1 Ocak 2024 Pazartesi

Fideizm

 

“O, gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazînesini) kimseye açık tutmaz (ona muttalî kılmaz)” (Cin 26).

 

Fideizm: “Aklı yetersiz bulan, temel gerçeklerin, Tanrısal gerçeklerin akılla kavranamayacağını, aklın inanla desteklenmesi, bütünlenmesi gerektiğini öne süren öğretilerin genel adı”.

 

Epistemolojide fideizm; “inancın akıldan bağımsız olduğunu veyâ akılla çatıştığını ve belirli gerçeklere ulaşmada akıldan üstün olduğunu savunan teori”. Latince “inanç” anlamına gelen “fide” kelimesinden türetilmiştir. Fideizm etimolojik olarak Latince fides (faith-îman) kelimesinden türemiştir.

 

Yapılan tanımlardan da anlaşılacağı gibi fideist epistemoloji dînî alanda aklın işlevini dışlar. Dînî dogmaların doğruluğunun ölçüsü “aklın kriterleri” değil, öznel bir hakîkat olan îmandır. Îman ise “tutkulu bir sıçrama”dır.

 

Fideizmi savunan düşünürler, aklın ötesinde, onu aşan bir gerçekliğin olduğunu, bu gerçekliğin ise ancak bir elçi, dolayısıyla onun getirdiği vahiyle bilenebileceğini söylerler. Bu varsayımdan akıl ile îmânın uzlaşamayacağı şeklinde bir sonuç çıkmaktadır. Radikâl fideizmi savunanlar hâriç tutulursa, ılımlı fideistler akıl ile îmânı birbirine zıt şeyler olarak görmezler; buna karşın îman hâdisesinin -aklı aşan bir yapıya sâhip olduğu için- îmâna konu olan şeyler zıt olarak görünebileceğini söylerler.

 

Fideizm için şunlar söylenir:

 

“Fideist epistemolojiye göre, dînî alanda yardımsız insan aklı bir sonuca ulaşmaktan âcizdir. Ulaşsa bile bu sonuç dînin istediği türden bir bilgi değildir. Yâni birey bu bilgiden hareket ederek îman sıçramasını yapamaz. Çünkü aklî önermeler yeni araştırmalara açık olduğu gibi kesinlikten de uzaktır. Buna göre îman, din hakkında doğru düşünmenin ön-şartıdır.

 

Dînî hakîkatler akıl yoluyla temellendirilebilir de değildir; onun ayrı bir epistemolojisi vardır. Kısaca söylemek gerekirse fideizm açısından, îmânı rasyonel bir biçimde temellendirmek  mümkün değildir. Çünkü îmâna konu olan dînî veriler ancak îman yoluyla bilinebilir. Fideizm; ‘dînî hakîkate erişmenin tek-yolu olarak îmânı gören, bir bilgi-kaynağı olarak îmânın, akıl yada bilimden üstün olduğunu iddiâ ederken aklın ve bilimin değerini yadsıyan, yadsımadığı zaman da onun îmâna tâbi olması ve inancı desteklemesi gerektiğini savunan öğreti’dir.  

 

Îman, bilişsel değil duygusal bir tecrübedir. Îmanda rasyonellik aranmaz, îmânın mantıkî doğruluğu sorgulanamaz. Çünkü bu objektif ve deneysel bir bilgi değil, derûnî bir tecrübe, sübjektif bir duygu ve keşiftir. Îmânın alanı bilmenin, düşünmenin, saptamanın, kanıtlamanın alanı değildir. İnanma bir sıçrama edimidir. Kişi adım-adım ilerleyerek değil sıçrayarak îmâna ulaşır. Bu sıçramada etkin olan şey, dînin ve dolayısıyla ilâhî fiillerin akılsallığı değil akıl-dışılığı, anlaşılabilirliği değil anlaşılamazlığı, kanıtlanabilirliği değil kanıtlanamazlığı, bilinebilirliği değil bilinemezliğidir. Tanrı ve fiilleri bilgi ve düşüncenin konusu değildir. Dolayısıyla îmânı gerçekleştiren şey de Tanrıyı bilmek ve eylemlerini anlamak değildir. Aksine Tanrının bilinemezliğini, kavranamazlığını onamaktır.

 

Söz-konusu Tanrı olunca akıl-dışı, absürt veyâ paradoks gibi görünen şeyler dînî bir form içinde aklı aşan bir seviyeye yükselmektedir. Akıl, akledemediği yerde durmak zorunda kalır.

 

‘Ilımlı fideizm’ denilen fideizmde akla yer vardır. Ilımlı fideizm, îmânın mâkûl gerekçelerinin olması gerektiğini kabûl etmekle birlikte dînin istediği îmânın bu gerekçelerin sınırını ve gücünü aşan sarsılmaz bir kabûl ve teslîmiyet olduğunu savunur. Bu-bağlamda Augustinus; ‘anlamak için inanıyorum’ der. Augustinus, insan aklının bir-çok şeyi bulabileceğini kabûl etmekle birlikte, bâzı açıklamaların ancak Tanrı’da bulanabileceğini beyân eder. Augustinus burada önceliği akla değil inanca verir. O dışarıdan saçma görünen şeylerin, îman ettikten sonra artık saçma görünmediğini, onlara değişik ve mantıklı bir anlam verebileceğini söyler.

 

 Özü îtibâriyle özellikle radikâl fideist ekol, aklı dînî alanda gerekli görmemektedir, hattâ zararlı bulmaktadır. Dînî bilginin kaynağı vahiydir. Vahyin söz-konusu olduğu yerde aklın bir işlevi yoktur. Dînin önermelerini mantık ilkelerine ve akıl kriterlerine göre değerlendirmeye kalkmak, onları bağlamı dışına çıkarmak demektir”.

 

Lâkin Fideizm sâdece gayb ve îman alanında geçerlidir, fakat amel-eylem alanında geçerli değildir. Çünkü amel-eylemin aklî açıklamaları vardır. “Mutlak fideizm” adına söylenenler Hristiyanlık için geçerlidir, çünkü Hristiyanlık’ta teslis gibi açıklanması imkânsız olan ve hayâta uygulanması da mümkün olmayan şeyler vardır. Tertullianus; “saçma olduğu için inanıyorum” (credo quia absurdum) sözünü bu nedenle söylemiş olsa gerektir. Hristiyanlık daha doğrusu İsevîlik diye adlandırılabilecek olan din de elbette İslâm’dır ama Pavlus öncülüğünde İslâm tahrif edilmiş ve Hristiyanlık’a evrilmiştir. Ortaya çıkan Hristiyanlık’ta ise tevhidden bâzı izler olsa da Hristiyanlık akıl yürütmeye ve “akıl ile uygulama”ya tamâmen kapalı olan bir inanç hâline gelmiştir.

 

Blaise Pascal: ‘’Ey beceriksiz akıl, zavallılığını anla. Ey budala doğa, sus, Tanrı’nın varlığını, kanıt ve tanıtlarla değil, inanca varmakla elde edebilirsin” der.

 

“Saçma olduğu için inanıyorum”  [Credo quia absurdum est] diyen Hıristiyan teolog Tertullian,  bu anlayışı çok veciz bir biçimde hulâsa eder. Çünkü Hıristiyan skolastiğindeki teslis gibi abes inanışları örtmenin ve kısmen bertarâf etmenin başka yolu yoktur.

 

İslâm’da ise akıl gayb alanında işlevsizdir ama tamâmen de dışlanmaz. Zâten İslâm sâdece iç-âlemlerin  inşâsını değil, iç-âlemlerden sonra dış-âlemi de inşâ edip hâkim olmayı hedefler. Bu da İslâm’a göre yapma”yı yanında getirir. İslâm ‘a göre yapma ise elbette mutlakâ akıl yürütmeyi gerekli kılar. Hristiyanlık’ta böyle bir şey olmadığı için ve mevcut Hristiyanlık sâdece îmâna dayalı bir iç-âlem dîni olduğu için îman ve akıl kesin anlamda birbirine aykırı olur. Zâten Modernizm ile birlikte işte bundan vazgeçilip tersinden bir dengesizlik ile bu sefer de îman dışlanıp tamâmen akla yönelinmiştir ve bu sefer de akıl ilahlaştırılmıştır.

 

İslâm’a göre akıl ve îman aslâ bir-arada bulunamaz değildir. Fakat İslâm’da akıl “îmânı belirleyen ve yönlendiren” değildir ve tam-aksine akıl, îmânın yönlendirmesinde ve kontrôlündedir. Çünkü ancak böyle olursa akıl en ideâl, en doğru ve en işlevsel hâline gelir ve en kesin ve net olana ulaşabilir. İslâm’da din sâdece iç-âlemlere değil de dış-âleme de hitâp ettiğinden hattâ dış-âleme de hâkim olma hedefi olduğundan dolayı, bunu sağlamak için kesin olarak akla ihtiyaç duyar ki zâten bu noktada en büyük görev de, vahiy-merkezli olarak inşâ olmuş olan akıldır. Vahiy-merkezli değil de şeytan ve nefs-merkezli olan aklın ise zâten böyle bir hedefi yoktur ve böyle bir akıl işe Allah’ı, dîni, îmânı karıştırmaz ve bunları kâlplere ve vicdanlara hapseder ve hayâtın dışına atar.

 

“… O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).

 

Yûnus 100. âyetin mutlakâ kullanılmasını istediği akıl, gaybı anlama-bilme konusunda değil, anlaşılabilecek olanı anlama ve özellikle de uygulama alanında kullanılması gereken akıldır.

 

İslâm’da akıl îman etme ve gaybı anlama noktasında değil, uygulama alanındadır. Akıl  gayb alanında işlevsizdir. Akıl bu alanda işlevsiz olduğunu akledebilir. Zîrâ gayb alanı ile ilgili tutarlı bir şey söyleyemez. Çünkü İslâm akıl-dışı olmasa da akıl-üstüdür. Akla tamâmen kapalı bir alan vardır, bu alan gayb alanıdır. Buna rağmen bu alana akıl ile ulaşmaya çalışmak insan aklının bir küstahlığıdır. Bergson: “Akıl’ı akıl ile mat ettim” der. İslâm’a göre de Allah ve gayb, bilinecek olan değil, îman ve itaat edilecek olandır. Allah insandan, Kendisinin ve gaybın bilinmesini beklemez. Aklın Allah’ı yada gaybı bilmesini beklemek akla zulmetmek demektir. Îman, “neye inanıldığıyla” değil, “nasıl inanıldığıyla” ilgilidir.

 

İslâm akıl-dışı değildir ama akıl-üstüdür. Akıl, vahyi ancak indirildikten sonra kısmen idrâk edebilir. Fakat onun benzerini ortaya koyamaz. Kur’ân zâten bu konuda tüm insanlara meydan okur:

 

“De ki: Eğer bütün ins ve cin (toplulukları), bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansa, -onların bir kısmı bir kısmına destekçi olsa bile- bir benzerini getiremezler” (İsrâ 88).

 

Diyelim ki akıl gaybın alana girdi, o zaman aklın karşılaşacağı şey çelişki ve paradokstan başka bir şey olmayacaktır. Aklı gayb konusunda zorladığınızda kısır-döngüye düşmesi kaçınılmazdır. Aklın gayb konusundaki sınırı, o içine düştüğü kısır-döngü göstermiş olur.

 

Fideizme göre akıl, aklın ulaşabileceği son sınırında bırakılmadıkça îman edilemez. Çünkü îman alanı akla kapalıdır. Îman aklın çok ötesindedir. Burada geçerli olan şey îrâde, kararlılık ve sezgi gibi şeylerdir.

 

Katı bir fideist olan Kierkegaard’ın fideizm hakkındaki görüşleri bir yazıda şöyle derlenmiştir:

 

“Fideizme göre akıl nesnel araştırma sürecinde insanı îmâna götürebileceği gibi, onu büsbütün Tanrı’dan uzaklaştırabilir de. Aklın ölçütleri ve yöntemleri îmandan farklıdır. Dolayısıyla bu ölçütleri dînî alanda kullanmak, istenilen sonuçları vermeyecektir. Bilimin yada felsefenin görevi dînî önermeleri kendi pratikleri içinde anlamaya çalışmak olmalıdır, yoksa onları aklî ölçütlere göre yargılamak değil.

 

İnanç insanın zihninde öznel bir tutarlılık verecektir zâten. Bazı fideist düşünürler akla belli bir yere kadar bir rôl yüklerken, bâzı radikâl fideistler ise akla, bırakın bir rôl biçmeyi, aklı bu alanda zararlı bulurlar.

 

Dînî alanda aklın işlevsiz olmasında aklın algılama kapasitesinin azlığı gelmektedir. Akıl işleyiş olarak bu dünyânın kavramları ve mantık örüntüsüyle hareket eder. Dolayısıyla öte-dünyâ, Tanrı gibi kavramlarla ilgili bir fikri olmadığı gibi bu alanda akıl yürütmek de mümkün değildir. Çünkü insan sınırlı ve sonlu bir yaradılışa sâhiptir ve böyle bir varlığın ezeli-ebedî olan Tanrı’yı bulması, kavraması ve dînî dogmaları idrâk etmesi mümkün değildir. Ontolojik olarak mevcut olan bu uçurumun aşılması da fideizm açısından mümkün değildir.

 

Çünkü dînî alanda mutlak teslîmiyet vardır. Ya inanırsınız ya inanmazsınız; onun mantıkî açıdan geçerli olup-olmadığına bakmaksızın. Îmânın değeri de buradan ileri gelmektedir, îmânın objesi rasyonel olarak ispatlanamaz, ispatlanırsa o îman olmaz. İnsan aklının sınırları bellidir. Îman önermeleri konusunda aklın bir-takım faaliyetlerde bulunmasını beklemek, akla, kapasitesinin üstünde bir görev yüklemek olur. Îmânın olduğu yerde bilgi, bilginin olduğu yerde îman yoktur. Îmânın sınırları bellidir, aklın da sınırları bellidir. Îman bir sıçramadır.

 

Îman, dînin vahye dayalı îman esaslarına aklî deliller ve karşı delilleri dikkate almadan bir îman atlayışı yaparak teslim olma ve bu şeksiz-şüphesiz kabûl, samîmiyet ve güvenle içselleştirilmiş dînî yasamadır.

 

Îmânın konusu spekülatif akıl değildir. Spekülatif akıl, îmanla tatmin olmaz. Aklın tatmin alanı farklıdır. Îman rûhun tatmin alanıdır. Burada ne bir kanıt, ne bir delil vardır. Delil îmânı zayıflatır. Îmânın sağlamlığı, delillerin sağlamlığı yada çokluğu değil, tutkudur.

 

Metafizik alanda objektif bilgiden bahsedilemez. Bu alanda doğru bilgiden değil doğru inançtan söz edebiliriz. Doğru inancın tahkiki de mantık kriterleriyle değil; dînin sâhip olduğu verilerle mümkündür. Aklımızın sınırlı olduğu ve metafizik alanının da aşkın bir alan olduğu doğrudur; bu durumda bu alanla ilgili kesin rasyonel bilgiye hiç-bir zaman ulaşamayacağımız da doğrudur.

 

Îman edildikten sonra ancak rasyonel îzah yapılır. Bir inanan, inancı için mâkûl nedenler bulur. Yoksa mâkûl nedenlere sâhip olduğu için herhangi bir dînî önermeyi kabûl ve tasdik etmez.

 

Objektif yöntemlerle dînî önermelerin bir mantığını bulmaya çalışmak gereksiz bir uğraştır. Çünkü dînî önermelere inanmadan onların mantığını anlamak mümkün değildir. Dînî önermeler tahlil edilmeye, ampirik olarak doğruluğunun araştırılmasına uygun değildir. Bu dogmalara kayıtsız-şartsız teslimiyet gerekmektedir. Araştırma ile îman önermelerini  anlamaya çalışmak nihâî bir sonuca varmayı ve karâra ulaşmayı sürekli güçleştirerek biteviye bir iç-gerginliğine yol açabilmektedir. Bir araştırma bitince diğeri başlayacağından dolayı, dînin istediği teslîmiyet de hiç-bir zaman gerçekleşmeyecektir. Bir şeye inanıyorsan onu bilmiyorsun demektir; bir şeyi biliyorsan da ona inanmıyorsun demektir.

 

Şimdi kişi, bir ayakkabıcı, terzi yada basit insanlar gibi inanmadığını, buna karşılık uzun bir düşünme sonunda îman ettiğini söylemeye cesaret ediyor. Ancak onun îman etmesi mümkün değildir. Îman kesinlik taşır onda şüpheye rastlanmaz. Nesnel akıl yürütme de çoğu-zaman ihtimâlli sonuçlara ulaştığından şüpheyi dışarıda bırakmaz. Îman kararı hatâ ihtimâlini kabûl etmeyen bir karardır. Îman, inanan kişinin bütün samîmiyetiyle îman objesine sınırsız bir ilgi duymasıdır.

 

Akıl yürütme sürecinde birey, hatâlarla karşılaştıkça bunların üstesinden gelmeye çalışacaktır; ancak çözdüğü her sorun onu başka çözmesi gereken soruna götürecektir. Bu süreç böylece süreceğinden, inanan bir türlü dînin istediği pratikleri yapma noktasına gelemeyecektir.

 

Îman kendisine has kuralları olan, kendisine has iç-dinamikleri olan farklı bir dil kullanmaktadır. Onun dilinden ancak inanan kişi anlar ve bu tecrübe kendine hastır, aktarılamaz. Bu yüzden zihinsel faaliyetlerle îmânı anlamaya çalışmak, zihni kendi alanının dışına çıkarmak olur.

 

Risk olmadan îman olmaz. Eğer biz Tanrı’nın vâr olduğunu bilseydik, onun vâr olduğuna dâir elimizde kesin kanıt olsaydı, o zaman îmâna gerek olmazdı. Îmânın  tutarlılığı sürekli olarak yeniden onaylanması yâni tekrarlanmasıdır. Îman düşünülebilecek olanın ötesindedir. Ona sâhip olan kişi, neye sâhip olduğunu söyleyemez”.

 

Îman artıp eksilebilir. Çünkü îman bilinemese de yaşanan yada yaşanmadığında eksilen bir şeydir. Kişi gerçek bir îman sâhibiyse ne Tanrı’nın varlığından ne de O’nun yapabileceklerinden şüphe duyar. Teslîmiyette güven esastır. Îman, kişinin her-şeyi ile kendini Allah’a adamasıdır. Îman bilinemeyeceği gibi anlatılamaz da, çünkü îman anlatılacak bir şey değil, yaşanacak bir şeydir. O-hâlde îman etmek, “îmâna göre yaşamayı kabûllenmek” demektir ve bu şarttır.

 

Aklı, Allah’a ve gayba îman etmek için değil, vahye ve îmâna göre kullanmak için lâzımdır. Akletmek “îman etmek” demek değildir. Akletmek “yapmak”la alâkalı bir şeydir. Allah’ın mutlak varlığının ve gaybın akledilecek bir yanı yoktur. Allah’ın yarattıkları üzerinde düşünülür, araştırılır ve aklederek sonuca ulaşmaya çalışılır ama aklı, Allah’ı ve gaybı bilmek için kullanmak aklın işi değildir.

 

İslâm’daki îmânı Hristiyanlık’taki îmandan ayıran şey İslâm’da körü-körüneliğin olmamasıdır. Îman bir körü-körünelik değildir. Teslis, enkarnasyon, öldükten sonra dirilmek vs. bir körü-körüne îmandır. Allah’a, âhirete ve peygamberliğe inanmak öyle değildir. Bunlar akıl-üstüdür ama insan bunları içten-içe doğru ve mümkün bulur ve kabûl eder. Çünkü körü-körüne değildir. Fakat teslis, enkarnasyon vb. gibi şeylere şüphe duymamak mümkün değildir. Bunlara sorgusuz-suâlsiz îman etmek ve teslim olmak insana yakışmaz. Çünkü bunlar sağlam bilgiler olmadığı için sağlam bir îman da sağlayamaz. Ancak körü-körüne bir îman olur. Bu îmânın kişiyi hakka ve hakîkate götürmesi mümkün değildir. Enkarnasyon, teslis ve ilk günah gibi hristiyan teolojinin temelini oluşturan bu dogmaların tamâmen irrasyonel bir özelliğe sâhip olması onları aşırı fideist bir tutuma götürmüştür. Bu nedenledir ki hristiyan teologların çoğu, aklı dînî alandan mümkün olduğunca uzak tutmaya çalışmıştır. Bu nedenle Hristiyanlık’ta şüphe aslî bir unsur olarak îmânın yanında sürekli bir şekilde bulunmuştur. Modernizm ile birlikte ise bu şüphe batı âlemini dinden soğutmuş ve koparmıştır. Bu kopuş, îmânın ötelenip bu sefer de aklı kutsallaştırmıştır.

 

Evet; Fideizm Allah ve gayb alanında geçerlidir fakat amel-eylem alanında akla ihtiyaç vardır. Salt bir îman dînine çevrilmiş olan Hristiyanlık’ta fideizm “bulunmaz bir nîmet” olabilir ama İslâm’da Fideizm sâdece gayb konusunda geçerlidir. İslâm iç-âlemlerden sonra dış-âlemi de inşâ etmek ve dış-âlemin her alanında hâkim olmak isteyen bir dîn’dir. İşte bu noktada hem îmâna hem de akla ihtiyaç vardır. Îman-merkezli bir akla ihtiyaç vardır. 

 

“Dediler ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder