“…Her ümmet, kendi elçilerini
(susturmak için) yakalamaya yeltendi. Hakkı, onunla yürürlükten kaldırmak için,
bâtıla-dayanarak mücâdeleye giriştiler” (Mü’min 5).
“Akıntıya karşı yüzmek” ve “mücâdeleye bir
adım geriden başlamak” İslâm’ın raconudur. İslâm’ın vahyi “tepeden inme” olarak
yukarıdan aşağıyadır ama İslâm’ı hâkim kılmak aşağıdan yukarıya olur. Bu da
mecbûren yerin en düşük rakımından başlamayı gerektirir. Tüm peygamberler
küfre, şirke, fitneye, fesada, nifaka, adâletsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa
ve zulme karşı İslâmî mücâdeleyi bir adım geriden başlatmışlardır. İslâmî
mücâdeleye bir adım geriden başlamak İslâm’ın ve mü’minlerin kaderidir.
İnsanlık târihi, Hâbil ile
Kâbil’in mücâdelesinin tekrârıdır. Buna
hak ile bâtılın, tevhid ile şirkin mücâdelesi de denebilir. Bu mücâdele,
daha samîmi, ciddî, gayretli olmanın sonunda daha fazlasını ve iyisini vermek,
niyeti hâlis tutmak, merhâmet ve vicdan sâhibi olmak, başkasını kendine tercih
etmek (îsar) vs. gibi nedenlerle mücâdeleye bir adım geriden başlamaya ve
dezavantaja neden olur. Dediğimiz gibi, bu işin raconu budur.
Mü’minler tüm zamanlarda olduğu gibi, İslâmî
bir hareket başlatacaklarsa ve küfre, şirke adâletsizliğe, ahlâksızlığa ve
zulme karşı mücâdele edeceklerse, mücâdeleye bir adım geriden başlayacaklarını
bilmeli, bunu kabûl etmeli ve göze alabilmelidirler. Çünkü İslâm’da “armut piş,
ağzıma düş” diye bir şey yoktur. Mücâdele edilecektir ve mücâdeleye bir adım
geriden başlanacaktır.
Bu mücâdele “mücâhede” ile başlayan bir
süreçtir. İlk önce nefisler terbiye edilecek, iç-âlemde, sonra da dış-âlemde
mücâdele kaçınılmazdır. Zîrâ hakîki mü’minler için başka bir seçenek yoktur.
Lâkin şunu da söylemek gerekir ki, Allah, râzı olduğu toplumu mutlakâ destekleyeceğini
söylediği için, Allah’ın yardımı ve desteği ile kulvar farkı ileride kapanacak
ve, ya eşit duruma gelinecek yada zamanla bir adım öne bile geçilebilecektir. Fakat
hem şeytanla ve nefisle hem de tâğutlarla mücâdele hep sürecektir. Çünkü
imtihan dünyâsında yaşamak, “mücâhede-mücâdele içinde yaşamak” demektir. Bu mücâdele, “Allah’ın dînini yeryüzüne hâkim kılma
mücâdelesi”dir. Zîrâ gerisi boş iş ve oyalanmadır.
Peygamberimiz ve sahabe de böyle bir
mücâdelenin içinden geçmişti. Asr-ı saadet bir cennet-yaşamı değil,
tevhid-merkezli bir mücâdele çağıdır. Çünkü mücâdele kaçınılmazdır. Zîrâ İslâm
“muhâlefet” demektir, İslâm “kavga” demektir. İslâm; “şeytanla, nefsle ve
tâğutla yapılan mücâdele” demektir. Müslümanların bir türlü kabûl etmek
istemedikleri hakîkat ve apaçık gerçek işte budur!.
Zâten Dünyâ-târihi, “iktidar mücâdelesi”
târihidir. Bu mücâdele ya hak ile bâtıl arasında yapılır yada bâtıl ile başka
bir bâtıl arasında olur.
Peki Allah niçin mücâdeleyi şart koymuştur?. Çünkü
Allah aslında îmânımızı kuvvetlendirmek istemektedir. Îman, masa-başında değil,
mücâdele meydanında artar:
“Mü’minler (düşman) birliklerini gördükleri
zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize
vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların
îmanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı” (Ahzâb 22).
Peki mücâdeleye bir-iki adım geriden başlamak
yenilgiyle yada geride kalmakla sonuçlanmaz mı?. Fark nasıl kapanacak?. Seküler
küfür ve şirk sistemine karşı mücâdele edecek yeterli güç ve araçlara sâhip
olmayanlar, bu açığı “zihnen ve kâlben dik durarak” tamamlayacaklardır. İşte
mü’minler bunun imtihanını vermelidirler ki “Allah’ın zafer garantili yardımı”
ulaşsın. Mü’minler mücâdeleye madden bir adım geriden başlayacaklardır ama onlarda
sağlam bir rûh ve îman, selim bir kâlp ve güçlü bir dirâyet olduğu için bu güçleri
kullanarak açığı kapatacaklardır:
“Ey Peygamber!; mü’minleri savaşa karşı
hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz
(kişiyi) mağlûb edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa,
kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur. Şimdi, Allah sizden (yükünüzü)
hafifletti ve sizde bir zaâf olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi)
bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa,
Allah’ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle berâberdir”
(Enfâl 65-66).
Allahın
takdiri, sünnetullah ve imtihan dolayısıyla, İslâmî mücâdele “akıntıya karşı
kürek çekmek” ve “mücâdeleye bir adım geriden” başlamayı gerektirir. Zâten
İslâm, iç-âlemde şeytan ve nefse karşı mücâhede etmek ile başlar. Bu
dış-âlemde, “mücâdeleye bir adım geriden başlamak”la devâm eder. Allah
kendisine yönelenleri destekleyeceği için ileride kulvar farkı kapanarak ve eşitlenerek
hak olan, bâtıla karşı avantajlı hâle gelecektir. Mü’minlerin bundan emin
olmaları önemlidir.
Bâtılın
mücâdeleye bir adım önde başlamasının bir nedeni de, bâtılın bir adsım geriden
yada eşit şartlarda mücâdele edebilecek gücünün ve dirâyetinin olmamasıdır.
Çünkü bâtıl işin içine rûhu, kâlbi ve îmânı katmaz. Böyle olunca geride kalır
ve imtihanın ve mücâdelenin anlamı ve tadı olmaz. Zîrâ aslında bâtılın gücü ve
potansiyeli yetersizdir ve bir adım önce başlamadığında mücâdeleyi sürdüremez
ve yarı yolda kalır. Bu nedenle bâtıl mücâdeleye bir adım önde başlamalıdır ki
imtihan devâm etsin. Fakat sonunda hak hakkıyla ortaya konduğunda hâkim
olduğunda, bâtılın bâtıl ve yetersiz olduğu ortaya çıkacak yâni hak geldiğinde
bâtıl yok olup gidecektir. Önemli olan, hakkı hakkıyla ortaya koyabilmektir.
Ammâ ve lâkin, biz İslâm’ı “dâvâ” edinmedik.
Onu sâdece ilme indirgedik. O yüzden dirâyetimizi, mücâdele gücümüzü ve
inancımızı kaybettik. Eğer
“Allah’ın dînini ve sözünü hayâta hâkim kılmak” mücâdelesi içinde
olunmayacaksa, müslüman olmanın ne anlamı ve ne heyecânı vardır ki?. Bırakın
gitsin.
“Batı’yla ancak yine onların silahları gibi
silahlarla mücâdele edilebilir” düşüncesi çok yanlıştır. Batı’nın silahlarını
edinirsek, biz de onlar gibi zâlim oluruz. Bizde bâtılda olmayan bir güç var; rûh,
kâlp ve îman gücü. Bizim sorunumuz, batı ve bâtıl gibi silahlarımızın olmaması
değildir, bizim sorunumuz, rûh, kâlp ve îman gücümüzü devreye sokamamak,
harekete geçirememek ve böylece Allah’ın rızâsını kazanarak zafere
ulaşamamaktır.
Peki neden bunu yapamıyoruz?. Çünkü vazgeçemiyoruz, bir adım geriden başlamayı kabûl edemiyoruz, akıntıya karşı kürek çekmeye dirâyetimiz yetmiyor. Şeytandan, nefsten, tâğutun oyunlarından, Dünyâ’dan ve seküler sistemden vazgeçemiyoruz. Çünkü çok alıştık; keyfe, zevke, hazza, neşeye, konfora, eğlenceye ve rahata çok alıştık. Bilinmelidir ki, sistemden vazgeçmeden “sistem” içinde kalarak, sistemi eleştirmeden ve îtirâz etmeden bir mücâdelenin olması mümkün değildir. Bu zâten samîmi bir şey olmaz. Sistem içinde kalarak sistemle mücâdele etmek mümkün olabilseydi, bu mücâdeleyi en iyi şekilde Peygamberimiz yapardı. Hicret, sistem içinde kalarak sistemle “hakkıyla” bir mücâdelenin yapılamayacağının delîlidir.
Mutlu olmak için mücâdele etmekle mutluluğa
ulaşılamaz; mü’minler için mücâdele sürecinin kendisi mutluluğun kaynağıdır. Bu
nedenle mü’minler; “nasıl mutlu olabilirim”in değil; “nasıl mücâhede-mücâdele
edebilirim”in derdine düşmelidirler. Bu mücâdeleye bir adım geriden başlamak
zorunda kalsalar da bir adım bile geri atmazlar. Zîrâ gayri-İslâmî düşüncelerle
ve sistemlerle mücâdele etmeyenler, bir cezâ olarak, bir zaman sonra gayri-İslâmî
düşüncelerin ve sistemlerin savunuculuğunu yapmaya başlarlar. Bu “Dünyâ’daki
cezâ ve rezilliktir” ki bunun bir de âhiretteki pişmanlığı ve azâbı vardır:
“O gün, zulmeden, ellerini
(hınçla) ısırarak (şöyle) der: Ah!, keşke elçiyle birlikte bir yol edinmiş
olsaydım” (Furkân 27).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder