“Yeryüzünde
birbirine yakın komşu kıtalar vardır; üzüm bağları, ekinler, çatallı ve
çatalsız hurmalıklar da vardır ki, bunlar aynı su ile sulanır; ama ürünlerinde
(ki verimde ve lezzette) bâzısını bâzısına üstün kılıyoruz. Şüphesiz, bunlarda
aklını kullanan bir topluluk için gerçekten âyetler vardır” (Ra’d 4).
Nefis-sâhibi olsun-olmasın, bilinçli yada
bilinçsiz, hareketli yada hareketsiz, yaratılmış olan her-şeyin kendine has bir
yorumu vardır. Bu yorum Allah’ın o şeye yüklemiş olduğu yaratılış
özelliklerinin kendisinde tezâhür etmesi durumudur. Meselâ meleklerde nefs
yoktur ama şuurludurlar ve yorum yapabilirler. Allah’a: “Biz seni tesbih ve takdis edip
dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak bir yaratık mı yaratacaksın?”
(Bakara 30) diye soru biçiminde bir yorum yapmışlardı. Şeytan ise “secde et”
emrine karşı: “(Allah)
Dedi: Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?. (İblis) dedi ki:
Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” (A’raf 12) diyerek bir yorum yapmıştı. Netîcede melekler secde
etmişken İblis secde etmemişti de şeytanlaşarak kovulmuştu.
Kâinatta yıldızların, gezegenlerin, Güneş’in,
Ay’ın, rüzgârların, bulutların, yağmurun, dağların, taşların, toprağın, denizlerin,
göllerin, derelerin, ağaçların, bitkilerin, hayvanların, cinlerin ve insanların
kendilerine has yorumları vardır. Şeytan, cinler ve insanlar hâriç tüm varlık,
mutlak ve kesin şekilde tam da Allah’ın yaratışına uygun yorumlar yapar ve
hareketlerde bulunur. Şeytan, kendisi secde etmediği gibi cinlerin ve
insanların da secde etmemesi için elinden geleni yapar. Bu-bağlamda onlara
fısıldar durur ve dostlarına vahyeder ve böylece fıtrata, doğala ve normâle
aykırı yorumlar ortaya çıkar. Yaratılmışlar içinde fıtratına, doğaya-doğala ve
normâle aykırı yorum yapan varlılar şeytan, cinler, nefs ve insandır. Fakat biz
insanın din ve dünyâ hakkında yaptıkları yorumların farklılıklarının nedenini
konuşuyoruz.
İnsanların yorumlarının belli bir dereceye
kadar farklı olması normâl ve doğaldır. Fakat tartışmalara, düşmanlıklara,
kavgalara ve savaşlara sebep olacak derecede aşırı yorum farklılıklarının bâzı nedenleri
vardır. Bu nedenlerin başında kanımca coğrafya ve iklim gelir. “Coğrafya
kaderdir” sözü mutlak anlamda olmasa da doğrudur. Çünkü insanlar ilk-başta tek
bir ümmet iken ve belli bir bölgede birlikte yaşarlarken, aralarında tartışmalara,
kavgalara ve düşmanlıklara sebep olacak yorum farklılıkları olmuyordu. Çünkü
aynı bölgede yaşadıkları için yaşam-şekilleri de aynı yada benzerdi. Aynı yada
benzer şekilde yemek, içmek, giyinmek, çalışmak; aynı yada benzer şekilde
düşünmeyi, konuşmayı ve davranmayı getiriyordu. Fakat zamanla sayıları
çoğaldıkça insanların birbirlerinden uzaklaşmaları zorunlu hâle ve birbirlerinden
uzaklaşıp farklı coğrafyalarda ve iklimlerde yaşamaya başladıklarında, o coğrafyaya
ayak uydurmak zorunda kaldılar ve coğrafyanın özellikleri ve iklimin farkı insanlarda
farklı yeme, içme, giyinme, barınma, çalışma ve dolayısıyla farklı düşünme,
konuşma ve davranış şekilleri ortaya çıkardı. Böylece farklı hattâ bambaşka
yorumlar ortaya çıktı. İnsanlar ilk-başta aynı şekilde yorumladıkları şeye
farklı yorumlar yapmaya başladılar. Bu, sünnetullah ve imtihan gereğince böyle
olmak zorundaydı. Yoksa başka türlü “film” dönmezdi.
Farklı coğrafyalar, farklı yaşam-tarzları ve
düşünceler, dolayısıyla farklı ve bambaşka yorumlar ortaya çıkardı. Farklı
coğrafyalar farklı bilgiler ve düşünceler ortaya çıkardı. Yorum farkları böyle
ortaya çıktı. Allah ise insanların yorumunun doğal ve normâl derecede farklı
olmasından râzı olsa da, bambaşka farklı yorumların yapılmasına ve böylece
adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın, şirkin, küfrün, nifâkın,
fitnenin, fesadın ve zulmün ortaya çıkmasından râzı olmayacağı için, insanlara
her alanda ona göre düşünmek, konuşmak ve davranmak için vahiyler indirdi ve
vahyin örnek uygulayıcıları olan peygamberleri gönderdi ki böylece ideâl bir
düşünme, konuşma ve davranışın nasıl olacağını da bil-fiil göstermiş oldu. İşte
insanın imtihanı da böyle başlamış oldu. Artık insan ya şeytana, nefse ve tâğutlara
göre akıl, insan, beşer, madde, eşyâ ve Dünyâ-merkezli bir düşünme, konuşma ve
davranış üzere olacaklar yada Allah, âhiret, gayb, vahiy, kitap ve peygamber
yâni İslâm-merkezli olacaktır. Artık yorum ya Allah’a yada insana göre olacaktır.
Coğrafyanın özelliklerinin insanlarda
düşünme, konuşma, davranış ve yorum farklılarını nasıl ortaya çıkardığını ve
farklı dinlerin nasıl oluştuğu hakkında bir yazıda şunlar söylenir:
“Aryanlar Hint ve Îran işgâlinden sonra büyük kültürler, medeniyetler ve
dinler kurdular. Hindistan’da Vedaizm ve Budaizm, Îran’da Mitraizm, Maniizm ve
Zerdüştlük bunun örnekleridir. Hint Aryanları göç ettiklerinde Hindistan’da
verimli topraklar ve ormanlar bulurlar, yaşam olanakları kolay olduğu için
burada gelişen dinler genel olarak soyuttur ve insanın kendi iç hesaplaşmasına
dayalı olarak gelişmiştir. Îran Aryanları ise geldikleri topraklarda kuraklık
ve çetin koşullarla karşılaşırlar bu nedenle dînin gelişimi burada daha çok
akılcı ve maddî yönde olmuştur.
Göçebe olan Perslerin inanışları genel olarak doğa güçlerine dayanıyordu
ve Mitraizm ön-plândaydı. Mitraizm ateşe ve Güneş’e tapma esâsına dayanır.
Göçebe olmaları nedeniyle kurban verme geleneği vardı fakat yerleşik hayâta
geçmeyle birlikte ürün yetiştirmeye başlanması ve hayatı idâme ettirme
zorunluluğu nedeniyle kurban verme geleneği masraflı bir hâle geldi, yâni yerleşik
hayâta geçme dînî yapıda değişikliğe neden oldu.
Hint Aryanları akrabâları olan Îran Aryanlarının aksine ‘bu dünyâcı’ bir
dînî görüşe sâhip olmamışlardır. Aryanlar Hindistan’a girdiklerinde verimli
topraklar ve bol su kaynakları olan bir bölgeyle karşılaşmışlardır, bu durum aryanları
gündelik kaygılardan uzaklaştırmış ve yerleşik hayâta geçmeyle birlikte
oluşturulan dinler genel anlamda mâneviyat ve ruhsal zenginliği arttırma
yönünde ilerlemiştir. Hindistan’daki dinlere genel olarak bakacak olursak
maddiyattan çok tinsel zenginliğe önem verilmiş ve bu yönde bir arayış hâkim
olmuştur. Bunun temel nedeni bulunduğu ortamın dış-dünyâya kapalı olması ve
verimli olması nedeniyle insanların günlük kaygılar yaşamamalarıdır. Böyle
olunca insanlar daha farklı arayışlar içerisine girip ruhsal zenginliğe yönelmişlerdir”.
Dînin
ve inancın yorumunun sertliğini ve yumuşaklığını, insanların yaşadığı
coğrafyanın verimli-sulak, yada verimsiz-kurak
olup-olmaması belirler. İnsanların yaşamlarının rahatlığı yada zorluğu,
dînin ve inancın yorum-şeklini belirler.
Görüldüğü
gibi, verimli coğrafyaya gidenler ve orada yaşayanlar, geçim kaygısı
taşımadıkları için düşünceleri, konuşmaları, davranışları ve de dinleri kurak
yerlere göre çok daha farklı ve hattâ tam aksi şekilde olmuştur. Böyle coğrafyalarda
yaşayanlar yumuşayıp gevşeyince dış-âlemle çok da ilgilenmeye gerek olmadığı
için iç-âleme yönelmişler ve sürekli olarak ruhsal ve mânevi olana
odaklanmışlardır. Fakat kurak yerlerde yaşayanlar mecbûren daha gergin ve sert
karakterde olmuşlardır. Böylece yorumlar da elbette birbirlerinden çok farklı
hâle gelmiştir. Farklı düşünme, konuşma ve yaşam-tarzları farklı ve bambaşka
yorumların ortaya çıkmasına ve sonuçta da birbirine aykırı din ve inanışlar
ortaya çıkmıştır.
Bu
durum modernizm ile yâni Allah, doğa ve din-merkezlilikten, akıl, insan ve
madde-merkezliliğe dönüş ile birlikte, coğrafya ve iklim çok da fark-etmeksizin
“daha çok kazananlar”la “daha az kazananlar” arasındaki farklar olarak tezâhür
etmiştir-etmektedir. Eskiden doğadan kaynaklanan farklar, modernizm ile
birlikte ortadan kalkmış, farklı kazançlar ve yaşam-biçimleri olarak
farklılaşmıştır. Adlında doğal farklılıklar, modernizm ve post-modernizmin
ortaya çıkardığı şekilde birbirinden aşırı derecede çok farklı düşünce, konuşma
ve davranış biçimlerine neden olmuyordu. Çünkü doğala göreydi ve doğaya
uygundu. Modernizm ise onlarca ülkenin gücü ve serveti oranında bir gücün ve
servetin tek bir kişinin eline geçmesine neden olarak şeytânî düşünüşleri ve
davranışları ortaya çıkardı. Böylece târihte hiç olmadığı oranda insanlar
birbirlerine düşman hâle geldiler.
Lâkin
bir İslâm-merkezlilik vardır. İslâm, doğu-batı, kuzey-güney, soğuk-sıcak,
verimli-verimsiz, tüm zamanlar, tüm mekânlar ve her şart için cârî olan
âyetlerini indirmiş, peygamberler de hep vahiy-merkezli örneklikler ortaya
koymuşlardır ki her peygambere gelen âyetler farklı-farklı olmamış, sâdece bâzı
geçici ve temel ilkelere aykırı olamayan küçük değişiklikler olmuştur. Allah
her bölgeye, coğrafyaya, iklime ayrı ve bambaşka şekilde vahyetmemiş, yarattıklarını
en iyi kendisi bildiği için en uygun düşünme, konuşma, yorumlama ve davranış-şeklini
belirlemiş ve en sonunda da, son peygamber Hz. Muhammed ile mührü vurup sınırları
kıyâmete kadar belirlemiştir. Çünkü insanın fıtratına, doğala ve normâle göre
yaşayabileceği en ideâl bilgileri taşıyan vahiyleri indirip tamamladığı gibi,
vahiy-merkezli en ideâl yaşam-şekli olan ve Sünnet denilen güzel örnekliği de
ortaya koymuştur. Üstelik Ahzâb Sûresi 21. âyette bu örneklik “tâkip edilmesi gereken
en ideâl örneklik” olarak belirlendiği için, bu örneklik de kıyâmete kadar
bağlayıcı hâle gelmiştir. Artık tüm zamanlarda vahiy ve peygamber-merkezli olan
ideâllik, Peygamberimiz ile birlikte Kur’ân ve Sünnet-merkezli düşünme, konuşma,
yorumlama ve yaşama-şeklinde nihâyetlenmiştir.
Herkes
kendi coğrafyasında, ikliminde, bölgesinde, köyünde, şehrinde, fıtratına,
doğala-doğaya ve normâle uygun şekilde insanca ve İslâmca yaşayacak, doğal
farklılıklardan başka sûnî ve yapay coğrâfî, düşünsel, söylemsel ve eylemsel
farklıklar ortadan kalkacaktır. Çünkü İslâm’da “rızıkta eşitlik” olduğu gibi
“adâlette eşitlik” de vardır. Coğrafyadan yada iklimden dolayı meydana gelen
farklılardan kaynaklanan zorluklar ise hem Dünyâ’da hem de âhirette Allah
tarafından kolay hâle getirilecektir. İmkânlardan herkes aynı ölçüde
yararlanacak, zorlukların yükünü ise herkes eşit olarak omuzlayacaktır. Böylece
aşırı yorum farklıkları ortadan kalkacak ve aynı yada benzer düşünce, yorum,
konuşma ve yaşam-tarzları hayâta hâkim olacaktır ki bu imtihanı ve sünnetullahı
ortadan kaldırmasa da olumsuzlukları en minimuma kadar indirecektir.
Bu-bağlamda,
İslâm dîni, düşüncesi, yorumu ve düzeni hâkim olduğunda, meselâ yahudilerin; “Allah
bize şu-şu bölgeleri ‘vaat edilmiş topraklar’ kıldı” diyerek ve gücü de ele
geçirince -sözde- vaâd-edilen topraklarda yaşayanlara zulmedemeyecektir. Çünkü
o bölgede yaşayanlar da bâzı doğal, coğrâfî ve iklimsel farklılardan dolayı
farklı yaşamları ve yorumları olsa da, orada yaşayanlar aç, susuz, çıplak,
evsiz, işsiz, ilaçsız, ezik, perişân ve zavallı bir şekilde yaşamak zorunda kalmayacaktır.
İşte
bunu sağlayacak olan tek şey İslâm’dır. İslâm Dîni, düşüncesi, yorumu ve
düzeninden başka bunu gerçekleştirebilecek hiçbir düşünce, yorum ve sistem yoktur,
olmaz da. Çünkü Allah katındaki tek hak din İslâm’dır. Tüm kâinât işte bu İslâm
denilen düzen ve nizam ile ayakta durur, muhteşem döngüsünü devâm ettirir ve nizâmını
korur. İslâm bu döngüyü, düzeni ve nizâmı Dünyâ’da da kurmak ve hâkim kılmak isteyen
tek din, düşünce ve yorumdur. Zâten İslâm’dan başka hiç-bir sistemin ve dînin
böyle bir düşüncesi, hedefi, amacı ve yorumu yoktur. Zîrâ onlar farklılaştıkça-farklılaşan
ve bambaşka hâle gelen düşünce ve yorumların içinde keşmekeşlik içinde yaşamaktadırlar.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder