11 Ocak 2023 Çarşamba

Ey Müslümanlar! “Müslüman” Olunuz!

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

“….Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

“Asra andolsun; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 1-3).

 

Müslüman “İslâm’a teslim olan” demektir. İslâm’a teslim olmak, insanı tüm bağlardan kurtarır ve korur. Fakat teslim olmanın yâni müslüman olmanın farklı şekilleri vardır ki biz bu yazıda onu tartışmak istiyoruz.

 

Teslim olmak; “istemeyerek”, “isteyerek” ve “tam anlamıyla teslim olmak” şeklinde üç şekildedir. Bu üç şekil; zihnen, kâlben ve amelen teslîmiyet olarak da ifâde edilebilir. Teslimiyeti zayıf olanları eleştirebiliriz fakat onları tekfir edemeyiz. Ne de olsa onlar da müslümandırlar ve bunu dillendirmektedirler. Fakat bunlara “mü’min” denilebilir mi derseniz, denilemeyeceğini Allah söylüyor:

 

“Bedeviler, ‘îman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veyâ teslim) olduk deyin’. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. Gerçek mü’minler ancak Allah’a ve Resûlüne îman eden, ondan sonra aslâ şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte îman sözlerinde doğru olanlar onlardır” (Hucurât 14-15).

 

 Allah, “müslüman olduk deyin ama mü’min olduk yâni îman ettik” demeyin diyor. Teslim olmakla yâni müslüman olmakla îman etmeyi ayırıyor. Zîrâ mü’min olmak yâni adanma şeklinde bir teslimiyet ancak İslâm’ın kâlplere yerleşmesiyle olur.

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2). Bu âyetle ifâdesini bulan müslüman tipi, “îman ettim” demeyi yeterli bulan, “babadan müslümanlar”dır. Bu kesim îman ettiğini söyler, arada bir İslâmî ortamlarda bulunur yada konuşulanları dinler ve hattâ İslâm’a has kendi fikirleri de vardır. Beş vakit zor ama Cum’â’dan Cum’â’ya, terâvihlerde yada günümüzde artık bayramdan-bayrama namaz kılan, orucu kısa kış gülerinde seyrek olarak tutan, hayrı arada bir gönlünden ne koparsa veren, hacca gitmeyi düşünmeyen ama “müslümanım” diyen kesimdir.

 

Bu kesimdekiler her şartta müslüman değildirler. Sâdece rahatlık durumlarında ve tam inanarak değil de bir şüphe içerisindedirler. Bu nedenle de Dünyâ’yı ıskalamaktan çok korkarlar ve Dünyâ’dan nasiplenmek için her-şeyi yaparlar. Aslında Dünyâ-merkezlidirler ve öncelikleri Dünyâ’dır.

 

Aslında İslâm, namazını kılan ve zekatını verenleri “müslüman” olarak görüp kabûl ediyor ve onları da müslüman toplumdan sayıyor. Allah ile aralarındaki îman-amel durumu başka bir şeydir. İnsanlara zarar vermedikten sonra ve kamusal alanda taşkınlık yapmadıkları müddetçe onlara İslâmî tebliğ yapılabilir ama belli şeyler dışında zorlanamazlar. Zâten zorlandıklarında gevşek bağları da tamâmen kopar. Tabi bu İslâm’dan tâviz vermek anlamına gelmez. İslâm ne diyorsa odur ve emir ve yasakları “müslümanım” diyen herkesi bağlar. Fakat herkes on numara mü’min ol(a)maz ve “müslüman” olarak kalır ki bu her zaman böyle olmuştur. Bahsettiğimiz bu kesim her zaman çoğunluk olmuştur.

 

Bu kesim resmî-psikolojik müslümanlardır. Müslümanlığı, devlet kurumundan duymak onlara daha câzip gelir. Çünkü sağlam müslüman olmayan devlet de onları fazla zorlamaz. Devletin bu kesimden beklediği şey, vergilerini ve zekatlarını aksatmadan vermeleridir. Bu müslümanlara dindar olmalarını, dînin içine daha fazla girip karışmalarını ve “müslüman” olmalarını öneriyoruz ve buna dâvet ediyoruz. “Ey müslümanlar ‘müslüman’ olun!” diyoruz. “Müslümanlığın gereği ve Allah’ın emri olarak biraz amel-eylemde bulunun” diyoruz.

 

Bu müslüman kesime îtirâz ederek; “namaz kılmayan, oruç tutmayan, durumu müsâit olmasına rağmen zekat verip hacca gitmeyene nasıl “müslüman” diyebiliriz ki” diyenler de vardır. Haklıdırlar da. Fakat dediğimiz gibi, Allah insanların inanç durumlarını ve seviyelerini ayırıyor ve diyor ki: “Îman etmediniz; ama “müslüman olduk, teslim olduk deyin, yâni müslümanlara katıldık deyin” diyor. O yüzden onlara “sen kâfirsin” diyemeyiz.

 

İkinci kesimde olan bu müslümanlar, namazlarını kılarlar, oruçlarını tutarlar, zekatlarını vermeye çalışırlar, hacca giderler, kurban kesip paylaşırlar, Kur’ân’ı Arapçasından hatmederler, insanlara zarar vermemeye çalışırlar. Giyinişleri müslümanlığa genelde uygundur. Hadlerini bilirler vs. Fakat bu kesimdeki müslümanlar da, İslâm’ı Kur’ân ve Sünnet’ten değil de, diyânetten, ilmihâllerden, cemaat ve târikatlardan öğrendikleri için, işin sâdece iç-âleme yönelik olan yönüne bakarlar. Fakat bu şekilde iç-âlemleri de gerçek anlamda inşâ olmuş olmaz. İslâm’ı sâdece “kâlplerin dîni” zannederler. İslâm’ın iç-âlemlerden sonra bir de dış-âleme hedefi olduğunu hem bilmezler hem de buna hoş bakmazlar. Böyle olunca da İslâm’a sâdece bir ucundan, kıyısından-kenarından bağlanırlar. Fakat Allah bundan râzı değildir:

 

“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

 

İslâm demek Kur’ân ve onun pratik örnekliği olan Sünnet demektir. Bu kesim müslümanlar Kur’ân’ı idrâk ederek ve düşünerek okumazlar ve Peygamber’in hayâtını bilmezler, yada Peygamber hakkında uydurma şeyleri, uçuk-kaçık şeyleri Peygamber’in hayâtı zannederler, uydurmaları ve zırvalıkları İslâm zannederler. Oysa Kur’ân hayâtın her alanı için sözlerini söyler. İslâm’ın sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî, kânûnî ve siyâsî yönleri de vardır ve ikinci kesimdeki bu müslümanlar bunu bilmezler ve aslında işin bu tarafına girmek de istemezler. Fakat Peygamberimiz, hayâtını, İslâm’ı iç-âlemlerden sonra dış-âleme de hâkim kılmak için uğraşmıştır ve hattâ bu uğurda 70’e yakın savaş düzenlemiştir. Bu uğurda bir-çok sıkıntılara katlanmıştır. Çünkü Kur’ân apaçık şekilde “İslâm sâdece ‘din’ değildir” der. İslâm din ve Dünyâ’dır. Din Dünyâ’nın her alanına karışır ve hâkim olmak ister. İşte ikinci kesim müslümanlar bunu bilmiyor ve oralı olmuyorlar. Bu nedenle onlara bunu üstüne basa-basa anlatmak gerekir. İslâm’ın ne olduğunu tam anlamıyla öğrenmeleri, buna göre düşünmeli, söylemeli ve yapmalıdırlar. Bu müslümanlara işin dünyevî yönünü de hesâba katmalarını, dînin içine daha fazla girip karışmalarını ve gerçek anlamda “müslüman” olmalarını öneriyoruz ve buna dâvet ediyoruz. “Ey müslümanlar ‘müslüman’ olun!” diyoruz. “Müslümanlığın gereği ve Allah’ın emri olarak dış-âlemin ıslahı yönünde çalışınız diyoruz.

 

Bir de Kur’ân’ı ve Peygamber’in hayâtını iyi bilen, okuyan, konuşan ve yazan müslümanlar vardır. Bunlar İslâm’a sokuşturulmuş olan uydurmaları, zırvalıkları ve yanlışları açığa çıkarırlar ve işin doğrusunu gösterirler. İnsanları Kur’ân’a yönlendirirler. Peygamber’i örnek gösterdikleri yerler vardır. O sıkıcı ve bayatlamış sözleri ve cümleleri kullanmazlar, Dünyâ’dan haberleri vardır ve çok daha güzel ifâdelerle yazarlar ve konuşurlar. Bilgilidirler ve “işi” anlamışlardır. Lâkin.. Bu kişiler modernitenin ağır baskı ve kuşatmasının da etkisinden dolayı, sisteme herhangi bir eleştiri getirmezler, îtirâz etmezler ve isyanda bulunmazlar. Hattâ zamanla böyle bir şeyi yanlış olarak görmeye de başlamışlardır. Mücâhitken mütâhit olanlar bunlardır.

 

İslâm aslında “suyun başındakilere çatma dîni”dir. En baştaki ağalara çatar. Tüm peygamberlerin baş düşmanları Firavunlar, Nemrutlar, Kârûnlar, Bel’amlar olmuşken bu müslüman kesim bunları dost bilir ve dostluk kurar. Zîrâ sisteme laf edememekte ve çatamamaktadırlar. Bu nedenle de işi bilgiye ve ilme indirgemişlerdir. Kur’ân’ı sâdece okuyup araştırmak ve tefsir etmek onlara yeter. Kitap okuyup yazınca iş bitiyor gibi davranırlar. Peki ya yanlışlar, zulümler, şirk, küfür ve zulüm ne olacak?. Allah Kur’ân’da tâğutlarla mücâdele etmekten bahsetmiyor mu?. Elbette ediyor, hem de çok ağır ve kesin şekilde. Lâkin zihnen, kâlben ve fizîken uyuşmuş olduklarından ve dirâyetlerini-cesâretlerini kaybettiklerinden dolayı bunlarla mücâdele edebilecek yâni gerçek bir müslümanlık yada mü’minlik sergileyebilecek durumda değildirler. İşte aslında en çok da bu kesimdeki müslümanlara tebliğ ve dâvette bulunmak, onlara görevlerini hatırlatmak, onları desteklemek gerekir. Yapılması gerekenin tam yapılması, mü’minliği “gerçek mü’minlik”e çevirecektir. Zîrâ ancak bu şekilde gerçek bir teslîmiyet gösterilmiş olunur ve bu şekilde müslümanca davranılabilir. İşte ancak o zaman Allah’ın râzı olduğu kişiler arasına girilebilir. Çünkü kişiyi ancak îman, ilim ve de sâlih ameller hakîkate ve cennete ulaştırır. Îman edip ilim yolunda olduktan sonra bir de sâlih amel üzre gidenlere Allah müjdeyi verir:

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

Bu müslümanlara işin sâlih amel yönünü de hesâba katmalarını, bu bağlamda Peygamber’i örnek almalarını ve gerçek anlamda “müslüman” olmalarını öneriyoruz ve buna dâvet ediyoruz. “Ey müslümanlar ‘müslüman’ olun!” diyoruz. “Müslümanlığın gereği ve Allah’ın emri olarak “îman edip sâlih amel işleyin” diyoruz.

 

İyi müslüman olmak için Dünyâ-merkezli olmaktan vazgeçip âhiret-merkezli olmak gerekir. Bunun için de müslümanlıktan “müslümanlığa” terfî etmek gerekir. Müslümanlık kâlplere yerleşip mü’min olunca, peygamberler ve sâlihlerle birlik olmuş olunur ve onlar cennette komşumuz olurlar. Dünyâ-merkezli olanlar ise hiç-bir zaman riske girmezler ve yapılması gerekeni gerçek anlamda yapmazlar. Böylece “müslüman” olarak kalırlar da “gerçek müslümanlar”dan yâni mü’minlerden olamazlar ve “modern bedeviler” olarak kalırlar.

 

Allah bizim Dünyâ’dan da nasiplenmemizi helâl ve meşru yoldan olmak kaydıyla engellemez. Fakat “âhiret-merkezli” bir dünyâ yaşamı olunca ancak, hem Dünyâ’da iyi bir yaşamımız olur hem de âhiretimiz olması gerektiği gibi inşâ olur. Dünyâ-merkezli olunca her zaman “acaba” sorusu sorar ve endişemiz sürer gider. Zîrâ:

 

“(Tek başına yâni âhireti hesâba katmayan) bu dünyâ hayâtı, yalnızca bir oyun ve (eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır. Gerçekten âhiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi” (Ankebût 64).

 

Hakîki müslümanların yâni mü’minlerin sözleri ise şöyledir:

 

“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).

 

O-hâlde tüm seviyedeki müslümanların, “müslümanlık” seviyelerini aşmak için gayret göstermeleri ve daha iyi müslüman yâni mü’min ve müslimlerden olmak için uğraşmaları şarttır. Dünyâ’da ortalama iyi bir yaşamdan sonra âhirette “mutlular” arasına katılmak için müslümanlıktan “müslümanlığa” geçmemiz ve mü’minler olarak hayâtımızı noktalamamız şarttır. O-hâlde ey müslümanlar!; “müslüman” olunuz!.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2020

 

 

Devamını Oku »

Kur’ân’a Göre Dünyâ’nın Şekli

 

“Yeryüzüne bakmıyorlar mı?, nasıl da yayılmış (sutihat)” (Ğâşiye 20).

 

“Yayılmak” kelimesi yuvarlak olan şey için değil, düz olan şey için kullanılır. Bir şeyi yuvarlak olan bir yüzeyde yayamazsınız. Meselâ buğdayı, kumu, unu vs. ancak düz bir yerde yayabilirsiniz, yuvarlak yüzeyde yayılma bir yerden sonra “dökülme”ye döner. Bir şeyi yaymak, onu “dümdüz olarak yaymak” demektir. Zâten “sutihat” kelimesi de “satıh” demektir ve satıh düz olan yerler için kullanılır. Arapça “sth” kökünden gelen sath, “düzlem” demektir. Hem düz hem de yuvarlak olanın dış kabuğu için “yüzey” kelimesi kullanılır ama “satıh” kelimesinin düz alanlar için kullanılması uygundur. 

 

Müslümanlar için Dünyâ’nın şekli konusunda Kur’ân’ın ne dediğinin bir önemi yok mudur?. Her-şeyden bahseden Kur’ân Dünyâ’nın şekli konusunda ne diyor ve Kur’ân’a göre Dünyâ’nın şekli nasıldır?. Kur’ân, Dünyâ’nın coğrafî şekli için hiç-bir yerde “yuvarlak” ve “küre” ifâdelerini kullanmaz. Fakat Ğâşiye 20, Nebe’ 6, Nâziat 30, Kâf 7, Hicr 19 ve Şems 6. âyetlerde açıkça Dünyâ’nın düz olduğu söylenir. Zîrâ bu âyetler, dün bir Dünyâ’ya göre konuşur. Peki buna rağmen, meâl-tefsirciler dâhil müslümanlar niçin Dünyâ’nın yuvarlak olduğuna inanıyor ve Kur’ân’ın, Dünyâ’nın şekli için “yuvarlaktır” dediği söyleniyor?. Bu elbette Kur’ân’dan böyle anlaşıldığı için değil, modern-bilimin etkisi ve baskısı nedeniyledir yâni modern-bilim öyle buyurduğu içindir. Peki Kur’ân gerçekten ne diyor?.

 

   Aslında Dünyâ’nın şeklinin düz olduğunu direkt olarak söyleyen âyetler de vardır Kur’ân’da:

 

“Biz, yeryüzünü bir döşek kılmadık mı?” (Nebe’ 6).

 

Döşek, bilindiği gibi yuvarlak değil düz bir şeydir. Üzerine uzanacağınız düz bir şeyi ifâde eder. Döşek dümdüz olur hattâ ne kadar düz ise o kadar kullanışlı ve makbûl olur. Siz hiç yuvarlak bir döşek gördünüz mü?. İşte Allah Dünyâ’yı da döşek gibi düz bir şekilde yaratmıştır. Çünkü yeryüzü için en uygun coğrâfî şekil budur ve en iyi hareket alanı düz bir zeminde olabilir.

 

“Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi” (Nâziât 30).

 

Bu âyet de yerin serilerek döşendiğini söyler ki sermek de düz zeminler için geçerlidir. Meselâ sofra bezini hiç kimse engebeli ve eğimli yere sermez de sermek için düz bir yer arar. Çünkü sermek için en uygun yer düz yerdir.

 

Dağları yürüteceğimiz gün, yeri çırılçıplak (dümdüz olmuş) görürsün; onları bir-arada toplamışız da, içlerinden hiç-birini dışarıda bırakmamışızdır” (Kehf 47).

 

Bu âyette kıyâmet ânında dağların sökülüp yürütülmesiyle yeryüzünün dümdüz olduğu görülecektir. Çünkü aslında bizim yeryüzünün düz olduğunu göremeyişimizin nedeni dağların, tepelerin ve yükseltilerin olmasıdır. Bunlar kıyâmet ânında yerlerinden sökülüp düzleştirildiğine, Dünyâ’nın da düz olduğu net olarak görülecektir.

 

Kur’ân’da yeryüzü için hep, “yaydık” ifâdesi kullanılır. Bu kelime elbette “düz bir zeminde yayma”dır.

 

“Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık?. Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda ‘göz alıcı ve iç açıcı’ her çiftten (nice bitkiler) bitirdik” (Kâf 7).

 

“Yere (gelince,) onu döşeyip-yaydık, onda sarsılmaz-dağlar bıraktık ve onda her-şeyden ölçüsü belirlenmiş ürünler bitirdik” (Hicr 19).

 

“Yere ve onu yayıp döşeyene..” (Şems 6).

 

Bir yazıda Dünyâ’nın düz olduğuna delil getirilen âyetler ve bu âyetlerin yorumları şu şekilde verilir:

 

“Ve ardından yeryüzünü düzenleyip yaymıştır’ (Nâziât 30) Bu âyette geçen ‘dehaha’ kelimesi ‘yaymak’ anlamına gelmektedir. Âyette ‘dehaha’, ‘yayıp düz hâle getirildiğini’ belirtmek için kullanılmıştır.

 

‘O Rab ki sizin için yeri döşek, göğü (kubbemsi) binâ kılmıştır; gökten su indirmiş, bununla sizin için rızık olarak çeşitli ürünler çıkarmıştır; artık siz de bunu bile-bile Allah’a ortaklar koşmayın’ (Bakara 22). Arz’ın (yeryüzünün, Dünyâ’nın) bizim için döşek yapıldığını bildirmektedir. Döşeğin (firâş), ‘tümseğin zıddı düz bir satıh’ olduğu bilindiğine göre Dünyâ düzdür.

 

‘Yeryüzünü size beşik (döşek) yapan, orada sizin için yollar açan ve semâdan su indiren O’dur. Sonra da onunla, farklı-farklı bitkilerden çiftler çıkardık’ (Târık 53).

 

‘O, size yeri beşik kılmış ve orada, doğru gidesiniz diye yollar vâr etmiştir’ (Zuhrûf 10).

 

Nebe’ Sûresi 6, Târık Sûresi 53. ve Zuhrûf Sûresi 10. âyetlerde ‘arz’ın beşik kılındığı’ yâni düz hâle getirildiği ve düzleştirildiği bildirilmiştir.

 

‘Ve Allah, yeri sizin için bir yaygı yaptı’ (Nûh 19). Bu âyette geçen ‘bisâten’ kelimesi, ‘bir şeyi yaymak, genişletmek, düzleştirmek’ anlamlarına gelir. Bu da yeryüzünün yuvarlak değil, düz olduğu anlamına gelir.

 

‘Yere ve onu yayana’ (Şems 6). ‘Tehaha’ fiili ‘yaymak, düzlemek, düz yüzey oluşturacak şekilde sermek’ anlamlarına gelmektedir. Bu âyetten açıkça yeryüzünün düz olduğu anlaşılmaktadır.

 

‘Yeryüzünü uzatıp, yayan O’dur’ (R’ad 3).

 

‘Yeryüzünü de yaydık ve orada sâbit dağlar yerleştirdik. Orada her türden iç-açıcı çift bitkiler bitirdik’ (Kâf 7).

 

‘Yeri uzatıp yaydık, orada sâbit dağlar yerleştirdik, yine orada miktârı ve ölçüsü belirli olan şeyler bitirdik’ (Hicr 19). ‘Medednâha’ kelimesi ‘uzatmak, yaymak’ anlamındadır. Bu da Dünyâ’nın düz olduğunu gösterir.

 

‘Yeri de biz döşedik; dolayısıyla güzel de yaptık’ (Zâriyât 48). Bu âyette geçen ‘feraş’ fiili, ‘yaymak, düz hâle getirmek’ anlamına gelmektedir. Bakara 22. âyetinde oluğu gibi bu âyette de ‘feraş’ kelimesiyle Cenâb-ı Allah’ın, yeryüzünü tıpkı bir tümsek gibi üzerinde yaşamanın imkânsız olduğu bir alan yapmayıp, düz bir satıh şeklinde yaydığı bildirilmektedir”.

 

Dünyâ’nın -sözde- yuvarlak olduğuna inanan ve bunu dile getiren müslüman araştırmacıların en çok kullandığı Kur’ân kelimeleri ise “dehaha-tahaha” kelimeleridir.

 

Âyette geçen “dehaha-tahaha” kelimesi açıkça “düzleştirmek, düz kılmak” anlamlarına geldiği hâlde, modern çevirilerde farklı anlamlar verilmeye çalışılıyor. Dehaha kelimesinin “deve-kuşu yumurtası” anlamına geldiğini söylüyorlar. “Dehavna” “udhuvve” kökünden gelir ver daha çok “deve-kuşu yuvası” anlamına gelir. Bu kelime deve-kuşu yuvası için kullanılır ve deve-kuşu yuvası da dümdüz olur. “Medhâ” kelimesi “deve-kuşunun yumurtasını bıraktığı yuva” anlamına gelir. Zâten Kur’ân’da “yumurta” kelimesi “beydun” olarak Sâffât Sûresi 49. âyette geçer. Şu da var ki deve-kuşu yumurtasıyla Dünyâ’nın şekli aynı değildir. Modernler yuvarlak bir şey görmesinler, onu hemen Dünyâ’nın şekline benzetiyorlar.

 

“Bu kelimenin farklı anlamları da vardır ve bu anlamlardan biri de deve-kuşu yumurtası demektir” diyorlar. Fakat bu, “dahv” kelimesinin ilk anlamı değil ki!. Peki niçin ilk anlamı değil de sonraki anlamı kullanılmak isteniyor. Bunun nedeni elbette modern-bilimin baskısı ve kuşatmasından kaynaklanan eziklik ve komplekstir. Hem modern-bilime râm ve meftûn olmaktan hem de modern-bilim ile ters düşmemek için, Dünyâ’nın açıkça düz olduğunu belirten yakın anlamını değil de, modern-bilimin verileriyle uyumlu olan uzak anlamını tercih ediyorlar. Bu tabî ki bir küstahlıktır. Zîrâ Kur’ân, kişilerin istediği gibi kurcalayıp yorumlayabileceği bir Kitap değildir. Çünkü Kur’ân kimsenin babasının malı değildir.  

 

Kur’ân’da bu bağlamda kullanılan; “mehd=beşik, sath=düz satıh, firaş=sergi” anlamındadır ve bu da Dünyâ’nın “küre şeklinde yuvarlak” olmadığını ama kenarlarının “tepsi şeklinde yuvarlak” olabileceğini ortaya koyuyor. Dünyâ’nın Ay’a düşen gölgesinin yuvarlak görüntü vermesi, Dünyâ’nın “küre gibi yuvarlak” oluşundan değil, kenarlarının “tepsi gibi yuvarlak” oluşundan dolayıdır.   

 

Şu da var ki, eğer bu kelime “yaymak ve düzlük-düzeltmek” anlamında değil de “yuvarlak, yuvarlamak ve deve-kuşu yumurtası” anlamlarına gelseydi, Peygamberimiz’de sürekli olarak bir açık arayan Mekke müşrikleri, “ne yâni, Dünyâ yuvarlak mı?” diye sorup alay ederlerdi. Çünkü onlara göre Dünyâ düz bir yerdi. Böyle bir şey vukû bulmamıştır. Çünkü onlar modern-bilimin etkisinde olmadıkları için, dehaha-tahaha kelimelerinin ilk ve gerçek anlamı olan “yaymak, düzlemek” demek olduğunu çok iyi biliyorlardı. Böyle bir tartışma yaşanmadığına ve Mekke’liler Dünyâ’nın düz olduğuna inandıklarına göre bu kelime “düzeltmek ve düz bir zeminde yaymak” anlamındadır.

 

Zâten Kur’ân’da “yuvarlak” kelimesi bile yoktur. Kur’ân’da yuvarlaklık için “yukevvir” kelimesi kullanılır ki o da adı üstünde “kıvırmak” anlamındadır: “…Geceyi gündüzün üstüne sarıp-örtüyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıp-örtüyor"…”. (Zümer 5).

 

“Küre şeklinin ve hacminin büyük olması, düz olmasına mâni değildir” denir. Fakat en nihâyetinde yuvarlak bir şey yanlara doğru gidildiğinde, bir-önceki konuma göre düz olmayacaktır. Bir-önceki konuma göre yeni konum düz olmayacaktır. Belli uzaklıktaki iki konum birbirlerine göre düz olmayacaktır.

 

“Allah, gökleri ve yeri hikmet ve fayda esâsına göre yarattı; geceyi gündüze, gündüzü de geceye doluyor; Güneş’i ve Ay’ı da yasalarına boyun eğdirmiştir. Her biri belirlenmiş bir süreye kadar akıp gitmektedir. Unutmayın ki Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır” (Zümer 5).

 

Bu âyeti, Dünyâ’nın yuvarlak olduğuna işâret olarak yorumluyorlar. Bu âyetteki ‘sarmak’ olarak çevrilen kelimenin aslı, Arapça’daki “kuvvirat” kelimesidir. “Bir şeyi ancak yuvarlak olanın  üzerine sarılır” diyerek bu âyeti Dünyâ’nın yuvarlak olduğuna delil gösteriyorlar. Fakat bu âyet Dünyâ’nın değil göğün hareketinden ve bu hareketin döngüsünden bahsetmektedir. Dolayısıyla Dünyâ’nın şekliyle ilgisi yoktur. Zâten Târık Sûresi’nde “dönüp duran bir gök”ten bahsedilir: “Dönüşlü olan göğe andolsun!” (Târık 11).

 

“Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Bu, her-şeyi sapasağlam ve yerli-yerinde yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz O, işlediklerinizden haberdardır” (Neml 88).

 

Bu âyet de Dünyâ’nın yuvarlaklığına ve döndüğüne delil olarak gösterilir. Fakat bu âyetin siyâkına (öncesine) bakıldığında, sûra üfürülme ve kıyâmet ânında olacak şeyleri söylediği görülür. Dolayısıyla bu âyet de Dünyâ’nın yuvarlaklığına delil olamaz.

 

Görüldüğü gibi, Dünyâ’nın sözde yuvarlak olduğunu kanıtladığı söylenen âyetler ve alâkasız ve yapılan yorumlar da isâbetsizdir.

 

Modernizm hayâtiyetini dîne aykırı olmakla sağlar. Zâten en başında da dîne aykırılıkla başlamıştı. Bu nedenle ilk çıkışından îtibâren dîne aykırı düşünmüş, konuşmuş, yazmış ve araştırma yapmış, böylece bu minvâlde çalıştığı için de istediği ve aradığı sonuçlara ulaşmıştır. Bu bağlamda meselâ Dünyâ’nın düz değil de yuvarlak, sâbit değil de döndüğü gibi şeyleri ortaya koymuş ve böylece doğru fikre ulaştığını söyleyerek tüm Dünyâ’yı etkileme yoluna girmiş ve düşüncelerini ve teorilerini çeşitli şekillerde yaygınlaştırmıştır. Bununla modern uygarlığın sözde etkisini ve gücünü göstermeye ve de “biz ne diyorsak o” düşüncesini ve inanışını oluşturmuştur. Kendi görüşünü tek alternatif yaptığı için insanlar bu yeni düşüncelere ve teorilere kolayca inanabilmiştir. Bu, Dünyâ’nın yuvarlaklığı konusunda da böyledir. Fakat “Düz Dünyâ Teorisi’yle birlikte bir “alternatif” ortaya çıkınca işler değişmiş ve insanlar Dünyâ’nın düz olmasını değerlendirerek düz Dünyâ fikrini araştırmaya ve buna inanmaya başlamışlardır. Yâni mesele bir alternatifin olup-olmamasıyla ilgilidir ve bu her konu ve teori için böyledir. O-hâlde bir alternatifin konulması, kabûl edilip inanılmış olan her modern-bilimsel teorinin de eleştirilmesine ve îtirâz edilmesine neden olabilecek ve yeni görüşler ve teoriler ortaya atılarak tek-el olan modern-bilimin teorilerine inanmaktan kurtulmuş olunacaktır.

 

İncil’de Matta4/8’de: “İblis aynı şekilde Îsâ’yı çok yüksek bir dağa çıkarıp o’na tüm görkemleriyle Dünyâ’nın bütün ülkelerini gösterdi” denir. Bu ancak, Dünyâ düz olduğunda olabilecek bir şeydir.

 

Dünyâ’nın Ay’dan çekildiği söylenen ve her yerde yayınlanarak insanların gözüne-gözüne sokulan o meşhûr fotoğraf, aslında üzerinde epey bir oynandıktan sonra yayınlanan sahte bir fotoğraftır. Bilgisayarda düzenlenerek ortaya çıkmıştır. Çünkü Dünyâ’nın belli bir uzaklığına gidip de Dünyâ’yı tam dolun-dünyâ şeklinde fotoğraflamak imkânsızdır. Zîrâ Dünyâ’nın dışına çıkmak diye bir şey yoktur. Yapılan şey Alçak Dünyâ Yörüngesi’nden alınana fotoğrafların birleştirerek ve düzenlenerek o bilindik -sözde- yuvarlak Dünyâ resminin ortaya çıkartılmasıdır. 

 

Modern-bilim daha Dünyâ’nın yuvarlak mı yoksa geoit mi olduğunu bile netleştiremiyor. Çünkü Dünyâ’nın dışına çıkılıp da Dünyâ’ya bakılmış değildir. Zîrâ Dünyâ’nın dışına çıkmak mümkün değildir. Dr. Bıll Nye: “Dünyâ kapalı bir sistemdir, Dünyâ’dan ayrılamayız, Dünyâ’dan başka gidecek bir yer yoktur” der. Yâni Dünyâ’dan -rûh hâriç- canlı-cansız hiç-bir şey dışarı çıkamaz.

 

Nasa çalışanı Robert Simmon, Dünyâ’nın uzaydan fotoğrafının çekilemediğini, “alçak Dünyâ yörüngesi”nden alınan fotoğrafların birleştirilerek Dünyâ fotoğrafını yaptıklarını yâni photoshop kullandıklarını söyler: https://twitter.com/lukedefrost/status/1073844155372236805

 

Dünyâ’nın yuvarlak değil de düz olduğunun delilleri zâten internette bir-çok yerde bulunduğu için tekrâra girmedim. Söylemek istediğim şey kısaca şu olur ki; Dünyâ’nın düz olduğu, incelemeye, araştırmaya, deneye ve bilime gerek bırakmayacak ölçüde apaçıktır ve zâten basit gözleme, kısa bir bakışa, önyargısız bir düşünceye, selim bir akla ve sağduyuya uygun olan, Dünyâ’nın düz olduğudur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2023 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

5 Ocak 2023 Perşembe

İki Kere İki Kaç Eder?


“Böylece o, yalnızca büyükleri hâriç olmak üzere onları paramparça etti; belki ona başvururlar diye. ‘Bunu ilahlarımıza kim yaptı?. Şüphesiz o, zâlimlerden biridir’ dediler.  ‘Kendisine İbrâhim denilen bir gencin bunları diline doladığını işittik’ dediler. Dediler ki: ‘Öyleyse, onu insanların gözü önüne getirin ki ona (nasıl bir cezâ vereceğimize) şâhid olsunlar’. Dediler ki: ‘Ey İbrâhim, bunu ilahlarımıza sen mi yaptın?’. ‘Hayır’ dedi. ‘Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorlarsa, onlara sorun’. Bunun üzerine kendi vicdanlarına başvurdular da; ‘gerçek şu ki, zâlim olanlar sizlersiniz (biziz)’ dediler. Sonra, yine tepeleri üstüne ters döndüler” (Enbiya 58-65).

 

Apaçık hakîkati görmek, duymak ve kabûl etmek istemeyenler, kendileriyle çelişmek pahasına bâtılın peşinden giderler ve her durumda bâtılı savunurlar. Hz. İbrâhim, yaptığı eylem ile kavmine; “bakın iki kere iki dört eder, niçin beş olduğunda ısrâr ediyorsunuz, aklınız ve kâlbiniz, beyniniz, gönlünüz, sağduyunuz da bunu kabûl etmesine rağmen niçin hâlâ iki kere ikinin beş ettiğini söylüyorsunuz. Yapmanız gereken şey doğruyu söylemek ve hakîkati haykırmaktır” diyor.

 

Apaçık olan şeyi kabûl etmemeyi, iki kere ikinin kaç ettiği üzerinden vermek istediğimizde, hakîkati görmemek, kabûl etmemek ve inkâr etmek ile, “iki kere iki beştir” demek aynıdır. Târih boyunca insanlar, gerek cehâletten, şirkten, küfürden ve zulümden dolayı, gerek arzularından, ihtiraslarından ve aşırılıklarından dolayı, gerekse de şerefsizliğinden dolayı, apaçık hakîkatleri savunmak yerine hep bâriz olan yanlışları ve bâtılı savunmuştur ve iki kere ikinin dört değil de beş ettiğini söyleyebilmiştir. Tâ ki Allah, insanlar içinden bir peygamber seçip ona hakîkatin apaçık belgeleri olan âyetlerini gönderince yâni hakkı bâtılın üzerine fırlatıp da bâtıl def olup gittiğinde, böylece hakkın ve bâtılın ne olduğu apaçık bir şekilde açığa çıktığında, haktan ve hakîkatten kaçılacak yer olmadığı görülmüş ve hep bir ağızdan iki kere ikinin dört ettiği kabûl edilerek dile getirilmiştir.

 

İki kere ikinin dört ettiğini en iyi bilenlerden biri şeytan olmasına rağmen insanlara iki kere ikinin hep beş ettiği telkinini yapar. Yine târih boyunca bâtılın savunması çeşitli ideolojilerle, sistemlerle, lîderlerle, şeytan ve nefs ile yapılmış ve bu nedenle bâtılın ve hurâfelerin taraftarları hep çok olmuştur. Günümüzde de bâtılın ve yanlışın apaçık savunması modernizm ile yapılmaktadır.

 

Modernizm denen melânet, modern insana iki kere ikinin beş olduğu yalanını söyleye-söyleye inandırmıştır. Hâlbuki buna inananlar ilk başta “olur mu öyle saçmalık” diye îtirâz ediyorlardı. Fakat modernizm, tam da nefse göre yaptığı ve nefsi alabildiğine kışkırtacak üretimlerle insanlara mutluluk zannettikleri hazzı sağlayınca ve de buna göre iki kere ikiye aşırı modern yorumlar yapınca, ortaya çıkardığı büyü neticesinde, modern insan da artık iki kere ikinin beş olduğuna inanmaya ve bir süre sonra da bunu ölümüne savunmaya başladı. Hattâ artık modern insan için iki kere ikinin beş ettiği modern bir îman umdesi hâline geldi. Üstelik iki kere ikinin beş olduğunu kabûl etmeyenleri ve “hayır iki kere iki dört eder” diyenleri de yobaz, gerici, câhil, örümcek kafalı ve terörist olarak yaftalamaya başladılar. Düşünebiliyor musunuz; apaçık ve bâriz bir hakîkati inkâr ediyorlar da bâtılı savunabiliyorlar. Bu durum cehâlet, ahmaklık ve aptallıktan başka, aslında bir cezâdır. Hakîkate “hakîkat” dememenin cezâsı.  

 

Modern insan, 2+2’nin 5 olduğuna inandırılmış olan insandır. Buna öyle bir inanmıştır ki, birileri de çıkıp, “hayır kardeş!, 5 değil, 4 eder” dese; ilk önce espri yapıyor diye güler; sonra onu cehâletle suçlar ve en sonunda da 2+2’nin 4 olduğunda ısrâr edenleri, “fitne çıkarmak”la suçlayıp “terörist” îlan ederek düşman olur.

 

Bu derin gaflet nedeniyle hakîkati yüksek bir sesle dile getirmek şart olmuştur. Zâten doğruyu ve hakkı tatlı dilden ziyâde sert ve öfkeli dil daha açık hâle getirir. İki kere ikinin dört olduğunu sert bir şekilde söylersiniz ve “iki kere iki dört!” dersiniz. Net olan şey üzerinde yorum yapmaya gerek kalmaz. Oysa bâtıl hep yoruma muhtaçtır.

 

2+2’nin yada 2X2’nin 4 olduğunun nedenini ve nasılını bilmek sonucu değiştirmez. Apaçık hakîkat, açıkla(n)maya ihtiyaç duymaz. Hakîkat nettir ve apaçıktır. Bu nedenle “gerçekten böyle mi?” diye araştırmaya girmeye gerek yoktur. İki kere ikinin dört olduğu, hakîkatten yana olanlar için şüpheli değildir ki sonucun ne olduğu hakkında araştırma ve deney yapılsın. Aşırı araştırma, yorum ve deney, bâtıl olanı hak gibi göstermek için yapılır.

 

İşte modernizm, şeytanın, nefsin, tâğutların etkisiyle ve hazzın özlemiyle insanları yanıltmakta, bâriz hakîkatleri bile-bile önce bâtılla karıştırarak şüpheli hâle getirmekte, ondan sonra da şüpheli olan şeyleri hak gibi göstererek kabûl ettirmektedir. Modernizmin küresel çaptaki baskı ve kuşatması insanları şüpheye ve komplekse düşürmekte ve modernizmin baskın teorilerini ve dilini kabûl ederek savunur hâle getirmektedir. 

 

Modernizm gerek haz-merkezli ürünleriyle gerekse de beşeri ideolojileri ve aşırı yorumları ile ilk önce hak ile bâtılı karıştırıyor, sonra da bâtılı üste çıkarıyor ve bâtılı hakîkat diye yutturuyor. Böylece insanlar da artık bâriz hakîkatler yerine bâtılı kabûl etmeye ve ona îman etmeye başlıyorlar. Üstelik o bâtıl îmâna zinhar şirk bulaştırmıyorlar ve inandıkları bâtılı ölümüne savunuyorlar. Bâtıl uğruna, başka bir şey için göstermeyecekleri fedâkârlıkları gösterebiliyorlar. Çünkü şeytan, nefs ve tâğutların büyüsüne kapılmış ve dirâyetini kaybederek modern sistemin oyuncağı hâline gelmişlerdir.

 

Bâzen de duyarlı ama bâtıl yolda giden insanlara gerçeği çok net olarak göstermenize rağmen, kafa ve beden konforunu bozmamak için hakîkati duymazlıktan, görmezlikten ve bilmezlikten gelerek üç maymunu oynayanlar oluyor.

 

Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır ve hakkı savunanlarla bâtılın peşinde olanların ayrıştırıldığı yerdir. Hakkın ne olduğu ve bâtılın ne olduğu, gören ve kabûl edenler için çok nettir. Fakat hak ve bâtılın hiç îtirâz edilmeden görülmesi ve kabûl edilmesi ancak âhirette olacaktır. Hak ortaya konduğunda ve iki kere ikinin beş değil de dört olduğu apaçık bir şekilde ortaya çıktığında, hakkın tarafında olanlar sevinirlerken, bâtılın tarafında olanlar ise büyük pişmanlıklar yaşayacak, fakat iş işten geçmiş olacaktır.

 

En doğrusunu sadece Allah bilir.

 

Hârun Görmüş

Temmuz 2022

 

 

Devamını Oku »

29 Aralık 2022 Perşembe

Neden ve Nasıl Çatışması

 

“Biz, bir ‘oyun ve oyalanma konusu’ olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık. Eğer bir ‘oyun ve oyalanma’ edinmek isteseydik, bunu, kendi katımızdan edînirdik. Yapacak olsaydık, böyle yapardık” (Enbiyâ 16-17).

 

“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azâbından koru” (Âl-i İmran 191).

 

İnsanlık târihi, “neden” ve “nasıl” çatışmasının târihidir. Neden-merkezli yaşayanlarla nasıl-merkezli yaşayanların çatışmasıdır. Bu savaşta ve çatışmada haklı olanlar elbette neden-merkezli yaşayanlardır. Çünkü onlar “neden”i merkeze alırken “nasıl”ı inkâr ve iptâl etmezler ama “nasıl”ı merkeze alanlar “neden”i iptâl ve inkâr ederler.

 

Kartezyen felsefe, “neden ve niçin” âlemin dışında tutar ve sâdece “nasıl”la ilgilenir. Nasıl ile niçin ayrıldığında bu sonuç kaçınılmazdır.

 

Neden-merkezli yaşayanlar, aşkın bir hakîkate yâni Allah’a göre yaşayanlardır. Allah, yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü gibi, âlemin bir amaca bağlı olarak yaratıldığını söyledikten sonra, yaratılanların yaratılışı hakkında yâni nasıllığı hakkında da düşünmelerini ve gözlem yapmalarını emreder. Fakat nasıl-merkezli yaşayanlar, yaratılmış olanların sâdece yapılarıyla yâni nasıllığı ile ilgilenirler ve onların varlığının nedenine-niçinine hiç bakmazlar ve bunu es geçerler. Bu bakış elbette eksik bir bakış olduğu için, nasıl-merkezli yaşayanların çıkarımları, teorileri ve yargıları her zaman yanlış olur yada sağlam ve uzun-ömürlü olmaz da kısa süre sonra yeni bir geçici teori ve iddiâ ile yıkılır gider. Zîrâ nedene bakılmadığında yâni Yaratıcı hesâba katılmadığında, varlığın tamâmını görmek mümkün olmaz da hep eksik görüş olur, bu eksiklik de yanlış çıkarımlara neden olur.

 

Allah, tüm varlığın yaratılışının bir nedeni ve amacı olduğunu söyledikten sonra, nasıl yaratıldıklarına ve ne şekilde olduklarına bakılmasını ve üzerinde düşünülmesini ve araştırma yapılmasını da emreder:

 

“Bakmıyorlar mı o deveye; nasıl yaratıldı?. Göğe, nasıl yükseltildi?. Dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu?. Yere; nasıl yayılıp-döşendi?” (Ğâşiye 17-20).

 

“O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4).

 

  Neden-merkezli nasıllıkta her-şey nedeni hatırlatır. Nasıl-merkezlilikte de aslında her-şey Yaratıcısını hatırlatır ama nasıl-merkezlilikte varlığın nasıllığını araştırmanın bir türlü sonu gelmediğinden ve yapılan açıklamalar bir türlü bitmediğinden dolayı, nasıl-merkezli yaşayanlar nedeni hiç düşünmezler ve düşünülmesini istemezler. Şu da var ki, bir şey aşırı araştırıldığında ve incelendiğinde parçalanmayı gerektireceği ve parçalamanın da o şeyin yapısını ve büyüsünü bozacağından dolayı, artık nasıllığı araştırılan şeyin içinde taşıdığı potansiyel “neden” de parçalanmış olur ve Yaratıcı’yı gösteremez hâle gelir. Bir şeyin orijinâlliği bozulduğunda o şey yarar değil zarar vermeye başlar.

 

İslâm’da bir şeyin nedeni gösterildikten sonra nasılı da gösterilir ve yada nasıllığı belli bir sınıra kadar yâni parçalanıp yapısının bozulmayacağı kadar araştırılıp incelenmesi emredilir. Sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsi, hukûkî, kânûnî, askerî vs. konularda ise nasıllık zâten peygamber örnekliği ile apaçık ve örnek alınacak şekilde gösterilmiştir ve bu örnekliğe “güzel örneklik” (Ahzâb 21) denilerek bu örnekliğin tâkip edilmesi emredilir.

 

Kur’ân “ne yapılacağı”nı söylerken, Peygamber (Sünnet), “nasıl yapılacağını” gösterir. Kur’ân’da peygamberlerin mücâhede ve mücâdeleleri ayrıntıları ile anlatılıp dururken; “ne yapmalı?”, “nasıl yapmalı” sorularını sormak abestir. Kur’ân kıssaları, “İslâmî Hareket Metodu”dur. Kur’ân’ın “güzel örneklik” (Ahzâb 21) dediği “sünnet pratiği” göz-ardı edildiği için, sürekli olarak; “Ne Yapmalı, Nasıl Yapmalı” başlıklı kitaplar yazılıp duruluyor fakat “ne yapılması” ve “nasıl yapılması” gerektiğine bir türlü karar verilemiyor.

 

İki sorudan “nasıl” sorusuna modern-bilimi de kullanarak (çoğu tutarsız olsa da) bâzı cevaplar verilebilir fakat, “niçin” sorusuna, Allah’ı hesâba katmadan hiç-bir cevap verilemez. Modern-bilimin neden ile ilgilenmemesinin bir nedeni de budur. Nedene cevap verebilmek için mutlakâ Allah’ın hesâba katılması gerekeceğinden ama bu yapıldığında modern-bilimin terâneleri açığa çıkacağından dolayı modern-bilim işe Allah’ı zinhar karıştırmaz da O’nu kâlplere, vicdanlara ve dört duvar arasına hapsetmek ister. 

 

Aslında tüm mesele sonuca ulaşmaktır. Eğer bir insan “neden”den yola çıkarak sonuca ulaşıyorsa ve Allah’ın râzı olacağı düşünce, amel ve eylemde bulunuyorsa, o kişinin nasıl ile ilgilenmesi gerekmez ki, nasıllığı araştırmanın belli bir kesime has olduğu zamanlarda bu hep böyle olmuştur ve insanların geneli “neden”den yola çıkarak ve “nasıl” ile çok da ilgilenmeyerek Allah’ın râzı olacağı düşünce, amel ve eyleme ulaşabilmiştir. Zâten nasıllık özellikle modernizm ile aşırı gündem edilmekte ve dayatılmaktadır. Eğer ideâl bir sonuca ulaşıldıysa, o sonuca nasıl ulaşıldığını araştırıp durmanın ne önemi var?. O sonucu korumak daha önemlidir.

 

Modernizm denen Allah’sızlık, “neden”den “nasıl”a bir geçiştir. Bu nedenle de insanlar artık nedeni düşünmüyorlar ve hep nasıllık üzerinde duruyorlar ve “niçin yaşıyorum” sorusunu değil, “nasıl yaşıyorum” sorusunu soruyorlar. Oysa îmanlı bir “niçin” sorusuyla, ahlâklı bir “nasıl” sorusuna ve cevâbına ihtiyâcımız vardır.

 

Târih boyunca “nasıl” ile ilgilenenler çok az sayıda olmuştur-olmaktadır, fakat “neden” sorusu hep ilgi konusu olmuştur. Hattâ “nasıl” ile hiç ilgilenilmediği zamanlarda bile “neden” sorusu ve cevap arayışı hep olmuştur. Nedeni merkeze alarak nasıl sorusunu sormanın ve ona cevap aramanın bir zarârı olmadığı gibi, bu insana yaraşır bir şeydir elbette. Sorun, nasıl sorusunu sormak ve ona cevap aramakta değil, nedeni iptâl ve inkâr ederek nasıla yönelmek ve nasılı dinleştirmektir. Çünkü nedensiz nasıl ile uğraşmak Allah’ı hesâba katmamak demektir ve Allah’ı hesâba katmadan yapılan işler çok da uzun olmayan bir vâdede -aynen günümüzde olduğu gibi- mutlakâ fitne üretir, ifsâd eder ve zulüm ortaya çıkarır ki modernizm ile “nasıl”ın ilahlaştırılması, gelinen noktada insanları perişân etmektedir.

 

Modernizm bir Yunan ve Roma paganizmidir. Helen kökenlidir. Helenizm’de “neden” bir kenara atılırken “nasıl”lık dinleştirilir ve merkeze alınır. Nedenden ziyâde nasıllığı önceler. Zîrâ merkeze Allah’ı, âhireti, vahyi, peygamberleri, dîni yâni gaybı aşkın hakîkatleri değil, Dünyâ’yı; maddeyi, eşyâyı, insanı ve aklı merkeze alır. Algıladığımız dünyânın açıklanması birinci derecede öncelik taşır. Helenik sistemde “varlığın neden vâr olduğu” sorusu akla gelmez yada getirilmez. Böyle olduğu için de “neden”i iptâl ve inkâr edenler ve de “nasıl”ı dinleştirenler, kısa süre sonra Deizm ve Ateizmi dinleştirirler ve aşkınlığı inkâr etmeye yada etkisiz kılma yoluna girerler. Zîrâ Deizm ve Ateizm, “neden” üzerinde değil, “nasıl” üzerinde durur, başka bir ifâdeyle, sâdece algıladığımız dünyâyı açıklamakla uğraşır ve böylece “neden”i görmezden gelir. Çünkü “neden “kişiye dînî sorumluluk yükler. 

 

“Neden”in hesâba katılmadığı ve “nasıl”ın aşırı öne çıkarılıp dinleştirildiği zaman ve mekânlarda varlığın ve insanın nasıllığı, mecbûren masa-başında üretilmek zorunda olan Big-Bang ve Evrim Teorisi denen zırvalıkların ortaya çıkmasına “bir ‘neden’in olmadığı” gösterilmeyen çalışılır. Oysa kâinattaki her-şey, gören gözlere Allah’ı hatırlatır durur.

 

Şu da var ki, insanın çift kutuplu yapısından yâni maddî ve mânevî-rûhî yapısından dolayı, âlemin sâdece işleyen sistemini açıklamaya çalışmak yâni “nasıl”a yoğunlaşmak insanı iknâ etmez ve insan her zaman “nedeni-niçini” merak eder. Zîrâ rûhu da iknâ olmadıkça insan gerçek anlamda tatmine ulaşamaz.

 

Bir yazıda neden ve nasıl hakkında şunlar söylenir:

 

“Geleneksel bir düşünür için, “neyi nasıl bilebilirim?”, “bildiklerimden nasıl emin olabilirim?” yada “bilginin kaynağı akıl mıdır, duyular mıdır?” türünden sorular tâli önemde sayılırdı. Daha önemli ve temel sorular; “varlığımın kökeni nereye uzanmaktadır?”, “nereden gelip nereye gidiyorum?” (mebde’ ve mead soruları) veyâ “benim varlığımla benden üstte ve altta yer alan varlıklar arasında nasıl bir iç-bağlantı kurulabilir?” şeklindeki sorulardı. Geleneksel bir düşünce sisteminde bilgi, modem düşüncenin tersine ahlâkî, toplumsal ve dînî dünyâlar içinde bir yere sâhipti”.

 

Ramazan Yazçiçek de şöyle der:

 

“Niçin’leri öteleyip nasıl’larla avunmak, kendi medeniyetinden uzaklaşmanın kolaycılığı yanında aslında insanın kendine ihânetidir. ‘Kendine ihânet’ diyorum, çünkü düşünmeyen, niçin bilmesi/anlaması gerektiğini bilmeyen birinin, bilmesi de anlaması da mâlûmat yığınından öte değildir”.

 

Nasıl-merkezli bilmeyle ve açıklamayla iknâ olamayan insanın, nedeni ve niçini araştırmaya başladığında, dış-âlemden ziyâde iç-âlemi merkeze alması ve bu bağlamda şeytanı, nefsi ve hazzı kısması yada engellemesi gerektiğinden dolayı bunu kabûl edememekte ve bu yüzden de Deizm ve Ateizm’den medet umarak Allah’ı inkâr ve iptâl etme yoluna girerek “nasıl”ı açıklayan modern-bilimi yeni din; bilim-adamlarını yeni peygamberler ve bilimselliği de yeni ilah îlân ederek tapmakta-tapınmaktadır.

 

Nasıllık mecbûren tümevarım yolunu uygular ama bunu tümdengelimi dışlayarak yapar. Böyle olunca da sürekli bir yanlış içine girer ve “yanlışlanabilir” olmayı ilkeleştirir. Varlığın ve eşyânın tek yaratıcısı olan Allah inkâr edildiğinde yâni “neden” sorusu sorulmadığında, madde ve eşyâ yeni ilahlar olur ve eşyâya tapılarak madde-perest olunur ki nedeni iptâl ve inkâr eden modernizm, insanı eşyânın kulu hâline getirmiştir. Modernizmde maddenin bu kadar öne çıkarılmasının nedeni budur. Eskiden göğe bakınca Allah’ı görenler, şimdilerde göğe bakınca yıldızları, gezegenleri yâni yine maddeyi görürler. Üstelik maddeyi ayrıntılı ve detaylı görebilmekle övünürler. Oysa bu bakış-açısı insanı boşluğa düşürüp yavaş-yavaş tüketmektedir. Zîrâ ne kadar geri bırakılmış olsa da insanın rûhu vâr olmaya devâm etmekte fakat tatmin edilmediği için insan bir türlü gerçek anlamda tatmine ulaşamamaktadır.

 

Tabi biz burada nasıllığı kötülemiyoruz ve iptâl ve inkâr etmek istemiyoruz. Nasıllığın nedenlikten ve niçinlikten bağımsız olarak kullanılmasını eleştiriyoruz. Yâni Allahsız bir akıl yürütme ve değerlendirme yapılmasına karşı çıkıyoruz. Çünkü âlemi yaratan Allah hesâba katılmadığında, eksik ve yanlış bilgi açığa çıkacaktır ve bu bilgi merhâmetten, vicdandan, adâletten, haktan ve hakîkatten kopuk olacağı için kısa-vâdede insana zarar vermeye başlayacaktır ki modernizmin târihi işte bunun târihidir. Allah hesâba katılmadığında yâni “neden” sorusu sorulup da “nasıl”la birleştirilmediğinde, iyilik açığa çıkamayacaktır. Zîrâ merkezde Allah, âhiret, vahiy, din, Kur’ân, Peygamber yâni İslâm değil, şeytan, nefs, haz ve tâğutlar olacaktır. Bu da belki mutlu bir azınlık oluşturacak ama insanların çoğu maddî yada mânevî anlamda tükenmeye başlayacaktır. An-îtibârıyla olan şey budur.

 

Merkezde “neden ve niçin” olan bir “nasıllık” ile ancak netliğe, doğruya ve hakîkate ulaşılabilir ve insanlara fayda sağlanabilir. Nedensiz nasıllık ise insana hep sıkıntı olarak dönecektir-dönmektedir.

 

“Neden” Allah’tır. Neden yâni Allah olmadığında sığınılacak sağlam bir dayanak kalmaz ve hem kâlpler hem de tüm her-şey tatmine ulaşamadığı gibi perişanlıktan kurtulamaz.

 

“Sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?” (Mü’minûn 115).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

26 Aralık 2022 Pazartesi

Müslümanlık ve Türklük

 

“Ey insanlar!; gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucûrat 9-13)

 

Müslümanlığı seçmek, hayâta 1-0 yenik başlamayı kabûl etmek ve bunu göze almak demektir. Çünkü Müslümanlık “kısıtlanmayı kabûl etmek” ve “ağır bir yükü sırtlanmak” demektir. İslâm’ın rajonu budur. Yoksa modernlerin zannettiği gibi İslâm “yan gelip yatma dîni” değildir.  

 

Halifeliğin kaldırılması batı’nın isteği ve zorlamasıyla olmuştur. “Çimento” işlevi gören halifelik kalkınca Osmanlı/Türk’ün müslüman-dünyâ ile ilişkileri kesilecek, İslâm-dünyâsı zayıflayacak, parçalanacak ve sonunda da müslüman-coğrafyada bulunan yer-altı ve yer-üstü zenginlikler bir baskı ile karşılaşılmadan batı tarafından kolaylıkla sömürülebilecektir ve de aynen böyle olmuştur. Bu projenin tutması için milletleri bir-birine düşman etmek gerekiyordu ki bunu da çeşitli söylemler ile gerçekleştirdiler. Meselâ Türklere: “Araplar sizi arkadan vurdu/vuruyor” derlerken; Araplara da: “Bu Türkler de dinden çıktı ve sizi kendi hâlinizde savunmasız bıraktı” dediler. Bunu uzun zamandır sünnî-şiî düşmanlığı olarak devâm ettiriyorlar. İslâm-dışı (seküler) öğretiler ve kültürle bu düşünceler ve düşmanlıklar çok kolay oluşturulabildi. İslâm-dünyâsının hâl-i pür melâlinin nedeni budur (birliğin bozulması). Gerisi hikâye…

 

Bozulan birliğin biri de Müslümanlık ile Türklüktür. Bu bozulma, Türklerin Müslümanlık’tan uzaklaşmaları ve çıkmaları ile olmuştur. Müslümanlıktan önce Türklerin çok bir etkisi ve etkinliği yoktu. Devletleri vardı ve kısa zamanda iyi savaşçılar oldukları için savaşlar kazanıyorlar ve topraklarını genişletiyorlardı. Fakat Türklerin medeniyetleri yoktu. Sanat, edebiyat, ilim, kültür, sağlam bir din ve medeniyetleri yoktu. Çünkü göçebe yada yarı-göçebe oldukları için kitap-merkezli değillerdi. Kalıcı ve etkili olamamalarının nedeni budur. İslâm’dan sonra ise Türkler bu alanlarda da görünür oldular ve etkili eserler ve medeniyet ortaya çıkardılar. Fakat yine de kitap-merkezli olmadıklarında dolayı kılıcın işe yaramamaya başlamasıyla birlikte çöküşe geçtiler. Osmanlı meselâ çok iyi sanat, asker ve devlet adamaları yetiştirdi, hârika işler başardı fakat ilmî alanda yetersizdi. Büyük devletler ve imparatorluklar biraz böyle olur. Çünkü “zâten Dünya’nın agasıyız, bir de başka bir şey yapmamıza gerek yok” düşüncesi oluşuyor. Selçuklu Devleti ilmî alana önem vermek bakımından Osmanlı’dan daha ütündü. Osmanlı ileride, (ilme gücü oranında) yeterli önem vermemenin zararlarını görmüştür.

 

Türkler târih boyunca 16 tâne devlet kurmuşlardır, fakat târih boyunca kurulan 16 devletin 15’i yıkılmıştır. Bu nedenle “millet ve ırk” olarak bir devamlılık olsa da, hiç-bir zaman ebedî olarak kalacak bir devlet olmaz. Bu, hiç-bir ırk ve milletin kurduğu devlet için mümkün olmamıştır ve olamaz. Türkler kıyâmete kadar yaşayacaklardır fakat şu-andaki devletlerinin de bir gün gelip yıkılması ve yeni bir devlet kurmaları olasıdır. Bu ne zaman ve nerede olur, sâdece Allah bilir.

 

Türk Cumhuriyet târihi, “dînî olan”dan uzaklaşıp, “uygar olan”a (medenî değil) yönelmenin-yöneltilmenin târihidir. Cumhuriyet târihi, “Türkler’in paganizme geri dönüşünün târihi”dir aslında. Böylece yeniden “ata”lara tapmaya başlamışlardır. Yüzünü batı’ya dönen Türkler, batı’yı taklit etmekle ve dinden uzaklaşmakla uygar (muâsır) olamadıkları gibi, dindarlıkları da epey bir zayıflamıştır. Doğu ve İslâm medeniyeti ile Dünyâ’ya yüzlerce yıl hâkim olan Türkler-Müslümanlar, batı uygarlığı ile, hatırı sayılır bir başarı bile yakalayamadılar. Gevura “gevur” demenin yasaklandığı târih, Türklerin-Müslümanların Dünyâ-târihinden çekilmesinin başlangıcıdır.

 

Eski Türk’lerin Tanrı inancı “Gök Tanrı” inancıydı. Yeni Türk’lerin Tanrı inancı da aynıdır. Türkler bir-çok din değiştirmişlerdir. Bu değişikliği yaparlarken bir-önceki dinlerinden yeni dîne bir-çok unsurlar taşımışlardır. Eski dinlerinden yeni dîne girerken eski dinlerinin artıklarını da yanlarında taşımaya alışkın olan Türkler, İslâm’a girerken de eski dinlerinin artıklarını yanlarında getirmişlerdir. Şamanizm, Zerdüştlük, yanlış çevirilen âyetler ve uydurma hadislerle sentez olarak ortaya çıkan tasavvuf denen zırvalık böyle ortaya çıkmıştır. Eski Türklerin dîni, “gök-tengri” dîni idi. Türkler “gök” olana yâni mâvi göğe taparlardı. Gök “mâvi” demektir ve göğü ifâde eder. Bu dindeki tanrı; adı üstünde; “gök-tanrı”=“göğün tanrısı” idi, “yerin tanrısı” değildi. “Yerin tanrısı”, sonu “han” ve “kan” ile bitenlerdi. Hunlar’ın çağında Türkler’in başında, “yabgu” denen bir büyük hâkan vardı. Yabgu’nun “Gök Tanrı’nın yeryüzündeki vekîli” olduğuna inanılırdı. Bu nedenle de eski Türk dîni, lâikti. Lâikliğe geçiş, “batı lâikliği”nden çok, “eski Türklerin lâikliği”ne bir geçiştir. Türkiye’de farklı bir lâikliğin olmasının nedeni budur. İstisnâları saymazsak; Türkiye’de ne lâikler bilinçli lâiktir; ne de müslümanlar bilinçli müslümandır. Kafalarına uyan bir lîder görmeyiversinler, hemen takılırlar peşine..

 

Türkler “Tanrı” sözünden, “aşkın bir yüce varlığı” değil, görünen göğü anlarlar. Namık Kemal Zeybek “Türklerin Allah inancı nasıldır?” sorusunu şu şekilde cevaplar:

 

Varlığın dışında bir Tanrı falan yok. O yüzden Türk inancında ‘Tanrı var mıdır, yok mudur’ tartışması da yok. Çünkü Tanrı gök. Gök dediğimiz uzay, kozmos. Bayat ve Mengü. Başlangıcı ve sonu olmayan, sınırsız, ne varsa içine alan ama her vâr olanın da içinde olan. Varlığın kendisi Tanrı yâni. Onun için Türk, Tengri dediği zaman “gök” kastedilir. Allah varlığı kendisinden yaratmıştır. Varlığın kendisi Tanrı’dır. Türk Müslümanlığıyla Arap Müslümanlığını ayıran birinci mesele budur: Tanrı inancı”.

 

Türkler, Türklüklerini ve müslümanlıklarını ifâde etmek için şu sözü kullanırlar: “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar müslümanız”. Fakat bu söz müslümanlıktan çok Türklüğü öne çıkarır. Zîra Tanrı Dağı’nın yüksekliği 7439 metre iken Hira Dağı 642 metre yüksekliktedir. Yüksek olan ve Türklüğe isnât edilen dağ Tanrı Dağı’dır. Zımnen; “bizim Türklüğümüz Tanrı Dağı gibi yüksekken, müslümanlığımız ise ancak Hira Dağı’nın yüksekliği kadardır” denir gibidir.  

 

Türkler’in İslâm’dan önce doğru-düzgün bir kültürleri ve uygarlığı yoktu. İslâm-öncesi Türkler, Çin ve Îran medeniyetlerinin etkisindeydi. İslâm’a girdikten sonra ise; Cumhûriyet Dönemi’ne kadar, (üzerine İslâm serpiştirilmiş) “Îran kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” yaşarlarken; Cumhûriyet’ten sonra ise, (dîni devletten uzaklaştıran) “Greko-Romen (batı) kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” hayâtiyetlerini sürdürmektedirler. Oysa İslâm onlara bir Medeniyet sunmuştu. Fakat Türkler bir türlü Kur’ân ve Sünnet-merkezli ol(a)mamış ve İslâm Medeniyeti ile barışamamıştır. Barışacak gibi de gözükmemektedir.

 

Avrupa’lının Müslümana Türk, Türk’e de Müslüman demesi, Müslüman=Türk’tür anlamına gelmez. Bu söylem Avrupa’lının kendisini bağlar. Türk ve Müslüman ifâdeleri farklı durumların konusudur. Türk’lük, (yada diğer ırklar) et-kemik-kan vs. ile alâkalı ve “mezara kadar sürecek olan” bir yapıyla alâkalı iken; Müslümanlık, doğuştan başlayıp âhirette de devâm edecek bir hayâta inanlara verilen bir isimdir. İnsanı kimin ne ile niteleyip târif ettiği çok önemli değildir, insanı, Allah’ın nasıl isimlendirip târif ettiği önemlidir ki Allah Kur’ân’da bize “müslüman” adını veriyor ve bunun için bir ırk-milliyet ayırımı yapmıyor:

 

“Anadolu Müslümanlığı” savunucularının dile getirip durduğu “Türk demek Müslüman demektir” sözünün İslâmî bir dayanağı yoktur. Büyük dedesi Hâşim’in hanımı Selmâ ile de ilişkilendirerek Peygamberimiz’e de Türk diyenler vardır. Türk olmak bizim fizîki yapımızla, görünüşümüzle, örf ve kültürümüzle alâkalıdır ve herkes kendi örf-âdet-kültürüne alışkındır ve kendi âdetini-kültürünü sever. Biz de Türk örf-âdet-kültürüne ve coğrafyasına alışkınız ve onu seviyoruz. Bu normâl bir şey. Fakat esasta her Müslüman, örfünü-kültürünü de İslâm’a göre düzenlemelidir ki İslâm âlemi bunu yapmış ve vahye uygun kültür-örf-gelenekler ortaya koymuşlardır.

 

“İslâm demek Türk demektir” yada “Türk demek İslam-Müslüman demektir” sözü boş laf. Türk demek Müslüman demekse, Göktürkler de mi müslümandı?. Göktürkler “Gök Tanrı” inancının yanında, Kur’ân’ın da şirk olarak ifâde ettiği “atalar kültüne” sâhiptiler. Bu söylem târihin bir dönemini ve bir-kısım insan kitlesini ilgilendiren bir isimlendirmedir sâdece. Türk, “Türk Kavmi’nden olan” demektir. Türk ırkından olan bir anne-babadan doğana Türk denir. Müslüman ise; “İslâm yolunda olan” demektir. İster Türk olsun, ister başka kavimden.

 

Peygamberimiz’in sahabelerinin içinde Habbab bin Eret, Ebu Berke, Sâlim gibi Türk olduğu söylenen sahabeleri vardı. Her ırktan insan vardı. Bunlar hep birlikte Peygamberimiz’in çevresinde toplanmış sahabelerdi ve milliyetlerini-ırklarını değil, mânevi kimlikleri olan İslâm’ı-Müslümanlığı öne çıkarıp yaşamışlardır.

 

Türklerin baskın dînleri, tüm zamanlarda şamanizm ve neo-şamanizm olmuştur. Türkler müslümanlığı kabûl ettiklerinde aslında İslâm’a çok da sıkı bağlanmamışlardı. O yüzden de Şamanlığı da andıran tasavvufî-mistik bir anlayışı benimsediler. İşin aslı şu ki, Türkler (istisnâlar hâriç) İslâm’a hiç-bir zaman dört elle sarılmadırlar. Örf her zaman bir adım öndeydi.

 

Aslında İslâm ile Müslümanlık’ı ayırmak gerekir. İslâm, “temelini vahiy-Kur’ân ve amel-eylem/Sünnet merkezinde bulan, Allah’ın sözlerinden oluşan emirler, nehiyler ve hayat nizâmı için gönderilen din”dir. “Müslümanlık” (müslim değil) denen şey ise, merkeze dîni değil de geleneği-göreneği, kültürü, çıkarı, kişileri, uydurmaları, hurâfeleri ve hattâ zırvalıkları, tâvizi vs. alan çeşitli düşünme ve tapınma alışkanlıklarıdır. Ahmet Yaşar Ocak bu bağlamda şunları söyler:

 

“İslam ile Müslümanlık kelimeleri arasındaki nüansı bilmek lâzım. Bu iki kelime her ne kadar günlük konuşma dilinde birbiri yerine kullanılıyorsa da, aslında târihsel ve sosyolojik olarak bu kullanış doğru değildir. Çünkü ‘İslâm’ kelimesi, soyut anlamda bir din olarak temel kaynaklarındaki yazılı biçimiyle İslâm Dîni’nin inanç, ibâdet, ahlâk vs. esaslarını işâret ederken; ‘Müslümanlık’ kelimesi ise, bu dînin târihsel süreç içinde, kendilerine ‘müslüman’ denilen toplumlarca yorumlanarak pratiğe aktarılmış, yaşanmış, son tahlilde ‘kültürleşmiş’ şeklinin adıdır. Dolayısıyla sosyolojik olarak tek değil, bir-çok müslümanlık vardır. Şöyle de söyleyebiliriz: İslâm semâvî, müslümanlık veyâ müslümanlıklar ise beşerîdir. ‘İslâm’ kelimesi teorik çerçevede yâni yazılı ve geleneksel temel kaynaklarındaki hâliyle tek bir din öğretisini ifâde ederken, ‘Müslümanlık’ kelimesi, bu öğretinin târih içinde çeşitli zaman ve zeminlerde değişik anlayışlarda şekillenmiş ve kültürleşmiş yorumlarıdır”.

 

İslâm, kültürler ve târihler tarafından nesneleştirilip değiştirilecek ve İslâm-dışı motiflere uyarlanacak bir din değildir. İslâm belirlenmez, belirler. Bir şeyin yorumu o şeyin kendisiyle çelişiyorsa, o şeyin yorumu o şeyin kendisi değildir. Bu yüzden de bir “Türk Müslümanlığı”, “Fars Müslümanlığı” veyâ yörelerine göre farklılaşan bir “Arap Müslümanlığı”ndan bahsedilse de bunlar İslâm ile aynılaştırılamaz. İslâm, temelini Kur’ân’ın belirlediği ve güzel örnekliğini Peygamberimiz Hz. Muhammed’in yaptığı hayat nizâmının adıdır.

 

Kimin kânunlarına göre hareket ediyorsanız, onun dînindensinizdir. Türkiye’de Allah’ın kânunlarına göre söylemde ve eylemde bulunmak kânûnen yasak ve suçtur. (Anayasanın 24. maddesi). Türkiye’de İslâm, Anayasanın 24. maddesine göre yasa-dışı bir dindir. Fakat Atatürk’ün kânunlarına göre hareket etmek şarttır. Bu durumda “Türkiye’nin ilahı kimdir?” sorusu anlamlıdır.

 

Türkler müslüman olduktan sonra kânunlarını İslâm’a ve töreye göre “ikili hukuk” şeklinde icrâ etmişlerdir. Zamanla töre, İslâm hukûkunun yâni şeriatın önüne geçmiştir. Fakat bilinsin ki, “şirk” budur. İslâm yetersiz bir din ve hukuk sistemi değildir ki “biraz ordan biraz da burdan” düşüncesini onaylasın.

 

Kur’ân’ı okuyup Peygamber’e uymak yanlış görülürken, Kur’ân’ı okuyup da Atatürk’e uymak doğru görülüyor. Peygamber’e hakâret edenlere “gık”larını bile çıkarmayanlar, Atatürk’e karşı “laf” bile ettirmiyorlar. Seküler Türkler için tevhid; “Allah’tan başka ilah yoktur” değil; “Atatürk’ten başka ilah yoktur” şekline dönmüştür. Türklerin “Ata”ya bu kadar bağlı olmasına şaşırmamak gerekir. Zîrâ Türkler, tüm zamanlarda “atalar”a tapınmışlardır. Çünkü Türklerin tüm zamanlarda baskın dînleri Şamanlık olmuştur.

 

Müslümanlarda “güçten yana olma” inancı ve güdüsü vardır. Müslümanlar, “yanlış kader inancı” nedeniyle, başa gelen hükümdârın Allah tarafından başa getirildiğine inandıkları için hükümdâra kayıtsız-şartsız boyun büker, bağlanır ve desteklerler. Türklerde kardeşler arasındaki savaşı kim kazanırsa onun Tanrı tarafından seçildiği inanışı ve kabûlü vardır. Bu nedenle Türkler hep en güçlüden yana olurlar. Bu durum günümüzde de aynıdır. Seçimleri kazanandan yana oluyorlar ve onları pohpohlamaya başlıyorlar.

 

Türkler târih boyunca kitap okumayı hiç sevmemiştir. Bu yüzden de kitap-merkezli olamamışlardır. Sözlü bir din algılayışları ve anlayışları vardır.

 

Kur’ân’ın Türkçeleştirilmesi niçin Cumhûriyet ile başladı?. Çünkü Cumhûriyet ile birlikte Türkçe’den 60.000 kelime atıldı ve Türkçe’ye de Frenk dillerinden 15.000  kelime eklendi. Böylece Türkçe özünden uzaklaştı. Sonuçta, aslında “Türkçeleşmiş” olan Kur’ân dili anlaşılmamaya başlandı. İşte bu nedenle de “anlayarak okunması için” hazırlanan Türkçe meâllerin sayısı 300’leri geçti. Fakat hâlâ anlaşılmama sorunu devâm ediyor. Gerçi amele-eyleme dökmedikten sonra, Kur’ân’ı, dönüp-dönüp anlamayarak “Arapça okumak”la, dönüp-dönüp anlayarak “Türkçe okumak” arasında bir fark yoktur.

 

Türkiye’de “müslümanlık” ile “İslâm” bambaşka şeyler hâline gelmiştir. Türk-İslâm sentezi şirktir. İslâm, yanında başka bir şeye aslâ ihtiyaç duymaz ve izin vermez. Çok kullanılan Türk-İslâm” sözü, “İslâm’ı kültüre indirgemek” anlamına gelir.

 

Türk anne-babadan doğunca Türk olunduğu gibi; müslüman anne-babadan doğunca “müslüman” olunmaz. Mü’min-müslüman olmanın kan ve kemik ile alâkası yoktur ve hem kâlpten bir kabûl hem de bâzen ağır da olabilen bedelleri vardır.

 

Türkiye’de Türklük, müslümanlığın yerine ikâme edilen bir kimlik şeklidir. İnsanın üst-kimliği din ile alâkalı olmalıyken, modernizm ile birlikte üst-kimlikler ırk ve ulus ile alâkalandırılmaya başlamıştır. Bu da ırk âidiyetini din âidiyetinin önüne geçirmiştir ve üstün görülmesine neden olmuştur-olmaktadır. Modern insanın ve özellikle modern gençliğin, İslâm’ı hiç bilmezken ve tınlamazken, ırkını ve millî târihini dinleştirmesinin nedeni budur.

 

İslâm âleminde din yâni İslâm, en iyi Türkiye’de yaşanıyor” diyorlar!. İyi de Türkiye’de “yaşanan” bir İslâm var mı ki?. Türkiye’de İslâm’ı hakkıyla yaşamak kânûnen suçtur. Türkiye’de İslâm’ın ne kadar yaşanacağını, lâik-seküler devletin sıkı kontrôlünde olarak Diyânet belirliyor, Kur’ân değil.

 

“Bir Türk Dünyâ’ya bedeldir” sözü sâdece bir slogandır. Çünkü bu sözün hiç-bir karşılığı yoktur. Fakat bir müslüman (Hz. Muhammed) âlemlere rahmettir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

 

Devamını Oku »