’ı anlamak için bir metoda, bir usûle gerek yok. Strese girmeye gerek yok. Samîmi-ciddî-gayretli-odaklanarak yapılan okumalarla kolayca anlaşılabilecek bir kitaptır Kur’ân-ı Kerim.

Meselâ, sigaranın zararlarının ne olduÄŸu artık en ince ayrıntısına kadar açıklanmışken ve bunu en iyi ÅŸekilde sigara kullananlar da bilmesine raÄŸmen yine de içmeye devâm ediyorlar. Sigaranın zararlarını anlayamadıklarından deÄŸil, bırakmak istememelerinden. Bırakma konusunda “ciddi olmamalarından” dolayı bırakamıyorlar sigarayı. Onun görece hazzından vaz-geçmek istemiyorlar. Vaz-geçince her-ÅŸeyin biteceÄŸini zannediyorlar bir yanılsama olarak.

Aynı ÅŸekilde, Kur’ân’ı aşırı anlama-yorumlama çalışmaları müntesipleri de, Kur’ân’ı sanki anlamak için deÄŸil de anlamamak için okuyorlar. Çünkü, “anladık” dediklerinde birileri de “hadi öyleyse meydana” diyeceÄŸi ve bu durum görece zor bir durum olduÄŸu için bir türlü “anladık” diyemiyorlar. Artık “anlama” çalışmaları, “yapılacakları erteleme çalışmaları”na dönüyor, yapılan ÅŸey artık bir tiyatro oluyor.

Hiç-bir eylemde bulunmadan ve bir eylem-plânı yapmadan, Kur’ân’ı (velev ki anlayarak) sâdece okuyup-tefsir edip yorumlayarak bir ÅŸeylerin deÄŸiÅŸebileceÄŸini beklemek ve zannetmekle; anlamadan, sâdece (yüzünden arapçasını) okuyarak bir ÅŸeylerin deÄŸiÅŸebileceÄŸini beklemek ve zannetmek arasında fark yoktur.

“Semina ve ata’na=iÅŸittik ve itaat ettik” âyetinde “semi’na=iÅŸittik” diyoruz fakat bir türlü “ata’na=ittat ettik” diyerek “ne bedel ödenecekse ödeyelim” deyip eyleme-amele geçemiyoruz. İtaat edemiyoruz. Böyle bir anlayışla hiç-bir ÅŸey deÄŸiÅŸmez ve her-ÅŸey Åžeytan’ın ve taÄŸutlasrın istediÄŸi gibi olur.

Eylemden kopuk salt zihinsel aşırı okuma-anlama-yorumlama yöntemi, sürekli olarak sivrisineklerle mücâdele etme yöntemidir. Hiç-bir zaman sorun bitmez. Bu yöntemde çözülmüş bir sorun örneği yoktur. Sorunları çözmek için bataklığı kurutmak lâzım.

Mevcut durum, değirmen taşını çeviren eşeğin durumu gibidir. Taşın arasında bir miktar buğday olsa da, buğdaydan ziyâde taşı öğüten bir değirmendir o.

Yapılan şey geviş getirmektir ve geviş getirmek ineklere mahsustur.

Unutmayalım ki ne kadar uÄŸraÅŸsak da Åžeytan kadar “âlim” olamayız. Hattâ Belam-ı Baura kadar bile “âlim” olamayız belki. Zâten olmamalıyız da. Onlar iÅŸi eyleme dökmeye îtiraz etmiÅŸlerdi.  

Hikmet Ertürk:

“Önümüze çıkan her yolda yürüyebileceÄŸimizi düşünüyoruz. Artık kaybolduÄŸumuzun da farkına varalım. Sâdece söz söyleyiciler durumundayız, her duyduÄŸumuz ÅŸeye sarılıyor, taklit ediyoruz, bu gerçekte bizlerin kendimiz olmadığımızı gösteriyor. Bir-birlerimize uzanamıyor, bir-birlerimizin üzüntü ve sevinçlerine ortak olamıyoruz. Kendimiz için yabancılar olduÄŸumuz kadar bir-birlerimiz için de yabancılar konumundayız. Bir-birlerimizi gördüğümüzde yine sâdece söz söyleyicilere dönüşüyor, yapmacık sözler ile bir-birimizi geçiÅŸtiriyoruz. Arkası olmayan sözler sarf ediyoruz, sözlerimizin ağırlığı yok, söylediÄŸimiz, altına girdiÄŸimiz yükümlülükleri yerine getirmiyor, bu durumumuzdan rahatsız olmuyoruz. Söz tutucular deÄŸiliz. Vaktinde hiç-bir ÅŸeyi yapamıyoruz, hep geçiÅŸtiriyoruz, ânı yaşıyoruz. GeleceÄŸe yönelik tasavvurumuz yok, bir-birlerimize karşı saygımızı en aza indirmiÅŸiz ve bu hâli ile ruhsuz kalmışız. Heyecânımız gün geçtikçe gidiyor, bir-birlerimizden artık sıkılıyor, bir-birlerimizi özlemiyoruz. Arayıp da sormuyoruz, üstelik buna özel günlerimizi de dâhil ediyoruz der.

İhsan Eliaçık:

“İslÃ