“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ (ve müslüman
olduk) diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
İnanmak
ile inandığını sanmak çok farklı şeylerdir. İnanıyorum diyenlerin büyük
çoğunluğu aslında inandığını sananlardır. Çünkü insanlar inanmayı “sâdece
inanmak” zannediyor ve “inanıyorum”
dediklerinde işin bittiğini zannediyorlar. Hâlbuki inanmak, “îman etmek ve sâlih amel işlemek” demektir.
Sâlih amel olmadan tek-başına sâdece inanmak “îman” olmadığı gibi, sağlam bir
îman olmadan yapılan ameller de “sâlih amel” değildir. Îman etmek ve sâlih amel
birlikte olduğunda tamamlanır ve anlamını-hedefini bulur. Çağdaş müslümanlarda
amel-eylem olmadığı gibi amel-eylem düşüncesi bile olmadığı için, aslında “müslümanım”
diyenlerin %90’ının inandığı falan yoktur ve sâdece inandıklarını zannetmektedirler.
Îmân etmenin ne demek olduğunu bilmeden nasıl îman edilecek ki!. Ey îman
edenler!, siz neye îman ediyorsunuz?.
Müslümanlar da dâhil inançlı insanlar,
Dünyâ’da bulunmanın yegâne amacının imtihan ve sorumluluk değil de, “Dünyâ’dan
olabildiğince zevk almak” ve “Dünyâ’nın tadının çıkarmak” olduğunu zannediyor.
Buna rağmen yine de inandığını sanıyorlar.
Nice inançlılar vardır ki bâtıl yolda
gitmelerine rağmen hak yolda olduklarını sanmaktadırlar. Çünkü insan dîne göre
yaşamadığında, yaşadıklarını din zannetmeye başlar. Çünkü bir kere “inanıyorum”
demiştir. Lâkin inanmayı başka, bilmeyi başa, yapmayı ise bambaşka şeyler
sanmaktadır. Hak yola girmemenin yada hak yoldan çıkmanın Dünyâ’daki cezâsı,
“bâtıl yolu hak zannetmek”tir.
Sapık bir yolda giden kişi, cehenneme
girene kadar, gittiği yolun doğru ve hak olduğunu zanneder. Herkes
farklı-farklı yollara sapmışken, yine de hak yolda olduğunu ve hakkıyla inandığını
sanmaktadır. Oysa hakkın yolu birdir ve ondan başka tüm yollar, bâtıl yollardan
biridir.
İnanmak, Allah’ı varlığını kabûl ettikten
sonra, O’nun kânunlarının en iyi kânun olduğunu kabûl etmek, Allah’ın
kânunlarını savunmak ve hâkim kılmak istemek demektir. Allah’ın kânunları
yerine beşerin çıkaracağı (sistem-içi) kânunlarla iyiliğe gidileceğini sanmak,
derin bir cehâlet ve ağır bir ahmaklıktır. Bu-bağlamda muhâfazakâr partilerden
birine oy vererek onu desteklemenin inanmak olduğunu sananlar vardır. Oysa bu
düpedüz bir şirktir. Zîrâ oy kullanmak, Allah’ın kânunları yerine beşerin kânun
çıkarmasını onaylamak demektir ki bu aynı-zamanda Allah’ın kânunlarını
istememek anlamına gelir.
Şerefsiz-zâlim batı’nın felsefesini,
ideolojilerini, düşüncelerini, bilimini, tekniğini ve sistemini İslâm ile
birleştirmeyi inanmak sanan câhiller türemiştir. Üstelik bu argümanlar
üzerinden sürekli olarak 1.400 yıllık İslâm târihine vuruyorlar. Bunu da “iyi
müslümanlık” zannediyorlar. Batı’ya meftûn ve râm olanlar, İslâm’ı “kötülüğün
kaynağı” zannetmeye başladılar, bir de böyle olmayı inanmak zannetmektedirler.
Birileri; Kur’ân’ı çok iyi anlayınca ahlâklı ve
îmanlı bir insan-müslüman olacağını zannediyor. Lâkin ahlâkın bilgisi ahlâk olmadığı
gibi, îmânın bilgisi de îman değildir. Îman, îman-amel birlikteliğidir. Îman ve
ahlâk sahada ortaya çıkar ve ispatlanabilir.
“Kur’ân
dilini ne kadar iyi bilirsem o kadar iyi müslüman olurum” zannedenler var. Kur’ân dili ile fazla uğraşıldığında, yâni
kelimenin kökeni fazla araştırıldığında, kelime, bütünlüğünden koparıldığı için
kelimenin ve sonuçta cümlenin anlamı değişiyor. Ortaya çıkan yeni anlam ise,
“Kur’ân’ın asıl bilinmesi gereken gizli anlamı” zannediliyor. Bu gizli anlam
ise, amele-eyleme dönmediği gibi, ancak mevcut hâkim paradigmayı kutsuyor.
Kur’ân’a orijinâl kendi bütünlüğü içinden
bakmayıp da dışarıdan oluşturulmuş etkilerle (tasavvuf, ehl-i sünnet,
târihselcilik, modernizm vs). etkilerle bakıldığında, Kur’ân’la ilişki
bozuluyor ve bu bozulmayla berâber modern-bilime bakıldığında Kur’ân ile
modern-bilimin aynı olduğu zannediliyor. Böyle olunca da Kur’ân’ı modern-bilime
ne kadar uydurursa o derece îmanlı olacağını düşünenler ortaya çıkıyor.
Kur’ân’ı, “amel-eylem kitabı” değil de,
kuru-kuruya sâdece “okuma kitabı” zannederek bilgi biriktirmenin inanmak
anlamına geldiği sanılıyor.
“Ne kadar çok bilirse o kadar imanlı
olacağını” sananlar var. Çok bilmek daha doğrusu çok bilmeye çalışmak yada çok bildiğini
sanmak îmânı azaltır. Çünkü her-şeyi bilirseniz ve bilmeye kalkarsanız yada
bildiğinizi veyâ bilinebileceğini sanırsanız, geriye îman edecek bir şey
kalmaz. Bu “îmansızlaşma”yı ortaya çıkarır ki aklı ve bilgiyi ilahlaştırmış
olan modernizmin îmansızlığı ve modern insanın îmânının bitme noktasına
gelmesinin nedeni budur. Fakat buna rağmen yine de inandığını sananlar
var.
Cemaatler, yaptıkları modern etkinlikleri,
“dînî faaliyetler” zannediyorlar. Bu etkinliklere katılmayı inanmak sanıyorlar.
Bayramdan-bayrama ve cumâdan-cumâya namaz
kılmayı, serin ve kısa günlerde oruç tutmayı, bir-kaç kuruş sadaka vermeyi vs.
yeterli görerek bunları yapmayı inanmak sananlar var. İnsanların-Müslümanların
büyük çoğunluğu, İslâm’ı “namaz ve oruçtan ibâret bir din” zannediyor.
İlginçtir; bu düşüncede olanlara namaz ve oruç çok zor geliyor.
Kandil, bayram, özel gün ve gece mesajı
atmayı dindarlık zannedenler var ki
bunlar bunu inandıkları için yaptıklarını sanmaktadırlar. Peki cep
telefonlarının olmadığı zamanlarda bu tür mesajlaşmaları önemli ve
olmazsa-olmaz olarak görüp de uzaktaki birine mektup yazarak kandilini kutlayan
var mı?.
Modern müslüman, “çok” olanın “doğru”
olduğunu zanneden ahmak kişidir. Bu-bağlamda, “ne kadar çok arttırırsam o kadar
inançlı olurum” diye düşünenler var. Para ve mal-mülk biriktirmeyi dindarlık
olarak görenler var.
Modern müslümanlar,
“düzeltmek” için, hiç-bir şeyi kırıp-dökmeden, hiç gürültü-patırtı yapmadan bir
düzeltmenin olabileceğini zannediyorlar. Oysa insanlık-târihinde sessiz-sedâsız
yapılmış bir “düzeltme” örneği yoktur. Fakat buna rağmen sessiz kalmayı, hoş
görmeyi, gevşek davranmayı inanmak sanıp, eleştiri, îtirâz ve isyân etmeyi
yobazlık ve terör olarak görüyorlar. Müslümanların
en büyük yanlışlarından biri de; “ancak siyâsetle çözülebilecek” olan şeyleri,
eğitim-öğretim ile çözebileceklerini zannetmeleridir.
Modern
müslümanlar; Dünyâ’nın ahlâkî, sosyâl, âilevî, ilmî, insânî, tıbbî, ekolojik
vs. çöküntülerine rağmen, -görece- ekonomik ve maddî ilerlemeyi, “İslâm’ın
ilerlemesi” zannediyor ve sırf bu çağda yaşadığı için kendini inançlı olarak
görüyor.
Peygamberimiz’e îman ve
itaat etmemeyi îman zanneden ahmaklar bile var. Peygamberimiz’i ne kadar adam
yerine koymazsa o oranda kendini îmanlı sayanlar ortaya çıktı. Bunlar Peygamber’i “dilsiz” zannediyor. Peki bu
Peygamber hiç ağzını açıp da bir laf etmedi mi?. Hiç durmadan sürekli konuşan
bir Peygamber olmadığı gibi, hiç konuşmayan bir Peygamber de yoktur.
Ahzâb Sûresi 21. âyetin de onayladığı gibi, Peygamber’in
en ideâl örnekliği olan Sünnet’ini hesâba katmayanlar, İslâm’ın “uygulanamaz
bir din” olduğunu zannediyorlar ve üstelik Peygaberimiz devre-dışı bırakmanın
inanmak olduğunu sanıyorlar.
Akla mutlak anlamda uymayı
ve onu vahyin de üstüne çıkarmayı inanmak sanıyorlar. Oysa akıl daha ziyâde
uygulama noktasında geçerlidir. Peygamberimiz, modernistlerin zannettiği gibi
Kur’ân’ın hiç-bir yerinde, “ben aklıma uyarım” demez, “ben bana vahyolunana
uyarım” der.
Sünnet’i göz-ardı etmeyi ve takmamayı iyi
müslümanlık olarak görenler var. Sünnet göz-ardı edildiği için, Kur’ân’ın
“modern” yorumları, vahyin gerçek yorumları zannediliyor. Sünnet, 23 yıllık
“ağır bir yaşanmışlık” örneğidir ki, Peygamberimiz’in saçlarını ağartırken,
belini bükmüştür. Yoksa Sünnet, birilerinin zannettiği gibi; “misvak, kıl-tüy
ve çabut” konuları değildir. Uydurulmuş rivâyetleri ve zırvalıkları “Sünnet”
zannetmek ağır bir ahmaklıktır.
Peygamberlerin her yaptıklarını “mûcize” zannederek
onların gösterdiği “üstün gayret”i yok saymayı iyi dindarlık zanneden câhiller
var.
Seküler Allahsız sistemin başına inançsızlar
yerine namaz kılanları getirmeyi inanmak ve dindarlık olarak görenler var. Peygamberlik
öncesi Mekke’nin mazlumları, mazlumluktan kurtulma umûdunu, merhâmetli
müşriklere bağlamışlardı. Şimdikiler de aynısını yapıyorlar; “diğeri” gelirse
rahatlayacaklarını ve adâlete kavuşacaklarını zannediyorlar. Hâlbuki sorun
kişilerde değil, “sistem”dedir. Sistem-değişikliği yapılmadığında, hiç-bir
değişiklik de olmayacaktır.
İslâm’ı
zamâna ve moderne uydurmayı inanmak sanıyorlar. Popüler câhil müslümanlık, zamânın değişmesiyle Kur’ân’ın da zamâna
uydurulabileceğini zannediyor.
Bâzıları da içki sofrasında domuz eti yememeyi
“dindarlık” ve “inanmak” zannediyor. Hak ile bâtılı karıştırmak ile inanmak
arasında hiç-bir ilişki yoktur.
Peygamberimiz’e isnât edilerek uydurulan
hadisleri, sözleri, rivâyetleri ve zırvalıkları baş-tâcı etmeyi, onları
ezberlemeyi, her yerde söylemeyi ve yazmayı “inanmak” ve “iyi dindarlık”
sanıyorlar. Gasvlara, kutuplara, şeyhlere, hocalara, efendilere, lîderlere,
aslında şeytandan gelmesine rağmen Allah’tan geldiğini sandıkları tecellilere,
rüyâlara, uçtu-kaçtı hikâyelere, saçmalıklara, boş gayretlere ve İslâm’ın
yıktığı şeyleri din zannederek gayretle sürdürmeyi “inanmak” ve dindarlık
sanıyorlar. Atalara ne kadar uyarlarsa o oranda dindar olacaklarını sananlar
vardır. Oysa inanmak, vahye inanmak ve onun gereğini yapmak demektir.
Târihselciler, modernistler, “sâdece
Kur’ân’cılar, Sünnet ve Peygamber düşmanları, doğulu ve Arap düşmanlığı
yapanlar, Kur’ân’ı felsefeye ve modern-bilime boğduranlar, filozofları
peygamberlerden üstün tutanlar, bilim-adamlarını kutsallaştıranlar vs. kendilerini
inanıyor sanmaktadırlar.
Klâsik ve geleneksel hurâfeleri yererken
modern hurâfeleri ise övenler kendilerini inanıyor zannediyorlar.
Küresel tâğutlar, yaptıkları şerefsizlikleri
İslâm’a yıkarak sürdürüyorlar. Ahmaklar da “iyi olan ne varsa modernlikten dolayı”;
“kötü olan ne varsa İslâm’dan dolayı” oluyor zannediyor. Böyle düşünmek ve bunu
kabûl etmekle inandığını sanan ahmaklar vardır.
Îmânın hiç-bir gereğini yerine getirmediği ve
hayâtını îman-merkezli olarak yaşamadığı hâlde yine de inandığını sanmak tam
bir câhilliktir. Îman başka bir şey, inandığını sanmak ise bambaşka bir şeydir.
Fakat bunu ancak gerçekten îman eden ve sâlih amel işleyenler görebilir.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Nîsan
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder