20 Nisan 2024 Cumartesi

Mizâc Üzerine

 


“De ki: Herkes kendi yaratılışına (fıtrat tarzına, mizâcına) göre davranır. Şu-hâlde kimin daha doğru yolda olduğunu Rabbin daha iyi bilir”srâ 84).

 

Şâkile:Yaradılış. Tıynet. Seciye. Mizâc. Bir kimsenin yaratılışının temel husûsiyeti. Yol. Târik. Meslek”.

 

Mizâc aslında tıpla ilgili bir konudur. Bir rahatsızlık durumunda, kişinin mizâcına bakarak, “eksiği tamamlamak” ve “fazla olanı eksiltmek” “mizâca göre tedâvi”de temel amaçtır.

 

Mizâcın sosyoloji, psikoloji ve din ile ilgisi dolaylı yöndendir. “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözüne göre kişinin sağlığı bozulduğunda psikolojisi, sosyâl hayâtı ve dîni düşüncesi bile etkilenebilir. Fakat bu bozulma ille de herkeste olacak ve bozulan psikoloji ve sosyâl hayat bir daha dengeye gelemeyecek diye bir şey yoktur. Dolayısı ile mizâcı temel alarak insanı tüm alanlarda buna göre değerlendirmeye tâbi tutmak ve ona göre yargılamak yanlıştır.

 

Biz bu yazımızı, Emine Bayır’ın, “Câhız’ın Mizâc İle İlgili, Görüşlerinin Kelam Açısından Değerlendirilmesi” adlı yüksek lisans tezini merkeze alarak yapacağız.    

 

Tıp-târihinde Ahlât-ı Erbaa olarak bilinen bu anlayışın kökleri eski Mısır’a kadar gitmektedir. Mısırlı hekimler, bir hastalık meydana geldiğinde o hastalığın sebebi olarak, bünyedeki mizâcı belirleyen dört sıvının kirlenmesini gösterirlerdi. O nedenle hastalıkları tedâvi ederken kirli sıvıların boşaltılması (kan almak, müshil vermek vb.) yoluna giderlerdi. Mısır’da Ahlât-ı Erbaa nazariyesinin bu ilk hâli işlenirken târihî süreçte bu teorinin geliştirilmiş ve genişletilmiş ikinci hâlini Antik Yunanlı filozof ve bilim-adamları devralmaya başlamıştır. Dolayısıyla Antik Yunan’da tıp-dünyâsının önemli bir ismi olan ve tedâvi yöntemleriyle bilinen Hipokrat (MÖ V. asır) ahlât teorisini geliştirmiş ve sonraları bu anlayış Galen’in teoriyi daha da geliştirmesiyle XIX. yüzyıla kadar têsirini sürdürmüştür.

 

Ahlât, Arapça’da “karmak, harmanlamak” anlamını taşıyan “h-l-t” fiilinden türemiş bir isim olup “karışım malzemesi”, “karışım” manalarına gelmektedir. Çoğul olarak “ahlât” kelimesi kullanılmaktadır. Terim olarak “hılt”, dört nitelik ve dört unsurun vücutta meydana getirdiği dört salgıdan her birini belirtmek için kullanılmaktadır: Kan, balgam, sarı safra ve kara safra. Bu dört salgıya özetle; “Ahlât-ı Erba’a” denilmektedir. Mizâcı ilk plânda sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlık olmak üzere dört niteliğin karışımı(imtizâc) olarak tanımlayan Galen olmuştur.

 

Câhız’a göre bedeni oluşturan bu parçalar ve karışımlar dengede olduğunda kişi sağlıklı, denge bozulduğunda ise hasta olmaktadır yada en azından ideâl bir performansı yerine getiremeyecek duruma gelmektedir. Örneğin safralardaki bozukluk insanın sağlıklı bir şekilde düşünmesini engellemektedir.

 

Hipokrates, varlık kazanmış her-şeyin temelinde dört unsurun (ateş, hava, su, toprak) ve bunlarda içkin şekilde bulunan dört niteliğin (sıcaklık-soğukluk, nemlilik ve kuruluk) yer aldığını, bunların bütün cisimlerde ortak olduğunu düşünmektedir. Yâni tüm varlıklar bu unsur ve niteliklerin belli oranlardaki karışımlarından meydana gelmiştir ki esâsında bu görüşü ilk ortaya çıkaran da Sicilyalı Empedokles (MÖ 492-432) olmuştur. İşte Hipokrates’in de yaptığı şey, Empedokles’in tabiat için geliştirdiği “Anasır-ı Erbaa” (Dört unsur: Ateş, hava, su, toprak) teorisini alıp insan bedenine uygulamak olmuştur.

 

Tabi bu dört sıvının denge hâline gelemsi her zaman sağlık anlamına gelmez ve bu yeterli olmaz. Çünkü sıvıların dengesizleşmesine neden olan etkenler de vardır. Damarların, bağırsakların, kas-iskelet sisteminin yapısının bozulması, mizâcın bozulmasına neden olan şeydir. Mizâc, bu yapılar bozulduğunda da bozulur. Bu yüzden sıvıların dengeye getirilmesi hastalığı iyileştirmekten ziyâde, koruyucu hekimlikte faydalıdır. Çünkü zâten koruyucu hekimlik olmadığı, mizâcın ara-ara düzeltilmediği durumlarda hastalıklar ortaya çıkmaktadır.  

 

Mizâc konusu kadercilik bağlamında anlaşılmak ve kabûl edilmek istenmektedir. “Ne yapayım, mizâcım böyle diyerek sorumluluğu inkâr ve iptâl etmek de olasıdır. Hâlbuki olan şey, mizâcın bozulması ve insanın dengesini kaybederek değişik hâllere girmesidir. Öyle ki zamanla kişinin düşüncesi bile değişir ve çeşitli etkilerle mizâc öyle bir bozulur ki fıtrat doğal hâlinde kullanılamaz olur. Yâni mizâc bir sağlık sorunu olarak sonradan bozulursa, kişinin psikolojisini, sosyâl hayâtını ve dînî düşüncesini bile etkiler.

 

Burada önemli olan şudur ki, mizâcın özellikleri tümüyle doğuştan gelmez ve ana-babanın, çevrenin, eğitimin vs çeşitli etkilerin sonucunda ortaya çıkar. Kişi neye göre yaşarsa mizâcı da ona göre şekillenir. Yoksa Allah herkese bambaşka özellikte mizâclar vermemiştir. İnsanlar İslâm fıtratına göre yaratılırlar. Mizâclar da buna uygun olur. Ortak ve benzer mizâclarla yaratılan insan, hayâtı boyunca yeme, içme, giyme, düşünme, konuşma ve davranışlarla mizâcını şekillendirir. Yâni, mizâcın kişiyi şekillendirmesinden ziyâde, kişinin mizâcını şekillendirmesi söz-konusudur. Yoksa herkes zorunlu olarak doğuştan belirlenmiş bir mizâca göre yaşıyor olsaydı, aynen kadercilerin zannettiği gibi, bir irâdeden, imtihandan ve âhirette de hesaptan, sorgudan ve cezâdan bahsedilemezdi. Cennet ve cehennemin olmasının bir anlamı da kalmazdı ki birileri buna inanmaktadır. Böyle olunca -hâşâ- Allah’a bile gerek olmazdı. “Mizâcı doğa yapıyor” diye inanmak en doğru düşünüş şekli olurdu.   

 

Halk arasında mizâcın değişmez bir yapı olduğu yönünde yanlış bir algı oluşmuştur. O kadar ki ata-sözlerimize bile girmiş olan “can çıkar huy çıkmaz”, “arlı arından huylu huyundan vazgeçmez”, “huylu huyundan teneşirde vazgeçer”, “huylu huyundan vazgeçmez”, “sütle giren huy, canla çıkar” gibi birçok ata-sözünde huyun/mizâcın değişmez yönüne vurgu yapılmıştır.

 

Gazâlî, “her insan mizâcını ve ahlâkını değiştirebilir” der. O, toplumda yaygın olarak bilinen “insan yedisinde neyse, yetmişinde de odur” düşüncesinde olan insanların bu gibi kabûllerini yanlış bulur. O, bu konudaki düşüncesini şöyle ifâde eder: “Eğer ahlakın değişmesi diye bir şey olmasaydı nasihatler, vaazlar ve terbiye denilen hakîkatlerin de olmaması gerekirdi. Hayvanların bile belirli bir terbiye netîcesinde huylarının değiştiği göz-önünde bulundurulursa, insanların ahlâkî yönüyle değişmemesini düşünmek doğru olabilir mi?. Bâzı tabiatların değişime daha açık, bâzılarının daha kapalı ve daha zor olduğu kabûl edilebilir ama değişimin hiç-bir zaman olmayacağını kabûllenmek aslâ doğru değildir”.

 

Fıtrat ile mizâc arasında küçük bir ince ayrım olduğunu da burada belirtmek gerekir ki fıtrat, genel anlamda tüm insanlarda bulunan insanın yaratılış ayarını ifâde eden geniş bir kavram iken mizâc, insandan-insana farklılık gösteren kişiye özel bir kavramdır. Mizâc, “bir şeyle karıştırılmış başka bir şey” anlamına gelmektedir. Sonradan katılan bir şey anlamına geldiği için ilk yaratılıştaki fıtrat anlamında değildir. Fıtrat bütün insanların ortak özelliğidir.

 

İnsan bedeninde bulunan bu sıvılar “kan, sarı safra, siyah safra ve balgam” olarak dört sıvıdan oluşan karışımı ifâde etmektedir. Dolayısıyla insanın mizâcının oluşumunda bu karışımların etkisinin olduğu düşüncesi târih boyunca tartışılmıştır.

 

Kelimenin hem karışma hem dönüşme anlamlarını düşündüğümüzde insanın mizâcî yapısının sâbit kalamayacağını bir devinim ve dönüşüm hâlinde olabileceğini anlamaktayız. Bu nedenle mizâca değişebilir cihetinden baktığımızda insanın huyunun/mizâcının doğduğu andan îtibâren yaşamı boyunca statik bir yapıda olduğunu söylemek kâinâtın bir devinim hâlinde olduğu fikrine ters düşecektir. İnsan, kâinâtın içerisinde varlık olarak yer aldığına göre elbette bu devinimden payına düşeni alacaktır. Dolayısıyla insan, biyolojik yapısı gereği fizyolojik ve psikolojik olarak sürekli olarak bir değişim ve dönüşüm hâlindedir. İnsan mizâcının bu-bağlamda değişkenliği, yaşamı boyunca iyiyi ve doğruyu bulma noktasında insana bahşedilmiş bir cevherdir denebilir. Bu anlamda mizâcın bir kader olmadığını insanda hayat-boyu değişkenlik arz eden bir yapı içerdiğini belirtmek gerekir. Çünkü mizâc, hayat süresince çevresel etkiler nedeniyle bir dereceye kadar değişim arz edebilmektedir.

 

İbn-i Sînâ’ya göre hiç-bir mizâc dâimâ aynı kalmaz. Her mizâc, belli nedenlerden ötürü zaman-zaman değişiklik gösterir. İbnü’n-Nefs (ö. 687/1288) de bir başka açıdan iklim ve çevresel koşulların insan mizâcı üzerindeki etkisinden bahsetmektedir. Şöyle ki; göçebe insanlar özellikle kuzeyde yaşayanlar, şiddetli soğuklardan dolayı cesur, aynı-zamanda katı-kâlpli ve bir o kadar da acımasızdır. Şehirliler ise göçebeler kadar cesâretli değildir

 

Unutulmamalıdır ki sâbit bir insan mâhiyeti yoktur. İnsan, çevreyle bir yaşam-alanına girdiği zaman çoğunlukla başkalarının oluşturduğu şey olur. İnsanı karakterize eden, şekillendiren özellikler topluma, eğitim ve çevreye göre değiştiği gibi zamâna, mekâna ve kültüre göre de değişmektedir. Buna göre insanın temel karakteri biyolojik yapısına göre değil yaşadığı sosyâl ortama bağlanmaktadır. Sosyâl ortamı öne çıkarmak, insanın hem kişiliğinin hem de davranışlarının değişken özelliklerini öne çıkarmak demektir. Bu da hâliyle, sâbit insan niteliği düşüncesini dışlamaktadır.

 

İnsanı “çevresinin çocuğu” olarak tanımlayan Peygamberimiz’in fıtrat hadisinde toplumsal ortamın insan üzerindeki etkisi vurgulanmaktadır: “İnsan fıtrat üzere doğar ve belli bir dilin konuşulduğu ortama girinceye kadar bu fıtratı korur. Sonra anne-babası(ortamı) onu Yahudi, Hristiyan yâhut Mecûsi vs. yapar” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, Beyrut, s. 435).

 

Er-Râzî, bedenin mizâcı sonucunda ortaya çıkan meyilleri “hevâ” kavramıyla ifâde eder. Râzî, erdemli bir hayâtın temelinde bilgi ve adâletin olduğundan bahseder. İnsan bedeni dünyevileşmeye müsâit bir yapıdadır. Bu nedenle bedensel tutkulara insanın kendini kaptırmaması gerekir. Eğitimin ne kadar önemli olduğuna dikkat çeken Râzî’ye göre; insanlar, akıl yönünden eşit doğarlar. Farklılıkların kökeninde, çevre ve eğitim koşulları yer alır. Bu da mizâcı etkiler.

 

Mizâc madde-merkezli bir şeydir ve maddî yapıyla dolayısı ile tıpla alakalıdır. Bilinç, şuur ve davranışa etkisi ise dolaylı yöndendir. İnsanın mizâcı bozulduğunda sosyâl, siyâsal, rûhî, dînî ve psikolojik yapısı da etkilenir ama mizâcın dengesi yerine geldiğinde bunlar da dengeye gelir. Bu nedenle mizâcı doğuştan gelen ve hiç değişmeyen “insanın kaderi” olarak görmek yanlıştır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder