1 Ocak 2024 Pazartesi

Îman ve Ahlâk

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

“Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).

 

Peygamberimiz Mekke toplumundaki hattâ belki de tüm Dünyâ’daki en ahlâklı insan idi. Zâten peygamber olarak seçilmesinin nedeni de buydu. Çünkü Allah, insanlar içinden en ahlâklı olanı peygamber olarak seçer. Peygamberimiz vahiyler karşısında sıkıntıya girmesinin de etkisiyle “neden beni neden beni peygamber olarak seçtin” diye kendi-kendine düşünürken âyet inivermişti: “Çünkü sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).

 

Peki böyle ahlâklı birine niçin ağır bir yük yüklendi ve sorumluluk verildi?. Çünkü Muhammed bin Abdullah zâten ideâl bir ahlâk sâhibiydi. Fakat Allah için “büyük bir ahlâk üzere olmak” yeterli değildi. Bu ahlâkın sağlam bir îmanla da süslenmesi ve o îmânın ve ahlâkın hayatta görünür olması da gerekiyordu.

 

Günümüzde de birilerinin ahlâkı aşırı öne çıkararak ve Peygamberimiz’in 23 yıllık nübüvvet sürecini kâle almadıktan başka âyetleri özellikle Medenî âyetleri iptâl ve inkâr etme yada artık geçersiz olduğunu söyleyerek ahlâkî âyetleri öne çıkarmaları ve de evrensel olanın ahlâkî olan olduğunu söyleyip durmaları, modernizmin ağır baskısı ve yoğun kuşatması altında olmanın verdiği eziklik nedeniyle îmanlarının zedelenmiş ve zayıflamış olmasından dolayıdır. Îmanlarında sorun yaşayanlar, “önemli olan dürüstlük”, “kâlbin temiz olacak”, ahlâklı olmak daha önemli” gibi sözlere sığınmaya başlarlar. Peki “daha önemli” olan îman mıdır yoksa ahlâk mı?. Bu yazıda Kur’ân-merkezli olarak buna cevap vereceğiz. 

 

“Biz de onu halim bir çocukla müjdeledik. Böylece (çocuk) yanında koşabilecek çağa erişince (İbrâhim ona): ‘Oğlum’ dedi. ‘Gerçekten ben seni rüyâmda boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun’. (Oğlu İsmâil) Dedi ki: ‘Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşâallah, beni sabredenlerden bulacaksın’. Sonunda ikisi de (Allah’ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası, İsmâil’i kurbân etmek için) onu alnı üzerine yatırdı. Biz ona: ‘Ey İbrâhim’ diye seslendik. ‘Gerçekten sen, rüyâyı doğruladın. Şüphesiz biz, ihsânda bulunanları böyle ödüllendiririz’. Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı. Ve ona büyük bir kurbânı fidye olarak verdik” (Sâffât 101-107).

 

Bu olay Kitab-ı Mukaddes’te şöyle anlatılır:

 

“Tanrı İbrâhim’i deneyip ona dedi: Ey İbrahim!; şimdi oğlunu, sevdiğin biricik oğlunu, İshak’ı al ve Moria Dağı’na git ve orada sana söyleyeceğim dağların biri üzerinde onu yakılan kurban olarak takdim et”.

 

Elbette bir insanı haksız yere öldürmek çok büyük bir günahtır ve tüm insanlığı öldürmek gibidir: “Bu nedenle, İsrâiloğullarına şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir başka nefse yada yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan bir-çoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır” (Mâide 32). Fakat unutulmasın ki bu âyet “îman edenler için” geçerli ve bağlayıcıdır.

 

Evet; suçsuz ve mâsum bir insanı öldürmek hiç de ahlâkî değildir ve bunun bir açıklaması da olamaz. Fakat bu konuda ahlâkiliği de aşacak bir şey vardır: Îman. Hz. İbrâhim, gördüğü rüyâyı emir telâkki ederek, yıllarca evlatsız kaldıktan sonra kavuştuğu biricik oğlu İsmâil’i (yada İshak’ı) kurbân etmeyi göze alabildi. Ona bunu yaptıran -hâşâ- ahlâksızlığı değil, îmânı idi. Çünkü îmana, ahlâktan da daha öncelikli ve üstündür. Tabi bu, “îmân öncelendiğinde ahlâk değerini ve önemini yitirir” demek değildir. Îmânı öncelemek, “imanlı ahlâk” demektir.

 

Hz. İbrâhim bu rüyâ ve olay ile elbette deneniyordu. Çünkü îman için olmazsa-olmaz olan şey “denenmek ve imtihan”dır. Îmânın bedeli vardır ve o bedel “denenmek”tir: “İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2). Üstelik bu sınanma bâzen çok ağır olabilir ve en sevdiğinden vazgeçmeyi bile gerektirebilir: “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça en iyiye eremezsiniz” (Âl-i İmrân 92). Evet; ahlâk iyidir ama Îman daha iyidir. Îmanlı ahlâk ise en iyisidir ve Hz. İbrâhim işte buna yönlendirilmiştir.

 

Kierkegaard, Hz. İbrâhim’in imtihanının ne kadar ağır, îmânının ise ne kadar güçlü olduğunu şöyle anlatır:

 

“İbrâhim’in İshak’a duyduğu sevgi ve yetmiş yıl bekledikten sonra ona sâhip olması, bu imtihanı zorlaştıran en önemli etkendir. İbrâhim ihtiyarlık yıllarında çocuk sâhibi olmuş ve ona gözü gibi bakmıştır. Onun yetmiş yıl beklemesi de ayrı bir imtihandı. Sabırla bekledi ve Tanrı’dan aslâ ümidini kesmedi. Bunun mükâfâtını bir çocuk sâhibi olmakla aldı. Fakat bu sefer daha büyük bir imtihanla karşılaştı. Ona İshak’ı veren Tanrı, onu ondan geri istiyordu. İbrâhim için İshak vazgeçilmezdi ve yıllarca beklediği gençlik arzusuydu. Ancak o en büyük arzusundan vazgeçmek zorundaydı, îmânı bunu gerektiriyordu. Sıradan insan mâkûl taleplerde bulunurken imkânsız olanı istemek normâl bir insanın yapabileceği bir şey değildir. Bunu gerçekleştiren şey îmandan başka bir şey değildir.

 

İbrâhim İshak’ı yanına alırken dünyâyı kavrayışını bıraktı ve îmânı yanına aldı. Aksi-taktirde oraya gitmez, bunun anlamsız olduğunu düşünürdü. Çünkü İbrâhim’e kendi soyundan nesiller vaat edilmişti, oysaki şimdi ondan bunu gerçekleştirecek tek oğlunu kurbân etmesi isteniyordu. İbrâhim büyük bir sadâkatle, her-şeyi göze alarak bu imtihana tâbi oldu. İmtihanın sonunda hayâtının en değerli varlığını, oğluna kaybedebilirdi, ancak insânî hiç-bir açıklamanın anlayamayacağı bir güvenle bu imtihanı kabûl etti. Oğlunu alıp sabahın erken saatlerinde Moria Dağı’na gittiler, yol boyunca hiç konuşmadılar. İbrâhim, İshak’ı kurbân edeceği yere geldiğinde emri İshak’a anlatır ve oğlu da bu emre itaat eder. İshak dizlerinin üzerinde yere eğilir, boynunu uzatır, İbrâhim de bıçağını çeker, oğlunu kurbân etmeye hazırdır. Tam o-anda Tanrı, ona şunu söyler: ‘Elini çocuğa uzatma ve ona bir şey yapma, çünkü şimdi bildim ki, sen Tanrı’dan korkuyorsun ve kendi yegâne oğlunu benden esirgemedin’.

 

Bir cinâyeti hiç-bir şey mâsum gösteremez. Bu türden, aklı yok sayan bir inanç, insanın ruh hayâtına bir müdâhaledir. İbrâhim’i ‘îmânın babası’ yapan şey de burada yatmaktadır. O bu emirle karşılaştıktan sonra tereddüt etmeden, sessiz-sedasız bir şekilde bu görevi omuzlamıştır. İbrâhim inanmıştı ve şüphe etmiyordu. Şüphe etmiş olsaydı başka bir şey yapardı. O, kaygıyla sağa-sola bakmadığı gibi, Tanrı’yı caydırma umûduyla duâ da etmedi. Biliyordu ki onu sınayan mutlak Tanrı’ydı. O’nun yüceliği İshak’ın onun için ifâde ettiği bütün anlama rağmen ve inancının yanlış olduğu ortaya çıkması hâlinde kaybının büyük olacağının tam idrâki içinde olduğu o durumda bile îmânı koruyabilmesidir. Hz. İbrâhim îman uğruna  ahlâkı askıya alabilmiştir. İbrâhim’in yaptığı en basit ifâdeyle korkunç bir şeydir. İbrâhim îman uğruna toplum tarafından dışlanmayı, tekfir edilmeyi ve insanların gözünde bir kâtil olmayı bile göze almıştır. Târihî süreç içerisinde insanların gözünde aşağılanmayı ve suçlamalara göğüs gerebilecek cesâreti göstermiştir. Îman alanı için doğru olan bu sır, ahlâk alanına gelindiğinde günah ile bir tutulmaktadır”.

 

Hz. İbrâhim’e yapılan bu sınamanın benzeri Hz. Meryem’e de yapılmıştı ve Hz. Meryem’in sınavı de çetin bir sınavdı. Çünkü ortada ahlâka ters bir durum ve sağlam da bir îman vardı. Bu îman sınanacaktı:

 

“Ey Hârûn’un kız kardeşi, senin baban kötü bir kişi değildi ve annen de azgın, utanmaz (bir kadın) değildi. Bunun üzerine Meryem, ona (çocuğa) işâret etti. Dediler ki: Henüz beşikte olan bir çocukla biz nasıl konuşabiliriz?” (Meryem 28-29)

 

Hz. Meryem, kendisine “ahlâksız kadın” muâmelesi yapılacağını biliyordu ama bunu îman için göze alabildi. Ahlâka aykırı gibi gözüken olaylar zinciri Mûsâ-Hızır kıssasında da anlatılır. Bütün bunlar, “ahlâk tek-başına yetmez, îmanla birleşmeyen ahlâk yeterli değildir” mesajı verilir. Zâten yeterli olsaydı Peygamberimiz’in peygamber olarak seçilmesine gerek kalmaz ve o el-emîn olarak yaşar ve ölürdü.

 

Ahlâk elbette çok önemlidir ve olmazsa-olmazdır. Fakat ahlâktan önce îman gelir. Hattâ dînin gerekleri ahlâklılığın talepleriyle bağdaşmaz dâhi olabilir. Allah’ın emri ve irâdesi en derin ahlâkî kanaatlerimize ve tutumumuza bile aykırı düşebilir. Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil örneği bunu gösterir. Bu olay ahlâka tamâmen aykırıdır lâkin bu olay ahlâkla değil îman ile alâkalıdır ve îmânî bir şeydir.  

 

Hz. İbrâhim ve İsmâil olayı ve örneği, îman söz-konusu olduğunda artık ahlâksal alanda kalınamayacağını ve ahlâkın geçici olarak askıya alınacağını göstermiştir. Fakat sonuçta “îmanlı bir ahlâk” ortaya çıkmış ve îman ile ahlâk birleşmiştir.

 

Evet; her-şeyde bir ahlâk vardır ve bir şeyi ahlâklı olarak yapmak çok önemlidir. Fakat Îman ahlâktan da bir tık üstündür ve öndedir. Ahlâkın îmanlı olabilmesi için îmânın sınanması gerekir. Böylece sağlam bir îman muhteşem bir ahlâkla birleşip bütünleşir ve kulluk kemâle erer. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2024

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder