“Ey insanlar!; gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir
dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve
kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim)
olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır.
Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucûrat 9-13)
Müslümanlığı seçmek, hayâta
1-0 yenik başlamayı kabûl etmek ve bunu göze almak demektir. Çünkü Müslümanlık
“kısıtlanmayı kabûl etmek” ve “ağır bir yükü sırtlanmak” demektir. İslâm’ın
rajonu budur. Yoksa modernlerin zannettiği gibi İslâm “yan gelip yatma dîni”
değildir.
Halifeliğin kaldırılması
batı’nın isteği ve zorlamasıyla olmuştur. “Çimento” işlevi gören halifelik
kalkınca Osmanlı/Türk’ün müslüman-dünyâ ile ilişkileri kesilecek, İslâm-dünyâsı
zayıflayacak, parçalanacak ve sonunda da müslüman-coğrafyada bulunan yer-altı
ve yer-üstü zenginlikler bir baskı ile karşılaşılmadan batı tarafından
kolaylıkla sömürülebilecektir ve de aynen böyle olmuştur. Bu projenin tutması
için milletleri bir-birine düşman etmek gerekiyordu ki bunu da çeşitli
söylemler ile gerçekleştirdiler. Meselâ Türklere: “Araplar sizi arkadan
vurdu/vuruyor” derlerken; Araplara da: “Bu Türkler de dinden çıktı ve sizi
kendi hâlinizde savunmasız bıraktı” dediler. Bunu uzun zamandır sünnî-şiî
düşmanlığı olarak devâm ettiriyorlar. İslâm-dışı (seküler) öğretiler ve
kültürle bu düşünceler ve düşmanlıklar çok kolay oluşturulabildi.
İslâm-dünyâsının hâl-i pür melâlinin nedeni budur (birliğin bozulması). Gerisi
hikâye…
Bozulan birliğin biri de
Müslümanlık ile Türklüktür. Bu bozulma, Türklerin Müslümanlık’tan uzaklaşmaları
ve çıkmaları ile olmuştur. Müslümanlıktan önce Türklerin çok bir etkisi ve etkinliği
yoktu. Devletleri vardı ve kısa zamanda iyi savaşçılar oldukları için savaşlar
kazanıyorlar ve topraklarını genişletiyorlardı. Fakat Türklerin medeniyetleri
yoktu. Sanat, edebiyat, ilim, kültür, sağlam bir din ve medeniyetleri yoktu. Çünkü
göçebe yada yarı-göçebe oldukları için kitap-merkezli değillerdi. Kalıcı ve
etkili olamamalarının nedeni budur. İslâm’dan sonra ise Türkler bu alanlarda da
görünür oldular ve etkili eserler ve medeniyet ortaya çıkardılar. Fakat yine de
kitap-merkezli olmadıklarında dolayı kılıcın işe yaramamaya başlamasıyla birlikte
çöküşe geçtiler. Osmanlı meselâ çok iyi sanat, asker ve devlet adamaları
yetiştirdi, hârika işler başardı fakat ilmî alanda yetersizdi. Büyük devletler
ve imparatorluklar biraz böyle olur. Çünkü “zâten Dünya’nın agasıyız, bir de
başka bir şey yapmamıza gerek yok” düşüncesi oluşuyor. Selçuklu Devleti ilmî
alana önem vermek bakımından Osmanlı’dan daha ütündü. Osmanlı ileride, (ilme
gücü oranında) yeterli önem vermemenin zararlarını görmüştür.
Türkler târih boyunca 16
tâne devlet kurmuşlardır, fakat târih boyunca kurulan 16 devletin 15’i
yıkılmıştır. Bu nedenle “millet ve ırk” olarak bir devamlılık olsa da, hiç-bir
zaman ebedî olarak kalacak bir devlet olmaz. Bu, hiç-bir ırk ve milletin
kurduğu devlet için mümkün olmamıştır ve olamaz. Türkler kıyâmete kadar
yaşayacaklardır fakat şu-andaki devletlerinin de bir gün gelip yıkılması ve
yeni bir devlet kurmaları olasıdır. Bu ne zaman ve nerede olur, sâdece Allah
bilir.
Türk Cumhuriyet târihi,
“dînî olan”dan uzaklaşıp, “uygar olan”a (medenî değil) yönelmenin-yöneltilmenin
târihidir. Cumhuriyet târihi, “Türkler’in paganizme geri dönüşünün târihi”dir
aslında. Böylece yeniden “ata”lara tapmaya başlamışlardır. Yüzünü batı’ya dönen
Türkler, batı’yı taklit etmekle ve dinden uzaklaşmakla uygar (muâsır)
olamadıkları gibi, dindarlıkları da epey bir zayıflamıştır. Doğu ve İslâm
medeniyeti ile Dünyâ’ya yüzlerce yıl hâkim olan Türkler-Müslümanlar, batı
uygarlığı ile, hatırı sayılır bir başarı bile yakalayamadılar. Gevura “gevur”
demenin yasaklandığı târih, Türklerin-Müslümanların Dünyâ-târihinden
çekilmesinin başlangıcıdır.
Eski Türk’lerin Tanrı inancı
“Gök Tanrı” inancıydı. Yeni Türk’lerin Tanrı inancı da aynıdır. Türkler bir-çok
din değiştirmişlerdir. Bu değişikliği yaparlarken bir-önceki dinlerinden yeni
dîne bir-çok unsurlar taşımışlardır. Eski dinlerinden yeni dîne girerken eski
dinlerinin artıklarını da yanlarında taşımaya alışkın olan Türkler, İslâm’a girerken
de eski dinlerinin artıklarını yanlarında getirmişlerdir. Şamanizm, Zerdüştlük,
yanlış çevirilen âyetler ve uydurma hadislerle sentez olarak ortaya çıkan
tasavvuf denen zırvalık böyle ortaya çıkmıştır. Eski Türklerin dîni,
“gök-tengri” dîni idi. Türkler “gök” olana yâni mâvi göğe taparlardı. Gök
“mâvi” demektir ve göğü ifâde eder. Bu dindeki tanrı; adı üstünde;
“gök-tanrı”=“göğün tanrısı” idi, “yerin tanrısı” değildi. “Yerin tanrısı”, sonu
“han” ve “kan” ile bitenlerdi. Hunlar’ın çağında Türkler’in başında, “yabgu”
denen bir büyük hâkan vardı. Yabgu’nun “Gök Tanrı’nın yeryüzündeki vekîli”
olduğuna inanılırdı. Bu nedenle de eski Türk dîni, lâikti. Lâikliğe geçiş, “batı
lâikliği”nden çok, “eski Türklerin lâikliği”ne bir geçiştir. Türkiye’de farklı
bir lâikliğin olmasının nedeni budur.
İstisnâları saymazsak; Türkiye’de ne lâikler bilinçli lâiktir; ne de
müslümanlar bilinçli müslümandır. Kafalarına uyan bir lîder görmeyiversinler,
hemen takılırlar peşine..
Türkler
“Tanrı” sözünden, “aşkın bir yüce varlığı” değil, görünen göğü anlarlar. Namık
Kemal Zeybek “Türklerin Allah inancı nasıldır?” sorusunu şu şekilde
cevaplar:
“Varlığın
dışında bir Tanrı falan yok. O yüzden Türk inancında ‘Tanrı var mıdır, yok
mudur’ tartışması da yok. Çünkü Tanrı gök. Gök dediğimiz uzay, kozmos. Bayat ve
Mengü. Başlangıcı ve sonu olmayan, sınırsız, ne varsa içine alan ama her vâr
olanın da içinde olan. Varlığın kendisi Tanrı yâni. Onun için Türk, Tengri
dediği zaman “gök” kastedilir. Allah varlığı kendisinden yaratmıştır. Varlığın
kendisi Tanrı’dır. Türk Müslümanlığıyla Arap Müslümanlığını ayıran birinci
mesele budur: Tanrı inancı”.
Türkler,
Türklüklerini ve müslümanlıklarını ifâde etmek için şu sözü kullanırlar: “Tanrı
Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar müslümanız”. Fakat bu söz müslümanlıktan çok
Türklüğü öne çıkarır. Zîra Tanrı
Dağı’nın yüksekliği 7439 metre iken Hira Dağı 642 metre yüksekliktedir. Yüksek
olan ve Türklüğe isnât edilen dağ Tanrı Dağı’dır. Zımnen; “bizim Türklüğümüz
Tanrı Dağı gibi yüksekken, müslümanlığımız ise ancak Hira Dağı’nın yüksekliği
kadardır” denir gibidir.
Türkler’in
İslâm’dan önce doğru-düzgün bir kültürleri ve uygarlığı yoktu. İslâm-öncesi Türkler, Çin ve Îran medeniyetlerinin
etkisindeydi. İslâm’a girdikten sonra ise;
Cumhûriyet Dönemi’ne kadar, (üzerine İslâm serpiştirilmiş) “Îran kültürü ve
uygarlığı’na bağlı olarak” yaşarlarken; Cumhûriyet’ten sonra ise, (dîni
devletten uzaklaştıran) “Greko-Romen (batı) kültürü ve uygarlığı’na bağlı
olarak” hayâtiyetlerini sürdürmektedirler. Oysa İslâm onlara bir Medeniyet
sunmuştu. Fakat Türkler bir türlü Kur’ân ve Sünnet-merkezli ol(a)mamış ve İslâm
Medeniyeti ile barışamamıştır. Barışacak gibi de gözükmemektedir.
Avrupa’lının Müslümana Türk,
Türk’e de Müslüman demesi, Müslüman=Türk’tür anlamına gelmez. Bu söylem
Avrupa’lının kendisini bağlar. Türk ve Müslüman ifâdeleri farklı durumların
konusudur. Türk’lük, (yada diğer ırklar) et-kemik-kan vs. ile alâkalı ve
“mezara kadar sürecek olan” bir yapıyla alâkalı iken; Müslümanlık, doğuştan
başlayıp âhirette de devâm edecek bir hayâta inanlara verilen bir isimdir. İnsanı
kimin ne ile niteleyip târif ettiği çok önemli değildir, insanı, Allah’ın nasıl
isimlendirip târif ettiği önemlidir ki Allah Kur’ân’da bize “müslüman” adını
veriyor ve bunun için bir ırk-milliyet ayırımı yapmıyor:
“Anadolu
Müslümanlığı” savunucularının dile getirip durduğu “Türk demek Müslüman
demektir” sözünün İslâmî bir dayanağı yoktur. Büyük dedesi Hâşim’in hanımı
Selmâ ile de ilişkilendirerek Peygamberimiz’e de Türk diyenler vardır. Türk
olmak bizim fizîki yapımızla, görünüşümüzle, örf ve kültürümüzle alâkalıdır ve
herkes kendi örf-âdet-kültürüne alışkındır ve kendi âdetini-kültürünü sever.
Biz de Türk örf-âdet-kültürüne ve coğrafyasına alışkınız ve onu seviyoruz. Bu
normâl bir şey. Fakat esasta her Müslüman, örfünü-kültürünü de İslâm’a göre
düzenlemelidir ki İslâm âlemi bunu yapmış ve vahye uygun kültür-örf-gelenekler
ortaya koymuşlardır.
“İslâm demek
Türk demektir” yada “Türk demek İslam-Müslüman demektir” sözü boş laf. Türk
demek Müslüman demekse, Göktürkler de mi müslümandı?. Göktürkler “Gök Tanrı”
inancının yanında, Kur’ân’ın da şirk olarak ifâde ettiği “atalar kültüne”
sâhiptiler. Bu söylem târihin bir dönemini ve bir-kısım insan kitlesini
ilgilendiren bir isimlendirmedir sâdece. Türk, “Türk Kavmi’nden olan” demektir.
Türk ırkından olan bir anne-babadan doğana Türk denir. Müslüman ise; “İslâm yolunda
olan” demektir. İster Türk olsun, ister başka kavimden.
Peygamberimiz’in
sahabelerinin içinde Habbab bin Eret, Ebu Berke, Sâlim gibi Türk olduğu
söylenen sahabeleri vardı. Her ırktan insan vardı. Bunlar hep birlikte
Peygamberimiz’in çevresinde toplanmış sahabelerdi ve milliyetlerini-ırklarını
değil, mânevi kimlikleri olan İslâm’ı-Müslümanlığı öne çıkarıp yaşamışlardır.
Türklerin baskın dînleri,
tüm zamanlarda şamanizm ve neo-şamanizm olmuştur. Türkler müslümanlığı kabûl
ettiklerinde aslında İslâm’a çok da sıkı bağlanmamışlardı. O yüzden de Şamanlığı
da andıran tasavvufî-mistik bir anlayışı benimsediler. İşin aslı şu ki, Türkler
(istisnâlar hâriç) İslâm’a hiç-bir zaman dört elle sarılmadırlar. Örf her zaman
bir adım öndeydi.
Aslında İslâm ile Müslümanlık’ı ayırmak gerekir.
İslâm, “temelini vahiy-Kur’ân ve amel-eylem/Sünnet merkezinde bulan, Allah’ın
sözlerinden oluşan emirler, nehiyler ve hayat nizâmı için gönderilen din”dir.
“Müslümanlık” (müslim değil) denen şey ise, merkeze dîni değil de geleneği-göreneği,
kültürü, çıkarı, kişileri, uydurmaları, hurâfeleri ve hattâ zırvalıkları,
tâvizi vs. alan çeşitli düşünme ve tapınma alışkanlıklarıdır. Ahmet Yaşar Ocak bu
bağlamda şunları söyler:
“İslam
ile Müslümanlık kelimeleri arasındaki nüansı bilmek lâzım. Bu iki kelime her ne
kadar günlük konuşma dilinde birbiri yerine kullanılıyorsa da, aslında târihsel
ve sosyolojik olarak bu kullanış doğru değildir. Çünkü ‘İslâm’ kelimesi, soyut
anlamda bir din olarak temel kaynaklarındaki yazılı biçimiyle İslâm Dîni’nin
inanç, ibâdet, ahlâk vs. esaslarını işâret ederken; ‘Müslümanlık’ kelimesi ise,
bu dînin târihsel süreç içinde, kendilerine ‘müslüman’ denilen toplumlarca
yorumlanarak pratiğe aktarılmış, yaşanmış, son tahlilde ‘kültürleşmiş’ şeklinin
adıdır. Dolayısıyla sosyolojik olarak tek değil, bir-çok müslümanlık vardır.
Şöyle de söyleyebiliriz: İslâm semâvî, müslümanlık veyâ müslümanlıklar ise
beşerîdir. ‘İslâm’ kelimesi teorik çerçevede yâni yazılı ve geleneksel temel
kaynaklarındaki hâliyle tek bir din öğretisini ifâde ederken, ‘Müslümanlık’
kelimesi, bu öğretinin târih içinde çeşitli zaman ve zeminlerde değişik
anlayışlarda şekillenmiş ve kültürleşmiş yorumlarıdır”.
İslâm,
kültürler ve târihler tarafından nesneleştirilip değiştirilecek ve İslâm-dışı
motiflere uyarlanacak bir din değildir. İslâm belirlenmez, belirler. Bir şeyin yorumu o şeyin kendisiyle çelişiyorsa, o
şeyin yorumu o şeyin kendisi değildir. Bu yüzden de bir “Türk
Müslümanlığı”, “Fars Müslümanlığı” veyâ yörelerine göre farklılaşan bir “Arap
Müslümanlığı”ndan bahsedilse de bunlar İslâm ile aynılaştırılamaz. İslâm,
temelini Kur’ân’ın belirlediği ve güzel örnekliğini Peygamberimiz Hz.
Muhammed’in yaptığı hayat nizâmının adıdır.
Kimin kânunlarına göre
hareket ediyorsanız, onun dînindensinizdir. Türkiye’de Allah’ın kânunlarına
göre söylemde ve eylemde bulunmak kânûnen yasak ve suçtur. (Anayasanın 24.
maddesi). Türkiye’de İslâm, Anayasanın 24. maddesine göre yasa-dışı bir dindir.
Fakat Atatürk’ün kânunlarına göre hareket etmek şarttır. Bu durumda “Türkiye’nin
ilahı kimdir?” sorusu anlamlıdır.
Türkler müslüman olduktan
sonra kânunlarını İslâm’a ve töreye göre “ikili hukuk” şeklinde icrâ
etmişlerdir. Zamanla töre, İslâm hukûkunun yâni şeriatın önüne geçmiştir. Fakat
bilinsin ki, “şirk” budur. İslâm yetersiz bir din ve hukuk sistemi değildir ki
“biraz ordan biraz da burdan” düşüncesini onaylasın.
Kur’ân’ı
okuyup Peygamber’e uymak yanlış görülürken, Kur’ân’ı okuyup da Atatürk’e uymak
doğru görülüyor. Peygamber’e hakâret
edenlere “gık”larını bile çıkarmayanlar, Atatürk’e karşı “laf” bile
ettirmiyorlar. Seküler Türkler için tevhid; “Allah’tan başka ilah yoktur”
değil; “Atatürk’ten başka ilah yoktur” şekline dönmüştür. Türklerin “Ata”ya bu
kadar bağlı olmasına şaşırmamak gerekir. Zîrâ Türkler, tüm zamanlarda “atalar”a
tapınmışlardır. Çünkü Türklerin tüm zamanlarda baskın dînleri Şamanlık
olmuştur.
Müslümanlarda “güçten yana
olma” inancı ve güdüsü vardır. Müslümanlar, “yanlış kader inancı” nedeniyle,
başa gelen hükümdârın Allah tarafından başa getirildiğine inandıkları için
hükümdâra kayıtsız-şartsız boyun büker, bağlanır ve desteklerler. Türklerde kardeşler
arasındaki savaşı kim kazanırsa onun Tanrı tarafından seçildiği inanışı ve
kabûlü vardır. Bu nedenle Türkler hep en güçlüden yana olurlar. Bu durum
günümüzde de aynıdır. Seçimleri kazanandan yana oluyorlar ve onları
pohpohlamaya başlıyorlar.
Türkler târih boyunca kitap
okumayı hiç sevmemiştir. Bu yüzden de kitap-merkezli olamamışlardır. Sözlü bir
din algılayışları ve anlayışları vardır.
Kur’ân’ın Türkçeleştirilmesi
niçin Cumhûriyet ile başladı?. Çünkü Cumhûriyet ile birlikte Türkçe’den 60.000
kelime atıldı ve Türkçe’ye de Frenk dillerinden 15.000 kelime eklendi. Böylece Türkçe özünden
uzaklaştı. Sonuçta, aslında “Türkçeleşmiş” olan Kur’ân dili anlaşılmamaya
başlandı. İşte bu nedenle de “anlayarak okunması için” hazırlanan Türkçe
meâllerin sayısı 300’leri geçti. Fakat hâlâ anlaşılmama sorunu devâm ediyor. Gerçi
amele-eyleme dökmedikten sonra, Kur’ân’ı, dönüp-dönüp anlamayarak “Arapça okumak”la,
dönüp-dönüp anlayarak “Türkçe okumak” arasında bir fark yoktur.
Türkiye’de “müslümanlık” ile
“İslâm” bambaşka şeyler hâline gelmiştir. Türk-İslâm sentezi şirktir. İslâm,
yanında başka bir şeye aslâ ihtiyaç duymaz ve izin vermez. Çok kullanılan
Türk-İslâm” sözü, “İslâm’ı kültüre indirgemek” anlamına gelir.
Türk anne-babadan doğunca
Türk olunduğu gibi; müslüman anne-babadan doğunca “müslüman” olunmaz.
Mü’min-müslüman olmanın kan ve kemik ile alâkası yoktur ve hem kâlpten bir
kabûl hem de bâzen ağır da olabilen bedelleri vardır.
Türkiye’de Türklük,
müslümanlığın yerine ikâme edilen bir kimlik şeklidir. İnsanın üst-kimliği din
ile alâkalı olmalıyken, modernizm ile birlikte üst-kimlikler ırk ve ulus ile
alâkalandırılmaya başlamıştır. Bu da ırk âidiyetini din âidiyetinin önüne
geçirmiştir ve üstün görülmesine neden olmuştur-olmaktadır. Modern insanın ve
özellikle modern gençliğin, İslâm’ı hiç bilmezken ve tınlamazken, ırkını ve
millî târihini dinleştirmesinin nedeni budur.
İslâm âleminde din yâni
İslâm, en iyi Türkiye’de yaşanıyor” diyorlar!. İyi de Türkiye’de “yaşanan” bir
İslâm var mı ki?. Türkiye’de İslâm’ı hakkıyla yaşamak kânûnen suçtur.
Türkiye’de İslâm’ın ne kadar yaşanacağını, lâik-seküler devletin sıkı
kontrôlünde olarak Diyânet belirliyor, Kur’ân değil.
“Bir Türk
Dünyâ’ya bedeldir” sözü sâdece bir slogandır. Çünkü bu sözün hiç-bir karşılığı
yoktur. Fakat bir müslüman (Hz. Muhammed) âlemlere rahmettir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım
2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder