“Biz, bir ‘oyun ve
oyalanma konusu’ olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları
yaratmadık. Eğer bir ‘oyun ve oyalanma’ edinmek isteseydik, bunu, kendi
katımızdan edînirdik. Yapacak olsaydık, böyle yapardık” (Enbiyâ 16-17).
“Onlar, ayakta iken,
otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı
konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen
pek yücesin, bizi ateşin azâbından koru” (Âl-i İmran 191).
İnsanlık târihi, “neden” ve “nasıl”
çatışmasının târihidir. Neden-merkezli yaşayanlarla nasıl-merkezli yaşayanların
çatışmasıdır. Bu savaşta ve çatışmada haklı olanlar elbette neden-merkezli
yaşayanlardır. Çünkü onlar “neden”i merkeze alırken “nasıl”ı inkâr ve iptâl
etmezler ama “nasıl”ı merkeze alanlar “neden”i iptâl ve inkâr ederler.
Kartezyen felsefe, “neden ve
niçin” âlemin dışında tutar ve sâdece “nasıl”la ilgilenir. Nasıl ile niçin
ayrıldığında bu sonuç kaçınılmazdır.
Neden-merkezli yaşayanlar,
aşkın bir hakîkate yâni Allah’a göre yaşayanlardır. Allah, yukarıdaki âyetlerde
de görüldüğü gibi, âlemin bir amaca bağlı olarak yaratıldığını söyledikten
sonra, yaratılanların yaratılışı hakkında yâni nasıllığı hakkında da
düşünmelerini ve gözlem yapmalarını emreder. Fakat nasıl-merkezli yaşayanlar,
yaratılmış olanların sâdece yapılarıyla yâni nasıllığı ile ilgilenirler ve
onların varlığının nedenine-niçinine hiç bakmazlar ve bunu es geçerler. Bu
bakış elbette eksik bir bakış olduğu için, nasıl-merkezli yaşayanların çıkarımları,
teorileri ve yargıları her zaman yanlış olur yada sağlam ve uzun-ömürlü olmaz
da kısa süre sonra yeni bir geçici teori ve iddiâ ile yıkılır gider. Zîrâ
nedene bakılmadığında yâni Yaratıcı hesâba katılmadığında, varlığın tamâmını
görmek mümkün olmaz da hep eksik görüş olur, bu eksiklik de yanlış çıkarımlara
neden olur.
Allah, tüm varlığın
yaratılışının bir nedeni ve amacı olduğunu söyledikten sonra, nasıl
yaratıldıklarına ve ne şekilde olduklarına bakılmasını ve üzerinde
düşünülmesini ve araştırma yapılmasını da emreder:
“Bakmıyorlar mı o deveye;
nasıl yaratıldı?. Göğe, nasıl yükseltildi?. Dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu?.
Yere; nasıl yayılıp-döşendi?”
(Ğâşiye 17-20).
“O, biri diğeriyle ‘tam
bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın
yaratmasında hiç-bir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefâvüt) göremezsin. İşte
gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor
musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan)
umudunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4).
Neden-merkezli nasıllıkta her-şey nedeni
hatırlatır. Nasıl-merkezlilikte de aslında her-şey Yaratıcısını hatırlatır ama
nasıl-merkezlilikte varlığın nasıllığını araştırmanın bir türlü sonu
gelmediğinden ve yapılan açıklamalar bir türlü bitmediğinden dolayı,
nasıl-merkezli yaşayanlar nedeni hiç düşünmezler ve düşünülmesini istemezler.
Şu da var ki, bir şey aşırı araştırıldığında ve incelendiğinde parçalanmayı
gerektireceği ve parçalamanın da o şeyin yapısını ve büyüsünü bozacağından
dolayı, artık nasıllığı araştırılan şeyin içinde taşıdığı potansiyel “neden” de
parçalanmış olur ve Yaratıcı’yı gösteremez hâle gelir. Bir şeyin orijinâlliği
bozulduğunda o şey yarar değil zarar vermeye başlar.
İslâm’da bir şeyin nedeni
gösterildikten sonra nasılı da gösterilir ve yada nasıllığı belli bir sınıra
kadar yâni parçalanıp yapısının bozulmayacağı kadar araştırılıp incelenmesi
emredilir. Sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsi, hukûkî, kânûnî, askerî vs. konularda
ise nasıllık zâten peygamber örnekliği ile apaçık ve örnek alınacak şekilde
gösterilmiştir ve bu örnekliğe “güzel örneklik” (Ahzâb 21) denilerek bu örnekliğin
tâkip edilmesi emredilir.
Kur’ân
“ne yapılacağı”nı söylerken, Peygamber (Sünnet), “nasıl yapılacağını” gösterir.
Kur’ân’da peygamberlerin mücâhede ve mücâdeleleri ayrıntıları ile anlatılıp
dururken; “ne yapmalı?”, “nasıl yapmalı” sorularını sormak abestir. Kur’ân
kıssaları, “İslâmî Hareket Metodu”dur. Kur’ân’ın “güzel örneklik” (Ahzâb 21) dediği
“sünnet pratiği” göz-ardı edildiği için, sürekli olarak; “Ne Yapmalı, Nasıl
Yapmalı” başlıklı kitaplar yazılıp duruluyor fakat “ne yapılması” ve “nasıl
yapılması” gerektiğine bir türlü karar verilemiyor.
İki sorudan “nasıl” sorusuna
modern-bilimi de kullanarak (çoğu tutarsız olsa da) bâzı cevaplar verilebilir
fakat, “niçin” sorusuna, Allah’ı hesâba katmadan hiç-bir cevap verilemez.
Modern-bilimin neden ile ilgilenmemesinin bir nedeni de budur. Nedene cevap
verebilmek için mutlakâ Allah’ın hesâba katılması gerekeceğinden ama bu
yapıldığında modern-bilimin terâneleri açığa çıkacağından dolayı modern-bilim
işe Allah’ı zinhar karıştırmaz da O’nu kâlplere, vicdanlara ve dört duvar
arasına hapsetmek ister.
Aslında tüm mesele sonuca ulaşmaktır. Eğer bir insan
“neden”den yola çıkarak sonuca ulaşıyorsa ve Allah’ın râzı olacağı düşünce,
amel ve eylemde bulunuyorsa, o kişinin nasıl ile ilgilenmesi gerekmez ki,
nasıllığı araştırmanın belli bir kesime has olduğu zamanlarda bu hep böyle
olmuştur ve insanların geneli “neden”den yola çıkarak ve “nasıl” ile çok da
ilgilenmeyerek Allah’ın râzı olacağı düşünce, amel ve eyleme ulaşabilmiştir.
Zâten nasıllık özellikle modernizm ile aşırı gündem edilmekte ve
dayatılmaktadır. Eğer ideâl bir sonuca ulaşıldıysa, o sonuca nasıl ulaşıldığını
araştırıp durmanın ne önemi var?. O sonucu korumak daha önemlidir.
Modernizm denen
Allah’sızlık, “neden”den “nasıl”a bir geçiştir. Bu nedenle de insanlar artık
nedeni düşünmüyorlar ve hep nasıllık üzerinde duruyorlar ve “niçin yaşıyorum” sorusunu
değil, “nasıl yaşıyorum” sorusunu soruyorlar. Oysa îmanlı bir “niçin”
sorusuyla, ahlâklı bir “nasıl” sorusuna ve cevâbına ihtiyâcımız vardır.
Târih boyunca “nasıl” ile
ilgilenenler çok az sayıda olmuştur-olmaktadır, fakat “neden” sorusu hep ilgi konusu
olmuştur. Hattâ “nasıl” ile hiç ilgilenilmediği zamanlarda bile “neden” sorusu
ve cevap arayışı hep olmuştur. Nedeni merkeze alarak nasıl sorusunu sormanın ve
ona cevap aramanın bir zarârı olmadığı gibi, bu insana yaraşır bir şeydir
elbette. Sorun, nasıl sorusunu sormak ve ona cevap aramakta değil, nedeni iptâl
ve inkâr ederek nasıla yönelmek ve nasılı dinleştirmektir. Çünkü nedensiz nasıl
ile uğraşmak Allah’ı hesâba katmamak demektir ve Allah’ı hesâba katmadan
yapılan işler çok da uzun olmayan bir vâdede -aynen günümüzde olduğu gibi-
mutlakâ fitne üretir, ifsâd eder ve zulüm ortaya çıkarır ki modernizm ile “nasıl”ın
ilahlaştırılması, gelinen noktada insanları perişân etmektedir.
Modernizm
bir Yunan ve Roma paganizmidir. Helen kökenlidir. Helenizm’de “neden” bir
kenara atılırken “nasıl”lık dinleştirilir ve merkeze alınır. Nedenden ziyâde
nasıllığı önceler. Zîrâ merkeze Allah’ı, âhireti, vahyi, peygamberleri, dîni
yâni gaybı aşkın hakîkatleri değil, Dünyâ’yı; maddeyi, eşyâyı, insanı ve aklı
merkeze alır. Algıladığımız dünyânın açıklanması birinci derecede öncelik
taşır. Helenik sistemde “varlığın neden vâr olduğu” sorusu akla gelmez yada
getirilmez. Böyle olduğu için de “neden”i iptâl ve inkâr edenler ve de “nasıl”ı
dinleştirenler, kısa süre sonra Deizm ve Ateizmi dinleştirirler ve aşkınlığı
inkâr etmeye yada etkisiz kılma yoluna girerler. Zîrâ Deizm ve Ateizm, “neden” üzerinde değil, “nasıl”
üzerinde durur, başka bir ifâdeyle, sâdece algıladığımız dünyâyı açıklamakla
uğraşır ve böylece “neden”i görmezden gelir. Çünkü “neden “kişiye dînî
sorumluluk yükler.
“Neden”in
hesâba katılmadığı ve “nasıl”ın aşırı öne çıkarılıp dinleştirildiği zaman ve
mekânlarda varlığın ve insanın nasıllığı, mecbûren masa-başında üretilmek
zorunda olan Big-Bang ve Evrim Teorisi denen zırvalıkların ortaya çıkmasına
“bir ‘neden’in olmadığı” gösterilmeyen çalışılır. Oysa kâinattaki her-şey,
gören gözlere Allah’ı hatırlatır durur.
Şu da var
ki, insanın çift kutuplu yapısından yâni maddî ve mânevî-rûhî yapısından
dolayı, âlemin sâdece işleyen sistemini açıklamaya çalışmak yâni “nasıl”a
yoğunlaşmak insanı iknâ etmez ve insan her zaman “nedeni-niçini” merak eder.
Zîrâ rûhu da iknâ olmadıkça insan gerçek anlamda tatmine ulaşamaz.
Bir yazıda neden ve nasıl hakkında şunlar söylenir:
“Geleneksel bir düşünür için, “neyi
nasıl bilebilirim?”, “bildiklerimden nasıl emin olabilirim?” yada “bilginin
kaynağı akıl mıdır, duyular mıdır?” türünden sorular tâli önemde sayılırdı.
Daha önemli ve temel sorular; “varlığımın kökeni nereye uzanmaktadır?”,
“nereden gelip nereye gidiyorum?” (mebde’ ve mead soruları) veyâ “benim
varlığımla benden üstte ve altta yer alan varlıklar arasında nasıl bir
iç-bağlantı kurulabilir?” şeklindeki sorulardı. Geleneksel bir düşünce
sisteminde bilgi, modem düşüncenin tersine ahlâkî, toplumsal ve dînî dünyâlar
içinde bir yere sâhipti”.
Ramazan Yazçiçek de şöyle
der:
“Niçin’leri
öteleyip nasıl’larla avunmak, kendi medeniyetinden uzaklaşmanın kolaycılığı
yanında aslında insanın kendine ihânetidir. ‘Kendine ihânet’ diyorum, çünkü
düşünmeyen, niçin bilmesi/anlaması gerektiğini bilmeyen birinin, bilmesi de
anlaması da mâlûmat yığınından öte değildir”.
Nasıl-merkezli
bilmeyle ve açıklamayla iknâ olamayan insanın, nedeni ve niçini araştırmaya
başladığında, dış-âlemden ziyâde iç-âlemi merkeze alması ve bu bağlamda şeytanı,
nefsi ve hazzı kısması yada engellemesi gerektiğinden dolayı bunu kabûl edememekte
ve bu yüzden de Deizm ve Ateizm’den medet umarak Allah’ı inkâr ve iptâl etme yoluna
girerek “nasıl”ı açıklayan modern-bilimi yeni din; bilim-adamlarını yeni
peygamberler ve bilimselliği de yeni ilah îlân ederek tapmakta-tapınmaktadır.
Nasıllık
mecbûren tümevarım yolunu uygular ama bunu tümdengelimi dışlayarak yapar. Böyle
olunca da sürekli bir yanlış içine girer ve “yanlışlanabilir” olmayı ilkeleştirir.
Varlığın ve eşyânın tek yaratıcısı olan Allah inkâr edildiğinde yâni “neden”
sorusu sorulmadığında, madde ve eşyâ yeni ilahlar olur ve eşyâya tapılarak
madde-perest olunur ki nedeni iptâl ve inkâr eden modernizm, insanı eşyânın
kulu hâline getirmiştir. Modernizmde maddenin bu kadar öne çıkarılmasının nedeni
budur. Eskiden göğe bakınca Allah’ı görenler, şimdilerde göğe bakınca yıldızları,
gezegenleri yâni yine maddeyi görürler. Üstelik maddeyi ayrıntılı ve detaylı
görebilmekle övünürler. Oysa bu bakış-açısı insanı boşluğa düşürüp yavaş-yavaş
tüketmektedir. Zîrâ ne kadar geri bırakılmış olsa da insanın rûhu vâr olmaya
devâm etmekte fakat tatmin edilmediği için insan bir türlü gerçek anlamda
tatmine ulaşamamaktadır.
Tabi
biz burada nasıllığı kötülemiyoruz ve iptâl ve inkâr etmek istemiyoruz.
Nasıllığın nedenlikten ve niçinlikten bağımsız olarak kullanılmasını
eleştiriyoruz. Yâni Allahsız bir akıl yürütme ve değerlendirme yapılmasına karşı
çıkıyoruz. Çünkü âlemi yaratan Allah hesâba katılmadığında, eksik ve yanlış
bilgi açığa çıkacaktır ve bu bilgi merhâmetten, vicdandan, adâletten, haktan ve
hakîkatten kopuk olacağı için kısa-vâdede insana zarar vermeye başlayacaktır ki
modernizmin târihi işte bunun târihidir. Allah hesâba katılmadığında yâni “neden”
sorusu sorulup da “nasıl”la birleştirilmediğinde, iyilik açığa çıkamayacaktır.
Zîrâ merkezde Allah, âhiret, vahiy, din, Kur’ân, Peygamber yâni İslâm değil,
şeytan, nefs, haz ve tâğutlar olacaktır. Bu da belki mutlu bir azınlık oluşturacak
ama insanların çoğu maddî yada mânevî anlamda tükenmeye başlayacaktır.
An-îtibârıyla olan şey budur.
Merkezde
“neden ve niçin” olan bir “nasıllık” ile ancak netliğe, doğruya ve hakîkate
ulaşılabilir ve insanlara fayda sağlanabilir. Nedensiz nasıllık ise insana hep
sıkıntı olarak dönecektir-dönmektedir.
“Neden”
Allah’tır. Neden yâni Allah olmadığında sığınılacak sağlam bir dayanak kalmaz
ve hem kâlpler hem de tüm her-şey tatmine ulaşamadığı gibi perişanlıktan
kurtulamaz.
“Sizi boş bir amaç uğruna
yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?” (Mü’minûn 115).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder