Aşk’ın
sözlük anlamı; “aşırı sevgi ile bağlanma”, “şiddetli sevme”, “şiddetli ve
yakıcı sevgi” anlamlarına gelir. Arapça “aşaka”, “sarmaşmak”, “sıkıca sarılmak”,
“sarmaşık” anlamına geliyor. Aşk’ın farsçada, avesta dilinden, ‘işka/işk’ kelimesinden
geldiği ve anlamının “istemek”, “şiddetli muhabbet”, “candan sevmek” anlamına
geldiği söylenir. Farsçada “eşgh” olarak okunmaktadır. Türkçeye de “aşk” olarak
geçmiştir. “Nişanyan sözlüğü”nde aşk; “şiddetle sevme”, “şiddetli ve yakıcı sevgi”, “sarmaştı”, “sıkıca
sarıldı” anlamlarındadır. Aşk, arapça kökenli
olup kökeni “ışk”tır. Işk ise “sarmaşık” demektir. Yâni nasıl ki sarmaşık
bulunduğu ortamı veya tutunduğu şeyi sarıp sarmalar, işte aşk da öyle sarıp
sarmalar âşık olan insanı.
Lütfi Bergen:
“İbn-i
Kayyım’a göre aşk/ışk, aşırı sevgidir, ifrattan türemedir. Aşk’ı kabûl etmez
Kayyım. Der ki: “Ne Allah ve ne de kul, aşkla nitelenemez”. Hattâ Muhammed b.
Abdulvahhab’dan “Takat getirilemeyecek şey aşktır” sözünü nakleder. Bu nedenle
biz de sevgi meselesini “aşk”tan ziyâde hubb, vela, meveddet, rahmet, hamd,
rızâ, mahviyet gibi kavram-dünyâsına âit görüyoruz.
Âbid
için kulluk yolunun sâbitesi Allah’ın kuluna muhabbetidir. Tâbi oluş muhabbet
ve mahbûbiyetin birlikteliğini îcap ettirir. Yâni kulun Allah’ı sevmesi
boşlukta ve eylemsiz değildir. “Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi
sevsin/fettebiûnî yuhbibkumullâhu” (Âl-i İmrân 31) âyeti sülûkun mührü gibidir.
“İnanıp sâlih amel işleyenler için Rahman (gönüllerde) bir vüdd
(meveddet-sevgi) yaratacaktır/İnnellezîne âmenû ve amilus sâlihâti se yec’alu
lehumur rahmânu vuddâ(vudden)” (Meryem 96) denmiş. Bir taabiyet istenmektedir.
Kendinden geçme, çöle düşme değil. Mecnûn’un serapa sarhoşluğunu değil” der.
Aşk, havf ve haşyetin yerine ikâme edilmiştir. Böylelikle sûni bir
sevgi oluşturularak kimi sorumluluklar da göz-ardı edilebilmiştir. Her türlü
korkudan emin olanlar için bir şeyin sorumluluğunu almak çok zordur. Sevgi
boşlukta bir olgu değildir. Aslında “korku”nun bir sonucudur. Eyleme-amele
dönüktür ve ferâgat ile ispatlanır. Almaktan çok vermek ile alâkalıdır. Erich
Fromm:
“Sevgi
bir verme etkinliğidir, çok şeyi olan değil, veren zengindir. Yaşamını ötekine
harcayarak değil, kendi iç canlılığından-yaşattıklarından vererek vâroluşunu
kazanır. Yaşamından bir şeyler vermekle onu zenginleştirir, karşısındakinin
canlılığını arttırır. Sevgi, sevdiğimiz şeyin yaşaması, gelişmesi için
duyduğumuz etkin ilgidir” der.
Hikmet Ertürk de aşk
hakkında şöyle der:
“Aşk kelimesi “hapsetmek”, bir anlamı da “sarmaşık”
demektir. Nasıl ki bir sarmaşık bir ağacı çepe-çevre sarıp onun dış-dünyâ ile
ilişkisini keser ve sardığı ağacı bir süre sonra kurutursa, aşk da sardığı
(tuttuğu) kişiyi çevresinden koparır ve bir-süre sonra o ağaç gibi kurutur.
Aşk; Ali Şeriati’nin deyimi ile “görme engelli bir coşku, görmezlikten
kaynaklanan bir bağdır. Sevgi ise çok daha başka bir şeydir. Sevgi, bilinçlice
bir bağ; apaçık, duru bir görmenin sonucudur”. Gerçekten de, aşk görme
engellidir. Kişinin dış-dünyâ ile ilgisini keser. Sevgi ise bilinçli bir
bağdır. Sevginin kontrôl etmediği aşk aklın devre-dışı bırakılmasıdır ki İslâm
buna aslâ izin vermez”.
“İslâm’da aşk
var mıdır”? sorusuna kısaca “İslâm’da aşk yoktur, sevgi vardır” diye cevap
verebiliriz. Bir şeyin İslâm’da olması demek, “Kur’ân’da kaynağının bulunması”
demektir. Kur’ân’da ise aşk kelimesi yoktur. Çünkü aşk normâl olmayan bir durumun
göstergesidir. Bir a-normâllik durumudur. Bu nedenle bahsedilseydi bile olumsuz
anlamda kullanılabilirdi.
Allah, bırakın
aşkı, kuru-kuruya olan sevgiye bile değer vermiyor ve bu sevginin hayattaki
karşılığını eylemsel anlamda görmek istiyor: “Ey îman edenler, içinizden kim dîninden geri döner
(irtidât eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da
kendisini sevdiği mü’minlere karşı alçak-gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü
ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir
topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah
(rahmetiyle) geniş olandır, bilendir”
(Mâide 54).
Sevgiyi bile
abartmamak lâzım. “Sevgiyi (meveddet) ilahlaştırdınız” der âyet: “Dedi ki: ‘Siz gerçekten, Allah’ı bırakıp
dünyâ-hayâtında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar)
edindiniz, (putlaştırıcı bir sevgi edindiniz). Sonra kıyâmet günü, kiminiz kiminizi
inkâr edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lânet edeceksiniz. Barınma-yeriniz
ateştir ve hiç-bir yardımcınız yoktur” (Ankebût 25).
Ramazan Kayan:
“Sevgi
insanoğlunun en asil ve en aziz erdemlerinden biri olduğu gibi aynı-zamanda
onun en sarsıcı ve en muhâtaralı (zarar, tehlike) sınav alanlarından da
biridir. Sahih bir kulluğun en sağlam boyutu, sınırlarını Allah’ın belirlediği
bir sevgidir. “İnsanlardan kimi de vardır ki, Allah’tan başkalarını O’na denk
tutar (eş koşar) onları Allah’ı sever gibi severler. Îman edenlerin ise Allah’a
olan sevgisi daha kuvvetlidir” (Bakara165). Bu âyet-i kerime muhabbetin
ulûhiyet ve ubûdiyet boyutuna vurgu yapmaktadır. Anlaşılan o ki; her ne
olursa-olsun Allah gibi sevmek şirktir. Allah için sevmek sevaptır.
İnsanlık-târihi
boyunca bir-çok şirkin ve sapkınlığın menşeinin sevgi olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Allah’a rağmen bir sevgi, hüsrân ve hicrândan gayrı nedir ki?. Allah’ı
sevme seviyesinde seyreden sevgilerin kim için olursa-olsun mahzâ şirk
olduğunda kuşku yok. Velev ki bu bir peygamber bile olsa. Değil mi ki;
Hristiyanların Hz. Îsâ’ya (a.s.) olan sevgileri onları nasıl bir şirke
sürükledi?. Nice kahraman, ahbar, ruhban, meşâyih, ekâbir, şah, sultan, kral,
lîder, üstad, dilber, meşhûr, sanatçı, eser, eşyâ, meta, sistem, ideoloji,
kurum, kuruluş, parti, devlet, otorite, yapı, kavim, kabîle, ırk, ülke, ulus,
asâlet, aşîret, mezhep, meslek, meşrep, kariyer, süreç içersinde sevgi putunun
öznesi olmadılar mı?.
Sevgiyi vâr eden Allah sevgiye bir sınır getiriyor. Kimse kimseyi
Allah gibi sevmeyecek. Sevgi de, buğz da Allah için olacak. Sınırsız sevgi
tutsaklıktır. Köleliktir. Her-şeye bir ölçü belirleyen Rabbâni disiplinde sevgi
konusunda da başı-boşluğa yer yoktur. Sevginin süflîleşmesine İslâm izin
vermiyor, ulvî sevgilere bizi yönlendiriyor. Sevgi üzerinden gelen sefâlete,
sefâhete, şehvete ve şirrete “dur” demek durumundayız. Bu-gün modernizm
üzerinden gelen “sevgi sömürüsü”, kapitâlist sistemlerin besleyici en güçlü
damarı. Sevgi istismârı o kadar güçlü ki, bir-çok isyânın, haramın, kirliliğin,
pisliğin, pespâyeliğin pazarlanması sevgi üzerinden estetize ediliyor. Çıkara,
şehvete, hazlara, kodlanmış sevgiler değer, doğru, ahlâk, iffet tanımıyor.
Sevgi, karargâhı olan kâlbi terk etti, ayağa düştü. Rûhun elçisi olan sevgi
gitti, hevânın habercisi olan sevgi türedi. Bu-gün sevgi medeniyetinin
çocukları sevgi savrulmasına mâruz kaldılar. “Sevgi yetmezliği” en ciddî maraz.
Sevgisizliktir rûhumuzu daraltan. Mat, ham, çiğ, sığ, çorak, kurak, bencil,
bireyci hayatların bir sebebi de sevgi yoksunluğu değil midir?. Şâyet Allah
bizden sevebilme duygusunu almışsa bundan daha büyük bir musîbet olabilir mi?.
Kaldı ki bir-birimizi sevmedikçe îman etmiş bile sayılmıyoruz. Bize “ama”sız
sevgi lâzım. Yâni pazarlıksız, garazsız, ivazsız. Her-şeyden önce sevgi
dürüstlük ister. Sevgi (4S) ile desteklenmedikçe sâhici ve kalıcı değildir. Sadâkat.
Samîmiyet. Sorumluluk. Sabır. Gözü Leylâ’dan başkasını görmeyenlerin Mevlâ ile
bir ilgileri kalmaz” der.
Şiirde de şöyle deniyor:
Sevgi kaldırım çiçeği olmuş düşmüş ortaya,
Ne kadar çok ve ne kadar hor kullanılmış vah vah!.
Kimi görsem “sevgi” denen bir yem takıyor oltaya,
Kâh balık diyor yakalarsa, “sevgilim” diyor kâh.
Sevdâ “kara”
(siyah) demektir, yâni sevdâ “kara-sevdâ”dır ve bir-zaman sonra insanın hem
içini hem de dışını karartır.
“Allah
sevgisi”nden çok “Allah korkusu”na ağırlık veren ilk zâhidler de aşktan söz
etmemişlerdir. İlk defâ 8. yüzyılda Allah ile kul arasındaki sevgiyi anlatmak
üzere nâdiren de olsa aşk kelimesinin kullanılmaya başlandığını gösteren
rivâyetler vardır. ”Kulları içinde ise Allah’tan ancak âlim olanlar
içleri titreyerek-korkar”(haşyet)
(Fâtır 28) diyen Kur’ân, Allah karşısında aşktan-sevgiden ziyâde korkuyu
öne çıkarmıştır. Bu nedenle “Allah korkusu”ndan bahsedilebilir fakat “Allah
aşkı”ndan bahsedilemez. “Kulun Allah’ı sevmesi” anlamında bir Allah sevgisinden
bahsedilebileceği bile bizce tartışma konusudur. Çünkü ne de olsa seven “etken”,
sevilen “edilgen”dir. Kulun Allah’ı sevmesi O’nu hâşâ “edilgen” durumuna sokmak
anlamına gelebilir. Allah bizi sever, fakat kulun Allah’ı sevmesi konusu
üzerinde konuşulmalıdır. “Hubb” kelimesi “sevgi”den ziyâde “bağlılık” anlamına
gelir/gelmelidir. Bu yüzden sevgi için daha derin anlam olan “Vedûd” kelimesi
belki daha uygundur.
Kur’ân’a göre; “Allah’ı
sevmek” demek, “Peygambere uymak” demektir: “De ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin
ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Âl-i İmrân
31)
Sevgi
bile “maddî olan”a olur. Maddî olmayana nasıl sevgi duyulabilir?. Maddî
olmayana duyulan şey “saygı”dır. Sevilen şey-kişi-varlık bilinmediğinde, ona
duyulan duyguya nasıl sevgi denebilir?. O’nun yaratışına karşı duyulan
hayranlık başkadır. O yaratışa saygı duyulur ve hayret edilebilir. Dolayısı
ile, sâdece yaratılmış olana sevgi duyulabilir. İnsan, dağ, deniz, toprak,
çiçek, böcek vs. gibi şeylere karşı sevgi olabilir ve bu doğaldır. Fakat bunlar
maddî olanlardır. Allah’ı sevmek demek, “O’nun yarattıklarını-yaratışını
sevmek” demektir. O hâlde O’na (Allah) sevgi duyulmaz, îmân edilir. Fakat
Allah kullarını sevebilir. Sevgi, “üstün” olanın “düşük” olana, yada “aynı
değerde” olanların bir-birlerine gösterdiği merhâmetten kaynaklanan bir
duygudur. (Şehvetten kaynaklanana “aşk” denir). “Düşük” olanın “üstün” olana
göstereceği duygu ise saygı, korku-haşyet ve îmandır. Îmân ise fiili olarak
gösterilmedikçe ispatlanamaz. O hâlde Allah, kendisi için/adına bir şeyler
yapıldığında “râzı” olur. İşte bu nedenlerle Allah’a aşk/sevgi duyulmaz, îmân
edilir ve bu îmânın bir gereği olarak insana sevgi duyulur/duyulmalıdır.
Özellikle mü’minlerin bir-birlerini sevmeleri gerekir. Gerçi kâfirlere karşı da
şedid olmalıdırlar: (Mâide 54).
İnsanın bir varlığa sevgi
duyması için o şeyi “bilmesi” gerekir. Bir-şeyi “bilmek” demek ise, “o şeyi sınırlarını görebilmek” demektir. İnsan ancak, “sınırlarını görebildiği” şeyleri bilebilir ve o şey hakkında duygu geliştirebilir. Sınırlarını
göremediği şeyi
ise “bilmiyor” demektir ki insan bilmediği bir-şey için ancak korku-haşyet-saygı duyabilir. İşte
Allah da, sınırları olmayan bir Varlık
olduğundan, bilinemez. Bu nedenle Allah’a sevgi
duyulmaz ama O’na îman edilir, saygı
duyulur, korkulur (havf-haşyet). İnsanın
sevebileceği şey, “Allah’ın mutlak
varlığı”
değil, yaratışı-yarattıklarıdır. İnsan, Allah’ın yarattıklarını sevebilir, insanlar arasından seçtiği peygamberleri sevebilir,
gönderdiği vahiyleri sevebilir; zîrâ bunların sınırlarını
görebilir, onlarla âşinâlık kurabilir.
Fakat Allah’ın Mutlak Varlığını bilemeyeceği için O’ndan ancak haşyet duyar. Bu nedenle Allah kulunu sever ama kul Allah’a îman eder, haşyet
duyar. Zâten bitkiler ve hayvanlar
da
“cevher farkı” nedeniyle insanı sevemez; fakat onlar insanın emrine âmâde kılınmıştır. Biz Allah’a “bağlılık” (hub) gösterdiğimiz
gibi; eşyâ da insana “bağlılık” gösterir. Çünkü eşyâ, insana musahhar (emre
âmâde) kılınmıştır:
“Göklerde ve
yerde olanların hepsini kendinden bir lütuf olarak size âmâde kıldı. (Ve sahhara lekum mâ
fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu). Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için deliller
vardır. (Câsiye 13).
İslâm’i kaynaklarımızda,
Kitapta ve sünnette “aşk” kelimesi kullanılmamıştır. Hele Allah için hiç
kullanılmamıştır/kullanılamaz. Çünkü âşık olmak bir zaafın, eksikliğin ve
başkasına ihtiyaç duymanın ifâdesidir. Sevgi böyle değildir. Allah aşık olmaz,
ama sever. “Işkullah” diye bir kelime yoktur ama “hubbullah” diye bir kelime
vardır. Süleyman Çelebi’nin mevlitte Allah’a: “Gel habîbim, sana âşık olmuşam”
cümlesini kullandırması bir hezeyandır. Allah için böyle bir ifâde
kullanılamaz. Çünkü bu ifâde bir âcizlik ifâdesidir ve -hâşâ- Allah için bir
âcizlikten bahsedilemez. Aslında âşıklık bir mü’min için bile
kullanılmamalıdır. Mü’minin böyle bir hâle düşmesi onun için bir felâket olur.
Zâten mü’min Allah korkusuyla/haşyetiyle dolu olduğu için böyle hezeyanlara
müptelâ olması söz-konusu da değildir. Aşk, aklı blôke eden/örten bir dürtüdür
ve İslâm’da aklı örten her-şey haramdır, yasaktır. Erich Fromm der ki:
“Ergin bir erkekle ergin bir kadın arasında sevgide
çoğu-zaman narsisist özellikler vardır. Bir kadına âşık olan erkek, “onun”
olduktan sonra narsisizmini kadına aktarabilir. Kadında bulunmayan, kendisinin
ona yüklediği niteliklerden dolayı kadına hayrân olur, ona tapar; kadın, salt
bir parçası olduğu için, o erkeğin gözünde olağan-üstü niteliklerin sâhibi
olur. Böyle bir insan çoğu-zaman sâhip olduğu şeylerin olağan-üstü güzellikte
olduğuna inanacak, onlara “âşık olacaktır.
Freud’a göre bir kadına âşık olan erkek, kadını
kendi narsisizminin nesnesi yapar; bu yüzden erkeğin bir parçası olan kadın
olağan-üstü bir güçle arzulanan bir varlık olur. Kadın da erkek karşısında
aynı tutumu izleyebilir; böylece “sevgi” değil de bir tür “iki kişilik
çılgınlık” olan “büyük aşk” ortaya çıkar. Her iki kişi de narsisizmlerinden
kurtulmuş değillerdir; -başkaları şöyle dursun- birbirlerine karşı bile gerçek,
derin bir ilgi duyamazlar; alıngan ve kuşkuludurlar; büyük bir olasılıkla ikisi
de kendilerine tâze, narsisist doyumlar sağlayacak yeni kişilere gereksinme
duyacaklardır. Narsisist kişinin gözünde eşi hiç-bir zaman kendi hakları
olan yada kendi gerçekliği içinde var-olan birisi değildir, yalnızca eşinin
narsisist bir biçimde yüceltilmiş benliğinin bir gölgesidir. Oysa “hastalıklı
olmayan sevgi” iki insanın karşılıklı narsisizmine dayanmaz. Hastalıklı olmayan
sevgi, kendilerini iki ayrı varlık olarak algılayan ama genelde birbirleriyle
açılıp bütünleşen iki kişi arasında kurulan sürekli bir ilişkidir”.
Aşk aslında
zannedildiği gibi mânevi bir olay değil, maddî bir olaydır. Çünkü beden ile
ilgilidir, yâni şehevî bir olgudur. Sâdece cinsel bir şehvet değildir, her
türlü “aşırı-isteme” hâlidir. Aşırı-istemenin bir sonucudur. Şehvetin
oluşmasına aşk denir. Bu istek/şehvet giderilmediğinde adamı zıvanadan çıkarır.
Ne yapacağını bilemez hâle getirir. Artık o kişi, mantıklı düşünemez/konuşamaz/edip-eyleyemez
duruma gelir. Bu yüzden bu istek/şehvet bir-an önce giderilmelidir ki kişi
mevcut delilikten kurtulsun. Bu şehveti/isteği doğal ve helâl yoldan
giderenlerin böyle bir sorunu olmaz zâten. Âşıklık en çok cinsel meselelerde
kendini gösterir. En çok cinsel istekle ilgilidir. “Vallâhi öptürmem, ölürsün
aşkından” denir şarkıda. Gerçekten de öyledir. Öpemedi ya.. deli olur,
çıldırır. Bir öpse aşk-meşk kalmayacak. Aklı başına gelecek. Çünkü tatmin
edilmemiş şehvet, insanı şeytanı aratır hâle bile getirebilir. Bu yüzden bu
tarz şehvetin/aşkın en iyi tedâvisi “yatakta” olur. (Yatak-istirahati şarttır).
Aşk, erotik bir
durumu/hâli ifâde eder. TDK sözlüğünde “erotik” kelimesinin anlamı için şunlar
söylenir:
1-Aşkla ilgili olan, aşkı anlatan, kösnül
(şehvâni), erosal, şehevî, şehvâni.
2-Cinsel aşkla,
cinsiyetle ilişkisi olan, kösnül, erosal.
Aşk, “erotizm”
ile ilgilidir. Cinsellik ve şehvet ile ilgilidir. Eros
için “aşk tanrıçası”
denir fakat aslında “cinsellik
ve şehvet tanrısı”dır, “erotizm tanrısı”dır. Eski
Yunanca “éros, erot, έρος, εροτ”, “cinsel sevi, cinsellik tanrısı” sözcüğünden alıntıdır. Zâten
“erotik” kelimesi de “Ero-s”tan gelir.
Eros “erotik” ve “ereksiyon”
ile ilgilidir. Yunanlıların “aşk” için iki sözcüğü vardır: 1- Agape; “derin ve
rûhânî aşk”ı ifâde eder; 2- Eros; “fiziksel arzu ve ihtiyaçlar”ı ifâde eder.
“Erotik” sözcüğü bu tür bir aşktan gelir. Eros için şunlar söylenir: “Yunan
sanatında çoğunlukla kanatları, gümüşten yayı ve okuyla resmedilen Eros’un
cinsel arzuyu ateşlediği düşünülür. Eros’a plastik sanatlarda ve edebiyatta
yakıştırılan karakter özellikleri zaman içinde değişir. Erken Yunan
tasvirlerinde ‘iri-yarı genç bir adam’ olarak resmedilirken sonraları daha
oyunbaz, ele-avuca sığmaz bir karakter olur. Roma sanatında (ve sonrasında) ise
Tanrılara ve ölümlülere onları âşık edecek oklar fırlatarak dolaşan tombul bir
bebek olarak resmedilir. Eros ve kâlbe saplanan ok ikonografisi, bugün de
yaygın olarak kullanılmaktadır”.
Zâten “aşkın meyvesi”
çocuktur ki çocuk, cinsel ilişkinin bir sonucudur.
Aşk denilen şeyin
bir gerçekliği yoktur. Schopenhauer aşk
hakkında şunları söyler:
“Rochefoucauld, üzerine konuştuğumuz,
ama aslâ gözümüzle göremediğimiz bir şey olduğu için aşkın bir hayâletle karşılaştırılabileceğini söyler, Lichtenberg de Ueber
die Macht der Liebe isimli denemesinde aşkın
gerçekliğini ve doğallığını tartışır ve
reddeder. Ne kadar yüksek ve ulvî görünürse-görünsün, her
türlü aşk bütünüyle cinsiyet güdüsünden
kaynaklanır”.
Kadın ve erkeğin
yapıları, karbon-temelli olma bakımından aynıdır. Aradaki fark, erkeklerin
vücutlarının daha kıllı ve kaslı olmasına karşın, kadının vücûdunun çok daha
kılsız ve kassız/yumuşak olmasıdır. Kadının vücûdunda erkeğe göre fazladan bâzı
kıvrımlar ve dolgunluklar da vardır. Bir de erkekte bir “çıkıntı” bulunurken,
kadında bir “girinti” vardır. Aradaki farklar aşağı-yukarı bu şekildedir. Rûh
noktasında ise ikisi arasında fark yoktur. Çünkü rûhta cinsiyet olmaz. Kadında
bir de erkekten farklı bâzı salgılar salgılanır ve farklı bir hormon yapısı
oluşur. Bu hormonâl yapı kadının erkekten daha farklı özellikler kazanmasına
sebep olur. Meselâ “annelik” gibi.
Şimdi; Erkek,
kadının neyine ve neresine âşık olur?. Aynı-şekilde; kadın da erkeğin neyine ve
neresine âşık olur?. Yâni, bir-birlerinin neyi ve neresi yüzünden kendilerini
kaybedecek kadar sersemleşirler?. Kadınlar erkeklerin kıllı ve kaslı vücûduna
ve “çıkıntı”sına mı; yoksa erkekler kadınların yumuşak ve kılsız vücûduna ve “girinti”sine
mi?. Yada birbirlerinin hormonlarına mı?. Rûhlarına olamaz, çünkü ikisinde de
aynı rûh var. Eğer âşık olunan nokta bu saydığımız özelliklerden her-hangi
birine yada tamâmına ise, deriz ki: “Bu saydıklarımız maddî şeylerdir”. O hâlde
âşık olanlar, kişilerin maddî yanlarına âşık olmuşlardır. Maddeye âşık
olmuşlardır ki bu, aşkın mâneviyatla alâkasının olmadığını gösterir. Yâni aşk
mânevi değildir, maddîdir, bedenîdir, şehevîdir. Kendisinde olmayanı
karşısındakinden “isteme” ile alâkalıdır. Ölçüyü kaçırmış aşırı bir istektir
bu. Hâlbuki “sevgi”de böyle sapıklığa varan aşırı duygular olmaz. Seven kişi
karşısındakini canlı yada cansız, şuurlu yada şuursuz olsun sever ve onunla
ilgilenir. Sâdece canlıyı değil, cansızı da sever, Peygamberimizin bir dağı
sevdiği gibi:
Enes
b. Mâlik (r.a)’tan rivâyet edilmiştir: Resûlullah (s.a.v.), Uhud dağına bakıp: “Doğrusu
Uhud, bizi seven bir dağdır. Biz de onu severiz” buyurdu. Buhârî, Cihad 71;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/140.
Aşk
çok bencildir, sevgi ise çok cömert. Çünkü sevgi paylaşır-paylaşılır ama aşk paylaşmaz-paylaşılmaz.
Leylâ ile Mecnûn’un
hikâyesi -birileri ne kadar mâsum gösterse de- aslında bir zavallılığın hikâyesidir.
Mecnûn’u mecnûn yapan yâni “cinlerin oyuncağı” hâline getiren, (Mecnûn, “cinlerin
oyuncağı olmuş” demektir) onu âşık eden, Leylâ’ya (yada geceye/sükûna)
ulaşamamış olmasıdır. Aşk, ulaşamamanın bir tezâhürüdür. “Allah aşkı” denilen
sapıklığın kaynağı da budur zâten: Ulaşamamak. “Allah aşkı” denen şey
ulaşamamaktan doğan bir yorumdur. Hâlbuki Allah bizden kendisine ulaşmamızı
değil, “kul” olmamızı ister. Böylelikle kurtuluruz delirmekten yada âşık
olmaktan.
“Aşk”ın anlamlarından biri
de “sarmaşık”tır. Sarmaşık, “sarılmak”, “sarmaş-dolaş olmak”la alâkalıdır.
Allah’a âşık olmak, -hâşâ- “Allah’la sarmaş-dolaş olmak” anlamına gelir ki,
bundan daha büyük bir terbiyesizlik olmaz. Sarmaş-dolaş olmak, kadın-erkek
arasında, cinsi münâsebet sırasında olur ancak. O hâlde âşık olmak, Sonsuz
Kudret Sâhibi Olan Allah ile kul arasında değil, iki “denk” arasında yâni
insan-insan arasında meydana gelebilir. Zâten dediğimiz gibi; aşk cinsî
münâsebetle nötralize edilmediğinde, bir travma hâli olarak tezâhür eder.
Âdem
Güneş: “Travma, kişinin başa çıkabilme yeteneğini aşan olaylar karşısında, rûhsal
kilitlenmişlik hâlidir,
geçici bir şok durumudur” der. Aşk
bir travma hâlidir. Öyle bir travma hâlidir ki, bir-zaman sonra “ulaşamamak”
daha çok hoşlarına gitmeye başlar. Âşık olunan şey travma hâlinin kendisi
olmaya başlar. Kafayı yemiş olmayı hoş görmeye başlar âşık. Eğer Mecnûn, Leylâ’yı
görüp sevdiğinde hemen istetip evlenebilselerdi, böyle bir hikâye olmayacaktı.
Mecnûn da Leylâ da “murâda” erecekti ve her-şey yoluna girecekti. Böyle bir
travmadan da kurtulacaklardı. Çünkü birbirlerinin ulaşılamayacak bir varlık
olmadığını görüp anlayacaklardı. Nevzat Tahran:
“Âşık
olmak ile ‘Obsesif-kompulsif kişilik bozukluğuna sâhip olmak’ vücutta aynı
biyokimyâsal etkiyi yaratıyor” der.
Aşk
travması sırasında ön-beyin blôke olur.
Aşk aslında bir
takıntı hâlidir. Ömer Hakan Yavaşoğlu:
“Nörologların, birbirine sırılsıklam âşık
onsekiz çiftin beyinleri üzerinde yaptıkları fonksiyonel-MRI sonuçları çok
şaşırtıcı sonuçlar vermiştir. Sonuçlarına göre, çiftlerin özellikle bazal
ganglionlarında yoğun saptanan hareketlilik, bu tutkulu-aşırı bağlılığının bir
nevî obsesif kompülsif bozukluk ile benzeşir. Çünkü Obsesif vâkâlarda da bu
çiftlerin beyinlerinde de aynı şekilde bazal ganglionlarda hareketlilik vardır
ve her iki çalışma grubunun özellikle parieto-oksipital loblarında eş-zamanlı
de-aktivasyon saptanmıştır. Bunun anlamı bilindiği gibi hem obsesiflerde hem de
tutkulu âşıklarda kortikal aktivasyonun azalmasıdır. Zâten âşıkların aklının
başından gitmesi, kadim medeniyetlerin ünlü aşk hikâyelerinde asırlardır
kelâm-ı kibar ile vurgulanır” der.
Âşık olmuş bir
peygamber-örneği yoktur. Bir kadın yüzünden divâne olup çöllere düşmüş, pespâye
bir duruma gelmiş, yanıp-yıkılan bir peygamber-hikâyesi yoktur. Peygamberimizin
hayâtı boyunca 11 hanımı olmuştur (aynı-anda/zamanda dokuz hanımı bulunmuştur
ölümlerinden dolayı) ama hiç-birine âşık olmamıştır. Lâkin hepsini de sevmiştir
ve onlarla ilgilenmiştir. Peygamberimiz için âşık kelimesi halkın bir
yakıştırması olarak sâdece Hira inzivâları için söylenmiştir, “Hira’ya âşık
oldu” şeklinde. Oysa kendisini oraya çıkaran ve uzun zamanlar kalmasına neden
olan şey “aşk” değil “dert” idi. Peygamberler ve onların vârisleri aşka değil,
derde tâlip olanlardır. Aşka “boş” insanlar tâlip olurlar.
Aslında âşık (aşırı
tutku) olmak için karşıdakinin insan olmasına bile gerek yoktur. Kişi
kedisini-köpeğini, atını-eşeğini bile deli gibi sevebilir ve “onsuz yapamaz”
duruma düşebilir. Yâni onlara âşık olabilir. Hattâ karşıdakinin canlı olmasına
bile gerek yoktur. Saatlerce arabasını/motosikletini/bisikletini silip-süpüren,
yağlayıp-yıkayanlar vardır ve bu aşktır. Zâten âşık olmasa o kadar zahmete
girmez ve emek veremez.
Aşk şehevî
olduğu için şeytandandır. Şeytanın “sürekli vesvesesi”dir aşk. Şeytanın kişiyi
oyuncak etmesidir. İnsanı kör-kütük âşık eden şeytandır. “Kör-kütük âşık olmak”la
kör-kütük sarhoş olmak arasında fark yoktur. İki hâlde de kişiler aynı
eylemlerde bulunurlar ve aynı tepkiyi verirler. Haram işlemişlerdir zîrâ.
Şeytan
tarafından üretilen ve tâğutlar tarafından kışkırtılan aşkın bu kadar gündemde
tutulmasının sebebi, insanların aşk-sarhoşluğu ile hayâtın gerçeklerinden
koparılmak istenmesidir. Ne yapacağını bilemez hâlde olan insanların en çok yaptığı
şey, hem kendini hem de eşyâyı tüketmek olacağı için bu durumdan en çok kapitâlist
tâğutlar kârlı çıkarlar. Tam da kolayca kullanacakları bir model-insan
bulmuşlardır. Âşık olan ne yapmaz ki?. Âşık olana ne verseler gider, ne
üretseler satar. Sarhoşlara olduğu gibi.
Aşk bir tapınma
hâlidir. Eski çağlarda kadınlara tapılırdı
(Artemis, İsis, Afrodit vs.). Kadına tapınma şimdi de “aşk, âşık olmak”
üzerinden yapılıyor.
Îman ile aşk bir-arada
bulunamaz. Aşk şirktir çünkü. Aşk bir çeşit şirk üretir. Âşıklar birbirlerini
ilâhlaştırmadan âşık olamazlar. Birbirlerini hatâsız kabûl ederler meselâ. “En
iyisi” zannederler. Âşıklar birbirlerine Allah’ı anmayı unuttururlar en başta -ki
bundan büyük bir felâket yoktur-. İnsanların âşık olan kişilere yarı-gülümseme
hâlinde bakmaları bir imrenmeden değil, alışkanlıktandır. Tâğutlar alttan-alta
böyle yönlendirirler toplumları. Buna bir de tasavvufçuların sapıkça “Allah
aşkı”nı da katarak destek olmaları bu işin toplumsal bir travma/hastalık hâline
gelmesine yol açar. “Allah aşkı” diye bir saçmalık hâşâ ve kellâ yoktur, olamaz
da. “İlâhi aşk” söylemi, insanın ürettiği en büyük terbiyesizliktir. İlâhi
aşk kavramı, müslümanların yozlaşmasına neden olan etkenlerin ilk başta
gelenlerindendir. Âşık olan kişi
tevbe edip uzaklaşmalıdır bu belâdan. İyi bir gusül abdestiyle işe başlamak
yararlı olacaktır.
Filozof=Filozofi-filosofya;
tasavvuf=“tasofi”. Bu kavramlardaki “sofi”nin kaynağı “Sofya”dır ki, Sofya
dişidir. Bu nedenle sofilik, dişil prensipleri öne çıkarır. Tasavvufun, ana
düşünme prensibi olan “aşk”ı aşırı öne çıkarması, hattâ aşk-merkezli ilim ve
düşünme anlayışı, “sofi” yâni “dişil prensip”ten kaynaklanır. Filozofların
düşünceleri ve hattâ Fransız Devrimi’nden sonraki, kadınlara=dişi-dişil
söylemleri ve uygulamalarının kaynağı da budur. Sofi=sofya, dişil, aşk-merkezli
bir düşünüş şeklidir. “Aya Sofya” bu düşünüşün mîmâri şeklidir.
Ali
Şeriati:
“Hallac’a
gelince... O da, alev-alev yanan bir adamdı. Alevlerin içindeki adamdan
sorumluluk beklenmez. Onun işi de, yanmak ve çığlık atmaktır. Hallaç niye
yanıyordu?. Tanrı’ya, duyduğu şiddetli aşktan. Başını ellerinin arasına alıp,
Bağdat sokaklarında, “bu kafamı kırın... Bana isyân etti!.. İçimdeki yangından
kurtarın beni, .. Ben hiçim... Ene’l-Hakk’ım!” diye bağırarak koşuyordu. “Artık
ben yokum, vârolan ancak ve ancak Tanrıdır” demek istiyordu. Hallaç, sürekli
Tanrı ateşiyle yanıyordu ve onun gerçek esrikliğinin kaynağı buydu. Fakat Îran
toplumunda, yirmi-beş milyon Hallac’ın bir-araya geldiğini bir düşünün.
Herkesin “Gelin beni öldürün... Artık dayanamıyorum... Ben hiçim... Cübbemin
içinde Tanrı’dan başka bir şey yok!”, diye sokaklara fırladığını bir düşünün...
Bu-tür ateşli tutkular, bir-tür mânevî veya mistik divâneliği gösterir. Eğer
bir toplumda, herkes Hallaç gibi olacak olursa; sefâlet ve yıkım ortalığı
kaplar” der.
Aşk, “sınırı
olmayan bir şey”dir. Hâlbuki sınırı olmayan tek şey Allah’tır ve aşk (hâşâ)
Allah değildir. Aşk, sınırsızlığın da bir göstergesi olduğundan, âşık olan kişi
de sınırsızca işler yapabiliyor ve nerede duracağını bilmiyor. Kırmızı
çizgileri siliniyor âşık olanın. Hem kendini hem de karşısındakini
sınırsızlaştırarak ilâhlaştırıyor ve artık âşık olduğu kişi yanına gelse bile
kâr etmiyor, fayda vermiyor ve kendine gelemiyor. O sınırsızlığın şeytâni
tadını aldığı için artık âşık olduğu kişi de yetmiyor ona. Hikâyede de anlatıldığı gibi; Arapçada “deli” anlamına
gelen “Mecnûn” mâlûm sevda yüzünden çöllere düşer. Mecnûn’a bir-çok kişi Leylâ’yı
unutmasını söyler; ancak onun için kâinât artık Leylâ’dan ibârettir ve hiç-bir
şekilde bu aşktan vazgeçmez. Mecnûn çöldedir ve aşkın bin-bir türlü cefâsıyla
yoğrulmaktadır. Dünyâ’yla bütün bağlantısı kesilir ve sâdece rûhuyla yaşar hâle
gelir. Leylâ’nın vücûdu da dâhil olmak üzere bütün maddî varlıklarla ilişkisi
bitmiştir. Bir-gün Leylâ çölde onu bulur ama Mecnûn onu tanımaz ve; “Leylâ
benim içimdedir, sen kimsin?” der.
Hayâtın doğal
zorluğunun üstesinden gelmekte zorlananların yaptığı şey,
sigara/uyuşturucu/içki/kumar/zîna gibi pisliklerden başka bir de âşık olma pisliği/lânetidir.
İcâbında zorla âşık olurlar, yada âşık olma rôlü yaparlar. “Güdümlenmiş” bir
olaydır çünkü aşk biraz da. Âşık olmayan kişileri küçük görme vardır toplumda.
Bu, kendi küçüklüklerinden doğan bir küçük-görme kompleksidir. Âşık olan kişi
bu “dert”ten tez-elden kurtulmalı ve iyi bir gusül abdesti alarak normâl hayâtına
geri dönmelidir. Gusül-abdesti şarttır, zîra âşık olmak bir cünüb/cenâbetlik
hâlidir. Cenâbet “uzak olmak” demektir. Mânâdan, akıldan ve kendinden uzak olma
durumu. Bu negatif durumu en iyi, su ile alınan abdest değiştirir ve insanı
kendine getirir. Mü’minler de bu insanlara hem duâ etmeli hem de îcâbında
tedâvi edilmelerine ön-ayak olmalıdırlar. Bu hem insânî hem İslâm’î
vazîfeleridir müslümanların.
“Aşkın gözü
kördür” denir. Gözü
kör olan bir şey insanları nasıl doğru bir yere götürsün ki?.
Götüreceği yer bir uçurum olabilir ancak. Bu nedenle, bırakın âşık olmayı, aşka yaklaşmamak gerekir. Çünkü
yaklaşınca muhakkak bu belâya bulaşılır. Zîna gibidir: yaklaşırsan yaparsın/olursun.
Âşık olandan
dengeli bir söz ve hareket sâdır olmaz. Saçmalama hâlindedir âşık. Bu durumdan
keyif almasının nedeni ise aşkın “şekerli-tatlı bir zehir” olmasıdır. Tatlı bir
haramdır aşk.
Âşık kendini bir
şey zanneder, herkesten üstün görür kendisini. Sarhoşlar gibi; Dünyâ’yı kendi
ekseninde dönüyor zanneder. Zanneder ki âşık, kimse onunla aşık atamaz.
Yine aşk, sağlığı da çok
olumsuz yönde etkileyen bir travmadır. Yâni sâdece rûhî değil, maddî-bedenî
yapıyı da bozar.
Aşk, insanlığın neredeyse tamâmının taptığı bir puttur. Gerçekliği
olmayan bir şey (aşk) îcad ediyorlar ve bunun üzerine de edebiyat
parçalıyorlar: Aşkın gücü; aşkın gözyaşları; aşkın büyüsü vs. vs. Aşk diye bir
şey yok ki gücü-gözyaşları-büyüsü olsun.
Aşk
biraz da tembel/aylak insanlar içindir. Hayâtını disiplinli bir şekilde
sürdüren, bir ilkesi olup da o yolda gayret içinde olanlar için “âşık olma”
diye bir durum olamaz.
Aşk,
bir başarısızlık konusudur. Bir-şey başaramayan yada başarmak için bedel
ödemeyi göze alamayanlar, kendilerini göstermek ve bir-nevi ispatlamak için
âşık olma düşüncesine kapılırlar ve tiyatro başlar. Bir de “karşılıksız aşk”
vardır ki bu, “katmerli başarısızlık” olsa gerektir.
Bâzı
travmatik kişilerin yaşadıkları aşırı kendinden geçme hâlleri dışındaki
aşkların çoğu, “susamadan içmek” yada “acıkmadan yemek” gibidir ki gösterişten
başka bir şey değildir. İlginçtir ki en çok inandırılan şey “âşık olma numarası”dır.
Âşık numarası yapmak kolaydır zîrâ.
Aşk
“geçici” olandır. Boşanmaların çoğalmasının bir nedeni de, âşıkların(!)
sayısının çoğalmasıdır. Bedeli ödenmeyen şeyin bereketi de olmuyor. Bedelsiz-zahmetsiz,
geçici bir heves olarak aşkın kışkırtmasıyla bir-araya gelenler yada
evlenenler, o duygu doğal olarak kısa-zamanda bitince ayrılıveriyorlar. “Büyük
aşklar(!)” bile bir-kaç senede bitebiliyor. Çünkü iş bedel ödemeye, katlanmaya
gelince ortada aşk-meşk kalmıyor. O hâlde “aşk zehiri”nin panzehiri, “katlanma
ve bedel ödeme”dir. Sevgi, fedâkârlık-merkezli olduğundan bunu kolaylıkla
göğüsleyebilir fakat aşkta o dirâyet yoktur, olamaz da.
Aşk pragmatisttir. Sevgi ise ilkesel. Bu nedenle
sevgi aşka göre çok yücedir. Çünkü aşk gibi boş bir söz değildir. Âşıklar o
kadar âşık olmalarına rağmen âşık oldukları kişi için kendilerine zor gelecek
şeylere katlanamazlar. Sevgi ise öyle değildir. Sevgi eyleme ve emeğe dönüktür.
Ne diyordu “Al Yazmalım” filminde Türkân Şoray: “Sevgi neydi?; Sevgi
iyilikti; Sevgi dostluktu; Sevgi emekti”.
“Aşk evliliği” denilen şey çok zayıf bir
birlikteliktir ve bu şekilde evlenenler genelde kısa sürede ayrılırlar.
Âilelerin bulduğu kimseler arasındaki evlilik yâni “görücü usûlü” ile yapılan
evlilikler ise çok daha sağlam olur. Üstelik çoğu-zaman aşk evliliklerinden
daha mutlu olurlar. Bir İspanyol atasözünde: “Âşık olup evlenen üzüntü içinde
yaşar” denir.
Bir de toplumda çok matah bir şeymiş gibi görülen ve
üstelik çok yanlış anlaşılan aşk çeşitlerinden biri de “Plâtonik aşk” denilen
saçmalıktır. Plâtonik aşk aslında; Bir kadınla bir erkek arasında “yalnız
güzel duygular ve soyut bir sevgi” olarak kalan ve cinsel birleşmeye
dönüşemeyen ilişki-biçimidir. Zâten cinsel birleşmeye döndüğü anda ortada ne
Plâtonikliği kalır ne de Aristonikliği.
Çağımızda
aşk o kadar kutsallaştırıldı ki, artık mîde bulandırıcı, tiksindirici bir hâl
aldı. Şahsen ben âşık yada “âşıkmış gibi” birini görmekten, onunla
karşılaşmaktan korkuyorum. Hattâ o kişi hakkında olumlu düşünemiyorum.
Günümüzde “aşk” kelimesi, mîde
bulandırıcı ve tiksindirici şekilde gereğinden çok-çok fazla kullanılması
sonucunda iyice sulanmıştır.
Modern insana bakarsanız “her
yer aşk”tır. Romanlar, filmler ve diziler hep aşkla ilgili yada en azından
“aşk” kelimesi geçiyor. Zîrâ modernizm bir sorumsuzluk uygarlığıdır ve
modernlerin “aşk” dediği şey de aslında
“sorumluluk almadan sevmek(!)” demektir. Aşk kişiye geldiği anda sorumluluk
ortadan kaybolur. Bir kelime gerekli-gereksiz çok fazla kullanıyorsa, bilin ki
aslında o kelimenin ifâde ettiği şey ya ortada yoktur yada yozlaşmıştır.
Peki
insanlar bu kadar kötü bir şey ise neden severek-isteyerek aşk yaşıyorlar.
İnsanlar alışabilme yeteneği olan varlıklardır ve zamanla rezâletlere ve iğrençliklere
bile alıştıklarını her-yerde görebiliyoruz.
Kur’ân’da “aşk”
kelimesi yoktur ama aşkın olumsuz tezâhürü “Yûsuf kıssası” örneği üzerinden
anlatılır. Bâzıları Yûsuf kıssasının aşk kıssası olduğunu söylerler ama bunu
bizzat kıssanın kendisi yalanlar. Yûsuf kıssası aşk kıssası değil, “aşktan
kaçma” kıssasıdır. Yakasını bir delinin (âşığın/aşkın) elinden zor-bela
kaçarak kurtarmıştır Hz. Yûsuf. Gömleği yırttırmak pahasına; uzun yıllar zindanda
kalmak pahasına. Hz. Yûsuf’un kaçışı Züleyhâ’dan değil, aşktan bir kaçış idi.
Çünkü daha önceleri yıllarca Züleyhâ’dan kaçmamıştı. Ne zaman ki Züleyhâ şeytanın
vesvesesi ile zıvanadan çıkarak âşık oldu, işte o zaman Allah resûlü Yûsuf ondan
kaçmaya başladı.
Üstün olan aşk
değil, mücâdeledir. Bu durum Yûsuf kıssasında incelikli bir şekilde anlatılır:
“Erginlik çağına erişince, kendisine hüküm ve ilim
verdik. İşte biz, iyilik yapanları böyle ödüllendiririz. Evinde kalmakta olduğu
kadın ondan murâd almak istedi ve kapıları sımsıkı kapatarak: “İsteklerim senin
içindir, gelsene” dedi. (Yûsuf) “Allah’a sığınırım” dedi, “çünkü o benim
efendimdir, yerimi güzel tutmuştur. Gerçek şu ki, zâlimler kurtuluşa ermez”.
Andolsun kadın onu arzulamıştı, -eğer Rabbinin (zinâyı yasaklayan) kesin kanıt
(burhân)ını görmeseydi- o da (Yûsuf’da) onu arzulamıştı. Böylelikle biz ondan
kötülüğü ve fuhşu geri çevirmek için (ona delil gönderdik). Çünkü o, muhlis
kullarımızdandı. Kapıya doğru ikisi de koştular. Kadın gömleğini arkadan çekip
yırttı. Kapının yanında kadının efendisiyle karşılaştılar. Kadın dedi ki: “Âilene
kötülük isteyenin zindana atılmaktan veya acı bir azaptan başka cezâsı ne
olabilir?”. (Yûsuf) Dedi ki: “Onun kendisi benden murâd almak istedi”. Kadının
yakınlarından bir şâhid şâhitlik etti: “Eğer onun gömleği ön taraftan
yırtılmışsa bu durumda kadın doğruyu söylemiştir, kendisi ise yalan
söyleyenlerdendir. Yok eğer onun gömleği arkadan çekilip-yırtılmışsa, bu
durumda kadın yalan söylemiştir ve kendisi doğruyu söyleyenlerdendir”. Onun
gömleğinin arkadan çekilip-yırtıldığını gördüğü zaman (kocası): “Doğrusu bu,
sizin düzeninizden (biri)dir. Gerçekten sizin düzeniniz büyüktür” dedi. “Yûsuf,
sen bundan yüz çevir. Sen de (kadın) günahın dolayısıyla bağışlanma dile. Doğrusu
sen günahkârlardan oldun”. Şehirde (bir-takım) kadınlar: “Aziz (Vezir)’in
karısı kendi uşağının nefsinden murâd almak istiyormuş. Öyle ki sevgi (aşk)
onun bağrına sinmiş. Doğrusu onu açıkça bir sapıklık içinde görüyoruz”
dedi. (Kadın) Onların düzenlerini işitince, onlara (bir dâvetçi) yolladı,
oturup dayanacakları yerler hazırladı ve her-birinin eline (önlerindeki
meyveleri soymaları için) bıçak verdi. (Yûsuf’a da:) “Çık, onlara (görün)”
dedi. Böylece onu (olağan-üstü güzellikte) görünce (insan-üstü bir varlıkmış
gibi gözlerinde) büyüttüler, (şaşkınlıklarından) ellerini kestiler ve: “Allah’ı
tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak üstün bir melektir” dediler.
Kadın dedi ki: “Beni kendisi dolayısıyla kınadığınız (erkek) işte budur. Andolsun
onun nefsinden ben murâd almak istedim, o ise (kendini) korudu. Ve andolsun,
eğer o kendisine emrettiğimi yapmayacak olursa mutlakâ zindana atılacak ve
elbette küçük düşürülenlerden olacak”. (Yûsuf) dedi ki: “Rabbim, zindan,
bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir. Kurdukları
düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara (korkarım) eğilim gösterir, (böylece) câhillerden
olurum”. Böylece Rabbi, duâsını kabûl etti ve onların hîleli düzenlerini
kendisinden uzaklaştırdı. Çünkü O, işitendir, bilendir” (Yûsuf 22-34).
Kıssanın ilerideki bölümlerinden
bir-kısım âyetler de şu şekildedir:
“Hükümdar dedi ki: “Onu bana getirin, kendime bağlı
kılayım”. Onunla konuştuğunda da (şöyle) dedi: “Sen bu-gün bizim yanımızda
(artık) önemli bir yer sâhibisin, güvenilir (bir danışman-yönetici)sin”. (Yûsuf)
dedi ki: “Beni (bu) yerin (ülkenin) hazîneleri üzerinde (bir yönetici) kıl.
Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim”.
İşte böylece biz yer-yüzünde Yûsuf’a güç ve imkân (iktidâr) verdik. Öyle ki,
orada (Mısır’da) dilediği yerde konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasip
ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız” (Yûsuf 54-56).
Evet; Hz. Yûsuf ergenlik
çağına yâni artık bir kadına ilgi duyma yaşına gelince, genç/güçlü/yakışıklı
bir delikanlı olduğundan, evinde kaldığı Aziz’in karısı (Züleyhâ) onunla bir
ilişki yaşamayı istemeye başladı. Bunu çeşitli yollarla da belli etti. Ve bir-gün
Yûsuf’u bir odaya çağırıp kapıları kapattı ve isteğini açıkça söyledi. Kadın Yûsuf’a
kendini kaptırmıştı, gözü bir-şey görmüyordu, çünkü karşısında henüz “ulaşamadığı”
bir hedef vardır. Ona ulaşamadıkça büyüyen bir ateş sarmıştı her-yerini.
Yanıyordu. Ne yapacağını şaşırmış bir hâldeydi, kendinde değildi, eşine ihânet
ettiğini hiç düşünmüyordu bile. Makâmını, şânını, şöhretini unutmuştu. Öyle ki,
kimsenin ayıplamasından bile çekinmez duruma geldi. Neden böyle yapıyordu peki?.
Kendisine bunu yaptıran, onu böylesine ezik ve rezil bir hâle düşüren, kepâze
hâline getiren neden ne idi?. Evet: AŞK. Züleyhâ âşık olmuştu. Aşk bir
saplantıdır çünkü.
Züleyhâ, güzel ve çekici bir
kadındı. Onu kim istemezdi ki!. Doğal olarak sağlıklı ve genç bir “insan” olan Yûsuf
da onu arzulamıştı fakat Allah korkusu çok-çok daha baskındı. Sürekli Allah ile
irtibatlı olduğu için dik durabildi ve arkasını dönüp odadan çıkmak için koştu.
Kadın da “hedefin” uzaklaşmasına dayanamayacağı için o da aceleyle arkasından
koştu ve (aşkın yâni şehvetin ateşlemesiyle nasıl koştuysa) ona yetişti ve
gömleğinden tuttu çekti, gömlek arkadan yırtıldı. Gömleğin arkadan yırtılması
Yûsuf’un mâsumiyetinin göstergesiydi. Akıllı olan herkes bunu anlayabilirdi ve
öyle de oldu.
Gel-gelelim bir-zaman sonra
olay herkes tarafından duyuldu. Fakat âşık Züleyhâ buna rağmen hâlâ
vazgeçmiyordu. Vaz-geçemezdi ki. Çünkü hâlen âşıktı. Hedefine ulaşamamıştı, o günahı
işleyememişti, şeytan o günahı işlemeden onu rahat bırakmazdı. Âşık olmasını meşrû
göstermek niyeti ile üst-düzey kadınları çağırıp Yûsuf’u onlara da gösterdi.
Kadınlar onu görünce şehvetleri ayyuka çıktı ve onlar da o anda şeytanın oyununa
gelerek âşık oldular ve onu hemen ilâhlaştırırcasına övmeye başladılar. Ellerini
kestikleri hâlde farkında olmayacak kadar kendilerinden geçtiler ki bunu
kendilerine yaptıran şey Allah’ın zinhar yasakladığı ve hattâ cezalandıracağını
söylediği bir kendini “kaybetme ve cinnet hâli” olan aşktan başka bir şey
değildi. Kadınlar Yûsuf’u ilâhlaştırırcasına sözler söylemeye, en azından
onunla şirk koşmaya başladırlar: “Allah’ı
tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak üstün bir melektir” dediler”. Kadınlar
Züleyhâ’yı haklı buldular. Züleyhâ bu sözlerden haklılık payı çıkardı ve
şehveti yâni aşkı depreşip: “Ve
andolsun, eğer o kendisine emrettiğimi yapmayacak olursa mutlakâ zindana
atılacak ve elbette küçük düşürülenlerden olacak” dedi. Züleyhâ, Yûsuf’un
artık kendisine teslim olacağını düşünüyordu fakat bir-şeyi ıskalıyordu: Allah
korkusu. Şehvetten, aşktan, hattâ sevgiden bile önce gelen korku. Haşyetten
kaynaklanan bir tedirginlik. “Havf” değil, “haşyet”. Bu yüzden Yûsuf: “Rabbim, zindan, bunların beni kendisine
çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir” dedi ve aşk yerine zindanı
seçti. Tercihini birilerinin çok
matah bir şeymiş gibi gösterdiği bir sapıklık hâli olan aşk lehine değil, “Yûsuf
Medresesi” denilen zindan lehine kullanmıştı. Aleyhine gibi görünse de..
İşte peygamber örnekliği ve
dik duruşu böyle olur. Zindan bedelini göze alamayanlar, bir bedel gibi
gösterdikleri aşk saçmalığına sarılırlar. Evet bir peygamber, bir Allah resûlü
aşk yerine zindanı seçmişti.
Bir-zaman sonra hükümdar bir
rüyâ nedeniyle Hz. Yûsuf’tan haberdar oldu. Rüyâya yapılan hârika yorum nedeniyle
hükümdar ona güvendi ve ona önemli bir görev vermek istedi. Yûsuf, mâliye/hazîne/ülke
yöneticiliği talebinde bulundu. Dikkat edin!, aşk yerine hazîne/ülke
yöneticiliği. Bir sorumluluk almak istedi yâni. Eğer aşkı seçseydi böyle
bir sorumluluk alamazdı, çünkü aşk buna engel olurdu. Ülke yöneticiliğini
seçti. Çünkü ülkede gelir adâletsizliği en üst seviyeye ulaşmış, bu uçurum
zulüm hâline gelmişti. Yûsuf bu adâletsizliğin/eşitsizliğin giderilmesi/düzeltilmesi
gerektiğini çok iyi görüyordu ve Hz. Yûsuf, aşkı/şehveti/sarhoşluğu/kendinden
geçmeyi/şirki/şeytanı/tâğutu terk-edip; devlet yöneticiliğini, halka hizmeti,
işi, eylemi, mücâdeleyi seçti. Zulmü ber-tarâf edip adâleti/eşitliği/hakkı-hakîkati
diriltip yüceltmeyi seçti. “Aşk”a değil, “iş”e tâlip oldu.
Aşk şirktir. Zîrâ âşıklar
birbirlerine kayıtsız-şartsız teslim olurlar. Oysa kayıtsız-şartsız teslim
olunacak tek varlık Allah’tır.
Evet;.. bir peygamber; Allah’ın,
“resûlüm/elçim” dediği ve örnek gösterdiği bir peygamber, aşk yerine
zindanı; aşk yerine “görev”i seçti. Tüm peygamberler gibi..
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönderme