10 Temmuz 2023 Pazartesi

Boş İşlerle Uğraşmak


“Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): “Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrâna uğrayanlardan olacaksın” (Zümer 65).

 

Yapılması gereken işleri yapmayanlar, yapılmaması gereken işleri yapmaya başlarlar. Yapılmaması gereken işleri yapanlar, boş işlerle uğraşmış olurlar.

 

Sonu gelmeyecek ve işe yaramayacak şeylerle uğraşmak bile insana el becerisi ve tecrübe kazandırabilir. Bu nedenle sonuç vermeyecek işlerle uğraşmanın da iyi bir yönü vardır. Zâten Dünyâ’da yüzde yüz kötü-yanlış bir şey yoktur. Çünkü mutlakâ bir kazanımı olur. Allah’ın yasakladığı kumar ve içkide bile bâzı yararlar vardır ama zararları daha büyük olduğu için haram-günah kılınmıştır.

 

Tümüyle boşa gidecek olan işler, şirk koşularak yapılan işlerdir. Şirk koşulan işler ise, Allah’ın emir ve nehiylerine aykırı olan işler yapmaktır. Bizim bu yazıda bahsetmek istediğimiz boşuna yapılan işler; Allah, âhiret, din, İslâm için yapılmayan yada bu merkezde yapılmayan işlerdir. Zîrâ Allah’ın hesâba katılmadığı ve O’na dayanmayan işler yapmak boşa gitmeye mahkûmdur. Çünkü ne de olsa Allah-merkezli yapılmayan işler en nihâyetinde kişinin ölmesiyle yada Dünyâ’nın yıkılmasıyla yok olup gidecek ve kişiye ebedî bir yararı olmayacak işlerdir.

 

Allah için yapılmayan şey boşa gider. Çünkü boşa gitmekten başka gidecek bir yer yoktur. Bir “büyük amaç”a hizmet etmeyen şey, en-nihâyetinde boşa çıkmak zorundadır. Şu da var ki, bir iş en iyi şekilde yapılmamışsa, o iş boşa gitmiş bir iş olmuş olur. Yada yarârı kadar zarârı vardır.

 

Tüm beşerî sistemlerin kânunlarında “boşluk” varken, bir tek Kur’ân’ın kânunlarında “boşluk” yoktur. Böyle olduğu içindir ki İslâm’a göre yaşamada boş işlerle uğraşılamaz ve yapılan hiç-bir iş boşa gitmez..

 

İnsan boş bırakılmaya gelecek bir varlık değildir. Çünkü boş bırakıldığında boş işler yapamaya başlar. Gerçek hayatlar yaşa(ya)mayanlar, boş hayâllerle avunurlar ve sürekli olarak hayâl dünyâsında yaşarlar. Zîrâ boş işlerle uğraşmaktadırlar. İnsanlık târihinde boş işlerle uğraşmada modern gençliği kimse yakalayamaz. Alıştırıldıkları boş şeylerle oyalanıp durmaktadırlar. Tabi bunda, modernitenin insanları getirdiği yerin çok etkisi vardır. 

 

Müslümanların boş işlerle uğraşmaları kabûl edilemez. Zîrâ Kur’ân onları uyarıp durmaktadır:

 

“Gerçekten güçlükle berâber kolaylık vardır. Şu-hâlde boş kaldığın zaman, durmaksızın (duâ ve ibâdetle) yorulmaya devâm et” (İnşirah 6-7).

 

Müslümanların içinde Kur’ân’ı merkeze aldığını söylemelerine ve Kur’ân okuyup durmalarına rağmen yaptıkları boşa gidenler vardır. Çünkü önemli olan Kur’ân okumak değil, “Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak hayâtın tam ortasında okumak”tır. Zîrâ Kur’ân hayâtın tam ortasına inmiştir, boşluğa değil. Son 30 yıldır Kur’ân’ın bu kadar çok okunmasına rağmen İslâm âleminde ve Dünyâ’da olumlu anlamda bir değişikliğin olmamasının nedeni, Kur’ân’ın hayâta değil de, “boşluğa” okunmasıdır. Kur'ân'ın ideâl pratiği olan Sünnet’i terk edenler ve hesâba katmayanlar, ömürlerini boş yere “Kur’ân âyetlerinin anlamının ne olduğunu araştırmak”la tüketiyorlar ve boşuna uğraşmış oluyorlar. Kur’ân’ı sâdece bilmek bir yaraya merhem olmamaktadır. Tamam; bilenlerle bilmeyenler bir olmaz ama bilmek yapmayı gerektirdiği için amel-eylem aşamasında işe yarar. Yoksa amele-eyleme dönmeyen bilgi kuru bir bilgi olmaktan kurtulamaz ve boşa çıkar ve bir işe de yaramaz. Sonuçta da boşuna uğraşılmış olunur. Zîrâ Allah bizi bildiklerimizden değil yaptıklarımızdan hesâba çekecektir. Onca bilgiye rağmen hiç-bir şey yapmamışsanız Kur’ân’ı bilip-bilmemek arasında fark olmaz.

 

İslâm târihi boyunca müslümanlar, enerjilerini, “Kur’ân’a ve Sünnet’e uymak” yerine, “Kur’ân’a ve Sünnet’e uymamak” bağlamında boşluklar aramakla harcamışlardır. “Nasıl uygulasak” yerine, “nasıl yapsak da uygulamasak”ın derdine düşmüşlerdir. Kur’ân’ı modernizm, modern-bilim, teknoloji ve beşerî ideolojiler adına okumak boşuna iş yapmak ve boş işlerle uğraşmaktır. Kur’ân’ın düşman olduğu ve yıkmaya çalıştığı şeyi Kur’ân ile savunmak elbette bir yararı olmayan ve tam-aksine zarar verici olan boş bir iştir. Lâik-seküler-liberâl-kapitâlist-konformist-modernist-demokratik-bireyci-milliyetçi ideolojilere nefret beslemeyen ve onlara küfretmeyenler, hiç boşuna din ile kitap ile uğraşmasınlar. Zîrâ yaptıkları şey patinajdan başka bir şey olmayacaktır. Çünkü bu tür mesâilerle bir arpa-boyu bile yol alınamaz.

 

Müslümanlar sâdece tebliğ, dâvet, bilgi, eğitim vs. ile İslâm’ı yeniden diriltmenin hayâline kapılıyorlar ama bu boş bir hayâl olmaktan öteye gidemez. Peygamberlerin mücâdelelerin anlatıldığı kıssalara bakıldığında bu tür bir çabanın sonuç verdiği görülmez. Tabi bu, tebliğ ve dâvet ile hiç uğraşılmayacak demek değildir. Fakat sâdece böyle bir çabayla sonuç alınamayacağı bellidir. Aynen peygamberler gibi bütüncül bir çaba ile bir şeyler yapmak mümkün olabilir. Hele Türklerin sâdece tebliğ, dâvet, bilgi, eğitim ile bir sonuca varmaları pek mümkün değildir. Çünkü Türk târihinde, “iknâ yolu” ile gerçekleşen bir değişim hiç-bir zaman yaşanmamıştır. Türklerin târihi “devrimler târihi”dir. Bu nedenle Türkiye’de, bir devrim yapmadan, salt iknâ yolu ile köklü değişimler olabileceğini zannetmek ve beklemek boşuna bir bekleyiştir.

 

Hayâtı “olduğu gibi” kabûl edemeyenler yada etmek istemeyenler, -boşu-boşuna- hayâtın kabûl edebilecekleri derin anlamlarını arıyorlar. Fakat bu boş bir iş olduğundan dolayı bir sonuca ulaşamıyorlar.

 

İnsanlar boşu-boşuna ölümsüzlüğü arıyor. Hâlbuki ölümsüzlüğün yolu bellidir. Ölümsüzlüğün yolu şahâdetten geçer. Ölmedikçe ölümsüzlüğe ulaşamazsınız.

 

Kadınlar boş kaldığında çenelerine vurur ve boş laflar edip dururlar. Uzun-uzun ve en ince ayrıntısına kadar konuşmalarının nedeni budur. O yüzden sürekli olarak bir şeylerle meşgûl olmaları gerekir. Bu meşgûliyet ev-dışında değil de ev-içinde olursa bir sorun çıkmaz.

 

Modernler boşu-boşuna, “ruhsal-psikolojik” sorunlara maddî nedenler ve maddî çözümler bulmakla uğraşıyorlar. Psikolojik bir sorunun maddî bir ilaçla düzeleceğini beklemek boş bir bekleyiştir. Tabi seküler tıp maddî olandan başkasını kabûl etmediği için alternatif çâreler uygulamıyor ve insanları uyuşturan ilaçlarla oyalıyorlar.  

 

Dünyâ’nın en zor şeyi, “boş adam”ı avutmaktır. İnsan boş kalınca sıkılmaya başlar. Tabi şeytan da “boş adam”ı hedef alır.

 

Allah’ın zâtını boşu-boşuna idrâk etmekle uğraşırsanız, hiç-bir zaman O’na hakkıyla îman edemezsiniz. Allah, “bilinebilecek ve ulaşılabilecek” değil, emirleri ve nehiyleri yerine getirilmesi gereken varlıktır. Boş işler yapıp durduğunuzda O’nun emir ve nehiylerini yerine getiremezsiniz.  

 

İslâm’da boş kalmak ve boş işler yapmak yoktur. “Yorulduğunda başka bir işe koyul” der Kur’ân (İnşirâh 7).

 

Boş zaman yoktur İslâm’da. Kâinatta hiç-bir varlık boşuna değildir ve boş iş yapmaz. Kâinâtın hiç-bir noktasında boş işlerle uğraşan bir varlık yoktur. Aksi-hâlde kaos olurdu ve muhteşem döngü, düzen ve nizâm bozulurdu. Bu durum Dünyâ’da ve bizim vücûdumuzda da böyledir. Kanser denen şey, boş işler yapan hücrelerin bir sonucudur. Boş işler yapınca iş tersine döner ve zarar verici olmaya başlar.

 

Modern dünyâda bir-çok şey boşu-boşuna vardır. Sokrates pazarda gezerken “ne kadar da çok ihtiyâcım olmayan şey var” demiş. Üretilen şeylerin büyük çoğunluğu aslında ihtiyaç değildir.

 

Evliliklerin çoğu boşanmayla sonuçlanmaya başladı. Fakat bu boşanmaların bir-çoğu boşu-boşuna olan boşanmalardır.

 

Ana-teması yanlış olan birinin, ne kadar çok olursa-olsun tüm bildikleri boşa çıkar. Bu aynen; içinde milyonlarca e-kitap barındıran bir bilgisayarın, bir virüs yüzünden çökerek, tüm kitapların silinmesi gibidir.

 

İnsanların-müslümanların yaptıklarının boşa gitmesinin bir nedeni de, seslerini Peygamberimiz’in sesi üstüne yükseltmeleridir. Modernist müslümanlar(!) Peygamberimiz’in sesini-amelini beğenmiyor da kendi sesini-sözünü yükseltiyor. Böyle yapanların boşa kürek çektiklerini “görebilenler” çok net olarak görmektedirler. Bu haddini bilmezler Kur’ân’ın şu uyarısını da takmıyor:

 

Ey îman edenler, Allah’ın Resûlü’nün huzûrunda öne geçmeyin ve Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. Ey îman edenler!; seslerinizi Peygamber’in sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona bağırıp-söylemeyin; yoksa şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider” (Hucurât 1-2).

 

İslâm’ın kânunları yerine beşerî kânunlarla Dünyâ’nın bir “barış yurdu”na döneceğini beklemek de, “boşuna bir bekleyiş”tir. Bu uğurda çalışmak ise hem boş işlerle uğraşmaktan dolayı hem de şirk olduğu için boşa gidecek çabalamalardır.

 

Allah Kur’ân’da; “namazlarınızı titizlikle yerine getirin”, “yalvara-yalvara duâ edin”, “ana-babanıza “öf” bile demeyin” vs. gibi emirler verir. Peki bu emirleri %100 olarak değil de, %90 olarak yerine getirdiğimizde, yaptıklarımız kabûl edilmez ve boşa mı gider?. Şöyle ki; teori, -bâzı sınırlı zamanlar hâriç- hiç-bir zaman %100 pratiğe dökülemez. Kur’ân’ın gösterdiği “ulaşılabilir olan” bir “hedef” vardır. Fakat o hedefe bir-anda ulaşılamadığı gibi, çokları ulaşamaz da. O-hâlde İslâm; o hedefe ulaşma yolunda tüm güçle samîmi bir şekilde gayret sarf etmeyi önemser. Fakat, bir de “tevhid” vardır ki, ya %100 olur, yada %0. Tevhid yâni “şirksizlik”, yarım-yamalak olacak şey değildir. Tevhid %100 olmadığında Allah’ın yardımının ulaşması söz-konusu bile olmadığı gibi, azâbı her yönden kuşatır bizi.

 

Îmân edip sâlih amel işlemekten başka her-şey “boş işler yapmak” demektir. Îmân edip sâlih amel işlemekten başkası kişiyi hüsrandan kurtaramaz. Îman, sabır, tebliğ, dâvet, hicret, devlet, şahâdet ve medeniyet süreci hâricindeki hiç-bir çaba insanı kurtaramaz. Çünkü ancak bu merkezde yapılan işler boşa gitmemiş “dolu işler”dir.

 

Mücâdele, Allah’ın dînini yeryüzüne hâkim kılma mücâdelesidir. Gerisi boş iş ve oyalanmadır.

 

“Çalışanlar bunun için çalışsın” (Sâffât 61).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2023

 

Devamını Oku »

Kırmızı Çizgiyi Geçmek Yada Sınırı Aşmak


“Yoksa insana her dileyip arzu ettiği şey mi var (zannediyor)?” (Necm 24).

 

Din, “kırmızı çizgi” (sınır) demektir. İslâm demek “sınır” demektir. Bu, “haddini bilmek” sözüyle ifâdesini bulur. Sınırsızlık düşüncesi ise şirktir. Müslüman, “Allah’ın sınırlarına göre hareket eden” kişidir.

 

____ı_______________________ Bu çizgiyi sonu belli olmayan bir çizgi olarak düşündüğümüzde, eğer kırmızı çizginin olduğu yerde durmuyorsanız, kırmızı çizginin biraz ilerisinde yada onun biraz daha ilerisinde de durmazsınız. Çünkü kırmızı çizgiyi yâni sınırı bir kez aştığınızda, artık sizi durduracak bir sınır olmaz. Çünkü kırmızı çizgide durmuyorsanız çizginin herhangi bir yerinde niçin durasınız ki!?. Kırmızı çizgi ile belirtilen sınırda durmadığınızda sizin için bir sınır kalmamış demektir. Zîrâ “bir sınır yoksa hiç-bir sınır yoktur”. Bir sınırda durmayınca artık hiç-bir sınırda durmazsınız. Çünkü bu size anlamsız ve gereksiz gelmeye başlayacaktır. Sonuçta da bir süre sonra sınırsızlık bir “din” olarak Dünyâ’ya hâkim hâle gelecektir ki olan şey an îtibârıyla budur. Sınırsızca yaşamak düşüncesi artık modern insanın dîni ve felsefesi olmuştur.

 

Bir tanıdığımın çocuğu çok fazla bilgisayarda ve internette kaldığı için ona bir süre ve sınır koymak isteyen anne-babasına, “niye sizin belirlediğiniz sınırda bırakayım ki” demişti. Ona bir sınırda durmak anlamsız gelmişti. Çünkü bir sınır-bilinci yoktu.

 

Bir sınır olması için bir merkez olması gerekir. Bu merkezin bir yaptırım gücü olması için de mutlakâ ilâhi bir merkez olması gerekir. İnsan, kendini ancak içeriden sınırlarsa o sınır anlamlı olur. Yoksa dışarıdan sınırlandığında o sınırı aşmak için mutlakâ çâreler arayacak ve bulacaktır. Sınırı belirleyen bir merkez olmadığında gerçek anlamda bir sınır da olmayacaktır. Allah’ın sınırlarını takmayanlar, başkalarının sınırlarını hiç takmazlar.

 

Allah’ın kırmızı çizgisi ile seküler-modern dünyânın ve insanın çizdiği kırmızı çizgiler vardır. İnsan Allah’ın kırmızı çizgilerini pek de takmazken insanın ve seküler sistemin koyduğu sınırlara harfiyen uymaktadır. Meselâ bomboş bir yolda ve kavşakta kırmızı ışıkta geçmeyi bile göze alamayan insan, sıra Allah’ın sınırlarına gelince o sınırlara basmadan ve o sınırları aşmadan duramıyor. Trafiğin olmadığı yada çok seyrek olduğu bomboş bir yolda yürürken karşımıza birden kırmızı bir ışık çıkıyor ve kırmızı ışığın sönüp yeşil ışığın yanmasına kadar yürümeden öylece duruyoruz. Bu hiç normâl bir şey değil. Böyle insanlar Dünyâ’yı kurtarma hayâlleri kurmasın boşuna. Çünkü Dünyâ, modern dünyânın “kurallara uyularak” kurtarılamaz. Kırmızı ışıkta âni fren yaparak duran fakat Allah’ın “dur” dediği yerde durmayan insanlarla olacak iş değildir bu.

 

Sınırın “sınır” olması için, bir şeyi aşkın bir varlığın sınırlandırması gerekir. İlâhî olmayan şey gerçek bir sınır îcâd edemez, şaşmaz bir kırmızı çizgi belirleyemez ve hattâ ilâhî olmayınca kırmızı çizgiler kalmaz ve tüm sınırlar aşılır. Aşkın bir varlığın inşâ ettiği sınır ise ebedîdir, çünkü ilâhi sınır, îman ve vicdan ile birlikte inşâ edilmiştir. Bu nedenle ilâhî sınırlara uyanların o sınırları aşmak gibi bir düşüncesi bile olamaz. 

 

Kâinâtın işleyebilmesi için mutlakâ sınırlar gerekir. Meselâ göz, görebilmesi için görmek istediği şeyi sınırlandırması gerekir. Çünkü göz, sınırsız olanı göremez. Sınırlar Allah’ın bir lütfudur. Meselâ sınırlı duyarız, sınırlı görürüz, sınırlı hissederiz. Aksi-hâlde istenmeyen sesleri duyar, nesneleri görür ve bizi huzursuz edecek şeyleri hissederdik.

 

Aklın da bir sınırı vardır ve o sınır gaybın kapısıdır. Buradan ileriye bir adım bile atabilmesi söz-konusu değildir. Akıl ancak sınırlı olan üzerinde çalışabilir. Çünkü kendisi de sınırlıdır. Modern insan, aklı sınırsız zannediyor ve bu nedenle de ona tapıyor. Oysa vahiyle sınırlanmayan akıl, insanı Dünyâ’da rezil edeceği gibi âhirette de uçuruma götürür.

 

Müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni, ülkelerinin arasına sınır koymalarından dolayıdır. Bu sınırlar ulus-devlet düşüncesiyle “aşılamaz sınırlar” hâline gelmiştir. Bu da müslümanların arasında “aşılamaz sınırlar”ın oluşmasına neden olmuştur.  

 

Devletin ve ülkenin sınırlarını aşmayanlar, dînin sınırlarını kolayca aşabiliyorlar. Sanki dînin hiç-bir kırmızı çizgisi yokmuş gibi sınırları ezip geçiyorlar. Oysa modern dünyâda bir devletin sınırlarını geçmek için büyük riskleri göze alabilmek gerekir.

 

İnsandan bahseden âyetler sınırı, Allah’tan bahseden âyetler ise sınırsızlığı anlatır. Çünkü sınırsız olan tek varlık Allah’tır.

 

Her-şeyi sınırsız ve serbest bırakmak, bir değersizleştirmeyi de yanında taşır. Hiç-bir kırmızı çizgi yoksa ve kişiyi sınırlayan bir sınır yoksa, artık değerli bir şey de kalmaz. Çünkü değerli olan, sınırlı olan demektir. Meselâ altın neden diğer metâllere ve mâdenlere göre daha değerlidir?. Çünkü Dünyâ’da sınırlı miktarda bulunur.    

 

Sevgide bile bir sınır olmalıdır Bir sevgi, Allah’ın koyduğu sınırları çiğnetiyorsa, o sevgi şeytânî bir sevgidir. Hz. Îsâ’yı o kadar sevdiler ki, sonunda o’nu Tanrı îlân ettiler. Hâlbuki Hz. Îsâ bir insandır ve dolayısıyla sınırlı bir varlıktır.

 

Sınırsız olan, insanın ihtiyaçları değildir, ihtiraslarıdır, hırslarıdır. Çünkü ihtirasların ve hırsların kaynağı olan insan nefsi bir türlü doymak bilmez de hep ister durur. Şeytan insanı cennette “sonu olmayan bir mülk” yâni sınırsızlık ile kandırmıştı (mülk-ü lâ yeblâ). İnsanın ihtiyaçları sınırsız olamaz. Çünkü insanın kendisi sınırlıdır.

 

İnsanlar bâzı şeylere sınır koymayı hiç istemezler. Meselâ sürekli ve sınırsız olarak eğlenmek isterler. Sınırsız eğlenmekle değer kazandığını zannedenler vardır. “Ne kadar eğleniyorsam o kadar iyi yaşıyorumdur” diye düşünenler vardır.

 

Domuz sınırsızlığı ifâde eder. Yemede-içmede hiç-bir sınırı yoktur, cinsellikte hiç-bir sınırı yoktur. Bu yüzden domuz yasağı aslında domuzlaşma yasağıdır. Domuz yasağı ile “gözün, elin, dilin, belin kırmızı çizgiyi ve sınırı aşıp da domuzlaşmasın” mesajı verilir. Zîrâ insan sınırsızlaşınca mutlakâ domuzlaşır yada domuzlaşınca kırmızı çizgisi kalmaz da tüm sınırları çiğner.

 

Mûsâ-Hızır kıssası “ilmin de bir sınırı olduğu”ndan bahseder. İlim, ilm-i ledün yâni Allah katından bir ilim olsa da, Dünyâ’da geçersizdir. Zîrâ sünnetullah vardır, imtihan vardır. Mûsâ-Hızır kıssası, tasavvufçular, “ilm-i ledün” diye bir ilmin ve bu ilme sâhip olanların olduğunu zırvalaya-dursun, Dünyâ’da hem böyle bir ilmin geçersiz olacağının ve hem de böyle bir ilme ulaşmanın mümkün olmadığının göstergesidir.

 

Dünyâ’da sınırsızca yaşamanın bir karşılığı ve imkânı yoktur. Zîrâ Dünyâ sınırlıdır. İnsanın hayvâniyeti, yeme-içme ve cinselliktir. Oruç işte bunları sınırladığından dolayı insanı hayvanlıktan arındırır. Böylece oruçlu insan melek gibi olur.

 

Modernizm, “kırmızı çizgilerin yokluğu” durumudur. Kırmızı çizgilerin yokluğu, “dînin yokluğu”dur.

 

Allah: “Cum’a günü alış-verişi bırakın (Cum’a 9)” derken; “Balack Friday”=”Kara Cuma”, “sınırsız alış-veriş edin” diyor.

 

Zinâ “sınırı aşma” iken, tecâvüz “işgâl”dir.

 

Modernite, sınırlı yaşamak isteyenleri cezâlandırıyor.

 

Sınır, yâni ulaşamamak, fikri ve sanatı ortaya çıkarır. Sınırsızlıkta fikir ve sanat oluşmuyor. Bu nedenle, ulaşmayı çabuklaştıran ve kolaylaştıran makineleşme, fikri ve sanatı öldürmüştür.

 

Aklın sınırı vardır ve Akıl-merkezlilik, Dünyâ yaşamı ile sınırlıdır. Îman ile sınırlanmayan akıl, nefsin güdümüne girer ve ancak fitne üretir ve ifsâd eder. Modernizm, “îmânın, akıl karşısında sınırlandırılması”dır. Modernizm, “îmân ne kadar sınırlandırılırsa, aklın da o kadar gelişeceği”ni zannetme ahmaklığıdır.

 

Teknoloji sınırsızlaştıkça insan sınırlanıyor. Çünkü teknoloji, insanın o özel insânî özelliklerini körelttiği için, insana has o özellikler kullanılamıyor. 

 

Kullanılan internet, “sınırsız internet paketi” olsa da, müslümanlar, interneti “sınırsız” şekilde kullan(a)mazlar. İnternetin hızı ve sınırsızlığı arttıkça, ahlâksızlığın hızı ve sınırsızlığı da artar.

 

İnsanlık târihi, tâğutların, “İslâm’ı sınırlandırmaya çalışması” ve kendi sınırlarını çizmek istemelerine karşı, mü’minlerin, Allah’ın sınırlarını hâkim kılmaya çalışmasının târihidir. Bu-bağlamda ABD’nin Türkiye’de uyguladığı “Ilımlı (sınırlı) İslâm Projesi” başarılı olmuştur. Zîrâ Türk insanı ve müslümanı, Dünyâ’da son 20 yılda en çok değer kaybı yaşayan, takvâsı en çok azalan ve dinden en çok uzaklaşan halk olmuştur. Zîrâ Dünyâ’da kırmızı çizgileri ve Allah’ın sınırlarını en çok çiğneyenler, İslâm yerine demokrasiyi, lâikliği ve modernizmi bayraklaştırıp ikâme eden Türkler olmuştur. Tabi Dünyâ’da genel anlamda kırmızı çizgiyi en çok çiğneyen ve sınırları en çok aşanlar Türkler değildir. Zîrâ Türkiye’de ve Türkler arasında İslâm ve İslâmî gelenek hâlen geçerlidir. Biz son 20 yıldaki mânevî kopuş istatistiğinden bahsediyoruz.    

 

Anlamlı yaşamak “sınırlı yaşamak”tır, sınırsız yaşam-biçimi, mutlakâ anlamsızlaşmayı da yanında getirir.

 

İnsanlık târihinin en büyük yanlışı-günahı-felâketi, liberâlizm adına “insanı sınırsızca serbest bırakmak” olmuştur. Böylece kırmızı çizgiler yâni ilâhî sınırlar kaybolmaya yüz tutmuştur. Bu da anlamsız ve Allah’sız bir dünyâ ortaya çıkarmıştır. Böyle bir dünyâda yaşamak çok büyük bir tâlihsizliktir.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2023

 

 

Devamını Oku »

Allah’a Tapmak, İnsana Tapmak


“Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha 5).

 

Âyette, “biz sâdece Sana taparız” deniyor. Bunu namazlarımızda her gün defâlarca kez okuyoruz. Çünkü İslâm’ın temeli “sâdece Allah’a tapmak”tır. Allah tüm peygamberlerini ve tüm vahiylerini, “sâdece Kendisine” tapılsın diye göndermiştir. Çünkü tüm kâinâtı Allah yaratmıştır ve âhirette de her-şey O’nun kontrôlünde ve elinde olacaktır. O-hâlde yaratan kim ise, tapılmayı hak eden de o olmalıdır ki her-şeyi yaratan elbette Allah’tır. O-hâlde Allah’tan başkasına yada Allah ile birlikte başka şeylere ve kişilere tapmak küfürdür, şirktir, zulümdür.

 

İnsanlık târihi, “sâdece Allah’a tapmak” ile “Allah’tan başkasına yada Allah ile birlikte başkalarına ve başka şeylere de tapma”nın savaşımının târihtir. Modernizme gelene kadar Allah’a tapanlar bâriz bir üstünlüğe sâhipti fakat “sâdece Allah’a” tapanlar târih boyunca her zaman az sayıda olmuştur. “Sâdece Allah’a” tapanların dışındaki herkes, Allah’tan başkasına yada Allah ile birlikte başkalarına ve başka şeylere tapmıştır-tapmaktadır. Biz bu yazıda “Allah’a tapmak” derken “sâdece Allah’a” tapmaktan bahsediyoruz.

 

İnsan iki seçenek vardır; ya “sâdece Allah’a” tapar yada insana tapar. Üçüncü bir şık yoktur. İnsan ya kudreti, merhâmeti ve nîmetleri sonsuz-sınırsız olan âlemlerin Rabbi Allah’a, yada -en nihâyetinde- insana tapar. İnsan yıldızlara, Güneş’e, Ay’a, doğaya, doğa olaylarına, bitkilere, hayvanlara, taşa-toprağa-suya, soyut şeylere, meleklere, cinlere, kahramanlara, lîderlere, ideolojilere, fikirlere, maddeye, kadınlara, altına-gümüşe, paraya-mala-mülke vs. akla gelen-gelmeyen şeylere yâni kısaca maddî ve dünyevî şeylere taptığında, aslında insana tapmış olur. Çünkü bir fikir, düşünce, amel, eylem vs. ya Allah’a yada insana âittir. Zîrâ anlamlandırmayı yapabilecek başka bir varlık yoktur. İnsan bir puta taptığında bile aslında kendisine tapıyor demektir. Çünkü taptığı puta değeri yine kendisi vermiştir, onu kendisi şekillendirmiştir, o putta olmayan özellikleri ona kendisi yüklemiştir. Böyle olunca da aslında şöyle ilginç bir nokta açığa çıkar; insan ya “sâdece Allah’a” tapar yada Allah’ın yarattıklarına. İşte küfür de, şirk de zulüm de budur. Tevhid ise, her-şeyi yaratan ve varlığını devâm ettiren “Allah’a tapmak” demektir. Bu da “sâdece Allah’a tapmak” anlamına gelir.

 

Evet; insan ya “sâdece Allah’a” tapar yada Allah’ın yarattıklarına tapar. Allah’ın yarattıkları arasında anlamlandırma yeteneği ve akla sâhip tek varlık insan olduğu için; “insan ya sâdece Allah’a tapar”, yada “insana-kendisine tapar” sözü doğru bir söz olarak açığa çıkar. Eğer insan “sâdece Allah’a” tapmıyorsa, mutlakâ kendisine tapıyor demektir. Çünkü taptığı putlar ve her-şey yine insanın putlaştırdığı ve ilahlaştırdığı varlıklardır. O-hâlde târihte ya “sâdece Allah’a” tapılmıştır yada insana tapılmıştır. Tevhid, göklerde olduğu gibi yeryüzünde de “sâdece Allah’a” tapmak ve “her-şeyi O’nun denetimine vermek” demektir. Bu da yeryüzündeki her alanda; sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsî vs. her alanda Allah’a göre hareket etmeyi gerektirir. Allah’ın hesâba katılmadığı ve karıştırılmadığı her yerde ve her işte “insana tapılıyor” demektir.

 

Tasavvufta, “kime ve neye tapıyorsanız tapın, yine de Allah’a tapmış olursunuz” gibi küfür ve şirk içeren aptalca ve şerefsizce bir söz vardır. Oysa Allah’tan başkasına tapanlar “insana tapıyor” demektir. Putlara tapanlar, “putlar üzerinden insana tapıyorlar” ve küfre, şirke ve zulme düşerek affedilmeyecek tek günahı boyunlarına doluyorlar demektir.

 

Vahiy-merkezli olarak “sâdece Allah’a” tapmayanlar; mezheplerin, meşreplerin, târikatların, cemaatlerin, hiziplerin, partilerin vs. lîderlerine, şeyhlerine, efendilerine vs. tapar, zîrâ vahyin dediklerine ve peygamberlerin örnekliklerine göre değil de, bu kişilerin düşüncelerine, söylemlerine ve yönlendirmelerine göre yapıp-ederler. Peygamberimiz’in dediği gibi, onların din dediğini din olarak kabûl edip ona göre hareket ederler.

 

Muhyiddin İbn-i Arâbi’nin vahdet-i vücûd sapkınlığı bağlamında söylediği; “Allah’tan gayrı, ister taşa-toprağa, ister hayvana, ister eşyâya, ister puta, ister nefsine, ister şeytana vs. neye taparsan tap, aslında Allah’a tapmış olursun” sözü, hiç-bir temeli olmayan, boş, gereksiz, küfrü ve şirki zirveleştiren şerefsizce bir sözdür. Bu sözün doğrusu şudur: “Allah’tan başka neye taparsan tap, insana tapmış olursun”. 

 

Tapmak, “tapılana göre yapmak” demektir. “Kime göre yapıyorsanız ve edip-eğliyorsanız ona tapıyorsunuz” demektir.

 

Allah’a karşı sevgiden ziyâde korku ve haşyet önemlidir. Allah’a -sözde- âşık olanlar hiç-bir şey üzere değildirler. Allah’a karşı aşırı sevgi olmaz. Hattâ belki de Allah’a sevgi değil korku duyulur. Allah bizi sever ama biz O’ndan korkarız ve haşyet duyarız. Aşırı sevgi “insan tapmak” demektir. Çünkü aşırı sevgiyi de insan ortaya çıkarır. Hristiyanlar Hz. Îsâ’ya yâni bir insana aşırı sevgi besleyince onu insan, kul ve peygamber olmaktan çıkardılar da “Allah’ın oğlu” yaparak ilahlaştırdılar. İlahlaştırınca da artık Allah’a değil Îsâ’ya tapmaya başladılar:

 

“(Bu Kur’ân) ‘Allah çocuk edindi’ diyenleri uyarıp-korkutur. Bu konuda kendilerinin ve atalarının hiç-bir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz ne (kadar da) büyük. Onlar sâdece yalan söylüyorlar” (Kehf 4-5).

 

“Kitap ehlinden olanlar, ancak kendilerine apaçık belge geldikten sonra fırkalara ayrıldılar. Oysa onlar, dîni yalnızca O’na hâlis kılan hanifler (Allah’ı birleyenler) olarak sâdece Allah’a kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı vermekten başka şeyle emrolunmadılar. İşte en doğru (dimdik ve sapasağlam) din budur” (Beyyine 4-5).

 

Yahudiler de daha önce Üzeyir’i ilah edinmişlerdi:

 

“Yahudiler: ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ dediler; hristiyanlar da: ‘Mesih Allah’ın oğludur’ dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar, bundan önceki inkâr edenlerin sözlerini taklid ediyorlar. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar?. Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilahlar) edindiler ve Meryem-oğlu Mesih’i de.. Oysa onlar, tek olan bir ilah’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir” (Tevbe 30-31).

 

Allah’ın “tek İlah ve tek Rab” olarak anılmasına ve tapılmasına katlanamayanlar mutlakâ insana taparlar. Çünkü başka bir seçenekleri yoktur. Zîrâ:

 

“Ve onların kâlbleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kur’ân’da sâdece Rabbini ‘bir ve tek’ (ilah olarak) andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin-geriye giderler” (İsrâ 46).

 

“Sâdece Allah anıldığı zaman, âhirete inanmayanların kâlbi öfkeyle kabarır. Oysa O’ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar” (Zümer 45).

 

Oysa Allah şöyle der:

 

“Ben, cinleri ve insanları ‘sâdece bana’ ibâdet etsinler diye yarattım” (Zâriyât 56).

 

Protagoras; “insan her-şeyin ölçüsüdür” der. Bu; “insan-aklının ve nefsinin her-şeyin ölçüsü olması” demektir. Oysa insan her-şeyin ölçüsü olamaz. O sâdece, -eğer Allah’ın emri doğrultusunda ideâl bir hayat yaşadıysa- “örnek insan” olabilir. Bu-bağlamda peygamberler “en güzel örneklikler”dir. Her-şeyin  ölçüsü, idâre edicisi ve çıkış-noktası olarak Allah’ı görmediğinizde, mecbûren insanı tanrılaştırır ve ona “her-şeyin ölçüsü” olarak tapmaya başlarsınız. Bu da Allah yerine insana tapmak anlamına gelir. Modernizm denilen melânet, Allah yerine insanı “her-şeyin ölçüsü” olarak görür ve insanı kutsar. Modernizm, Hümanizm bağlamında bir “insan tapıcılığı”dır.

 

İnsana ancak “insan gibi” yaşamak yakışır. “İnsan-altı” yada “insan-üstü” gibi yaşamak “insanca” değildir.

 

Modernizm; vahiy-merkezli yâni “Allah’a göre” olmaktan, akıl-merkezli yâni “insana göre” olmaya bir çevriliştir. Bu-bağlamda modernizmi kabûl eden müslümanların bilgi ve düşünceleri yanlış (câhiliye) olduğu gibi, inançları da sorunludur. Zîrâ modernizmde tevhid yara alır ve “sâdece Allah’a tapmak” düşüncesi ve eylemi kaybolur. Bunun yerine ise insana yâni “insana has” olana tapılmaya başlanır.

 

İnsanın, yapısına göre davranması da “insana tapmak”tır. Allah’ın vahyi kişinin hayat sürecinde oluşan yapısına, huyuna, âdetine, geleneğine vs. aykırı olsa bile yine de vahye uyması gerekir. Çünkü vahiyden uzak kalmış olan insan sapmıştır ve vahiy onu fıtrata, doğal olana ve normâle döndürür. İnsanın hayat boyunca kazanmış olduğu huyu da vahye uygun değilse vahye göre değişmelidir. Meselâ müslüman olduğunu söyleyen bir kişi yumuşak ve naif bir yapıya sâhip olduğunda o kişinin üzerinden İslâm’ın emirleri ve nehiyleri kalkmış olmaz. Çünkü din değiştiricidir, vazgeçiricidir, güç vericidir, dirâyet kazandırıcıdır. Buna rağmen yine de değişmeyen kişi, o dînin dindarı olmuş olmaz.

 

Dîni kendi düşüncesine, bilgisine, görgüsüne, âdetine, geleneğine, arzularına, isteklerine, ihtiraslarına, inançlarına vs. yorumlayanlar ve -sözde- yaşayanlar, Allah’a değil, kendilerine yâni insana tapmaktadırlar.

 

Modern insan apaçık bir şekilde insana tapıyor ve bunu en çok da “akla tapma” üzerinden yapıyor. Aklın târihte hiç olmadığı kadar önemsenmesi ve hattâ akla tapınılması bu nedenledir. Zîrâ akla tapmak da aslında insana tapmak demektir. İnsana tapmak ise nefse tapmaktır, tâğutlara tapmaktır. Bunlara tapmak elbette şeytanın ayartmasının bir sonucudur.

 

Modern insan Allah yerine; lîderleri, önderleri ve kahramanları ilahlaştırmıştır. İlahlaştırdıklarını ise -hâşâ- Allah, peygamber, melek ve ilah” gibi görmektedir. Zâten öyle olur; sâdece Allah’a tapmayanlar Allah’ın yarattıklarını yâni Allah’tan başka her-şeyi ilahlaştırırlar ve onlardan medet umarlar.

 

Michael Jackson öldüğünde bir kız, “ben şimdi kime inanacağımı bilmiyorum” demişti. Çünkü Allah’a tapmadığı için yada sâdece Allah’a tapmadığı için bir insana tapıyordu ki ona göre tapılmayı hak eden en üstün kişi, tüm Dünyâ’ca tanınan ünlü kişi Michael Jackson’dı. Oysa Allah bize Kur’ân’da Hz. İbrâhim üzerinden Allah’tan başkalarını ilahlaştırmanın ve tapmanın saçmalığını ve boş oluşunu öğretir:

 

“Hani İbrâhim, babası Azer’e (şöyle) demişti: ‘Sen putları ilahlar mı edîniyorsun?. Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum’. Böylece İbrâhim’e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: ‘Bu benim rabbimdir’. Fakat (yıldız) kayboluverince: ‘Ben kaybolup-gidenleri sevmem’ demişti. Ardından Ay’ı, (etrâfa aydınlık saçarak) doğar görünce: ‘Bu benim rabbim’ demiş, fakat o da kayboluverince: ‘Andolsun’ demişti, ‘Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum’. Sonra Güneş’i (etrâfa ışıklar saçarak) doğar görünce: ‘İşte bu benim rabbim, bu en büyük’ demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım’. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim” (En-âm 74-79).

 

İdeolojiler üzerinden “Allah’tan başka şeylere tapmak” çok yaygındır. Bu-bağlamda en çok da cumhûriyete, demokrasiye, lâikliğe, komünizme, sosyâlizme, kapitâlizme, feminizme ve modernizme tapılmaktadır. Bu ideolojilere tapmak aslında bunlar üzerinden insana tapmak demektir. Çünkü Allah’ın kânunları ve hâkimiyeti yerine bu beşerî zırvalıklara güvenilmekte ve inanılmaktadır. Hâlbuki bunların şimdiye kadar tüm toplumu kuşatan bir faydası olmamıştır. Zâten “daha fazla demokrasi”, “daha fazla modernlik”, “daha fazla lâiklik” vs. denmesi bu nedenledir. Bu zırvalıklar hiç-bir zaman bütüncül bir fayda sağlamamıştır ve sağlayamaz da. 

 

Demokrasi ve oy kullanmak, insanın tanrılaşmasına imzâ atmaktır. Oy kullanmak; “Allah bizim işimize karışmasın” demektir. İslâm’a aykırı olarak egemenliğin kayıtsız-şartsız -Allah yerine- insana verilmesi, Allah yerine insana tapmak demektir.

 

Allah’a tapmayınca ve “sâdece Allah’a” tapmayınca mecbûren insana ve insan-ürünü şeylere tapılmak zorunda kalınacaktır. Çünkü başka bir seçenek yoktur.

 

Sâdece Allah’a tapmaktan imtinâ edenlerin, en nihâyetinde nefislerine tapmaktan başka çâreleri kalmaz. Nefislerine tapanlar insana yâni kendilerine tapıyorlar demektir.  

 

“(Yer) üzerindeki her-şey yok olucudur; Celâl ve ikrâm sâhibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) bâkî kalacaktır” (Rahmân 26-27).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2023

 

 

Devamını Oku »

Yavan Yaşamlar Üzerine


“Bilin ki, (tek-başına) dünyâ-hayâtı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veyâ kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir azap; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ-hayâtı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).

 

Yavan: “Yağı az. Katıksız. Yoz. Hoşa gitmeyen, tatsız. Görgüsüz, bilgisiz. Sertliği az olan” anlamlarındadır.

 

Son 200 yıldır Dünyâ’ya hâkim durumda olan modernizm, Allah’a, âhirete, gayba, vahye, kitaplara, peygamberlere ve dîne dayanmaktan kopup, insana, akla, doğaya, maddeye, şeytana, nefse, arzulara, ihtiraslara ve tâğutlara dayanmaya başladığından bêri, yâni vahiy-merkezlilikten, hak-merkezlilikten insan ve akıl-merkezliliğe döndüğünden bêri her-şeyin tadı-tuzu kaçtı ve zamanla bir yozlaşma ve yavan bir yaşam-şekli ortaya çıktı. Modernizm denen şey işte budur. Hz. Îsâ’nın değişiyle, Dünyâ ve insanlar dışı bembeyaz ama içi kapkara olan “badanalı kabirler”e dönüştü. İnsanların çoğu câhil ve nefsinin esiri olmuş olduğu için, haz ve hız çağı olan mevcut Dünyâ’dan hoşlansa ve onu “ilerilik” olarak görmüş olsa da, bu sâdece -görece olarak- dış-âlem için böyledir. Fakat insan tek-boyutlu bir varlık olmadığı için, hesâba katmadığı ve ilgilenmediği iç-âlemi tam bir mezar ve tam bir kanalizasyon gibidir. Bir türlü tatmin ve ikna olmaması, doyuma ulaşamaması, ne beklediğini bilmediği bir beklenti içinde olması ve gün geçtikçe sonu cehenneme çıkacak olan büyük bir boşluğa doğru yuvarlanması bu nedenledir.

 

İnsan ve akıl-merkezlilikte akıl, vahyin değil de nefsin yönlendirmesinde olduğu için hakka meyledeceğine bâtıla doğru meyletmektedir ve bâtıl ve sahte bir uygarlık ortaya çıkarmaktadır. Üstelik nefse çok uygun olan bu sahtelik, insanları da “sahte insanlar” hâline getirmektedir. Sahtelikler ve sahte insanlar hayâtın tadını-tuzunu kaçırmış ve yavan bir yaşam meydana getirmiştir. Her-şey sahtedir ve her-şey kokuşmaya başlamıştır. Tuz mesâbesinde olan insan da sahteleşince yâni “tuz” da kokmaya başlayınca, insanlar artık sahteye teslim olmak zorunda kalmışlar ve “ne olursa-olsun modern olan” demeye başlamışlardır. Oysa modern olan sahte olmak zorundadır. Zîrâ hakîkati bölüp parçalayınca o şey hakîkat olmaktan çıkar ve sahteleşir, sahteleşince ise yozlaşır ve yavanlaşır. Modernite bir parçalama uygarlığıdır. İnsanın rûh tarafını iptâl edip sâdece beden tarafına meyledince ve sâdece maddeye yönelince, her-şey sahte ve yavan olmuş olur. Çünkü bir şeyi hakîkatinden ve rûhundan ayırdığınızda o şey hak olmaktan çıkar ve geriye sahte ve yavan bir yaşam kalır. Bu da “yaşamak” demek değil, sâdece “Dünyâ’da bulunuyor olmak” demektir. Açıkçası yavan bir yaşam üzere olmak ve ölmek, âhirette de yavan bir sonuçla karşılaşmayı getirir.

 

Emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker=“iyiliği emretmek ve kötülüğü kaldırmak” İslâm’ın ana kuralıdır. İslâm bu kuralı hayâtın her alanında işletir ve hâkim kılmaya çalışır. İslâm’a göre hayâtın hiç-bir alanı İslâm’sız olamaz. Zîrâ İslâm’sız kaldığında her-şey yavanlaşır ve tuzu-biberi olmayan bir yemeğe döner. Çünkü İslâm, tüm kâinâtın, tüm Dünyâ’nın ve tüm insanlığın tuzudur, biberidir. Hem tat verir hem de kokmasını önler.

 

Îman, ibâdet, mücâdele, sabır, direniş, takvâ, paylaşma, hicret, kardeşlik, devlet, cihad, savaş ve medeniyetten yoksun ve kopuk bir yaşam, yavan bir yaşamdır. Böyle bir dünyâyı ancak, tek-dünyâlı olanlar yâni âhirete inanmayanlar yada güçlü bir âhiret inancı ve endişesi olmayanlar ister. Lâkin sünnetullah ve imtihan kıyâmete kadar süreceği için insan bunlarla mutlakâ karşılaşmak zorunda kalacaktır. Bu nedenle cihad etmekten ve savaşmaktan kaçan toplumlar, birilerinin güdümünde ve şeytânî bir sistemde yavan yaşamlar yaşamaya mahkûm hâle gelecektir.  

 

Modern insan, nefse, zevke, hazza, arzulara, ihtiraslara hitâp etmeyen ve şeytanı memnun etmeyen her-şeyi yavan buluyor ve böyle olmayan her-şeyden iğreniyor. Çünkü hayâtını sürekli olarak kendinden geçmiş hâlde, haz, zevk ve neşe içinde geçirmek istiyor. Zîrâ modern dünyâ nefisleri kamçılamış, kışkırtmış ve azdırmıştır. Modern insan bu nedenle bir türlü doyuma ulaşamamakta ve tatmin olmamaktadır. Böyle olduğu içindir ki her geçen gün daha fazlasını arzulamakta ve hazza ve zevke en yüksek seviyede ve dozda erişmek istemektedir. Lâkin dediğimiz gibi, insan tek-boyutlu bir varlık olmadığı için, bir kâlbe, bir rûha, bir bilince de sâhip olduğundan ve bunların da tatmin edilmesi şart olduğundan dolayı, insan, tüm kâinâtı bir hap hâline getirip yutsa ve vücûduna almış olsa da, tatmin olup doyuma ulaşamayacaktır. Zîrâ madde, insanı tüm yönleriyle tatmin edebilecek özelliklere sâhip değildir. Çünkü insan sâdece maddeden müteşekkil bir varlık değildir. İnsanın bir de, beslenip tatmin edilmesi gereken bir kâlbi, rûhu ve bilinci vardır. İnsan, iç-âlemi tatmin edilmediğinde ve sâdece dış-varlığına yönelindiğinde tatmin olması imkânsız olan bir varlıktır. Zâten insanı yaratan Allah bu nedenle şu âyeti göndermiştir:

 

“Bunlar, îman edenler ve kâlpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kâlpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Ra’d 28).

 

Evet; modernitenin insanı getirdiği yer îtibârıyla, modern insanın buhrânı, bunalımı, tatminsizliği, doyumsuzluğu, azgınlığı ve domuzluğu, iç-âlemden kopuk yaşamanın bir cezâsı ve sonucu olarak “yavan yaşamlar” yaşamasıdır. Zîrâ Allah yoksa anlam yoktur, âhiret yoksa imtihan yoktur, vahiy ve peygamber yoksa bir ölçü yoktur, tüm bunlar olmadığında bir keşmekeşlik vardır ve bu da sonunda tatsız-tuzsuz yavan yaşamlar ortaya çıkarmıştır. İnsanların gün geçtikçe hayattan zevk alamaması ve anlamsız bir şekilde sağa-sola savrulup durmasının nedeni budur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2023

 

 

Devamını Oku »

Çürüme


“Allah’ın dışında başka veliler edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir; bir bilselerdi” (Ankebût 41).

 

Dıştan bakıldığında ne kadar parlak ve pürüzsüz görünse de modern dünyâ ve modern insan çürümeye başlamıştır. Dünyâ, Hz. Îsâ’nın “badanalı kabir” dediği yer hâline gelirken, insan da badanalı kabirlerde yatan cesetlere dönmüştür.

 

Rûhun olmadığı her-yerde ve her-şeyde bir çürüklük vardır. Modern insanın kokuşmuşluğunun nedeni budur. Ruhsuzlukla mâlûl olan modern insan, ağır bir buhrân, bunalım ve boşluk içindedir. Ruhsuzluktan kaynaklanan bunalıma ve buhrâna karşı, ruhsuz olan modern ürünlerle çâre bulmak da mümkün değildir. Çünkü bir derdin çâresi, o derde neden olan şey olamaz. Ruhsuzluğun çâresi farklı bir ruhsuzluk olamaz. “Daha fazla ruhsuzluk” ruhsuzluğun çâresi değildir.

 

Modernizm sürekli olarak yenilik ister, çünkü yenilikten beslenir. Bu-bağlamda Modernizm, “tekrârın olduğu yerde çürüme olur” der, İslâm ise bunun tam zıddını söyler ve ibâdetlerin en makbûlünün düzenli olarak tekrar eden ibâdetler olduğunu söyler.

 

 İnsanı çürüten ve kokutan şey, maddî bedenine bakmamasından ziyâde, rûhuna iyi bakmamasıdır. Zîrâ tüm çürümeler gibi modern insanın yaşadığı çürüme de içten başlamıştır. İnsanın rûhu çok gerilerde ve silik kalmıştır. Bu da çürümeyi başlatmıştır. İç çürükse bir-anda çürüklük dışta da gözükmeye başlar. Elmanın içi çürümeye başlayınca dışını da çürütür ve o elma artık dalında duramaz. İnsan da çürümeye bir-kez başladığında dalından kopar ve savrulup gider. Tevhid ise insanın çürüğünü temizler ve kişiyi tâzeler. Zîrâ tevhid, rûhun ilacıdır.  

 

Seküler güç, para, iktidar; siyâset insanı çürüten şeylerdir. Zîrâ bu seküler etkenler ahlaksızdır ve bu yüzden de insanı ilk başta ahlâken çürütmeye başlarlar. Modern insan ise, târihte hiç olmadığı oranda bir ahlâksızlıkla mâlüldür. Klâsik insan gibi modern insan da 2S, 2Ş ve 1C nedeniyle çürümektedir. Servet-siyâset, şehvet-şöhret ve cehâlet modern insanı târihte hiç olmadığı oranda çürütmektedir. Öyle ki bu çürümenin kokusu tüm Dünyâ’yı sarmıştır.

 

Allah’ın kâinâta koyduğu en temel ve en doğru yasa Termodinamiğin İkinci Yasası olan Entropi Kânunu’dur. Bu yasaya göre her-şey zamanla bozulmaya, çürümeye, erimeye ve yok olmaya doğru gider. Fakat artık Modernizm ile birlikte çürüme çok hızlanmıştır. Zîrâ Entropi ile başa çıkacak “tuz” olan tevhidten uzaklaşılmıştır. Modern tuzlar ise işe yaramamaktadır çünkü modern tuzlar da kokmaya başlamıştır. İnsanlığa, hayvan, bitki ve tüm Dünyâ’ya “tevhid tuzu” gerekmektedir. Tevhid tuzunu Allah bize Peygamberimiz’e vahyettiği Kur’ân ile indirmiştir. 

 

Günümüzde bütün yeryüzü ve gökyüzü, hevâ ve heveslere tâbi olmanın sonucunda ortaya çıkan çürümenin ve kokuşmanın sıkıntısını çekiyor. Zîrâ toprak, su, hava, gıdâ vs. hep ifsâd oldu, bozuldu, kirlendi. Toplumlar da kirlendi ve kokuştu. İşte bu fitne, fesad ve kirlilikten ve kokuşmuşluktan arınmanın tek yolu, tekrar “Hak’tan gelen hakka” yâni İslâm’a tâbi olmaktır. Tüm dünyâ ve tüm insanlar tevhid tuzu ile tuzlanmadıkça çürüme ve kokuşma bitmeyeceği gibi zamanla fazlalaşacaktır.

 

Batı ve batı zihniyetine sâhip olanlar, ahlâken dibe vurmuşlar, ağır bir buhrâna ve bunalıma düşmüşlerdir. Bu bunalımdan kurtulmak için de maddî gelişmeyi “tampon” olarak kullanmaktadırlar. Fakat içten çürüme fazlalaştıkça dışarısı da çürümeye başlayacak ve sistem günü geldiğinde -sünnetullah gereği- bir fiskeyle yıkılıvereceklerdir. Çünkü batı, Hz. Îsâ’nın diliyle söylersek; “badanalanmış kabirler” gibidir.

 

 Çürüyenler diğerlerini de çürütürler. Yarısı çürük bir elmanın çürük kısmı kesilip atılmazsa diğer yarısını da çok kısa zamanda çürütecektir. Diğer yarısı ise, ne kadar sağlam olursa-olsun, çürük olan diğer yarımı sağlamlaştıramayacaktır.

 

Fizîki-zihnî-ruhsal yapısına uygun olmayan bir çocukluk yaşamış, hayatta zor travmalarla karşılaşmış, fantastik zihne sâhip, aynı-zamanda da tembel, korkak, pısırık, dağınık, kıçını zorlamayı sevmeyen -çünkü bâzı târikatlarda zorluklara girilmesi istense de, felsefî tasavvufta kimse kimseden bir zorluğa girmesini istemez- kişilerin ve hayatta bir “yer” edinememiş olanların sığındığı çürük bir limandır tasavvuf. Tasavvuf çok çürük bir temele sâhip olduğu için bağlılarını da çürütür ve olmayacak işler yaptırır. .

 

Türkiye mevcut zaman ve durum olarak madden gelişmiş ve yükselmiş olsa da, hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ve ahlâk olarak çürümüş, kokuşmuş ve çökmüş durumdadır. Zâten son 20 yılda Dünyâ’da ahlâken, karakter olarak ve adâlet noktasında en çok bozulan, çürüyen ve kokuşan toplum, -modernizm ve post-modernizm yıkıcı etkilerine karşı durmadığı için- Türk toplumu olmuştur.

 

Modern bilimsel teoriler, “henüz çürütülememiş” ama çürümesi ve çürütülmesi kaçınılmaz olan teorilerdir. Modern-bilim, “çürütülmüş-çürütülecek teoriler” üretme uygarlığıdır. Teori konusunda da sürekli yenilik ister.  

 

Modern teorilerin çarçabuk çürütülmesinin ve yıkılmasının nedeni bellidir. Modern-bilim, fâni ve geçici olana dayandığı için teorileri de fâni ve geçici olur. Modern-bilime yönelmek Dünyâ’ya-maddeye yönelmek ve bunları dayanak yapmaktır. Ne hazindir ki dayanak yaptıkları şey çok çürük bir dayanaktır. Zîrâ fânî olan bir dayanaktır.

 

Felsefe, eleksiz yaklaşılmaması gereken bir alandır. Bu nedenle de felsefe ancak “din eleği” ile elendikten sonra faydalı olabilir. Çünkü felsefenin çürüklerini ayıklayabilecek olan şey sâdece din’dir ki bu din de elbette, tek hak din olan İslâm’dır.

 

Evrim Teorisi’ne yâni “zayıf, güçsüz, hasta ve çürük olanların yok olması ve güçlülerin hayâta devâm etmesi ve de bir sonraki nesle genini aktarması” olayı, sâdece hayvanlar için mi geçerli olmuştur?. Bitkiler için de geçerli değil midir bu?. Çünkü onlar da canlıdır ve onların da Evrim ile birlikte “mükemmel bitkiler” olmaları gerekir. Meselâ patates, biber, domates, patlıcan vs. gibi sebzelerin, Evrim’den dolayı mükemmel olmaları yâni iri, sağlam ve sağlıklı olmaları gerekir. Yabâni bitkilerin de böyle olmaları gerekir. Fakat bakıldığında bitkilerin yâni meyve ve sebzelerin neredeyse yarısının çürük, zayıf ve ezik olduklarını görürüz. Üstelik irili-ufaklıdırlar ve tatları da aynı değildir. Peki neden böyledir?. Evrim’e göre milyonlarca yıldır en ideâl hâllerine ulaşmış olmaları gerekmez miydi?. Yaban armutları en ideâl şekilde olmaları gerekmez miydi?. Evrim Teorisi buna cevap veremez. Zîrâ kendisi de çürük bir teoridir.

 

Beşerî ideolojiler de çürüktür. Özellikle demokrasi çürük bir ideoloji ve yönetim-şeklidir. Bütünsel anlamda bir yaraya merhem olmaz da zengin kurucularını daha da zengin etmekten başka bir işe yaramaz. Çürük bir metottur demokrasi. Çürük sistemler sağlam adamlar çıkaramayacağı için kim gelirse-gelsin çürüklük kendini gösterecek ve umutlar hep suya düşecektir.

 

Modernizm, bir “çürüklük-sağlamsızlık uygarlığı”dır. Modernizmde hiç-bir şey uzun-ömürlü olmaz. Çünkü zâten modernizm her-şeyin kısa-ömürlü olmasından beslenir. Her-şey dayanıksız olsun, hemen eskisin de yenisi üretilsin ve satılsın ister. Zîrâ modernizm, varlığını ancak böyle olursa sağlayabilir ve sürdürebilir. Sonuçta da modernizmin ürettiği ürünler görünüşte parlak ve pürüzsüz olsa da aslında sağlam değildir, çürüktür ve kısa-ömürlüdür. Modernizm bir çürüklük uygarlığıdır.

 

Şeytânî-beşeri çürük yapıları tâdilatla falan düzeltemez ve sağlamlaştırmazsınız. Yıkmadan yapmakla yâni tâdilatla bu iş olmaz. “Dünyâ’nın sağlam bir düzeni için tâğutların çürük düzenini yıkmak” şarttır. Evet, bâzen düzeni sağlamak için mevcut düzeni yıkmak gerekir. Çürük ve bâtıl düzenlerin üzerine sağlam ve hak düzenler kurulamaz çünkü. Bu bozuk düzeni yıkmadan bu düzensizlikten kurtulmak mümkün görünmüyor ve bu yapı yıkılmadığı müddetçe de düzensizlik artarak devâm edecek ve şeytan Dünyâ’da egemenliğini güçlendirerek sürdürmeye devâm edecektir. Yıkmadan yapmakla/tâdilatla bu iş olmaz. Çürük temelin üstüne sağlam binâ kurulamaz. Bir-zaman sonra çatırdamaya başlar çünkü. Bu yüzden ilk-önce mevcut paradigmanın yıkılması, sonra da İslâmî hakîkatin ve düzenin hayâtın tam ortasında kurulması gerekir. Çürük bir temel üzerine ancak “gecekondu” yapılır ki, bu virâneyi yıkmak için “kepçe”nin ne zaman geleceği de belli olmaz.

 

Mâkûl bir süreçten sonra “hareket”e geçirmeyen bilgi, yozlaşmaya ve yozlaştırmaya başlar. “Hasat”a zamânında başlanmalıdır. Aksi-hâlde çürüme kaçınılmazdır. Modern müslümanların bir türlü amel-eyleme dönememelerinin nedeni hasada zamânında başlayamamalarıdır.

 

Toplumların zayıflaması, yozlaşması, çürümesi ve yıkılması; lüks, isrâf ve refah özlemiyle başlar. Bunlar zamanla toplumu zayıflatır, yumuşatır, çürütür ve yok eder.

 

İnsanları çürüten şeyler, “işlerine gelen şeyler”dir. Tabi çürümesini engelleyecek olan şeyler de “işlerine gelmeyen şeyler” olacaktır. İnsanın işine gelemeyen ve kendini zorlayan şeyler onu dik ve diri tutarak çürümekten korur.  

 

Şirkin karıştığı işler çürük olur ve bu yüzden de şirk koşulduğunda yapılan her-şey boşa gitmiş olur. Yapılanlar boşa gider ve Dünyâ’da bir süreliğine fayda verse de âhirette bir yararı olmaz. Bu nedenle batı’nın-modernizmin yaptıkları işler aslında örümcek ağı gibidir, gösterişli ama zayıftır, zîrâ köksüzdür, çürüktür.

 

Bir çürük ipliğe hülyâ dizmemek için tevhid-merkezli olmak şarttır. Çünkü tevhid çürümez, çürütmez, kokmaz ve kokutmaz. Bâtıl ise çok dayanıksız ve çürüktür, bu nedenle de bir-anda yok olup gidebilir. Hak geldiğinde bâtılın def olup gitmesinin nedeni budur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2023

 

 

Devamını Oku »

Abartmak

 

“Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: ‘Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü (mülkü lâ yeblâ) haber vereyim mi?” (Tâ-hâ 120).

 

Şeytan insanı abartıyla kandırır ve ayartır. Şeytanın insanı en çok kandırdığı ve ayarttığı zamanlar Modernizm denilene zamanlardır. Zîrâ moderniteyle birlikte her-şey çok abartılmaya başlamıştır. Zâten Modernizm bir “abartı uygarlığı”dır. Yemede, içmede, giymede, gezmede vs. her-şeyde alabildiğine bir abartma vardır.

 

Abartılan şey zıddına döner. O şey “olmamış” gibi olur. Meselâ yeme-içmeyi çok abarttığınızda mîdemiz bozulur ve istifrâ ile başa dönmüş olursunuz.

 

İslâm çok dengeli bir din’dir ve abartıya yer vermez. İnsanları evlerine, okula, iş-yerlerine vs. bağlamayıp “çıkın da bir gezin görün” derken, bir yandan da gezmeyi abartarak “hiç evde kalmama durumu”nu da, özellikle gezmeyi erkeklerden daha fazla seven kadınlar üzerinden kısıtlar ve “oturun evlerinizde” der.

 

Modern insan abartmayı çok seviyor. Abarta-abarta yiyor, içiyor, giyiyor, geziyor vs. her-şeyi abartıyor. Çünkü iç-âlemden kopmuş durumdadır ve iç-âleminde kanayan yarayı dışarıdan tampon yaparak durdurmaya çalışıyor. Bu da bol-bol, döke-saça ve isrâf ede-ede tüketmeyi yanında getiriyor.

 

Modern dünyâ’da bilgi ve bilmek fazla abartılıyor. Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz ama “yapanlarla yapmayanlar” da bir olmaz. Hattâ yapanlar yâni sâlih amelde bulunanlar bilenlerden üstündür. Meselâ hiç limon görmemiş ama limon hakkında 1.000 kitap okumuş olan birine göre limonu bir kere yalamış olan kişi daha bilgilidir ve daha doğru bilgiye sâhiptir.

 

Abarta-abarta yiyip-içebilmek ve giyinip-gezebilmek için bir barış ortamı gerektiği için “savunma savaşı” çok abartılıyor ve İslâm’da savaş sanki sâdece savunma savaşı gibi gösterilmek isteniyor. Savaş savunma savaşına indirgendiğinde ve savunma savaşı söylemi abartıldığında, aynen Hristiyanlık’taki gibi “savunma savaşı yapmak” bile kötü görülmeye başlanır. Hristiyanlık başlangıçta, “dîni savunmak için bile, hiç-bir şartta öldürme hakkı yoktur” düşüncesindeydi. 11. yüzyıldan îtibâren Augustinus tarafından geliştirilmiş olan “haklı savaş” bâzı durumlarda, belli şartlarda ve sınırlar içinde hristiyanlara öldürme hakkı verir. En sonunda da savaşa “kutsal savaş”a döner. Haçlı Seferleri bunun örneğidir. Yâni bir abartma ifrat yönünden tersine bir abartma ile tefrite dönebiliyor.

 

Araştırma abartıldığında araştırılan şeyin yapısı ve büyüsü bozulur. Zâten bir-çok şeyin araştırılmasının bir faydası yoktur ve faydasının olmaması, zararının olması anlamına gelebilir.

 

Modern insan tâtili çok abartıyor. Tâtil çok abartılıyor ve insan için “her-şey” demek hâline getiriliyor. Modern insan tâtil yapmadığında yaşadığını hissedemiyor. Bu nedenle modern birey için tâtil en önemli şeydir. Çünkü hazzı ve zevki en yoğun bir şekilde ancak tâtilde yaşayabilecektir. Rûhunu hapsetmiş olduğu için buhrandan-buhrâna giren modern insan, oluşan boşluğu -güyâ- tâtil yaparak ve bedenini ödüllendirerek doldurmaktadır. Âhiret inancı ve cennete îman olmadığı için Dünyâ’yı cennete çevirmek en önemli şeydir onun için. O yüzden modern insan tâtile çıkamamayı bir felâket olarak görür.

 

“Doğal matematik”e eyvallah fakat matematik, doğaldan nefret eden modernliğin sonucunda abartılmış ve merkeze konmuştur. Gerçek doğada, ne dâire, ne üçgen, ne de doğru çizgi vardır. Bu nedenle matematiksel biçimlerin dilini öğrenmek boşunadır. Çünkü doğa kitabı onlarla yazılmamıştır. Beşerî düşünce ve sistemler ortaya çıktıkça gelişmiştir matematik. Tabî ki doğal bir matematikten de bahsedilebilir. Bu matematik (ki buna aslında “meta-matik” demek daha doğru olur) rûhu ve anlamı iptâl etmez.

 

İnzivâ abartıldığında kafayı yemek kaçınılmazdır. Çünkü emredilen bir şey varken emredilmeyeni yapmak, sünnetullah gereği cezâlandırılır ki bu cezâ en çok da “psikolojik bir cezâ” olarak tezâhür eder.

 

Günümüzde müslümanın öncelikli eleştirisi, “modernizm eleştirisi” olmalıdır. Modernizmi eleştirmeyenler, İslâm’ı eleştirmeye başlarlar-başlıyorlar. Fakat eleştiriyi de abartmamak gerekir. Zîrâ fazla eleştiri, her tür düşünceye karşı bir bağışıklık oluşturur ve artık olumlu bir düşüncenin de bir kıymeti kalmaz.

 

Son 200 yılda büyük bir düşüş yaşayan müslümanlar bunun nedeni olarak “vahyin idrâkinden ve kılavuzluğundan uzaklaşılmış ve sapılmış olduğu” haklı ve doğru olarak tespitini yaptılar. “Kur’ân’ın bilinci ve Sünnet’in eyleminden uzaklaşılınca, müslümanlar yöneticiyken “yönetilen” durumuna düşmüştür” tespitini doğru olarak yaptılar. Bu konuda haklıydılar ve hızla vahyi okuma-anlama yoluna girdiler. Zâten o anda başka yapacak bir şey yoktu yada bir şeyler yapmaya -Sünnet’i de göz-önüne aldığımızda- böyle başlanırdı. Tabi işin sâdece ilmî ve teorik yönüne dönme düşüncesi çok abartılınca, pratik alanın daralması ve sonuçta da müslümanların pratiklikten uzaklaşması kaçınılmaz oldu-oluyor.

 

Peygamberimiz kendisine “Allah’ın kulu ve resûlü” denmesini istemiş, aşırı abartmalardan ve övgülerden rahatsız olmuş ve abartılı şekilde seslenilmesini yasaklamıştır. Kendisi hakkında aşırı gitmemeleri husûsunda zaman-zaman sahâbe-i kirâm’ı uyarmış ve kendisinin de tıpkı onlar gibi bir beşer olduğunu vurgulamıştır. Hadis kitaplarında bununla alâkalı bir-çok hadis ve rivâyet bulunmaktadır. Bunlardan iki tânesi şöyledir:

 

Ömer b. Hattâb, “Hz. Peygamber’i şöyle derken işitmiştim” demiş ve şu rivâyeti aktarmıştır: “Hristiyanların Meryem oğlu Îsâ’yı aşırı sûrette methettikleri gibi sakın sizler de beni methederken aşırı gitmeyin!. Şüphesiz ki ben sâdece Allah’ın ku­luyum. (O yüzden bana sâdece) Allah’ın kulu ve resûlü deyin” (Buhâri, Enbiya, 48; Müsned, 1/23; 4/25).

 

Enes b. Mâlik’in rivâyet ettiği bir hadise göre bir adam Peygamberimiz’e; “ya seyyidî, ey efendim, ey efendimin oğlu!, ey bizim en hayırlımız, ey en hayırlımızın oğlu!” gibi sözler sarf ederek seslenmişti. Adamın bu sözlerini işiten Peygamberimiz ise şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar!; Allah’tan korkun. Sakın şeytan sizi aldatmasın. Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allah’ın kulu ve resûlüyüm. Allah’a yemin ederim ki beni, Allah’ın bana verdiği makâmın üstüne çıkarmanızı sevmiyorum”.

 

Modern nesil, “atalara tapmayalım” sözünü abartınca, ataların (anne-baba, dede-nine) değeri kalmadı, bir yük olarak görülmeye başladılar ve huzur-evlerine (aslında hüzün evleri) postalandılar.

 

Somut sanat abartıldıkça saçmalaşır ve absürdleşir, üstelik küfür ve şirk ortaya çıkarır. Soyut sanat ise abartıldıkça güzelleşir.

 

Sevgiyi bile abartmamak lâzım. “Sevgiyi (meveddet) ilahlaştırdınız” (Ankebût 25) der âyet. Putları sevmek bir sevgi değil, isyândır ve bu isyânın sonu cehenneme çıkar:

 

Müslümanlar hümanist değildir, hoş-görülüdürler sâdece. Fakat bu hoş-görüyü de abartmazlar tabî ki. Hoş-görülmeyecek yerde hoş-görmeği câhillik ve pasiflik olarak değerlendirirler.

 

Korona çok abartıldı ve bir felâket gibi sunuldu ve Korona ismiyle tüm Dünyâ dehşete düşürüldü. Herkes kendinden başkasını “şüpheli” görmeye başlamıştı. Herkes kendinden başkasını hattâ kendisini de vebâlı olarak gördü. Küresel bir şizofreni durumu oluştu Korona nedeniyle. Millet korona-virüs yüzünden çıldıracak hâle geldi. Herkes korona-virüslü zannediliyordu ve dolayısı ile toplumsal bir düşmanlık ortaya çıkmıştı. Bunun etkileri hâlen sürüyor. Demek ki abartılan şeyin etkisi çok yoğun oluyor. 

 

Her-şey abartılıyor; kâinâtın büyüklüğü, Dünyâ’nın yaşı, ağaçlar, hayvan sevgisi, Amerika’nın gücü, modern-bilim ve teknolojinin yaptıkları-yapabilecekleri, büyük felâketlerin hazırlandığı, evler, eşyâlar, arabalar, iş, para, okul-okumak, evlenmek, düğünler, kadın-erkek, giyinmek, yiyip-içmek ve gezmek, eğlenceler, internet ortamı, Dünyâ’nın ve modern insanın geldiği yer, evlatlar, torunlar, spor, müzik, deniz, film, makam, mevkî, rütbe, konfor, statüko, lîderler, önderler, ideolojiler, şeyhler, hocalar, efendiler, sevgiler, aşklar, îtibarlar ve tabi en sonunda da mezarlar. Yâni Dünyâ abartılıyor ve çok abartıldığı için âhiret unutuluyor, Allah unutuluyor, din, İslâm, vahiy unutuluyor.

 

Abartmak, Allah’ı hesâba katmamak demektir. Bir şeyi abartınca diğerini görmezden gelmeye başlarsınız. Dünyâ hayâtını abartanlar âhireti unutuyor yada bilmezden-görmezden geliyor.  Hâlbuki asıl abartılması gereken şey, cehennem ateşi ve azâbıdır. Zîrâ cehennem abarttığınızdan daha kötü bir yer iken, cennet ise, abartabildiğinizden çok daha iyi bir yerdir.    

 

Şeytan, modern insanı, abarttığı dünyâ ile kandırıp ayartıyor vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »