11 Ocak 2023 Çarşamba

Ey Müslümanlar! “Müslüman” Olunuz!

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

“….Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

“Asra andolsun; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 1-3).

 

Müslüman “İslâm’a teslim olan” demektir. İslâm’a teslim olmak, insanı tüm bağlardan kurtarır ve korur. Fakat teslim olmanın yâni müslüman olmanın farklı şekilleri vardır ki biz bu yazıda onu tartışmak istiyoruz.

 

Teslim olmak; “istemeyerek”, “isteyerek” ve “tam anlamıyla teslim olmak” şeklinde üç şekildedir. Bu üç şekil; zihnen, kâlben ve amelen teslîmiyet olarak da ifâde edilebilir. Teslimiyeti zayıf olanları eleştirebiliriz fakat onları tekfir edemeyiz. Ne de olsa onlar da müslümandırlar ve bunu dillendirmektedirler. Fakat bunlara “mü’min” denilebilir mi derseniz, denilemeyeceğini Allah söylüyor:

 

“Bedeviler, ‘îman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veyâ teslim) olduk deyin’. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. Gerçek mü’minler ancak Allah’a ve Resûlüne îman eden, ondan sonra aslâ şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte îman sözlerinde doğru olanlar onlardır” (Hucurât 14-15).

 

 Allah, “müslüman olduk deyin ama mü’min olduk yâni îman ettik” demeyin diyor. Teslim olmakla yâni müslüman olmakla îman etmeyi ayırıyor. Zîrâ mü’min olmak yâni adanma şeklinde bir teslimiyet ancak İslâm’ın kâlplere yerleşmesiyle olur.

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2). Bu âyetle ifâdesini bulan müslüman tipi, “îman ettim” demeyi yeterli bulan, “babadan müslümanlar”dır. Bu kesim îman ettiğini söyler, arada bir İslâmî ortamlarda bulunur yada konuşulanları dinler ve hattâ İslâm’a has kendi fikirleri de vardır. Beş vakit zor ama Cum’â’dan Cum’â’ya, terâvihlerde yada günümüzde artık bayramdan-bayrama namaz kılan, orucu kısa kış gülerinde seyrek olarak tutan, hayrı arada bir gönlünden ne koparsa veren, hacca gitmeyi düşünmeyen ama “müslümanım” diyen kesimdir.

 

Bu kesimdekiler her şartta müslüman değildirler. Sâdece rahatlık durumlarında ve tam inanarak değil de bir şüphe içerisindedirler. Bu nedenle de Dünyâ’yı ıskalamaktan çok korkarlar ve Dünyâ’dan nasiplenmek için her-şeyi yaparlar. Aslında Dünyâ-merkezlidirler ve öncelikleri Dünyâ’dır.

 

Aslında İslâm, namazını kılan ve zekatını verenleri “müslüman” olarak görüp kabûl ediyor ve onları da müslüman toplumdan sayıyor. Allah ile aralarındaki îman-amel durumu başka bir şeydir. İnsanlara zarar vermedikten sonra ve kamusal alanda taşkınlık yapmadıkları müddetçe onlara İslâmî tebliğ yapılabilir ama belli şeyler dışında zorlanamazlar. Zâten zorlandıklarında gevşek bağları da tamâmen kopar. Tabi bu İslâm’dan tâviz vermek anlamına gelmez. İslâm ne diyorsa odur ve emir ve yasakları “müslümanım” diyen herkesi bağlar. Fakat herkes on numara mü’min ol(a)maz ve “müslüman” olarak kalır ki bu her zaman böyle olmuştur. Bahsettiğimiz bu kesim her zaman çoğunluk olmuştur.

 

Bu kesim resmî-psikolojik müslümanlardır. Müslümanlığı, devlet kurumundan duymak onlara daha câzip gelir. Çünkü sağlam müslüman olmayan devlet de onları fazla zorlamaz. Devletin bu kesimden beklediği şey, vergilerini ve zekatlarını aksatmadan vermeleridir. Bu müslümanlara dindar olmalarını, dînin içine daha fazla girip karışmalarını ve “müslüman” olmalarını öneriyoruz ve buna dâvet ediyoruz. “Ey müslümanlar ‘müslüman’ olun!” diyoruz. “Müslümanlığın gereği ve Allah’ın emri olarak biraz amel-eylemde bulunun” diyoruz.

 

Bu müslüman kesime îtirâz ederek; “namaz kılmayan, oruç tutmayan, durumu müsâit olmasına rağmen zekat verip hacca gitmeyene nasıl “müslüman” diyebiliriz ki” diyenler de vardır. Haklıdırlar da. Fakat dediğimiz gibi, Allah insanların inanç durumlarını ve seviyelerini ayırıyor ve diyor ki: “Îman etmediniz; ama “müslüman olduk, teslim olduk deyin, yâni müslümanlara katıldık deyin” diyor. O yüzden onlara “sen kâfirsin” diyemeyiz.

 

İkinci kesimde olan bu müslümanlar, namazlarını kılarlar, oruçlarını tutarlar, zekatlarını vermeye çalışırlar, hacca giderler, kurban kesip paylaşırlar, Kur’ân’ı Arapçasından hatmederler, insanlara zarar vermemeye çalışırlar. Giyinişleri müslümanlığa genelde uygundur. Hadlerini bilirler vs. Fakat bu kesimdeki müslümanlar da, İslâm’ı Kur’ân ve Sünnet’ten değil de, diyânetten, ilmihâllerden, cemaat ve târikatlardan öğrendikleri için, işin sâdece iç-âleme yönelik olan yönüne bakarlar. Fakat bu şekilde iç-âlemleri de gerçek anlamda inşâ olmuş olmaz. İslâm’ı sâdece “kâlplerin dîni” zannederler. İslâm’ın iç-âlemlerden sonra bir de dış-âleme hedefi olduğunu hem bilmezler hem de buna hoş bakmazlar. Böyle olunca da İslâm’a sâdece bir ucundan, kıyısından-kenarından bağlanırlar. Fakat Allah bundan râzı değildir:

 

“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

 

İslâm demek Kur’ân ve onun pratik örnekliği olan Sünnet demektir. Bu kesim müslümanlar Kur’ân’ı idrâk ederek ve düşünerek okumazlar ve Peygamber’in hayâtını bilmezler, yada Peygamber hakkında uydurma şeyleri, uçuk-kaçık şeyleri Peygamber’in hayâtı zannederler, uydurmaları ve zırvalıkları İslâm zannederler. Oysa Kur’ân hayâtın her alanı için sözlerini söyler. İslâm’ın sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî, kânûnî ve siyâsî yönleri de vardır ve ikinci kesimdeki bu müslümanlar bunu bilmezler ve aslında işin bu tarafına girmek de istemezler. Fakat Peygamberimiz, hayâtını, İslâm’ı iç-âlemlerden sonra dış-âleme de hâkim kılmak için uğraşmıştır ve hattâ bu uğurda 70’e yakın savaş düzenlemiştir. Bu uğurda bir-çok sıkıntılara katlanmıştır. Çünkü Kur’ân apaçık şekilde “İslâm sâdece ‘din’ değildir” der. İslâm din ve Dünyâ’dır. Din Dünyâ’nın her alanına karışır ve hâkim olmak ister. İşte ikinci kesim müslümanlar bunu bilmiyor ve oralı olmuyorlar. Bu nedenle onlara bunu üstüne basa-basa anlatmak gerekir. İslâm’ın ne olduğunu tam anlamıyla öğrenmeleri, buna göre düşünmeli, söylemeli ve yapmalıdırlar. Bu müslümanlara işin dünyevî yönünü de hesâba katmalarını, dînin içine daha fazla girip karışmalarını ve gerçek anlamda “müslüman” olmalarını öneriyoruz ve buna dâvet ediyoruz. “Ey müslümanlar ‘müslüman’ olun!” diyoruz. “Müslümanlığın gereği ve Allah’ın emri olarak dış-âlemin ıslahı yönünde çalışınız diyoruz.

 

Bir de Kur’ân’ı ve Peygamber’in hayâtını iyi bilen, okuyan, konuşan ve yazan müslümanlar vardır. Bunlar İslâm’a sokuşturulmuş olan uydurmaları, zırvalıkları ve yanlışları açığa çıkarırlar ve işin doğrusunu gösterirler. İnsanları Kur’ân’a yönlendirirler. Peygamber’i örnek gösterdikleri yerler vardır. O sıkıcı ve bayatlamış sözleri ve cümleleri kullanmazlar, Dünyâ’dan haberleri vardır ve çok daha güzel ifâdelerle yazarlar ve konuşurlar. Bilgilidirler ve “işi” anlamışlardır. Lâkin.. Bu kişiler modernitenin ağır baskı ve kuşatmasının da etkisinden dolayı, sisteme herhangi bir eleştiri getirmezler, îtirâz etmezler ve isyanda bulunmazlar. Hattâ zamanla böyle bir şeyi yanlış olarak görmeye de başlamışlardır. Mücâhitken mütâhit olanlar bunlardır.

 

İslâm aslında “suyun başındakilere çatma dîni”dir. En baştaki ağalara çatar. Tüm peygamberlerin baş düşmanları Firavunlar, Nemrutlar, Kârûnlar, Bel’amlar olmuşken bu müslüman kesim bunları dost bilir ve dostluk kurar. Zîrâ sisteme laf edememekte ve çatamamaktadırlar. Bu nedenle de işi bilgiye ve ilme indirgemişlerdir. Kur’ân’ı sâdece okuyup araştırmak ve tefsir etmek onlara yeter. Kitap okuyup yazınca iş bitiyor gibi davranırlar. Peki ya yanlışlar, zulümler, şirk, küfür ve zulüm ne olacak?. Allah Kur’ân’da tâğutlarla mücâdele etmekten bahsetmiyor mu?. Elbette ediyor, hem de çok ağır ve kesin şekilde. Lâkin zihnen, kâlben ve fizîken uyuşmuş olduklarından ve dirâyetlerini-cesâretlerini kaybettiklerinden dolayı bunlarla mücâdele edebilecek yâni gerçek bir müslümanlık yada mü’minlik sergileyebilecek durumda değildirler. İşte aslında en çok da bu kesimdeki müslümanlara tebliğ ve dâvette bulunmak, onlara görevlerini hatırlatmak, onları desteklemek gerekir. Yapılması gerekenin tam yapılması, mü’minliği “gerçek mü’minlik”e çevirecektir. Zîrâ ancak bu şekilde gerçek bir teslîmiyet gösterilmiş olunur ve bu şekilde müslümanca davranılabilir. İşte ancak o zaman Allah’ın râzı olduğu kişiler arasına girilebilir. Çünkü kişiyi ancak îman, ilim ve de sâlih ameller hakîkate ve cennete ulaştırır. Îman edip ilim yolunda olduktan sonra bir de sâlih amel üzre gidenlere Allah müjdeyi verir:

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

Bu müslümanlara işin sâlih amel yönünü de hesâba katmalarını, bu bağlamda Peygamber’i örnek almalarını ve gerçek anlamda “müslüman” olmalarını öneriyoruz ve buna dâvet ediyoruz. “Ey müslümanlar ‘müslüman’ olun!” diyoruz. “Müslümanlığın gereği ve Allah’ın emri olarak “îman edip sâlih amel işleyin” diyoruz.

 

İyi müslüman olmak için Dünyâ-merkezli olmaktan vazgeçip âhiret-merkezli olmak gerekir. Bunun için de müslümanlıktan “müslümanlığa” terfî etmek gerekir. Müslümanlık kâlplere yerleşip mü’min olunca, peygamberler ve sâlihlerle birlik olmuş olunur ve onlar cennette komşumuz olurlar. Dünyâ-merkezli olanlar ise hiç-bir zaman riske girmezler ve yapılması gerekeni gerçek anlamda yapmazlar. Böylece “müslüman” olarak kalırlar da “gerçek müslümanlar”dan yâni mü’minlerden olamazlar ve “modern bedeviler” olarak kalırlar.

 

Allah bizim Dünyâ’dan da nasiplenmemizi helâl ve meşru yoldan olmak kaydıyla engellemez. Fakat “âhiret-merkezli” bir dünyâ yaşamı olunca ancak, hem Dünyâ’da iyi bir yaşamımız olur hem de âhiretimiz olması gerektiği gibi inşâ olur. Dünyâ-merkezli olunca her zaman “acaba” sorusu sorar ve endişemiz sürer gider. Zîrâ:

 

“(Tek başına yâni âhireti hesâba katmayan) bu dünyâ hayâtı, yalnızca bir oyun ve (eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır. Gerçekten âhiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi” (Ankebût 64).

 

Hakîki müslümanların yâni mü’minlerin sözleri ise şöyledir:

 

“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).

 

O-hâlde tüm seviyedeki müslümanların, “müslümanlık” seviyelerini aşmak için gayret göstermeleri ve daha iyi müslüman yâni mü’min ve müslimlerden olmak için uğraşmaları şarttır. Dünyâ’da ortalama iyi bir yaşamdan sonra âhirette “mutlular” arasına katılmak için müslümanlıktan “müslümanlığa” geçmemiz ve mü’minler olarak hayâtımızı noktalamamız şarttır. O-hâlde ey müslümanlar!; “müslüman” olunuz!.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2020

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder