19 Nisan 2024 Cuma

Tüm Zamanların Bahanesi: Bu Zamanda Olmaz

 

 

“Ey insanlar!; siz Allah’a (karşı fakir olan) muhtâçlarsınız; Allah ise, Ğaniy (hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayan)dır, Hamid (övülmeye lâyık)tır” (Fâtır 15).

 

Allah insana bir şeyi emrediyor yada yasaklıyorsa, bu Kendisi için değil, insanın iyiliği içindir. Çünkü O’nun hiç-bir şeye ihtiyâcı yoktur, hiç-bir şeye muhtaç değildir. Allah bir şeye ihtiyaç duymaktan münezzehtir. Zîrâ Allah eşsiz Yaratıcıdır, Hallâk’tır, sürekli yaratır. İstediğini her-an yaratan Allah’ın bir şeye ihtiyâcı olması söz-konusu olmaz. Fakat Allah yarattıklarına karşı ilgisiz ve duyarsız değildir. Yarattıklarının iyiliği için onlara emir ve yasaklarını bildirir ve onları Dünyâ’da âhirette iyiliğe kavuşturmak ister. Lâkin insan bu emir ve yasaklara uymak istemez de sürekli olarak bahaneler üretir durur. Târih boyunca insanın emir ve yasaklara karşı sürekli bahane, “bu zamanda olmaz” sözüdür. İyi de ilk-baştan bêri bu bahaneye sığınılıyorsa ve “bu zamanda olmaz” deniliyorsa, peki ne zaman olur?. El-cevap: Hiç-bir zaman. “Bu zamanda olmaz” demek, aslında “hiç-bir zaman olmaz” demektir.   

 

Allah, zamandan ve mekândan münezzehtir; fakat yasaları ve sanatı ile her yerde hazır ve nâzırdır. Vahiy de, zamandan ve mekândan etkilenmez. O-hâlde vahyin tüm emir ve yasakları tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda uygulanabilir ve hattâ hayâta hâkim kılınabilir. Fakat zamandan ve mekândan insanlar etkilenmektedirler ve bu nedenle de “bu zamanda olmaz” ve “şimdi sırası değil” vs. demektedirler. “peki sıra ne zaman gelecek?” dediğinizde de, “şartlar uygun hâle geldiğinde” diye cevap verirler. Şartların uygun hâle gelmesi önemlidir ve gerçekten de şartlar hiç uygun değilse, yapmaya çalışsanız da olmaz. Fakat şartları uygun hâle getirecek olan Allah, şartları niçin ve nasıl uygun hâle getirir?. Buna; “insanlar o şartlara lâyık oldukları zaman” diye cevap verilebilir. O-hâlde şartların uygun hâle gelmesi de imtihan ve sünnetullah gereğince yine insanın davranışları ve çabalarıyla alâkalıdır.     

 

Tabi İslâm dîni ve Kur’ân, klâsik veyâ modern, hiç-bir zamanda ve mekânda sınırlandırılamaz. Her şartta idrâk edilip uygulanabilir ve hattâ İslâm’ı hayâta hâkim kılma yoluna girilebilir. Sonuç alınamasa bile etkili bir süreç yaşanabilir. Allah için şartlar önemli değildir. Allah’ın rızâsını kazanıp yardımını celb-edebilmek için özel zamanlar, mekânlara ve şartlara gerek yoktur. O, rızâsını ve yardımını hak edenlere yardımını gönderir ve yardımını alanlar mutlakâ gâlip gelirler ve İslâm’ı hayâta hâkim kılabilirler. Demek ki “bu zamanda olmaz” sözü boş bir sözdür ve tüm zamanlarda olur. İslâm’ın emir ve yasakları tüm zamanlar, tüm mekânlar ve tüm şartlar için cârîdir. 

 

Şu da var ki, aslında zamânın aslî bir varlığı yoktur. Zaman, maddenin hareketinin bir sonucudur. Bir maddeyi bir yerden alıp başka bir yere koyduğunuzda yâni hareket ettirdiğinizde zaman başlar ve sürer gider. Zamânın izâfî olması, daha doğrusu izâfi sanılmasının nedeni budur. Maddenin çeşitli hareketleri zamânı da algılayış olarak farklı kılar. Tabi bu bir yanılsamadır. Yâni bir kişiye belli bir zaman süreci çok kısa yada uzun gelmiş olabilir ama saat bildiğimiz saattir. Yâni gerçek anlamda kişiye göre değişmez, izâfi değildir. Değişen şey kişinin algısıdır. Kişinin o-günkü yada o-anki algısına göre zaman yavaş yada hızlı gibi akar gibi olur.

 

Zamânın mutlak ve bağımsız bir varlığı yoktur. Çünkü “hakîki” bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir zaman. Evrendeki maddeyi/hareketi bir-anda durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa zaman da kalmaz/olmaz. Süpürülme işleminden sonra görülen/kalan şeyin (mekân) ne olduğunu her-hâlde Allah’tan başka kimse bilemez. Mekâna (hâşâ, “post vahdet-i vücûd”çuluk yapıp) “Allah” demeyeceksek, mekân da yok olucudur. Belki de bu yok-oluş süpürülmeyle birlikte gerçekleşir. Geriye ne kalacağını ancak O bilir. Bir de “saf-zaman” denen bir zaman da var mıdır?.. o da ayrı bir düşüncenin konusudur. Gerçi bu saf-zaman ben vâr-olduğum müddetçe; hareket vâr-olduğu müddetçe görülemeyecek/bilinemeyecek/idrâk edilemeyecektir. Bu yüzden bizi çok da ilgilendirmiyor. İdrâk edemeyiz çünkü.

 

Hani sık-sık, “bu zamanda olacak şey değil” diye söylenen söz var ya, aslında o sözle, “bu mekânda olacak şey değil” denmek isteniyor. Yoksa zamanda bir değişme yoktur. O sâdece, bir yanılsama olarak insana daha farklı akıyor gibi geliyor. “Bu zamanda olmaz” dediğinizde, “bu mekânda yapılamaz” demiş olursunuz. Çünkü bir şeyin yapılabilmesi için mekânın uygun olması gerekir. Meselâ “kaymak gibi” asfalt bir yolda at ile yolculuk yapmak çok da olacak şey değildir. “Bu zamanda at ile yolculuk mu yapılır” sözü, “bu mekânda (yolda) at ile yolculuk yapılmaz” anlamındadır.

 

Mekân, aslında “maddenin bulunduğu yer”dir. Madde olmasa belki mekân da olmayacak yada kalmayacaktır. Kâinattaki tüm maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek, belki de ortada mekân diye bir şey de kalmayacaktır. Aristoteles, “hiç-bir cismin bulunmadığı yerde zaman ve uzay da bulunmaz” der. Biz, maddenin bulunduğu yere ve ortama “mekân” diyoruz. Tabi kâinâta dışarıdan bakamadığımız için maddenin nerede bulunduğunu anlayamıyoruz ve bilemiyoruz. Bu nedenle de mekânı madde bağlamında biliyor ve anlamlandırıyoruz. Zâten zaman da öyledir.

 

Kur’ân’ı mehcûr bırakmak (Furkân 30), sâdece okuma noktasında değil, aynı-zamanda uygulama noktasındadır da. Çünkü okumak, araştırmak ve yazmak için zaman her zaman uygun görülüyor ama uygulamak için tüm zamanlar uygun görülmüyor yada en azında yetersiz görülüyor. Uygulamak için özel zamanlar, özel mekânlar ve özel şartlar gerektiği düşünülüyor. Açıkçası bu bir bahanedir. Yapmamak için uydurulan ve arkasına sığınılan bir bahane. Peygamberler ise bahanelere sığınmazlar. Hiç-bir peygamber “bu zamanda olmaz, mekân ve şartlar uygun değil” dememiştir. Sonuca ister ulaşsınlar, isterse ulaşamasınlar, tüm peygamberler zamana, mekâna ve şartlara bakmadan Allah’ın sözünün idrâk edilip uygulanması ve Dünyâ’ya hakim kılınması için tam bir teslîmiyetle ve îmanla bu yola girmişler ve bunun için elerlinden gelenin  fazlasını yapmışlardır. İşin sonunu getirenler olduğu gibi getiremeyenler de olmuştur ve esâsen işin sonunu getiremeyenler daha fazladır. Fakat önemli olan bu değildir. Zamana, mekâna ve şartlara aldırmadan İslâm’ı idrâk etmek, uygulamak ve hâkim kılmak için çabalamışlardır. Çünkü Allah istese İslâm’ı kâlplere ve hayâta zorla da hâkim kılabilir fakat amaç o değildir. İmtihan ve sünnetullah gereğince Allah samîmi ve ciddî çabalara bakar ve insanları buna göre değerlendirir.

 

Farklı bir şey söylemeye yada yapmaya görün, birileri hemen: “bu devirde/bu zamanda böyle şey olur mu?” diyorlar. Ne var lan bu devirde!. Mü’minler Allah’a taparlar, ideâl zamâna, mekâna ve şartlara değil. Riske girmekten, vazgeçmekten ve kafa ve beden konforunun bozulmasından ödü kopanlar, Allah’a değil de devire-zamâna tapıyorlar ve diyorlar ki; “bu zamanda olmaz”. Lan şerefsiz!, sen hiç-bir zaman yapamazsın zâten. Çünkü “bu zamanda olmaz, yapılmaz, uygulanamaz” demekle sen aslında zımnen; “ben bu mevcut modern hayattan memnunum, niye değiştirmeye kalkıyoruz ki, boş-verin, mevcut zamânı, mekânı ve şartları kazanımımız olarak kabûl edelim ve böyle yaşayalım gidelim, riske girmeyelim, yumruk yemeyelim, canımız acımasın, aç, susuz, evsiz ve çıplak kalmayalım, bu genç yaşta canımızdan olmayalım, konforumuzu bozmayalım, yiyelim, içelim, zevk, neşe, haz ve refah içinde uzun bir süre yaşayalım ve sıcak yataklarımızda uykuya dalar gibi ölüp gidelim” demek istiyorsun. Peki öldükten sonra ne olacak?.

 

Hakkıyla îman eden, okuyan, öğrenen, idrâk eden, bilince eren ve kararlılık şuuru kazanan mü’minler, Allah’ın sözünü, zamâna, mekâna ve şartlara bakmadan ve de “bu zamanda olmaz” diye zinhar düşünmeden, idrâk edip tebliğ ve dâvet yoluna girer, İslâm’ı hayâta hâkim kılmaya çalışırlar. Zîrâ İslâm, îman etmek ve sâlih amel işlemekten başkası değildir. Allah, kendi rızâsı için çalışanları kurtuluş yollarına ulaştıracaktır. Apaçık olan şey budur: 

 

“Buna rağmen yüz çevirirseniz, artık size kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ ettim. Rabbim de sizden başka bir kavmi yerinize geçirir. Siz O’na hiç-bir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, her-şeyi gözetleyip-koruyandır” (Hûd 57).

 

O-hâlde ey müslimler ve mü’minler!:

 

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla (yâni küfür-kâfir ve şirk-müşrik) savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

 

“Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir” (Müzzemmil 19).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder