“Ne zaman
onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı
üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) Ya atalarının aklı
bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara 170).
Hakkıyla bilinmeyen ve uygulanmayan din,
birileri tarafından “dedelerin, babalarının ve ataların malı” gibi kullanılmaya
başlanır. Böyle din, “dedeler, babalar ve atalar dîni” olup çıkar.
Kanımca dedelerin, babaların ve ataların
izinde gitmek, “tecrübenin izinde gitmek” olarak doğrudur ama bu sâdece
yeme-içme, giyme, konuşma, davranma vs. gibi konulardadır. Dedeler, babalar ve
atalar bu dünyevî konularda tecrübe ede-ede doğala, normâle ve fıtrata uygun
olanı genelde bulmuşlar, bilmişler ve uygulamışlardır. Fakat dîni konular
başkadır ve tecrübenin sonucunda ortaya çıkmaz. Din yâni Allah katındaki tek
hak din olan İslâm, tecrübenin değil, Allah’ın bildirdiği ve peygamberlerin
uyguladıkları gibidir. İslâm kısaca; “Allah ne dediyse o, peygamberler nasıl
yaptıysa öyle”dir. Buna rağmen “dede”lerin, “baba”ların ve “ata”ların ifsâd
ederek değiştirip başkalaştırdığı bâtıl düşünce, inanış, söylem ve eylemlerin
hakîkatle hiç-bir ilgisi yoktur.
Tüm millet, ırk ve kavimlerde, gerek
geleneksel gerekse modern anlamda inansalar hep dedelere, babalara ve atalara
uymuşlardır-uymaktadırlar. Dedelere, babalara ve atalara uymak târihte kalmış
bir şey değildir ve bu modern anlamda da devâm etmektedir. Modernizm denilen
Allahsız sistem, aynen eski Allahsızlıklar gibi “dede”lere, “baba”lara ve
“ata”lara uyma dînidir. Bakın modern toplumlarda ve devletlere; herkes yakın
yada uzak geçmişteki dedelerine, babalarına yada atalarına uymaktadırlar ve onların
izinde yürümektedirler. Üstelik modernler, dedelerine, babalarına ve atalarına
tapan eski toplumlardan çok daha şiddetli bir şekilde dedelerine, babalarına ve
atalarına tapmaktadırlar. Çünkü modernler de hep eski şâşâlı günleri özlemektedirler. Zîrâ
modern devletler ve toplumlar; ırkını, kavmini, dilini, etini, kanını, kemiğini
ve eski kültürünü kutsamak demek olan milliyetçilik ve ulusalcılıkla mâlûldür.
Bu durum tüm toplumlarda olduğu gibi Türk toplumunda da vardır ve belki de
diğer toplumlara göre çok daha bârizdir.
Türkler içinde meselâ Türk ve Altay mitolojisinde
Oğuz Kağan olarak bilinen Oğuz Ata’yı kutsamayan bir toplum yoktur. Oysa Oğuz
Kağan diye birinin yaşayıp-yaşamadığı bile belli değildir. Üstelik Oğuz Han’ın
aslında Mete Han olduğu iddiâları vardır ve Mete Han’ın babası Teoman’dır. Peki
niye Teoman değil de Oğuz Han?. Bunun nedeni olsa-olsa Oğuz Kağan Destânı
nedeniyledir. Tapmak ve uymak için bir ata arayan Türkler, onu Oğuz Kağan
Destânı içinde bulmuşlardır. Putperest diye atalara tapmanın ve onlara uymanın
şirk olduğunu söyleyen müslüman türkler, bir putperest olan Oğuz Kağan’ı
kutsamaktan geri kalmazlar. Türklerde İslâm’dan önce dedelere ve atalara uymak
ve onları izlemek yaygınken, İslâm’dan sonra daha çok “baba”lar öne çıkmıştır.
İslâm’dan önce Oğuz Ata, Korkut Ata veyâ Dede Korkut, Ay Ata yada Ay Dede, Dedebaba,
Alevi-Bektâşi dedeleri vs. öne çıkarken, İslâm ile birlikte dede-atadan
baba-ataya dönmüştür.
İslâm’dan önce dede-atalar öne çıkarken -ki
bunlar genelde şamandırlar-, İslâm’dan sonra ise baba-atalar öne çıkmıştır ki
bu etki hâlen devâm etmektedir. Öyle ki Türkler cumhûriyet ile birlikte modern
batı Avrupa uygarlığına dönmüş olmalarına rağmen hâlen “ata”larına uymaya, onun
izinde gitmeye ve “ata”ya tapmaya devâm etmektedirler. Hâlbuki hayatta tek
mürşidin ilim ve akıl olduğunu söyleyip durmaktadırlar. Bu-bağlamda Atatürk,
Türklerin modern ata-babasıdır. Baba İlyas, Baba Resûl, Somuncu Baba, Oruç
Baba, Barak Baba, Demir Baba hep, Türklerin dillerinden düşürmediği babalardır.
Hâlbuki bunların dîni inançlarına bakıldığında, Kur’ân ve Sünnet-merkezli İslâm
üzere değil, üzerine uydurmalardan müteşekkil müslüman soslarının döküldüğü
şaman-merkezli bâtıl din, inanç ve düşüncelerde oldukları görülür. Zâten
Türklerin kutsadığı tüm dedeler, babalar ve atalar hep bâtılın sözcülüğünü ve
temsilciliğini yapmıştır- yapmaktadır, İslâm’ın değil.
Bu-bağlamda genel anlamda tüm toplumlar, özel
anlamda ise Türklerde ata-sözleri, Allah’ın ve peygamberlerin sözlerinden üstün
tutulmuştur ve tutulmaktadır. Allah’ın indirdiği vahiyler değil de; Binbir Gece
Masalları’ndaki, Dede Korkut Hikâyeleri’ndeki, Dîvân-ı Lûgâti't-Türk’teki, Kutadgu
Bilig’teki, Kül Tigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk Kitabeleri’ndeki sözler, Ahmet
Yesevi, Hacı Bektaş, Mevlâna, Yûnus Emre ve Ata-türk’ün sözleri ve Nutuk Kitabı’ndaki
söylemler üstün tutulmaktadır. Fakat unutulmasın ki bunların hepsi de “dede”lerin,
“baba”ların ve “ata”ların sözleridir.
Bu-bağlamda birileri,
hem sistemden hem de “yaşayan” insanlardan umûdunu kesince, türbelerden
yâni ölülerden medet ummaya başlamaktadırlar. Bu türbeler ister klâsik ve
geleneksel isterse de modern türbeler olsun fark etmez. Allah’a
sığınacaklarına, âhirete ve vahye umut bağlayacaklarına “ata”lara, “baba”lara
ve “dede”lere bel bağlamakta, sorunların çözümleri için “şirke düşerek”
ölülerden medet ummaktadırlar. Çünkü dediğimiz gibi; din’den, dolayısıyla
Allah’tan, âhiretten ve vahiyden umutlarını kesmişlerdir ve bunun sonucu ve
-sünnetullah gereğince- cezâsı olarak da geçici olan kişilere ve şeylere umut
bağlamaktadırlar. Çünkü insan mutlakâ bir şeye umut bağlamak zorunda olan bir
varlıktır. Umut bağlanmaya değer tek varlık ise âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.
Zâten ancak Allah, kendisine bağlanan umutları istismâr etmez ve boşa
çıkarmaz.
Türkiye’de
15 Temmuz sonrası ortaya çıkan çâresizlik, “denize düşenin yılana sarılması”
şeklindedir. Çünkü bir çâresizlik varsa, âcil bir durum varsa, halk aceleci
davranır ve ortaya çıkan düşüncelere ve hareketlere çabuk kanar ve eklemlenir.
Çünkü insan başına gelen bir sorunu hemen çözmek ister yada o sorundan bir-an
önce kaçıp kurtulamaya bakar. İşte bu nedenle bu sorunlara çâre olduğunu
söyleyen yapılara hemen bağlanabilir ve o-anda hem bir kriz durumu olduğu için
hem de Kitap ve Sünnet-merkezli bir din-düşünce anlayışı olmadığı için bu
hareketlere hemen inanıp bağlanabilirler ve hareketi benimseyebilirler. İşte 15
Temmuz’da olan da budur. Çok güvendikleri kişilerin yaptıkları karşısında şok
olan genel halk, çâreyi o yapıdan uzaklaşmakta bulmuş fakat Allah yerine, yine
kendilerinde hayâl kırıklığı oluşturan ve oluşturacak kişiler gibi benzer
kişilere ve kurumlara sığınmışlardır. Bunu kurtuluş zannetmektedirler. Zîrâ o
anki olağan-üstü durum karşısında doğru düşünememişler ve çâresiz bir durumda
kalmışlardır. O çâresizlik durumu ve “sürekli cehâlet” onları doğru yola
ulaştıramamıştır. Zâten “baba”lar, “dede”ler ve “ata”lar işte böyle zamanlarda
ortaya çıkarlar ve birer kurtarıcı olarak kabûl edilip ünlenirler.
Ramazan’ın ilk gününde Oruç Baba Türbesi’ne gidip
diz çöküp huşû ile duâda ve istekte bulunmak ile, ulusal bayramlarda ve özel
günlerde Anıtkabir’e gitmek ve Ata’nın huzûruna çıkarak, yine huşû ve saygı ile
dimdik durmak arasında, “hurâfe olmak bakımından” bir fark yoktur. İkisi de bir
tapınmadır, şirktir, küfürdür. Allah’ın karşısında saygıyla durmayı ve
O’na eğilmeyi bağnazlık olarak görenler;
dedelerin, babaların ve ataların karşısında huşû içinde saygı duruşunda
bulunabilmektedirler. Mekke müşriklerinin, “biz sâdece atalarımıza uyarız”
dedikleri gibi, modernler de “sâdece ata”larına uymaktadırlar. Değişen hiç-bir
şey yoktur.
Hz. İbrâhim’in babası, İbrâhim’i putlara
kurbân edip ateşe atmak isterken, Hz. İbrâhim, oğlu İsmâil’i, Allah’a kurbân
etmek istemişti. Babası ile arasındaki fark budur. Çünkü bir şeyin gerçek
anlamda değişmesi, insan-merkezlilikten çıkıp Allah-merkezliliğe dönüş ile olur
ancak. Peygamberler de zâten bunu bildirmek ve değiştirmek için
gönderilmişlerdir:
“Babaları
uyarılmamış, böylece kendileri de gâfil kalmış bir kavmi uyarman için
(gönderildin)” (Yâsîn 6).
Şu da var ki, modern nesil, “atalara
tapmayalım” sözünü abartınca, ataların (anne-baba, dede-nine) değeri kalmadı ve
birer yük olarak görülmeye başladılar. Târih boyunca anne ve babasının iyi
niyetini ve çabasını, modern gençlik gibi istismâr eden bir nesil hiç
olmamıştır. Dedelere, babalara ve atalara uymaktan -sözde- vazgeçtikleri için,
dedelerini-ninelerini, babalarını-analarını yâni atalarını sevmekten de
vazgeçmek, “tersinden bir cehâlet”ten başkası değildir. Tecrübe
önemlidir ve tecrübe-sâhibi olan ana-babanın sözünü
dinlemeyince Dünyâ’da; Allah’ın sözünü dinlemeyince hem Dünyâ’da hem de
âhirette azap olur.
İslâm’da
atalara değil, vahye uymak ve peygamberleri tâkip etmek esastır, dedelere,
babalara ve atalara uymak değil.
Evet;
şirk, “Allah’a inanmak ama atalara uymak”tır. Şirk, “Allah’ın ekmeğini yiyip,
atalara tapmak”tır.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder