“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim,
dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı
yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim”
(En-âm 162-163).
Bu âyete göre İslâm içten-içe yaşanabilecek
bir din değildir. Zâten sâdece Allah katındaki tek hak din olan İslâm,
içten-içe yâni “sâdece iç-âlemlerde yaşanacak ve dışa hiç taşmayacak” din
değildir. Diğer tüm dinler yâni bâtıl dinler, içten-içe yaşanacak dinler ve
inançlar iken, İslâm ise, iç-âlemlerin inşâsıyla başlayan, sonra da dış-âlemi
de nurlandıran ve hayâtın sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî,
siyâsî vs. her alanına hâkim olmak isteyen “tek din”dir. Bunu isteyen ve hedefleyen
tek din İslâm’dır. Çünkü Allah katındaki tek hak din İslâm’dır.
İslâm hâricindeki din, inanç ve bağlılıklar bâtıldır,
bâtıl olduğunun delîli de, dîni içten-içe yaşamakla yetinmeleridir. Bâtıl
dinler “içten-içe yaşamayı” hedeflerken, İslâm ise hem içte hem de dışta yaşamayı
ve hem iç-âleme hem de dış-âleme hâkim olmayı hedefler. Bunu hedefleyen tek
din, “Allah katındaki tek hak din” olan İslâm’dır.
Bir dînin ve inancın bâtıl olduğu, onun
her-şeyi göze alıp-almamasına göre değerlendirilebilir. Bâtıl dinler, başta
âhiret olmak üzere, Allah, melek, gayb, vahiy, kitap, peygamber vs. inançları olmadığı
ve sâdece gönül hoşluğunu elde etmek düşüncesi olduğu için dînlerini sâdece
içten-içe yaşarlar, dışarıya ve dışarıda olanlara ise hiç karışmazlar ve
böylece dışarıya şeytan, nefs ve tâğutlar karışır ve hâkim olur. Allah bundan
zinhar râzı olmaz.
Bâtıl din ve inançların dîni sâdece içten-içe
yaşamak istemelerinin en önemli nedeni, böyle yaşadığında bir bedelin
olmayacağı ve bir bedel ödenmesi gerekmemesidir. Siz dîni içten-içe yaşadığınızda
size ne şeytan ne nefsiniz ne de tâğutlar karışmaz ve siz de kendi içinizde,
iç-âleminizde sapkın düşünceleriniz, fikirleriniz ve kişisel âyinlerinizle istediğiniz
gibi yaşayıp gidersiniz. Tabi bu-arada hayâta şeytan, nefs ve tâğutlar hâkim
olacağı için kaçınılmaz olacak olan adâletsizliğe, eşitsizliklere,
haksızlılara, ahlâksızlıklara, merhâmetsizliklere, vicdansızlıklara, şirke,
küfre, nifaka, fitneye, fesada ve zulme hem mâruz hem de seyirci kalacağınız
için hiç-bir ses çıkaramazsınız. Zâten siz dîninizi içten-içe yaşadığınız için
bu olumsuzlukları göremezsiniz bile.
Oysa
içte belli bir dereceye geldikten sonra dışa yönelince ve dışarıya da karışmaya
başlayınca, birileri size, “hoop, noluyor lan!” diyecektir. Sizi yolunuzdan
çevirmek isteyenler, size zulmedenler, sizi yerinizden-yurdunuzdan edenler ve
sizinle savaşanlar olacaktır. Yâni Allah katındaki tek hak din olan ve dîni
sâdece içerde değil dışarıda da yaşanması ve içeriye hâkim olduktan sonra
dışarıya da hâkim olmasını hedefleyen İslâm’ın, icâbında malların ve canların
da ortaya koyulabileceği ağır bedelleri olabilecektir. Zâten işte bu bedeldir
İslâm’ı hak katındaki tek hak din yapan ve içten sonra dışta da hâkim kılacak
olan. Bir dînin değeri, uğruna ödenen bedel kadardır.
Buna rağmen kendilerine “müslüman” diyenlerin
içinde gevşemiş ve yavşamış olanlar vardır ve böyleleri tüm zamanlarda şeytan,
nefs ve tâğutlar tarafından desteklenirler. Bu desteği de arkalarına alarak
İslâm’ı ahlâka, bilgiye, adâlete ve ibâdete indirgeyenler ortaya çıkmıştır. Bunlar
İslâm’ın hiç-bir şeye eleştirisinin, îtirâzının ve isyânının olmadığını,
siyâset içermediğini, bir devlet talebi olmadığını, hayâtın sosyâl, kültürel,
âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsî vs. alanlarla hiç-bir işi olmadığını-olmayacağını,
hattâ ahlâk ve ibâdet içeren âyetleri hâriç diğer âyetlerinin târihte kaldığını
ve hükmünü yitirdiği için artık bizim günümüzde kendi hükümlerimizi vermemiz
gerektiğini, bu-bağlamda günümüzdeki en iyi hükmün de -şeytanın hâkim olduğu-
beşerî sistemler, düşünceler ve ideolojiler olduğunu câhilce ve çok bilmiş bir
edayla söyleyerek kâfir, müşrik ve münâfık olduklarını ortaya koymuş oluyorlar.
İşte tüm bunların arkasındaki temel neden, “İslâm’ı içten-içe yaşamak” düşüncesidir.
Oysa İslâm sâdece kâlplerde, vicdanlarda, zihinlerde, beyinlerde, dört duvar
arasında yaşanacak bir din değildir. Zâten sâdece İslâm böyle bir din değildir.
Tüm peygamberler “İslâm peygamberi”dir ve onları bize örnek gösteren hayatlarına
bakıldığında hiç-birinin İslâm’ı sâdece içten-içe yaşadığı ve dış hayâta
karışmadığı görülmemiş ve duyulmamış bir şeydir. Tam-aksine onlar İslâm’ı iç-âlemlerden
sonra dış-âlemde de hâkim kılmanın derdinde olmuşlar ve bunun mücâdelesini
vermişlerdir.
Allah işte bu yüzden, her müslümanı tek-tek peygamberler gibi
olmaya çağırırken, müslümanlar buna direniyor ve İslâm’ı içten-içe yaşamakla yetiniyorlar. Fakat şu bilinsin ki, İslâm’ı içten-içe
yaşamak, “İslâm’ı sınırlı bir şekilde ucundan-kıyısından yaşamak” demek olacağı
için bu kabûl edilebilir bir şey olmaz:
“İnsanlardan
kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa
bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü
dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).
Peki İslâm
içten-içe yaşanınca “dıştan-dışa yaşanan” ne olacaktır?. Tabî ki de şeytanın,
nefsin ve tâğutların inşâ ettiği Dünyâ olacaktır. Zevk, haz, neşe, konfor,
keyif, coşku, rahatlık ve gününü gün etmek olacaktır. Gününü gün etmek,
“yerinde saymak” demektir. Modernizmi kana-kana içenler, İslâm’ı içten-içe
yaşamak istiyorlar ve yaşıyorlar.
İslâm’ı
içten-içe yaşamak isteyenler, İslâm’ı çağa yakıştıramıyorlar ve bu yüzden de onun
perde gerisinde, ortalıkta görünmeyecek şekilde kâlplerde, vicdanlarda,
zihinlerde, beyinlerde, kitaplarda, dört duvar arasında içten-içe yaşanmasını
istiyorlar ve İslâm’ın da bunu söylediği yalanını söyleyerek münâfıklıklarını
ortaya koyuyorlar.
Hayat, sünnetullah ve imtihanın gereği olarak
iyiliği-kötülüğü, yarârı-zarârı ve içi-dışı ile iç-içedir.
Modern-bilim ve teknoloji çağı Allahsız ve
doğadan kopuk olduğu için Allah’ı hatırlatmıyor ve böylece modern-bilim ve
teknolojinin etkisinde kalan müslümanlar İslâm’ı içten-içe yaşamaya başlıyor. Oysa
doğal-geleneksel toplumda doğayla iç-içe yaşandığı için Allah sürekli hatırdaydı.
Nereye baksanız Allah’ın yaratışını, sanatını, yasalarını, kudretini ve
nîmetini görürdünüz. Meselâ bir çiçek doğal olarak insana Allah’ı hatırlatır,
fakat bir entegre Allah’ı hatırlatmaz ve tam-aksine O’nun unutturur. Bu nedenle
de doğallıktan uzaklaşıldıkça Allahsızlaşma ortaya çıkar ve insan
Allahsızlaştıkça İslâm’ı içten-içe yaşamaya başlar.
İslâm sâdece “içe
doğru büyümek” değil, içten sonra “dışa doğru da büyümek” demektir.
İslâm hayâtın
içinde ve dışında yâni her alanında Allah’a teslim olmak demektir. İçte
Allah’a, dışta ise şeytana, nefse ve tâğutlara teslim olanlar kâfirlerin,
müşriklerin, münâfıkların ve câhillerin önde gidenleridir. Bunlardan hiç-bir
hayır gelmez-gelmiyor. Mü’minler ise hayâtın her alanında Allah’a
kayıtsız-şartsız ve sorgusuz-suâlsiz teslim olanlardır:
“De
ki: Bize yararı ve zararı olmayan Allah’tan başka şeylere mi tapalım?. Allah
bizi hidâyete erdirdikten sonra, şeytanların ayartarak yerde şaşkınca
bıraktıkları, arkadaşlarının da: ‘Doğru yola, bize gel’ diye kendisini
çağırdığı kimse gibi topuklarımız üzerinde gerisin geri mi döndürülelim?. De
ki: Hiç şüphesiz Allah’ın yolu, asıl yoldur. Ve biz âlemlerin Rabbine
(kendimizi) teslim etmekle emrolunduk” (En-âm 71).
Teslîmiyet olmadan temsîliyet olmaz. İslâm’ı
temsil etmek ise sâdece içten-içe yaşamakla değil, aynı-zamanda dıştan-dışa yaşamakla
olmak zorundadır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder