20 Nisan 2024 Cumartesi

Yorum Farklılıklarının Nedeni

 

“Yeryüzünde birbirine yakın komşu kıtalar vardır; üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar da vardır ki, bunlar aynı su ile sulanır; ama ürünlerinde (ki verimde ve lezzette) bâzısını bâzısına üstün kılıyoruz. Şüphesiz, bunlarda aklını kullanan bir topluluk için gerçekten âyetler vardır” (Ra’d 4).

 

Nefis-sâhibi olsun-olmasın, bilinçli yada bilinçsiz, hareketli yada hareketsiz, yaratılmış olan her-şeyin kendine has bir yorumu vardır. Bu yorum Allah’ın o şeye yüklemiş olduğu yaratılış özelliklerinin kendisinde tezâhür etmesi durumudur. Meselâ meleklerde nefs yoktur ama şuurludurlar ve yorum yapabilirler. Allah’a: Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak bir yaratık mı yaratacaksın?” (Bakara 30) diye soru biçiminde bir yorum yapmışlardı. Şeytan ise “secde et” emrine karşı: (Allah) Dedi: Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?. (İblis) dedi ki: Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” (A’raf 12) diyerek bir yorum yapmıştı. Netîcede melekler secde etmişken İblis secde etmemişti de şeytanlaşarak kovulmuştu.

 

Kâinatta yıldızların, gezegenlerin, Güneş’in, Ay’ın, rüzgârların, bulutların, yağmurun, dağların, taşların, toprağın, denizlerin, göllerin, derelerin, ağaçların, bitkilerin, hayvanların, cinlerin ve insanların kendilerine has yorumları vardır. Şeytan, cinler ve insanlar hâriç tüm varlık, mutlak ve kesin şekilde tam da Allah’ın yaratışına uygun yorumlar yapar ve hareketlerde bulunur. Şeytan, kendisi secde etmediği gibi cinlerin ve insanların da secde etmemesi için elinden geleni yapar. Bu-bağlamda onlara fısıldar durur ve dostlarına vahyeder ve böylece fıtrata, doğala ve normâle aykırı yorumlar ortaya çıkar. Yaratılmışlar içinde fıtratına, doğaya-doğala ve normâle aykırı yorum yapan varlılar şeytan, cinler, nefs ve insandır. Fakat biz insanın din ve dünyâ hakkında yaptıkları yorumların farklılıklarının nedenini konuşuyoruz.       

 

İnsanların yorumlarının belli bir dereceye kadar farklı olması normâl ve doğaldır. Fakat tartışmalara, düşmanlıklara, kavgalara ve savaşlara sebep olacak derecede aşırı yorum farklılıklarının bâzı nedenleri vardır. Bu nedenlerin başında kanımca coğrafya ve iklim gelir. “Coğrafya kaderdir” sözü mutlak anlamda olmasa da doğrudur. Çünkü insanlar ilk-başta tek bir ümmet iken ve belli bir bölgede birlikte yaşarlarken, aralarında tartışmalara, kavgalara ve düşmanlıklara sebep olacak yorum farklılıkları olmuyordu. Çünkü aynı bölgede yaşadıkları için yaşam-şekilleri de aynı yada benzerdi. Aynı yada benzer şekilde yemek, içmek, giyinmek, çalışmak; aynı yada benzer şekilde düşünmeyi, konuşmayı ve davranmayı getiriyordu. Fakat zamanla sayıları çoğaldıkça insanların birbirlerinden uzaklaşmaları zorunlu hâle ve birbirlerinden uzaklaşıp farklı coğrafyalarda ve iklimlerde yaşamaya başladıklarında, o coğrafyaya ayak uydurmak zorunda kaldılar ve coğrafyanın özellikleri ve iklimin farkı insanlarda farklı yeme, içme, giyinme, barınma, çalışma ve dolayısıyla farklı düşünme, konuşma ve davranış şekilleri ortaya çıkardı. Böylece farklı hattâ bambaşka yorumlar ortaya çıktı. İnsanlar ilk-başta aynı şekilde yorumladıkları şeye farklı yorumlar yapmaya başladılar. Bu, sünnetullah ve imtihan gereğince böyle olmak zorundaydı. Yoksa başka türlü “film” dönmezdi.

 

Farklı coğrafyalar, farklı yaşam-tarzları ve düşünceler, dolayısıyla farklı ve bambaşka yorumlar ortaya çıkardı. Farklı coğrafyalar farklı bilgiler ve düşünceler ortaya çıkardı. Yorum farkları böyle ortaya çıktı. Allah ise insanların yorumunun doğal ve normâl derecede farklı olmasından râzı olsa da, bambaşka farklı yorumların yapılmasına ve böylece adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın, şirkin, küfrün, nifâkın, fitnenin, fesadın ve zulmün ortaya çıkmasından râzı olmayacağı için, insanlara her alanda ona göre düşünmek, konuşmak ve davranmak için vahiyler indirdi ve vahyin örnek uygulayıcıları olan peygamberleri gönderdi ki böylece ideâl bir düşünme, konuşma ve davranışın nasıl olacağını da bil-fiil göstermiş oldu. İşte insanın imtihanı da böyle başlamış oldu. Artık insan ya şeytana, nefse ve tâğutlara göre akıl, insan, beşer, madde, eşyâ ve Dünyâ-merkezli bir düşünme, konuşma ve davranış üzere olacaklar yada Allah, âhiret, gayb, vahiy, kitap ve peygamber yâni İslâm-merkezli olacaktır. Artık yorum ya Allah’a yada insana göre olacaktır.       

 

Coğrafyanın özelliklerinin insanlarda düşünme, konuşma, davranış ve yorum farklılarını nasıl ortaya çıkardığını ve farklı dinlerin nasıl oluştuğu hakkında bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Aryanlar Hint ve Îran işgâlinden sonra büyük kültürler, medeniyetler ve dinler kurdular. Hindistan’da Vedaizm ve Budaizm, Îran’da Mitraizm, Maniizm ve Zerdüştlük bunun örnekleridir. Hint Aryanları göç ettiklerinde Hindistan’da verimli topraklar ve ormanlar bulurlar, yaşam olanakları kolay olduğu için burada gelişen dinler genel olarak soyuttur ve insanın kendi iç hesaplaşmasına dayalı olarak gelişmiştir. Îran Aryanları ise geldikleri topraklarda kuraklık ve çetin koşullarla karşılaşırlar bu nedenle dînin gelişimi burada daha çok akılcı ve maddî yönde olmuştur.

 

Göçebe olan Perslerin inanışları genel olarak doğa güçlerine dayanıyordu ve Mitraizm ön-plândaydı. Mitraizm ateşe ve Güneş’e tapma esâsına dayanır. Göçebe olmaları nedeniyle kurban verme geleneği vardı fakat yerleşik hayâta geçmeyle birlikte ürün yetiştirmeye başlanması ve hayatı idâme ettirme zorunluluğu nedeniyle kurban verme geleneği masraflı bir hâle geldi, yâni yerleşik hayâta geçme dînî yapıda değişikliğe neden oldu.

 

Hint Aryanları akrabâları olan Îran Aryanlarının aksine ‘bu dünyâcı’ bir dînî görüşe sâhip olmamışlardır. Aryanlar Hindistan’a girdiklerinde verimli topraklar ve bol su kaynakları olan bir bölgeyle karşılaşmışlardır, bu durum aryanları gündelik kaygılardan uzaklaştırmış ve yerleşik hayâta geçmeyle birlikte oluşturulan dinler genel anlamda mâneviyat ve ruhsal zenginliği arttırma yönünde ilerlemiştir. Hindistan’daki dinlere genel olarak bakacak olursak maddiyattan çok tinsel zenginliğe önem verilmiş ve bu yönde bir arayış hâkim olmuştur. Bunun temel nedeni bulunduğu ortamın dış-dünyâya kapalı olması ve verimli olması nedeniyle insanların günlük kaygılar yaşamamalarıdır. Böyle olunca insanlar daha farklı arayışlar içerisine girip ruhsal zenginliğe yönelmişlerdir”.

 

Dînin ve inancın yorumunun sertliğini ve yumuşaklığını, insanların yaşadığı coğrafyanın verimli-sulak, yada verimsiz-kurak  olup-olmaması belirler. İnsanların yaşamlarının rahatlığı yada zorluğu, dînin ve inancın yorum-şeklini belirler.

 

Görüldüğü gibi, verimli coğrafyaya gidenler ve orada yaşayanlar, geçim kaygısı taşımadıkları için düşünceleri, konuşmaları, davranışları ve de dinleri kurak yerlere göre çok daha farklı ve hattâ tam aksi şekilde olmuştur. Böyle coğrafyalarda yaşayanlar yumuşayıp gevşeyince dış-âlemle çok da ilgilenmeye gerek olmadığı için iç-âleme yönelmişler ve sürekli olarak ruhsal ve mânevi olana odaklanmışlardır. Fakat kurak yerlerde yaşayanlar mecbûren daha gergin ve sert karakterde olmuşlardır. Böylece yorumlar da elbette birbirlerinden çok farklı hâle gelmiştir. Farklı düşünme, konuşma ve yaşam-tarzları farklı ve bambaşka yorumların ortaya çıkmasına ve sonuçta da birbirine aykırı din ve inanışlar ortaya çıkmıştır.

 

Bu durum modernizm ile yâni Allah, doğa ve din-merkezlilikten, akıl, insan ve madde-merkezliliğe dönüş ile birlikte, coğrafya ve iklim çok da fark-etmeksizin “daha çok kazananlar”la “daha az kazananlar” arasındaki farklar olarak tezâhür etmiştir-etmektedir. Eskiden doğadan kaynaklanan farklar, modernizm ile birlikte ortadan kalkmış, farklı kazançlar ve yaşam-biçimleri olarak farklılaşmıştır. Adlında doğal farklılıklar, modernizm ve post-modernizmin ortaya çıkardığı şekilde birbirinden aşırı derecede çok farklı düşünce, konuşma ve davranış biçimlerine neden olmuyordu. Çünkü doğala göreydi ve doğaya uygundu. Modernizm ise onlarca ülkenin gücü ve serveti oranında bir gücün ve servetin tek bir kişinin eline geçmesine neden olarak şeytânî düşünüşleri ve davranışları ortaya çıkardı. Böylece târihte hiç olmadığı oranda insanlar birbirlerine düşman hâle geldiler.

 

Lâkin bir İslâm-merkezlilik vardır. İslâm, doğu-batı, kuzey-güney, soğuk-sıcak, verimli-verimsiz, tüm zamanlar, tüm mekânlar ve her şart için cârî olan âyetlerini indirmiş, peygamberler de hep vahiy-merkezli örneklikler ortaya koymuşlardır ki her peygambere gelen âyetler farklı-farklı olmamış, sâdece bâzı geçici ve temel ilkelere aykırı olamayan küçük değişiklikler olmuştur. Allah her bölgeye, coğrafyaya, iklime ayrı ve bambaşka şekilde vahyetmemiş, yarattıklarını en iyi kendisi bildiği için en uygun düşünme, konuşma, yorumlama ve davranış-şeklini belirlemiş ve en sonunda da, son peygamber Hz. Muhammed ile mührü vurup sınırları kıyâmete kadar belirlemiştir. Çünkü insanın fıtratına, doğala ve normâle göre yaşayabileceği en ideâl bilgileri taşıyan vahiyleri indirip tamamladığı gibi, vahiy-merkezli en ideâl yaşam-şekli olan ve Sünnet denilen güzel örnekliği de ortaya koymuştur. Üstelik Ahzâb Sûresi 21. âyette bu örneklik “tâkip edilmesi gereken en ideâl örneklik” olarak belirlendiği için, bu örneklik de kıyâmete kadar bağlayıcı hâle gelmiştir. Artık tüm zamanlarda vahiy ve peygamber-merkezli olan ideâllik, Peygamberimiz ile birlikte Kur’ân ve Sünnet-merkezli düşünme, konuşma, yorumlama ve yaşama-şeklinde nihâyetlenmiştir.

 

Herkes kendi coğrafyasında, ikliminde, bölgesinde, köyünde, şehrinde, fıtratına, doğala-doğaya ve normâle uygun şekilde insanca ve İslâmca yaşayacak, doğal farklılıklardan başka sûnî ve yapay coğrâfî, düşünsel, söylemsel ve eylemsel farklıklar ortadan kalkacaktır. Çünkü İslâm’da “rızıkta eşitlik” olduğu gibi “adâlette eşitlik” de vardır. Coğrafyadan yada iklimden dolayı meydana gelen farklılardan kaynaklanan zorluklar ise hem Dünyâ’da hem de âhirette Allah tarafından kolay hâle getirilecektir. İmkânlardan herkes aynı ölçüde yararlanacak, zorlukların yükünü ise herkes eşit olarak omuzlayacaktır. Böylece aşırı yorum farklıkları ortadan kalkacak ve aynı yada benzer düşünce, yorum, konuşma ve yaşam-tarzları hayâta hâkim olacaktır ki bu imtihanı ve sünnetullahı ortadan kaldırmasa da olumsuzlukları en minimuma kadar indirecektir.

 

Bu-bağlamda, İslâm dîni, düşüncesi, yorumu ve düzeni hâkim olduğunda, meselâ yahudilerin; “Allah bize şu-şu bölgeleri ‘vaat edilmiş topraklar’ kıldı” diyerek ve gücü de ele geçirince -sözde- vaâd-edilen topraklarda yaşayanlara zulmedemeyecektir. Çünkü o bölgede yaşayanlar da bâzı doğal, coğrâfî ve iklimsel farklılardan dolayı farklı yaşamları ve yorumları olsa da, orada yaşayanlar aç, susuz, çıplak, evsiz, işsiz, ilaçsız, ezik, perişân ve zavallı bir şekilde yaşamak zorunda kalmayacaktır.

 

İşte bunu sağlayacak olan tek şey İslâm’dır. İslâm Dîni, düşüncesi, yorumu ve düzeninden başka bunu gerçekleştirebilecek hiçbir düşünce, yorum ve sistem yoktur, olmaz da. Çünkü Allah katındaki tek hak din İslâm’dır. Tüm kâinât işte bu İslâm denilen düzen ve nizam ile ayakta durur, muhteşem döngüsünü devâm ettirir ve nizâmını korur. İslâm bu döngüyü, düzeni ve nizâmı Dünyâ’da da kurmak ve hâkim kılmak isteyen tek din, düşünce ve yorumdur. Zâten İslâm’dan başka hiç-bir sistemin ve dînin böyle bir düşüncesi, hedefi, amacı ve yorumu yoktur. Zîrâ onlar farklılaştıkça-farklılaşan ve bambaşka hâle gelen düşünce ve yorumların içinde keşmekeşlik içinde yaşamaktadırlar. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder