“De ki: Herkes
kendi yaratılışına (fıtrat tarzına, mizâcına) göre davranır. Şu-hâlde kimin
daha doğru yolda olduğunu Rabbin daha iyi bilir” (İsrâ 84).
Şâkile: “Yaradılış. Tıynet. Seciye. Mizâc. Bir
kimsenin yaratılışının temel husûsiyeti. Yol. Târik. Meslek”.
Mizâc
aslında tıpla ilgili bir konudur. Bir rahatsızlık durumunda, kişinin mizâcına
bakarak, “eksiği tamamlamak” ve “fazla olanı eksiltmek” “mizâca göre tedâvi”de temel
amaçtır.
Mizâcın
sosyoloji, psikoloji ve din ile ilgisi dolaylı yöndendir. “Sağlam kafa sağlam
vücutta bulunur” sözüne göre kişinin sağlığı bozulduğunda psikolojisi, sosyâl
hayâtı ve dîni düşüncesi bile etkilenebilir. Fakat bu bozulma ille de herkeste
olacak ve bozulan psikoloji ve sosyâl hayat bir daha dengeye gelemeyecek diye bir
şey yoktur. Dolayısı ile mizâcı temel alarak insanı tüm alanlarda buna göre
değerlendirmeye tâbi tutmak ve ona göre yargılamak yanlıştır.
Biz
bu yazımızı, Emine Bayır’ın, “Câhız’ın Mizâc İle İlgili, Görüşlerinin Kelam Açısından
Değerlendirilmesi” adlı yüksek lisans tezini merkeze alarak yapacağız.
Tıp-târihinde
Ahlât-ı Erbaa olarak bilinen bu anlayışın kökleri eski Mısır’a kadar
gitmektedir. Mısırlı hekimler, bir hastalık meydana geldiğinde o hastalığın
sebebi olarak, bünyedeki mizâcı belirleyen dört sıvının kirlenmesini gösterirlerdi.
O nedenle hastalıkları tedâvi ederken kirli sıvıların boşaltılması (kan almak,
müshil vermek vb.) yoluna giderlerdi. Mısır’da Ahlât-ı Erbaa nazariyesinin bu
ilk hâli işlenirken târihî süreçte bu teorinin geliştirilmiş ve genişletilmiş
ikinci hâlini Antik Yunanlı filozof ve bilim-adamları devralmaya başlamıştır.
Dolayısıyla Antik Yunan’da tıp-dünyâsının önemli bir ismi olan ve tedâvi
yöntemleriyle bilinen Hipokrat (MÖ V. asır) ahlât teorisini geliştirmiş ve
sonraları bu anlayış Galen’in teoriyi daha da geliştirmesiyle XIX. yüzyıla
kadar têsirini sürdürmüştür.
Ahlât,
Arapça’da “karmak, harmanlamak” anlamını taşıyan “h-l-t” fiilinden türemiş bir
isim olup “karışım malzemesi”, “karışım” manalarına gelmektedir. Çoğul olarak
“ahlât” kelimesi kullanılmaktadır. Terim olarak “hılt”, dört nitelik ve dört
unsurun vücutta meydana getirdiği dört salgıdan her birini belirtmek için
kullanılmaktadır: Kan, balgam, sarı safra ve kara safra. Bu dört salgıya
özetle; “Ahlât-ı Erba’a” denilmektedir. Mizâcı ilk plânda sıcaklık, soğukluk,
kuruluk ve yaşlık olmak üzere dört niteliğin karışımı(imtizâc) olarak
tanımlayan Galen olmuştur.
Câhız’a
göre bedeni oluşturan bu parçalar ve karışımlar dengede olduğunda kişi
sağlıklı, denge bozulduğunda ise hasta olmaktadır yada en azından ideâl bir
performansı yerine getiremeyecek duruma gelmektedir. Örneğin safralardaki bozukluk
insanın sağlıklı bir şekilde düşünmesini engellemektedir.
Hipokrates,
varlık kazanmış her-şeyin temelinde dört unsurun (ateş, hava, su, toprak) ve
bunlarda içkin şekilde bulunan dört niteliğin (sıcaklık-soğukluk, nemlilik ve
kuruluk) yer aldığını, bunların bütün cisimlerde ortak olduğunu düşünmektedir.
Yâni tüm varlıklar bu unsur ve niteliklerin belli oranlardaki karışımlarından
meydana gelmiştir ki esâsında bu görüşü ilk ortaya çıkaran da Sicilyalı Empedokles
(MÖ 492-432) olmuştur. İşte Hipokrates’in de yaptığı şey, Empedokles’in tabiat
için geliştirdiği “Anasır-ı Erbaa” (Dört unsur: Ateş, hava, su, toprak)
teorisini alıp insan bedenine uygulamak olmuştur.
Tabi
bu dört sıvının denge hâline gelemsi her zaman sağlık anlamına gelmez ve bu
yeterli olmaz. Çünkü sıvıların dengesizleşmesine neden olan etkenler de vardır.
Damarların, bağırsakların, kas-iskelet sisteminin yapısının bozulması, mizâcın
bozulmasına neden olan şeydir. Mizâc, bu yapılar bozulduğunda da bozulur. Bu
yüzden sıvıların dengeye getirilmesi hastalığı iyileştirmekten ziyâde, koruyucu
hekimlikte faydalıdır. Çünkü zâten koruyucu hekimlik olmadığı, mizâcın ara-ara
düzeltilmediği durumlarda hastalıklar ortaya çıkmaktadır.
Mizâc
konusu kadercilik bağlamında anlaşılmak ve kabûl edilmek istenmektedir. “Ne
yapayım, mizâcım böyle diyerek sorumluluğu inkâr ve iptâl etmek de olasıdır.
Hâlbuki olan şey, mizâcın bozulması ve insanın dengesini kaybederek değişik hâllere
girmesidir. Öyle ki zamanla kişinin düşüncesi bile değişir ve çeşitli etkilerle
mizâc öyle bir bozulur ki fıtrat doğal hâlinde kullanılamaz olur. Yâni mizâc
bir sağlık sorunu olarak sonradan bozulursa, kişinin psikolojisini, sosyâl
hayâtını ve dînî düşüncesini bile etkiler.
Burada
önemli olan şudur ki, mizâcın özellikleri tümüyle doğuştan gelmez ve
ana-babanın, çevrenin, eğitimin vs çeşitli etkilerin sonucunda ortaya çıkar.
Kişi neye göre yaşarsa mizâcı da ona göre şekillenir. Yoksa Allah herkese bambaşka
özellikte mizâclar vermemiştir. İnsanlar İslâm fıtratına göre yaratılırlar. Mizâclar
da buna uygun olur. Ortak ve benzer mizâclarla yaratılan insan, hayâtı boyunca
yeme, içme, giyme, düşünme, konuşma ve davranışlarla mizâcını şekillendirir.
Yâni, mizâcın kişiyi şekillendirmesinden ziyâde, kişinin mizâcını şekillendirmesi
söz-konusudur. Yoksa herkes zorunlu olarak doğuştan belirlenmiş bir mizâca göre
yaşıyor olsaydı, aynen kadercilerin zannettiği gibi, bir irâdeden, imtihandan
ve âhirette de hesaptan, sorgudan ve cezâdan bahsedilemezdi. Cennet ve
cehennemin olmasının bir anlamı da kalmazdı ki birileri buna inanmaktadır.
Böyle olunca -hâşâ- Allah’a bile gerek olmazdı. “Mizâcı doğa yapıyor” diye
inanmak en doğru düşünüş şekli olurdu.
Halk
arasında mizâcın değişmez bir yapı olduğu yönünde yanlış bir algı oluşmuştur. O
kadar ki ata-sözlerimize bile girmiş olan “can çıkar huy çıkmaz”, “arlı arından huylu huyundan vazgeçmez”, “huylu
huyundan teneşirde vazgeçer”, “huylu huyundan vazgeçmez”, “sütle giren huy,
canla çıkar” gibi birçok ata-sözünde huyun/mizâcın değişmez yönüne vurgu
yapılmıştır.
Gazâlî,
“her insan mizâcını ve ahlâkını değiştirebilir” der. O, toplumda yaygın olarak
bilinen “insan yedisinde neyse, yetmişinde de odur” düşüncesinde olan
insanların bu gibi kabûllerini yanlış bulur. O, bu konudaki düşüncesini şöyle
ifâde eder: “Eğer ahlakın değişmesi diye bir şey olmasaydı nasihatler, vaazlar
ve terbiye denilen hakîkatlerin de olmaması gerekirdi. Hayvanların bile belirli
bir terbiye netîcesinde huylarının değiştiği göz-önünde bulundurulursa,
insanların ahlâkî yönüyle değişmemesini düşünmek doğru olabilir mi?. Bâzı tabiatların
değişime daha açık, bâzılarının daha kapalı ve daha zor olduğu kabûl edilebilir
ama değişimin hiç-bir zaman olmayacağını kabûllenmek aslâ doğru değildir”.
Fıtrat
ile mizâc arasında küçük bir ince ayrım olduğunu da burada belirtmek gerekir ki
fıtrat, genel anlamda tüm insanlarda bulunan insanın yaratılış ayarını ifâde eden
geniş bir kavram iken mizâc, insandan-insana farklılık gösteren kişiye özel bir
kavramdır. Mizâc, “bir şeyle karıştırılmış başka bir şey” anlamına gelmektedir.
Sonradan katılan bir şey anlamına geldiği için ilk yaratılıştaki fıtrat
anlamında değildir. Fıtrat bütün insanların ortak özelliğidir.
İnsan
bedeninde bulunan bu sıvılar “kan, sarı safra, siyah safra ve balgam” olarak dört
sıvıdan oluşan karışımı ifâde etmektedir. Dolayısıyla insanın mizâcının
oluşumunda bu karışımların etkisinin olduğu düşüncesi târih boyunca tartışılmıştır.
Kelimenin
hem karışma hem dönüşme anlamlarını düşündüğümüzde insanın mizâcî yapısının sâbit
kalamayacağını bir devinim ve dönüşüm hâlinde olabileceğini anlamaktayız. Bu
nedenle mizâca değişebilir cihetinden baktığımızda insanın huyunun/mizâcının
doğduğu andan îtibâren yaşamı boyunca statik bir yapıda olduğunu söylemek
kâinâtın bir devinim hâlinde olduğu fikrine ters düşecektir. İnsan, kâinâtın
içerisinde varlık olarak yer aldığına göre elbette bu devinimden payına düşeni
alacaktır. Dolayısıyla insan, biyolojik yapısı gereği fizyolojik ve psikolojik
olarak sürekli olarak bir değişim ve dönüşüm hâlindedir. İnsan mizâcının bu-bağlamda
değişkenliği, yaşamı boyunca iyiyi ve doğruyu bulma noktasında insana
bahşedilmiş bir cevherdir denebilir. Bu anlamda mizâcın bir kader olmadığını
insanda hayat-boyu değişkenlik arz eden bir yapı içerdiğini belirtmek gerekir.
Çünkü mizâc, hayat süresince çevresel etkiler nedeniyle bir dereceye kadar
değişim arz edebilmektedir.
İbn-i
Sînâ’ya göre hiç-bir mizâc dâimâ aynı kalmaz. Her mizâc, belli nedenlerden
ötürü zaman-zaman değişiklik gösterir. İbnü’n-Nefs (ö. 687/1288) de bir başka
açıdan iklim ve çevresel koşulların insan mizâcı üzerindeki etkisinden
bahsetmektedir. Şöyle ki; göçebe insanlar özellikle kuzeyde yaşayanlar,
şiddetli soğuklardan dolayı cesur, aynı-zamanda katı-kâlpli ve bir o kadar da
acımasızdır. Şehirliler ise göçebeler kadar cesâretli değildir
Unutulmamalıdır
ki sâbit bir insan mâhiyeti yoktur. İnsan, çevreyle bir yaşam-alanına girdiği
zaman çoğunlukla başkalarının oluşturduğu şey olur. İnsanı karakterize eden,
şekillendiren özellikler topluma, eğitim ve çevreye göre değiştiği gibi zamâna,
mekâna ve kültüre göre de değişmektedir. Buna göre insanın temel karakteri
biyolojik yapısına göre değil yaşadığı sosyâl ortama bağlanmaktadır. Sosyâl
ortamı öne çıkarmak, insanın hem kişiliğinin hem de davranışlarının değişken
özelliklerini öne çıkarmak demektir. Bu da hâliyle, sâbit insan niteliği
düşüncesini dışlamaktadır.
İnsanı
“çevresinin çocuğu” olarak tanımlayan Peygamberimiz’in fıtrat hadisinde
toplumsal ortamın insan üzerindeki etkisi vurgulanmaktadır: “İnsan fıtrat üzere
doğar ve belli bir dilin konuşulduğu ortama girinceye kadar bu fıtratı korur.
Sonra anne-babası(ortamı) onu Yahudi, Hristiyan yâhut Mecûsi vs. yapar” (Ahmed
b. Hanbel, Müsned, IV, Beyrut,
s. 435).
Er-Râzî,
bedenin mizâcı sonucunda ortaya çıkan meyilleri “hevâ” kavramıyla ifâde eder.
Râzî, erdemli bir hayâtın temelinde bilgi ve adâletin olduğundan bahseder. İnsan
bedeni dünyevileşmeye müsâit bir yapıdadır. Bu nedenle bedensel tutkulara
insanın kendini kaptırmaması gerekir. Eğitimin ne kadar önemli olduğuna dikkat
çeken Râzî’ye göre; insanlar, akıl yönünden eşit doğarlar. Farklılıkların kökeninde,
çevre ve eğitim koşulları yer alır. Bu da mizâcı etkiler.
Mizâc
madde-merkezli bir şeydir ve maddî yapıyla dolayısı ile tıpla alakalıdır.
Bilinç, şuur ve davranışa etkisi ise dolaylı yöndendir. İnsanın mizâcı
bozulduğunda sosyâl, siyâsal, rûhî, dînî ve psikolojik yapısı da etkilenir ama
mizâcın dengesi yerine geldiğinde bunlar da dengeye gelir. Bu nedenle mizâcı
doğuştan gelen ve hiç değişmeyen “insanın kaderi” olarak görmek yanlıştır.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder