“Onu
(Kur’ân’ı, kavrayıp belletmek için) aceleye kapılıp dilini onunla hareket
ettirip-durma!. Şüphesiz, onu (kâlbinde) toplamak ve onu (sana) okutmak bize
âit (bir iş)tir. Şu-hâlde, Biz onu okuduğumuz zaman, sen de okunuşunu izle. Sonra
muhakkak onu açıklamak Bize âit (bir iş)tir” (Kıyâmet 16-19).
Bir şey körü-körüne izlendiğinde, artık
“düşünce”ye gerek kalmaz ve böylece söylenen sözler de yapılan işler de, ezbere
ve körü-körüne yapılmaya başlanır. Öyle ki, söylenen sözün ve yapılan işin kötü
sonucu bir-zaman sonra ortaya çıkınca bile “ezbere” olduğu için yine de ders
alınmaz da körü-körüne bağlılıklar artar ve kişiler aynı şeyleri yapmaya devâm
ederler.
Âyetin söylediği gibi; önemli olan vahyi kâlp
ile kesbetmektir. Yoksa iyi derecede Arapça öğrenmek ve Kur’ân’ı kelime-kelime
ezberlemek; onlarca tefsir okumak; kavramlarını araştırmak; orada nasıl
geçiyor, şurada ne diyor diye Kur’ân çalışmaları yapmak kişisel çalışmalar için
faydalı olur ve o rûha ulaşmak için gereklidir de. Fakat Kur’ân’ın rûhunu idrâk
etmek demek, bunları yapmak demek değildir. Dediğimiz gibi Kur’ân’ın bir rûhu
vardır ve o rûha ulaşmaktır önemli olan. Fakat o rûha da yine akılla Kur’ân üzerinde
samîmi-ciddî-gayretli bir şekilde çalışırken ulaşılabilir.
İbn-i Abbâs şöyle der: “Resûlullah Efendimiz
(nâzil olan âyet-i kerimeleri derhâl ezberlemek için kendisini meşakkate sokar
ve bundan dolayı çok kereler mübârek dudaklarını kımıldatırlardı. Bunun üzerine
Allah Teâlâ Hazretleri O’na: ‘Sana
nâzil olan Kur’ân âyetlerini nazmı ile unutmayayım diye acele edip Cibrîl daha
tilâvetini tamamlamadan hemen lisânını ve dudaklarını kımıldatmaya başlama!.
Kur’ân’ı sadrında cem etmek (toplamak) ve Sana tilâvet ettirmek Biz’e âittir.
Cibrîl’in lisânıyla Kur’ân’ı Sana okuduğumuzda Sen yalnız dinle!. Ondan sonra
onu anlatıp belletmek yine Biz’e âittir’ âyet-i kerimelerini inzâl
eyledi”.
Bir şeyi anlamış olmak, onu anlamlandırmakla
olur. Anlam katamadığınız şeyi ezberleseniz de idrâk etmiş olmazsınız. Zihinlerle
birlikte gönüllere/kâlplere de hitâp eden bir sestir bu Kur’ân. Kim daha
samîmi/cömert/ciddî/azimli/kararlı/fedâkâr ve mazlum ise en çok da ona hitâp
eder ve onda hayat bulur. Âlimler “bilenler”den ziyâde “yaşayanlar”dır.
“Bilmek” sâdece ezberlemek demek değildir. Teslim olmak demektir. Kur’ân’a
derinlemesine araştırıp anlamaya çalışanlardan çok, diğer kesim hizmet
etmiştir. Çünkü Kur’ân sâdece zihinlerde yaşamak için değil, hayatta
yaşaması/iktidâr olması için gönderilmiştir. Târihe bakıldığında bu ideâl için
en çok, “anlamayan” fakat “inanan” insanların çaba gösterdiği görülür. Bilâl-i
Habeşi, Ebu Zerr, Ammar bin Yâsir vs. hiç-biri büyük âlim değildiler. Fakat gösterdikleri
teslîmiyet/samîmiyet/fedâkârlık vs. adlarının yıldızlara yükselmesine sebep
olmuştur. Âlim olmaktan ziyâde âlimin ne yaptığı önemlidir.
İş, “sâdece tilâvet”e döndüğü zamanlarda
sâdece Kur’ân tilâveti ve hatmi ile kalmamış ve Buhâri tilâvetleri ve hatimleri
de yapılmaya başlanmış, tıpkı Kur’ân hâfızları gibi “Buhâri hâfızları” da
çıkmıştır ortaya. Hem de bu hâfızlar övünç kaynağı olmuşlardır. Tabi şimdi
kimse takmıyor Buhâri hâfızlığını. Tüm târikatlâr ve cemaatler de kendi eserlerini, şiirlerini,
duâlarını vs. ezberleyip seslendirmekle-hatmetmekle yetinmişler, böylelikle
Kur’ân’ı mehcûr bırakmışlardır-bırakmaktadırlar. Mehcûr bırakmak, “Kur’ân
ellerde olmasına rağmen onu işlevsiz kılmak” demektir. Sonuçta Kur’ân, ortada
öylece garip kalmıştır. Elden Kur’ân’ı hiç bırakamamak ama içinde ne yazdığını
bilmemek ve Allah’ın bizden ne istediğini düşünmemek nasıl bir cehâlettir?.
Allah bir şey diyor; bize 604 sayfalık, 114 sûre ve 6.400 âyetten oluşan bir
Kitap göndermesine rağmen, bunu hiç okuyup anlamadan seslendirmek, ezberlemek
ve hatim etmek nasıl bir cehâlettir?.
Emirlerine-tavsiyelerine uymadıktan sonra,
“Kur’ân’ı iyi bilme”nin faydası yoktur. Anlamadan okumanın faydası olmadığı
gibi, amele-eyleme dökmedikçe anlayarak okumanın da bir faydası yoktur.
Neticede amele-eyleme geçirmedikten sonra yâni gereğini yapmadıktan sonra onu
Arapça yada Türkçesinden okumak arasında bir fark yoktur. Gereğini yapmadıktan
sonra Kur’ân’ı Arapçasından anlamadan okumak ile Türkçesinden anlayarak okumak
arasında fark yoktur.
Eskiden çocuklara küçük yaşlarda Kur’ân-ı
Kerim ezberletilirdi. Ve bu hâfızlar arasından, zihni iyi gelişmiş sayısız dehâ
çıkardı. Yâni Kur’ân’ı Arapçasından okumak-ezberlemek zihnî açıdan yararlıdır.
Mukâbele yapmak da bu açıdan özellikle yaşlılar için yararlı bir zihnî-kâlbî bir
etkinlik olabilir. Bizim îtirâz ettiğimiz nokta, Kur’ân’ın, sâdece bu tarz
okumaların bir nesnesi hâline getirilmesidir.
Sahabe; “on âyet ezberleyip, onun gereklerini
yerine getirdikten sonra diğer âyetlere geçmezdik” diyor. Sahabe okuduğu âyetleri ezberlemeye geçmeden önce, hayâtın
tam ortasında gereklerini hemen yerine getirmeyi önceliyordu. Kitap orada
duruyor zâten. Onu ezberlemenin ne mânâsı var?. Gerekirse açılıp bakılır. Fakat
eylem yapılmadığında onun telâfisi olmaz. Eylemin kazası olmaz.
Kur’ân’ın Arapçasını ezberleyenlere ve
sürekli Arapçasından okuyup duranlara kızanlar, başlarlar Kur’ân’ı
ana-dillerinde ezberlemeye. Hâlbuki Kur’ân “ezberlensin” diye değil, “yaşansın”
diye gönderilmiş bir kitaptır ve bizim “güzel örnekliğimiz” olan Peygamberimiz
de vahyi “dibine kadar yaşamış” birisidir. Onun “güzel örnekliği” (sünnet)
budur zâten.
Bu-bağlamda Kur’ân hafızları için “beyni
sulanmış hâfızlar” ibâresi hakârettir. Çünkü netîcede Kur’ân da bir kitaptır ve
eğer kitap okuyarak beyin sulanıyorsa, Nutuk kitabını okuyunca da beyinler
sulanabilir.
İslam
ezberleri bozmak ve ezbere olanı yıkmak ve hakkı hâkim kılmak için gelmiştir. İslâm’da “yapmak”, “yıktıktan sonra
yapmak”tır. İslâm; inkılâp süreci ile ezberleri bozarak zihinleri değiştirir ve
yeniden inşâ eder. İhtilâl ile yıkar ve İslâmî bir devrim ile de yeniden yapar.
Bilimin ortaya koyduğu teknolojileri yakından
tâkip etmeyi, bâzı bilim-adamlarının isimlerini ezberlemeyi ve bilim-târihini
üstün-körü bilmeyi “bilimsellik” zannediyorlar. Oysa bu da bir çeşit ezberdir.
Geleneksel ve klâsik ezbercilik olduğu gibi modern ezbercilik de vardır.
Markaların
adlarını, nerede ve kaça satıldıklarını bilmeyi ve ezberlemeyi matah bir şey zannediyorlar
ve bununla övünüyorlar. Üstelik markaların isimlerini ve güncel şeyleri
bilmeyenler ve ezberlememiş olanlar câhil olarak görülüyor. Oysa asıl câhillik
kendi yaptıklardır.
İnsanlar masalları ve hurâfeleri daha çok ve
çabuk benimser ve ezberler. Çünkü masallar insanlara bâzı dersler verse de pek
sorumluluk yüklemez hattâ dikkatli dinlemeye bile gerek yoktur.
Modern eğitim-öğretim sistemi olduğu gibi
ezbere dayanır. Ne kadar iyi, ezberleyebiliyorsanız o kadar iyi ve başarılı bir
öğrenci olarak kabûl edilirsiniz. Fakat bu iyi bir sonuç vermez. ÖSYM'den
yapılan açıklamaya göre 1 milyon 250 bin kişi fenden, 900 bin kişi ise
matematikten tek bir soru bile çözememiş, 2 milyon öğrencinin 50 binini aldığı
puan neredeyse sıfır olmuştur. YGS-YKS’de sorulan matematik müfredâtı lisede
öğretilen matematik değil, ilköğretimde öğretilen matematiktir. Ama buna rağmen
öğrenciler ilkokul matematiğini bile yapamıyorlar. Yetkililer bunun sebebinin
ezberci sistem olduğunu söylüyor. Öğrenci, matematiği ezberlemeye çalışıyor, ezberlemeye
çalıştıkça da sonuç kötü oluyor.
Her
taraf “ezberlenmişlik” ile dolmuş durumda ama hiç-bir yerde “yaşanmışlık” yok.
Çünkü yaşanmışlık “ezbere” olan değildir. Ezbere hayatlara “yaşanmışlık”
denilemez. Yaşanmışlık büyük oranda doğaçlama olarak ortaya çıkar.
Yaşanmışlıkta benimsemek ve idrâk vardır.
İnsanlar her alanda ve her konuda ezbere
yönlendirildikleri için ezbere davranıyorlar ve ezbere yaşıyorlar. Bu yüzden de
hayâtı ıskalıyorlar. Bunun çâresi ezber bozucu fikirler, düşünceler geliştirmek
ve yazılar yazıp söylemlerde bulunmaktır. Zîrâ ezber bozucu olmayan tüm
söylemler, mevcut ezbercilik sistemini beslemekten başka bir işe yaramaz-yaramıyor.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder