“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize
düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah,
sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).
Kur’ân boyunca, “sâdece Allah’a itaat
edin” yâni “sâdece vahye/Kur’ân’a itaat edin” diye değil de, “Allah’a ve
Resûlü’ne itaat edin” diye gelmiş olması, kanımca, “vahiy sâdece inanç ve ilim
için değil, amel ve eylem içindir de” mesajını vermektir. Çünkü Kur’ân, insanı
bilinçlendirir, îman ve inanç kazandırır ve bilinç, îman ve inanç-birliği
oluşturur. Fakat bununla kalmaz. Çünkü Allah insanlar içinden peygamberler de
seçerek onlar üzerinden vahiy-merkezli ideâl bir amel-eylem örnekliği de ortaya
koyarak bir de “amel-eylem birliği ortaya koyar. Peygamberimiz ve sahabe
toplumu hem inanç hem de amel-eylem birlikteliğine sâhiptiler. Zâten Kur’ân da,
sâdece “îman edenler ve sâlih amel işleyenler”in kurtuluşa ereceğini söyler:
“Asra andolsun!; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak “îman
edip sâlih amellerde bulunanlar”, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve
birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).
İnanç-birliği önemlidir elbette,
fakat daha da önemlisi “amel-eylem birliği”dir. Çünkü îman ve inanç da
kuru-kuruya olan bir şey değil, amele-eyleme dönüktür. Îman, inanç, Kur’ân ve
Sünnet, amel-eylem için vardırlar. Eylem bunlara göre belirlenir fakat eylem
olmadığında bunların olması pratikte bir fayda sağlamaz ve iç-âlemlerin tatmini
ve iknâsı için fayda verir. Amele-eyleme dönük olmayan ve hayatta yankı
bulmayan îman ve inanç, uzak-doğu dinlerinin müntesipleri gibi pasif yapar
insanları. Çünkü “ne de olsa inanıyorum, bu yeterlidir” diye düşünmek hiç-bir
şey yapmamaya yöneltir kişiyi. Bu nedenle olsa gerek, Allah Kur’ân’da şöyle
der:
“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’
diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
Sınanmak ise elbette hayâtın içinde
amel-eylem ile olacaktır.
İnanç ve eylem-birliği birlikte
olduğunda hayata etki etmeye ve iz bırakmaya başlar. Bu da sorun ve sorunlara
çârelerin üretilmesine doğru gider. Bu nedenle Allah Kur’ân ‘da tüm mü’minlere
şöyle emir ve tavsiye verir:
“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp
ayrılmayın. Ve Allah’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar
idiniz. O, kâlplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nîmetiyle
kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken,
oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini
böyle açıklar” (Âl-i İmran 103).
Meyve vermeyen ağacın odun olması nasıl kaçınılmazsa, eyleme
dönüşmeyen inanç-birliğinin de, “eyleme dönüşmeyen inanç-ayrılığı”na dönmesi
kaçınılmazdır. Kanımca günümüzde müslümanların hâl-i pür melâllerinin nedeni
budur. İnanç-birliği var ama amel/eylem-birliği yok. Amel/eylem-birliği
olmadığı için birbirlerine destek olma düşüncesi ve meyli çok zayıf
kalmaktadır. Gerçi müslümanlar inanç-birliği konusunda da sorunları vardır.
Çünkü herkes çeşitli fırkalara ayrılmıştır ve hiç-biri de birbirlerini
sevmemekte ve hattâ nefret etmektedirler. Zâten her grup kendi düşünce ve
inançlarıyla tatmin bulmakta ve kendi inançlarını övmektedir:
“Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de
parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç
duymaktadır” (Rûm 32).
Allah katındaki tek hak din olan
İslâm; îman, ilim ve ameldir. İnsan rûhu, ancak bu üçü birlikte olursa mutmain
olur. Fakat modern müslümanlar Îman ve ilim ile yerinmektedirler ve bu minvâlde
bir birlik oluşturmayı düşünmektedirler ve bunun söylemini yapmaktadırlar. Oysa
amel-eylem birliği de şarttır ve hattâ olmazsa-olmazdır. Zîrâ îman ve ilim
amel-eyleme dönmediğinde ve amel/eylem-birliği ortaya çıkmadıkça dertlere
çârelerin üretilmesi ve bir sorunun çözülmesi mümkün değildir.
İslâm, ancak
îman-amel-eylem ile birlikte açığa çıkar. Amel-eylemden kopuk olan
inanç-şekline müslümanlıktan ziyâde “haniflik” demek daha doğrudur. Hanif:
“İslâmiyetten evvel Allah’ın birliğine inanan ve Hz. İbrâhim’in dîninden
olanların vasfı”dır. Bu kişiler şirki ve küfrü küçük görüp aşağılıyorlar ve
alay ediyorlardı. Fakat küfrü ve şirki ortadan kaldırmak gibi bir amel-eylemde
bulunmadıkları için onarla karşı bir tepki gösterilmiyordu. Fakat ne zaman ki
Peygamberimiz putları aşağılamaya ve küfür ve şirk sistemi yerine tevhidi
sistemden bahsetmeye başladı ve bunun için amel-eylemde bulundu, işte o zaman
kıyâmet koptu ve mücâdele başladı.
Tüm zamanlarda olduğu gibi günümüzde
de şirk ve küfür dolayısıyla şeytanın, nefsin, beşerin ve tâğutların hüküm
sürdüğü zulüm sistemi hâkim durumda. Üstelik târih boyunca hiç olmadığı
seviyede bir kuşatma ve baskı var. Çünkü târih boyunca müslümanlar ilk defâ,
modernite ile birlikte, düşmanları karşısında aşağılık kompleksine
kapılmaktadırlar. Târih boyunca müslümanlar ilk defâ, “modernite” ile birlikte
kendilerini küçümsüyor ve düşmanlarını yüceltiyorlar. Târih boyunca müslümanlar
ilk defâ, “modern kâfir ve müşriklere” hayrân olmaktadırlar. Târih boyunca
müslümanlar ilk defâ “modernite” ile birlikte “İslâm hükümleriyle hükmedilmesi”ni
tartışmakta, inkâr etmekte ve bâtılın hükümlerini üstün görmektedirler. Zîrâ
ilim ve inanç-birliği olsa da amel-eylem birliği olmadığı, dolayısıyla Kur’ân’ı
hayata hâkim kılma bulunmadığı için mevcuda hayrân, meftûn ve râm olunarak entegre
olunmaktadır.
Günümüzde müslümanlar, “dil”i (söz),
“el”e (eylem) üstün tutuyorlar. “Dil” ve “el” birliği olmadıkça hem samîmiyet
ve ciddiyet ispatlanamaz hem de çözüme yönelik şeyler yapılamaz da boş
çözümlemelerle ömür tüketilir.
Îman ve inanç tek-başına bir-çok
zihnî problemleri çözebilir, fakat amel-eyleme dönmedikçe tek-başına îman ve
ilim somut bir sorunu ve derdi çözemez. İlim,
her-şeyi açıklar yada açıklamaya çalışır, fakat sorunları fiîli olarak çözmek
için amel-eyleme ihtiyaç vardır. Tabi îmânın, bilmenin ve yapmanın
birlikteliğidir esas olan.
Cemaatler; tek-başına -gücümüz
yetmediği için- yapamayacağımız şeyleri, “birlikte yapma” yerleri olmalıdır.
Aksi-hâlde cemaat toplanması ha bi eğlencedir. İslâmî toplum ve hareket (cemaat),
“tek başıma evimde yapamayacağım şeyi birlikte yapmak için” olmalıdır. Evimde
meâl, tefsir, târih, hadis vs. derslerini tek-başıma da yapabilirim ama bir
kişinin bir derdini çözmem için evden çıkmam ve amel-eylem içeren bir şeyler
yapmam gerekir Hattâ sorun büyükse ve tek-başıma yapabileceğim bir şey değilse bunu
cemaat ile birlikte yapmak şart olur. Esâsen cemaatler temelde ilim için
olmaktan ziyâde amel-eylem içindir.
Modern gençlik, tüm âilenin hep
birlikte çözemediği bir sorunu, tek-başlarına çözebileceklerini sanmaktadırlar.
Fakat iş amel-eyleme gelince değişmektedir. Zîrâ amel-eylemde, teoride
düşünüldüğü ve plânlandığı gibi olmaz.
Müslümanlar post-modernite ile birlikte, İslâm’ın büyük
hedeflerinden ve ideâllerinden vazgeçerek, batı-merkezli, kişisel gelişim ve
mutluluk (haz) odaklı bireysel amaçları ve rahatlığı seçtiler. Bu da amel/eylem-birliğinin zayıflamasına ve
dağılmasına neden oldu. Artık iki kişi bir-araya gelip de bir sorunu çözecek
bir şeyler yapamıyorlar. Oysa birlikten kuvvet doğarken, ayrılıktan ise
zayıflık ortaya çıkar:
“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize
düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah,
sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).
Bu-bağlamda; mebzûl miktarda
tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan
bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve
eylemin kaynağı ise Sünnet’tir (hadis değil). O-hâlde bize yetecek olan ne salt
Kur’ân, ne de salt Sünnet’tir. Kur’ân bize yeter ise, Kur’ân o kadar çok
okunuyor, yazılıyor ve tefsir ediliyorken neden yetmiyor da perişân ve sefil
bir hâlde yaşıyoruz?. Hayır!; Kur’ân ve Sünnet yâni îman, inanç, ilim ve
amel-eylem birlikte olmalıdır. İnanç ve eylem-birliği ikisi birlikte olursa
çâreler açığa çıkar ve amaç gerçekleşebilir. Modern zamanlarda müslümanların
perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da Sünnet örnekliği ile
amelde-eylemde bulunmamaktır.
Peygamberimiz ve onunla birlikte olanların
yaptığı gibi; olağan-üstü şeyler yapmadıkça olağan-üstü değişimler ve
olağan-üstü sonuçlar beklemek abes ve hayâldir. Çünkü bir şeyleri değiştirecek
ve düzeltebilecek olan şey, “olağan-üstü şeyler bilmek” değil, olağan-üstü
işler yapmak ve olağan-üstü amel ve eylemlerde bulunmaktır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder