12 Ekim 2024 Cumartesi

İslâm’ı Bildiğini Sanma Câhilliği

 

“…De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?. Şüphesiz, temiz akıl sâhipleri öğüt alıp-düşünürler” (Zümer 9).

 

Târih boyunca insanlar kendilerini “bilmediklerinin uzmanı” sanmışlardır. Bir konu hakkında sâdece manşeti gördüklerinde yada o konu hakkında bir-kaç cümle bir şeyler okuduklarında sanki işin uzman gibi ahkâm kesmeye başlarlar. Bu en çok da İslâm konusunda böyledir. Oysa İslâm tâ Hz. Âdem’den bêri en az bilinen yada “en çok yanlış bilinen” konudur.

 

Peki insanlar niçin hiç okumadıkları, ilgilenmedikleri ve gereğini yapmadıkları İslâm’ı bildiklerini hem de bâzen çok iyi bildiklerini sanırlar?. Bu biraz siyâset konusunda da böyledir ama genelde hiç-bir konuda insanlar İslâm’da olduğu kadar, kendilerini bilgili görüp de ahkâm kesmezler. İnsanların İslâm’ı iyi bildiklerini zannetmelerinin nedeni, onun basit bir şey olduğunu düşünmeleri ve İslâm denilen şeyin hayatta karşılaştıkları ve gördükleri kadar olduklarını sandıklarından dolayıdır. Oysa İslâm târih boyunca hayâtın ortasında, ancak çok kısa zaman-dilimlerinde gerçek anlamda görünmüş ve hâkim olmuştur. Ortalıkta İslâm diye görülen şey Allah’ın indirdiği vahiylere dayanan ve Peygamberimiz’in vahiy-merkezli olarak belirlediği “İslâmî hareket metodu” ve ortaya koyduğu “güzel örneklik” değildir. Dolayısıyla İslâm’ı bildiğini sanalar aslında “müslümanlık” denilen sahte bir dini görüp-biliyorlar. Zâten böyle olduğu için ne iç-âlemler ne de dış-âlem Allah’ın emir ve yasaklarına göre düzenlenip de bir nizâma kavuşamıyor.

 

Hakîki İslâm yâni Kur’ân ve Sünnet bilinmediği ve gerekleri yapılmadığı için İslâm sınırlanıyor yada tamâmen kapalı kapılar ardında kalıyor. Böyle olunca da ortaya tam da şeytanın, nefsin ve tâğutların hoşuna gidecek ve onları memnun edecek bir din düşüncesi ortaya çıkıyor. İşte bu din, bir-kaç kısa manşet bilgi ve ritüelden ibârettir. Zâten ayrıntılara girenler de Kur’ân’a değil de ya geleneğin yada modernizmin hurâfelerine dayanarak açıklamalar yapıyorlar. Fakat bu açıklamalar zihinleri ve kâlpleri tatmin etmediği için insanlar sesli yada sessiz bir şekilde, “İslâm ile bir yere varılmaz” sonucuna varıyorlar. Sonuçta da câhillik bu şekilde sürüp gidiyor ve hakîki İslâm, çok kişinin görebildiği kuytuda-köşede kalıyor.

 

İslâm’ı bildiğini sananların çoğu aslında ya geleneğe uyuyor yada modernizme. Kur’ân’a ve de Sünnet’e uyan olmadığı gibi, bunlardan bahseden de yok. Hattâ -sözde- Kur’ân yolunda olanlar bile Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumadıkları ve Kur’ân’ı bambaşka şeyleri merkeze alarak okuyup-yorumladıkları için onlar da aslında Kur’ân’ı dolayısıyla İslâm’ı bilmekten uzak kalmış oluyorlar.

 

İslâm’ı çok iyi bildiğini sananların çoğunluğu geleneğe sövmekten başkasını yapmıyorlar ve duyan da İslâm’ın, “geleneği kötülemek” olduğunu zannediyor. Tabi bu kişiler modernizme hiç ses etmiyorlar. Zâten bu yüzden sürekli olarak geleneğe çatıp duruyorlar. Geleneğin elbette çatılacak çok şeyi vardır ama modernizmin de bir “mevcut gelenek” olduğunu hiç düşünmüyorlar.

 

İslâm’ı çok iyi bildiğini zannedenler, modernizme, modern-bilim ve teknolojiye, lâikliğe, demokrasiye, feminizme, liberâlizme, kapitâlizme vs. uymayan İslâm’ı kabûl etmiyorlar, edemiyorlar. Çünkü onlar aslında İslâm’ı bilmiyorlar, sevmiyorlar ve uygulamıyorlar. Zîrâ aslında İslâm’a bağlıymış gibi görünmelerine rağmen aslında modernizmin her-şeyine meftûn, râm ve hayrân durumdadırlar ve modernizm ile şirk koşuyorlar ve modernite ile küfre düşüyorlar.

 

İslâm’ı bildiklerini zanneden câhiller çok absürd düşüncelere ve inanışlara da sâhiptirler. Meselâ İslâm’ın devlet talebinin olmadığını düşünüyorlar. Oysa Peygamberimiz Medîne Site Devleti’nin siyâsî ve dînî lîderi ve önderiydi. Bunu bilmeyenler yada kabûl etmeyenler, İslâm devletinde yaşamanın ne demek olduğundan da bi-haberdirler. Böyle olduğu için, İslâm Devleti’ni-medeniyetini bilmeyenler, modern demokratik devletleri ve uygarlıkları bir bok zannediyorlar. Çünkü hiç-bir bok bilmeyenler, her-şeyi bildiğini zannederler.

 

İslâm’ı bilmeyenler, müslümanların yoğun bir zâhitlikle uğraşmaktan başka bir şey yapmamaları gerektiğini düşünürler. Bu zannın arkasında, zâhitlikle kendini açığa çıkaran tasavvuf zihniyeti ve modeli vardır. Bu-bağlamda İslâm’ı hayâtın hiç-bri alanına karıştırmak istemeyenler, İslâm ile tasavvufu aynılaştırarak, “Anadolu İslâm’ı-İrfanı”, “Türk-İslâm”, “Türk mefkuresine uygun İslâm” gibi ifadeler kullanırlar. Tüm bunlar İslâm’ı çok iyi bildiğini zanneden İslâm’dan habersiz câhillerin sözlerdir. 

 

Modern insan, her-şeyi bildiğini ve bilebileceğini zanneden bir câhildir. Cehâlet zâten budur. Gerçekten bilenler ise hemen belli olur ve gerçekten bilenler zâten uygulama hâlinde olurlar. Lâkin İslâm’ı bildiğini zannedenlerin çoğu amel-eylemden kopuk ve uzaktırlar. 

 

İslâm’ı iyi bildiğini zannedenlerin îmanları da zayıf olur. Çünkü belli bir noktadan sonra bilmek daha doğrusu bilmeye çalışmak yada bildiğini sanmak îmânı azaltır. Çünkü her-şeyi bilirseniz ve bilmeye kalkarsanız yada bildiğinizi veyâ bilinebileceğini sanırsanız, geriye îman edecek bir şey kalmaz. Bu “îmansızlaşma”yı ortaya çıkarır ki aklı ve bilgiyi ilahlaştırmış olan modernizmin îmansızlığı ve modern insanın îmânının bitme noktasına gelmesinin nedeni budur.

 

İslâm’ı bildiğini zannedenlerin içinde Kur’ân sürekli olarak okumasına rağmen hem yorumlarına hem de yaşantısına baktığınızda aslında âyetlere meydan okuyan bir-çok kişi görürsünüz ki modern müslümanlar bununla mâlûldür.

 

İslâm’da bilme, Kur’ân’ı okuyup idrâk ettikten sonra onu amel-eyleme dökerek uygulayınca tamamlanan bir şeydir. Çünkü öğrenilenlerin sağlaması ancak böyle yapılabilir.

 

Lâilâheillallah dedikten sonra tâğutu inkâr da etmeyenler ve tam-aksine tâğuta yalakalık yapanların İslâm’ı bildiklerinden bahsedilemeyeceği gibi, onların İslâm ile ilişkileri de yoktur. Onlar aynen oryantâlistler gibi ruhsuz mâlûmatlara sâhiptirler ki zâten oryantâlistlere bu derece yalakalık yapmalarının nedeni de budur.

 

Bilenlerin bilmeyenlerden farkları, “bildikleriyle amel etmek”tir. Yoksa bilmek, “kuru-kuruya bilmek” demek değildir.

 

Kur’ân ve İslâm, bir insanın hem Dünyâ’da “insan ve mü’minler gibi yaşamasını hem de âhirette acı azaptan uzak olup cennet ile sevinebileceği her-şeyin bilgisini verir. İşte bu bilgiye sâhip olanlar ve de daha da önemlisi bu bilgiye göre amel-eylemde bulunanlar, Allah’ın rızâsını kazarak iki dünyâda da güvenliğe ve huzûra kavuşurlar.

 

Cehâletten kurtulmak demek, “entelektüel olmak” demek değildir; nice okuma-yazma bilmeyenler vardır ki “örnek mü’minler”dir. Bildikleriyle amel edenler elbette bildikleriyle amel etmeyenlerden üstündürler. Zîrâ bildikleriyle amel edenlerin bilgisi, sağlaması yapılmış sahih bilgilerdir. 

 

İslâm’ı iyi bildiğini sanan ama iş icraata gelince yerinde çakılanlar çoğunlukla şeriatı da inkâr ederler. Bakmayın siz onların “İslâm ahlâk ve ibâdettir” deyip durmalarına, onlar ibâdetleri hiç tınlamayan ahlâksızların önde gidenleridirler. Adam “İslâm’ı en iyi ben bilirim” diyor ama namazı, orucu, haccı, kurbanı, baş-örtüsünü, tesettür vs. daha bir çok şeyi inkâr ediyor. Demek ki İslâm ile onu inkâr etmek için ilgilenmiş yada işin hakkını verip de bildikleriyle amel etmedikleri için Allah onları inkâr ile cezâlandırmış.  Ya Medîne’de inen âyetlerin tümden neshedildiğini bile söyleyebiliyorlar ve sonra da kendilerini çok iyi İslâm bilgini zannediyorlar. Allah bunlara karşı emrini bize şu şekilde veriyor:

 

“Sonra seni bu emirden bir şeriat üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin hevâ(istek ve tutku)larına uyma” (Câsiye 18).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2024

 

Devamını Oku »

Bilmediğini Basit Görmek

 

“Dediler ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).

 

“Bildiğinin dostu, bilmediğinin düşmanı” olanlardan başka bir de, “bildiğini zor ve önemli”, “bilmediğini ise basit ve önemsiz” görenler vardır. Bunun nedeni, bilmemekten başka, bilmediği şeyi uygulayıp-uygulamamakla alâkalıdır. İnsan, zor yad basit gördüğü şeyin gerçekten zor mu basit mi olduğunu ancak uyguladığında anlayabilir.

 

Aslında teoride zor gibi görülen şeyler uygulamada basitleşir. Bu-bağlamda hemen-hemen tüm Dünyâ’da uygulanan gayri İslâmî sapkın modernizme uymak basittir. Çünkü hemen herkes tarafında uygulanmaktadır. Uygulana-uygulana basit hâle gelmiştir. Fakat İslâm’ı hakkıyla bilmeyenler, İslâm’ın “bildikleri kadar” olduğunu zannederek onu basit görmektedirler. Basit gördükleri için de güncel soru ve sorunlara çâre olamayacağını düşünmektedirler. Bu düşünce yaygınlaşınca da insanlar şeytan, nefs ve tâğut-merkezli güncel her akıma kolayca kapılabilmektedirler.

 

Bilmediğini basit görmek en çok da siyâset ve İslâm konularında olmaktadır. Herkesin bu iki konuda bilip-bilmeden konuşmasının nedeni konuyu çok basit görmelerinden dolayıdır. Çok basit görüyorlar, zîrâ aslında konuyu hakkıyla bilmiyorlar. Meselâ herkes Allah’ı bildiğini ve idrâk ettiğini sanıyor ve kanımca bu nedenle O’na gereğince îman ve itaat etmiyorlar. Oysa     Allah, bizim aklımızla anlayıp târif edilebileceğimiz kadar basit bir varlık değildir. Bu nedenle Allah aklın değil, inancın ve itaatin konusudur.

 

Aynı şey Peygamberimiz’in güzel örnekliği için de geçerlidir. Vahiy-merkezli bir hayâtı hakkıyla yaşamak sanki çok basit ve önemsiz bir şeymiş gibi, Sünnet denilen şeyi kâle almıyorlar ve hattâ Sünnet’e düşman oluyorlar. Peygamberimiz’i es geçerek sâdece Kur’ân diyorlar ama bir süre Kur’ân’a takıldıktan sonra Kur’ân’ı da basit görmeye başlıyorlar ve Kur’ân’a olan îman ve güvenlerinde azalma oluyor ve sonuçta da Kur’ân’dan uzaklaşıyorlar ve şeytan, nefs ve tâğutların beşerî-sapkın sistemlerine kaymaya başlıyorlar. Bir zamanlar; “Kur’ân ve Kur’ân, başka bir şeye gerek yok” diyenler, Kur’ân’ın hakkını verip de vahiy-merkezli Sünnet örnekliğine göre yaşamadıkları ve yapmadıkları için, belli bir süre sonra, bırakın Sünneti, Kur’ân’dan da uzaklaşıyorlar ve “Kur’ân da bir yere kadar” diyerek tâğutlardan bir tâğutun kuyruğuna takılıyorlar ve en doğru yolun o olduğuna  inanmaya başlıyorlar. Bu, sünnetullah gereğince, işin hakkını verip de amel-eylem ortaya koymamanın cezâsından başka bir şey değildir.      

 

 Bilmediğini basit görenlerin önemli bir özelliği de, “bildiklerini” çok zor, kompleks ve önemli görmeleridir. Üstelik bu nedenle bir şeyleri değiştirip düzeltebilecek olan şeyin de “bildikleri ve uydukları mevcut şey” olduğunu düşünüyorlar ve bunu savunuyorlar. İlgilendikleri için bildikleri mevcut-modern bir konuyu zorlaştırmaları çok görülmektedir. Meselâ kadın, erkek ve cinsiyet gibi basit bir konu hakkında bile bir sonuca ulaşamıyorlar. Erkek ve kadını târif bile edemiyorlar da zırvalıyorlar. Oysa cevap çok basittir: Doğurganlığı olanlar dişi, olmayanlar erkek, bu duruma karşı olanlar da sapıktır”. Mesele bu kadar basittir.

 

Aşırı araştırma ve inceleme, incelenen şeyi zorlaştırır. Hâlbuki bir şeyin ne olduğu, aşırı inceleme ve araştırmadan önceki yalın bir bakışla basitçe anlaşılabilecek sâdeliktedir. Yalın bilgi ve anlam, görünenin üzerinde basit bir bakışla ilk bakışta görülebilecek şekilde nesnenin üzerinde bulunur.

 

Bir din, inanç, düşünüş ve felsefe “basit şekilde uygulanabilir” değilse, “hak” değildir, “Hak’tan” gelmemiştir, Hak’ka da götürmez. İnsanı yarı-yolda bırakır.

 

Peygamberlere ilk uyanlar basit-sığ (!) görüşlü kişilerdi: (Hûd 27) Peygamberlere uymak için ille de ileri görüşlü ve çok bilgili olmaya gerek yok, hattâ belki de bu ileri görüşlülük ve çok bilgili olmak, peygamberlere uymayı geciktirip blôke edebilir. Bu blôkasyonun, kişilerin zamanla sapkın akımlara kapılmasına neden olması çok olasıdır.

 

Herkesin bir trajedi ve büyük zorluk olarak gördüğü ölüm o kadar da zor değildir. Ölmek aslında genelde basit bir şeydir. Zor olan ölüm-ötesidir.

 

Evet; bildiğini zor ama bilmediğini basit görenler basit insanlardır. Basit insanların ana-hedefleri, mü’minlerin vazgeçtiği dünyevî hedeflerdir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

8 Ekim 2024 Salı

İslâm ve Belâdan Uzak Durmak

 

“…İnkâr edenler, Allah’ın vaâdi gelinceye kadar, yaptıkları dolayısıyla ya başlarına çetin bir belâ çatacak veyâ yurtlarının yakınına inecek. Şüphesiz Allah verdiği sözden dönmez” (Ra’d 31).

 

Arapça blw/bly kökünden gelen balâ “başa gelen kötülük ve sıkıntı, sınav” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça balâ “dert ve kötülük yükledi, sınadı” fiilinin faâl vezninde masdarıdır. Bu fiil Arapça wbl kökünden gelen wabala “yük veyâ sorumluluk yükledi” fiili ile eş kökenlidir.

 

İslâm olmak, “başını belâ’ya sokmak” demektir. Bir kişinin “Allah’tan başka ilah tanımam” deyip de başı belâya girmiyorsa (meselâ tartışma, kavga, mahkeme, hapis, yaralanma, dayak yeme, ölüm vs.), söylediği söz “yağmur getirmeyen gök-gürültüsü” hükmünde kalır. Zîrâ İslâm olmak, Allah’ın tüm kâinatta cârî olan ve adına sünnetullah denen sistemi dışında bir sistem tanımamak; sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsî vs. hayâtın tüm alanlarında sâdece ve sâdece Allah’ın emir ve yasaklarını belirleyen vahye yâni Kur’ân’a ve de “vahiy-merkezli ideâl örneklik” (Ahzâb 21) olan Sünnet’e, dolayısıyla İslâm’a göre bir düşünce, söylem ve eylem hâlinde olmak demektir. İslâm yâni müslim-mü’min olmak demek, gayri İslâmî tüm sistem, ideoloji, düşünce, söylem ve eylemlerden uzak durmak ve şeytânî, beşerî, nefsî ve tâğûtî belirlemelere ve uygulamalara düşman olmak demektir. Böyle olunca yâni siz bunarla düşman olunca karşı taraf da size düşman  olacak ve başsınızın belâya girmesi kaçınılmaz olacaktır.

 

O-hâlde; “kıl beşi bil işi”, “kimsenin etlisine-sütlüsüne karışmamak lâzım”, “azıcık aşım ağrısız başım” vs. diyerek ve en küçük bir belâ ve sıkıntıya bile girmemek için, söylenmesi gerekeni söylememek, eleştirilmesi ve îtirâz edilmesi gerekeni eleştirmemek ve îtirâz etmemek ve yapılması gerekeni yapmamak ne müslümanca ne de insanca bir tutumdur. Şurası kesindir ki, ucuz kahramanlıklardan bahsetmiyoruz ama, bir “imtihan dünyâsı” olan yeryüzünde insanların ve hele “müslümanım” diyenin başının belâya girmemesi hem sünnetullah ve kâinâtın formatı gereğince mümkün değildir, hem de Kur’ân ve Sünnet gereğince mümkün değildir. Zîrâ hem Kur’ân insanın omzuna, başının belâya da girebileceği yükler ve sorumluluklar yükler, hem de peygamberlerin içinde İslâm adına başı belâya girmemiş hiç-bir peygamber yoktur, olmamıştır. Çünkü ne de olsa hâkim paradigmaya zıt ve düşman olan bir şeyin savunulması yapılmaktadır.     

 

Şu da var ki, belâ İslâm adına değilse, dünyevilik adına yine kaçınılmaz olur. Fakat bu tür belâları ancak “görebilen” gözler fark eder. Câhiller, ahmaklar, korkaklar ve îman-inanç sorunu olanlar ise; belâyı ancak, başlarına gelip de kendisini kuşatınca fark eder. Câhil insanlar, başlarındaki mevcut belâyı ancak daha ağır belâlara uğradıklarında fark ederler. Meselâ insanlar kötü alışkanlıklarından ve yanlışlarından ancak, o kötü alışkanlık ve yanlışların kötü sonuçlarıyla karşılaştıklarında ve çâresiz kaldıklarında vazgeçmeye başlarlar. Çünkü insanların yanlışlardan vazgeçmesi ve kendine gelmesi için ancak “ağır belâlara uğramaları”ndan başka yol yoktur. Bu-bağlamda çoğu kişi için belâlar “iyi” sonuç verebilir. “Acı azap”tan önceki küçük belâlar, insanların kendilerine gelmeleri ve yanlışlardan vazgeçmeleri için bir fırsat olabilir:

 

Andolsun, biz onlara belki (inkârcılıktan) dönerler diye o büyük (uhrevî) azaptan önce, yakın (dünyevî) azaptan da tattıracağız” (Secde 21).

 

Ahmaklık ve aptallık, insanın aklının ancak belâ ile başına gelmesi durumunda farkına varılan bir şeydir. Bu-bağlamda, ahmaklık ve aptallığın bir sonucu olarak başa gelen belâlar insanı kendine getirebilir.

 

Tüm günahlar, haramlar, yasak ve ayıp olanlar belâya neden olur. Meselâ özellikle günümüzde çıplaklık insanın başına büyük belâ olmuştur. Kanımca sosyâl sorunların büyük bölümünün ardında çıplaklık vardır. Bu belâ hem iç-âlemlere hem de dış-âleme büyük zarar vermektedir. Bu nedenle olsa gerek, Allah bu konuda bizi şu şekilde uyarır:

 

Ey Âdemoğulları!; şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belâya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık” (A’raf 27).

 

Demek ki günah işlemek hem Dünyâ’da sosyâl ve toplumsal anlamda hem de âhirette, iyiden-iyiye “başını belâya sokmak” demektir. Günahın ne kadar büyük bir belâ olduğu âhirette apaçık şekilde görünecektir fakat iş işten geçmiş olacaktır.

 

Biraz sivri konuşanlara, hakîkati apaçık şekilde söyleyenlere, adâletsizliğe, eşitsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa, küfre, şirke, ve zulme karşı eleştiri, îtirâz ve isyân yükseltenlere; “düşüncelerin, fikirlerin, söylemlerin, eylemlerin ve paylaşımların çok tehlikeli, başına belâ alırsın” diyorlar. İyi ama, hakîkati dile getirmemek, söylenmesi gerekeni söylememek ve yapılması gerekeni yapmamak hem Dünyâ’da kötü sonuçları bakımından hem de âhirette işin hakkını vermemekten dolayı acı azâba uğramak bakımından çok daha büyük bir belâdır.

 

Bakın günümüzde çok güzel bir örnek vardır. 7 Ekim 2024’ten bêri son 1 yıldır şeytanı, nefsi ve tâğutları arkasına almış olan şerefsiz zâlimler, kadın, çocuk ve bebek demeden Gazze’yi yıkıp-yakmışlar, onları evsiz, aç, susuz ve çıplak bırakmışlardır ve bu zulüm hâlen de sürüyor. Fakat tüm bunlara rağmen 50 küsur müslüman ülke ve 1,5 milyar müslüman; “arkalarında ABD ve AB var, bir şey yapamayız, başımıza büyük belâlar alırız” diyerek haz, zevk, keyif, konfor ve umursamazlık içinde hayatlarına devâm ediyorlar. Oysa asıl belâ budur. Allah’ın müslümanların kâlplerinden cesâreti, kararlılığı, vicdânı, merhâmeti, gayreti, îmânı, güveni ve fedâkârlığı almış olmasıdır büyük belâ. Özelde müslümanların, genelde ise tüm insanların adâletten, eşitlikten, haktan, hakîkatten, ahlâktan, merhâmetten, vicdandan, din’den, îmandan uzaklaşarak ve koparak şerefsizleşmeleri büyük belâ ve cezâdır. Öyle ki, “müslümanım” demelerine rağmen bir ses yükseltmekten bile çekinir hâle gelmiş -sözde- müslüman ama hakîkatte nâmussuz ve şerefsiz insanlar Dünyâ’yı doldurmuş durumdadır. Oysa Allah, o birlik olmuş gibi görünen zâlimler için şunları söylemektedir:         

 

“Biz, ‘birbiriyle yardımlaşıp öcünü alan bir topluluğuz’ mu diyorlar?. Yakında o topluluk bozguna uğratılacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır. Daha doğrusu onlara vâdedilen (asıl azap) (kıyâmet) saatidir. O saat, ‘kurtuluş olmayan daha korkunç bir belâ’ ve daha acıdır” (Kamer 44-46).

 

Üstelik onlar ancak, savaş uçakları ve hava savunma sistemleri olmayan ülkeleri ve insanları 2.000 metre yükseklikten bombalamakla savaşabilirler. Her yeri yıkıp-yakarak üstünlük kurduklarını düşünürler. Şu da var ki kendi aralarındaki birlikleri ve bağlılıkları da aslında çok zayıftır:

 

Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veyâ duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir hâlde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kâlpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir” (Haşr 14).

 

Allah yolunda infâk edin ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever” (Bakara 195).

 

 Siyakına-sibakına bakmadan, bu âyete dayanarak: “Allah kendinizi tehlikeye atmayın ve başınıza belâ almayın der” diyorlar. Hâlbuki bu belâ, infak ile alâkalıdır ve Allah yolunda mallarla ve canlarla yapılması gereken cihattan uzak kalmanın tehlikesinden bahsedilmektedir. Zâten bir-önceki (siyak) 194. âyette şöyle denir:

 

Haram ay, haram aya karşılıktır; hürmetler (de) karşılıklıdır. Öyleyse kim size saldırırsa, onun saldırdığı gibi siz de ona saldırın. Allah’tan korkup-sakının ve bilin ki Allah, muhakkak ki korkup-sakınanlarla berâberdir” (Bakara 194).

 

Yâni Allah; “size yâni mü’minlere-müslümanlara saldıranlara karşı siz de hep berâber saldırın ve bunun için de gerekli olan infâkı yapın da kendinizi tehlikeye atmayın ve başınıza belâ almayın” diyor.

 

Eyleme geçmeyen ve dönmeyen Kur’ân bile, mü’minlerin başına belâ olmaya başlar. Çünkü amele-eyleme geçmeyen düşünceler, fikirler, teoriler ve söylemler amele-eyleme dönmediğinde zamanla farklılaşır ve bambaşka bir hâle gelir de yeni düşmanlıklar ve düşmanlar ortaya çıkar. Bu da birlik olmaya engel olunca, şeytanın uşakları sizi ortalarına alıverirler. Herkes kendi dînini ve düşüncesini överken, nefsini ilah edinmiş olan şerefsizler, en gariban ve zayıf olanlarınızı elekten geçirmeye başlarlar.

 

O kadar belâya rağmen insanlar belâyı def etmek adına bir-araya gelemiyorlar ve bir şey yapamıyorlar. Çünkü modern insanın aklının başına gelmesi ve cesâretini ve öfkesini toplaması için başlarına gelen belâlar yetmiyor. İlle de acı azâbın kendilerini bulması gerekiyor:

 

O pek acı azâbı görünceye kadar ona inanmazlar. Artık o (azab), kendileri şuurunda olmadan onlara apansız gelecektir” (Şuârâ 201-202).

 

İnsanlar bir “imtihan dünyâsı” olan Dünyâ’daki belâları, “kâlû belâ” (evet dediler) dediği gün kabûl etmiştir. Öyleyse belâdan kaçmak hem mümkün değildir hem de imtihan dünyâsında belâdan kaçmak anlamsız bir şeydir. Belâdan kaçmanın kendisi büyük bir belâdır. Allah, belâdan kaçanın hem Dünyâ’da hem de âhirette belâsını verir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

İnanç-Birliği, Eylem-Birliği

 

“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

 

Kur’ân boyunca, “sâdece Allah’a itaat edin” yâni “sâdece vahye/Kur’ân’a itaat edin” diye değil de, “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin” diye gelmiş olması, kanımca, “vahiy sâdece inanç ve ilim için değil, amel ve eylem içindir de” mesajını vermektir. Çünkü Kur’ân, insanı bilinçlendirir, îman ve inanç kazandırır ve bilinç, îman ve inanç-birliği oluşturur. Fakat bununla kalmaz. Çünkü Allah insanlar içinden peygamberler de seçerek onlar üzerinden vahiy-merkezli ideâl bir amel-eylem örnekliği de ortaya koyarak bir de “amel-eylem birliği ortaya koyar. Peygamberimiz ve sahabe toplumu hem inanç hem de amel-eylem birlikteliğine sâhiptiler. Zâten Kur’ân da, sâdece “îman edenler ve sâlih amel işleyenler”in kurtuluşa ereceğini söyler:

 

“Asra andolsun!; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak “îman edip sâlih amellerde bulunanlar”, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

   

İnanç-birliği önemlidir elbette, fakat daha da önemlisi “amel-eylem birliği”dir. Çünkü îman ve inanç da kuru-kuruya olan bir şey değil, amele-eyleme dönüktür. Îman, inanç, Kur’ân ve Sünnet, amel-eylem için vardırlar. Eylem bunlara göre belirlenir fakat eylem olmadığında bunların olması pratikte bir fayda sağlamaz ve iç-âlemlerin tatmini ve iknâsı için fayda verir. Amele-eyleme dönük olmayan ve hayatta yankı bulmayan îman ve inanç, uzak-doğu dinlerinin müntesipleri gibi pasif yapar insanları. Çünkü “ne de olsa inanıyorum, bu yeterlidir” diye düşünmek hiç-bir şey yapmamaya yöneltir kişiyi. Bu nedenle olsa gerek, Allah Kur’ân’da şöyle der:

 

İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

Sınanmak ise elbette hayâtın içinde amel-eylem ile olacaktır.

 

İnanç ve eylem-birliği birlikte olduğunda hayata etki etmeye ve iz bırakmaya başlar. Bu da sorun ve sorunlara çârelerin üretilmesine doğru gider. Bu nedenle Allah Kur’ân ‘da tüm mü’minlere şöyle emir ve tavsiye verir:

 

“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kâlplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nîmetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini böyle açıklar”l-i İmran 103).

 

Meyve vermeyen ağacın odun olması nasıl kaçınılmazsa, eyleme dönüşmeyen inanç-birliğinin de, “eyleme dönüşmeyen inanç-ayrılığı”na dönmesi kaçınılmazdır. Kanımca günümüzde müslümanların hâl-i pür melâllerinin nedeni budur. İnanç-birliği var ama amel/eylem-birliği yok. Amel/eylem-birliği olmadığı için birbirlerine destek olma düşüncesi ve meyli çok zayıf kalmaktadır. Gerçi müslümanlar inanç-birliği konusunda da sorunları vardır. Çünkü herkes çeşitli fırkalara ayrılmıştır ve hiç-biri de birbirlerini sevmemekte ve hattâ nefret etmektedirler. Zâten her grup kendi düşünce ve inançlarıyla tatmin bulmakta ve kendi inançlarını övmektedir:

 

Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).

 

Allah katındaki tek hak din olan İslâm; îman, ilim ve ameldir. İnsan rûhu, ancak bu üçü birlikte olursa mutmain olur. Fakat modern müslümanlar Îman ve ilim ile yerinmektedirler ve bu minvâlde bir birlik oluşturmayı düşünmektedirler ve bunun söylemini yapmaktadırlar. Oysa amel-eylem birliği de şarttır ve hattâ olmazsa-olmazdır. Zîrâ îman ve ilim amel-eyleme dönmediğinde ve amel/eylem-birliği ortaya çıkmadıkça dertlere çârelerin üretilmesi ve bir sorunun çözülmesi mümkün değildir.

 

İslâm, ancak îman-amel-eylem ile birlikte açığa çıkar. Amel-eylemden kopuk olan inanç-şekline müslümanlıktan ziyâde “haniflik” demek daha doğrudur. Hanif: “İslâmiyetten evvel Allah’ın birliğine inanan ve Hz. İbrâhim’in dîninden olanların vasfı”dır. Bu kişiler şirki ve küfrü küçük görüp aşağılıyorlar ve alay ediyorlardı. Fakat küfrü ve şirki ortadan kaldırmak gibi bir amel-eylemde bulunmadıkları için onarla karşı bir tepki gösterilmiyordu. Fakat ne zaman ki Peygamberimiz putları aşağılamaya ve küfür ve şirk sistemi yerine tevhidi sistemden bahsetmeye başladı ve bunun için amel-eylemde bulundu, işte o zaman kıyâmet koptu ve mücâdele başladı.

 

Tüm zamanlarda olduğu gibi günümüzde de şirk ve küfür dolayısıyla şeytanın, nefsin, beşerin ve tâğutların hüküm sürdüğü zulüm sistemi hâkim durumda. Üstelik târih boyunca hiç olmadığı seviyede bir kuşatma ve baskı var. Çünkü târih boyunca müslümanlar ilk defâ, modernite ile birlikte, düşmanları karşısında aşağılık kompleksine kapılmaktadırlar. Târih boyunca müslümanlar ilk defâ, “modernite” ile birlikte kendilerini küçümsüyor ve düşmanlarını yüceltiyorlar. Târih boyunca müslümanlar ilk defâ, “modern kâfir ve müşriklere” hayrân olmaktadırlar. Târih boyunca müslümanlar ilk defâ “modernite” ile birlikte “İslâm hükümleriyle hükmedilmesi”ni tartışmakta, inkâr etmekte ve bâtılın hükümlerini üstün görmektedirler. Zîrâ ilim ve inanç-birliği olsa da amel-eylem birliği olmadığı, dolayısıyla Kur’ân’ı hayata hâkim kılma bulunmadığı için mevcuda hayrân, meftûn ve râm olunarak entegre olunmaktadır.

 

Günümüzde müslümanlar, “dil”i (söz), “el”e (eylem) üstün tutuyorlar. “Dil” ve “el” birliği olmadıkça hem samîmiyet ve ciddiyet ispatlanamaz hem de çözüme yönelik şeyler yapılamaz da boş çözümlemelerle ömür tüketilir.

 

Îman ve inanç tek-başına bir-çok zihnî problemleri çözebilir, fakat amel-eyleme dönmedikçe tek-başına îman ve ilim somut bir sorunu ve derdi çözemez. İlim, her-şeyi açıklar yada açıklamaya çalışır, fakat sorunları fiîli olarak çözmek için amel-eyleme ihtiyaç vardır. Tabi îmânın, bilmenin ve yapmanın birlikteliğidir esas olan.

 

Cemaatler; tek-başına -gücümüz yetmediği için- yapamayacağımız şeyleri, “birlikte yapma” yerleri olmalıdır. Aksi-hâlde cemaat toplanması ha bi eğlencedir. İslâmî toplum ve hareket (cemaat), “tek başıma evimde yapamayacağım şeyi birlikte yapmak için” olmalıdır. Evimde meâl, tefsir, târih, hadis vs. derslerini tek-başıma da yapabilirim ama bir kişinin bir derdini çözmem için evden çıkmam ve amel-eylem içeren bir şeyler yapmam gerekir Hattâ sorun büyükse ve tek-başıma yapabileceğim bir şey değilse bunu cemaat ile birlikte yapmak şart olur. Esâsen cemaatler temelde ilim için olmaktan ziyâde amel-eylem içindir.  

 

Modern gençlik, tüm âilenin hep birlikte çözemediği bir sorunu, tek-başlarına çözebileceklerini sanmaktadırlar. Fakat iş amel-eyleme gelince değişmektedir. Zîrâ amel-eylemde, teoride düşünüldüğü ve plânlandığı gibi olmaz.

 

Müslümanlar post-modernite ile birlikte, İslâm’ın büyük hedeflerinden ve ideâllerinden vazgeçerek, batı-merkezli, kişisel gelişim ve mutluluk (haz) odaklı bireysel amaçları ve rahatlığı seçtiler.  Bu da amel/eylem-birliğinin zayıflamasına ve dağılmasına neden oldu. Artık iki kişi bir-araya gelip de bir sorunu çözecek bir şeyler yapamıyorlar. Oysa birlikten kuvvet doğarken, ayrılıktan ise zayıflık ortaya çıkar:

 

“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

 

Bu-bağlamda; mebzûl miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir (hadis değil). O-hâlde bize yetecek olan ne salt Kur’ân, ne de salt Sünnet’tir. Kur’ân bize yeter ise, Kur’ân o kadar çok okunuyor, yazılıyor ve tefsir ediliyorken neden yetmiyor da perişân ve sefil bir hâlde yaşıyoruz?. Hayır!; Kur’ân ve Sünnet yâni îman, inanç, ilim ve amel-eylem birlikte olmalıdır. İnanç ve eylem-birliği ikisi birlikte olursa çâreler açığa çıkar ve amaç gerçekleşebilir. Modern zamanlarda müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da Sünnet örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır.

 

Peygamberimiz ve onunla birlikte olanların yaptığı gibi; olağan-üstü şeyler yapmadıkça olağan-üstü değişimler ve olağan-üstü sonuçlar beklemek abes ve hayâldir. Çünkü bir şeyleri değiştirecek ve düzeltebilecek olan şey, “olağan-üstü şeyler bilmek” değil, olağan-üstü işler yapmak ve olağan-üstü amel ve eylemlerde bulunmaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Vehn Hastalığı

 

“(Mal, mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu,) mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).

 

Vehn Peygamberimiz’in târifiyle: “Dünyâ’yı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir”.

 

Sevban’dan rivâyet edildiğine göre Resûlullah şöyle demiştir: “Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) dâvet ettikleri gibi, size karşı (savaşmak için) birbirlerini dâvet edecekler”. Birisi: “Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi. Resûlullah: “Hayır!; aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çör-çöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak” buyurdu. Yine bir adam: “Vehn nedir ya Resûlullah?” diye sorunca: “Vehn, Dünyâ’yı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir” buyurdu. (bk. Ebu Davud, Melahim, 5).

 

Bir şeyin niceliğinden yâni çokluğundan ziyâde, niteliği yâni kaliteli oluşu önemli ve değerlidir. Çünkü nicelik arttıkça nitelik yâni kalite düşer. Buna rağmen çokluk insanlar tarafından daha fazla arzulanır ve istenir. Çokluktan ziyâde kalite, sâdece maddî alanda değil, mânevî alanda da daha değerli ve önemlidir. Kur’ân boyunca nicelik yâni çokluk hep olumsuz anlamda kullanılmış fakat “kaliteli amel” diyebileceğimiz sâlih ameller ise hep îman ile birlikte anılmıştır. Îman ve sâlih amel birbirlerinin neden-sonucudurlar ve hem birbirlerinin sağlamasını yaparlar hem de birbirlerine destek verirler ve değer kayarlar.

 

İnsanların vehn hastalığında tutulmalarının nedeni, niteliğe-kaliteye değil, niceliğe-çokluğa kapılmış olmalarından dolayıdır ki, ölümden çok korkmaları ve Dünyâ’yı çok sevmelerinin nedeni de zâten budur. Çok şeyiniz varsa ölüm korkusu fazlalaşır. Zîrâ ne kadar çok şeyiniz varsa o şeyler sizi Dünyâ’ya o kadar çok bağlamış demektir. Dünyâ’ya ne kadar bağlanmışsanız hem ölümden çok korkmaya başlarsınız hem de sâlih amellerden o oranda uzaklaşırsınız. Sâlih amellerden uzaklaştığınızda ise, çoğu boşa gidecek olan “kalitesiz ameller” işlemeye başlarsınız. Kalitesiz ameller ise îmânınızın artmasına fayda vermediği için, îmânın gereği olan amelleri işlemekten alabildiğine kaçmaya başlarsınız. Hattâ îmânın gereği olarak yapılması gereken amelleri aşırı yoruma boğarak ve bambaşka bir anlam vererek, o amelin yapılmasını değil de yapılmamasını savunmaya başlarsınız ki modern müslümanlar bunun mâlûldür. Tüm bunların hem sonucu hem de cezâsı olarak ise, yapılması gereken şeyleri yapmayıp, yapılmaması gereken şeyleri yapmaya başlarsınız. Çünkü sünnetullah gereğince, yapılması gerekenleri yapmayanlar yapılmaması gereken şeyleri yapmaya başlarlar. Bu durum insanların Dünyâ’ya çok bağlanmasına, ölümden ise aşırı korkmalarına neden olur. İşte vehn hastalığı budur.              

 

Vehn hastalığının bâriz belirtisi, “Dünyâ’yı ıskalama korkusu”dur. Vehn hastalığında ölümden öyle bir korkulur ve kaçılır ki, modern-bilim ve teknolojinin, kısa zaman içinde ölümsüzlüğü bulacağı umûdu çok yüksek seviyeye çıkar. Bu beklentiyle birlikte, vehn hastalığına yakalanmış olan insanlar, sanki Allah bizi Dünyâ’dan olabildiğince fazla yararlanmak için yaratmış gibi, insanlar hep maddî şeyleri elde etmek ve haz, zevk, keyif, konfor içinde dertsiz-tasasız yaşamanın derdine düşmüş durumdadırlar. Tabi böyle olduğu için Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamber, Kur’ân, Sünnet, din, îman yâni İslâm bilincinden uzak kalmaktadırlar yada uzak durmaktadırlar. Bunun sonucunda da Dünyâ’yı adâletsizlik, eşitsizlik, haksızlık, ahlâksızlık, şirk, küfür ve zulüm doldurmaktadır. Tüm bunlar temelde vehn hastalığının yâni Dünyâ’yı fazlaca sevmenin ve ölümü kötü görmenin sonuçlardır.  

 

Müslümanlar özellikle son 100 yıldır savaşmaktan çok korkar hâle geldi. Savaş sözünü duydukları anda şöyle bir yutkunup renkleri değişiyor. Peygamberimiz müslümanların bu duruma gelmesine sebep olan şeyin “vehn” olduğunu söyler. Yâni, insanlar-müslümanlar dünyâ-hayâtını fazla sevdikleri, âhiret hayâtını geri plâna attıkları ve bu sebeple de oraya gidecek yol olan ölümden de korktukları için dirençlerini kaybediyorlar, gereken mücâdeleye ve mücâhedeye girmekten kaçınıyorlar ve nüfusça çok olmalarına rağmen uluslar-arası câmiada hiç-bir kıymet-i harbiyeleri olmuyor.

 

İslâm düşmanlarını küstahlaştıran ve istedikleri şeyi yapmaya cesâretlendiren şey, müslümanların azlığı değil, aksine onların takvâ bakımından güçsüzlüğü ve Dünyâ’ya aşırı düşkünlükleridir. Çünkü ölümden korkan ve Dünyâ’ya fazlaca düşkün olanlar sabredemezler, fedâkârlıklara katlanamazlar, vazgeçemezler, canları ve malları ile katılmaları gereken cihadı ihmâl ederler. Bu yüzden eskiden olduğu gibi düşmanlara karşı heybetli değildirler ve artık düşmanlar onlardan korkmazlar, çekinmezler.

 

Vehn hastalığına tutulmuş olanlar için şu âyet çok mânidardır:

 

‘‘Biliniz ki, dünyâ-hayâtı oyundan, eğlenceden, süs ve gösterişten, bir-birinize karşı övünmeden, mal ve evlâdı çoğaltma yarışından ibârettir. Bu hayat, ekini ve bitkisi çiftçisinin yüzünü güldüren bol yağmura benzer. Fakat bir-süre sonra kuruyan bu bitki-örtüsünün sarardığını görürsün. Arkasından da ot kırıntılarına dönüşür. Âhirette ise bir yanda ağır bir azab, öbür yanda Allah’ın bağışlaması ve hoşnutluğu vardır. Dünyâ-hayâtı, aldatıcı bir hazdan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).

 

Vehn hastalığının (Vehn=Dünyâ’ya aşırı bir şekilde bağlanıp onu sevmenin ve ölümden ise aşırı bir şekilde korkarak ondan kaçmanın ve hattâ ondan kurtulmak istemenin) da nedeniyle, tembellik/korkaklık/amaçsızlık-hedefsizlik/bilinçsizlik ve de fakirlik/hastalık gibi çâresizlik durumlarından dolayı bir-türlü İslâm-merkezli bir süreci başlatma ve bu yolda yürüme yoluna girilemiyor. Unutulmamalı ki müslüman-mü’min, gayba îman eden kişidir ve Dünyâ’yı helâlinden faydalanılan fakat geçici bir imtihan yeri; âhireti ise sonsuz ebedî mekân olarak kabûl eder ve görür. Bu nedenle de başta ölüm olmak üzere her sıkıntıya katlanması gerektiğinin bilincinde olarak ana-hedef için malıyla ve hattâ canıyla mücâhede (aşırı gayret) eder. Mü’min kişi ve toplum, Kur’ân ile birlikte, bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet süreçlerini izleyerek, her türlü mazlûmiyete son verme ve Allah’ın sözünü Dünyâ’ya hâkim kılmak (Enfâl 39) için var gücüyle çalışır.

 

Müslümanların maddî güçleri artmasına rağmen cesâretsizleşmelerinin, yüreksizleşmelerinin ve birer korkak hâline gelmelerinin nedeni, elde ettikleri maddî güçtür. Madden zenginleşen insanların-müslümanların maddî güce rağmen yine de korkak olmalarının nedeni, maddenin de aslında yeterli  bir gücünün olmadığını anlamış olmalarıdır. Güç, korkaklığı da yanında getirir. Zîrâ Allah’ın gücünden başka hiç-bir güç “mutlak güç” değildir. Mutlak olmayan her güç eksik olacağı için dünyevîleşme korkaklığı da yanında getirmiştir-getirmektedir. Bu korkaklığı hiç-bir tedbir de giderememektedir. Zîrâ bu korkaklıktan ancak, Allah’a hakkıyla teslim olmakla ve bu teslîmiyete göre yaşamakla kurtulmak mümkündür. Çünkü işte ancak o zaman vehn hastalığından şifâ bulunmuş olur.

 

Modernizm; tembel, pısırık, korkak, gevşek, yavşak ve aptal insanlara göre kurgulanan şeytânî-beşerî bir sistemdir. Bu yüzden mü’minler modern olmaktan Allah’a sığınmalıdır. Târih boyunca vehn hastalığının en yoğun yaşandığı modern dönemde, insanlar daha önce hiç-bir zaman olmadığı kadar; tembel, korkak, ürkek, pısırık, konformist, alıngan, israfkâr, yalancı vs. olmamıştı.

 

Peki vehn hastalığından kurtulmak nasıl mümkün olur?. Bunun için ilk önce büyük bir kararlılıkla sağlam bir îman edilmeli-tâzelenmeli  ve o îmâna uygun yâni Kur’ân/Sünnet-merkezli bir hayat yaşamaya başlanılmalıdır. Fakat îmandan sonra “tâğutu inkâr etmek” de şart olduğu için, tâğûtî-beşerî düşünce, sistem, söylem ve eylemlerden uzak durulmalı, lâik/seküler/neo-liberâl/demokratik-neo-demokratik/kapitâlist/post-modernist/konformist/hazcı/şerefsiz/sapık sistemlerden ve hayat-tarzlarından alabildiğine uzak durulmalıdır.  Şeytânî-nefsî-beşerî-tâğûtî hayat tarzı yerine İslâm’ın pak ve şerefli dînine; Kur’ân’a, Peygamberin Sünnet’ine, yâni Kur’ân-merkezli ideâl bir yaşam modeline sarılıp onu meleke hâline getirmek şarttır. Zîrâ  bu yapılmadığında çirkefliklerden kurtulmak söz-konusu bile değildir, hattâ ihtimâl dışıdır. Çünkü sünnetullaha ve doğaya aykırıdır.

 

O-hâlde ey müslümanlar!; bir şeyi gerçekten değiştirmek, düzeltmek ve iyileştirmek istiyorsanız, yapmanız gereken şey hayat-tarzlarınızı değiştirmenizdir. Kur’ân/İslâm/Sünnet-merkezli hayat-tarzına ve şekline göre bir hayat yaşamanız gerekmektedir. Çünkü korkudan titrediğiniz ve bu nedenle de sığınılacak bir liman olarak Dünyâ’ya sarıldığınız  vehn hastalığından kurtulmanın başka bir yolu yoktur. Ya vehn hastalığının ızdırâbı içinde Dünyâ’da rezil olduktan sonra âhirette ise acı bir azapla karşılarısınız yada sağlam bir îman ve sâlih amel ile İslâm-merkezli bir hayâta yönelirsiniz. Üçüncü bir şık yoktur. 

 

Evet; işte müslümanların bu kadar kalabalık olmalarına rağmen yer-yüzünün lânetlileri olarak görülmelerinin, çok zor ve çirkef bir hayat yaşamalarının, sürekli öldürülmelerinin, zulme uğramalarının, kısaca perişanlıklarının nedeni vehn hastalığıdır. Kur’ân’ın aydınlığını ve Peygamber’in Sünnet’ini terk-ederek tâğutların ortaya koyduğu hayat-şekline dört elle sarılmak ve can pahasına onu yüceltmek, sünnetullah gereği modern müslümanlara ve tüm insanlara verilmiş bir cezâdır. Tâ ki dünyâ-sevgisinin ve ölüm korkusunun (vehn) yenilip, mü’min olarak ölmenin bir kazanç ve nîmet olarak görülmeye başlandığı ve bu nedenle her türlü bedelin göze alınabileceği zamâna kadar.

 

Ey müslümanlar!!.. Bilincin kaynağı Kur’ân ile bilinçlendikten sonra, Kur’ân’ın “vahiy-merkezli ideâl bir yaşam-örnekliği” (Ahzâb 21) dediği, eylemin kaynağı olan Sünnet’e her türlü bedeli göze alarak dört elle sarılmadığının müddetçe rezâletten, çirkeflikten, korkaklıktan, mazlûmiyetten, öldürülmekten, tecâvüz edilmekten, aç kalmaktan ve ölmekten, yer-yüzünün lânetlisi olmaktan, “domuzluk”tan ve nihâyetinde şerefsizlikten kurtulamayacaksınız. Üstelik Dünyâ’da rezil olduktan sonra âhirette de büyük pişmanlıklar için kalmaya mahkûm olursunuz.

 

“Asra andolsun!; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak “îman edip sâlih amellerde bulunanlar”, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2024

 

Devamını Oku »