6 Şubat 2024 Salı

Sistem-İçi(n) Dindarlık

 

 

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi?. Bunlar, tâğut’un önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emr-olunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsâ 60).

 

Tâğut; “Allah dışında ibâdet ve itaat edilen her-şey”dir.  Tâğut, “İslâm-karşıtı kabûl edilen kişi, kurum, sistem ve anlayışlar” demektir.

 

Allah, beşerî-Allahsız sistemlere de tâğut der. Buna göre sistem-içi(n) dindarlık da, “tâğutun yolunda ve kontrôlünde olan dindarlık”tır.

 

Şu kâinâtın muhteşem bir nizâma ve döngüye sâhip olması ve bunun hiç değişmeden sürüp gitmesi, her-şeyin mutlak anlamda Allah’ın sistemine göre hareket etmesi nedeniyledir. Dünyâ’da da; doğadaki, bitkilerdeki, hayvanlardaki hattâ insanın fizîkî bedenindeki döngü de muhteşem bir düzene ve nizâma sâhiptir ki, bunlar da mutlak anlamda Allah’a dayandığı ve O’nun sistemine uyduğu için şaşamaz şekilde deverânını sürdürür. Bir-tek insanlar arasındaki sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsî vs. alanlarda insanlar Allah’ın sistemine uymamaktadır ve bu alanlarda hep beşerî sisteme uymaktadırlar. Dünyâ’yı yâni doğayı, hayvanları ve insanların fizîkî ve de rûhî yapılarını olumsuz anlamda etkileyen ve bozan şey işte budur.

 

Allah bunun önüne geçmek için insanlar arasında ahlâk-timsâli peygamberler seçer ve onlara vahyederek insanlar arasındaki işlerin de Allah’ın sistemine göre olmasını sağlamak ister. Bu nedenle, gönderilmiş tüm peygamberler beşerî sistemlere karşı çıkıp Allah’ın sistemini ortaya koyarken, vahiyler de baştan-sona ilâhî sistem ve beşerî sistem arasındaki farkı ortaya koyar.

 

Beşeri sistemlere laf etmemesi ve destek olması için Güneş’i ve Ay’ı bile teklif etseler reddedeceğini söyleyen peygamberler ve onlarla birlikte olanlar, Allah’ın sistemine sımsıkı bağlıdırlar. Bu nedenle de bu uğurda mallarını, canlarını, evlerini, eşlerini, dostlarını, ana-babalarını vs. bırakmak zorunda kalmışlar ve bunu yapmaktan gocunmamışlardır. Çünkü İslâm dâvâsı beşerî siteme karşı ilâhî sistemi hâkim kılmak dâvâsıdır. Tüm peygamberler işte bunu mücâdelesini vermiş, bunun için çalışmış ve çabalamıştır:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

Beşerî sistemlerin yerine Allah’ın sistemini hâkim kılmada kimi peygamber işin sonunu getirmiş, kimisi ise getirememiştir ama hepsi de bu yolun temel ilkelerini göstermişlerdir. Fakat onlardan sonra sünnetullah, imtihan ve nefs gereği yavaş-yavaş o bilinçten ve dâvâdan kopup uzaklaştıkları için dindarlar yine şeytan ve nefse dayanan tâğutların peşinden gitmiş, onların kurdukları sisteme entegre olmaya başlamışlardır.

 

Sistem-içi(n) dindarlar zamanla, ilâhî sistem yerine bağlandıkları beşerî sistemlere alışmış ve müslümanlıkla beşerî sistemleri bir-arada yürütmeye çalışınca sistem-içi ve “sistem için” bir dindarlık ortaya çıkmıştır ki bu sistem elbette beşerî, şeytânî, nefsî, tâğûtî sistemdir. Bu sistemde ve sistem-içi(n) dindarlıkta kâlpler -sözde- ilâhî sisteme göre atmaktayken, dış-dünyâdaki işler ise beşerî sisteme göre yapılmaktadır. Üstelik bunun böyle olmasının iyi ve en üstün sistem olduğu savunulmaktadır Hattâ bu sistemin “insanlığın ulaşabileceği en ileri seviye olduğunu zannetmekte ve söylemektedirler. Dünyâ’yı cennete çevirecek sistemin de bu beşerî sistem olduğu dillendirilmekte ve câhilce; “bundan daha iyisi nasıl olacak ki?” demektedirler.

 

Allah’ın kânunları yerine beşerin çıkaracağı sistem-içi(n) kânunlarla iyiliğe gidileceğini sanmak, derin bir cehâlet ve ağır bir ahmaklıktır. Vâr olan bir yanlış zâten sistem-içi(n) yanlıştır. Bu nedenle her ne kadar savunulsa da beşerî sistemlerin bir sorunu çözdüğü falan yoktur. Çünkü hem çözmek istemezler -çünkü sorundan geçinmektedirler- hem de beşerî sistemlerin gerçek bir sorunu bile çözebilecek gücü yoktur.

 

Oysa İslâm sorun-çözücü ve düzen-getiricidir. Bunun böyle olduğu, insanın kendi aralarındaki işler hâriç, -insanın hiç-bir müdâhalesi olmamasına rağmen- her-şeyin nasıl da mükemmel bir işleyişe sâhip olduğudur. Sistem-içi sorunlar için üretilen sistem-içi(n) çözümler “gerçek birer çözüm” değildirler. Sistem-içi(n) sorunların gerçek çözümü sistem-içinde bulunamaz. Ama bunu sistem-içi(n) dindarlar anlayamaz, anlasa da işlerine gelmediği için kabûl etmezler. Onlar bu nedenle sistem-içi(n) çalışmalarına çok iyi bir şey yaptıklarını zannederek devâm ederler.

 

Sistem-içi(n) dindarlığın en bâriz görünümü, modernlerin geleneğe sövmeleri, gelenekselcilerin ise modernlere sövmesi ve onları kâfir îlân edip reddiyeler yazmalarıdır. Hâlbuki ikisi de sistem-içi(n) dindarlıkta birleşmektedirler. Çünkü iki taraf da Kur’ân ve Sünnet-merkezli bir amel-eylem-hareket ve davranışta bulunmamakta, sisteme ve sistemin sâhiplerine övgüler yağdırmakta ve sistemi övüp durmaktadırlar. Bir taraf Peygamberimiz’i hesâba katmayarak iptâl ederken, diğer taraf ise,  Peygamberimiz’i aşırı yücelterek iptâl eder. Ama iki taraf da lâik-seküler kurucu ataları ve sistemi övmekte birbiriyle yarışır.

 

İlginçtir, sistem-içi(n) dindarlar aslında Kur’ân-merkezli olduklarını söylerken, Kur’ân’ı uygulama noktasında başlarını kuma gömerler. Bir taraf Kur’ân’ın sürekli ahlâkî tarafını öne çıkarıp küfür ve şirkten hiç bahsetmez ve o topa hiç girmezken, diğer taraf ise sürekli olarak Peygamberimiz’den bahsetmesine rağmen Peygamberimiz’in tâğutla, beşerî sistemle, küfür ve şirkle mücâdelesini hiç ağzına al(a)maz ve bunu gündeme getir(e)mez.

 

Sistem-içi(n) dindarlar tam bir münâfıktır, post-modern olanları ise kâfir, müşrik ve İslâm-Kur’ân düşmanıdır. Sistem-içi(n) dindarlar modern hayat ne getirmişse baş-tâcı ederler ve sistemin bâriz yanlışlarına karşı bir eleştiri bile getiremezler ve bir îtirâz ortaya koyamazlar. Sistem-içi(n) dindarlar beşerî-kâfir sistemi ve onların kurucu ve destekleyici tâğutlarını sürekli överler ve onların sözcülüğünü yaparak desteklerler. Üstelik onlara uyarak gerçek Kur’ân ve Sünnet-merkezli olan harbi dindarları kötülerler ve hem Allahsız sistemi hem de sistemin kurucularının, mü’minlerden daha doğru yolda görürler ve üstün olduklarını söylerler. Kur’ân onlara karşı şöyle der:

 

“Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi?. Onlar, tâğuta ve cibt’e inanıyorlar ve diğer inkâr edenler için: ‘Bunlar, îman edenlerden daha doğru bir yoldadır’ diyorlar” (Nîsâ 51).

 

 “Dinde ikrah (çirkinlik-iğrençlik-baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp (tâğuta küfredip) Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir” (Bakara 256).

 

Allah ise tâğutu yâni dinsiz-beşerî sistemi reddedenleri över ve onlara müjdeler verir:

 

“Tâğuta (yâni beşerî sistemlere) kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a içten yönelenler ise; onlar için bir müjde vardır, öyleyse kullarıma müjde ver” (Zümer 17).

 

Sistem-içi(n) dindarların en belirgin özelliklerinden birisi de -sözde- Kur’ân’ın bir kısmını kabûl etmelerine rağmen diğer kısmını takmamaları hattâ inkâr etmeleridir. Allah  böylelerini çok sert bir şekilde uyarır ve korkutur:

 

“Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

“Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlakâ sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak diye” (Kalem 37-39).

 

Sistem-içi(n) dindarları sisteme-içi(n) yapan şey, sistem-içinden beslenmeleri ve sisteme göbeklerinden sımsıkı bağlı olmalarıdır. Neleri varsa Allahsız sisteme borçludurlar. Bu nedenle de sisteme bir şey diyemezler, demezler ve tam-aksine sistemi övdükçe-överler. Sistem onların tüm isteklerini bir-şekilde karşılar yada onların istediklerine kavuşabilmeleri için onlara alan  açar. İyi de insan her istediğine kavuşacak ve Dünyâ’da cennetteymiş gibi yaşayacak diye bir şey mi var?:

 

“Yoksa insana ‘her dileyip arzu ettiği’ şey mi var?” (Necm 24).

 

Sistem-içi(n) dindarlar çıkar-merkezlidirler. Onların dindarlıkların seviyesi, sistemden gelecek çıkarlarının seviyesine bağlıdır.  Bu yüzden dindarlıkları sisteme göredir, dîne bağlılıklarını sistem belirler, Allaha değil. Allah sistem-içi(n) dindarları şu âyette çok güzel bir şekilde târif eder:

 

“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

 

Sistem-içi(n) dindarlık, “Allah’ın ekmeğini yiyip, tâğuta ve beşerî sistemlere kulluk yapmak”tır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2024

 

 

 

Devamını Oku »

Ötekileştirme

  

“Ey îman edenler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz?” (Nîsâ 144).

 

Ötekileştirme: “Bireylerin, toplum tarafından onaylanmayan veyâ farklı görülen özellikleri îtibârıyla, çoğu-zaman ayrımcılık ve dışlanmaya mâruz kalmalarını sağlayıcı şekilde etiketlenmeleri durumu”dur.

 

İslâm’da ezelî, ebedî ve amansız öteki “şeytan”dır. Şeytan ve onun kontrôlü ve yönlendirmesinde olan nefs ve tâğutlar da, İslâm’a göre ötekileştirilmesi emredilen “ötekiler”dir.

 

Şeytani nefsi tâğutlar, batı ve Allahsızlık, düşmansız yapamaz, hep ötekine ihtiyaç duymuştur-duyar. İslâm’ın ise böyle bir sorunu yoktur, çünkü Allah tarafından “öteki” îlân edilen bir varlık vardır: Şeytan. İnsan ötekisiz yapamadığı için Allah bize öteki olarak şeytanı gösterir. Bu yüzden şeytana ne kadar düşman olursan-ol o kadar iyidir. Fakat insanlar târih boyunca şeytanı ötekileştireceklerine, hep kendilerine göre öteki olanı şeytanlaştırmışlardır ve bu hâlen devâm etmektedir. “Kedi yavrusunu yiyeceği zaman fâreye benzetirmiş” sözünde olduğu gibi.

 

Şeytan gibi bir ötekisi olmayanlar hep insanı ötekileştirirler. Elbette ötekileştirilmesi gereken insanlar da vardır. Zâten şeytan şeytanlığını her zaman insanlar üzerinden yapar. Bu da, şeytanı ötekileştirmenin bâzı insanları ve toplumları ötekileştirmek anlamına gelir. Hiç kimseyi ötekileştirmeden şeytanın ötekileştirilmesi mümkün değildir. Firavun ile kucak-kucağa iken “şeytanın ötekileştirilmesi” diye bir şey olamaz. İşte bu nedenle burada önemli olan şey, ötekileştirmeyi vahiyden öğrenmektir. Yoksa şeytanın ve nefsin etkisiyle herkesi ötekileştirmeye ve ötekini-berikini aynılaştırıp “diğeri” îlân etmeye başlarsınız.

 

Allah’ın da, başta şeytan olmak üzere ötekileştirdikleri vardır. “Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır” (Fâtır 6). Allah, âhiret, gayb, peygamber, vahiy, hak-hakîkat üzere olmayanlar mü’minlerin ötekisidir fakat bunların hepsi mü’minlerin düşmanı değildir. Dünyâ iyilerle kötülerin ayrılması için kurulmuş geçici bir imtihan alanı olduğundan dolayı “ötekiler” hep vâr olmuştur ve vâr olacaklardır. Bu nedenle “hepimiz biriz, ve hepimiz aynıyız” gibi ifâdeler İslâm’a uygun değildir. Çünkü Kur’ân’a göre sâdece mü’minler kardeştir. Diğerlerinin hepsi öteki olmasa da kardeş değildir. Hattâ Allah, “o benim oğlumdu” diye gemiye binmediği için boğulan oğlundan dolayı üzüldüğünde  Hz. Nûh’a, “Hayır o senin oğlun değildir, çünkü sâlih olmayan bir iş yapmıştır” diyerek Hz. Nûh’un oğlunu bile ötekileştirmiştir.   

 

İnsanlar kendisi gibi inanamayanı, düşünmeyeni, konuşmayanı, yazmayanı ve yaşamayanı “öteki” olarak belirliyorlar. Oysa İslâm ‘a göre öteki, Allah’ın emrettiği gibi inanmayan, düşünmeyen, konuşmayan ve yaşamayanlardır. İslâm’a göre bunların hepsi “öteki”dir ama hepsi “düşman” değildir. Çünkü düşmanlık sâdece zulme ve zâlimleredir: “…Zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur” (Bakara 193). Öteki olmasına rağmen düşmanlık yapılmayacak olanlar Kur’ân tarafından belirlenmiştir:

 

“Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adâletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adâlet yapanları sever. Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost (veli) edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zâlimlerin ta kendileridir” (Mümtehine 8-9).

 

Âyetin söylediği gibi; mü’minlere zulmetmeyenler ve düşmanlık yapmayanlara düşmanlık yapmak yoktur ve hattâ onlara iyilik de yapılabilir. Fakat onlar mü’minlerden olmadıkları için onlarla “dost” da olunamaz:

 

“Ey îman edenler, yahudi ve hristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar bir-birlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet vermez” (Mâide 51).

 

Çünkü:

 

“Sen onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur’. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ (istek ve arzu)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara 120).

 

Görüldüğü gibi “zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur” ayrımı ince bir ayrımdır. Bu nedenle hem “öteki”ni hem de “düşmanlar”ı Allah’tan yâni Kur’ân’dan öğrenmemiz gerekir ve bunlarla nasıl bir ilişki kurulacağını da güzel örnekliğimiz Peygamberimiz’in Sünnet’ini de göz-önüne alarak yapmalıyız. Yoksa -aynen günümüzde olduğu gibi- ötekileştirme hastalığına tutuluruz da herkes birbirini ötekileştirir  ve böylece Dünyâ yaşanamaz bir yer olup çıkar. 

 

Modernizm bir “ötekileştirme uygarlığı”dır. Kendisi gibi olmayanı ve kendisine fayda vermeyeni ötekileştirir. Doğu’yu, müslümanları, kendisine karşı çıkanları, kadın ve erkeği, zengini ve fakiri, güçlüyü ve güçsüzü vs. herkesi birbirine karşı ötekileştirir ve çatıştırır. Zîrâ bundan geçinir. Meselâ modernite, -Allah’ın yaptığı taksimine râzı olmadığı için- erkeği kadın karşısında “öteki” durumuna getirmiştir. Aralarındaki yoğun çatışma bu nedenledir.

 

Doğu, batı tarafından târih boyunca “öteki” olarak görülmüştür. Çünkü Güneş ve ışık her zaman ilk önce doğu’dan doğmuştur. Batı’nın, İslâm’ı sürekli olarak “öteki” olarak göstermesi bir nedeni de, kendisinde bulunan yozlaşmış (b)ilimin “saf hâli”nin İslâm’dan kaynaklanmasıdır. Bu her-şeyde böyledir.  

 

Modernizm, eski hâkim paradigma olan İslâm’ı ötekileştirerek ve silmeye çalışarak hâkimiyetini kurmak istiyor ve büyük ölçüde kurdu. O-hâlde İslâmî hâkimiyeti yeniden kurmak için şeytanı, nefsi, tâğutları ve modernizmi ötekileştirmek ve düşmanlık gösterilmesi gerekenlere düşmanlık göstermek ve icâbında yıkıp silmek şarttır. Zîrâ hiç-bir sistem bir-önceki hâkim sistemi yıkmadan ve silmeden hâkim olamaz. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

3 Şubat 2024 Cumartesi

Îdam Üzerine

 

“Ey îman edenler!, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Özgüre karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin (hangi kâtilin) lehine, onun (maktulün) kardeşi (vârisi veyâ velîsi) tarafından bağışlanırsa, artık (yapılması gereken) örfe uymak (ve) ona (maktulün vâris veyâ velîsine) güzellikle (diyet) ödemektir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim bundan sonra tecâvüzde bulunursa, onun için elem verici bir azab vardır. Ey temiz akıl-sâhipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki sakınırsınız” (Bakara 178-179).

 

Vahye göre tüm zamanlarda işlenen bir suça karşı “insanların uygulayabileceği” cezâ sayısı 4’tür. Bunlar şu şekildedir.

 

1.Öldürme

2-Hırsızlık

3-Zinâ

4-İftirâ

 

Bu cezâlar Kur’ân’ın tüm zamanlarda uygulanmasını emrettiği cezâlardır ve suç sâbit ise ve mağdur, suçluyu bir şekilde affetmemişse cezâların uygulanması kesinlikle gerçekleşir ve cezâlar “en kısa zamanda” uygulanır.

 

İslâm Devleti olduğunda Kur’ân’ın söylediği had cezâlarının uygulanmaması söz-konusu olmaz. Zâten İslâm Devleti biraz da bunun için olmalıdır. Çünkü İslâm cezâ sistemi, hem suçluya en uygun cezâyı verecek hem de mağduru rahatlatacak ve gönlünü soğutacak şekilde düzenlenmiştir.

 

Bahsedilen suçlar insanların karşılaştıkları suçların temelidir. Diğer suçlar bu dört suçun türevleridir. Gerisi ise Allah’a ve âhirete kalır. Bunların içinde en önemlisi ve tartışılanı ise “öldürme” suçu ve îdam cezâsıdır. Öldürme dışındaki suçlar bir-şekilde anlaşmayla, uzlaşmayla ve diyet ile tatlıya bağlanabilir belki ama öldürme, özellikle de “kasten ve cânîce öldürme” konusunda bu pek söz-konusu olmaz. Hattâ belki de bu, maktulün yakınları için yanlış ve kötü olur. Belki çok istisnâ olarak “ölen öldü, işi diyet ile çözelim” diyenler olabilir ama bu, hem suçu önleyici olmaz hem de kâlpleri tam soğutmaz.

 

Bâzı modern kafalılar; “Kur’ân kâtili öldürmekten değil affetmekten bahsediyor, kısas bu demektir, iş diyet ile çözülmelidir” gibi laflar ediyorlar. Fakat bu ancak, öldürülen kişinin -yakınları dâhil- herkesin illallah ettiği ve “iyi olmuş, gebermiş” denilen bir kişi olması gibi istisnâi durumda “hayırlı” olabilir. Tabi yine çok istisnâi bir durum olarak, affedilen ve diyet ile serbest kalan kişi, huyunu değiştirerek insanlık ve İslâm adına çok faydalı bir kişiye dönüşebilir ve bu da “hayırlı” olabilir. Çünkü İslâm (Ebu Zer örneğinde olduğu gibi) nice eşkıyâların evliyâ olmasına sebep olmuştur. Peygamberimiz de belki de bu nedenle: “Her kimin bir yakını öldürülür ise o, “iki hayırlı şeyden” birisini yapmakta serbesttir. Ya fidye alır yada (kısas gereği onu) öldürür” (Buhâri, Diyat 8, İlim 39; Müslim, Hacc 447; Tirmizi, Diyat 13; Ebu Davud, Diyat 4; Nesâi, Kasame 29) der.

 

Seküler devletlerde, “öldürmenin en etkili cezâsı” olarak îdam, “insanlık-dışı” görülerek yürürlükten kaldırılmış ve yerine geçici cezâlar getirilmiştir. Fakat bu, hem öldürme suçunu önlememiş ve azaltmamış, hem de öldürülenin yakınları için fayda getirmediği gibi tam-tersine, kâtil için faydalı olmuştur. İslâm’da ise öldürme cezâsının karşılığı olarak uygulanan kısas, modern zamanlardaki gibi adâletsizliğe dönük değildir.

 

Bir-çok ülkede olduğu gibi, Türkiye’deki modern hukuk(suzluk)a göre, meselâ günümüz Türkiye’sinde (belki de iyi bir para karşılığı tetikçi olarak yada hırsızlık yapmak için) yaşayan ve 20 yaşında olan bir kişinin, bile-isteye ve tasarlayarak mâsum bir kişiyi öldürdüğünü kabûl edelim. Bu kişi “müebbet hapis” denilen cezâyı alsa bile, aslında o cezânın yıl olarak karşılığı en fazla “ağırlaştırılmış müebbet ise 30 yıl, normâl müebbet hapis ise 24 yıldır. Bu kişi 44 ya da 50 yaşında çıkacak hapisten ve diyelim ki 90 yaşına kadar yaşadı ve işlediği cinâyet sebebiyle kendisine ömür-boyu yetecek bir kazanç sağladı, hapisten çıktıktan sonra kırk yıl boyunca gününü gün edecektir. Oysa maktûlün yada mağdur tarafın yakınları bir ömür-boyu acı ve gözyaşı içinde yaşayacak, hayatları alt-üst olacak ve belki de maktulün âilesi dağılacaktır. Modern hukuk, îdâmı kaldırarak bu zulmün üstüne tüy dikmiştir. Bu nedenle bu yanlıştan hemen dönülmeli, kısasa-kısas hükmünce kâtilin îdam cezâsı mutlakâ uygulanmalıdır ve böylece hem suçlu hak-ettiği cezâyı almalı, hem de mağdur tarafın gönlü soğumalıdır.

 

Türkiye’de ve Dünyâ’nın bir-çok ülkesinde îdâmın yasak olmasının en temel nedeni, Allah-merkezlilikten insan-merkezliliğe yâni modernizme geçilmiş olmasıdır. Modernizme göre insan kutsaldır ve en önemli ve değerli olan varlık insandır. Zâten modernizm tarafından ilahlaştırılmış ve kutsallaştırılmış olan akıl da bir tek insanda vardır. Bu nedenle onun yaşaması ve hattâ Dünyâ’da en uzun ve neşe, zevk ve haz içinde yaşaması gerekmektedir. “Yaşayan insan” ise, “ölü insan”dan daha önemli ve değerlidir. Tabi modernizmde ölmüş insanların da kutsallaştırıldığı ve ilahlaştırıldığı görülür ama genelde “yaşayan canlı insan” daha önemli ve daha üstündür. İşte bu nedenle bir ölüye karşı bir insanın öldürülmesi yanlış görülmüş ve ona geçici olan belli süreliğine bir cezâ vermekle yetinilmiştir. Fakat bu durum hiç-bir şeyi düzeltmediği gibi tam-aksine daha beter bozmuştur ve hattâ Dünyâ’yı ifsâd etmiştir. Üstelik ölen öldüğü ile kalmakta ve ölenin yakınları ömür-boyu bir kin, intikam ve öfke içinde ah çekerek yaşamakta, çoğu da psikolojik olarak çökmektedir. Zîrâ kâtil hak ettiği îdam ile cezâlandırılmadığı için kâlpler soğumamaktadır.

 

Peki ne yapılmalıdır?. Yapılacak şey, başta saydığımız, “insanın verebileceği” cezâlar için, (eğer maktulün yakınları ve mağdurlar affetmediyse ve anlaşmadılarsa) suçlulara verilecek cezâ “cezânın en kısa zamanda geciktirilmeden ve suçluya acımadan, herkesin gözü önünde uygulanması”dır. Hattâ kanımca, öldürme, hırsızlık, zinâ, iftirâ ve türevleri suçlar için yapılması gereken şey, “bu suçlara verilecek cezâların, (kreş, anaokulu ve ilkokul yaşlarındaki çocuklar da dâhil olmak üzere) ne kadar televizyon ve internet kanalları varsa yayınlamaları zorunlu kılınmak üzere, canlı yayın ile tüm insanların izleyeceği şekilde uygulanması”dır. Îdam, el kesme ve kırbaç cezâları tüm kanallardan zorunlu olarak yayınlanmak üzere ve tüm herkesin canlı olarak izlemesine açık olacak şekilde uygulanmalıdır ve herkes bunu izlemelidir. Böylece suça karşı insanlarda mecbûrî bir korku ve caydırıcılık oluşturulacaktır. Bunun başka da bir yolu yoktur ve en etkili yol ve yöntem budur. Zîrâ tatlı dille, güzellikle, öğütle, eğitim ile ve geçici cezâlarla bu suçlar azalmadığı gibi gün geçtikçe çoğalmakta ve bir-çoklarının hayâtını karartmaktadır.

 

Allahın yarattığı bir canı ancak Allah almalıdır ki bu ancak doğal nedenlerle (hastalık, yaşlılık vs.) olur. Bu nedenle bir insanın canını alan yada acıtanların cezâsı, suçu işleyenlerin o suçu bir daha işleyemeyecek şekilde olmalıdır ki bu da ancak İslâm’ın cezâ yöntemi ile olabilir. Çünkü ancak bu-şekilde olursa suçları önlemek ve hattâ bitirmek mümkün olur.

 

“Çocuklar etkilenir, insanlar dehşete düşer, psikolojileri bozulur” vs. gibi sözler; yakını ve sevdiği öldürülmüş, yılların emeği ile birikimi çalınmış, kendisine iftirâ atılmış ve tecâvüz edilmiş kişiler yada toplumu en çok bozan zînâ suçu düşünüldüğünde boş laflardır ve hiç-bir değeri ve önemi yoktur. Zâten kendi başlarına gelse daha beterini isteyeceklerinden emin olabilirsiniz.

 

İnsanlar en kolay şekilde “görerek” öğrenir. Zâten insanların  büyük çoğunluğu kânunları bilmezler, çünkü bilmek için okumak gerekir. Fakat görerek öğrenmek en etkilisidir. Cezânın uygulanışını izlediğinde hem suçu, hem  cezâsını görür, hem de izledikleri onu bu tür suçları işlemekten alıkoyar. Çünkü îdam cezâsının olduğu ve herkesin gözü-önünde uygulandığı bir yerde bir kişi öldürmeyi ancak “ölmeyi göze alarak” yapabilir. Böylece insanlar hem suçun cezâsını öğrenir hem de onları o suçu işlemekten alıkoyar ki bu en etkili yöntemdir. Bundan daha etkili bir yol olmadığı gibi, suça mâruz kalanların yüreğini soğutacak olan en etkili ve tek yöntemdir.

 

İslâm’da kısası ancak devlet uygular. Fakat devlet, kâtili affedemez. Kâtili ancak maktûlün yakınları affedebilir ama onlar da kısas uygulayamaz. Bu, “kâtil ve maktûlün yakınları arasında bir düşmanlık olmasın yada düşmanlık artmasın” diyedir. İslâm’a göre “cezâyı veren” sonrasında cezâ görmemelidir. Çünkü kan dâvâları böyle başlıyor. Veli öldürülüp-öldürülmeyeceğine karar veriyor. Kısas karârı verildiğinde (ki genelde olan doğal olarak budur) kısası devlet uygulamalı ve kâtili herkesin gözü-önünde îdam etmelidir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2024

 

 

 

Devamını Oku »

Mevcuda Tapmak

 

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi?. Bunlar, tâğutun önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsâ 60).

 

Tâğut; “Tüm zamanlar ve mekânlar için, Allah dışında ibâdet ve itaat edilen her-şey”dir. Tâğut; tüm zamanlarda ve mekânlarda, Allah yerine tapılan “mevcut putlar”dır.

 

Dünyâ’nın en kolay işi, “mevcuda eklemlenmek”tir. İnsanlar tüm zamanlarda en çok, mevcuda tapmışlardır ve mevcudun izinde yürümüşlerdir. Zîrâ mevcuda tapmanın ve mevcudun izinde yürümenin çok bir bedeli yoktur. Mevcut sistem ve paradigma bağlamında düşünmek, okumak, yazmak ve konuşmak ne kadar da kolaydır, zîrâ “nefsi merkeze almak” yeterlidir. Sisteme aykırı bir din (İslâm) bağlamında düşünmek, okumak, yazmak ve konuşmak ise ne kadar da zordur. Zîrâ şeytanı, nefsi ve tâğutları karşınıza almanız gerekir.

 

İnsanlar her zaman Allah yerine, genelde mevcuda yada mevcuda uygun düşen şeylere inanmışlar ve onların peşinden gitmişler yâni onlara tapmışlardır. Modern insan, hiç-bir bilgisi olmamasına rağmen mevcut ve popüler olan şeye tapmayı “bilmek” zanneden kişidir.

 

Dünyâ’da her zaman iki farklı din ve yaşam-şekli olmuştur. Biri, Allah’ın seçtiği bir peygambere gönderdiği vahiylerden oluşan İslâm Dîni ve İslâmî yaşam-şekli; diğeri ise, insanların şeytan-nefs ve istek-arzularına göre oluşturdukları, düşüncelere uygun olarak ortaya koydukları beşerî din ve yaşam-şeklidir. İnsanların çoğu, hak dîni yaşamadıkları için, yaşadıkları mevcut hayat-tarzını hak din olarak görürler. Çünkü sünnetullahın bir sonucu olarak; inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.

 

İnsanların-müslümanların büyük çoğunluğu artık şunu deme noktasına geldi: “Artık Dünyâ bildiğimiz mevcut durumda. Bu mevcut dünyâyı sorgusuz-suâlsiz ve seve-isteye kabûl edelim, modern dünyâyı yâni mevcudu “kazanımımız” olarak görelim ve İslâm’ı da mevcut modern Dünyâ’ya göre yorumlayalım ve yaşayalım. Modern dünyâya karşı çıkmanın bir anlamı yok”.

 

Bu yüzden, Kur’ân, Sünnet, bilim, akıl, mantık vs. istediğiniz delîli getirin, insanların çoğu yine de mevcut zihniyetlerine, alışık oldukları şeylere, hayâllerine, arzularına ve çıkarlarına göre hareket edecekler ve mevcudu kutsamaya devâm edeceklerdir. Bu nedenle değişimler “güzellikle” olmaz.

 

İnsan, “şartları değiştirebilen” demektir. Mevcut şartları değiştirmeyi, hayvanlar düşünmez/düşünemez. Fakat İslâm toplumlarında bile, ideâl olanı arayıp gerçekleştirmektense, mevcut olan’ı “normâl” ve “makbûl” sayma alışkanlığı oluştu. Modern -sözde- müslümanların, Allah’ın hükümlerini pek de takmamalarının nedeni, mevcut batı kültürü ve modernizme sımsıkı bağlı olduklarından dolayıdır.

 

Dîn mevcut dünyâya göre değil, mevcut dünyâ dîne göre yorumlanıp değiştirilmelidir ki bunun, eleştirel yorumlarla başlaması kaçınılmazdır. Lâkin medyatik hocalar tam tersine, “mevcudu eleştirecek bilgiye, ferâsete ve cesârete sâhip olmadıkları için”, mevcut bir yanlışlığın faturasını dîne kesiyorlar. Zâten mevcudu “görüşleri” olarak sunmaktadırlar. Bu nedenle de onlardan mevcuda aykırı bir şey söylemeleri beklenmemelidir. Zîrâ tüm söylemleri mevcuda uygun düşmekte ama İslâm’a aykırı düşmektedir. Çünkü merkeze İslâm’ı değil, mevcudu almışlardır ve onu kutsayıp durmaktadırlar.

 

Oysa tüm zamanlarda ve mekânlarda İslâm; yürürlükteki mevcut işleyen sisteme çomak sokan bir din’dir. Zîrâ çomak sokması için gönderilmiştir. Bundan dolayı Kur’ân’ı okuyup durduğu hâlde mevcuda bir eleştiri, îtiraz, isyân ve muhâlefette bulunmayanlarda, bir anlayış sorunu yoksa, bir “kişilik bozukluğu var” demektir.

 

Modern insanlar-müslümanlar zannediyor ki Allah, aynen bu mevcut Dünyâ’yı hayâl ediyordu ve her yönüyle aynen böyle bir Dünyâ inşâ etmelerini istiyordu insanlardan. Şimdi böyle bir Dünyâ oluştuğuna göre Allah çok memnun ve râzı bu durumdan. Bu nedenle de mevcudu yâni modernizmi “din” edinip onu kutsayan modernite ile büyülenmiş olanlar, İslâm’a “burun kıvırarak” bakmaya başlıyorlar. Çünkü onu bir-türlü istedikleri gibi mevcuda uyduramıyorlar. Böylece İslâm ile ilişkileri “yalandan” bir ilişki oluyor.

 

Müslümanlar Kur’ân’a bakarak hayâtı yorumlamıyor ve düzenlemiyorlar; mevcut hayâta, konjonktüre bakarak Kur’ân’ı yorumluyorlar ve ona göre eylemde bulunuyorlar. Ellerinde Kur’ân olmasına rağmen düşüncelerini ve eylemlerini Kur’ân değil, mevcut konjonktür belirliyor. Eylemlerini ekonomileri belirliyor; partileri belirliyor; üstadları belirliyor; malları-mülkleri, sevdikleri, işleri vs. belirliyor, yâni mevcut paradigma belirliyor. İşte şirk budur!.

 

Mevcut “akıl çağı”nda her-şeyin ifsâd olmuş olması, “aklın îmândan kopuk olması” ve akıl ile şirk koşulması nedeniyledir. Akıl îmandan koptuğunda her-şey ilahlaştırılabilir.

 

Mesele şu: Yürürlükte olan mevcut yanlış dînî anlayışı Kur’ân’a-Sünnet’e göre mi değiştireceğiz; yoksa modernizme yâni mevcuda göre mi değiştireceğiz?. Kur’ân’ın hükümleri, mevcut zamânın arzularına değil; mevcud zaman, “Kur’ân’ın hükümlerine” uymalıdır. Kur’ân için “bu zamanda uygulanamaz” demek, “ben bu mevcut modern hayattan memnunum, Kur’ân’a da ihtiyâcım yok” demektir. Lâkin mevcut, Dünyâ’yı “herkes için” yaşanabilir bir yer hâline getirmedi ki!. Mevcud dünyâda adâletsizlik, eşitsizlik, ahlâksızlık, suç, ayıp, haram, günah, şirk, küfür ve zulüm ayyuka çıkmış durumdadır. O-hâlde mevcut sistem nedeniyle ortaya çıkan adâletsizliklere, ahlâksızlıklara ve zulümlere sövmeyenler duyarsız ve ciddî olmayan insanlardır. Mevcut her alanda ve mekânda, her yönden Allah’a, âhirete, gayba, dîne, İslâm’a, Kur’ân’a, vahye ve Peygamber’e küfredilip sövülmektedir. O-hâlde mevcuda da sövmek gerekmektedir.

 

 Lâkin mevcudun hatırına kimse ses çıkarmamaktadır. Bu yüzden de mevcudu sorgulamayanlar, İslâm’ı ve dîni sorgulamaya başlıyorlar. Haz-merkezli mevcut Dünyâ’dan şüphelenmeyenler ve tadını çıkarmanın yollarını arayanlar, âhiretten şüphelenmeye başlıyorlar ve onu inkâra meylediyorlar.

 

Mevcut zaman ve mekân, “insan” ve müslüman olarak kalmanın neredeyse imkânsız olduğu bir zaman ve mekândır. Fakat modern insan mevcudun hatırına buna katlanıyor ve mevcut içinde kalmaya ve mevcuda göre düşünmeye, konuşmaya ve hareket etmeye devâm ediyor. Çünkü mevcudun içindeyken kendini mevcuda uydurmayanlar terörist olarak görülüyor.

 

Mevcudu kutsayıp ona tapanlar sürekli olarak şunları söylemektedirler: “Her-şeye Kur’ân’dan ve Peygamberimiz’in hayâtından delil getirmek zorunda değiliz. Nassın bize öğrettiği temel ilke adâlettir. İlkenin kendisi değişmez ama nasıl olacağı zamansal, mekânsal ve örfîdir. Buna insanlar karar verir. Nasla ekonomi yönetilemeyeceği gibi hayâtın hiç-bir alanındaki problem de nasla çözülemez. Her-şeyi çözebilecek olan şey akıldır. Dini düşüncenin reforma ihtiyacı var. Güncellenme dediğimiz bu. Yenileşmeye kesinlikle ihtiyaç var”. 

 

Peki Kur’ân bu hayâta âit konularda bir şey demiyor mu ve Peygamberimiz’in “örnek” uygulamalarının hiç mi değeri ve önemi yok!. Bize 2.500 yıl önce îcâd edilen Allahsız demokrasi “ışık” oluyor da, Allah’ın; “muhteşem bir ahlâka sâhip” ve “âlemlere rahmet” dediği ve Ahzâb Sûresi 21. âyette “en güzel örneklik” olarak gösterdiği Peygamberimiz’in Sünnet’i bize “ışık” olamıyor mu?. Peki neden?.

 

Neden olacak; çünkü İslâm’ı değil mevcudu merkeze alıyorlar, mevcuda meftûn, râm ve hayrân olmuşlardır. Hayatlarının merkezinde İslâm değil, mevcut paradigma vardır, yâni Allah’a değil, mevcuda tapmaktadırlar. Bu yüzden de her-şeye mevcut üzerinden yâni modernizm üzerinden -sözde- delil getirmekten çekinmiyorlar. Peki Peygamber döneminde yada İslâm’ın mutlak anlamda hâkim olduğu bir zamanda ve mekânda yaşasaydınız neye göre delil getirecektiniz?. Elbette İslâm’dan, Kur’ân’dan ve Sünnet’ten. Çünkü sisteme göbeklerinden bağlı olanlar hep böyle yaparlar.

 

İslâm’ı hurâfelerden kurtarmaya eyvallah ama bu neye göre yapmak istiyorlar?. Hurâfeleri, uydurmaları ve zırvalıkları iptâl ederek yeniden Kur’ân ve Sünnet-merkezli İslâm’a göre mi?. Elbette hayır. Meftûn, râm ve hayrân oldukları ve tapıp durdukları mevcuda göre yapmak istiyorlar. Çünkü “mevcuda uygunsa İslâmîdir, değilse İslâmî değildir” inançları var. Bu nedenle de İslâm’ı, Allahsız, dinsiz, İslâm düşmanı modernizme yâni mevcuda uydurana kadar değiştirmek istiyorlar: Zîrâ İslâm’ı olduğu gibi kabûl edemiyorlar ve hattâ İslâm’ın orijinâl hâline düşmandırlar ve gıcık oluyorlar. Bu yüzden de mevcut ne emrediyorsa dîni ona göre değiştirmek ve uydurmak istiyorlar. İşte tüm zamanlarda vahiy böyle bir yolla tahrif edilmiş ve başkalaştırılmıştır. Tüm zamanlarda vahyin tahrifi, kendini Allah’a ve dîne sımsıkı bağlı ve en iyisini ve doğrusunu kendisinin bildiğini zanneden kâfir ve müşrikler tarafından yapılmıştır. Yoksa vahyi dış-düşmanlar ve işgâlciler tahrif etmemiştir ki!.

 

Peki neden mevcuda tapınılıyor?. Çünkü modern insanlar onu “en ileri gelişmişlik” olarak görüyorlar. “Bugünkü şartlarda en ileri düzeyde bir gelişmişlik var, bundan daha iyisi nasıl olacak ki” diyorlar. Birileri de; “insanın gelmiş olduğu en ileri uygarlık-gelişmişlik seviyesi Dünyâ’yı kurtaramıyorsa, 1.400 yıl önce gelmiş olan İslâm nasıl kurtarsın” diyorlar. Oysa mevcut Dünyâ, görebilenler için “insanın gelebileceği en ileri seviye” değil, “insanın gelebileceği en aşağılık seviye”dir. Ezber bozucu olmayan tüm söylemler, mevcut sistemi beslemekten başka bir işe yaramaz.

 

Peki 2.500 yıl öncelerden gelen demokrasiye niye yalakalık yapıp da tapıyorsunuz?. Demokrasi sizi ve Dünyâ’yı kurtardı mı, nasıl kurtaracak ve niye kurtaramıyor?.. Cevap yok, mevcuda devam.

 

Mevcudu sürdürmek ve demokrasi bağlamında, oy vermek, mevcut ideolojinin ve durumun sürmesini istemek ve de; “zengin daha da zengin olsun”, “gariban da gariban kalmaya devâm etsin” demektir.

 

İslâm’ı ve Kur’ân’ı-Sünnet’i, bir türlü kabûl edemeyen oryantâlist yalakası akıl-perestler, iş Allahsız din-düşmanı modern- lâik-seküler demokrasiye gelince: “Her-şeyi dînî metinlerde ve geçmişte aramak hastalıklı bir zihniyettir. İnsan aklı, iyiyi, kötüyü ve adâleti bulabilecek kapasitededir. Akıl, en etkin vahiydir” diyerek şirke ve küfre düşüyorlar. Yuh olsun sizin dînî düşüncenize ve inancınıza!.

 

“Mevcuda tapma”nın panzehiri elbette “geçmişe tapmak” değildir. Hem mevcuda hem de geçmişe yâni klâsik ve modern hurâfelere tapmanın panzehiri, tüm zamanlarda ve mekânlarda Kur’ân ve Sünnet-merkezli bir din ve hayat ortaya koymak, böylece “sâdece Allah’a” taparak hem Dünyâ’da hem de âhirette mutluluğa ermektir.

 

Mevcudu sevmemek ve eleştirmek “hâinlik” ile aynılaştırıldı. Mevcut Dünyâ’nın sistemini ve eserlerini beğenen insan, din’den nefret ediyor yada dîni takmıyor demektir. Fakat şu iyi bilinsin ki, tüm zamanlarda, mevcut kötü durum nedeniyle Dünyâ’nın altını üstüne getirme hayâli kurmayan insanlar peygamber olarak seçilmemiş ve kendisine vahyedilmemiştir.

 

Mevcut Dünyâ “anlamsız” bir Dünyâ’dır. Mü’minlerin bu anlamsız Dünyâ’ya anlam katması zorunluluğu vardır. Gerekirse bunu, Dünyâ’nın ve mevcudun altını üstüne getirerek yapmalıdırlar. Mevcut Dünyâ’nın perişan, adâletsiz, onursuz-şerefsiz durumu nedeniyle kahrolmayanları ve bu çirkeflik nedeniyle tüm Dünyâ’yı yakmayı hayâl etmeyenleri İslâm’a dâvet ediyorum!.

Ey İslâm’dan soğumuş yada ona düşman olmuş olanlar!; mâdem ki mevcut modern hayâtı seviyorsunuz ve ondan memnunsunuz; o-hâlde mevcudun köleliğini ve köpekliğini de yapmak zorundasınız. Mevcudun içinde yaşamanın bedelini hiç îtiraz etmeden ödenmek zorundasınız. Bu bedel, “Allah yerine mevcuda tapmak” ve “Dünyâ’da rezil olduktan” sonra âhirette de “acı azapla karşılaşmak”tır.

 

Evet; mevcuda yâni lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-konformist-emperyâl sisteme göre işleyen Dünyâ’dan bir pay almak istiyorsanız, mevcuda uymak yâni tapmak zorundasınız. Taptığınız mevcuda göre yaşamak zorundasınız. Zâten kim bu sisteme daha iyi uyarsa, o kişi sistemden daha fazla yararlanır. Yok, eğer “Dünyâ geçici bir imtihan alanı, âhiret daha önemli” diyorsanız, mevcudu değil Allah’ı, âhireti, vahyi, peygamberi yâni İslâm’ı merkeze alarak İslâm-merkezli olarak yaşamak zorundasınız. İslâm-merkezli yaşadığınızda ise, hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliklere ve büyük nîmetlere kavuşursunuz.

 

Ey Allah’ın tamamladığı ve kıyâmete kadar geçerli tek hak din kıldığı Kur’ân’ı beğenmeyip de “en güzel örneklik olan Sünnet’e burun kıvıran yavşaklar!. Ben de sizin mevcudu din yapmanızı ve ona tapmanızı kabûl etmiyorum ve sizin dîninizi ve inancınızı inkâr ediyorum ve de yüz çeviriyorum!.

 

Sizin bâtıl dîniniz size; benim hak dînim bana..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2024

 

Devamını Oku »

Modern Kadın ve Ev-Merkezliliğin İflâsı

 


“Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargâh edinin), ilk câhiliye (kadınları)nın süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah’a ve elçisine itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister. Evlerinizde okunmakta olan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah lâtiftir, haberdâr olandır” (Ahzâb 33-34).

 

Bu âyet kadınlara seslenmektedir ve kadınlara ev-merkezli bir yaşam önermektedir. Bakmayın siz modern kafalıların; “Kur’ân kadına özgürlük verir ve onları evlere hapsetmez, kariyer yapmasını ister, para kazanmasını emreder, iş seyahatine katılmalarını önerir” vs. gibi boş laflarına. Bunların hepsi modernizmin etkisi ve baskısıyla yapılan zorlama yorumlardır ve Kur’ân’dan onay almayacağı gibi Peygamber örnekliğinde de yeri yoktur.

 

Bunlara; “peki Peygamberimiz’in hangi hanımı dünyevî bir iş için kariyer yapmıştır?, hangisi iş-gezisine çıkmıştır ve para peşinde koşmuştur?” deseniz mecbûren susup kalacaklar ve Hz. Hatice’yi örnek göstermek isteyeceklerdir. Hâlbuki Hz. Hatice de iş-gezisine falan hiç çıkmıştır ve kocası ölünce ticâretini de anlaşma yaptığı erkek ortaklarına yaptırmıştır ama ortaklarından genelde memnun olmadığı için güvenilir bir ortak aramış ve Peygamberimiz’in güvenilir bir insan olduğunu görünce işi ona teslim etmiş ve bir süre sonra da onunla evlenmiştir. Çünkü Hz. Hatice hem bir kadındır ve ev-dışında iş tâkip etmesi pek mümkün değildir, hem de evde bakması ve ilgilenmesi gereken, önceki eşlerinden olma 3-5- çocuğu vardır.  

 

Yine; “Kur’ân kadınlar için ‘zekat veren kadınlar’ ifâdesini kullanır. Bu da kadınların çalışıp para kazanması anlamına gelir” diyorlar. Hâlbuki Kur’ân mehir ve mîraslardan birikmiş olan paranın zekatından bahsetmektedir. Yoksa kadınlarının çalışmaları ve ticâret yaparak kazandıkları paralardan değil. Çünkü Kur’ân’da çelişki yoktur ve kadınlara hem ev-merkezli bir hayat sunar ve onlara kendi fıtratlarına uygun olan görev ve sorumluluklar yükler, hem de onları -modernizmin yaptığı gibi- ev-dışında çalışmaya zorlamaz.

 

Kadınlar târih boyunca fıtrata, doğalarına ve normâle uygun olarak hep ev-merkezli olmuşlardır. Bu durum ilk insanlardan bêri böyledir. Çünkü çiftçiliği ve hayvancılığı yapan ve bu nedenle ilk öldürme olayını yaşayanlar bile erkek olan Hâbil ve Kâbil’dir. Allah birer kurban sunmalarını erkeklerden istemiştir. Çünkü kadınlar o sırada evlerindedir ve çocuklarıyla ve ev işleriyle ilgilenmektedirler. Kadının ev-dışına çıkması ise modernizm ile birlikte ama özellikle de Fransız Devrimi’nden sonra dillendirilmeye ve yayılmaya başlamıştır. Daha sonra ise ulus-devlet zihniyeti, 2. Dünyâ Savaşı, tek bloklu dönem ve milenyum ile birlikte kadınlar okul ve iş için evlerden dışarı çıkmışlardır ve buna alışmışlardır. Öyle ki artık eve girememekte ve girmek de istememektedirler. Her fırsatta dışarıda olmak istemektedirler. Öyle ki dışarı çıkamadıklarında buhran geçirmekte ve  bunalıma girmektedirler.

 

Zamânında Mehmet Âkif Ersoy’a; “siz kadınları evden dışarıya çıkarmıyormuşsunuz” diyen birine Mehmet Âkif; “eskiden öyleydi, şimdi çıkardık fakat bu sefer de geri içeri sokamıyoruz” demiş. Gerçekten öyledir, fıtratlarına rağmen kadınları eve sokmak ne kadar da zor bir iş olmuştur.

 

İyi de kadınlar çalışacaksa yâni ev-dışına çıkacaksa ev işlerini kim yapacak, çocuklara kim bakacak, yemek, çamaşır, bulaşık, ütü, alış-veriş vs. işleri kim yapacak?. Aslında çalışmak istememelerine ve ev-hanımlığı yapmak isteyen, fakat çalışmaya mecbur bırakılan, o üç kuruşa çalıştırdığınız gariban kadınlar mı yapacak sizin yapmanız gereken işleri?. Peki 2024 başı îtibârıyla, evlerinizde çalıştırdığınız işçi kadınlara, kânûnen verilmesi gereken yaklaşık 30 bin lira civârındaki parayı hanginiz ödüyor?. Hanginiz çalıştırdığınız  kadınlara hakları olan asgarî ücret artı sigorta artı yol-yemek parasını eksiksiz şekilde ödüyor?. %90’ının vermediğine yemin edebilirim. O-hâlde bâzı kadınların dışarıda mêmur-âmir olarak çalışmalarının ceremesini ve bedelini, evlerde üç kuruşa çalıştırılan gariban kadınlar ödemektedirler ki onlar bu işi mecbur bırakıldıkları için yapmaktadırlar. Peki “kadınlar kariyer yapmalıdır” falan diyen yavşaklar niçin bu konuda tek bir laf bile etmeyip de şerefsizlik yapıyorlar?. Etmezler ve edemezler, çünkü çelişki lap diye çıkar ortaya. 

 

Bu durum her yerde, özellikle tek-kutuplu dünyânın oluşumuyla birlikte 90’lı yıllarla birlikte başlamış ve yaygınlaşmıştır.  Nazife Şişman bu konuda şöyle der: “Türkiye’de modernleşmenin etkilemediği evler ve kadının geleneksel konumu dindarlar tarafından âdetâ bir kale gibi savunulurken, 90’lı yıllar sonrasında tesettürlü kadınların kamusal alanda yer alması fikri müslümanlar tarafından bayraklaştırılarak savunulmaya başlamıştır”.

 

Önceden kadınlar arasında vâr olan “daha İslâmî bir hayat yaşamak” anlayışı yerini seküler dünyâ zihniyetini destekleyen tavırlara bırakmıştır ve bu durum kadınların-kızların okuması ve ev-dışında çalışmasıyla yaygınlaşmıştır. 90’dan önceki yıllarda savunulan “annenin çocuğunu dînî terbiyeyle yetiştirme misyonu” genişleyip artık “bilimsel bir yaklaşımla çocukların yetiştirilmesi” hedeflenmiştir. Böylece “geleneksel anne”den “bilimsel anne”ye doğru bir değişim gerçekleşmiştir. 90’dan sonra modern hayata karşı direnme değil de, “modern hayâtın içinde müslüman bir şekilde yaşama hedefleri”yle hareket edilmiştir. Artık herkes kadınlarının ve kızlarının ev-dışında iyi bir işte çalışması hayâli kurmaktadır.

 

1980’li yıllarda müslüman kadınların gündemini “tesettür, kadın-erkek ilişkileri, evlilik, çeyiz, mahremiyetin sınırları” gibi konular meşgûl ederken; 2000’lerde konular “kadın ve modernizm, müslüman kadının kamusal alana katılımı, kamusal alanın yeniden düzenlenmesi, mahremiyetin sınırlarının yeniden belirlenmesi, siyâset, kadınların cenâze ve cemaat namazlarına katılmaları, İslam’ca uygun görülmediği iddiâ edilen hâkimlik, imamlık yada devlet başkanlığı gibi görevleri kadınların icrâ edip-edemeyecekleri, müslüman kadınların sorunları ve talepleri” gibi alanlara kaymıştır. Nilüfer Göle’nin tâbiriyle müslüman kadınlar modernliği kontrôl etmeyi arzulayan karşı-seçkinler hâline gelmişlerdir. Bu kadınlar elbette “evde duramayan” ve “ev-merkezi olamayan kadınlar”dır.

 

Kanımca Dünyâ’nın tadını kaçıran ve yeryüzünü ifsâd eden şey, kadınların-kızların okuması ve çalışması nedeniyle ev-dışına çıkarak ve buna alışarak ev-merkezlilikten kopması sebep olmuştur-olmaktadır. Kızların ve kadınların okuması ve çalışması zihniyeti, kadınların ve kızların ev-dışına itilip ev-merkezlilikten koparılmasına sebep olmuştur. Sonuçta bu durum, kadınların-kızların evden “kamusal alan” denilen yere çıkması onların takvâlarını azaltmış ve onları birer şovmen yapmıştır.

 

Kadınlar, alış-veriş ve sağlık gibi zarûrî hâller dışında tesettürleriyle de evden çıkmamalıdır. “Kadınlar tesettürlü olduktan sonra istedikleri gibi dışarıda bulunabilirler ve istedikleri işte çalışabilirler” diyenler câhillerin önde gidenleridirler. Fatma Barbarosoğlu, kamusal alan denilen ev-dışının çok da ahlâkî bir alan olmadığını ve müslümanların ille de bu alanda vâr olma talebini eleştirir. Bâzı çevreler tarafından “öcü” îlân edilen ve farklılaştırılan başörtülü kadınlar bu alanda vâr olabilmek için kendilerinin farklı olmadıklarını ispâta kalkışmıştır. Kamusal alanda (baştaki âyet men ettiği hâlde) öteki kadınlara benzediğinde hürriyetini kazanacağını düşünen başörtülü kadın din ve ahlâkî açıdan farklı olduğunu davranışlarıyla göstermek yerine markalı ve pahalı giyinerek tüketim açısından onlarla aynı olduğunu ispat eylemine girişmiştir. Bu durum da bütün meselenin “bir metre bez” etrâfında odaklanmasına sebep olmuştur.

 

Kadın üç tesettürü vardır; başörtüsü, ev ve bahçe.. Başörtüsü ve dış elbisesi kadının evdeki ama daha çok dışarıdaki tesettürü, ev, kadının ve âilenin tesettürü, bahçe ise evin tesettürdür. Ev-merkezlilikte kadın bu üç tesettür ile korunmaktadır. Bahçesi olmayan evden Allah’a sığınırım.

 

Beytullah yâni Kâbe “Allah’ın evi”dir ve o da tesettürlüdür. Müşrikler o eve putlarını koyarak onları “Allah’ın misafirleri” îlân ediyorlardı. Peygamberimiz ile birlikte Kâbe putlardan temizlenerek yeniden “sâdece Allah’ın evi” oldu ve müslümanlar ev-merkezli bir din anlayışı edindiler.

 

Ev, kadının doğal ortamıdır. Ev-dışı ise “evden görüldüğü gibi” değildir. Bu nedenle evdeki hesap çoğunlukla çarşıya yâni dışarıya uymaz. Dışarısı evde zannedildiği gibi olmaz.

 

Evi-mekânı dar olanın, gönlü de dar olur doğal olarak. Peygamber bu nedenle “evlerinizi geniş yapın” demiştir. Daracık yapılan apartman dâireleri ev-merkezli bir hayâta uygun değildir, bu nedenle de İslâm’a uygun değildir ki zâten mahremiyetin her türlü ortadan kalktığı yerlerdir apartmanlar. Kadın apartman dâirelerinde duramaz da kendini hemen dışarıya atar. Dışarıya alışınca ise ev-dışında çalışmak istemeye başlar. Oysa bahçeli evinde o kadar bunalıma ve buhrana girmezdi ve ev-dışını arzulayıp durmazdı. Bahçe tesettür olmadığında kadın ev-dışına çıkarak başındaki tesettürü de zamanla gevşetir ve çıkarır.

 

İdeâl olan evler, tek yada en fazla iki katlı olan evlerdir ve ebedî mutluluk diyârı olan cennette bile övülen evler bir yada iki katlı olan “yüksekçe köşk” şeklindeki evlerdir. Yâni cennette çok-katlı binâ (apartman) yoktur:

 

“Ancak Rablerinden korkup-sakınanlar ise; onlara yüksek köşkler vardır, onların üstünde-ötesinde de yüksek köşkler binâ edilmiştir. Onların altından ırmaklar akmaktadır. (Bu,) Allah’ın vaâdidir. Allah, vaâdinden dönmez” (Zümer 20).

 

Kanımca kız çocuklarını küçüklüğünden îtibâren “benim kızım büyüyünce doktor olacak, öğretmen olacak, şu olacak, bu olacak” diye değil, “benim kızım namazını kılacak, evlenecek, evi olacak, çocuklarına bakacak” vs. diyerek büyütmek daha doğrudur. Zîrâ kadının fıtratına ve doğasına en uygun yer evidir ve ev-merkezliliktir. Normâl olan budur.

 

Modernizm denen Allahsızlık ev-merkezliliği inkâr ve iptâl etmiş, kadını ev-dışına özendirmiş ve alıştırmıştır. “Müslüman kadın ve kız” iken “modern kadın ve kız”a dönen kadın için ev-merkezlilik iflâs etmiştir. Fakat bu durum aslında kadın için iyi olmamıştır. Çünkü ev-dışı kadına uygun değildir. Zîrâ kadının en rahat edeceği yer evidir. Kadının yeri evidir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2024

 

 


Devamını Oku »