1 Ocak 2024 Pazartesi

Akrabâ Evliliği ve Süt Kardeşlik


“Ey Peygamber!; gerçekten biz sana mehirlerini verdiğin eşlerini ve Allah’ın sana ganîmet olarak verdikleri (savaş esirleri)nden sağ elinin mâlik olduğu (câriyeler) ile seninle birlikte hicret eden amcanın kızlarını, halanın kızlarını, dayının kızlarını ve teyzenin kızlarını helâl kıldık…” (Ahzâb 50).

 

“Sizlere anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerin kızları, kız kardeşlerin kızları, sizi emziren (süt) anneleriniz, süt kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri ve kendileriyle (gerdeğe) girdiğiniz kadınlarınızdan olup koruyuculuğunuz altında bulunan üvey kızlarınız -onlarla gerdeğe girmemişseniz, size bir sakınca yoktur-, sizin sülbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir-araya getirdiğiniz (evlilik) haram kılındı. Ancak (câhiliyede) geçen geçmiştir. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. Sağ ellerinizin mâlik olduğu (câriyeler) dışındaki kadınlardan ‘evli ve özgür’ olanlarla da (evlenmeniz haramdır.) Bunlar, Allah’ın üzerinize yazdığıdır” (Nîsâ 23).

 

Kur’ân, kiminle evlenilip-evlenilemeyeceğini ayrıntılı bir-şekilde ortaya koymuştur. Evlenilebilecek olanların içinde kuzenler de vardır ki, bunlarla yapılan evlilikler “akrabâ evliliği”dir. Demek ki Kur’ân akrabâ evliliğine -yasak olanlar hâriç- onay vermektedir. Allah her-şeyin en doğrusunu bilir. Eğer akrabâ evliliği yapmakta bir sakınca olsaydı Allah buna izin vermez ve akrabâ evliliğini yasaklardı. Çünkü Allah insanlara maddî ve mânevî anlamda zarar verecek olan şeyleri hep yasaklamıştır.

 

Peygamberimiz’e isnât edilen; “yakın akrabâlarla evlenmeyin; çünkü çocuk zayıf doğar” (İbn Hacer, et-Telhîsu’l-habîr, 3/308-309) şeklinde bir hadis rivâyet edilir fakat bu hadisin güvenilir kaynaklarda yer almadığı da söylenmektedir. Bu-bağlamda; “zayıf çocuklar dünyâya getirmektesiniz. Bu yüzden yabancı kadınlarla evlenin” diye bir söz vardır fakat bu söz Peygamberimiz’e değil Hz. Ömer’e âittir (İbn Hacer, et-Telhîsu’l-habîr). Zâten Peygamberimiz halasının kızı Zeynep binti Cahş ile evlendiği gibi (el-Ahzâb, 33/36-38), kendi kızı Hz. Fâtıma’yı da amcasının oğlu Hz. Ali ile evlendirmiştir.

 

Süt-kardeş ve süt-anne ile evlenmek Cumhûriyet döneminde yasak olmaktan çıkmıştır, oysa ilk başta yasaktı. Mustafa Armağan bu konuda şunları söyler:

 

“1926 yılında çıkarılan ‘Türk Medenî Kânunu’nun süt-anne ve süt-kardeşlerle evlenmeyi yasaklayan 92. maddesinin İsviçre Medenî Kânunu’nda mevcut olmayan; nasılsa çevirmenlerden biri tarafından eklenmiş bir fıkrasında, evlenilmesi yasak olan kişiler arasında ‘süt-ana ve kardeşler’ de zikrediliyordu. Kânun meclisten Şubat ayında geçti, 6 ay sonra, Ekim ayında yürürlüğe girecekti. Bu-arada ne olduysa oldu, bir akl-ı evvel bu ‘vahim hatâ’yı fark etti ve yetkilileri haberdar etti, derken sanki fecî bir cinâyet işlenmiş gibi hükümet ayaklandı ve yaz ortasında meclisi içtimâa çağırdı, kânunda Kur’ân-ı Kerîm ile örf ve âdetlerimize uygun düşen bu tehlikeli madde derhâl çıkarıldı. İşlem tamamdı; İsviçre Medenî Kânunu’ndan kıl kadar dâhi sapma olmamalıydı”.

 

Şöyle denir: “Akrabâ evliliği yapanlarda özürlü yada hastalıklı çocuk doğurma riski diğer evliliklere göre artmaktadır. Aynı âile içinde genler arasında benzerlik ihtimâli çok yükselmektedir. Akrabâ evliliği ile görülme riski artan hastalıklarda, her iki eşte de aynı tip bozuk genin bulunması gerekmektedir. Akrabâlar arasında genler arasında benzerlik sıklığı arttığı için hastalıklı çocuk sâhibi olma olasılığı da artmaktadır”.

 

Kan-bağı olan kişilerde, toplumun genelinde görülen ortak gen yüzdesinin dışında, akrabâlık derecesine bağlı olarak artış gösteren daha da fazla ortak gen vardır. Fakat bu, doğacak olan çocukların ille de hasta yada sakat olacağı anlamına gelmez. Zâten aynı ırktan olan insanların genleri birbirine benzer ve ortak yönler vardır. Hattâ bu durum, tüm dünyâ-insanları için de geçerlidir.

 

Dünyâ’da evliliklerin % 20’den fazlası akrabâ evliliğidir. Doğan çocukların en azından % 8.4’ü akrabâ evliliklerinden doğmaktadır ve bunların içinde çok az sayıda çocukta sorun olmaktadır ki bu oran zâten akrabâ arasında olmayan evliliklerde de görülen normâl bir orandır. Meselâ; “akrabâ evliliklerinde en çok rastlanılan hastalıklarda birisi kistik fibrozistir” denir. Fakat akrabâ evlilikleri arasında yapılan evliliklerden doğan çocuklarda bu hastalığa yakalanma oranı diğerlerinden daha yüksek değildir. Zâten genelde de bu hastalığa yakalanma oranı fazla değildir. Kistik fibrozisin ortalama görülme sıklığı 2000’de 1’dir. Fakat bu hastalığa yakalanma oranı günden-güne artıyorsa bunun nedeni akrabâ evliliği değil, modern kent hayâtı ve modern üretim tarzıdır. Yanlış beslenen anne-babaların çocuklarını, her hastalıkta olduğu gibi bu hastalığa da güm geçtikçe daha fazla yakalanmaktadırlar. 

 

Birbirleriyle evlenmesi hattâ evlenmesi doğru olmayanlar da vardır ama bunlar akrabâlar değil, frengi, bel soğukluğu, cinsel ilişki ile bulaşan “yumuşak şankr”, cüzam ve verem gibi bulaşıcı hastalığı olanlardır. Bunlar içinde tedâvi edilebilenler tabî ki evlenebilir.

 

Dînin ve dolayısıyla dîn î hükümlerin askıya alınması, görmezden gelinmesi yada iptâl edilmesiyle birlikte akrabâ evliliği arasında artan sakat ve hasta doğumlarda bir artış söz-konusu olmuş olabilir ve bu mümkündür. Fakat bunun nedeni bizzat akrabâ evliliği değil, “süt kardeş evliliği”dir. Evet; sorun akrabâ evliliği değil, süt kardeş evliliğidir. Süt kardeş evliliklerinde, aynen “kardeş evliliklerinde olduğu gibi”, maddî hattâ mânevî bir sorunun ortaya çıkması çok olasıdır. Çünkü bu tür evlilikleri yapanların genleri gerçekten birbirine çok yakındır ve aynen kardeşlerininki gibidir. Kardeşle evlenmek nasıl ki tıbbî ve mânevî-sosyâl-psikolojik sorunlara yol açabilecekse, İslâm’a göre süt kardeşlik bir “kardeşlik” olduğu için aynı yada benzer sorunlara yol açar. Çünkü iki kişinin aynı kadından ve aynı dönemde emdiği süt onların genlerinin ve fizikî yapılarında evlenmeye aykırı bir durum oluşturmaktadır. Aynen öz yada üvey kardeşlerde olduğu gibi süt kardeşlikte de mânevî, sosyâl ve psikolojik sorunlar görülebileceği gibi tıbbî sorunların görüme olasılığı da yüksektir. Bu konuda bir yazıda şunlar söylenir:

 

İslâm, evlenme engelinde ‘doğurmak’ ile ‘süt vermek’ arasında hiç-bir fark gözetmemiştir. Anne sütü; kolostrum (ağız), geçiş sütü (normâl sütle ağız arası) ve normâl süt periyotları arasında değişir. Kolostrum sütü, doğumdan sonra ilk 4-5 gün anne tarafından yavruya verilen ilk süttür. Bu ‘ağız’ veyâ ‘ağuz’ (tıp dilinde kolostrum) olarak adlandırılır. Gıdâ bakımından çok zengindir. Kolostrumda, çocuk için çok önemli olan laktoferrin ve bifidium faktör veyâ diğer adıyla bifidus faktörü bol bulunmaktadır. Bileşimi normâlden farklıdır ve sarımsı renkte hafif tuzlu ve tatlıdır. Bileşiminde yüksek oranda protein ve bağışıklık kazandıran immünoglobulin ihtivâ eder. Yüksek oranda serum proteini ihtivâ ettiklerinden ve yüksek pH derecesinden dolayı kaynatıldıklarında pıhtılaşma göstermektedirler.

 

Anne sütündeki özellikle proteinler annenin genom ürünleri olup bebeğin vücut gelişimini, anatomisini, fizyolojisini ve davranış profillerini etkilemektedir. Genom ise, herhangi bir canlının hücreleri içerisine yerleştirilmiş genetik programın tamâmını ifâde eder. İki farklı bebeği emziren annenin, süt verdiği çocuklardaki genom uyarılarının aynı ve sütü verene biyolojik ve duygusal yönden benzer hâle geldiği görülmektedir. Anne sütünde çok sayıda biyolojik olarak aktif moleküller vardır. Bunların başında bebekte gen düzenlemelerini etkileyecek miRNA’lar (mikro-RNA), bunlara benzer yapılar ve antikorlar gelmektedir. Bir annenin kendi çocuğu yanında kan-bağı olmayan başka bir çocuğu emzirmesi sonucunda sütündeki maddeler, o çocuğun genetik yapısının temelini teşkil eden DNA ve RNA’lar üzerinde doğrudan têsir meydana getirmektedir. Bu değişiklikler iki kademede ifâde edilebilir:

 

a- Annenin lökositleri kan-bağı olan ve olmayan bebeklere geçmekte ve lökositlerin üzerinde anneye âit HLA’lar (doku tipi) bebekte de fonksiyon görmektedir.

 

b- Anneye âit microRNA’lar emzirilen bebeklerin aynı genleri üzerinde aynı düzenlemeleri yaparak duygusal ve anneyle ilgili genleri benzer şekilde etkilemekte, yâni anne kimi emziriyorsa o kişiye karşı anne duygusu emzirilenlerde aynı olmaktadır.

 

Demek ki, anatomimiz yanında hislerimiz ve duygularımız da anne sütünde bulunan gen düzenleyicilerin etkisiyle meydana getirilmektedir. İşte aynı anneden süt emen süt kardeşlerin genetik yapısı üzerinde sütün bu düzenleyici ve aynileştirici etkisini dikkate alan İslâm Dîni’nin, süt kardeşleri arasında evlenme yasağını koyması hikmete, maslahata ve ilmî yaklaşıma uygundur ve tam yerindedir”.

 

Akrabâ evliliğinde, çocuğun sakat doğması meselesi, evlenmesi yasak olmayan akrabâların evlenmesinden dolayı değil, akrabâların birbirinin çocuklarını bebekken emzirmeleri ile çocukların süt-kardeş olmaları ve ileride, akrabâ olan bu süt-kardeşlerin süt kardeşleriyle yaptıkları evlenmeler nedeniyledir. Sakat doğum akrabâ olsun-olmasın herkeste olabilir. Fakat süt-kardeş evliliklerinde çocuğun sakat olması çok olasıdır. Çünkü onlar artık akrabâ da olmaktan çıkmış ve “kardeş” olmuşlardır, bu nedenle onlara “süt kardeş” denilmektedir.

 

Akrabâ evliliği yasaklığı batı düşüncesinin ve zihniyetinin bir ürünüdür. Özellikle eski yunanda ve çevresinde, -anne ve kız kardeş dâhil- yakın akrabâ evlilikleri çok görülüyordu. Akrabâ evliliğini yanlış görmelerinin arka-plânında, işte bu duruma yaptıkları bir eleştiri ve îtirâz olsa gerektir. Çünkü batı’da hep, ifratı tefrit ile, yâni bir yanlışı tersinden başka bir yanlışla düzeltmek düşüncesi olmuştur-vardır. Bu nedenle batı zihniyeti özellikle modern zamanlarda, -eski çirkin uygulamaları hatırlattığı için olsa gerek-  işi aşırı abartarak akrabâ evliliğini yanlış görmüş ve bu bakış-açısıyla, batı zihniyeti ile ve niyetiyle yaptığı -sözde- bilimsel araştırmalarda, sakat ve hasta doğumların, bâzı akrabâ evliliklerinden doğan çocuklarda da olduğunu görünce bunu öne çıkarmış ve “akrabâ evliliğinden doğan çocukların sakat ve hasta olma olasılığını istatistik olarak daha yüksek göstermiştir. Zamanla bu, onların zihniyeti ve genel düşüncesi hâline gelmiştir. Hâlbuki böyle bir şey yoktur ve akrabâ olmayanların yaptıkları evlilikten doğan çocuklar nasıl ki sakat ve hasta olabiliyorsa, akrabâ evliliği ile doğan çocuklar da, diğerleri de aynı oranda hasta ve sakat doğabilmektedir. Algıda seçicilik yapıp da sâdece akrabâ evliliğinden doğan bebekleri araştırdığınızda, -neyi araştırırsanız onu bulacağınız için- bu çocuklardaki hastalıkları ve sakatlıkları tespit etmeniz ve istatistiğin konusu yapmanız kaçınılmaz olur. Fakat tarafsız ve dürüst bir bakış-açısıyla yapılacak olan araştırmalarda, “süt kardeş olmayan” akrâbaların yaptığı evlilikler sonucunda doğan çocukların daha çok hasta ve sakat doğduğu sonucu çıkmaz-çıkmamıştır.

 

Hasta ve sakat olan çocukların akrabâlar arasında yapılan evliliklerin sonucu olduğu sâdece bir yanılsamadır. Bu sonucun nedeni, dediğimiz gibi: akrabâlıktan dolayı sürekli görüşmelerin ve buluşmalarının netîcesinde akrabalar arasında çok yaşanan, birbirlerinin çocuklarının emzirme sonucunda meydana gelen süt kardeşlik ve bu süt kardeşlerin ileride evlenmeleridir. Câhillikten dolayı bilinmeyen ve dikkat edilmediği için, akrabâların içinde “süt kardeş” olanlar arasında yapılan evlilikler sonucunda olan doğumlarda hasta ve sakat çocuklar doğabilmektedir. Dinden kopmanın sonucunda süt kardeşliğin ne olduğu ve süt kardeşlerin birbirleriyle evlenmemeleri gerektiği bilinmediği için süt kardeşler arasında yapılan akrabâ evliliklerinden hasta ve sakat çocuklar doğabilmektedir. Mesele budur ve akrabâ evliliğinden dolayı meydana geldiği zannedilen şey aslında, daha çok yakın akrabâlar arasında yapılan, birbirlerinin çocuklarını emzirmek ve ileride de bu çocukların evlendirilmesinden kaynaklanmaktadır. Yoksa sorunun nedeni, yapılan akrabâ evlilikleri değildir.

 

Bizim Avrupa’dan gelme göçmen vatandaşlarda da bu konuda hassâsiyet vardır ve özellikle kuzen evliliğini çok kötü görerek, böyle bir şeyi zinhar kabûl etmemektedirler. Çünkü onlarda da süt kardeş evliliği yasağı konusunda bilgi ve bilinç yada inanç yoktur. Tamam; kendi âdetlerinde böyle bir şey yapılmıyorsa yapmasınlar, bu ille de yapılacaktır diye bir farz ve şart şey yoktur ki!. Fakat “akrabâ evliliği yasaktır, haramdır, yanlıştır” gibi laflar boş laflardır ve geçerli değildir. Zâten hem İslâm’ın hem de seküler devletlerin kânunları bunu yasaklamamaktadır.

 

Şu da var ki akrabâ evliliğinin maddî, mânevî, sosyâli, psikolojik ve ekonomik bir-çok konuda faydalı yönleri de vardır. Modernite, kentleşme, kızların ve kadınların okuması ve çalışmaları akrabâlık-bağını yok ederek insanları birbirlerinden uzaklaştırarak yalnızlaştırdı ve pısırıklaştırdı. Artık herkes yalnız ve çekingen. Çünkü kendini yalnız ve sâhipsiz-desteksiz hissediyor. Zîrâ eskisi gibi birlik olabileceği akrabâlık çok azaldı ve çoğu kimse için böyle bir şey yok.  

 

Akrabâ evliliği aynı-zamanda kadının da güvenliği ve sosyâlliği demektir. Eşinin yakınları ile kan-bağı olan kadın bu ilişkiyi kullanarak ihtiyaç duyduğu zamanlarda eşinin âilesinden daha kolay destek alabilmektedir. Genel bir kanı olarak akrabâ evliliği beklenmedik bir zamanda gelişebilecek sağlık ve maddî problemlerin de çözülmesini kolaylaştıracaktır. Akrabâ evliliği ile âile bağlarının kuvvetlendiği ve âilenin kültürel değerlerinin sonraki kuşaklara daha kolay aktarılır.

 

Tabi akrabâ olmayanların arasında yapılan evliliklerde ve o evliliklerden doğan çocuklarda da olumlu şeyler ve bâzı güzellikler olur. Akrabâlık genişler, bir çeşitlilik ve farklılık olur. Farklı kültür ve insanlarla tanışma ortaya çıkar. Üstelik karışan nesiller güzel, yakışıklı ve sağlıklı çocukların doğmasını da sağlayabilir.

 

Evet; hem akrabâ evliliği hem de akrabâ olmayan kişiler arasında yapılan evlilikler meşrûdur, yasaldır ve güzeldir. Bu evliliklerden doğan çocuklar arasında da özellikle sağlık açısından bir farklılık olmaz.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Allah İle Kul Arasına Girmek

 

“Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız” (Kâf 16).

 

“Allah bize şahdamarımızdan yakın olduğu için Allah ile kul arasına girilemez” diye düşünülüyor. Fakat Allah’ın bize şahdamarımızdan daha yakın olması, “mutlak varlığı ile yakın olması” demek değil; “yaratma sanatıyla, kânunlarıyla, yaslarıyla, sünnetullah ile, kesintisiz denetimi ile ve bizi her-an görmesi ve duymasıyla yakın olması”dır. 

 

“Allah ile kul arasına girilemez” sözü İslâm’ın sözü değil, Protestanlığın sözüdür. Zîrâ Protestanlık’ta birey çok önemlidir ve insanlar bireysel davranmak ister. Bu nedenle de Allah ile arasına kimseyi ve hiç-bir şeyi sokmaz ki, istediği gibi özgürce davranabilsin. Bu nedenle de aykırı bir düşüncesinde ve davranışında “Allah ile kul arasına girilmez, bana karışma” der.

 

“Allah ile kul arasına hiç kimse ve hiç-bir şey giremez” diye-diye insanları deist yaptılar. Çünkü Allah ile insan arasına ancak Deizm’de girilmez. İslâm’da ise Allah ile insan arasına Kitap ve Peygamber girer-girmiştir. Allah ile insan arasına olumlu anlamda melekler, vahiy ve peygamber girerken, olumsuz anlamda ise şeytan, nefs ve tâğutlar girer. Böylece Allah ile insanın arası hiç boş kalmaz. Zâten sünnetulllah ve imtihan gereğince böyle de olması gerekir, yoksa anlamsız olurdu. Çünkü ancak meleklerin ve irâdesiz varlıkların arasına girilemez. İrâde, rûh ve nefs-sâhibi bir varlık varsa, o varlık ile Allah arasına girilmemesi mümkün olmaz.

 

Birileri; “Allah ile insan arasına girilmez” diye-diye araya kendileri girerek Allah ile insanın arasını açtıkça-açtılar. Hele modern insan ile Allah arasına giren-girene. Modern insan Allah ile arasına sürekli olarak birilerini ve bir şeyleri alıp duruyor. Fakat gelin görün ki modern insan, nefsi ile arasına hiç kimseyi sokmuyor.

 

Allah ile insan arasında -imtihan gereğince- sürekli olarak melekler, şeytan ve nefs vardır.

 

Allah insan ile irtibat kurmak için bile araya bir şeyleri sokar. Çünkü Allah insanla arasına perdeler koyarak konuşur:

 

“Kendisiyle Allah’ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile yada perde arkasından veyâ bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yücedir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Şûrâ 51).

 

Demek ki Allah ile kul arasına melekler girer, vahiy girer, peygamberler girer, tebliğ ve dâvet girer. Fakat İslâm’da Allah ile kul arasına îman noktasında zorla bir giriş değildir. Allah ile kul arasına girmek genelde gönüllü bir giriş olursa anlamlı olur. Bâzen Allah ile kul arasına azap da girebilir. Çünkü mülk Allah’ındır, yaratmak O’na mahsustur.

 

Allah ile kul arasına girecek en iyi şey Kur’ân ve Sünnet’tir. Eğer Allah ile kul arasına Kur’ân ve Sünnet girmezse mezhepler, meşrepler, târikatlar, tasavvuf, hizipler, gruplar, cemaatler, gizli örgütler, partiler, gavslar, kutuplar, evliyâlar, şeyhler, şıhlar, mele, mütref, hoca-efendiler, lîderler, “ata”lar, topçular, popçular, artistler, beşerî ideolojiler, felsefeler, bâtıl düşünceler, zihniyetler, lâik, seküler, demokratik, feminist, modern, post-modern bâtıl ve câhilî düşünceler, ideolojiler ve sistemler girer, kapitâlizm girer, komünizm girer, liberâlizm girer, faşizm girer, televizyon girer, bilgisayar girer, cep telefonu girer, internet girer, sosyâl medya girer, şeytan, nefs ve tâğutların ortaya çıkardığı ve çıkaracağı her-şey girer ve girmektedir. 

 

Allah ile kul arasına Kur’ân ve Sünnet girmezse modern lâik-seküler devletler girer ve kaderinizi belirlemeye başlarlar. Ne ve ne kadar yiyeceğini, içeceğini, giyeceğinizi ve gezeceğinizi demokratik modern devletler belirler. Çünkü ne iş yapacağınızı ve ne kadar gelirinizin olacağını devlet ve devletin başındakiler belirler.

 

Hristiyanlık’ta Allah ile kul arasına mutlak anlamda kilise ve din-adamları girer. gibi. Allah ile kul arasına kilisenin ve hristiyan din-adamlarının girdiği gibi girmek hem şirk ve küfür hem de zulümdür. Çünkü kilise Allah ile kul arasına mutlak anlamda girmekte, insanları dîne kabûl etmekte, onları aforoz ederek dinden çıkarmakta ve insanların günahlarını bağışlamakta ve affetmektedir. IO-hâlde kilise kula Allahlık yapmaktadır. Böyle olduğu için “kilise ile kul arasına kimse giremez” demek daha doğru olur. Kilise Allah ile kul arasına, vahiy ile girerek, tebliğ, dâveti öğüt, iyilik, vs. için değil, kendi düşünce, arzu ve kurallarını dayatarak ve çıkar elde ederek ve elde etmek için girmektedir. Üstelik insanları da bu durumdan râzı olmaya zorlamaktadır. Kilise ve elbette hristiyan din-adamları, Allah’ın hakkını gasp ederek kendilerini ilahlaştırmışlardır.   

 

“Allah ile kul arasına girilemez” sözünü tasavvuf çok sever. Tasavvufta “Allah ile kul arasına girilemez, çünkü ikisi aynı şeydir” düşüncesi vardır. Çünkü “Allah ile kul arasına girilemez” sözünde, “girecek yer yok” anlamı vardır. “Allah ile kul arasına girilemez” sözünde, “insan Allah’tır” düşüncesi yatar. Çünkü “Allah ile kulun arası” diye bir yer yoktur. Bu söz aynı-zamanda insan lehine Allah’ı sınırlar. Oysa Allah ile kul arasına girilir. Allah ile insanın arasına girerek Allah ile kulu ayıran şey, insanın -hâşâ- Allah olmadığını da gösterir.

 

Fakat Allah ile kul arasına girilmeyecek yerler ve zamanlar da vardır. Duâ ve tevbe gibi konularda Allah ile kul arasına girilemez. Duâ ve tevbe ânında kul ile Allah baş-başadır. Özellikle “mâsum ve mazlumların duâsı ile Allah arasında boşluk yoktur” dense yeridir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Fideizm

 

“O, gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazînesini) kimseye açık tutmaz (ona muttalî kılmaz)” (Cin 26).

 

Fideizm: “Aklı yetersiz bulan, temel gerçeklerin, Tanrısal gerçeklerin akılla kavranamayacağını, aklın inanla desteklenmesi, bütünlenmesi gerektiğini öne süren öğretilerin genel adı”.

 

Epistemolojide fideizm; “inancın akıldan bağımsız olduğunu veyâ akılla çatıştığını ve belirli gerçeklere ulaşmada akıldan üstün olduğunu savunan teori”. Latince “inanç” anlamına gelen “fide” kelimesinden türetilmiştir. Fideizm etimolojik olarak Latince fides (faith-îman) kelimesinden türemiştir.

 

Yapılan tanımlardan da anlaşılacağı gibi fideist epistemoloji dînî alanda aklın işlevini dışlar. Dînî dogmaların doğruluğunun ölçüsü “aklın kriterleri” değil, öznel bir hakîkat olan îmandır. Îman ise “tutkulu bir sıçrama”dır.

 

Fideizmi savunan düşünürler, aklın ötesinde, onu aşan bir gerçekliğin olduğunu, bu gerçekliğin ise ancak bir elçi, dolayısıyla onun getirdiği vahiyle bilenebileceğini söylerler. Bu varsayımdan akıl ile îmânın uzlaşamayacağı şeklinde bir sonuç çıkmaktadır. Radikâl fideizmi savunanlar hâriç tutulursa, ılımlı fideistler akıl ile îmânı birbirine zıt şeyler olarak görmezler; buna karşın îman hâdisesinin -aklı aşan bir yapıya sâhip olduğu için- îmâna konu olan şeyler zıt olarak görünebileceğini söylerler.

 

Fideizm için şunlar söylenir:

 

“Fideist epistemolojiye göre, dînî alanda yardımsız insan aklı bir sonuca ulaşmaktan âcizdir. Ulaşsa bile bu sonuç dînin istediği türden bir bilgi değildir. Yâni birey bu bilgiden hareket ederek îman sıçramasını yapamaz. Çünkü aklî önermeler yeni araştırmalara açık olduğu gibi kesinlikten de uzaktır. Buna göre îman, din hakkında doğru düşünmenin ön-şartıdır.

 

Dînî hakîkatler akıl yoluyla temellendirilebilir de değildir; onun ayrı bir epistemolojisi vardır. Kısaca söylemek gerekirse fideizm açısından, îmânı rasyonel bir biçimde temellendirmek  mümkün değildir. Çünkü îmâna konu olan dînî veriler ancak îman yoluyla bilinebilir. Fideizm; ‘dînî hakîkate erişmenin tek-yolu olarak îmânı gören, bir bilgi-kaynağı olarak îmânın, akıl yada bilimden üstün olduğunu iddiâ ederken aklın ve bilimin değerini yadsıyan, yadsımadığı zaman da onun îmâna tâbi olması ve inancı desteklemesi gerektiğini savunan öğreti’dir.  

 

Îman, bilişsel değil duygusal bir tecrübedir. Îmanda rasyonellik aranmaz, îmânın mantıkî doğruluğu sorgulanamaz. Çünkü bu objektif ve deneysel bir bilgi değil, derûnî bir tecrübe, sübjektif bir duygu ve keşiftir. Îmânın alanı bilmenin, düşünmenin, saptamanın, kanıtlamanın alanı değildir. İnanma bir sıçrama edimidir. Kişi adım-adım ilerleyerek değil sıçrayarak îmâna ulaşır. Bu sıçramada etkin olan şey, dînin ve dolayısıyla ilâhî fiillerin akılsallığı değil akıl-dışılığı, anlaşılabilirliği değil anlaşılamazlığı, kanıtlanabilirliği değil kanıtlanamazlığı, bilinebilirliği değil bilinemezliğidir. Tanrı ve fiilleri bilgi ve düşüncenin konusu değildir. Dolayısıyla îmânı gerçekleştiren şey de Tanrıyı bilmek ve eylemlerini anlamak değildir. Aksine Tanrının bilinemezliğini, kavranamazlığını onamaktır.

 

Söz-konusu Tanrı olunca akıl-dışı, absürt veyâ paradoks gibi görünen şeyler dînî bir form içinde aklı aşan bir seviyeye yükselmektedir. Akıl, akledemediği yerde durmak zorunda kalır.

 

‘Ilımlı fideizm’ denilen fideizmde akla yer vardır. Ilımlı fideizm, îmânın mâkûl gerekçelerinin olması gerektiğini kabûl etmekle birlikte dînin istediği îmânın bu gerekçelerin sınırını ve gücünü aşan sarsılmaz bir kabûl ve teslîmiyet olduğunu savunur. Bu-bağlamda Augustinus; ‘anlamak için inanıyorum’ der. Augustinus, insan aklının bir-çok şeyi bulabileceğini kabûl etmekle birlikte, bâzı açıklamaların ancak Tanrı’da bulanabileceğini beyân eder. Augustinus burada önceliği akla değil inanca verir. O dışarıdan saçma görünen şeylerin, îman ettikten sonra artık saçma görünmediğini, onlara değişik ve mantıklı bir anlam verebileceğini söyler.

 

 Özü îtibâriyle özellikle radikâl fideist ekol, aklı dînî alanda gerekli görmemektedir, hattâ zararlı bulmaktadır. Dînî bilginin kaynağı vahiydir. Vahyin söz-konusu olduğu yerde aklın bir işlevi yoktur. Dînin önermelerini mantık ilkelerine ve akıl kriterlerine göre değerlendirmeye kalkmak, onları bağlamı dışına çıkarmak demektir”.

 

Lâkin Fideizm sâdece gayb ve îman alanında geçerlidir, fakat amel-eylem alanında geçerli değildir. Çünkü amel-eylemin aklî açıklamaları vardır. “Mutlak fideizm” adına söylenenler Hristiyanlık için geçerlidir, çünkü Hristiyanlık’ta teslis gibi açıklanması imkânsız olan ve hayâta uygulanması da mümkün olmayan şeyler vardır. Tertullianus; “saçma olduğu için inanıyorum” (credo quia absurdum) sözünü bu nedenle söylemiş olsa gerektir. Hristiyanlık daha doğrusu İsevîlik diye adlandırılabilecek olan din de elbette İslâm’dır ama Pavlus öncülüğünde İslâm tahrif edilmiş ve Hristiyanlık’a evrilmiştir. Ortaya çıkan Hristiyanlık’ta ise tevhidden bâzı izler olsa da Hristiyanlık akıl yürütmeye ve “akıl ile uygulama”ya tamâmen kapalı olan bir inanç hâline gelmiştir.

 

Blaise Pascal: ‘’Ey beceriksiz akıl, zavallılığını anla. Ey budala doğa, sus, Tanrı’nın varlığını, kanıt ve tanıtlarla değil, inanca varmakla elde edebilirsin” der.

 

“Saçma olduğu için inanıyorum”  [Credo quia absurdum est] diyen Hıristiyan teolog Tertullian,  bu anlayışı çok veciz bir biçimde hulâsa eder. Çünkü Hıristiyan skolastiğindeki teslis gibi abes inanışları örtmenin ve kısmen bertarâf etmenin başka yolu yoktur.

 

İslâm’da ise akıl gayb alanında işlevsizdir ama tamâmen de dışlanmaz. Zâten İslâm sâdece iç-âlemlerin  inşâsını değil, iç-âlemlerden sonra dış-âlemi de inşâ edip hâkim olmayı hedefler. Bu da İslâm’a göre yapma”yı yanında getirir. İslâm ‘a göre yapma ise elbette mutlakâ akıl yürütmeyi gerekli kılar. Hristiyanlık’ta böyle bir şey olmadığı için ve mevcut Hristiyanlık sâdece îmâna dayalı bir iç-âlem dîni olduğu için îman ve akıl kesin anlamda birbirine aykırı olur. Zâten Modernizm ile birlikte işte bundan vazgeçilip tersinden bir dengesizlik ile bu sefer de îman dışlanıp tamâmen akla yönelinmiştir ve bu sefer de akıl ilahlaştırılmıştır.

 

İslâm’a göre akıl ve îman aslâ bir-arada bulunamaz değildir. Fakat İslâm’da akıl “îmânı belirleyen ve yönlendiren” değildir ve tam-aksine akıl, îmânın yönlendirmesinde ve kontrôlündedir. Çünkü ancak böyle olursa akıl en ideâl, en doğru ve en işlevsel hâline gelir ve en kesin ve net olana ulaşabilir. İslâm’da din sâdece iç-âlemlere değil de dış-âleme de hitâp ettiğinden hattâ dış-âleme de hâkim olma hedefi olduğundan dolayı, bunu sağlamak için kesin olarak akla ihtiyaç duyar ki zâten bu noktada en büyük görev de, vahiy-merkezli olarak inşâ olmuş olan akıldır. Vahiy-merkezli değil de şeytan ve nefs-merkezli olan aklın ise zâten böyle bir hedefi yoktur ve böyle bir akıl işe Allah’ı, dîni, îmânı karıştırmaz ve bunları kâlplere ve vicdanlara hapseder ve hayâtın dışına atar.

 

“… O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).

 

Yûnus 100. âyetin mutlakâ kullanılmasını istediği akıl, gaybı anlama-bilme konusunda değil, anlaşılabilecek olanı anlama ve özellikle de uygulama alanında kullanılması gereken akıldır.

 

İslâm’da akıl îman etme ve gaybı anlama noktasında değil, uygulama alanındadır. Akıl  gayb alanında işlevsizdir. Akıl bu alanda işlevsiz olduğunu akledebilir. Zîrâ gayb alanı ile ilgili tutarlı bir şey söyleyemez. Çünkü İslâm akıl-dışı olmasa da akıl-üstüdür. Akla tamâmen kapalı bir alan vardır, bu alan gayb alanıdır. Buna rağmen bu alana akıl ile ulaşmaya çalışmak insan aklının bir küstahlığıdır. Bergson: “Akıl’ı akıl ile mat ettim” der. İslâm’a göre de Allah ve gayb, bilinecek olan değil, îman ve itaat edilecek olandır. Allah insandan, Kendisinin ve gaybın bilinmesini beklemez. Aklın Allah’ı yada gaybı bilmesini beklemek akla zulmetmek demektir. Îman, “neye inanıldığıyla” değil, “nasıl inanıldığıyla” ilgilidir.

 

İslâm akıl-dışı değildir ama akıl-üstüdür. Akıl, vahyi ancak indirildikten sonra kısmen idrâk edebilir. Fakat onun benzerini ortaya koyamaz. Kur’ân zâten bu konuda tüm insanlara meydan okur:

 

“De ki: Eğer bütün ins ve cin (toplulukları), bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansa, -onların bir kısmı bir kısmına destekçi olsa bile- bir benzerini getiremezler” (İsrâ 88).

 

Diyelim ki akıl gaybın alana girdi, o zaman aklın karşılaşacağı şey çelişki ve paradokstan başka bir şey olmayacaktır. Aklı gayb konusunda zorladığınızda kısır-döngüye düşmesi kaçınılmazdır. Aklın gayb konusundaki sınırı, o içine düştüğü kısır-döngü göstermiş olur.

 

Fideizme göre akıl, aklın ulaşabileceği son sınırında bırakılmadıkça îman edilemez. Çünkü îman alanı akla kapalıdır. Îman aklın çok ötesindedir. Burada geçerli olan şey îrâde, kararlılık ve sezgi gibi şeylerdir.

 

Katı bir fideist olan Kierkegaard’ın fideizm hakkındaki görüşleri bir yazıda şöyle derlenmiştir:

 

“Fideizme göre akıl nesnel araştırma sürecinde insanı îmâna götürebileceği gibi, onu büsbütün Tanrı’dan uzaklaştırabilir de. Aklın ölçütleri ve yöntemleri îmandan farklıdır. Dolayısıyla bu ölçütleri dînî alanda kullanmak, istenilen sonuçları vermeyecektir. Bilimin yada felsefenin görevi dînî önermeleri kendi pratikleri içinde anlamaya çalışmak olmalıdır, yoksa onları aklî ölçütlere göre yargılamak değil.

 

İnanç insanın zihninde öznel bir tutarlılık verecektir zâten. Bazı fideist düşünürler akla belli bir yere kadar bir rôl yüklerken, bâzı radikâl fideistler ise akla, bırakın bir rôl biçmeyi, aklı bu alanda zararlı bulurlar.

 

Dînî alanda aklın işlevsiz olmasında aklın algılama kapasitesinin azlığı gelmektedir. Akıl işleyiş olarak bu dünyânın kavramları ve mantık örüntüsüyle hareket eder. Dolayısıyla öte-dünyâ, Tanrı gibi kavramlarla ilgili bir fikri olmadığı gibi bu alanda akıl yürütmek de mümkün değildir. Çünkü insan sınırlı ve sonlu bir yaradılışa sâhiptir ve böyle bir varlığın ezeli-ebedî olan Tanrı’yı bulması, kavraması ve dînî dogmaları idrâk etmesi mümkün değildir. Ontolojik olarak mevcut olan bu uçurumun aşılması da fideizm açısından mümkün değildir.

 

Çünkü dînî alanda mutlak teslîmiyet vardır. Ya inanırsınız ya inanmazsınız; onun mantıkî açıdan geçerli olup-olmadığına bakmaksızın. Îmânın değeri de buradan ileri gelmektedir, îmânın objesi rasyonel olarak ispatlanamaz, ispatlanırsa o îman olmaz. İnsan aklının sınırları bellidir. Îman önermeleri konusunda aklın bir-takım faaliyetlerde bulunmasını beklemek, akla, kapasitesinin üstünde bir görev yüklemek olur. Îmânın olduğu yerde bilgi, bilginin olduğu yerde îman yoktur. Îmânın sınırları bellidir, aklın da sınırları bellidir. Îman bir sıçramadır.

 

Îman, dînin vahye dayalı îman esaslarına aklî deliller ve karşı delilleri dikkate almadan bir îman atlayışı yaparak teslim olma ve bu şeksiz-şüphesiz kabûl, samîmiyet ve güvenle içselleştirilmiş dînî yasamadır.

 

Îmânın konusu spekülatif akıl değildir. Spekülatif akıl, îmanla tatmin olmaz. Aklın tatmin alanı farklıdır. Îman rûhun tatmin alanıdır. Burada ne bir kanıt, ne bir delil vardır. Delil îmânı zayıflatır. Îmânın sağlamlığı, delillerin sağlamlığı yada çokluğu değil, tutkudur.

 

Metafizik alanda objektif bilgiden bahsedilemez. Bu alanda doğru bilgiden değil doğru inançtan söz edebiliriz. Doğru inancın tahkiki de mantık kriterleriyle değil; dînin sâhip olduğu verilerle mümkündür. Aklımızın sınırlı olduğu ve metafizik alanının da aşkın bir alan olduğu doğrudur; bu durumda bu alanla ilgili kesin rasyonel bilgiye hiç-bir zaman ulaşamayacağımız da doğrudur.

 

Îman edildikten sonra ancak rasyonel îzah yapılır. Bir inanan, inancı için mâkûl nedenler bulur. Yoksa mâkûl nedenlere sâhip olduğu için herhangi bir dînî önermeyi kabûl ve tasdik etmez.

 

Objektif yöntemlerle dînî önermelerin bir mantığını bulmaya çalışmak gereksiz bir uğraştır. Çünkü dînî önermelere inanmadan onların mantığını anlamak mümkün değildir. Dînî önermeler tahlil edilmeye, ampirik olarak doğruluğunun araştırılmasına uygun değildir. Bu dogmalara kayıtsız-şartsız teslimiyet gerekmektedir. Araştırma ile îman önermelerini  anlamaya çalışmak nihâî bir sonuca varmayı ve karâra ulaşmayı sürekli güçleştirerek biteviye bir iç-gerginliğine yol açabilmektedir. Bir araştırma bitince diğeri başlayacağından dolayı, dînin istediği teslîmiyet de hiç-bir zaman gerçekleşmeyecektir. Bir şeye inanıyorsan onu bilmiyorsun demektir; bir şeyi biliyorsan da ona inanmıyorsun demektir.

 

Şimdi kişi, bir ayakkabıcı, terzi yada basit insanlar gibi inanmadığını, buna karşılık uzun bir düşünme sonunda îman ettiğini söylemeye cesaret ediyor. Ancak onun îman etmesi mümkün değildir. Îman kesinlik taşır onda şüpheye rastlanmaz. Nesnel akıl yürütme de çoğu-zaman ihtimâlli sonuçlara ulaştığından şüpheyi dışarıda bırakmaz. Îman kararı hatâ ihtimâlini kabûl etmeyen bir karardır. Îman, inanan kişinin bütün samîmiyetiyle îman objesine sınırsız bir ilgi duymasıdır.

 

Akıl yürütme sürecinde birey, hatâlarla karşılaştıkça bunların üstesinden gelmeye çalışacaktır; ancak çözdüğü her sorun onu başka çözmesi gereken soruna götürecektir. Bu süreç böylece süreceğinden, inanan bir türlü dînin istediği pratikleri yapma noktasına gelemeyecektir.

 

Îman kendisine has kuralları olan, kendisine has iç-dinamikleri olan farklı bir dil kullanmaktadır. Onun dilinden ancak inanan kişi anlar ve bu tecrübe kendine hastır, aktarılamaz. Bu yüzden zihinsel faaliyetlerle îmânı anlamaya çalışmak, zihni kendi alanının dışına çıkarmak olur.

 

Risk olmadan îman olmaz. Eğer biz Tanrı’nın vâr olduğunu bilseydik, onun vâr olduğuna dâir elimizde kesin kanıt olsaydı, o zaman îmâna gerek olmazdı. Îmânın  tutarlılığı sürekli olarak yeniden onaylanması yâni tekrarlanmasıdır. Îman düşünülebilecek olanın ötesindedir. Ona sâhip olan kişi, neye sâhip olduğunu söyleyemez”.

 

Îman artıp eksilebilir. Çünkü îman bilinemese de yaşanan yada yaşanmadığında eksilen bir şeydir. Kişi gerçek bir îman sâhibiyse ne Tanrı’nın varlığından ne de O’nun yapabileceklerinden şüphe duyar. Teslîmiyette güven esastır. Îman, kişinin her-şeyi ile kendini Allah’a adamasıdır. Îman bilinemeyeceği gibi anlatılamaz da, çünkü îman anlatılacak bir şey değil, yaşanacak bir şeydir. O-hâlde îman etmek, “îmâna göre yaşamayı kabûllenmek” demektir ve bu şarttır.

 

Aklı, Allah’a ve gayba îman etmek için değil, vahye ve îmâna göre kullanmak için lâzımdır. Akletmek “îman etmek” demek değildir. Akletmek “yapmak”la alâkalı bir şeydir. Allah’ın mutlak varlığının ve gaybın akledilecek bir yanı yoktur. Allah’ın yarattıkları üzerinde düşünülür, araştırılır ve aklederek sonuca ulaşmaya çalışılır ama aklı, Allah’ı ve gaybı bilmek için kullanmak aklın işi değildir.

 

İslâm’daki îmânı Hristiyanlık’taki îmandan ayıran şey İslâm’da körü-körüneliğin olmamasıdır. Îman bir körü-körünelik değildir. Teslis, enkarnasyon, öldükten sonra dirilmek vs. bir körü-körüne îmandır. Allah’a, âhirete ve peygamberliğe inanmak öyle değildir. Bunlar akıl-üstüdür ama insan bunları içten-içe doğru ve mümkün bulur ve kabûl eder. Çünkü körü-körüne değildir. Fakat teslis, enkarnasyon vb. gibi şeylere şüphe duymamak mümkün değildir. Bunlara sorgusuz-suâlsiz îman etmek ve teslim olmak insana yakışmaz. Çünkü bunlar sağlam bilgiler olmadığı için sağlam bir îman da sağlayamaz. Ancak körü-körüne bir îman olur. Bu îmânın kişiyi hakka ve hakîkate götürmesi mümkün değildir. Enkarnasyon, teslis ve ilk günah gibi hristiyan teolojinin temelini oluşturan bu dogmaların tamâmen irrasyonel bir özelliğe sâhip olması onları aşırı fideist bir tutuma götürmüştür. Bu nedenledir ki hristiyan teologların çoğu, aklı dînî alandan mümkün olduğunca uzak tutmaya çalışmıştır. Bu nedenle Hristiyanlık’ta şüphe aslî bir unsur olarak îmânın yanında sürekli bir şekilde bulunmuştur. Modernizm ile birlikte ise bu şüphe batı âlemini dinden soğutmuş ve koparmıştır. Bu kopuş, îmânın ötelenip bu sefer de aklı kutsallaştırmıştır.

 

Evet; Fideizm Allah ve gayb alanında geçerlidir fakat amel-eylem alanında akla ihtiyaç vardır. Salt bir îman dînine çevrilmiş olan Hristiyanlık’ta fideizm “bulunmaz bir nîmet” olabilir ama İslâm’da Fideizm sâdece gayb konusunda geçerlidir. İslâm iç-âlemlerden sonra dış-âlemi de inşâ etmek ve dış-âlemin her alanında hâkim olmak isteyen bir dîn’dir. İşte bu noktada hem îmâna hem de akla ihtiyaç vardır. Îman-merkezli bir akla ihtiyaç vardır. 

 

“Dediler ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Îman ve Ahlâk

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

“Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).

 

Peygamberimiz Mekke toplumundaki hattâ belki de tüm Dünyâ’daki en ahlâklı insan idi. Zâten peygamber olarak seçilmesinin nedeni de buydu. Çünkü Allah, insanlar içinden en ahlâklı olanı peygamber olarak seçer. Peygamberimiz vahiyler karşısında sıkıntıya girmesinin de etkisiyle “neden beni neden beni peygamber olarak seçtin” diye kendi-kendine düşünürken âyet inivermişti: “Çünkü sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).

 

Peki böyle ahlâklı birine niçin ağır bir yük yüklendi ve sorumluluk verildi?. Çünkü Muhammed bin Abdullah zâten ideâl bir ahlâk sâhibiydi. Fakat Allah için “büyük bir ahlâk üzere olmak” yeterli değildi. Bu ahlâkın sağlam bir îmanla da süslenmesi ve o îmânın ve ahlâkın hayatta görünür olması da gerekiyordu.

 

Günümüzde de birilerinin ahlâkı aşırı öne çıkararak ve Peygamberimiz’in 23 yıllık nübüvvet sürecini kâle almadıktan başka âyetleri özellikle Medenî âyetleri iptâl ve inkâr etme yada artık geçersiz olduğunu söyleyerek ahlâkî âyetleri öne çıkarmaları ve de evrensel olanın ahlâkî olan olduğunu söyleyip durmaları, modernizmin ağır baskısı ve yoğun kuşatması altında olmanın verdiği eziklik nedeniyle îmanlarının zedelenmiş ve zayıflamış olmasından dolayıdır. Îmanlarında sorun yaşayanlar, “önemli olan dürüstlük”, “kâlbin temiz olacak”, ahlâklı olmak daha önemli” gibi sözlere sığınmaya başlarlar. Peki “daha önemli” olan îman mıdır yoksa ahlâk mı?. Bu yazıda Kur’ân-merkezli olarak buna cevap vereceğiz. 

 

“Biz de onu halim bir çocukla müjdeledik. Böylece (çocuk) yanında koşabilecek çağa erişince (İbrâhim ona): ‘Oğlum’ dedi. ‘Gerçekten ben seni rüyâmda boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun’. (Oğlu İsmâil) Dedi ki: ‘Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşâallah, beni sabredenlerden bulacaksın’. Sonunda ikisi de (Allah’ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası, İsmâil’i kurbân etmek için) onu alnı üzerine yatırdı. Biz ona: ‘Ey İbrâhim’ diye seslendik. ‘Gerçekten sen, rüyâyı doğruladın. Şüphesiz biz, ihsânda bulunanları böyle ödüllendiririz’. Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı. Ve ona büyük bir kurbânı fidye olarak verdik” (Sâffât 101-107).

 

Bu olay Kitab-ı Mukaddes’te şöyle anlatılır:

 

“Tanrı İbrâhim’i deneyip ona dedi: Ey İbrahim!; şimdi oğlunu, sevdiğin biricik oğlunu, İshak’ı al ve Moria Dağı’na git ve orada sana söyleyeceğim dağların biri üzerinde onu yakılan kurban olarak takdim et”.

 

Elbette bir insanı haksız yere öldürmek çok büyük bir günahtır ve tüm insanlığı öldürmek gibidir: “Bu nedenle, İsrâiloğullarına şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir başka nefse yada yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan bir-çoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır” (Mâide 32). Fakat unutulmasın ki bu âyet “îman edenler için” geçerli ve bağlayıcıdır.

 

Evet; suçsuz ve mâsum bir insanı öldürmek hiç de ahlâkî değildir ve bunun bir açıklaması da olamaz. Fakat bu konuda ahlâkiliği de aşacak bir şey vardır: Îman. Hz. İbrâhim, gördüğü rüyâyı emir telâkki ederek, yıllarca evlatsız kaldıktan sonra kavuştuğu biricik oğlu İsmâil’i (yada İshak’ı) kurbân etmeyi göze alabildi. Ona bunu yaptıran -hâşâ- ahlâksızlığı değil, îmânı idi. Çünkü îmana, ahlâktan da daha öncelikli ve üstündür. Tabi bu, “îmân öncelendiğinde ahlâk değerini ve önemini yitirir” demek değildir. Îmânı öncelemek, “imanlı ahlâk” demektir.

 

Hz. İbrâhim bu rüyâ ve olay ile elbette deneniyordu. Çünkü îman için olmazsa-olmaz olan şey “denenmek ve imtihan”dır. Îmânın bedeli vardır ve o bedel “denenmek”tir: “İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2). Üstelik bu sınanma bâzen çok ağır olabilir ve en sevdiğinden vazgeçmeyi bile gerektirebilir: “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça en iyiye eremezsiniz” (Âl-i İmrân 92). Evet; ahlâk iyidir ama Îman daha iyidir. Îmanlı ahlâk ise en iyisidir ve Hz. İbrâhim işte buna yönlendirilmiştir.

 

Kierkegaard, Hz. İbrâhim’in imtihanının ne kadar ağır, îmânının ise ne kadar güçlü olduğunu şöyle anlatır:

 

“İbrâhim’in İshak’a duyduğu sevgi ve yetmiş yıl bekledikten sonra ona sâhip olması, bu imtihanı zorlaştıran en önemli etkendir. İbrâhim ihtiyarlık yıllarında çocuk sâhibi olmuş ve ona gözü gibi bakmıştır. Onun yetmiş yıl beklemesi de ayrı bir imtihandı. Sabırla bekledi ve Tanrı’dan aslâ ümidini kesmedi. Bunun mükâfâtını bir çocuk sâhibi olmakla aldı. Fakat bu sefer daha büyük bir imtihanla karşılaştı. Ona İshak’ı veren Tanrı, onu ondan geri istiyordu. İbrâhim için İshak vazgeçilmezdi ve yıllarca beklediği gençlik arzusuydu. Ancak o en büyük arzusundan vazgeçmek zorundaydı, îmânı bunu gerektiriyordu. Sıradan insan mâkûl taleplerde bulunurken imkânsız olanı istemek normâl bir insanın yapabileceği bir şey değildir. Bunu gerçekleştiren şey îmandan başka bir şey değildir.

 

İbrâhim İshak’ı yanına alırken dünyâyı kavrayışını bıraktı ve îmânı yanına aldı. Aksi-taktirde oraya gitmez, bunun anlamsız olduğunu düşünürdü. Çünkü İbrâhim’e kendi soyundan nesiller vaat edilmişti, oysaki şimdi ondan bunu gerçekleştirecek tek oğlunu kurbân etmesi isteniyordu. İbrâhim büyük bir sadâkatle, her-şeyi göze alarak bu imtihana tâbi oldu. İmtihanın sonunda hayâtının en değerli varlığını, oğluna kaybedebilirdi, ancak insânî hiç-bir açıklamanın anlayamayacağı bir güvenle bu imtihanı kabûl etti. Oğlunu alıp sabahın erken saatlerinde Moria Dağı’na gittiler, yol boyunca hiç konuşmadılar. İbrâhim, İshak’ı kurbân edeceği yere geldiğinde emri İshak’a anlatır ve oğlu da bu emre itaat eder. İshak dizlerinin üzerinde yere eğilir, boynunu uzatır, İbrâhim de bıçağını çeker, oğlunu kurbân etmeye hazırdır. Tam o-anda Tanrı, ona şunu söyler: ‘Elini çocuğa uzatma ve ona bir şey yapma, çünkü şimdi bildim ki, sen Tanrı’dan korkuyorsun ve kendi yegâne oğlunu benden esirgemedin’.

 

Bir cinâyeti hiç-bir şey mâsum gösteremez. Bu türden, aklı yok sayan bir inanç, insanın ruh hayâtına bir müdâhaledir. İbrâhim’i ‘îmânın babası’ yapan şey de burada yatmaktadır. O bu emirle karşılaştıktan sonra tereddüt etmeden, sessiz-sedasız bir şekilde bu görevi omuzlamıştır. İbrâhim inanmıştı ve şüphe etmiyordu. Şüphe etmiş olsaydı başka bir şey yapardı. O, kaygıyla sağa-sola bakmadığı gibi, Tanrı’yı caydırma umûduyla duâ da etmedi. Biliyordu ki onu sınayan mutlak Tanrı’ydı. O’nun yüceliği İshak’ın onun için ifâde ettiği bütün anlama rağmen ve inancının yanlış olduğu ortaya çıkması hâlinde kaybının büyük olacağının tam idrâki içinde olduğu o durumda bile îmânı koruyabilmesidir. Hz. İbrâhim îman uğruna  ahlâkı askıya alabilmiştir. İbrâhim’in yaptığı en basit ifâdeyle korkunç bir şeydir. İbrâhim îman uğruna toplum tarafından dışlanmayı, tekfir edilmeyi ve insanların gözünde bir kâtil olmayı bile göze almıştır. Târihî süreç içerisinde insanların gözünde aşağılanmayı ve suçlamalara göğüs gerebilecek cesâreti göstermiştir. Îman alanı için doğru olan bu sır, ahlâk alanına gelindiğinde günah ile bir tutulmaktadır”.

 

Hz. İbrâhim’e yapılan bu sınamanın benzeri Hz. Meryem’e de yapılmıştı ve Hz. Meryem’in sınavı de çetin bir sınavdı. Çünkü ortada ahlâka ters bir durum ve sağlam da bir îman vardı. Bu îman sınanacaktı:

 

“Ey Hârûn’un kız kardeşi, senin baban kötü bir kişi değildi ve annen de azgın, utanmaz (bir kadın) değildi. Bunun üzerine Meryem, ona (çocuğa) işâret etti. Dediler ki: Henüz beşikte olan bir çocukla biz nasıl konuşabiliriz?” (Meryem 28-29)

 

Hz. Meryem, kendisine “ahlâksız kadın” muâmelesi yapılacağını biliyordu ama bunu îman için göze alabildi. Ahlâka aykırı gibi gözüken olaylar zinciri Mûsâ-Hızır kıssasında da anlatılır. Bütün bunlar, “ahlâk tek-başına yetmez, îmanla birleşmeyen ahlâk yeterli değildir” mesajı verilir. Zâten yeterli olsaydı Peygamberimiz’in peygamber olarak seçilmesine gerek kalmaz ve o el-emîn olarak yaşar ve ölürdü.

 

Ahlâk elbette çok önemlidir ve olmazsa-olmazdır. Fakat ahlâktan önce îman gelir. Hattâ dînin gerekleri ahlâklılığın talepleriyle bağdaşmaz dâhi olabilir. Allah’ın emri ve irâdesi en derin ahlâkî kanaatlerimize ve tutumumuza bile aykırı düşebilir. Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil örneği bunu gösterir. Bu olay ahlâka tamâmen aykırıdır lâkin bu olay ahlâkla değil îman ile alâkalıdır ve îmânî bir şeydir.  

 

Hz. İbrâhim ve İsmâil olayı ve örneği, îman söz-konusu olduğunda artık ahlâksal alanda kalınamayacağını ve ahlâkın geçici olarak askıya alınacağını göstermiştir. Fakat sonuçta “îmanlı bir ahlâk” ortaya çıkmış ve îman ile ahlâk birleşmiştir.

 

Evet; her-şeyde bir ahlâk vardır ve bir şeyi ahlâklı olarak yapmak çok önemlidir. Fakat Îman ahlâktan da bir tık üstündür ve öndedir. Ahlâkın îmanlı olabilmesi için îmânın sınanması gerekir. Böylece sağlam bir îman muhteşem bir ahlâkla birleşip bütünleşir ve kulluk kemâle erer. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2024

 

Devamını Oku »

29 Aralık 2023 Cuma

Yeni Yıldan Beklentilerim

 

“Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter” (Nîsâ 79).

 

“Size isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).

 

Bu yazıyı 29 Aralık 2023 yılında yazdım diye beklentim 2024 yılından değildir. Benim beklentim, İslâm’ın hâkim olmadığı bir dünyâda, tüm zamanlar için olan bir beklentidir. Çünkü İslâm’ın hâkim olmadığı bir dünyâda her zaman aynı ve benzer şeyler olacağı için, 2024’ten bir beklenti, 2025’ten ise bambaşka bir beklenti olmaz. İslâm hâkim olmadığında beklenecek ve karşılaşacak olan şeyler -sünnetullah ve imtihan gereğince- hep aynı olur. Buna göre, İslâm’ın hâkim olmadığı Dünyâ’da yeni yıldan ve yıllardan beklentilerim şunlardır…

 

Yeni doğan bebeklerin yine aşılarla, mamalarla ve çeşitli kimyâsallarla zehirlenerek doğal ve sağlıklı bir bünyeden mahrûm olmalarını ve böylece çeşitli hastalıklara ve alerjilere açık olmalarını bekliyorum. 

 

Anne ve babaların, doğan çocuklarını el-bebek gül-bebek büyüterek, onları aşırı hijyen içinde, kapalı ortamlarda, uzmanların önerdiği saçma-sapan önerilerle, birbirlerinden görerek ve yüksek miktarda paralar harcayarak bebekleri için yaptıkları saçma-sapan etkinliklerin artarak devâm edeceğini bekliyorum.

 

Annenin işe, babanın işe, bebek ve çocukların ise kreşe yada bakıcıya bırakıldığı, bu yüzden de mutsuz ve merhâmet eksikliği ile büyüyen bir nesil bekliyorum.

 

Bebeklerin ve çocukların kreşte, ana-okulu denilen yerlerde özellikle anne sevgisi, ilgisi ve merhâmetinden uzak bir şekilde otistik, hiper-aktif ve alerjik hastalıklar ile büyümek ve yaşamak zorunda kalacaklarını bekliyorum.    

 

İnsanların 25 yaşına kadar  okullarda, 65 yaşına kadar da iş-yerlerinde çalışarak hayâttan, doğadan ve âileden uzak bir yaşam içinde olacaklarını bekliyorum.

 

İnsanların sıfır ev, sıfır eşyâ, sıfır araba, güzel ve yakışıklı eşler, kolejde okuyan çocuklar, bol paralı ve bol tâtili olan işler, sağlıklı, mutlu, zevk, haz ve neşe içinde geçen uzun bir hayat sürmeleri hayâli içinde olmalarını ama bunların hemen hiç-birine ulaşamayacaklarını bekliyorum.

 

Tüm Dünyâ’da insanların -her zaman olduğu gibi- kategorilere ayrılarak modern kast sistemleri içinde, süper zenginler, zenginler, üst-düzey insanlar, orta hâlliler ve garibanlar olarak ayrılmaya devâm edeceklerini, üstelik bu kategoriler arasındaki ekonomik ve sosyâl farkın gün geçtikçe artacağını ve bir uçurum hâline geleceğini bekliyorum.

 

Yeni yılda ve yıllarda yine, devlet mêmurlarının ve devlet işçilerinin, kayırılacağını, fakat asgarî ücretlilerin ve hele emeklilerin ise “fedâkârlık” adı altında devletin yükünün yükletileceğini ve iyice fakirleştirileceğini ve de bir-an önce ölüp gitmesi beklenen baş-belâları olarak görüleceklerini bekliyorum.

 

Seküler devletin, insanların kaderini belirlemeye devâm edeceğini, kimin ne ve ne kadar yiyeceğini, içeceğini, giyeceğini, gezeceğini, nerede oturacağını, ne yapabileceğini ve ne kadar harcayabileceğini belirleyerek ilahlığını sürdüreceğini bekliyorum.

 

Hastânelerin yine sürekli artan çeşitli hastalıklar ve hastalarla dolup-taşacağını fakat -zâten devâ için değil de sefâ için kurulmuş olan bu sağlık sistemi ile olmayacağı için- kimsenin de derdine doğru-düzgün bir devâ bulamayacağı bekliyorum.

 

Pahalılığın ve enflasyonun yine garibanları ezdikçe ezeceğini, bu nedenle de âilede çalışan sayısının artacağını ama kredi kartlarının limitlerinin yine de dolu olacağını bekliyorum.

 

Garibanlar kendi gelirlerine baktığında ve diğer kişilerle kıyaslama yaptıklarında ezik bir durumda olduklarını fark edeceklerini ama yine de dindar olanların bunu parti hamâseti ve kader düşüncesi ile, seküler olanların ise boş alışkanlıklar ve beklentilerle geçiştireceklerini bekliyorum.

 

Yeni yılda ve yıllarda yine, -İslâm hayâta hâkim olmadığı için- hakkın-hakîkatin, adâletin-eşitliğin, ahlâkın, dürüstlüğün âhirete ve cennete erteleneceğini, adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın, yolsuzluğun, adam kayırmanın, küfrün, şirkin, cehâletin ve zulmün devâm etmesini bekliyorum.    

 

Yine; mezhep, meşrep, târikat, cemaat, hizip, grup, parti, dernek, diyânet, ilâhiyat fakülteleri vs. aracılığı ile insanların Kur’ân ve Sünnet-merkezli İslâm’dan uzak tutulacaklarını ve bunun yerine, klâsik, geleneksel ve modern anlamda uydurmaların, zanların, yalanların ve bâtılın destekleneceğini, öne çıkarılacağını ve halka bu saçmalıların anlatılması bekliyorum. Üstelik bunların kendi aralarında da tartışmaların ve çatışmaların yaşanmasını bekliyorum.

 

Hem Türkiye’nin hem de diğer müslüman ülkelerin cehâlet ve ihânet içinde oluşlarının devâm edeceğini, ABD, AB, İsrâil ve küresel güçlerin hem onlarla açık yada kapalı bir şekilde savaşmaya hem de onları birbirlerine düşürerek kendi aralarında düşmanlık oluşturarak birbirleriyle savaştırmaya zorlayacaklarına devam edeceklerini bekliyorum.

 

Mâsum, mazlum ve muhtaç insanlar üzerine, binlerce metre yükseklikten ve onlarca metre uzaktan yine bombaların düşmeye devâm edeceğini, bebeklerin, çocukların, kadınların, hastaların, yaşlıların toplu hâlde öleceklerini ve hiç kimsenin bir şey yapamayacağı gibi ve bir şey yapmayacağını bekliyorum.

 

Birileri açlık, susuzluk, evsizlik ve zulüm altında inlerken, “kardeş” olması ve yoldaşlık etmesi gerekenlerin, yılbaşı denen şerefsizliğin içinde kendilerinden geçmiş hâlde eğlenmelerini bekliyorum.     

 

Televizyon, bilgisayar, tablet, cep telefonları ve internetin hızlanması ve çoğalmasıyla birlikte hem sapkın düşüncelerin hem de çıplaklığın, erotizmin, pornonun, kumarın ve her türlü sapkınlığın, sapıklığın, yalanın, dolanın ve yasa-dışı ve din-dışının çoğalmasını bekliyorum.

 

Müslümanların yine fildişi kulelerde, kâşânelere, dört duvar arasında, medyada ve internette, insanları masa ve kitap başına, bilgilenmeye, okumaya, araştırmaya, yazmaya, konuşmaya vs. kitleyerek, eleştiri, îtirâz ve isyândan uzak tutarak onları amel-eylemden uzak tutacaklarını, dîni yine kâlplere, vicdanlara, zihinlere ve beyinlere hapsetmelerini bekliyorum.

 

Yeni yılda ve yıllarda müslümanların ama özellikle de gençlerin, modern-bilim, teknoloji ve felsefe ile zihinlerinin iğdiş edileceğini ve İslâm’ın da ancak bunlarla anlaşılabileceği düşüncesinin yayılacağını bekliyorum.

 

Bir zamanların mücâhitlerinin bir kısmının müteahhitleşeceğini, diğer kısmının ise iyice yavşaklaşarak ve dîne düşman olarak deist olduklarını îlân etmelerini bekliyorum.

 

Yeni yılda ve yıllarda şehvet, şöhret, siyâset ve servet tutkusunun çok daha fazla olacağını, cehâletin ise katlanarak artmasını bekliyorum.

 

Yeni yılda ve yıllarda da aynen  günümüzdeki gibi, işsizliğin, yoksulluğun, yoksunluğun, her türlü adâletsizliğin, bekârlığın, savaşların, yıkımların, hastalıkların, ölümlerin, zulümlerin ve her türlü kötülüğün ve zorluğun artmasını bekliyorum.

   

İslâm; sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî ve siyâsi her alanda hayâta tam anlamıyla hâkim olmadığında, yeni yıldan ve yıllardan beklenilecek olanlar çok büyük oranda olumsuz olacak, üstelik bunlar saymakla bitmeyecek kadar da çok olacaktır. Bu nedenle böyle bir dünyâda yeni yıldan hep olumlu şeyler beklemek ancak boş bir beklenti olabilir.

 

Hiç ayrıntıya girmeden söyleyeyim; yılbaşı kutlamak müslümanlığa da insanlığa da uygun değildir. Hele birileri perişân bir hâldeyken yılbaşı kutlamak domuzluk ve şerefsizliktir.

 

Yılbaşında 2024 yılından; sağlık, mutluluk, huzur, para, barış vs. dileyenler ve bekleyenler; 2024 yılında başımıza gelecek olan her türlü pisliğin nedenini de 2024 yılına yükleyecekler mecbûren. “Kara yıl” diyecekler her türlü iyiliği bekledikleri 2024 yılına.

 

Şunu da söylemek gerekir ki, saat gece 12.00 yâni 24.00.’den yarım sâlise önce yada yarım sâlise sonrası arasında ne fark var?. Yada 24.00’den bir sâniye önce ve sonrası; 1 saat önce ve sonrası?. Koca bir hiç. Ancak 1 saat önce yada sonra zâten her-gün olan periyodik döngüler sebebiyle yıldızlara farklı bir açıdan bakarız sâdece. O-hâlde günün 24.00’de bitmesinin ne anlamı var?. Yeni yılın girmesi için de 24.00’ü bekliyorlar. Bu saatlerde olağan-üstü bir şey olmuyor ki. İslâm’da ise gün, Güneş battığında biter. Hem de muazzam görünümlü bir batış/bitiş şekliyle. Akşam-ezanı okunduğunda.. Zâten “gün”, Gün-eş’in “gün”üdür. Güneş battığında gün biter. “Batmak” ile “bitmek” aynı yazılır Arapçada. Gün-eşin batması, gün-ün bitmesidir. Bu nedenle nereden baksanız tutarsızlık ve saçmalıktır yılbaşı.

 

İslâm’ın kânunları yerine beşerî kânunlarla Dünyâ’nın bir “barış yurdu”na döneceğini beklemek, “boşuna bir bekleyiş”tir.

 

İşe İslâm’ı karıştırmadan sağlanacağı zannedilen adâlet ve eşitlik beklentisi, ahmaklığın daniskasıdır.

 

“Müslümanım” diyenlerin de önemli bir kısmı yılbaşına müdâhil oluyorlar. Günde 40 kere okunan “iyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn” yâni “Allah’ım!; sâdece Sana ibâdet ettiğimiz için, sâdece Senden yardım bekleriz, sâdece Sana duâ ve niyazda bulunuruz” sözünün farkında değiller. Bu âyeti idrâk ederek okumayanlar ve ne anlama geldiğini bilmeden okuyanlar, Allah’tan başka herkesten ve her-şeyden medet bekler hâle gelmişlerdir. Bu-bağlamda da yeni yıldan yâni yılbaşından da bir şeyhler bekleyip duruyorlar. Yılbaşı ne ve kim ki size bir şeyler verebilsin. Nerede ve nasıl verecek? O daha kendine bile yarar sağlayacak bir şey değildir ki!. Ya kardeşim, yılbaşı diye bir şey yoktur. Böyle bir maddî-mânevî bir varlık yoktur. Öyleyse sen kimden ve neyden bir şeyler bekliyorsun?. Ne istiyorsan ve ne bekliyorsan bunu Allah’tan iste ve bekle. O’na duâ et ve O’ndan iste. Çünkü O’ndan başka sana iyilik ve güzellik verecek hiç kimse ve hiç-bir şey yoktur. Kendinizin müdâhil olmayacağı şeyi başkasından beklemek de boş iştir.

 

Şunda var ki, hayat, -sünnetullah ve imtihanın gereği olarak- iyiliği-kötülüğü ve yarârı-zarârı ile iç-içedir. Hayattan ne kadar iyilik ve yarar beklerseniz, yanında imtihan da geleceği için potansiyel kötülükler ve zararlar da birlikte gelecektir. İmtihan bitmeyeceği için, istediğiniz şeylerin yanında şeytan da gelecektir, zorluklar da. Kötülüğün ve zarârın az olmasını istiyorsanız, hayattan çok da fazla bir şey beklememeniz gerekir.

 

Sünnetullah ve imtihan gereğince zorluklar hiç-bir zaman bitmez. Fakat doğal zorlulardan başka insanların ortaya çıkardığı zorluklardır insanları asıl zorlayan ve yıkan şey. Sıcak-soğuk, ağır, acı, ölüm, hastalık vs. doğal zorluklar vardır ve bunlar yanında güzellikleri de taşır. Çünkü Allah’ın sisteminde her zorlukla berâber bir kolaylık da vardır. Fakat insanın ortaya çıkardığı zorluklar yanında iyilik de taşımıyorlar yada o iyiliği açığa çıkarmak pek de mümkün olmuyor. Doğal zorluklardan başka zorlukların olmasının nedeni insandır. İnsan Allah’a değil de Allah’tan başkasına ve başka şeylere itaat edince ve tapınca, ağır bir imtihan ve cezâ olarak yapay zorluklar da ortaya çıkmaktadır. İslâm’ın hâkim olduğu hayatta ise sâdece doğal zorluklar olur ve insanın ortaya çıkarabileceği zorlukların da önü kapatılır. Kapatılamayıp da açığa çıkanlar ise kolayca bertarâf edilebilir. 

 

“Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Artık kim zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, onu görür” (Zilzâl 7-8).

 

“De ki: Allah’ın bizim için yazdığı yasasından başkası başımıza gelmez. Bizim dostumuz ve gözeticimiz O’dur. Öyleyse mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etsinler” (Tevbe 51)

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2023

 

 

 

 

Devamını Oku »