26 Aralık 2022 Pazartesi

Müslümanlık ve Türklük

 

“Ey insanlar!; gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucûrat 9-13)

 

Müslümanlığı seçmek, hayâta 1-0 yenik başlamayı kabûl etmek ve bunu göze almak demektir. Çünkü Müslümanlık “kısıtlanmayı kabûl etmek” ve “ağır bir yükü sırtlanmak” demektir. İslâm’ın rajonu budur. Yoksa modernlerin zannettiği gibi İslâm “yan gelip yatma dîni” değildir.  

 

Halifeliğin kaldırılması batı’nın isteği ve zorlamasıyla olmuştur. “Çimento” işlevi gören halifelik kalkınca Osmanlı/Türk’ün müslüman-dünyâ ile ilişkileri kesilecek, İslâm-dünyâsı zayıflayacak, parçalanacak ve sonunda da müslüman-coğrafyada bulunan yer-altı ve yer-üstü zenginlikler bir baskı ile karşılaşılmadan batı tarafından kolaylıkla sömürülebilecektir ve de aynen böyle olmuştur. Bu projenin tutması için milletleri bir-birine düşman etmek gerekiyordu ki bunu da çeşitli söylemler ile gerçekleştirdiler. Meselâ Türklere: “Araplar sizi arkadan vurdu/vuruyor” derlerken; Araplara da: “Bu Türkler de dinden çıktı ve sizi kendi hâlinizde savunmasız bıraktı” dediler. Bunu uzun zamandır sünnî-şiî düşmanlığı olarak devâm ettiriyorlar. İslâm-dışı (seküler) öğretiler ve kültürle bu düşünceler ve düşmanlıklar çok kolay oluşturulabildi. İslâm-dünyâsının hâl-i pür melâlinin nedeni budur (birliğin bozulması). Gerisi hikâye…

 

Bozulan birliğin biri de Müslümanlık ile Türklüktür. Bu bozulma, Türklerin Müslümanlık’tan uzaklaşmaları ve çıkmaları ile olmuştur. Müslümanlıktan önce Türklerin çok bir etkisi ve etkinliği yoktu. Devletleri vardı ve kısa zamanda iyi savaşçılar oldukları için savaşlar kazanıyorlar ve topraklarını genişletiyorlardı. Fakat Türklerin medeniyetleri yoktu. Sanat, edebiyat, ilim, kültür, sağlam bir din ve medeniyetleri yoktu. Çünkü göçebe yada yarı-göçebe oldukları için kitap-merkezli değillerdi. Kalıcı ve etkili olamamalarının nedeni budur. İslâm’dan sonra ise Türkler bu alanlarda da görünür oldular ve etkili eserler ve medeniyet ortaya çıkardılar. Fakat yine de kitap-merkezli olmadıklarında dolayı kılıcın işe yaramamaya başlamasıyla birlikte çöküşe geçtiler. Osmanlı meselâ çok iyi sanat, asker ve devlet adamaları yetiştirdi, hârika işler başardı fakat ilmî alanda yetersizdi. Büyük devletler ve imparatorluklar biraz böyle olur. Çünkü “zâten Dünya’nın agasıyız, bir de başka bir şey yapmamıza gerek yok” düşüncesi oluşuyor. Selçuklu Devleti ilmî alana önem vermek bakımından Osmanlı’dan daha ütündü. Osmanlı ileride, (ilme gücü oranında) yeterli önem vermemenin zararlarını görmüştür.

 

Türkler târih boyunca 16 tâne devlet kurmuşlardır, fakat târih boyunca kurulan 16 devletin 15’i yıkılmıştır. Bu nedenle “millet ve ırk” olarak bir devamlılık olsa da, hiç-bir zaman ebedî olarak kalacak bir devlet olmaz. Bu, hiç-bir ırk ve milletin kurduğu devlet için mümkün olmamıştır ve olamaz. Türkler kıyâmete kadar yaşayacaklardır fakat şu-andaki devletlerinin de bir gün gelip yıkılması ve yeni bir devlet kurmaları olasıdır. Bu ne zaman ve nerede olur, sâdece Allah bilir.

 

Türk Cumhuriyet târihi, “dînî olan”dan uzaklaşıp, “uygar olan”a (medenî değil) yönelmenin-yöneltilmenin târihidir. Cumhuriyet târihi, “Türkler’in paganizme geri dönüşünün târihi”dir aslında. Böylece yeniden “ata”lara tapmaya başlamışlardır. Yüzünü batı’ya dönen Türkler, batı’yı taklit etmekle ve dinden uzaklaşmakla uygar (muâsır) olamadıkları gibi, dindarlıkları da epey bir zayıflamıştır. Doğu ve İslâm medeniyeti ile Dünyâ’ya yüzlerce yıl hâkim olan Türkler-Müslümanlar, batı uygarlığı ile, hatırı sayılır bir başarı bile yakalayamadılar. Gevura “gevur” demenin yasaklandığı târih, Türklerin-Müslümanların Dünyâ-târihinden çekilmesinin başlangıcıdır.

 

Eski Türk’lerin Tanrı inancı “Gök Tanrı” inancıydı. Yeni Türk’lerin Tanrı inancı da aynıdır. Türkler bir-çok din değiştirmişlerdir. Bu değişikliği yaparlarken bir-önceki dinlerinden yeni dîne bir-çok unsurlar taşımışlardır. Eski dinlerinden yeni dîne girerken eski dinlerinin artıklarını da yanlarında taşımaya alışkın olan Türkler, İslâm’a girerken de eski dinlerinin artıklarını yanlarında getirmişlerdir. Şamanizm, Zerdüştlük, yanlış çevirilen âyetler ve uydurma hadislerle sentez olarak ortaya çıkan tasavvuf denen zırvalık böyle ortaya çıkmıştır. Eski Türklerin dîni, “gök-tengri” dîni idi. Türkler “gök” olana yâni mâvi göğe taparlardı. Gök “mâvi” demektir ve göğü ifâde eder. Bu dindeki tanrı; adı üstünde; “gök-tanrı”=“göğün tanrısı” idi, “yerin tanrısı” değildi. “Yerin tanrısı”, sonu “han” ve “kan” ile bitenlerdi. Hunlar’ın çağında Türkler’in başında, “yabgu” denen bir büyük hâkan vardı. Yabgu’nun “Gök Tanrı’nın yeryüzündeki vekîli” olduğuna inanılırdı. Bu nedenle de eski Türk dîni, lâikti. Lâikliğe geçiş, “batı lâikliği”nden çok, “eski Türklerin lâikliği”ne bir geçiştir. Türkiye’de farklı bir lâikliğin olmasının nedeni budur. İstisnâları saymazsak; Türkiye’de ne lâikler bilinçli lâiktir; ne de müslümanlar bilinçli müslümandır. Kafalarına uyan bir lîder görmeyiversinler, hemen takılırlar peşine..

 

Türkler “Tanrı” sözünden, “aşkın bir yüce varlığı” değil, görünen göğü anlarlar. Namık Kemal Zeybek “Türklerin Allah inancı nasıldır?” sorusunu şu şekilde cevaplar:

 

Varlığın dışında bir Tanrı falan yok. O yüzden Türk inancında ‘Tanrı var mıdır, yok mudur’ tartışması da yok. Çünkü Tanrı gök. Gök dediğimiz uzay, kozmos. Bayat ve Mengü. Başlangıcı ve sonu olmayan, sınırsız, ne varsa içine alan ama her vâr olanın da içinde olan. Varlığın kendisi Tanrı yâni. Onun için Türk, Tengri dediği zaman “gök” kastedilir. Allah varlığı kendisinden yaratmıştır. Varlığın kendisi Tanrı’dır. Türk Müslümanlığıyla Arap Müslümanlığını ayıran birinci mesele budur: Tanrı inancı”.

 

Türkler, Türklüklerini ve müslümanlıklarını ifâde etmek için şu sözü kullanırlar: “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar müslümanız”. Fakat bu söz müslümanlıktan çok Türklüğü öne çıkarır. Zîra Tanrı Dağı’nın yüksekliği 7439 metre iken Hira Dağı 642 metre yüksekliktedir. Yüksek olan ve Türklüğe isnât edilen dağ Tanrı Dağı’dır. Zımnen; “bizim Türklüğümüz Tanrı Dağı gibi yüksekken, müslümanlığımız ise ancak Hira Dağı’nın yüksekliği kadardır” denir gibidir.  

 

Türkler’in İslâm’dan önce doğru-düzgün bir kültürleri ve uygarlığı yoktu. İslâm-öncesi Türkler, Çin ve Îran medeniyetlerinin etkisindeydi. İslâm’a girdikten sonra ise; Cumhûriyet Dönemi’ne kadar, (üzerine İslâm serpiştirilmiş) “Îran kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” yaşarlarken; Cumhûriyet’ten sonra ise, (dîni devletten uzaklaştıran) “Greko-Romen (batı) kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” hayâtiyetlerini sürdürmektedirler. Oysa İslâm onlara bir Medeniyet sunmuştu. Fakat Türkler bir türlü Kur’ân ve Sünnet-merkezli ol(a)mamış ve İslâm Medeniyeti ile barışamamıştır. Barışacak gibi de gözükmemektedir.

 

Avrupa’lının Müslümana Türk, Türk’e de Müslüman demesi, Müslüman=Türk’tür anlamına gelmez. Bu söylem Avrupa’lının kendisini bağlar. Türk ve Müslüman ifâdeleri farklı durumların konusudur. Türk’lük, (yada diğer ırklar) et-kemik-kan vs. ile alâkalı ve “mezara kadar sürecek olan” bir yapıyla alâkalı iken; Müslümanlık, doğuştan başlayıp âhirette de devâm edecek bir hayâta inanlara verilen bir isimdir. İnsanı kimin ne ile niteleyip târif ettiği çok önemli değildir, insanı, Allah’ın nasıl isimlendirip târif ettiği önemlidir ki Allah Kur’ân’da bize “müslüman” adını veriyor ve bunun için bir ırk-milliyet ayırımı yapmıyor:

 

“Anadolu Müslümanlığı” savunucularının dile getirip durduğu “Türk demek Müslüman demektir” sözünün İslâmî bir dayanağı yoktur. Büyük dedesi Hâşim’in hanımı Selmâ ile de ilişkilendirerek Peygamberimiz’e de Türk diyenler vardır. Türk olmak bizim fizîki yapımızla, görünüşümüzle, örf ve kültürümüzle alâkalıdır ve herkes kendi örf-âdet-kültürüne alışkındır ve kendi âdetini-kültürünü sever. Biz de Türk örf-âdet-kültürüne ve coğrafyasına alışkınız ve onu seviyoruz. Bu normâl bir şey. Fakat esasta her Müslüman, örfünü-kültürünü de İslâm’a göre düzenlemelidir ki İslâm âlemi bunu yapmış ve vahye uygun kültür-örf-gelenekler ortaya koymuşlardır.

 

“İslâm demek Türk demektir” yada “Türk demek İslam-Müslüman demektir” sözü boş laf. Türk demek Müslüman demekse, Göktürkler de mi müslümandı?. Göktürkler “Gök Tanrı” inancının yanında, Kur’ân’ın da şirk olarak ifâde ettiği “atalar kültüne” sâhiptiler. Bu söylem târihin bir dönemini ve bir-kısım insan kitlesini ilgilendiren bir isimlendirmedir sâdece. Türk, “Türk Kavmi’nden olan” demektir. Türk ırkından olan bir anne-babadan doğana Türk denir. Müslüman ise; “İslâm yolunda olan” demektir. İster Türk olsun, ister başka kavimden.

 

Peygamberimiz’in sahabelerinin içinde Habbab bin Eret, Ebu Berke, Sâlim gibi Türk olduğu söylenen sahabeleri vardı. Her ırktan insan vardı. Bunlar hep birlikte Peygamberimiz’in çevresinde toplanmış sahabelerdi ve milliyetlerini-ırklarını değil, mânevi kimlikleri olan İslâm’ı-Müslümanlığı öne çıkarıp yaşamışlardır.

 

Türklerin baskın dînleri, tüm zamanlarda şamanizm ve neo-şamanizm olmuştur. Türkler müslümanlığı kabûl ettiklerinde aslında İslâm’a çok da sıkı bağlanmamışlardı. O yüzden de Şamanlığı da andıran tasavvufî-mistik bir anlayışı benimsediler. İşin aslı şu ki, Türkler (istisnâlar hâriç) İslâm’a hiç-bir zaman dört elle sarılmadırlar. Örf her zaman bir adım öndeydi.

 

Aslında İslâm ile Müslümanlık’ı ayırmak gerekir. İslâm, “temelini vahiy-Kur’ân ve amel-eylem/Sünnet merkezinde bulan, Allah’ın sözlerinden oluşan emirler, nehiyler ve hayat nizâmı için gönderilen din”dir. “Müslümanlık” (müslim değil) denen şey ise, merkeze dîni değil de geleneği-göreneği, kültürü, çıkarı, kişileri, uydurmaları, hurâfeleri ve hattâ zırvalıkları, tâvizi vs. alan çeşitli düşünme ve tapınma alışkanlıklarıdır. Ahmet Yaşar Ocak bu bağlamda şunları söyler:

 

“İslam ile Müslümanlık kelimeleri arasındaki nüansı bilmek lâzım. Bu iki kelime her ne kadar günlük konuşma dilinde birbiri yerine kullanılıyorsa da, aslında târihsel ve sosyolojik olarak bu kullanış doğru değildir. Çünkü ‘İslâm’ kelimesi, soyut anlamda bir din olarak temel kaynaklarındaki yazılı biçimiyle İslâm Dîni’nin inanç, ibâdet, ahlâk vs. esaslarını işâret ederken; ‘Müslümanlık’ kelimesi ise, bu dînin târihsel süreç içinde, kendilerine ‘müslüman’ denilen toplumlarca yorumlanarak pratiğe aktarılmış, yaşanmış, son tahlilde ‘kültürleşmiş’ şeklinin adıdır. Dolayısıyla sosyolojik olarak tek değil, bir-çok müslümanlık vardır. Şöyle de söyleyebiliriz: İslâm semâvî, müslümanlık veyâ müslümanlıklar ise beşerîdir. ‘İslâm’ kelimesi teorik çerçevede yâni yazılı ve geleneksel temel kaynaklarındaki hâliyle tek bir din öğretisini ifâde ederken, ‘Müslümanlık’ kelimesi, bu öğretinin târih içinde çeşitli zaman ve zeminlerde değişik anlayışlarda şekillenmiş ve kültürleşmiş yorumlarıdır”.

 

İslâm, kültürler ve târihler tarafından nesneleştirilip değiştirilecek ve İslâm-dışı motiflere uyarlanacak bir din değildir. İslâm belirlenmez, belirler. Bir şeyin yorumu o şeyin kendisiyle çelişiyorsa, o şeyin yorumu o şeyin kendisi değildir. Bu yüzden de bir “Türk Müslümanlığı”, “Fars Müslümanlığı” veyâ yörelerine göre farklılaşan bir “Arap Müslümanlığı”ndan bahsedilse de bunlar İslâm ile aynılaştırılamaz. İslâm, temelini Kur’ân’ın belirlediği ve güzel örnekliğini Peygamberimiz Hz. Muhammed’in yaptığı hayat nizâmının adıdır.

 

Kimin kânunlarına göre hareket ediyorsanız, onun dînindensinizdir. Türkiye’de Allah’ın kânunlarına göre söylemde ve eylemde bulunmak kânûnen yasak ve suçtur. (Anayasanın 24. maddesi). Türkiye’de İslâm, Anayasanın 24. maddesine göre yasa-dışı bir dindir. Fakat Atatürk’ün kânunlarına göre hareket etmek şarttır. Bu durumda “Türkiye’nin ilahı kimdir?” sorusu anlamlıdır.

 

Türkler müslüman olduktan sonra kânunlarını İslâm’a ve töreye göre “ikili hukuk” şeklinde icrâ etmişlerdir. Zamanla töre, İslâm hukûkunun yâni şeriatın önüne geçmiştir. Fakat bilinsin ki, “şirk” budur. İslâm yetersiz bir din ve hukuk sistemi değildir ki “biraz ordan biraz da burdan” düşüncesini onaylasın.

 

Kur’ân’ı okuyup Peygamber’e uymak yanlış görülürken, Kur’ân’ı okuyup da Atatürk’e uymak doğru görülüyor. Peygamber’e hakâret edenlere “gık”larını bile çıkarmayanlar, Atatürk’e karşı “laf” bile ettirmiyorlar. Seküler Türkler için tevhid; “Allah’tan başka ilah yoktur” değil; “Atatürk’ten başka ilah yoktur” şekline dönmüştür. Türklerin “Ata”ya bu kadar bağlı olmasına şaşırmamak gerekir. Zîrâ Türkler, tüm zamanlarda “atalar”a tapınmışlardır. Çünkü Türklerin tüm zamanlarda baskın dînleri Şamanlık olmuştur.

 

Müslümanlarda “güçten yana olma” inancı ve güdüsü vardır. Müslümanlar, “yanlış kader inancı” nedeniyle, başa gelen hükümdârın Allah tarafından başa getirildiğine inandıkları için hükümdâra kayıtsız-şartsız boyun büker, bağlanır ve desteklerler. Türklerde kardeşler arasındaki savaşı kim kazanırsa onun Tanrı tarafından seçildiği inanışı ve kabûlü vardır. Bu nedenle Türkler hep en güçlüden yana olurlar. Bu durum günümüzde de aynıdır. Seçimleri kazanandan yana oluyorlar ve onları pohpohlamaya başlıyorlar.

 

Türkler târih boyunca kitap okumayı hiç sevmemiştir. Bu yüzden de kitap-merkezli olamamışlardır. Sözlü bir din algılayışları ve anlayışları vardır.

 

Kur’ân’ın Türkçeleştirilmesi niçin Cumhûriyet ile başladı?. Çünkü Cumhûriyet ile birlikte Türkçe’den 60.000 kelime atıldı ve Türkçe’ye de Frenk dillerinden 15.000  kelime eklendi. Böylece Türkçe özünden uzaklaştı. Sonuçta, aslında “Türkçeleşmiş” olan Kur’ân dili anlaşılmamaya başlandı. İşte bu nedenle de “anlayarak okunması için” hazırlanan Türkçe meâllerin sayısı 300’leri geçti. Fakat hâlâ anlaşılmama sorunu devâm ediyor. Gerçi amele-eyleme dökmedikten sonra, Kur’ân’ı, dönüp-dönüp anlamayarak “Arapça okumak”la, dönüp-dönüp anlayarak “Türkçe okumak” arasında bir fark yoktur.

 

Türkiye’de “müslümanlık” ile “İslâm” bambaşka şeyler hâline gelmiştir. Türk-İslâm sentezi şirktir. İslâm, yanında başka bir şeye aslâ ihtiyaç duymaz ve izin vermez. Çok kullanılan Türk-İslâm” sözü, “İslâm’ı kültüre indirgemek” anlamına gelir.

 

Türk anne-babadan doğunca Türk olunduğu gibi; müslüman anne-babadan doğunca “müslüman” olunmaz. Mü’min-müslüman olmanın kan ve kemik ile alâkası yoktur ve hem kâlpten bir kabûl hem de bâzen ağır da olabilen bedelleri vardır.

 

Türkiye’de Türklük, müslümanlığın yerine ikâme edilen bir kimlik şeklidir. İnsanın üst-kimliği din ile alâkalı olmalıyken, modernizm ile birlikte üst-kimlikler ırk ve ulus ile alâkalandırılmaya başlamıştır. Bu da ırk âidiyetini din âidiyetinin önüne geçirmiştir ve üstün görülmesine neden olmuştur-olmaktadır. Modern insanın ve özellikle modern gençliğin, İslâm’ı hiç bilmezken ve tınlamazken, ırkını ve millî târihini dinleştirmesinin nedeni budur.

 

İslâm âleminde din yâni İslâm, en iyi Türkiye’de yaşanıyor” diyorlar!. İyi de Türkiye’de “yaşanan” bir İslâm var mı ki?. Türkiye’de İslâm’ı hakkıyla yaşamak kânûnen suçtur. Türkiye’de İslâm’ın ne kadar yaşanacağını, lâik-seküler devletin sıkı kontrôlünde olarak Diyânet belirliyor, Kur’ân değil.

 

“Bir Türk Dünyâ’ya bedeldir” sözü sâdece bir slogandır. Çünkü bu sözün hiç-bir karşılığı yoktur. Fakat bir müslüman (Hz. Muhammed) âlemlere rahmettir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder