“İnsanlar, (sâdece) ‘îman
ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
“….Yoksa siz, Kitab’ın
bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle
yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet
gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah,
yaptıklarınızdan habersiz değildir”
(Bakara 85).
“Asra andolsun; Gerçekten
insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine
hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 1-3).
Müslüman “İslâm’a teslim olan” demektir. İslâm’a
teslim olmak, insanı tüm bağlardan kurtarır ve korur. Fakat teslim olmanın yâni
müslüman olmanın farklı şekilleri vardır ki biz bu yazıda onu tartışmak istiyoruz.
Teslim olmak; “istemeyerek”, “isteyerek” ve “tam
anlamıyla teslim olmak” şeklinde üç şekildedir. Bu üç şekil; zihnen, kâlben ve
amelen teslîmiyet olarak da ifâde edilebilir. Teslimiyeti zayıf olanları eleştirebiliriz
fakat onları tekfir edemeyiz. Ne de olsa onlar da müslümandırlar ve bunu
dillendirmektedirler. Fakat bunlara “mü’min” denilebilir mi derseniz,
denilemeyeceğini Allah söylüyor:
“Bedeviler, ‘îman ettik’
dediler. De ki: ‘Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veyâ teslim) olduk
deyin’. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne
itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah
çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. Gerçek mü’minler ancak Allah’a ve
Resûlüne îman eden, ondan sonra aslâ şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla
canlarıyla savaşanlardır. İşte îman sözlerinde doğru olanlar onlardır” (Hucurât 14-15).
Allah, “müslüman
olduk deyin ama mü’min olduk yâni îman ettik” demeyin diyor. Teslim olmakla
yâni müslüman olmakla îman etmeyi ayırıyor. Zîrâ mü’min olmak yâni adanma
şeklinde bir teslimiyet ancak İslâm’ın kâlplere yerleşmesiyle olur.
“İnsanlar, (sâdece) ‘îman
ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2). Bu âyetle ifâdesini bulan müslüman
tipi, “îman ettim” demeyi yeterli bulan, “babadan müslümanlar”dır. Bu kesim îman
ettiğini söyler, arada bir İslâmî ortamlarda bulunur yada konuşulanları dinler
ve hattâ İslâm’a has kendi fikirleri de vardır. Beş vakit zor ama Cum’â’dan
Cum’â’ya, terâvihlerde yada günümüzde artık bayramdan-bayrama namaz kılan,
orucu kısa kış gülerinde seyrek olarak tutan, hayrı arada bir gönlünden ne
koparsa veren, hacca gitmeyi düşünmeyen ama “müslümanım” diyen kesimdir.
Bu kesimdekiler her şartta müslüman değildirler.
Sâdece rahatlık durumlarında ve tam inanarak değil de bir şüphe
içerisindedirler. Bu nedenle de Dünyâ’yı ıskalamaktan çok korkarlar ve
Dünyâ’dan nasiplenmek için her-şeyi yaparlar. Aslında Dünyâ-merkezlidirler ve öncelikleri
Dünyâ’dır.
Aslında İslâm, namazını kılan ve zekatını verenleri “müslüman”
olarak görüp kabûl ediyor ve onları da müslüman toplumdan sayıyor. Allah ile
aralarındaki îman-amel durumu başka bir şeydir. İnsanlara zarar vermedikten
sonra ve kamusal alanda taşkınlık yapmadıkları müddetçe onlara İslâmî tebliğ
yapılabilir ama belli şeyler dışında zorlanamazlar. Zâten zorlandıklarında
gevşek bağları da tamâmen kopar. Tabi bu İslâm’dan tâviz vermek anlamına
gelmez. İslâm ne diyorsa odur ve emir ve yasakları “müslümanım” diyen herkesi
bağlar. Fakat herkes on numara mü’min ol(a)maz ve “müslüman” olarak kalır ki bu
her zaman böyle olmuştur. Bahsettiğimiz bu kesim her zaman çoğunluk olmuştur.
Bu kesim resmî-psikolojik müslümanlardır. Müslümanlığı,
devlet kurumundan duymak onlara daha câzip gelir. Çünkü sağlam müslüman olmayan
devlet de onları fazla zorlamaz. Devletin bu kesimden beklediği şey,
vergilerini ve zekatlarını aksatmadan vermeleridir. Bu müslümanlara dindar olmalarını,
dînin içine daha fazla girip karışmalarını ve “müslüman” olmalarını öneriyoruz
ve buna dâvet ediyoruz. “Ey müslümanlar ‘müslüman’ olun!” diyoruz.
“Müslümanlığın gereği ve Allah’ın emri olarak biraz amel-eylemde bulunun”
diyoruz.
Bu müslüman kesime îtirâz ederek; “namaz kılmayan,
oruç tutmayan, durumu müsâit olmasına rağmen zekat verip hacca gitmeyene nasıl “müslüman”
diyebiliriz ki” diyenler de vardır. Haklıdırlar da. Fakat dediğimiz gibi, Allah
insanların inanç durumlarını ve seviyelerini ayırıyor ve diyor ki: “Îman
etmediniz; ama “müslüman olduk, teslim olduk deyin, yâni müslümanlara katıldık
deyin” diyor. O yüzden onlara “sen kâfirsin” diyemeyiz.
İkinci kesimde olan bu müslümanlar, namazlarını
kılarlar, oruçlarını tutarlar, zekatlarını vermeye çalışırlar, hacca giderler,
kurban kesip paylaşırlar, Kur’ân’ı Arapçasından hatmederler, insanlara zarar
vermemeye çalışırlar. Giyinişleri müslümanlığa genelde uygundur. Hadlerini bilirler
vs. Fakat bu kesimdeki müslümanlar da, İslâm’ı Kur’ân ve Sünnet’ten değil de,
diyânetten, ilmihâllerden, cemaat ve târikatlardan öğrendikleri için, işin
sâdece iç-âleme yönelik olan yönüne bakarlar. Fakat bu şekilde iç-âlemleri de
gerçek anlamda inşâ olmuş olmaz. İslâm’ı sâdece “kâlplerin dîni” zannederler.
İslâm’ın iç-âlemlerden sonra bir de dış-âleme hedefi olduğunu hem bilmezler hem
de buna hoş bakmazlar. Böyle olunca da İslâm’a sâdece bir ucundan,
kıyısından-kenarından bağlanırlar. Fakat Allah bundan râzı değildir:
“İnsanlardan kimi,
Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla
tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü
dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir
kayıptır” (Hac 11).
İslâm demek Kur’ân ve onun pratik örnekliği olan
Sünnet demektir. Bu kesim müslümanlar Kur’ân’ı idrâk ederek ve düşünerek
okumazlar ve Peygamber’in hayâtını bilmezler, yada Peygamber hakkında uydurma
şeyleri, uçuk-kaçık şeyleri Peygamber’in hayâtı zannederler, uydurmaları ve
zırvalıkları İslâm zannederler. Oysa Kur’ân hayâtın her alanı için sözlerini
söyler. İslâm’ın sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî, kânûnî ve siyâsî yönleri
de vardır ve ikinci kesimdeki bu müslümanlar bunu bilmezler ve aslında işin bu tarafına
girmek de istemezler. Fakat Peygamberimiz, hayâtını, İslâm’ı iç-âlemlerden
sonra dış-âleme de hâkim kılmak için uğraşmıştır ve hattâ bu uğurda 70’e yakın
savaş düzenlemiştir. Bu uğurda bir-çok sıkıntılara katlanmıştır. Çünkü Kur’ân
apaçık şekilde “İslâm sâdece ‘din’ değildir” der. İslâm din ve Dünyâ’dır. Din
Dünyâ’nın her alanına karışır ve hâkim olmak ister. İşte ikinci kesim müslümanlar
bunu bilmiyor ve oralı olmuyorlar. Bu nedenle onlara bunu üstüne basa-basa
anlatmak gerekir. İslâm’ın ne olduğunu tam anlamıyla öğrenmeleri, buna göre düşünmeli,
söylemeli ve yapmalıdırlar. Bu müslümanlara işin dünyevî yönünü de hesâba
katmalarını, dînin içine daha fazla girip karışmalarını ve gerçek anlamda “müslüman”
olmalarını öneriyoruz ve buna dâvet ediyoruz. “Ey müslümanlar ‘müslüman’ olun!”
diyoruz. “Müslümanlığın gereği ve Allah’ın emri olarak dış-âlemin ıslahı
yönünde çalışınız diyoruz.
Bir de Kur’ân’ı ve Peygamber’in
hayâtını iyi bilen, okuyan, konuşan ve yazan müslümanlar vardır. Bunlar İslâm’a
sokuşturulmuş olan uydurmaları, zırvalıkları ve yanlışları açığa çıkarırlar ve
işin doğrusunu gösterirler. İnsanları Kur’ân’a yönlendirirler. Peygamber’i
örnek gösterdikleri yerler vardır. O sıkıcı ve bayatlamış sözleri ve cümleleri
kullanmazlar, Dünyâ’dan haberleri vardır ve çok daha güzel ifâdelerle yazarlar
ve konuşurlar. Bilgilidirler ve “işi” anlamışlardır. Lâkin.. Bu kişiler modernitenin
ağır baskı ve kuşatmasının da etkisinden dolayı, sisteme herhangi bir eleştiri
getirmezler, îtirâz etmezler ve isyanda bulunmazlar. Hattâ zamanla böyle bir
şeyi yanlış olarak görmeye de başlamışlardır. Mücâhitken mütâhit olanlar bunlardır.
İslâm aslında “suyun başındakilere
çatma dîni”dir. En baştaki ağalara çatar. Tüm peygamberlerin baş düşmanları
Firavunlar, Nemrutlar, Kârûnlar, Bel’amlar olmuşken bu müslüman kesim bunları
dost bilir ve dostluk kurar. Zîrâ sisteme laf edememekte ve çatamamaktadırlar. Bu
nedenle de işi bilgiye ve ilme indirgemişlerdir. Kur’ân’ı sâdece okuyup
araştırmak ve tefsir etmek onlara yeter. Kitap okuyup yazınca iş bitiyor gibi
davranırlar. Peki ya yanlışlar, zulümler, şirk, küfür ve zulüm ne olacak?.
Allah Kur’ân’da tâğutlarla mücâdele etmekten bahsetmiyor mu?. Elbette ediyor,
hem de çok ağır ve kesin şekilde. Lâkin zihnen, kâlben ve fizîken uyuşmuş
olduklarından ve dirâyetlerini-cesâretlerini kaybettiklerinden dolayı bunlarla
mücâdele edebilecek yâni gerçek bir müslümanlık yada mü’minlik sergileyebilecek
durumda değildirler. İşte aslında en çok da bu kesimdeki müslümanlara tebliğ ve
dâvette bulunmak, onlara görevlerini hatırlatmak, onları desteklemek gerekir.
Yapılması gerekenin tam yapılması, mü’minliği “gerçek mü’minlik”e çevirecektir.
Zîrâ ancak bu şekilde gerçek bir teslîmiyet gösterilmiş olunur ve bu şekilde
müslümanca davranılabilir. İşte ancak o zaman Allah’ın râzı olduğu kişiler
arasına girilebilir. Çünkü kişiyi ancak îman, ilim ve de sâlih ameller hakîkate
ve cennete ulaştırır. Îman edip ilim yolunda olduktan sonra bir de sâlih amel
üzre gidenlere Allah müjdeyi verir:
“Îman edip sâlih
amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı
(onlarındır)” (Ra’d 29).
Bu müslümanlara işin sâlih amel yönünü de hesâba
katmalarını, bu bağlamda Peygamber’i örnek almalarını ve gerçek anlamda “müslüman”
olmalarını öneriyoruz ve buna dâvet ediyoruz. “Ey müslümanlar ‘müslüman’ olun!”
diyoruz. “Müslümanlığın gereği ve Allah’ın emri olarak “îman edip sâlih amel
işleyin” diyoruz.
İyi müslüman olmak için
Dünyâ-merkezli olmaktan vazgeçip âhiret-merkezli olmak gerekir. Bunun için de
müslümanlıktan “müslümanlığa” terfî etmek gerekir. Müslümanlık kâlplere yerleşip
mü’min olunca, peygamberler ve sâlihlerle birlik olmuş olunur ve onlar cennette
komşumuz olurlar. Dünyâ-merkezli olanlar ise hiç-bir zaman riske girmezler ve
yapılması gerekeni gerçek anlamda yapmazlar. Böylece “müslüman” olarak kalırlar
da “gerçek müslümanlar”dan yâni mü’minlerden olamazlar ve “modern bedeviler” olarak
kalırlar.
Allah bizim Dünyâ’dan da
nasiplenmemizi helâl ve meşru yoldan olmak kaydıyla engellemez. Fakat “âhiret-merkezli”
bir dünyâ yaşamı olunca ancak, hem Dünyâ’da iyi bir yaşamımız olur hem de
âhiretimiz olması gerektiği gibi inşâ olur. Dünyâ-merkezli olunca her zaman “acaba”
sorusu sorar ve endişemiz sürer gider. Zîrâ:
“(Tek başına yâni âhireti hesâba katmayan) bu dünyâ hayâtı, yalnızca bir
oyun ve (eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır. Gerçekten âhiret yurdu
ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi” (Ankebût
64).
Hakîki
müslümanların yâni mü’minlerin sözleri ise şöyledir:
“De ki:
Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan
Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman
olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).
O-hâlde
tüm seviyedeki müslümanların, “müslümanlık” seviyelerini aşmak için gayret
göstermeleri ve daha iyi müslüman yâni mü’min ve müslimlerden olmak için
uğraşmaları şarttır. Dünyâ’da ortalama iyi bir yaşamdan sonra âhirette “mutlular”
arasına katılmak için müslümanlıktan “müslümanlığa” geçmemiz ve mü’minler
olarak hayâtımızı noktalamamız şarttır. O-hâlde ey müslümanlar!; “müslüman”
olunuz!.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder