“Dediler ki:
‘(Bütün olup biten,) bu dünyâ-hayâtımızdan başkası değildir, ölürüz ve
diriliriz; bizi ‘kesintisi olmayan zaman’ (dehrin akışın)dan başkası yıkıma
(helâke) uğratmıyor’. Oysa onların bununla ilgili hiç-bir bilgileri yoktur; yalnızca
zannediyorlar” (Câsiye
24).
Kâfirler
ve müşrikler bu nedenle tüm zamanlarda; “biz ancak zamâna uyarız” demişlerdir
ve derler. Kendilerine Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamber, din, İslâm
hatırlatıldığında; “bu zamanda mı?” derler. Her zaman zamânı öne çıkarırlar ve
-sözde- delil olarak zamânı gösterirler. Zîrâ zamâna tapmaktadırlar.
Peki
zaman nedir ve “zaman” denilen şey gerçek bir şey midir?.
Aslında zamânın aslî bir varlığı yoktur.
Zaman, maddenin hareketinin bir sonucudur. Bir maddeyi bir yerden alıp başka
bir yere koyduğunuzda yâni hareket ettirdiğinizde zaman başlar ve sürer gider.
Zamânın izâfî olması, daha doğrusu izâfî sanılmasının nedeni budur. Maddenin
çeşitli hareketleri ise, zamânı algılayış olarak farklı kılar. Tabi bu bir
yanılsamadır. Yâni bir kişiye belli bir zaman süreci çok kısa yada uzun gelmiş
olabilir ama geçen süre aynıdır. Saat bildiğimiz saattir yâni gerçek anlamda
kişiye göre değişmez, izâfî değildir. Değişen şey kişinin algısıdır. Kişinin
o-günkü yada o-anki algısına göre zaman yavaş yada hızlı gibi akar gibi olur.
Zamânın mutlak ve bağımsız bir varlığı
yoktur. Çünkü “hakîki” bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir zaman. Evrendeki
maddeyi/hareketi bir-anda durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle
süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa zaman da kalmaz/olmaz. Süpürülme
işleminden sonra görülen/kalan şeyin (mekân) ne olduğunu her-hâlde Allah’tan
başka kimse bilemez. Mekâna (hâşâ, “post vahdet-i vücûd”çuluk yapıp) “Allah”
demeyeceksek, mekân da yok olucudur. Belki de bu yok-oluş süpürülmeyle birlikte
gerçekleşir. Geriye ne kalacağını ancak O bilir. Bir de “saf-zaman” denen bir
zaman da var mıdır?.. o da ayrı bir düşüncenin konusudur. Gerçi bu saf-zaman
ben vâr-olduğum müddetçe; hareket vâr-olduğu müddetçe
görülemeyecek/bilinemeyecek/idrâk edilemeyecektir. Bu yüzden bizi çok da
ilgilendirmiyor. İdrâk edemeyiz çünkü.
Ali Şeriati: “Zaman, mekândan îbârettir” der.
Augustinus ise: “Zaman, pek bir boyutu olmayan ‘şimdi’ ile, artık vâr-olmayan ‘geçmiş’ ve daha vâr-olmamış olan ‘gelecek’ arasında bulunan, dolayısıyla da ancak hatırlama (geçmiş) ve bekleme (geleceği) biçiminde vâr-olabilen
bir şeydir” der.
O-hâlde “zaman” demek aslında “mevcut mekân”
demektir. Çünkü zaman her zaman, mevcut mekanda ve oradaki hareketin seyrine
göre ortaya çıkar ve ölçülür. Buna göre “zamâna uymak” yada “zamâna tapmak”
aslında “mekâna uymak” ve “mekâna tapmak” demektir.
Peki mekânı belirleyen nedir?. İşte asıl önemli
olan şey budur. Çünkü mekân maddedir ve normâlde mekânı meydana getiren şey,
Allah’ın yarattığı madde ve eşyâdır. O-hâlde sorun nedir?. Sorun, mekânı
meydana getiren maddenin ve eşyânın doğru kullanılıp-kullanılmamasıdır.
Bir mekân, dolayısıyla zaman, ya Allah’ın
emri ve yasaklarına yâni vahiy-merkezli olarak inşâ olmuş bir rûh ve zihniyet
ile, yada şeytan, nefs ve tâğut-merkezli şekillenmiş bir zihniyet ile inşâ
olur. Ortaya çıkan mekân ve dolayısıyla zaman, ya Allah’ın râzı olduğu yada
râzı olmadığı tarzda şekillenir. Allah’a göre şekillenen mekânda
adâlet-eşitlik, hak-hakîkat, ahlâk ve düzen-nizâm ve hayır-sevap olurken,
tâğuta göre şekillenen mekânda ise tam-tersine; adâletsizlik-eşitsizlik,
haksızlık-ahlâksızlık, küfür-şirk, günah-haram, ayıp-suç ve zulüm ortaya çıkar
ve yaygınlaşır. Üstelik küfür ve şirk yaygınlaştıkça çoğunluk tarafından kabûl
edilip desteklenirken, hak ve hakîkat ise ötelenir ve hayattan uzaklaştırılır. Çünkü
tâğûta göre şekillenen mekân, dolayısıyla zaman, küfür ve şirk-merkezli olduğu
için haz, zevk, konfor, rahatlık, eğlence ve keyif vericidir, Allah-merkezli
olan mekân, dolayısıyla zaman ise bunları sınırlayıp-kısıtlar ve insan çeşitli
sorumluluklar yükler. İşte târih-boyunca insanları Allah’tan ve din’den
uzaklaştırıp kopartan ve mevcut mekâna yâni zamâna yaklaştıran ve taptıran şey
budur.
Târih boyunca insanlar her zaman, içinde
bulundukları ve yaşadıkları mekâna yâni zamâna göre düşünmüşler, konuşmuşlar,
yaşamışlar ve konum almışlardır. Allah ise, hem içinde bulunulan mekânın ve
zamânın, tüm göklerde olduğu gibi İslâm’a göre düzenlenmesini, hem de
“ilerideki zamânın ve mekânın” yâni âhiretin de hesâba katılmasını ister ve
emreder. Zîrâ böyle olmadığında mevcut mekâna yâni zamâna tapmak kaçınılmaz
olur. Târih-boyunca insanlar, âhiret hakkında yeterli îmâna ve güvene sâhip
olmadıkları için Dünyâ’yı yâni mevcut zamânı riske atmak istedikleri için
genelde mevcut zamâna göre hareket etmişler yâni zamâna tapmışlardır.
İnsan neye göre düşünüyor, neye göre
konuşuyor, neye göre yazıyor ve neye göre hareket ediyorsa, onu kutsuyor ve ona
tapıyor demektir. Târih-boyunca imtihanı kaybeden insanlar her konuda ve alanda
genelde zamâna uymuşlar, dolayısıyla zamâna tapmışlardır ki bu durum günümüz
modern zamanları için de geçerlidir hattâ modern zamanlarda çok daha
geçerlidir. Zîrâ insanların büyük çoğunluğu, cehâletin ve sapmanın bir sonucu
olarak, modern zamânı, “insanların ulaştığı en ileri seviye” olarak görmekte ve
kabûl etmekte olduğundan dolayı modern zamâna derin bir huşû ile tapmaktadır.
Oysa modern zaman, insanın rûhunun değil, nefsinin en ileri derecede doyuma
ulaştığı zamandır. Çünkü insan, tüm zamanlarda, nefsini kısıtlayan değil,
kışkırtan zamânı kutsamıştır ve kışkırtan zamâna tapmıştır. Modern zaman ve
mekân ise, târih-boyunca nefsin kışkırtıcılığının en yoğun yaşandığı zamanlar
olduğu için modern insan da modern zamânı kutsamakta ve ona tam bir
teslîmiyetle tapmaktadır. O-hâlde zamâna tapmak, “nefse tapmak” demektir.
Nefsini ilah edinen insan, tüm zamanlarda nefsini alabildiğine serbest bırakan
zamâna ve dolayısıyla mekâna tapmıştır.
Nefsi serbest bırakıp alabildiğine kışkırtan
modern zamanlar, insanın târih-boyunca ilahlaştırıp-taptığı en büyük puttur.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder