“Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü
kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa,
yine de Allah'ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah üstün ve
güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokmân 27)
“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve
âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde
‘güzel bir örnek’ vardır”
(Ahzâb 21).
İlim: Arapça “alama”, “bildi, anladı, iz ve işâretleri yorumlayarak
bilgiye ulaştı” anlamındadır.
İrfan: “Hem öğrenerek hem de yaşayarak bilme ve idrâk etme” demektir.
İslâm’ın ilim ve kültürü içinde yaşamanın sonucunda kazanılan sezgi-gücü.
Arapça “arf” kökünden gelen irfan, “bilme, bilgi, özellikle pratik bilgi”
sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça “arafa”, “bildi, tanıdı, ayırt etti”
demektir.
İlim ile bilim aynı şey değildir. İlim de bilmek demektir ama ilim
“sâdece bilmek” demek değildir. İlim, hem rûhun hem de bedenin yâni “maddî
olanın bilgisi” demektir. Bilim ise, sâdece maddî olanı bilip kabûl eder ve
sâdece maddî olan üzerinde çalışır. Zâten maddî olmayan meta-fizik alanı yok
sayar. Tabi modern-bilimin meta-fizik alanı yok sayması, mânevî olanın yok
olduğu anlamına gelmez. Mânevi olan, hakîkatin ta kendisidir ve hattâ mânevi olan,
maddî olana göre daha gerçektir. Bu gerçeklik, ilim-irfan sâhipleri için çok açıktır.
Bahsettiğimiz
ilim “vahiy-merkezli idrâk” demek olduğu gibi, irfan da yine “vahiy-merkezli
idrâk ile yaşamak” demektir. Yoksa “ilim” derken modern-seküler modern-bilimden
ve irfan derken de tasavvufun tanımladığı fanteziden bahsetmiyoruz. Tasavvufun
tanımına göre irfan; “Allah ve O’nun sıfatları, fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında
mânevî tecrübeyle doğrudan elde edilen bilgi” demektir ama bu tanım kesin
olarak yanlıştır. Hattâ irfan, bu tanımın dediğin tam-aksine, doğrudan elde
edilen değil, çaba ve gayretle zaman içinde elde edilen idrâk ve sezgi gücüdür.
Tasavvufçular her-şeyi bedâvadan elde etme isteğinde oldukları için, irfâna da
bir-anda ve hiç-bir çaba göstermeden sâhip olunacağını zannetmektedir.
İlim
olmadan irfan olmaz, irfan olmadıkça da ilim tamamlanmaz ve anlamını bulmaz.
İlim ve irfan, Kur’ân ve Sünnet gibidir yada tam da odur. Buna göre ilim-irfan
sâhibi olmak, “bilgi-bilinç ve amel-eylem hâlinde olmak” demektir. İlim nasıl
ki oturup durulan yerde elde edilmiyorsa, irfan da öyledir.
Mistikler
ve tasavvufçular hep irfancı çizgiden bahsederler. Meselâ Endülüs’te Pisagor’cu
hermetik irfan okulunun hocaları elinde yetişmiş olan Muhyiddin-i Arâbi
irfandan bahseder (Mîr’at’ül-İrfan) ama İslâm’daki irfan o değildir. Zâten
kitapta bahsedilenler de zırvalıktan başka bir şey değildir. Kanımca tasavvufun
bahsettiği ve tanımladığı irfan, İslâm’daki irfanı blôke edip yok etmek için
uydurulmuş bir zırvalıktır.
Bâzı haklı nedenlerle yapılan
eleştirilerin sonucunda ortaya çıkan irfan bilgi-sistemi ise, bâzı doğruları ve
iyilikleri olmasına rağmen genelde İslâm anlayışına uzak bir sistemdir ve daha
çok tahrif olmuş gayr-ı İslâmî dinlere yakındır. Yâni küçük bâzı yararlarından
çok genelde bozucu, zarar verici olmuştur.
Bu-bağlamda
“Anadolu İrfanı” gibi tanımlamalar ve yönlendirmeler de bâtıldır. İslâm’da bir
irfan varsa bu Kur’ân irfânıdır ki Peygamberimiz ve sahabe, ilim-irfan-sâhibi
insanlardır. Tasavvuf-öncesi bir irfan-kuşağı vardı ve bu
kuşak tamâmıyla Kur’ân’dan besleniyordu, mistisizm ile alâkası yoktu. Sonradan
başka-başka irfanlar ortaya çıktı. Temelde ise iki çeşit irfâniyet vardır. Biri
Mısır din ve öğretileri başta olmak çeşitli din ve öğretilerden alınmış ve
sentezlenmiş irfâniyet ve ikincisi ise İslâm irfâniyetidir ki Sünnet ile
tezâhür eder. Zîrâ Sünnet aslında, sâdece okuyarak değil, “okuyarak ve
yaşayarak öğrenmek” demektir. Allah bu örnekliğe “güzel örneklik” der. Zâten
peygamberler böyle örneklikler ortaya koysunlar diye gönderilmişlerdir.
Anadolu İrfânı diyerek “yeniden Anadolu İrfânına dönmek”ten
bahsediyorlar. Bu-bağlamda Mevlana, Yesevi, Yûnus Emre Hacı Bektaş vs. gündeme
getiriliyor ve onlardan çokça bahsediliyor. Bu, “Türkiye’nin yüzünü batı’ya ve
kendi millî özlerine dönmesinin” sonucunda, doğu’dan, Îran’dan ve Araplardan
uzaklaşmak ve kopmanın sonucunda, kendisinden söz edilecek, örnek gösterilecek
ve dayanılacak dayanaklar ortaya koyma çabasından başkası değildir. Zâten
Yesevi, Yûnus Emre falan Cumhûriyetten önce pek bilinen ve tanınan kişiler
değildi ve yalnızca uzmanlar bilip-tanıyorlardı. Bu kişilerin divanlarının
yayınlanmasından sonra tanınmaya başladılar ve zamanla çokça bahsedildiği ve
övüldüğü için herkes tarafından tanınması sağlandı. Bu bir noktadan sonra
Mevlana ve Hacı Bektaş için bile geçerlidir.
Mü’minler için yeniden dönülmesi gereken şey Kur’ân ve Sünnet’tir. Yoksa yeniden dönülmesi gereken nokta
Mevlâna, Yûnus, Yesevi vs. değildir. İslâm’ın irfânı Sünnet ile açığa çıkar,
tasavvufla değil. Tasavvuf, belli bir seviyede ve belli bir süreliğine irfânı
açığa çıkarsa da, en sonunda bâtıla kayma potansiyeli nedeniyle tasavvuf irfânı
da ifsâd edicidir. Sünnet ise “güzel örnekliği” ile tüm zamanlarda ve
mekânlarda örnekliğini yeniler.
Tasavvufta ve târikatta bahsedilen irfan İslâm irfânı değildir. Çünkü bu
irfâniyette “hiç-bir çaba göstermeden bilme” vardır. Oysa İslâm irfâniyeti
büyük bir gayret ver çabanın sonucunda ulaşılan ve elde edilen bilgidir ki
kişiye hem sorumluluk ve yük yükler hem de mutlakâ amel ve eyleme döner, İşte
ilim ve amel yada ilim ve irfan bu noktada birleşir ve billurlaşır.
Tek-başına ne ilim ne de irfan yeterlidir, çünkü tek-başına bunlar
eksiktir. Önemli olan ilim-irfan sahibi olmaktır. İslâm işte o zaman tamamlanır
ve görünmeye ve hâkim olmaya başlar.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder