7 Aralık 2024 Cumartesi

Aşırı Zenginlik ve Dalâlet

 

“Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak; Ki Ben ona, alabildiğine çok mal (servet) verdim. Göz-önünde hazır çocuklar (verdim). Ve sayısız imkân ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha arttırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). Hayır; çünkü o, Bizim âyetlerimize karşı kesin bir inatçıdır” (Müddesir 11-16).

 

Cennet neden kusursuz ve sorunsuz, ebedî nîmet yurdudur?. Çünkü orada hem tüm şartlar buna uygundur hem de cennette dalâlet yoktur. Zîrâ cennette zengin-fakir, makâm-mevki, güzel-çirkin, güçlü-zayıf, iyi-kötü, doğru-yanlış gibi şeyler yoktur. Bu ise bir adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın ahlâksızlığın, şirkin, küfrün ve zulmün olmaması, dolayısıyla sorunların ve cedelleşmenin yaşanmaması demektir.

 

Dünyâ ise bir imtihan yurdu olduğu için formatı cennet gibi değildir ve mutlak anlamda sorunsuz bir dünyâ olmaz. Fakat Dünyâ’daki sorunlar da en minimuma indirilebilir ve bu nedenle Dünyâ’nın “cennetin bir şûbesi”ne döndürülebilmesi mümkündür. Nitekim tüm göklerde sorunsuz bir düzen, nizâm ve döngü vardır. O-hâlde Dünyâ’daki her-şey Allah’ın belirlediğine ve emirlerine göre olursa, Dünyâ’da da sorunlar en asgarîye inecek ve Dünyâ bir nevî cennetin şûbesi gibi olacaktır.

 

Peki Dünyâ neden cennetin bir şûbesi olamıyor ve Dünyâ neden bir düzene ve nizâma kavuşamıyor da insanların büyük  çoğunluğu neden sürekli olarak maddî yada mânevî bir yoksunluk ve perişânlık içinde yaşıyor?. Çünkü Dünyâ’da sürekli olarak dalâlet hüküm sürüyor. Dalâletin hâkimiyetinin nedeni ise; hem insanların şeytanın fısıldamaları ve nefsin kışkırtmalarına kapılmalarından hem de, özellikle, kendilerinde Allah gibi güç olduğunu zanneden ve bundan dolayı tüm kendilerinde Dünyâ’yı ve insanları yönetip-yönlendirme hakkını gören, köşe-başlarını tutmuş oldukları için aşırı zenginleşmiş olan “tâğutlar” yüzündendir. Dünyâ’nın ve insanların hâl-i pür melâlinin nedeni, “aşırı zenginleştikleri için dalâlete düşmüş olan tâğutlar” yüzündendir. Zîrâ aşırı zenginlik mutlakâ saptırır ve dalâlete düşürür. Çünkü aşırı zenginleşenler her türlü imkânı elde ettikleri için kendilerini Allah gibi güçlü görmeye başlarlar. Bu da onlara istediklerini yapabilecekleri zannettirir.

 

Aşırı güç, tüm mülkün sâhibi olan Allah’tan başka kimde olursa-olsun onu saptırır. Aşırı güç saptırıcıdır. İnsan aşırı gücü doğru yönetemez. Çünkü böyle bir yeteneği ve gücü yoktur. Bu nedenle insan târih-boyunca, 2S ve 2Ş olarak kısaca formülleştirilen servet-siyâset ve şehvet-şöhret ve de bunlar aracılığı ile ulaştıkları aşırı zenginlik ve güç yüzünden dalâlete düşmüş ve sapmıştır.         

 

Tüm zamanlar ve mekânlar için şaşmaz kuraldır: İnsan vahiy-merkezli İslâm’a uymuyorsa, ya cehâlette yada dalâlettedir. Cehâlet ile dalâlet birbirlerinin neden-sonucudur ve birbirlerini beslerler. Cehâlet arttıkça dalâlet, dalâlet arttıkça da cehâlet artar ve fazlalaşır. Cehâleti ve dalâleti arttıran birinci neden ise, “aşırı zenginlik”tir.

 

Bir sınırı olduğunda ve tüm Dünyâ’ya ve tüm insanlara adâletli olarak yayıldığında zenginlik kötü değildir elbette. Fakat zenginlik azınlığın tekeline geçtiğinde ve böylece aşırı arttığında mutlakâ dalâlet başlar. Bu nedenle Allah Kur’ân’ da şöyle der:

 

“…Servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın…” (Haşr 7).

 

İnsanlık-târihi, zenginlerin, “çıkarlarını koruma” târihidir. Kânunlar İslâm kânunları olmadığında, yasalar, “zenginleri koruma kânunları” olup çıkar. Bu-bağlamda demokrasi ve oy vermek, mevcut ideolojinin ve zengin-fakir arasındaki uçurumun sürmesini isteyerek; “zengin daha da zengin olsun, gariban da gariban kalmaya devâm etsin” demektir. Bundan dolayı târih-boyunca olan şey şudur: Zengin yatarak para kazanır; fakir ise çalışarak onu besler. İşte dalâleti başlatan ve sürdüren şey budur.

 

Ebu Zer Gıfâri, Muâviye’ye bu nedenle: “Ey Muâviye!; sen zengini daha zengin, yoksulu da daha yoksul yaptın” demişti. Hz. Ali de: “Bir yoksul aç ise, bunun nedeni zenginin zevk ve sefâ içinde yaşamasıdır” demiştir. Allahsız-seküler sistemlerde zenginler daha zengin, fakirler daha fakir, aptallar da daha aptal olurlar. Buna neden olan şey dalâlettir. İnsanlar sefâlet içindeyken zenginlerin refah içinde yaşamaları dalâletin en bâriz göstergesidir.

 

Bozulma ve dalâlet (ifsâd) ilk önce saraylarda, daha sonra zenginlerin kâşânelerinde başlar. Oradan da genele yayılır. Hırsızlar, çaldıklarıyla zenginleşince, malını çaldıkları kişilerin fakirlikleriyle alay ederler. Fakirler ve garibanlar de dalâlete düşmüşlerse, buna karşı îtirâz ve isyân edeceklerine, onlar gibi olmayı hayâl etmeye ve onlar gibi olmak için çabalamaya başlarlar. Çünkü dalâlet bulaşıcıdır ve sünnetullah ve imtihan nedeniyle çabuk yayılır. 

 

İnsanlar arasındaki eşitliği yada “benzer”liği ancak fakirlik-yoksulluk sağlarken, zenginlik ise alabildiğine bozar. Bu nedenle İslâm’da aşırı zenginliğin önü tıkalıdır. Çünkü kapitâlizm “fakirden alıp zengine vermeyi” esas alırken, İslâm ise, “zenginden alıp fakire vermeyi (zekât)” esas alır. Bu da İslâm toplumunda aşırı zenginlerin fakirlerin olmasını engeller. Zîrâ bir ülkede insanların aşırı zenginleşmesi ve tekelleşmesi her zaman, eşitsiz-adâletsiz-ahlâksız bir ekonominin ve ekonomik uçurumların ortaya çıkmasına neden olur. Bu uçurum günahın, haramın, ayıbın ve suçun armasındaki en büyük etkendir. Dünyâ’nın en zengin ülkeleri ve insanları, en günahkâr ve en dalâlette olanlarıdır.

 

Servet ve aşırı zenginlik saptırıcıdır. Çünkü servet yâni aşırı zenginlik, sâhiplerinde şiddetli bir “yönetme ve yönlendirme isteği/arzusu” oluşturur. Parayı bulanlar, yönetimi de kendileri yapmak isterler. Dalâletten dolayı kendilerinde böyle bir hak görmeye başlarlar. Zîrâ zenginlik kişide, “sözün gücü”nü değil, “gücün sözü”nü üstün gösterir. Servetin oranı, yönetilecek alanın büyüklüğünü belirler. Tüm insanların sâhip olduklarından daha çok servete sâhip olanlar, tüm Dünyâ’yı ve tüm insanları yönetmek ister. İşte şirk budur. Bu yüzden sınırı aşmış olan zenginlik, mutlakâ şirki, küfrü, sapmayı, dalâleti ve zulmü de yanında getirir.

 

Aşırı zenginlik insana mutlakâ şu iki şeyi söyletir: 1-“Bu bana Allah’ın bir hediyesidir”; 2-“Bu, aklımı çalıştırmamın karşılığıdır”. Kârûn ikincisini söylemişti de malıyla birlikte yerin dibine geçmişti. Peygamberler ise mülkün gerçek sâhibinin Allah olduğunu çok iyi bildikleri ve kabûl ettikleri için, serveti en doğru şekilde yönetebilirler. Bu-bağlamda; Hz. Süleyman’ın serveti kişisel bir servet değil, devletin zenginliği idi. Devletin zenginliği hükümdâra isnât edilir. Hz. Süleyman’da “mal yada at sevgisi” değil, “hayır sevgisi” vardır. “Hayr sevgisi”nden dolayı zenginlik istiyordu. “Zenginliği tüm insanlara paylaştırmak sevgisi” yer etmişti onda. O, bunu, Allah’ı zikretmenin bir şekli olarak görüyordu:

 

“Fe kâle innî ahbebtu hubbel hayri an zikri rabbî, hattâ tevârat bil hıcâb”. “Gerçekten ben, ‘hayır sevgisi’ni (hubbel hayr) Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim” (Sâd 32).

 

Hz. Süleyman’ın hâkimiyetini, kendisine gösterişli malın sevdirildiğini ve sarayının gösterişli olduğunu söyleyip duranlara şunu söylüyoruz; Hz. Süleyman’a sevdirilen şey, lüks ve gösterişli mal değildi. Ona sevdirilen şey, “mal sevgisi” değil, “hayır sevgisi”dir: “Ahbebtu hubbel hayr”=“Hayrı, hayra ulaşmayı sevdim” diyor Hz. Süleyman. Hayrın herkese eşit bir şekilde ulaşmasını sevmiş. Bunu zikredip durmuş. Bu zenginlik, devletin herkes için zenginliğidir. Zâten ancak bu zenginlik saptırmaz ve dalâlete düşürmez.

 

Allah nasıl ki vahyi bir insan (peygamber) üzerinden yayıyorsa, nîmetlerinin de insan (zengin) üzerinden yayılmasını ister. Bu nedenle İslâm’da zekat, infak, sadaka, hayır vs. vardır ve zenginlik olabildiğince paylaştırılır. Zîrâ paylaşılmayan zenginlik mutlakâ dalâleti getirir ve saptırır:  

 

“Mûsâ dedi ki: Rabbimiz, şüphesiz Sen, Firavun’a ve önde gelen çevresine dünyâ-hayâtında bir çekicilik (güç, ihtişam) ve mallar verdin. Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için (mi?.) Rabbimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kâlplerinin üzerini şiddetle bağla; onlar acı azâbı görecekleri zamana kadar îman etmeyecekler” (Yûnus 88).

 

Zenginlik, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı insanı gevşekleştirir ve dalâlete düşürür. Bu en bâriz olarak savaş sırasında açığa çıkar:

 

Yol, ancak o kimseler aleyhinedir ki, zengin oldukları hâlde (savaşa çıkmamak için) senden izin isterler ve bunlar geride kalanlarla birlikte olmayı seçerler. Allah, onların kâlplerini mühürlemiştir. Bundan dolayı onlar, bilmezler” (Tevbe 93).

 

Dünyâ’nın en zengin ve en güçlü(!) ülkesi, “en çok tüketen”lerin ülkesidir. En çok tüketenler, en çok dalalete düşmüş olanlardır. Eğer siz de onlar kadar zengin olmak istiyorsanız; delâlete düşmeyi da göze alıp kabûl etmeniz gerekir. Çünkü o gıpta ettiğiniz zengin ülkeler ve insanların zenginliği, öldürme, hırsızlık, sömürü ve köle ticâreti ile başlamış ve yine farklı sömürü ve cinâyetlerle devâm etmektedir.

 

Peki bu servet yâni aşırı zenginlik hiç mi faydalı olamaz?. Netîcede Dünyâ’da yaşıyoruz ve Dünyâ’nın bir değeri/serveti var. Allah bu konuda ne diyor?. Allah tabî ki de mülkün kullanılmasına izin verir, çünkü kullanılması için yaratmıştır. Aksi-takdirde yaratmazdı. Ama bu mülkün adâletlice ve eşitçe paylaşılmasını istediği için (Fussilet 10) servetin emin-ellerde olmasını diler ve ister. Bu da zenginliğin İslâm’ın kontrôlünde olmasını gerektirir. Servetin kimlere ve neden verileceği Kur’ân’da şöyle belirtir:

 

“Peygamberleri onlara, Allah size Tâlût’u hükümdar olarak gönderdi dedi. Onlar, ‘o bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir?. Biz hükümdarlığa ondan daha lâyığız. Ona zenginlik de verilmemiştir’ dediler. Peygamberleri şöyle dedi: Şüphesiz Allah onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı. Allah mülkünü dilediğine (uygun gördüğüne) verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir” (Bakara 247).

 

“(Yûsuf) dedi ki: Beni (bu) yerin (ülkenin) hazîneleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim” (Yûsuf 55).

 

“Biz Dâvud’un mülkünü güçlendirdik, ona hikmet ve hak ile bâtılı ayıran söz (hüküm verme) yeteneği verdik” (Sâd 20).

 

Evet; zenginlik paylaşılmadığında ve normâlleşmediğinde mutlakâ saptırır ve dalâlete düşürür. Zenginliklerini Allah’ın emri doğrultusunda paylaşmayanların ise dalâlete düşerek Allah’a ve O’nun indirdiklerine karşı gelirler ki böyle olanların Dünyâ’da huzûr bulması, âhirette ise cennet yüzü görmeleri mümkün değildir:

 

“Şüphesiz âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklenenler, onlar için göğün kapıları açılmaz ve halat (yada deve) iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete girmezler. Biz suçlu-günahkârları işte böyle cezâlandırırız” (A’raf 40).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2024

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder