14 Haziran 2024 Cuma

Lâiklerin Greko-Romen Hayranlığı ve Anadolu’yu Küçük Görmeleri Üzerine

 

“Ey îman edenler, âdil şâhidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kîniniz, sizi adâletten alıkoymasın. Adâlet yapın. O, takvâya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır” (Mâide 8).

 

Modernizm, bir “greko-romen hayranlığı” ve greko-romen zihniyetin güncellenmesidir. Modernizm, “greko-romen uygarlığın modernize edilmesi”nden başkası değildir. Türkiye de cumhûriyetle birlikte greko-romen zihniyeti benimsemiş bu uygarlığa girmiştir. Böylece Türkiye İslâm medeniyetinden çıkarak bir “yunan uygarlığı” hâline gelmiştir ve -sözde- muâsır devletler seviyesine yükselmeye başlamıştır.

 

Batı uygarlığının kökeni greko-romendir, yâni Yunan ve Roma’ya dayandırır. Fakat Yunan ve Roma da uygarlığını Mısır, Fenike, Akdeniz ve Mezopotamya’dan almıştır. Bu uygarlık Yunan ve Roma’da yorumlanarak değiştirilmiştir. Zâten modern batı uygarlığı da greko-romen uygarlığın yeniden yorumlanmasının bir sonucudur. O-hâlde modern uygarlık, Mısır, Fenike, Mezopotamya ve Akdeniz uygarlığının “yorumunun yorumu”dur. Modernite orijinâl değil, “suyunun suyu” bir uygarlıktır.

 

Greko-Romen uygarlık ve onun uzantısı modernizmin en temel özelliği, Allah’a ve dîne inanmaktan ve ona göre düşüp davranmaktan vazgeçip, dört elemente göre inanma ve düşünüp davranma uygarlığıdır.

 

Greko-Romen uygarlığı bir kölelik düzenidir. Yunan ve Roma yâni greko-romen uygarlığın ekonomisi köleciliğe dayanıyordu. Bu sistem yıkılınca uygarlık çöktü. Modern greko-romen uygarlık olan batı uygarlığı da modern anlamda köleciliğe ve sömürüye dayanmaktadır. Bu sömürü ve kölecilik çökünce o da çökecektir.

 

Greko-Romen uygarlıkta sâdece seçkinler ve küçük bir mutlu azınlık uygardır, diğerleri ise köledir, köylüdür, “dağdaki çoban”dır. Yunanlılar ve Romalılar, Greko-Romen uygarlığının köklü geleneklerinden nasiplenmemiş olanları ve kendileri gibi “barbar” sözcüğüyle tanımlanıyorlardı. Bu tutum şu-anda da geçerlidir. Modernizm bir greko-romen uygarlıktır. Bu uygarlığa ayak uydur(a)mayanlar barbar, yobaz, ilkel, gerici ve terörist olarak kabûl ediliyor. Greko-Romen zihniyeti benimsemiş ve bu uygarlığa entegre olmuş olan ülkeler-devletler de aynı düşünceye sâhiptir. Modern bir kölelik geçerlidir bu ülke ve devletlerde.

 

Modernizm tüm Dünyâ’ya yayılmış ve her yeri kuşatmış olduğu için şu-an Dünyâ’da, Greko-Romen hâkimiyeti vardır. Fakat greko-romen siyâsî hâkimiyetinden daha kötüsü, greko-romen zihniyettir. Bu zihniyet, greko-romen uygarlığa kapılanan tüm toplumlarda câridir ve Türkiye de buna dâhildir. Bakmayın siz Türklüğün falan övülüp durduğuna, “cumhûriyeti biz kurduk” diyenler dîni-İslâm’ı sevmedikleri gibi Türklüğü de sevmezler, çünkü kendilerini tüm varlıklarıyla batı’lı ve modern olarak görürler. Çünkü bir greko-romen hayranlığı vardır. Bir keresinde bir arkadaşım başka bir arkadaşıma “sen Türklere benzemiyorsun, batı’lı tipi var sende” deyince, batı’lılara benzetilen kişi gülümseyip sevinerek “benzemiyorum değil mi” demişti ve bundan memnun olmuştu. Bunların “bir Türk Dünyâ’ya bedeldir”, Türk’ün Türkten başka dostu yoktur”, Türkün şanlı geçmişi, kutsal târihi, kanı, eti kemiği, vs. diyerek Türklüğü övüp durduklarına, bunlar öteden bêri müslümanları, doğu’luları, Arapları ve Türkleri sevmezler ve onları “câhil köylüler” ve “dağdaki çobanlar” olarak görürler.   

 

Greko-Romen hayrânı lâik kesim, kendilerini ülkenin ve devletin sâhibi olarak görür, Anadolu insanını ve köylüsünü ise adam yerine bile koymaz. Bunlardan biri olan greko-romen hayrânı İsmet İnönü subaylarına-askerlerine; “millet sizin düşmanınızdır” derken bahsettiği millet, Anadolu köylüsü ve dağdaki çobanlardır. Yine “benim oyum dağdaki çobanın oyuyla bir olmaz, çünkü ben vergi veriyorum” diyen câhil de aslında Türk’e, İslâm’a, doğu’luya olan düşmanlığını gösteriyordu ve nefretini kusuyordu.

 

Peki “dağdaki çoban” neden “kentteki manken”den yada bir iş-adamından daha düşük statüde görülüyor?. Statüyü kim belirliyor?. Allah kimi üstün görüyor ve gösteriyorsa üstün olan odur. Allah’ın insanların en üstünü oldukları için peygamber olarak seçtiği ve vahyettiği insanlar hep çobanlık yapmış olana insanlardır. Çobanlık yapmayan bir peygamber yoktur ve insanlar içinde Allah’a göre en üstün insanlar peygamberlerdir. Şerefin göstergesi beşerî makam ve mevkîler değildir. Bir ülkenin en başındaki kişi şerefsiz olabilirken, dağdaki çoban üstün bir şerefe sâhip olabilir. Belki de bu yüzden vahiy “dağda” ve gelmiştir, “dağdaki” bir insana gelmiştir.

 

Greko-romen hayrânı lâik-seküler zihniyet, aslında Anadolu’yu sevmediği için (çünkü Paris’e, Londra’ya, Atina’ya hayrandır) Anadolu’ya uğramazlar bile. Gitmeleri gerekirken küçük gördükleri için gitmedikleri Anadolu’ya ancak türkü yakarlar ve “sen ne güzel bulursun, gezsen Anadolu’yu” türküsü söylerler. “Anadolu’yu yalnız bıraktınız, buraların ne hâlde olduğundan ve burada neler olduğundan haberiniz yok” eleştirileri için de yakılan türküler yakılmıştır ki bunların en meşhuru; “orda bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” türküsüdür. Oysa bırakın gitmeyi, Anadolu insanını görmek bile istemiyorlar. Çünkü Anadolu insanı ve köylüsü doğayı, toprağı, suyu ve dolayısıyla Allah’ı, dîni ve İslâm’ı hatırlatıyor. Fakat greko-romen hayrânı lâik zihniyet dinlerin ve inançların denizin dibini boylamasını istedikleri ve zâten bunun için çalıştıklarından dolayı bu hatırlatmaya katlanamadıkları için Anadolu’ya adımlarını bile atmıyorlar ki bu hâlen geçerli bir durumdur.

 

Peki bu münâfıklar Anadolu insanını ve köylüsünü ne olarak görüyorlar. Anadolu’yu ve oranın insanlarını, yedikleri etlerin, içtikleri sütlerin, fabrikalarında çalıştırdıkları işçilerin yetiştiği köleler ve çobanlar yurdu olarak görüyorlar. Bunu ise “köylü milletin efendisidir” sözüyle örtmeye çalışıyorlar. Hâlbuki kentteki lâikler yeme, içme, giyme, gezme vs. bakımından köylünün ve Anadolu insanının efendiliğini yatığını insanların gözüne-gözüne sokmaktadırlar.

 

Türkiye’de iyi bir yaşama ulaşmanın tüm zamanlardaki yolu, greko-romen hayrânı bir lâik olmaktan geçer. Tabi bunun “gereklerini” harfiyyen yerine getirmeniz şartıyla. En azından o zihniyeti üstün göreceksiniz ve karşı çıkmayacaksınız ve laf etmeyeceksiniz ki önünüz açılsın ve size imkânlar sunulsun. Peki bu nasıl oluyor yâni greko-romen hayrânı lâik kesime bu alan nasıl açılıyor?. Dominonun taşının bir kere onların lehine devrilmesi yetiyor aslında. Cumhûriyet kurulduğunda vatanın en verimli toprakları ve coğrâfî olarak en uygun yerleri greko-romen hayrânı lâik zihniyeti benimseyenlere verilmiştir. Artık geriye o verimliliği kullanmak kalmıştır ki böylece Anadolu’ya göre bir fark oluşmuş ve bu fark zamanla açılmış gitmiştir.

 

Sistemi benimseyip destekleyenler, sistemi benimsedikleri ve destekledikleri oranda desteklenmişlerdir. Böylece bir “çark” oluşmuş ve dedeye verilen destek toruna da yansımıştır ve yansımaktadır. Baktığınızda, Türkiye’de dağlarından bal, ovalarından yağ akan yerler yâni Manisa, İzmir, Aydın, Muğla, Antalya vs. gibi yerlerde yaşayanların greko-romen zihniyeti ve lâikliği bayraklaştırdığı görülür ki bunun nedeni işte budur. Böylece buralarda yaşayan kesim, Anadolu insanına ve köylüsüne göre daha zengin ve refah içinde olmuştur. Bu refah çocuklarına ve torunlarına da yansıyınca, okuma ve kaymaklı işlere ve yerlere sâhip olmak da yine bunlara kalmaktadır. Böylece Türkiye’de zengin yada en azından orta-direk olan refah içindeki greko-romen hayrânı lâik kesimin hep deniz kenarında ve ülkenin batısında bulunmasının ve yaşamasının nedeni budur. Ticâreti, sanâyiyi, köşe-başlarını tutanlar genelde bu kesim olmuştur. Üstelik bunlar Anadolu insanını ve köylüsüne de tepeden bakarak onları ya dağdaki çobanlar, yada fabrikalarında işçiler olarak görmektedirler.

 

Bu durum sağ-muhâfazakâr partilerin iktidâra gelmesiyle ile biraz değişmiş ve eksen Anadolu’ya doğru kaymıştır ama bu sefer de muhafazakâr-lâik kibir ortaya çıkmıştır. Demek ki bir-şekilde parayı bulunca bir kibir oluşuyor ve o kibir, dedeleri vatan için şehit olmuş olan köylü insanı küçük görmeye başlıyor. Bu durum Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde bile vardı. Devleti kuranlar ve kurtaranlar bir zaman sonra küçük görülüp düşman olunmuştu ve merkezden uzaklaştırılarak onlar için imkânlar doğal olarak kısıtlanmıştı. 

 

Açıkçası Anadolu, başlıca Kınık ve Kayıların yurdudur. Diğerleri yâni Peçenek, Uz, Kuman, Avar Türkleri sonradan buralara gelmişlerdir. Bizanslıların sınır bekçileri olan “Karamanlı” hristiyan Türkler has Anadolu’lu değildirler. Lâkin dağdan gelip bağları ele geçirmişlerdir. Karaman-Osmanlı mücâdelesinin arkasında bile bu vardır.

 

Tabi biz burada sâdece bir tespit yapıyoruz ve insanları yada toplumları birbirine düşman etmek gibi bir niyetimiz yoktur. Ben de zâten ülkenin batı-yakasında İzmir’de yaşayan biriyim. Mülk Allah’ındır ve Allah’ın yarattığı herkes eşit ve benzer şekilde nîmetlerden faydalanmalıdır. Fakat realite de ortadadır ve greko-romen zihniyete hayrân olan lâik kesime pozitif ayrıcalıklar yapılmıştır ve yapılmaktadır da. Yoksa mesele Anadolu insanının câhil ve aptal olması değildir. Fakat fırsatlar ve imkânlar eşit dağıtılmadığı için ülkenin ortası ve doğusu mahrûm kalırken, batı’sı parsayı toplamaktadır. Sorun ülkenin batı’sında yada doğu’sunda yaşamak değil, hangi zihniyete sâhip olmakla alâkalıdır. Eğer İslâm, doğu ve Anadolu zihniyetine sâhipseniz ve hele greko-romen lâik batı zihniyetine düşmanlığınız varsa yada bu konuda eleştirelseniz, yollarınız tıkanıyor, imkânlarınız kısılıyor ve alanız daraltılıyor. Farkında olun yada olmayın, insanlar arasında gayri-resmî olarak, bir-şekilde, en azından köşe-başlarını tutmuş onlalar tarafından bir seçim yapılıyor ve devletin resmî zihniyetini benimsemiş ve desteklemiş olanlar ayrılarak onlara çok daha fazla imkânlar açılıyor. Zâten bilinçli olanlar bu zihniyete hiç yanaşmadıkları için refahtan uzak olmayı ve mahrûmiyeti göze almak zorunda kalıyorlar.    

 

Cumhûriyeti kendilerinin kurduğunu söyleyen, bakıldığında genelde sabetaycı yada mason oldukları söylenen greko-romen hayrânı lâik kesim batı’ya ve batı zihniyetine meftûn, râm ve hayrândır ve de Anadolu’yu, Anadolu insanını ve köylüsünü, (refah ve kibir içinde olduğu için) küçük ve ezik görmektedir. Bu nedenle de vatanın gerçek kahramanları ve kurtarıcıları olan Anadolu’nun vefâkâr ve cefâkâr insanını ya “dağdaki çoban”, ya “fabrikada işçi”, yada evde çocuk bakıcısı ve temizlikçi olarak kabûl edebilmektedir. Bu modern bir efendi-köle ilişkisidir.   

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2024

 

 

 

Devamını Oku »

İslâmî Zihniyet, Seküler Zihniyet

 

“Onlara âyetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduğunda, bizimle karşılaşmayı ummayanlar, derler ki: Bundan başka bir Kur’ân getir veyâ onu değiştir. De ki: Benim onu kendi nefsimin bir öngörmesi olarak değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, yalnızca bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyân edersem, gerçekten ben, büyük günün azâbından korkarım” (Yûnus 15).

 

“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara 170).

 

Bunlar İslâmî zihniyeti ve seküler zihniyeti gösteren ve tanıtan iki âyettir. Tüm zamanlarda mü’minler birinci âyeti dillendirirken, kâfir ve müşrikler ise ikinci âyete sarılmışlardır. Bu günümüzde de böyledir. 

 

Zihniyet: “Bir toplumdaki yada topluluktaki bireylerde, görüş ve inanış etmenlerinin etkisiyle oluşan düşünme yolu, düşünüş biçimi”.

 

Seküler: “Din’den bağımsız olan, işe dîni karıştırmayan, din-dışı, dîne göre olmayan, dîne değil, Dünyâ’ya âit olan, dünyevî olan” anlamlarındadır.

 

İnsanlık-târihi, zihniyetlerin savaşımının ve mücâdelesinin târihidir. İki çeşit zihniyet vardır ve bir üçüncüsü yoktur. Çünkü hak ve bâtıldan başka üçüncü bir şık yoktur. Zihniyet ya hak zihniyettir ve peygamberler ve mü’minler temsil eder, yada seküler-bâtıl zihniyettir ki insanların çoğunluğu olan câhil, kâfir ve müşrik kesim temsil eder.  

 

İslâmî zihniyet hem dünyevî olanı bilir ve tanır, hem de mânevî-ilâhî olanı bilir ve tanır ve de ilâhî olana aykırı olmadığı müddetçe kabûl eder. Seküler zihniyet ise ilâhî olanı hem bilmez ve tanımaz hem de kabûl etmez ve sâdece beşerî ve dünyevî olana sarılır. Bu nedenle Kur’ân’dan, Sünnet’ten, bilimden, akla ve mantığa uygun istediğiniz delîli getirin, sekülere zihniyete sâhip olan insanların çoğu yine de mevcut zihniyetlerine, alışık oldukları şeylere, hayâllerine, arzularına ve çıkarlarına göre düşünmeye devâm ederler ve buna göre hareket ederler.

 

İslâmî zihniyet Allah, âhiret, gayb, vahiy-Kur’ân, peygamber-Sünnet, din-İslâm merkezliyken; seküler zihniyet, insan, akıl, mantık, doğa, eşyâ, madde, beşer ve Dünyâ merkezlidir. İslâmî zihniyet sınır koyar ve denetler, seküler zihniyet sınırları kaldırır ve alabildiğine serbest bırakır. Laissez Faire, “bırakınız yapsınlar” sözü, seküler zihniyetin, Dünyâ’yı ve insanları uçurumun kenarına kadar getirdiği mottosudur.

 

İslâmî zihniyet rûha, kâlbe, merhâmete, vicdâna, adâlete, eşitliğe, hakka,, hakîkate ve ahlâka yönelikken, seküler zihniyet bunları çok da önemsemez ve şeytan, nefs ve tâğutların kontrôlünde, zevk, haz, neşe, konfor ve eğlencesini arttırmanın derdindedir. Bir insanın düşüncesini, zihniyetini ve inanışını; arzuları, istekleri ve hevesleri belli eder. Bu bağlamda insanların çoğu seküler zihniyete sâhiptir ve dînî inancı ya zayıftır yada hiç yoktur.

 

Allah’sız seküler zihniyet, hakkıyla bir târif yapamadığı için insanın târifini târih boyunca şu şekilde yapmıştır: “İki ayak üzerine kalkan hayvan”; “âlet yapan-kullanan hayvan”; “düşünen hayvan”; “konuşan hayvan”; vs. Modern zamanlarda ise dile getirmeseler de zımnen şunu söylüyorlar: “İnsan, çalışan hayvandır”.

 

Batı’lı ve bâtıl zihniyete sâhip olanlar, ahlâken dibe vurmuşlardır ve bunalıma düşmüşlerdir. Bu bunalımdan kurtulmak için de maddî gelişmeyi “tampon” olarak kullanmaktadırlar. Fakat içten çürüme fazlalaştıkça dışarısı da çürümeye başlayacak ve sistem günü geldiğinde -sünnetullah gereği- bir fiskeyle yıkılıvereceklerdir. Çünkü batı ve bâtıl, Hz. Îsâ’nın diliyle söylersek; “badanalanmış kabirler” gibidir. Seküler olunca mecbûren böyle olunmaktadır.

 

Kur’ân’ın bir zihniyeti vardır. Kişi, hayâtında o zihniyet ile düşünüp, edip-eyleyen biri değilse Kur’ân’ı idrâk edemez ve “mushaf incelemeleri”nden öte bir-şey yapmış olmaz. Bu ise onu harekete geçiremez de meydan seküler zihniyete kalır.

 

Kur’ân kesin bir bilgiye dayanmayan, kişisel tahmin ve ön-görüleri aşmayan, olayların hikmet ve inceliğine bakmadan sâdece sonuçları ile ilgilenen bir zihniyeti “câhiliye zihniyeti” olarak, bu zihniyetin yanlış düşüncelerini ise “câhiliye zannı” olarak isimlendirir.

 

Atatürk’ün ürettiği lâik CHP zihniyeti ile, AKP’nin ürettiği seküler-muhâfazakâr AKP zihniyeti arasında, “lîderleri-kişileri ilahlaştırmak” anlamında bir fark yoktur.

 

Demokrasilerde en üstün güç “demokrasi” değildir. Demokrasilerde en üstün güç, “demokrasiyi ikâme edenler ve onu koruyan zihniyet”tir.

 

İnsanların gerçek düşünceleri ve zihniyetleri, “söylediklerinden” ziyâde “söylemediklerinde” saklıdır. Söylemedikleri, söylediklerinden belli olur.

 

İnsanın sorduğu sorular, onun zihniyetini de belli eder.

 

Modern eğitim, “kapitâlist bir proje”dir. Zîrâ kapitâlist bir zihniyet üretir.

 

Dünyâ’nın kaynaklarını dibine kadar tüketmek isteyen seküler zihniyet, doğal olarak evlenmek ve çocuk yapmaktan korkuyor ve kaçınıyor. Çünkü çoluk-çocuğuyla bile olsa Dünyâ’nın sınırlı kaynaklarını paylaşmak istemiyor.

 

İslâm’ı bilmeyenler, müslümanların yoğun bir zâhitlikle uğraşmaktan başka bir şey yapmamaları gerektiğini düşünürler. Bu zannın arkasında, zâhitlikle kendini açığa çıkaran tasavvuf zihniyeti ve modeli vardır.

 

Modernizm nerede ve ne zaman olursa-olsun hep aynı sonuçları üretir. Çünkü Allahsızdır ve Allahsızlık târih boyunca hep aynı düşünceleri ve sonuçları üretmiştir. Zîrâ küfür tek bir millet ve tek bir zihniyettir.

 

Müslümanların ve doğu’nun batı karşısında -görece- geri kalmasının nedenlerinden biri de, müslümanların ve doğu’nun, batı ile ahlâk-dışı bir yarışa girmek istemeyişi idi. Çünkü İslâm’da ve doğu’da, ahlâk-dışı bir kulvarda yarışmak zihniyeti yoktur.

 

Tasavvur, düşünce ve söyleminizin doğru olup-olmadığının sağlaması ve testi, ancak amel-eylem ve davranışlarla yapılabilir. Son 3-5 yıl içindeki düşünceniz ve inanışınız sizi -İslâmî anlamda- doğruya mı yoksa yanlışa mı götürdü? ona bakmak gerekir. Yâni son 3-5 yıl içindeki düşünceniz ve zihniyetiniz size artı bir katkı mı yoksa eksi bir katkı mı yaptı ona bakmak gerekir. Arttınız mı eksildiniz mi? ona bakın ve ona göre tasavvur, düşünce ve söyleminizin doğru yada yanlış olduğunu anlayın. Sonuçta da İslâmî bir zihniyete mi yoksa seküler bir zihniyete mi sâhip olduğunuzu görmüş olursunuz.

 

Modern-seküler ortamda, kâfir, müşrik, zâlim, fâizci zihniyet her zaman kazanır. Tâ ki; devrimci bir lîder, adanmış bir toplum-nesil ve İslâmî bir devrim olana kadar. Çünkü İslâmî bir devrim olmadan hakîki bir değişim ve dönüşüm de olmaz, hakîki bir iyilik de ortaya çıkmaz. İslâmî bir devrimi yapacak olanlar elbette İslâmî bir zihniyete sâhip olanlar olacaktır ki bu zihniyet elbette Kur’ân ve Sünnet ile ikâme edilecektir.

 

Günümüz, seküler zihniyetin tüm Dünyâ’yı kuşattığı ve baskı Altına aldığı bir zamandır. Bu durum ancak İslâmî zihniyete sâhip olan mü’minlerle değişebilir ve böylece hak ve hakîkat-merkezli İslâmî zihniyet hayâta hâkim olabilir. Bunun başka bir yolu yoktur. Bu nedenle Allah şöyle der:

 

“Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).

İşte böyle bir toplum olduğunda ancak, Allah’ın sözü ve dîni hayâta hâkim olabilir ve insanlar nesne durumundan özne durumuna yükselebilirler. Yine ancak böyle olunca hak ve hakîkat tüm Dünyâ’yı kuşatıp sarabilir ve böylece zulümler ve mazlûmiyetler bitip Dünyâ cennetin bir şûbesi (dârüsselâm) olabilir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Hakîkat ve Kurgu

 

“Onların çoğunluğu zandan (kuruntu) başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç-bir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yûnus 36).

 

Hakîkat: “Bir şeyin aslı ve esâsı. Mâhiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Sâbit ve vâki. Sadâkat, doğruluk. Kâinat, tabiat ve ulûhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan ârî ve zâhir olan gerçek” anlamlarındadır.

 

Kurgu: “Tamâmen veyâ kısmen gerçeklere dayanmayan; yazar veyâ sanatçının hayâl-gücünün eseri olan kişi, yer ve olaylar içeren eser”. Kurgu, “kurulmuş olan, kuruntu, hayâlî” anlamındadır.

 

Târih, hakîkat ile kurgunun savaşımının târihidir. Hakîkatin karşısına her zaman ya kurgusal olan yada “hak ile karıştırılmış bâtıl yâni kurgular” çıkarılmıştır. Pek insanlar hakîkate değil de niçin kurgulara yönelirler?. Çünkü hakîkatin bir ağırlığı ve yükü vardır, zîrâ hakîkat gerçektir, haktır, haktan gelir. Hakîkat rûha, kâlbe, zihne ve hayâtın her alanına yöneliktir. Kurgu ise gerçek değil, hayâli, sanal ve sûnîdir. Kurgunun bir ağırlığı olmadığı için yükü de olmaz, bedeli de. Üstelik nefse, zevke, hazza, neşeye, konfora ve eğlenceye yöneliktir. Bu yüzden insanlar genelde hakîkate değil de kurguya yönelirler. İnsanların kurguları daha çok ve kolay kabûl etmelerinin nedeni haz, neşe, zevk ve konfor verdiği içindir. Hakîkat ise adamın belini büker, saçlarını beyazlatır. Fakat âhirette kurgunun sonucu “ateş” iken, hakîkatin ödülü ise cennettir.

 

Kurguların bu kadar rağbet görmesi ve taraftar kazanması, şeytanın ve nefse uygunluğundan başka, tâğutların düzenlediği mekâna uygun olmasından dolayıdır. Açıkçası insan, kendisini sorumluluktan kurtaran konfora ulaştıracak olan her türlü kurguyu kutsallaştırmakta ve ona tapmaktadır. Tabi böyle olunca da bu kurguları üretenler baş-tâcı edilmekte ve ulaşılmaz kişiler olarak görülmektedirler.

 

Sâdece Allah’ın indirdikleri hakîkattir ve diğerleri hep kurgudur ve kurgu olmak zorundadır.

 

Vahye dayanmayan yâni beşeri ve dünyevî dinler, öğretiler, ahlâk-sistemleri, felsefeler, ideolojiler, düşünceler, sistemler, hattâ târikat, cemaat ve hizipler ve nihâyet modern-bilim ve teknoloji de birer kurgudur ve kurguların sonuçlarıdırlar. Bunlar bâtıl düşünceler, söylemler, eylemler ve üretimlerdir ve hak ve hakîkat ile karıştırıldığı için bâtıl olmaktan kurtulamazlar.

 

Felsefe de bireysel kurgulardan oluşur. Felsefe temel düşüncelerini ancak kurguya dayandırmak zorundadır. Çünkü vahye ve Allah’a dayanmayınca mecbûren kurguya dayanmaktan başka seçenek olmaz.

 

Kurgulara dayana şeylerin kısa-vâdede bâzı geçici yararları olduğu için ilgi görseler de uzun vâdede büyük zararları ortaya çıkar ve yanlışları görülür. Bu nedenle de beşerî olana dayanan şeyler sürekli olarak değiştirilmek ve güncellenerek yenilenmek zorunda kalır. Beşerî olanın ilâhî olandan farkı budur.

 

Kurgusal olanın doğada bir karşılığı yoktur. Bu-bağlamda matematik tam bir kurgudur. Bilimin dayandığı matematik kurgu olunca bilimin sonuçları da kurgusal oluyor. Modern-bilimin büyük teorilerinin çoğu kurgudur ve bu yüzden deneye dayanmazlar da masa-başı teoriler olmak zorunda kalırlar.

 

Sayılar, rakamlar, harfler, geometrik şekiller hep birer kurgudur. Ama hakîkati gösterebilirler. Fakat kurgular, hakîkati bâtıl, bâtılı ise hakîkat gibi gösterebilirler. Zâten modern-bilim %90 bunu yapmaktadır.

 

Kurgusal olan şeyler akıl, mantık ve bilimden ziyâde inancın konusu olurlar. Zâten akıl ve mantık ancak vahiy-merkezli olduğunda hakîkati yansıtabilir, aksi-hâlde şeytan, nefs ve tâğut-merkezli olduğunda kurgu üretir durur. Çünkü akıl şaşmaz-yanılmaz sınırsız bir bilgi ve değerlendirme kaynağı değildir.

 

İnsanların büyük çoğunluğunun yöneliyor olmasından dolayı kurgu “kurgu” olmaktan çıkıp da hakîkat hâline gelemez. Bu-bağlamda modernizmin en büyük putu, dîni ve ilahı olan modern-bilim ve teknoloji %95 kurgudur ve kurgu olmak zorundadır. Çünkü varlığın bir mahremi vardır ve varlık bu yüzden belli bir noktadan fazlasını açmaz ve göstermez. Çünkü buna gerek yoktur.

 

Matematik-merkezli olan modernizm bir kurgu uygarlığıdır. Bu nedenle hep kurgular üretir, kurgular kullanır, kurguları hakîkat gibi sunar. Çünkü hayâtiyetini ve varlığının devâmını böyle sağlar.

 

Matematik bir kurgudur, kurgusaldır. Çünkü doğada bir karşılığı yoktur. Doğada üçgen, kare, dikdörtgen yoktur ve sâdece dâire vardır ve matematik dâireyi kullanır ama dâire matematiksel değildir. Rakamlar, sayılar, formüller, işâretler vs. yoktur doğada. Bunlar hep kurgudurlar. Modern-bilimin verilerinin Dünyâ-dışı verileri %95 kurgusaldır, teoriler, hipotezler, modellemeler vs. hep kurgusaldır. Big-Bang Teorisi, Evrim Teorisi, kâinâtın genişlediği teorisi, Dünyâ’nın yuvarlaklığı ve döndüğü vs. bir-çok şey kurgusaldır, kurgusallığa dayanır ve “hakîkat” değildir.

 

Târih boyunca kurgular kutsallaştırılmış ve hakîkatin yerine konmuştur. Kurguların saçmalığı ve yanlışlığı apaçık ortaya konduğunda bile yine de kurgulardan uzun zaman vazgeçilememiştir. Meselâ Aristoteles hakîkate değil de kurgulara dayandığı için bir-çok hatâ yapmış ve hattâ absürd şeyler söylemiştir. Bu konuda bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Aristo göksel cisimlerin bozulmaz varlıklar olduklarını ve Güneş’in Dünyâ çevresinde döndüğünü iddiâ ederken, bitkilerde cinsiyetin varlığını yadsıyarak onların kendiliklerinden ürediklerini söylerken ve aklın yeri olarak kâlbi gösterirken, hatâlara -bâzen aptalca hatâlara- düşmüştü. Onun ve bizim talihsizliğimiz, otoritesinin, Helenistik ardılları arasında, bâzı durumlarda teorilerinin gözlemlenen olgulara ters düştüğünde bile, olguların değil, teorilerin doğru kabûl edileceği kadar büyümüş ol­masıdır. Orta-çağda Aristoteles’in sistemi, tüm kusurlarıyla birlikte gerçekten katolik kilisesinin resmî kutsal görüşleri içine alınmıştır. Skolastik bilginler, deneyden çok, Aristoteles’e başvurdular; kilise, benimsemiş olduğu Aristoteles’in öğretisine ters düştüğü için Kopernikus’un Güneş-merkezli sistemini mahkûm etti”.

 

Aristo hakîkate dayanmadığı için bu yanlışları yaptı ama modern-bilim de hakîkate dayanmadığı ve kurgulara dayandığı için yeni yanlışlar yapmıştır ve yapmaktadır. Zîrâ yaratılmışlar hakkında Yaratıcısını hesâba katmayan herkes yanlış yapmaktan kurtulamaz.  

 

Açıkçası îmâna dayanan ve taâllûk eden şeyler dışında elle tutulmayan ve gözle görülmeyen her-şey kurgudur. Peki insanlar niçin soyut olduğu için elle tutulmaz ve gözle görülmez olan Allah’a, âhirete, gayba, vahye, peygamberliğe, dîne, mânevî ve ilâhî olanı inkâr ederlerken ve görmediklerine ve duymadıklarına inanmazlarken, matematiğe, bilimsel teorilere, lat-parçacıklara, yer-çekimine, fizîkî kuvvetlere ve doğanın(!) yasalarına falan hemen inanıveriyorlar ve bunları ölümüne savunuyorlar?.

 

Bir de hakîkat ve mutlak hakîkat vardır ki, Allah’tan başka hiç-bir şey mutlak hakîkat değildir. Tüm kâinât hakîkattir ama mutlak hakîkat değildir. Çünkü mutlak hakîkat olmak sâdece, “bâkî olan Allah”a mahsustur. Fânî ve geçici olanlar da hakîkattir ama mutlak değildir. Zâten Allah’tan başka her-şey mutlak hakîkat olmadığı için, bir zaman önce yaratılmıştır ve bir zaman sonra da yıkılacaktır.

 

Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır. Bu imtihan, insanların hakîkate mi yoksa kurgulara mı inanacakları ve hakîkate mi yoksa kurgulara göre mi yaşayacaklarını ve yaşadıklarını ortaya çıkarır. Fakat imtihan sâdece kimin neye inandığını ve neye göre yaşadığını ortaya çıkarmakla kalmaz. Kurgulara göre inanmak ve yaşamak kişiyi mutlakâ küfre, şirke, fitneye, fesada, nifaka, adâletsizliğe, eşitsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa,ve zulme düşüreceği için kurgu-merkezli olanları âhirette kurgusal olmayan cehennem ateşi karşılayacak, hakîkat-merkezli olanlar ise sonsuz nîmetler diyârı olan cennetler ile sevineceklerdir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Olağan-Üstülüğün İki Yönü

 

“O (Allah), gökleri ve yeri benzersiz yaratandır. O bir şeyi diledi mi ona sâdece; ‘ol’ der, o da hemen oluverir" (En-âm 101).

 

“O, biri diğeriyle tam bir uyum (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4).

 

“Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara içinde ebedî kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaâdetmiştir. Allah’tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur” (Tevbe 72).

 

Çok absürd ve saçma olmamasına rağmen kâinâtın, varlığın ve insanın yaratılışı için ortaya atılan teorilere inanılıyor da, tüm kâinâtı ve insanları Allah’ın yaratması saçma görülüyor. Yine, insanın öldükten ve kâinâtın belli bir süreden sonra yıkılmasıyla birlikte yeni bir yaratılışla âhiret hayâtının başlayacağı inancı insanlara çok uzak ve absürd görünüyor. Yâni tüm varlığı Allah’ın yarattığı ve sonunda da tüm varlığın yıkılmasıyla birlikte âhirette yeni bir yaratılışın olacağı ya saçma ve bağnazca görüldüğü için kabûl edilmez, ya çok sorgulanır ve içinden çıkılamayınca agnostik kalınır, yada körü-körüne bir âhiret inancı olur. Çünkü kâinâtın Allah tarafından bir-anda yaratılması ve kıyâmet ve son saat ile birlikte bir-anda yok olup da yeni bir yaratılışın olması olağan-üstü bir durum olduğu içini insanlara inanılmaz gelir.

 

Yağmurun ve karın yağması, rüzgârın olması, ağaçların, bitkilerin Dünyâ’yı güzelleştirmesi ve yararları, hayvanlar ve insanların varlığı ve daha derine inince her-şey, biz onların işleyişini görmeye alıştığımız için bize olağan-üstü gelmemektedir. Güneş’e, Ay’a, yıldızlara, göklere bakmaya ve onları görmeye alışık olduğumuz için bize yaratılış  ve işleyiş olarak olağan-üstü ve mûcizevî gelmezler. Fakat bunların hem vâr olmuş olması hem de işleyişleri ve döngüleri hiç de normâl değildir. Güneş’in doğuşu, Ay’ın evreden-evreye girmesi, yıldızların ve gezegenlerin ve tüm göğün dönüp durması, yeryüzünde olan doğa olayları, tabiatın döngüsü ve işleyişi, vallâhi hiç normâl değildir ve olağan-üstüdür, mûcizedir. Değer insanların ve hiç-bir şeyin olmadığı bir yerde ve zamanda bize, şu-an görüp durduğumuz şeylerin vâr olacağı söylenseydi, onu söyleyenlere şaşkınca bakar ve “herhâlde kafayı yemişler” diye düşünürdük. Aynen, tüm kâinâtı ve insanı “ol” demesiyle Allah’ın yaratmış olması ve kıyâmet ve “son saat” ile birlikte her-şeyin yıkılıp âhiret hayâtının başlayacağının söylenmesi gibi bir etki olurdu. Mevcut varlığın varlığına ve işleyişine şaşmıyoruz da onu bir süre önce Allah’ın yaratmış olduğuna ve Allah’ın, bir süre sonra da tüm varlığı yıkıp yeni bir yaratılış yapacağına niye şaşıyoruz ki!. Çünkü gözümüzün önünde olan şey, “mevcut olan”dır, yaratılış öncesi ve sonrası gözümüzün önünde olmadığı için kabûl edemiyoruz. Benim için yaratılış öncesi de, mevcut varlık da ve son yaratılış da olağan-üstü ve mûcize olmak bakımından aynı oranda normâl değildir ve inanılmazdır.   

 

Varlığın nasıl ortaya çıktığını -sözde- açıkladığı kabûl edilen teoriler gerçekten iknâ ve tatmin edici açıklamalar yapmış değillerdir. Bir-çok soruya cevap veremeyen ve içinde bir-çok çelişkiler barındıran, meselâ Big-Bang Teorisi, Evrim Teorisi ve modern-bilim ve teknoloji ile ortaya atılan bir-çok teori, câhil yada Allahsız bir açıklama bekleyen ve isteyenlerin “mal bulmuş mağribi” ve sazan gibi hemen atlayıp kabûl ettikleri ve inandıkları, “resmî olarak henüz çürütülmemiş” olan hipotezler, modellemeler ve masa-başında ortaya atılmış “zırvalık” türünden üretimlerdir.

 

Hiç kimse varlığın ortaya çıkışı ve işleyişi hakkında iknâ ve tatmin edici açıklamalar yapmış değillerdir ve yaptıkları sâdece propagandadır. Bilgiyi televizyon ve internetten, sâdece manşet olarak öğrenen insanlar, söylenenleri anladıklarından değil de propagandadan etkilendiklerinden dolayı, uydurmaları ve zırvalıkları hiç sorgulamadıkları için yapılan -sözde- bilimsel açıklamaları “doğru ve gerçek bir açıklama” zannediyorlar ve artık duydukları gibi inanıyorlar. Oysa varlığın nasıl vâr olduğunun bir açıklaması yapılamaz. Çünkü varlık Allah’ın “ol” demesiyle bir-anda vâr olmuştur. Bir-anda olanın ve ansızın ortaya çıkanın bir işâreti olmaz. İşâreti olmayan şeyin açıklaması yapılamaz ve onun hakkında sâdece atıp-tutmalar yapılabilir ki bunlar hiç de iknâ edici olmazlar. Zâten varlığı, Allah dışında bir şey ile açıklamak hiç de iknâ ve tatmin edici değildir.

 

Şimdi mesele şudur; insanlar tüm varlığı Allah’ın yaratmasını ve kıyâmet ve son saatten sonra her-şeyin yok olup Allah’ın yepyeni bir yaratılışın başlatacağını çok uzak ve absürd bir düşünce ve inanış olarak görüyorlar ama, kâinâtın varlığı ve işleyişi de normâl değildir ve olağan-üstü bir mûcizevîliğe sâhiptir. Yâni insanlar her ne kadar, alışmış oldukları için hayret içinde kalmasalar ve şaşırmasalar da, kâinât, Dünyâ ve insanın varlığı ve işleyişi hiç normâl değildir, olağan-üstüdür ve mûcizevîdir. Zâten bu nedenle de kâinâtın ve insanın yaratılışı için doğru ve tatmin edici bir açıklama yapılamamaktadır.

 

Güçlü teleskoplarla bile bakıldığında kâinâtın bir sonu ve sınırını görmek mümkün değildir. Bu yüzden kâinâtın ne olduğu bile belli değildir. Zâten insanlar bu yüzden kâinâta bir isim bile verememiştir ve “yaratılmış olan” anlamında “kâinat” demişler yada sonsuzluğu hatırlatan isimler vermişlerdir. Kâinat için “sonsuz” derler ama sonsuz da bir isim değildir. Sonsuz “sonu olmayan” demektir ama sonu olmayan şeyin ne olduğu bilinemediği için ona bir isim verilememektedir.

 

Yâni gerek tüm kâinâtın gerekse insanın ne olduğu ve nasıl yaratıldığı bile daha bilinemezken, insanlar görüp durdukları için alışkın olmalarından dolayı kâinâtın, tüm varlığın ve insanın yaratılışının ve işleyişinin olağan-üstü ve mûcizevî olduğunu düşünemiyorlar. Sanki tüm varlık ve insanın yaratılışı ve işleyişi normâl de, kâinâtın ve insanı yaratanın Allah olduğu ve sonunda da her-şeyin yok olarak yeni bir yaratılışın başlayacağı gerçeği a-normâl ve imkânsız olarak görülüyor.

 

Kâinatta hiç şaşamayan kusursuz muhteşem bir düzen, nizâm ve döngü vardır. Yine, Güneş, Ay ve Dünyâ’nın varlığı, Dünyâ’nın içinde dağların, ovaların, denizlerin, göllerin, nehirlerin, ağaçların, bitkilerin, hayvanların ve insanların, kısaca her-şeyin yaratılmış olması ve işleyişi, derin düşününce insanı hayrete düşüren, aklını, mantığını ve zihnini dumura uğratıp âciz bırakan, bu muhteşem döngü ve işleyişin açıklaması hakkında çâresiz olunan bir yaratılış vardır. Çünkü mevcut varlık hiç ama hiç normâl değildir ve olağan-üstüdür, mûcizedir, imkânsızdır. Fakat vardır. Bu a-normâllik, olağan-üstülük, mûcizelik, imkânsızlık seviyesi ile, tüm varlığı ve insanı yaratanın Allah olması ve sonunda da Allah’ın her-şeyi yok edip yeni bir yaratılışı başlatacağı inancı ve hakîkati arasında olağan-üstü olmak bakımından hiç fark yoktur. Peki mevcut gördüğümüz ve içinde yaşadığımız olağan-üstülüğe inanıyorsunuz da, niçin ilk ve sonraki yaratılışın olağan-üstülüğe inanamıyorsunuz?.

 

Her-şeyi Allah’ın yaratmış olması da, kâinâtın ve insanın varlığı ve işleyişi de ve sonunda âhiret hayâtının başlayacağı inancı ve gerçeği de aynı oranda olağan-üstüdür, mûcizedir, a-normâldir, imkânsızdır. Îman edenler için sorun yoktur ve hepsi de gâyet normâldir ve mümkündür.

 

Şimdi birileri mevcut göklerin, yerlerin ve hayvan, bitki ve insanların yaratılışlarına ve varlığın işleyişine şaşmıyorlar da, tüm her-şeyi Allah’ın yaratmış olmasına ve sonunda âhirette yeni bir yaratılışın olacağına m şaşıyorlar ve bu yüzden inanmıyorlar?.

 

Bir insanın yada hayvanın anne karnında gelişmesi ve sonra doğup büyümesi hattâ bitkilerin incecik bir filizken büyüyüp kocaman ağaç olmaları, meyveye-sebzeye dönmeleri, yine, Güneş’in, Ay’ın döngüsü, gündüzlerin ve gecelerin olması, ayların, mevsimlerin ve yılların değişmesi, aklımızın, bilincimizin olması, ilim, kültür ve sanat üretmemiz, varlığı anlamlandırmamız vs. normâl mi ki diğerleri normâl olsun. Hayır!; ilk, şimdi ve son yaratılışın hepsi de olağan-üstüdür ve insan için hepsi de mûcizedir. Hiç-birinin tam ve gerçek açıklaması yapılamıyor, yapılamaz da, çünkü olağan-üstüdür, mûcizedir, normâl değildir. Allah mevcut olağan-üstülüğü yaratmışsa, ilkteki ve sondaki olağan-üstülüğü de yaratmıştır ve yaratacaktır.

 

O-hâlde, tüm varlığın ve insanın vâr oluşu ve tüm varlığın işleyişini normâl görürken, mebde ve mead denen ilk ve son yaratılışı a-normâl görerek inanmamak ve tüm yaratılışı, varlığı ve işleyişi Allah’a bağlamamak, ya cehâlet, ya inat yada kâfiriktir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2024

 

 

Devamını Oku »

Mücâdeleye Bir Adım Geriden Başlamak

 

“…Her ümmet, kendi elçilerini (susturmak için) yakalamaya yeltendi. Hakkı, onunla yürürlükten kaldırmak için, bâtıla-dayanarak mücâdeleye giriştiler” (Mü’min 5).

 

“Akıntıya karşı yüzmek” ve “mücâdeleye bir adım geriden başlamak” İslâm’ın raconudur. İslâm’ın vahyi “tepeden inme” olarak yukarıdan aşağıyadır ama İslâm’ı hâkim kılmak aşağıdan yukarıya olur. Bu da mecbûren yerin en düşük rakımından başlamayı gerektirir. Tüm peygamberler küfre, şirke, fitneye, fesada, nifaka, adâletsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa ve zulme karşı İslâmî mücâdeleyi bir adım geriden başlatmışlardır. İslâmî mücâdeleye bir adım geriden başlamak İslâm’ın ve mü’minlerin kaderidir.   

 

İnsanlık târihi, Hâbil ile Kâbil’in mücâdelesinin tekrârıdır. Buna  hak ile bâtılın, tevhid ile şirkin mücâdelesi de denebilir. Bu mücâdele, daha samîmi, ciddî, gayretli olmanın sonunda daha fazlasını ve iyisini vermek, niyeti hâlis tutmak, merhâmet ve vicdan sâhibi olmak, başkasını kendine tercih etmek (îsar) vs. gibi nedenlerle mücâdeleye bir adım geriden başlamaya ve dezavantaja neden olur. Dediğimiz gibi, bu işin raconu budur.

 

Mü’minler tüm zamanlarda olduğu gibi, İslâmî bir hareket başlatacaklarsa ve küfre, şirke adâletsizliğe, ahlâksızlığa ve zulme karşı mücâdele edeceklerse, mücâdeleye bir adım geriden başlayacaklarını bilmeli, bunu kabûl etmeli ve göze alabilmelidirler. Çünkü İslâm’da “armut piş, ağzıma düş” diye bir şey yoktur. Mücâdele edilecektir ve mücâdeleye bir adım geriden başlanacaktır.

 

Bu mücâdele “mücâhede” ile başlayan bir süreçtir. İlk önce nefisler terbiye edilecek, iç-âlemde, sonra da dış-âlemde mücâdele kaçınılmazdır. Zîrâ hakîki mü’minler için başka bir seçenek yoktur. Lâkin şunu da söylemek gerekir ki, Allah, râzı olduğu toplumu mutlakâ destekleyeceğini söylediği için, Allah’ın yardımı ve desteği ile kulvar farkı ileride kapanacak ve, ya eşit duruma gelinecek yada zamanla bir adım öne bile geçilebilecektir. Fakat hem şeytanla ve nefisle hem de tâğutlarla mücâdele hep sürecektir. Çünkü imtihan dünyâsında yaşamak, “mücâhede-mücâdele içinde yaşamak” demektir. Bu mücâdele, “Allah’ın dînini yeryüzüne hâkim kılma mücâdelesi”dir. Zîrâ gerisi boş iş ve oyalanmadır.

 

Peygamberimiz ve sahabe de böyle bir mücâdelenin içinden geçmişti. Asr-ı saadet bir cennet-yaşamı değil, tevhid-merkezli bir mücâdele çağıdır. Çünkü mücâdele kaçınılmazdır. Zîrâ İslâm “muhâlefet” demektir, İslâm “kavga” demektir. İslâm; “şeytanla, nefsle ve tâğutla yapılan mücâdele” demektir. Müslümanların bir türlü kabûl etmek istemedikleri hakîkat ve apaçık gerçek işte budur!.

 

Zâten Dünyâ-târihi, “iktidar mücâdelesi” târihidir. Bu mücâdele ya hak ile bâtıl arasında yapılır yada bâtıl ile başka bir bâtıl arasında olur.

 

Peki Allah niçin mücâdeleyi şart koymuştur?. Çünkü Allah aslında îmânımızı kuvvetlendirmek istemektedir. Îman, masa-başında değil, mücâdele meydanında artar:

 

“Mü’minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların îmanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı” (Ahzâb 22).

 

Peki mücâdeleye bir-iki adım geriden başlamak yenilgiyle yada geride kalmakla sonuçlanmaz mı?. Fark nasıl kapanacak?. Seküler küfür ve şirk sistemine karşı mücâdele edecek yeterli güç ve araçlara sâhip olmayanlar, bu açığı “zihnen ve kâlben dik durarak” tamamlayacaklardır. İşte mü’minler bunun imtihanını vermelidirler ki “Allah’ın zafer garantili yardımı” ulaşsın. Mü’minler mücâdeleye madden bir adım geriden başlayacaklardır ama onlarda sağlam bir rûh ve îman, selim bir kâlp ve güçlü bir dirâyet olduğu için bu güçleri kullanarak açığı kapatacaklardır:

 

Ey Peygamber!; mü’minleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlûb edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur. Şimdi, Allah sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir zaâf olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah’ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 65-66).

 

Allahın takdiri, sünnetullah ve imtihan dolayısıyla, İslâmî mücâdele “akıntıya karşı kürek çekmek” ve “mücâdeleye bir adım geriden” başlamayı gerektirir. Zâten İslâm, iç-âlemde şeytan ve nefse karşı mücâhede etmek ile başlar. Bu dış-âlemde, “mücâdeleye bir adım geriden başlamak”la devâm eder. Allah kendisine yönelenleri destekleyeceği için ileride kulvar farkı kapanarak ve eşitlenerek hak olan, bâtıla karşı avantajlı hâle gelecektir. Mü’minlerin bundan emin olmaları önemlidir.

 

Bâtılın mücâdeleye bir adım önde başlamasının bir nedeni de, bâtılın bir adsım geriden yada eşit şartlarda mücâdele edebilecek gücünün ve dirâyetinin olmamasıdır. Çünkü bâtıl işin içine rûhu, kâlbi ve îmânı katmaz. Böyle olunca geride kalır ve imtihanın ve mücâdelenin anlamı ve tadı olmaz. Zîrâ aslında bâtılın gücü ve potansiyeli yetersizdir ve bir adım önce başlamadığında mücâdeleyi sürdüremez ve yarı yolda kalır. Bu nedenle bâtıl mücâdeleye bir adım önde başlamalıdır ki imtihan devâm etsin. Fakat sonunda hak hakkıyla ortaya konduğunda hâkim olduğunda, bâtılın bâtıl ve yetersiz olduğu ortaya çıkacak yâni hak geldiğinde bâtıl yok olup gidecektir. Önemli olan, hakkı hakkıyla ortaya koyabilmektir.

 

Ammâ ve lâkin, biz İslâm’ı “dâvâ” edinmedik. Onu sâdece ilme indirgedik. O yüzden dirâyetimizi, mücâdele gücümüzü ve inancımızı kaybettik. Eğer “Allah’ın dînini ve sözünü hayâta hâkim kılmak” mücâdelesi içinde olunmayacaksa, müslüman olmanın ne anlamı ve ne heyecânı vardır ki?. Bırakın gitsin.

 

“Batı’yla ancak yine onların silahları gibi silahlarla mücâdele edilebilir” düşüncesi çok yanlıştır. Batı’nın silahlarını edinirsek, biz de onlar gibi zâlim oluruz. Bizde bâtılda olmayan bir güç var; rûh, kâlp ve îman gücü. Bizim sorunumuz, batı ve bâtıl gibi silahlarımızın olmaması değildir, bizim sorunumuz, rûh, kâlp ve îman gücümüzü devreye sokamamak, harekete geçirememek ve böylece Allah’ın rızâsını kazanarak zafere ulaşamamaktır.

 

Peki neden bunu yapamıyoruz?. Çünkü vazgeçemiyoruz, bir adım geriden başlamayı kabûl edemiyoruz, akıntıya karşı kürek çekmeye dirâyetimiz yetmiyor. Şeytandan, nefsten, tâğutun oyunlarından, Dünyâ’dan ve seküler sistemden vazgeçemiyoruz. Çünkü çok alıştık; keyfe, zevke, hazza, neşeye, konfora, eğlenceye ve rahata çok alıştık. Bilinmelidir ki, sistemden vazgeçmeden “sistem” içinde kalarak, sistemi eleştirmeden ve îtirâz etmeden bir mücâdelenin olması mümkün değildir. Bu zâten samîmi bir şey olmaz. Sistem içinde kalarak sistemle mücâdele etmek mümkün olabilseydi, bu mücâdeleyi en iyi şekilde Peygamberimiz yapardı. Hicret, sistem içinde kalarak sistemle “hakkıyla” bir mücâdelenin yapılamayacağının delîlidir.

 

Mutlu olmak için mücâdele etmekle mutluluğa ulaşılamaz; mü’minler için mücâdele sürecinin kendisi mutluluğun kaynağıdır. Bu nedenle mü’minler; “nasıl mutlu olabilirim”in değil; “nasıl mücâhede-mücâdele edebilirim”in derdine düşmelidirler. Bu mücâdeleye bir adım geriden başlamak zorunda kalsalar da bir adım bile geri atmazlar. Zîrâ gayri-İslâmî düşüncelerle ve sistemlerle mücâdele etmeyenler, bir cezâ olarak, bir zaman sonra gayri-İslâmî düşüncelerin ve sistemlerin savunuculuğunu yapmaya başlarlar. Bu “Dünyâ’daki cezâ ve rezilliktir” ki bunun bir de âhiretteki pişmanlığı ve azâbı vardır:

 

“O gün, zulmeden, ellerini (hınçla) ısırarak (şöyle) der: Ah!, keşke elçiyle birlikte bir yol edinmiş olsaydım” (Furkân 27).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2024

 

Devamını Oku »