“… O,
akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar”
(Yûnus 100).
“Âyetlerimiz onlara, gözler önünde
sergilenmiş olarak gelince dediler ki: ‘Bu, apaçık bir büyüdür’. Vicdanları
kabûl ettiği hâlde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkâr ettiler.
Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak” (Neml 13-14)
Akıl: “Düşünme, kavrama, anlama ve bağ-kurma
yetisi”.
Arapça “aḳl”, “kontrollü düşünme yeteneği, sağduyu, îtidâl” sözcüğünden alıntıdır. Arapça “aḳala”, “dizginledi, gem vurdu,
akıl süzgecinden geçirdi, akıl yürüttü” anlamlarındadır.
Vicdan: “Kişiyi kendi davranışlarıyla
ilgili olarak bir yargıda bulunmaya yönelten, kişinin kendi ahlâk-değerleri
üzerinde dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan, kişiye doğruyu
ve iyiyi yapma yükümlülüğünü de yükleyen içsel güç”.
Arapça “wcd” kökünden gelen wicdân,
“bulma, aklına getirme, şiddetli gazap” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça
“wacada”, “buldu” fiilinin fi’lan vezninde masdarıdır.
Şu temel İslâmî ilkeyi hemen verelim ki,
İslâm’a göre bir duygu, düşünce, fikir, amel, eylem yada bunları yapma yetisi
olan akıl, ve de yapılanın sağlamasını ve doğru değerlendirmesini yapması
beklenen vicdan, ancak İslâm-merkezli inşâ olduğunda doğruya ulaşır ve hakkı
ortaya koyabilir. İslâm-merkezli olmadığında ise mecbûren şeytanın, nefsin ve
tâğutların etkisinde kalacağı için, akıl ve vicdan da şaşar ve sapar ve yanlış
yargılara ve sapkınlıklara düşer. Zîrâ ne akıl ne de vicdan, “ne olursa-olsun
şaşmayan ve yanılmayan cevherler yada etkenler” değildir. Akıl
ve vicdan, şaşmaz-yanılmaz şeyler olmadığı gibi, her zaman doğruyu bulduran ve
doğruya götüren, sınırsız çapta ve güçte olan şeyler değildir.
İnsanlık-târihi; “dînin sâdece vicdanlarda
mı, yoksa hayâtın her alanında mı hâkim olacağı” tartışmasının ve savaşının
târihidir.
Müslümanların bir-çoğu da dâhil, modern
insana göre İslâm, hayâta karışmayarak sâdece vicdanlarda kalmalıymış ve
hayâtın düzenlenmesi ise akla bırakılmalıymış. Hâlbuki Allah, İslâm Dîni’ni, seküler
akıldan ve vicdanlara hapsolmaktan kurtarıp, hayâtın tam ortasında ve her
alanında hâkim kılmak için göndermiştir. Peygamber-örnekliği de bunu gösterir.
İslâm sâdece ahlâkî öğretiler bütünü değil, bir “hayat nizâmıdır”dır. Çünkü
İslâm pasif ve ölü bir din değildir. Hayatta hâkim ol(a)mayan bir din, “pasifleşmeye
ve ölmeye başlamış” demektir. Dîni hayâta hâkim kılmak için çalışmayanlar da,
dinden-îmandan haberleri olmadığından dolayı “pasifleşirler ve mânen ve
psikolojik olarak ölmeye başlarlar ve ölürler.
Kur’ân’ı da hayattan uzaklaştırıp seküler
aklın güdümüne vermek ve kararmış vicdanlara hapsetmek, “Kur’ân’ın tamâmının
neshedildiğini söylemek” demektir. Dîni, hayattan uzaklaştırıp seküler akla ve
pas tutmuş vicdâna hapsedenler, “bir cezâ olarak” mutlakâ sapıtırlar ve onlara
uyanlar da mutlakâ sapıtırlar.
Modern insanın ve müslümanın en önemli
özelliği, vicdânını ve merhâmetini kaybetmiş olmasıdır. Çünkü vicdânlarını da
seküler akla tâbi kılmışlardır. Böylece “vicdâna hapsedilmiş din”, aklın
nesnesi yapılmıştır ki bu da vicdânı ve merhâmeti köreltmiştir-köreltmektedir:
“Aslâ, hayır’; onların kazandıkları, kâlpleri
üzerinde pas tutmuştur” (Mutaffifîn
14).
Dîni vicdanlara hapsetmek
“vicdansızlık”tır. İslâm’ı vahiy-merkezli değil de seküler-merkezli inşâ olmuş
olan akla hapsetmek büyük bir akılsızlıktır. Vicdânını yitirmiş olan modern
insan, “dîni vicdanlara ve seküler-modern akla hapsetmek”le(!), aslında dîni
yok saymaktadır. Dîni yok saymak ise, mutlakâ şeytana, nefse
ve tâğutlara alan açacağı için Dünyâ adâletsizlik, eşitsizlik, haksızlık,
ahlâksızlık, vicdansızlık, merhâmetsizlik ve zulüm ile mâlûl olacaktır. Zîrâ
Allah’ın râzı olduğu dîne, îmâna,
vicdâna, akla, merhâmete ve adâlete ne kadar mesâfe konursa, günaha, isrâfa ve
zulme o kadar çok alan açılmış olur.
Modern insanın meftûn, râm ve hayrân olduğu
için tam bir îman ve güven ile bağlandığı modernizm, felsefe ve modern-bilim
ile teknoloji, saf vicdânın körelmesine ve vahiy-merkezlilikten kopan aklın
sapmasına neden olduğu için akıl ve vicdan doğru çalışmamakta ve insanlar bu
yüzden yanlışlara düşmekte ve sapkınlığa yöneltmektedir. Modern insan
tarafından seküler akla yapılan aşırı vurgu, felsefeyi, modern-bilimi ve
teknolojiyi, “dîne karşı din” yapmıştır.
İslâm, modernizmin etkisi ve baskısı
nedeniyle modern insan tarafından seküler aklın güdümüne sokulmuş ve pas tutmuş
vicdanlara hapsedilmiştir. Bu-bağlamda Diyânet İşleri Başkanlığı’na ayrılan
bütçe 100 milyar (100 katrilyon) TL’dir. Bu para aslında, “İslâm’ı hayattan
uzaklaştırıp, seküler akla ve vicdanlara hapsetme”ye ayrılan paradır.
Hiç kıvırmaya ve saklamaya gerek yok. İslâm
elbette; hem iç-âlemlere yâni kâlplere, vicdanlara, zihinlere-, hem de
dış-âleme yâni sosyâl, kültürel, toplumsal, âilevî, ekonomik, kânûnî, hukûkî,
askerî, siyâsî vs. her alana ve ülkeye, devlete, Dünyâ’ya ve hayâta hâkim olmak
isteyen bir din’dir. Bu da İslâm’ın ne seküler akla ne de pas tutmuş vicdanlara
hapsedilemeyeceğini, aklın ve vicdânın ise ancak İslâm-merkezli inşâ
edildiğinde değerli olacağı demektir.
Beşer-merkezli olan modernite,
“vahiy-merkezli dîni işlevsiz bırakmak” ve yerine, “akla, kâlplere, vicdanlara
ve zihinlere hapsedilmiş bir din yapmak” hedefindedir. Zîrâ varlığını ve
hayâtiyetini buna borçludur. demektir. Lâkin insanlar ne kadar görmek ve îtirâf etmek istemeseler de çık açıktır
ki, din yâni İslâm hayattan uzaklaştırılıp akla, zihinlere ve vicdanlara
hapsedilince, Dünyâ’yı “küresel bir bunalım” sarmıştır. Modern-insanın hâl-i
pür melâlinin nedeni budur.
Din yâni İslâm vicdanlarda kalmalıysa; o
zaman felsefe, bilim ve beşerî ideolojiler niye vicdanlarda kalmıyor da hayâtın
jandarmalığını yapıyor?. Onlar da vicdanlara hapsedilsin. Böylece zararlarından
kurtulmuş oluruz. Çünkü dînin yerine geçirilen felsefe, beşerî düşünce, sistem
ve ideolojiler ile modern-bilim ve teknoloji, Dünyâ’nın anasını ağlatmış,
insanları da perişân ve umutsuz bir hâle sokmuştur ve sokmaktadır. Meselâ
Allahsız-dinsiz modern düşüncenin ve modern-bilim ile teknolojinin mahvettiği Hiroşima
ve Nagazaki, İslâmsızlığın dolayısıyla vahiy-merkezli inşâ olmamış olan aklın
ve vicdânın yâni akılsızlığın ve vicdansızlığın bir sonucudur. Yine; 1. ve 2.
Dünyâ Savaşları nedeniyle yakılıp-yıkılmış olan memleketler ve perişân olan
insanlar da sapmış akılların ve kararmış vicdanların bir sonucudur. Zîrâ akıl
ve vicdan ancak İslâm-merkezli olduğunda doğru yolu bulabilir ve hakkı
sağlayabilir. İslâm’dan ve vahiyden uzak ve kopuk ve olan akıllar ve vicdanlar
bu yıkımı ve perişanlığı kabûl edebilmişler ve onca şerefsizliğin altına bu
nedenle imzâ atabilmişlerdir.
Vahiy-merkezli
inşâ olmayan akıl ve vicdanlar, dîni ancak kılık-kırtık işler için kullanırlar.
Cenâze namazı ve ölü gömme yada Protestanlık yoluyla tahrif olmuş Hristiyanlık’ta olduğu gibi nikâh kıyma işlerine
has kılınır. Günümüz hristiyanlığında kiliseler “nikâh sarayı”na dönmüştür.
İslâm-aklı ile modern-akıl arasındaki
fark vardır. Modern-akıl beyne isnât edilirken, İslâm-aklı ise kâlbe isnât
edilir ve buna “akleden kâlp” denir. İslâm’da akıl ve vicdan bir bütündür.
Modernizm ise aklı ayrı, vicdânı ise apayrı bir şey olarak gördüğü için onların
ikisini birbirine yaklaşmaz ve birbiriyle uzlaşmaz bir şekilde ayırmıştır. Bu
nedenle modern-akıl vicdansızlık ve merhâmetsizlik üretirken, İslâm-aklı ise
merhâmet ve vicdan-merkezlidir.
Demek
ki akıl ve vicdan ancak vahiy-merkezli inşâ
olduğunda ve kontrôl edilip yönlendirildiğinde doğru yolu bulur ve gösterir.
Aksi-hâlde şeytanın fısıldamaları, nefsin kışkırtmaları ve tâğutların yönlendirmeleri
altına girerek, sürekli olarak fitne üretmesi ve ifsâd etmesi kaçınılmaz olur.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder