“…De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?’. Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri öğüt alıp-düşünürler” (Zümer 9).
“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel
olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).
Din,
ilim ve ameldir. İnsan rûhu, ancak ikisi birlikte olursa mutmain olur. Yoksa
“amelsizce” bilmekle ve “bilgisizce” amel etmekle hiç-bir yere varılamaz.
Bilenlerle
bilmeyenler elbette bir olmaz. Çünkü bilmek insana bir anlam katar, ferâset
kazandırır, bakış-açısı verir, özgüven sağlar, insanın bilgisi ve bilinci
arttıkça olayları ve olguları hemen kavrama ve idrâk etme yetisi gelişir. Tabi
bilmek aynı-zamanda görmeyi de sağladığı için insan bilince ve göründe sâdece
mûcizeleri, iyilikleri ve güzellikleri vs. değil, kötülükleri, çirkinlikleri,
adâletsizlikler, haksızlıkları, acıları, ahlâksızlıkları, şirki, küfrü, nifakı,
fitneyi, fesatlıkları ve şerefsizlikleri daha kolay ve çok olarak bilmeye ve
görmeye başlar. Bu da bilen ve gören kişiye acı verir. O-hâlde bilmek ve
dolayısıyla görebilmek, imtihanı zorlaştırır.
İşte
bu nedenle İslâm’da bilmek tek-başına değildir ve mutlakâ amel-eylem ile
birliktedir. Zîrâ İslâm bir sorunu sâdece bilmeyi ve görmeyi-göstermeyi
sağlamak için değil, o sorunu çözüp ortadan kaldırmak için vardır. Esâsen
bilmek ve görebilmek bile sorunu çözmek içindir. Yoksa İslâm’da “bilmek için
bilmek” yoktur. Eğer sorunu çözmeyecekse ve ortadan kaldırmayacaksa, bir derdi,
sorunu ve musîbeti bilmenin ve görmenin hiç-bir anlamı, yararı ve faydası
yoktur. Amel-eylemden kopuk olan “bilmek için bilmek” hiç-bir anlamı olmayan
boş bir oyalanmadır ve şeytan böylelikle insanları oyalayıp aldatmaktadır.
İnsanlık
târihi, bilenlerin bildikleriyle âmil olmamalarının târihidir. Bilgi peşinde
koşanların en son düşündükleri yada hiç düşünmedikleri şey “yapmak” yâni
bildiklerini gerçekleştirmektir. Târih boyunca Dünyâ’da meydana gelen tüm
sorunlar, bilenlerin bildiklerini icâbında her-şeyi göze alarak amel-eyleme
dökmemesi yüzünden ortaya çıkmıştır-çıkmaktadır.
Îman;
“Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve âhiret gününe kayıtsız-şartsız
teslim olmak, bunun bilgi ve bilincine ermek ve hayatta da buna göre
amelde-eylemde bulunmak” demektir. İslâm ilim ve ameldir yada bilmek ve
yapmaktır.
Allah;
“hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” derken, “bilmek için bilmek”ten
değil, “amel etmek için bilmek”ten bahseder. çünkü İslâm’da bilmek amel etmek
içindir. Bu nedenle de “bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” sözü, “amel
edenlerle etmeyenler bir olur mu?” anlamına gelir. Amel edenler amel etmeyenler
bir olmaz ve onlardan bâriz şekilde üstün oldukları gibi, amel edenler, bilip
de amel etmeyenlerden de üstündürler. Yâni amel edenler bilenlerden de bâriz
şekilde üstündürler:
“Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile,
Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah,
mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün
kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) vâdetmiştir; ancak Allah, cihad edenleri
oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nîsâ 95).
“Amel-eylem
hâlinde olanlar oturanlardan üstündür” diyor âyet. Bu oturanların içinde
“bilmek için oturanlar” da vardır. Çünkü amel-eylem, bilmekten üstündür. Zâten
Allah’ın bahsettiği bilme, “amel-eylem ile tamamlanan” yada amele-eyleme
yönelten bir bilmedir. Allah Kur’ân’da amel-eylem yapmaya “bilmek” der:
“Yoksa o,
gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyâma durarak gönülden itaat (ibâdet)
eden, âhiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umûd eden (gibi) midir?. De ki:
Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?. Şüphesiz, temiz akıl sâhipleri öğüt
alıp-düşünürler” (Zümer
9).
Müslümanları
İslâmî anlamda harekete geçirmek için onlarca, yüzlerce ve hattâ binlerce
yazılar yazılıyor. Hem de bu yazıların bir-çoğu hârika ifâdeler içeren yazılar.
Fakat buna rağmen ortada somut bir şey yok. Bir-türlü ülke ve Dünyâ çapında
dikkat çekecek amel ve eylemlerde bulunamıyoruz. Somut bir hareket ortaya
konulamadığı için, bir-süre sonra bu güzel yazılar, mevcudu-zulmü
normâlleştirmeye başlayacaktır mâzallah. Demek istediğim; sorun güzel yazılar
yazamamak, yâni birilerine bir şeyleri anlatamamak değil, “hakkı ortaya
koyamamak”tır. Bunun nedeni ise “anlama-anlatma sorunu” değil, “îman sorunu”dur
maalesef. O-hâlde îmanlarımızı arttırmanın yoluna koyulmalıyız. Îmanların
artması ise, amel-eylem ortaya koymakla olur. Îman ise daha çok da meydanda,
“cihad meydanı”nda artar: “Onlar,
kendilerine insanlar: ‘Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan
korkun’ dedikleri hâlde îmanları artanlar ve: ‘Allah bize yeter, O ne güzel
vekildir’ diyenlerdir” (Âl-i İmran 173).
Müslümanlar
öyle bir hâle geldiler ki, artık bir şey hakkında az-biraz mâlûmat
edindiklerinde o şeyi tüketircesine tamamladığını zannediyor ve bilince iş
bitiyor sanıyor. Geleneksel-muhâfazakâr insanların Kur’ân’ı bir kez hatim ettiklerinde
işin bittiğini düşündükleri için hayatları boyunca bir daha ellerine Kur’ân’ı
almamaları gibi. İşte müslümanlar İslâm’ı bilmedikleri ama bildiklerini
sandıkları için söz, amel ve eylemden çekinir hâle geldiler. Oysa İslâm bunları
yapınca bilinen ve tamamlanan tek hak din’dir. Fakat bunu anlayamayan ve
anlamak da istemeyenler yüzünden müslümanlar “on numara bireysel müslüman”
oldular.
Bilenlerle
bilmeyenler bir olmaz, âmennâ, fakat amel edenlerle etmeyenler de bir olmaz.
Hattâ kanımca, çok da bilmemesine rağmen bildikleri kadarıyla amel edenler, çok
bildikleri hâlde amel-eylemin sözünü bile etmeyenlerden kat-kat daha
üstündürler. Çünkü amacı gerçekleştirmişlerdir ve sonuca ulaşmışlar yada bunun için çabalamaktadırlar. Yoksa birileri
gibi fil-dişi kulelerde ve kâşânelerinde hiç-bir şeyi kafaya takmadan bilgiyi
ve mâlûmâtı çoğaltmakla ömrünü heder etmezler. Sanki Allah’ın ilmini
tüketebileceklermiş gibi büyük bir telaş ile ve hiç vakit kaybetmeden bilgilenme
peşinde koşmak da nedir?. Neyi bileceksiniz ve neyi keşfedeceksiniz ki!. Peki
biriktirip durduğunuz bilgileri nerede ve ne zaman kullanacaksınız?. Hiç-bir zaman
kullanmayacaklar ve biriktirdikleri şeyler Dünyâ’da çöpe gideceği gibi,
âhirette ateş olacaktır. Hem şeytan o kadar bildi de ne oldu?. Allah’ın apaçık
emerine, tüm melekler sorgusuz-sualsiz secde ederken, şeytan etmedi. Neden?.
Bilgisini çok ve kendini bir bok zannetti ve bilgisiyle âmil olmadı hattâ bunu
düşünmedi çünkü. Oysa bilgi secde etmekle yâni amel ile tamamlanırdı. Melekler
de bilgi-sâhibi idiler. Allah’ın bildirdikleri ile yetindikleri ve bilgileriyle
âmil oldukları için hemen secde ettiler. Şeytan ise bilgisine dayanarak kendini
üstün gördü ve secde etmemek için beş para etmez bir mâzeret uydurdu. İşte
modern insanlar ve modern müslümanlar da amel-eyleme dönmedikleri ve bunu düşünmedikleri
için bilgi ve mâlûmat peşlinde koşmakla fakat bir türlü amele-eyleme dönüp de
secde edememektedir. Oysa Allah bizden bilgi biriktirip durmamızı beklememekte
ve Kendi bildirdikleriyle yetinilmesini ve de O’nun bildirdikleriyle
amel-eylemde bulunmamızı beklemektedir. Çünkü bilginin bir sonu yoktur ve
Allah’ın ilmini ve sözlerini saymaya kalksanız onu tüketemezsiniz:
“De ki: ‘Rabbimin sözleri(ni yazmak) için
deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dahi
getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi” (Kehf 109).
“Dediler ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden
başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve
hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).
İşte
bu nedenle, Allah rızâsına uygun olarak yapılan en küçük bir amel-eylem; aklın
ortaya koyduğu en ileri fakat amele dönmeyen bilgiden üstündür. En doğru ve yeterli bilgi, inancın ışığında ulaşılan
ve amele yönelten bilgidir. Bilginin değeri, ete-kemiğe büründüğü kadardır.
Yapmanın
gücü karşısında bilmenin gücü çok cılız
kalır.
Amel
ve eylemin zorluğunu göze al(a)mayanlar, “Kur’ân’ı anlayarak okuma”yı hayâtın
tek amacı yapıyor.
Allah’ın
size rûh üflemesini istiyorsanız Kur’ân okuyun; o rûhun hayatta görünür
olmasını istiyorsanız, Kur’ân’ı amele-eyleme dökün.
Amelden-eylemden
yoksun ve kopuk “salt ilmî çalışmalar”la bir şeyin düzeltilemeyeceğinin örneği,
“modern-entelektüel İslâmî çalışmalar”dır.
Amele-eyleme
dökmedikten sonra, Kur’ân’ı, dönüp-dönüp anlamayarak “Arapça okumak”la
dönüp-dönüp anlayarak “Türkçe okumak” arasında bir fark yoktur.
Amelle yorulmadığımız için, modern müslümanlarda bir “inanç
yorgunluğu” oluştur.
Bir
düşüncenin sağlamasının doğru olarak yapabilmesinin tek yolu, o düşüncenin
amel-eylemde nasıl tezâhür ettiğine-edeceğine göre olabilir ancak. Yoksa bir
düşüncenin başka bir düşünceyle doğru olarak sınanması zordur. Zîrâ o düşüncenin
de sınanmaya ihtiyâcı vardır. O-hâlde amel ve
eylemle sınanmamış düşüncelerin “kesin doğruluğuna” güvenilemez.
Bizim
söylemlerimizin doğruluğu yada yanlışlığı, amele-eyleme dönmediği için açığa
çıkmıyor.
Biz Kur’ân’ı okuduktan sonra amel-eylem olarak
“güzel örneklik” olan Peygamberimiz’i tâkip etmediğimiz için, Dünyâ’ya “güzel
örnek” olamıyoruz.
Kubbede
hoş bir sedâ bırakmak yetmez. Dünyâ’da “devâm eden bir amel” (sadaka-i câriye)
bırakmak önemlidir.
Mebzûl
miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan
bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve
eylemin kaynağı ise Sünnet’tir (hadis değil). O-hâlde bize yetecek olan ne salt
Kur’ân, ne de salt Sünnet’tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda
müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da Sünnet örnekliği
ile amelde-eylemde bulunmamaktır. Kur’ân bize yeter ise neden yetmiyor da
perişân ve sefil bir hâlde yaşıyoruz?.
En doğru söz Allah’ın sözüdür (Kur’ân), en doğru amel ise Peygamber’in
amelidir (Sünnet).
Sahih
sünnet, “Kur’ân makâmındaki amel”dir.
Peki
buna rağmen daha ne zamâna kadar kelimeleri süsleyip-püslemeye devâm edeceğiz
ve bilmeyi çoğalttıkça-çoğaltacağız?. Ne olursa, başımıza ne gelirse
amele-eyleme döneceğiz?.
İnsanların
“Kitâbî bilgisi”ne değil, “Kitâbî ameli”ne bakın.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder