8 Ekim 2024 Salı

İnanç-Birliği, Eylem-Birliği

 

“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

 

Kur’ân boyunca, “sâdece Allah’a itaat edin” yâni “sâdece vahye/Kur’ân’a itaat edin” diye değil de, “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin” diye gelmiş olması, kanımca, “vahiy sâdece inanç ve ilim için değil, amel ve eylem içindir de” mesajını vermektir. Çünkü Kur’ân, insanı bilinçlendirir, îman ve inanç kazandırır ve bilinç, îman ve inanç-birliği oluşturur. Fakat bununla kalmaz. Çünkü Allah insanlar içinden peygamberler de seçerek onlar üzerinden vahiy-merkezli ideâl bir amel-eylem örnekliği de ortaya koyarak bir de “amel-eylem birliği ortaya koyar. Peygamberimiz ve sahabe toplumu hem inanç hem de amel-eylem birlikteliğine sâhiptiler. Zâten Kur’ân da, sâdece “îman edenler ve sâlih amel işleyenler”in kurtuluşa ereceğini söyler:

 

“Asra andolsun!; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak “îman edip sâlih amellerde bulunanlar”, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

   

İnanç-birliği önemlidir elbette, fakat daha da önemlisi “amel-eylem birliği”dir. Çünkü îman ve inanç da kuru-kuruya olan bir şey değil, amele-eyleme dönüktür. Îman, inanç, Kur’ân ve Sünnet, amel-eylem için vardırlar. Eylem bunlara göre belirlenir fakat eylem olmadığında bunların olması pratikte bir fayda sağlamaz ve iç-âlemlerin tatmini ve iknâsı için fayda verir. Amele-eyleme dönük olmayan ve hayatta yankı bulmayan îman ve inanç, uzak-doğu dinlerinin müntesipleri gibi pasif yapar insanları. Çünkü “ne de olsa inanıyorum, bu yeterlidir” diye düşünmek hiç-bir şey yapmamaya yöneltir kişiyi. Bu nedenle olsa gerek, Allah Kur’ân’da şöyle der:

 

İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

Sınanmak ise elbette hayâtın içinde amel-eylem ile olacaktır.

 

İnanç ve eylem-birliği birlikte olduğunda hayata etki etmeye ve iz bırakmaya başlar. Bu da sorun ve sorunlara çârelerin üretilmesine doğru gider. Bu nedenle Allah Kur’ân ‘da tüm mü’minlere şöyle emir ve tavsiye verir:

 

“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kâlplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nîmetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini böyle açıklar”l-i İmran 103).

 

Meyve vermeyen ağacın odun olması nasıl kaçınılmazsa, eyleme dönüşmeyen inanç-birliğinin de, “eyleme dönüşmeyen inanç-ayrılığı”na dönmesi kaçınılmazdır. Kanımca günümüzde müslümanların hâl-i pür melâllerinin nedeni budur. İnanç-birliği var ama amel/eylem-birliği yok. Amel/eylem-birliği olmadığı için birbirlerine destek olma düşüncesi ve meyli çok zayıf kalmaktadır. Gerçi müslümanlar inanç-birliği konusunda da sorunları vardır. Çünkü herkes çeşitli fırkalara ayrılmıştır ve hiç-biri de birbirlerini sevmemekte ve hattâ nefret etmektedirler. Zâten her grup kendi düşünce ve inançlarıyla tatmin bulmakta ve kendi inançlarını övmektedir:

 

Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).

 

Allah katındaki tek hak din olan İslâm; îman, ilim ve ameldir. İnsan rûhu, ancak bu üçü birlikte olursa mutmain olur. Fakat modern müslümanlar Îman ve ilim ile yerinmektedirler ve bu minvâlde bir birlik oluşturmayı düşünmektedirler ve bunun söylemini yapmaktadırlar. Oysa amel-eylem birliği de şarttır ve hattâ olmazsa-olmazdır. Zîrâ îman ve ilim amel-eyleme dönmediğinde ve amel/eylem-birliği ortaya çıkmadıkça dertlere çârelerin üretilmesi ve bir sorunun çözülmesi mümkün değildir.

 

İslâm, ancak îman-amel-eylem ile birlikte açığa çıkar. Amel-eylemden kopuk olan inanç-şekline müslümanlıktan ziyâde “haniflik” demek daha doğrudur. Hanif: “İslâmiyetten evvel Allah’ın birliğine inanan ve Hz. İbrâhim’in dîninden olanların vasfı”dır. Bu kişiler şirki ve küfrü küçük görüp aşağılıyorlar ve alay ediyorlardı. Fakat küfrü ve şirki ortadan kaldırmak gibi bir amel-eylemde bulunmadıkları için onarla karşı bir tepki gösterilmiyordu. Fakat ne zaman ki Peygamberimiz putları aşağılamaya ve küfür ve şirk sistemi yerine tevhidi sistemden bahsetmeye başladı ve bunun için amel-eylemde bulundu, işte o zaman kıyâmet koptu ve mücâdele başladı.

 

Tüm zamanlarda olduğu gibi günümüzde de şirk ve küfür dolayısıyla şeytanın, nefsin, beşerin ve tâğutların hüküm sürdüğü zulüm sistemi hâkim durumda. Üstelik târih boyunca hiç olmadığı seviyede bir kuşatma ve baskı var. Çünkü târih boyunca müslümanlar ilk defâ, modernite ile birlikte, düşmanları karşısında aşağılık kompleksine kapılmaktadırlar. Târih boyunca müslümanlar ilk defâ, “modernite” ile birlikte kendilerini küçümsüyor ve düşmanlarını yüceltiyorlar. Târih boyunca müslümanlar ilk defâ, “modern kâfir ve müşriklere” hayrân olmaktadırlar. Târih boyunca müslümanlar ilk defâ “modernite” ile birlikte “İslâm hükümleriyle hükmedilmesi”ni tartışmakta, inkâr etmekte ve bâtılın hükümlerini üstün görmektedirler. Zîrâ ilim ve inanç-birliği olsa da amel-eylem birliği olmadığı, dolayısıyla Kur’ân’ı hayata hâkim kılma bulunmadığı için mevcuda hayrân, meftûn ve râm olunarak entegre olunmaktadır.

 

Günümüzde müslümanlar, “dil”i (söz), “el”e (eylem) üstün tutuyorlar. “Dil” ve “el” birliği olmadıkça hem samîmiyet ve ciddiyet ispatlanamaz hem de çözüme yönelik şeyler yapılamaz da boş çözümlemelerle ömür tüketilir.

 

Îman ve inanç tek-başına bir-çok zihnî problemleri çözebilir, fakat amel-eyleme dönmedikçe tek-başına îman ve ilim somut bir sorunu ve derdi çözemez. İlim, her-şeyi açıklar yada açıklamaya çalışır, fakat sorunları fiîli olarak çözmek için amel-eyleme ihtiyaç vardır. Tabi îmânın, bilmenin ve yapmanın birlikteliğidir esas olan.

 

Cemaatler; tek-başına -gücümüz yetmediği için- yapamayacağımız şeyleri, “birlikte yapma” yerleri olmalıdır. Aksi-hâlde cemaat toplanması ha bi eğlencedir. İslâmî toplum ve hareket (cemaat), “tek başıma evimde yapamayacağım şeyi birlikte yapmak için” olmalıdır. Evimde meâl, tefsir, târih, hadis vs. derslerini tek-başıma da yapabilirim ama bir kişinin bir derdini çözmem için evden çıkmam ve amel-eylem içeren bir şeyler yapmam gerekir Hattâ sorun büyükse ve tek-başıma yapabileceğim bir şey değilse bunu cemaat ile birlikte yapmak şart olur. Esâsen cemaatler temelde ilim için olmaktan ziyâde amel-eylem içindir.  

 

Modern gençlik, tüm âilenin hep birlikte çözemediği bir sorunu, tek-başlarına çözebileceklerini sanmaktadırlar. Fakat iş amel-eyleme gelince değişmektedir. Zîrâ amel-eylemde, teoride düşünüldüğü ve plânlandığı gibi olmaz.

 

Müslümanlar post-modernite ile birlikte, İslâm’ın büyük hedeflerinden ve ideâllerinden vazgeçerek, batı-merkezli, kişisel gelişim ve mutluluk (haz) odaklı bireysel amaçları ve rahatlığı seçtiler.  Bu da amel/eylem-birliğinin zayıflamasına ve dağılmasına neden oldu. Artık iki kişi bir-araya gelip de bir sorunu çözecek bir şeyler yapamıyorlar. Oysa birlikten kuvvet doğarken, ayrılıktan ise zayıflık ortaya çıkar:

 

“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

 

Bu-bağlamda; mebzûl miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir (hadis değil). O-hâlde bize yetecek olan ne salt Kur’ân, ne de salt Sünnet’tir. Kur’ân bize yeter ise, Kur’ân o kadar çok okunuyor, yazılıyor ve tefsir ediliyorken neden yetmiyor da perişân ve sefil bir hâlde yaşıyoruz?. Hayır!; Kur’ân ve Sünnet yâni îman, inanç, ilim ve amel-eylem birlikte olmalıdır. İnanç ve eylem-birliği ikisi birlikte olursa çâreler açığa çıkar ve amaç gerçekleşebilir. Modern zamanlarda müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da Sünnet örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır.

 

Peygamberimiz ve onunla birlikte olanların yaptığı gibi; olağan-üstü şeyler yapmadıkça olağan-üstü değişimler ve olağan-üstü sonuçlar beklemek abes ve hayâldir. Çünkü bir şeyleri değiştirecek ve düzeltebilecek olan şey, “olağan-üstü şeyler bilmek” değil, olağan-üstü işler yapmak ve olağan-üstü amel ve eylemlerde bulunmaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder