“…De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir
olur mu?. Şüphesiz, temiz akıl sâhipleri öğüt alıp-düşünürler” (Zümer 9).
Târih boyunca insanlar kendilerini “bilmediklerinin
uzmanı” sanmışlardır. Bir konu hakkında sâdece manşeti gördüklerinde yada o
konu hakkında bir-kaç cümle bir şeyler okuduklarında sanki işin uzman gibi
ahkâm kesmeye başlarlar. Bu en çok da İslâm konusunda böyledir. Oysa İslâm tâ
Hz. Âdem’den bêri en az bilinen yada “en çok yanlış bilinen” konudur.
Peki insanlar niçin hiç okumadıkları,
ilgilenmedikleri ve gereğini yapmadıkları İslâm’ı bildiklerini hem de bâzen çok
iyi bildiklerini sanırlar?. Bu biraz siyâset konusunda da böyledir ama genelde
hiç-bir konuda insanlar İslâm’da olduğu kadar, kendilerini bilgili görüp de
ahkâm kesmezler. İnsanların İslâm’ı iyi bildiklerini zannetmelerinin nedeni,
onun basit bir şey olduğunu düşünmeleri ve İslâm denilen şeyin hayatta
karşılaştıkları ve gördükleri kadar olduklarını sandıklarından dolayıdır. Oysa
İslâm târih boyunca hayâtın ortasında, ancak çok kısa zaman-dilimlerinde gerçek
anlamda görünmüş ve hâkim olmuştur. Ortalıkta İslâm diye görülen şey Allah’ın
indirdiği vahiylere dayanan ve Peygamberimiz’in vahiy-merkezli olarak
belirlediği “İslâmî hareket metodu” ve ortaya koyduğu “güzel örneklik”
değildir. Dolayısıyla İslâm’ı bildiğini sanalar aslında “müslümanlık” denilen
sahte bir dini görüp-biliyorlar. Zâten böyle olduğu için ne iç-âlemler ne de
dış-âlem Allah’ın emir ve yasaklarına göre düzenlenip de bir nizâma
kavuşamıyor.
Hakîki İslâm yâni Kur’ân ve Sünnet
bilinmediği ve gerekleri yapılmadığı için İslâm sınırlanıyor yada tamâmen
kapalı kapılar ardında kalıyor. Böyle olunca da ortaya tam da şeytanın, nefsin
ve tâğutların hoşuna gidecek ve onları memnun edecek bir din düşüncesi ortaya
çıkıyor. İşte bu din, bir-kaç kısa manşet bilgi ve ritüelden ibârettir. Zâten
ayrıntılara girenler de Kur’ân’a değil de ya geleneğin yada modernizmin
hurâfelerine dayanarak açıklamalar yapıyorlar. Fakat bu açıklamalar zihinleri
ve kâlpleri tatmin etmediği için insanlar sesli yada sessiz bir şekilde, “İslâm
ile bir yere varılmaz” sonucuna varıyorlar. Sonuçta da câhillik bu şekilde
sürüp gidiyor ve hakîki İslâm, çok kişinin görebildiği kuytuda-köşede kalıyor.
İslâm’ı bildiğini sananların çoğu aslında ya
geleneğe uyuyor yada modernizme. Kur’ân’a ve de Sünnet’e uyan olmadığı gibi,
bunlardan bahseden de yok. Hattâ -sözde- Kur’ân yolunda olanlar bile Kur’ân’ı
Kur’ân-merkezli okumadıkları ve Kur’ân’ı bambaşka şeyleri merkeze alarak
okuyup-yorumladıkları için onlar da aslında Kur’ân’ı dolayısıyla İslâm’ı bilmekten
uzak kalmış oluyorlar.
İslâm’ı çok iyi bildiğini sananların
çoğunluğu geleneğe sövmekten başkasını yapmıyorlar ve duyan da İslâm’ın,
“geleneği kötülemek” olduğunu zannediyor. Tabi bu kişiler modernizme hiç ses
etmiyorlar. Zâten bu yüzden sürekli olarak geleneğe çatıp duruyorlar. Geleneğin
elbette çatılacak çok şeyi vardır ama modernizmin de bir “mevcut gelenek”
olduğunu hiç düşünmüyorlar.
İslâm’ı çok iyi bildiğini zannedenler, modernizme,
modern-bilim ve teknolojiye, lâikliğe, demokrasiye, feminizme, liberâlizme,
kapitâlizme vs. uymayan İslâm’ı kabûl etmiyorlar, edemiyorlar. Çünkü onlar
aslında İslâm’ı bilmiyorlar, sevmiyorlar ve uygulamıyorlar. Zîrâ aslında
İslâm’a bağlıymış gibi görünmelerine rağmen aslında modernizmin her-şeyine
meftûn, râm ve hayrân durumdadırlar ve modernizm ile şirk koşuyorlar ve modernite
ile küfre düşüyorlar.
İslâm’ı bildiklerini zanneden
câhiller çok absürd düşüncelere ve inanışlara da sâhiptirler. Meselâ İslâm’ın
devlet talebinin olmadığını düşünüyorlar. Oysa Peygamberimiz Medîne Site
Devleti’nin siyâsî ve dînî lîderi ve önderiydi. Bunu bilmeyenler yada kabûl
etmeyenler, İslâm devletinde yaşamanın ne demek olduğundan da bi-haberdirler.
Böyle olduğu için, İslâm Devleti’ni-medeniyetini bilmeyenler, modern demokratik
devletleri ve uygarlıkları bir bok zannediyorlar. Çünkü hiç-bir bok
bilmeyenler, her-şeyi bildiğini zannederler.
İslâm’ı bilmeyenler, müslümanların
yoğun bir zâhitlikle uğraşmaktan başka bir şey yapmamaları gerektiğini
düşünürler. Bu zannın arkasında, zâhitlikle kendini açığa çıkaran tasavvuf
zihniyeti ve modeli vardır. Bu-bağlamda İslâm’ı hayâtın hiç-bri alanına
karıştırmak istemeyenler, İslâm ile tasavvufu aynılaştırarak, “Anadolu İslâm’ı-İrfanı”,
“Türk-İslâm”, “Türk mefkuresine uygun İslâm” gibi ifadeler kullanırlar. Tüm bunlar
İslâm’ı çok iyi bildiğini zanneden İslâm’dan habersiz câhillerin
sözlerdir.
Modern insan, her-şeyi bildiğini ve
bilebileceğini zanneden bir câhildir. Cehâlet zâten budur. Gerçekten bilenler
ise hemen belli olur ve gerçekten bilenler zâten uygulama hâlinde olurlar.
Lâkin İslâm’ı bildiğini zannedenlerin çoğu amel-eylemden kopuk ve
uzaktırlar.
İslâm’ı iyi bildiğini zannedenlerin
îmanları da zayıf olur. Çünkü belli bir noktadan sonra bilmek daha doğrusu
bilmeye çalışmak yada bildiğini sanmak îmânı azaltır. Çünkü her-şeyi bilirseniz
ve bilmeye kalkarsanız yada bildiğinizi veyâ bilinebileceğini sanırsanız,
geriye îman edecek bir şey kalmaz. Bu “îmansızlaşma”yı ortaya çıkarır ki aklı
ve bilgiyi ilahlaştırmış olan modernizmin îmansızlığı ve modern insanın
îmânının bitme noktasına gelmesinin nedeni budur.
İslâm’ı bildiğini zannedenlerin içinde Kur’ân
sürekli olarak okumasına rağmen hem yorumlarına hem de yaşantısına baktığınızda
aslında âyetlere meydan okuyan bir-çok kişi görürsünüz ki modern müslümanlar
bununla mâlûldür.
İslâm’da bilme, Kur’ân’ı okuyup idrâk
ettikten sonra onu amel-eyleme dökerek uygulayınca tamamlanan bir şeydir. Çünkü
öğrenilenlerin sağlaması ancak böyle yapılabilir.
Lâilâheillallah dedikten sonra tâğutu inkâr
da etmeyenler ve tam-aksine tâğuta yalakalık yapanların İslâm’ı bildiklerinden
bahsedilemeyeceği gibi, onların İslâm ile ilişkileri de yoktur. Onlar aynen
oryantâlistler gibi ruhsuz mâlûmatlara sâhiptirler ki zâten oryantâlistlere bu
derece yalakalık yapmalarının nedeni de budur.
Bilenlerin bilmeyenlerden farkları,
“bildikleriyle amel etmek”tir. Yoksa bilmek, “kuru-kuruya bilmek” demek değildir.
Kur’ân ve İslâm, bir insanın hem
Dünyâ’da “insan ve mü’minler gibi yaşamasını hem de âhirette acı azaptan uzak
olup cennet ile sevinebileceği her-şeyin bilgisini verir. İşte bu bilgiye sâhip
olanlar ve de daha da önemlisi bu bilgiye göre amel-eylemde bulunanlar,
Allah’ın rızâsını kazarak iki dünyâda da güvenliğe ve huzûra kavuşurlar.
Cehâletten kurtulmak demek, “entelektüel
olmak” demek değildir; nice okuma-yazma bilmeyenler vardır ki “örnek mü’minler”dir.
Bildikleriyle amel edenler elbette bildikleriyle amel etmeyenlerden
üstündürler. Zîrâ bildikleriyle amel edenlerin bilgisi, sağlaması yapılmış
sahih bilgilerdir.
İslâm’ı iyi bildiğini sanan ama iş icraata
gelince yerinde çakılanlar çoğunlukla şeriatı da inkâr ederler. Bakmayın siz
onların “İslâm ahlâk ve ibâdettir” deyip durmalarına, onlar ibâdetleri hiç
tınlamayan ahlâksızların önde gidenleridirler. Adam “İslâm’ı en iyi ben
bilirim” diyor ama namazı, orucu, haccı, kurbanı, baş-örtüsünü, tesettür vs.
daha bir çok şeyi inkâr ediyor. Demek ki İslâm ile onu inkâr etmek için ilgilenmiş
yada işin hakkını verip de bildikleriyle amel etmedikleri için Allah onları
inkâr ile cezâlandırmış. Ya Medîne’de
inen âyetlerin tümden neshedildiğini bile söyleyebiliyorlar ve sonra da
kendilerini çok iyi İslâm bilgini zannediyorlar. Allah bunlara karşı emrini
bize şu şekilde veriyor:
“Sonra seni
bu emirden bir şeriat üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin hevâ(istek
ve tutku)larına uyma” (Câsiye 18).
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder