“…İnkâr edenler, Allah’ın vaâdi gelinceye kadar, yaptıkları
dolayısıyla ya başlarına çetin bir belâ çatacak veyâ yurtlarının yakınına
inecek. Şüphesiz Allah verdiği sözden dönmez” (Ra’d
31).
Arapça blw/bly kökünden gelen balâ “başa gelen kötülük ve
sıkıntı, sınav” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük
Arapça balâ “dert ve kötülük yükledi, sınadı” fiilinin faâl vezninde
masdarıdır. Bu fiil Arapça wbl kökünden gelen wabala “yük veyâ sorumluluk
yükledi” fiili ile eş kökenlidir.
İslâm olmak,
“başını belâ’ya sokmak” demektir. Bir kişinin “Allah’tan başka ilah tanımam”
deyip de başı belâya girmiyorsa (meselâ tartışma, kavga, mahkeme, hapis,
yaralanma, dayak yeme, ölüm vs.), söylediği söz “yağmur
getirmeyen gök-gürültüsü”
hükmünde kalır. Zîrâ İslâm olmak, Allah’ın tüm kâinatta cârî olan ve adına
sünnetullah denen sistemi dışında bir sistem tanımamak; sosyâl, kültürel,
âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsî vs. hayâtın tüm alanlarında
sâdece ve sâdece Allah’ın emir ve yasaklarını belirleyen vahye yâni Kur’ân’a ve
de “vahiy-merkezli ideâl örneklik” (Ahzâb 21) olan Sünnet’e, dolayısıyla
İslâm’a göre bir düşünce, söylem ve eylem hâlinde olmak demektir. İslâm yâni
müslim-mü’min olmak demek, gayri İslâmî tüm sistem, ideoloji, düşünce, söylem
ve eylemlerden uzak durmak ve şeytânî, beşerî, nefsî ve tâğûtî belirlemelere ve
uygulamalara düşman olmak demektir. Böyle olunca yâni siz bunarla düşman olunca
karşı taraf da size düşman olacak ve
başsınızın belâya girmesi kaçınılmaz olacaktır.
O-hâlde; “kıl
beşi bil işi”, “kimsenin etlisine-sütlüsüne karışmamak lâzım”, “azıcık aşım
ağrısız başım” vs. diyerek ve en küçük bir belâ ve sıkıntıya bile girmemek
için, söylenmesi gerekeni söylememek, eleştirilmesi ve îtirâz edilmesi gerekeni
eleştirmemek ve îtirâz etmemek ve yapılması gerekeni yapmamak ne müslümanca ne
de insanca bir tutumdur. Şurası kesindir ki, ucuz kahramanlıklardan
bahsetmiyoruz ama, bir “imtihan dünyâsı” olan yeryüzünde insanların ve hele “müslümanım”
diyenin başının belâya girmemesi hem sünnetullah ve kâinâtın formatı gereğince
mümkün değildir, hem de Kur’ân ve Sünnet gereğince mümkün değildir. Zîrâ hem
Kur’ân insanın omzuna, başının belâya da girebileceği yükler ve sorumluluklar
yükler, hem de peygamberlerin içinde İslâm adına başı belâya girmemiş hiç-bir
peygamber yoktur, olmamıştır. Çünkü ne de olsa hâkim paradigmaya zıt ve düşman
olan bir şeyin savunulması yapılmaktadır.
Şu da var ki, belâ İslâm adına
değilse, dünyevilik adına yine kaçınılmaz olur. Fakat bu tür belâları ancak
“görebilen” gözler fark eder. Câhiller, ahmaklar, korkaklar ve îman-inanç
sorunu olanlar ise; belâyı ancak, başlarına gelip de kendisini kuşatınca fark
eder. Câhil insanlar, başlarındaki mevcut belâyı ancak daha ağır belâlara
uğradıklarında fark ederler. Meselâ insanlar kötü alışkanlıklarından ve yanlışlarından
ancak, o kötü alışkanlık ve yanlışların kötü sonuçlarıyla karşılaştıklarında ve
çâresiz kaldıklarında vazgeçmeye başlarlar. Çünkü insanların yanlışlardan vazgeçmesi
ve kendine gelmesi için ancak “ağır belâlara uğramaları”ndan başka yol yoktur.
Bu-bağlamda çoğu kişi için belâlar “iyi” sonuç verebilir. “Acı azap”tan önceki
küçük belâlar, insanların kendilerine gelmeleri ve yanlışlardan vazgeçmeleri
için bir fırsat olabilir:
“Andolsun,
biz onlara belki (inkârcılıktan) dönerler diye o büyük
(uhrevî) azaptan
önce, yakın (dünyevî) azaptan da tattıracağız” (Secde 21).
Ahmaklık ve aptallık,
insanın aklının ancak belâ ile başına gelmesi durumunda farkına varılan bir
şeydir. Bu-bağlamda, ahmaklık ve aptallığın bir sonucu olarak başa gelen
belâlar insanı kendine getirebilir.
Tüm günahlar, haramlar, yasak ve ayıp olanlar belâya
neden olur. Meselâ özellikle günümüzde çıplaklık insanın başına büyük belâ
olmuştur. Kanımca sosyâl sorunların büyük bölümünün ardında çıplaklık vardır.
Bu belâ hem iç-âlemlere hem de dış-âleme büyük zarar vermektedir. Bu nedenle
olsa gerek, Allah bu konuda bizi şu şekilde uyarır:
“Ey Âdemoğulları!; şeytan, anne ve babanızın çirkin
yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten
çıkardığı gibi sakın sizi de bir belâya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları,
(kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten
şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık” (A’raf
27).
Demek ki günah
işlemek hem Dünyâ’da sosyâl ve toplumsal anlamda hem de âhirette, iyiden-iyiye
“başını belâya sokmak” demektir. Günahın ne
kadar büyük bir belâ olduğu âhirette apaçık şekilde görünecektir fakat iş işten
geçmiş olacaktır.
Biraz sivri konuşanlara, hakîkati
apaçık şekilde söyleyenlere, adâletsizliğe, eşitsizliğe, haksızlığa,
ahlâksızlığa, küfre, şirke, ve zulme karşı eleştiri, îtirâz ve isyân
yükseltenlere; “düşüncelerin, fikirlerin, söylemlerin, eylemlerin ve paylaşımların
çok tehlikeli, başına belâ alırsın” diyorlar. İyi ama, hakîkati dile
getirmemek, söylenmesi gerekeni söylememek ve yapılması gerekeni yapmamak hem
Dünyâ’da kötü sonuçları bakımından hem de âhirette işin hakkını vermemekten
dolayı acı azâba uğramak bakımından çok daha büyük bir belâdır.
Bakın günümüzde çok güzel bir örnek vardır. 7 Ekim
2024’ten bêri son 1 yıldır şeytanı, nefsi ve tâğutları arkasına almış olan
şerefsiz zâlimler, kadın, çocuk ve bebek demeden Gazze’yi yıkıp-yakmışlar, onları
evsiz, aç, susuz ve çıplak bırakmışlardır ve bu zulüm hâlen de sürüyor. Fakat
tüm bunlara rağmen 50 küsur müslüman ülke ve 1,5 milyar müslüman; “arkalarında
ABD ve AB var, bir şey yapamayız, başımıza büyük belâlar alırız” diyerek haz,
zevk, keyif, konfor ve umursamazlık içinde hayatlarına devâm ediyorlar. Oysa
asıl belâ budur. Allah’ın müslümanların kâlplerinden cesâreti, kararlılığı,
vicdânı, merhâmeti, gayreti, îmânı, güveni ve fedâkârlığı almış olmasıdır büyük
belâ. Özelde müslümanların, genelde ise tüm insanların adâletten, eşitlikten,
haktan, hakîkatten, ahlâktan, merhâmetten, vicdandan, din’den, îmandan
uzaklaşarak ve koparak şerefsizleşmeleri büyük belâ ve cezâdır. Öyle ki,
“müslümanım” demelerine rağmen bir ses yükseltmekten bile çekinir hâle gelmiş
-sözde- müslüman ama hakîkatte nâmussuz ve şerefsiz insanlar Dünyâ’yı doldurmuş
durumdadır. Oysa Allah, o birlik olmuş gibi görünen zâlimler için şunları
söylemektedir:
“Biz, ‘birbiriyle yardımlaşıp öcünü alan bir topluluğuz’
mu diyorlar?. Yakında o topluluk bozguna uğratılacak ve arkalarını dönüp
kaçacaklardır. Daha doğrusu onlara vâdedilen (asıl azap) (kıyâmet) saatidir. O
saat, ‘kurtuluş olmayan daha korkunç bir belâ’ ve daha acıdır” (Kamer 44-46).
Üstelik onlar ancak, savaş uçakları ve hava savunma
sistemleri olmayan ülkeleri ve insanları 2.000 metre yükseklikten bombalamakla
savaşabilirler. Her yeri yıkıp-yakarak üstünlük kurduklarını düşünürler. Şu da
var ki kendi aralarındaki birlikleri ve bağlılıkları da aslında çok zayıftır:
“Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veyâ duvar
arkasında olmaksızın sizinle toplu bir hâlde savaşmazlar. Kendi aralarındaki
çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kâlpleri
paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim
olmaları dolayısıyla böyledir” (Haşr
14).
“Allah yolunda infâk edin ve kendinizi kendi
ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz
Allah, iyilik edenleri sever”
(Bakara 195).
Siyakına-sibakına bakmadan, bu âyete
dayanarak: “Allah kendinizi tehlikeye atmayın ve başınıza belâ almayın der”
diyorlar. Hâlbuki bu belâ, infak ile alâkalıdır ve Allah yolunda mallarla ve
canlarla yapılması gereken cihattan uzak kalmanın tehlikesinden bahsedilmektedir.
Zâten bir-önceki (siyak) 194. âyette şöyle denir:
“Haram ay, haram aya karşılıktır; hürmetler
(de) karşılıklıdır. Öyleyse kim size saldırırsa, onun saldırdığı gibi siz de
ona saldırın. Allah’tan korkup-sakının ve bilin ki Allah, muhakkak ki
korkup-sakınanlarla berâberdir” (Bakara 194).
Yâni Allah; “size yâni mü’minlere-müslümanlara
saldıranlara karşı siz de hep berâber saldırın ve bunun için de gerekli olan
infâkı yapın da kendinizi tehlikeye atmayın ve başınıza belâ almayın” diyor.
Eyleme geçmeyen ve dönmeyen Kur’ân
bile, mü’minlerin başına belâ olmaya başlar. Çünkü amele-eyleme geçmeyen düşünceler, fikirler, teoriler ve söylemler
amele-eyleme dönmediğinde zamanla farklılaşır ve bambaşka bir hâle gelir de
yeni düşmanlıklar ve düşmanlar ortaya çıkar. Bu da birlik olmaya engel olunca,
şeytanın uşakları sizi ortalarına alıverirler. Herkes kendi dînini ve
düşüncesini överken, nefsini ilah edinmiş olan şerefsizler, en gariban ve zayıf
olanlarınızı elekten geçirmeye başlarlar.
O kadar
belâya rağmen insanlar belâyı def etmek adına bir-araya gelemiyorlar ve bir şey
yapamıyorlar. Çünkü modern insanın aklının başına gelmesi ve cesâretini ve
öfkesini toplaması için başlarına gelen belâlar yetmiyor. İlle de acı azâbın
kendilerini bulması gerekiyor:
“O pek acı azâbı görünceye kadar ona inanmazlar.
Artık o (azab), kendileri
şuurunda olmadan onlara apansız gelecektir” (Şuârâ 201-202).
İnsanlar bir “imtihan dünyâsı” olan Dünyâ’daki belâları, “kâlû belâ” (evet dediler) dediği gün kabûl etmiştir. Öyleyse belâdan kaçmak hem
mümkün değildir hem de imtihan dünyâsında belâdan kaçmak anlamsız bir şeydir.
Belâdan kaçmanın kendisi büyük bir belâdır. Allah, belâdan kaçanın hem Dünyâ’da
hem de âhirette belâsını verir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder