“O, gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi
hazînesini) kimseye açık tutmaz (ona muttalî kılmaz)” (Cin 26).
Fideizm: “Aklı yetersiz
bulan, temel gerçeklerin, Tanrısal gerçeklerin akılla kavranamayacağını, aklın
inanla desteklenmesi, bütünlenmesi gerektiğini öne süren öğretilerin genel adı”.
Epistemolojide fideizm; “inancın akıldan bağımsız olduğunu veyâ akılla çatıştığını ve
belirli gerçeklere ulaşmada akıldan üstün olduğunu savunan teori”. Latince
“inanç” anlamına gelen “fide” kelimesinden türetilmiştir. Fideizm
etimolojik olarak Latince fides (faith-îman) kelimesinden türemiştir.
Yapılan tanımlardan da anlaşılacağı gibi fideist
epistemoloji dînî alanda aklın işlevini dışlar. Dînî dogmaların doğruluğunun
ölçüsü “aklın kriterleri” değil, öznel bir hakîkat olan îmandır. Îman ise “tutkulu
bir sıçrama”dır.
Fideizmi savunan düşünürler, aklın ötesinde, onu aşan
bir gerçekliğin olduğunu, bu gerçekliğin ise ancak bir elçi, dolayısıyla onun
getirdiği vahiyle bilenebileceğini söylerler. Bu varsayımdan akıl ile îmânın uzlaşamayacağı
şeklinde bir sonuç çıkmaktadır. Radikâl fideizmi savunanlar hâriç tutulursa,
ılımlı fideistler akıl ile îmânı birbirine zıt şeyler olarak görmezler; buna
karşın îman hâdisesinin -aklı aşan bir yapıya sâhip olduğu için- îmâna konu
olan şeyler zıt olarak görünebileceğini söylerler.
Fideizm için şunlar söylenir:
“Fideist epistemolojiye göre, dînî
alanda yardımsız insan aklı bir sonuca ulaşmaktan âcizdir. Ulaşsa bile bu sonuç
dînin istediği türden bir bilgi değildir. Yâni birey bu bilgiden hareket ederek
îman sıçramasını yapamaz. Çünkü aklî önermeler yeni araştırmalara açık olduğu
gibi kesinlikten de uzaktır. Buna göre îman, din hakkında doğru düşünmenin
ön-şartıdır.
Dînî hakîkatler akıl yoluyla
temellendirilebilir de değildir; onun ayrı bir epistemolojisi vardır. Kısaca
söylemek gerekirse fideizm açısından, îmânı rasyonel bir biçimde
temellendirmek mümkün değildir. Çünkü
îmâna konu olan dînî veriler ancak îman yoluyla bilinebilir. Fideizm; ‘dînî hakîkate erişmenin tek-yolu olarak îmânı gören,
bir bilgi-kaynağı olarak îmânın, akıl yada bilimden üstün olduğunu iddiâ
ederken aklın ve bilimin değerini yadsıyan, yadsımadığı zaman da onun îmâna
tâbi olması ve inancı desteklemesi gerektiğini savunan öğreti’dir.
Îman,
bilişsel değil duygusal bir tecrübedir. Îmanda rasyonellik aranmaz, îmânın
mantıkî doğruluğu sorgulanamaz. Çünkü bu objektif ve deneysel bir bilgi değil,
derûnî bir tecrübe, sübjektif bir duygu ve keşiftir. Îmânın alanı bilmenin,
düşünmenin, saptamanın, kanıtlamanın alanı değildir. İnanma bir sıçrama edimidir.
Kişi adım-adım ilerleyerek değil sıçrayarak îmâna ulaşır. Bu sıçramada etkin
olan şey, dînin ve dolayısıyla ilâhî fiillerin akılsallığı değil akıl-dışılığı,
anlaşılabilirliği değil anlaşılamazlığı, kanıtlanabilirliği değil
kanıtlanamazlığı, bilinebilirliği değil bilinemezliğidir. Tanrı ve fiilleri
bilgi ve düşüncenin konusu değildir. Dolayısıyla îmânı gerçekleştiren şey de
Tanrıyı bilmek ve eylemlerini anlamak değildir. Aksine Tanrının
bilinemezliğini, kavranamazlığını onamaktır.
Söz-konusu Tanrı olunca akıl-dışı,
absürt veyâ paradoks gibi görünen şeyler dînî bir form içinde aklı aşan bir
seviyeye yükselmektedir. Akıl, akledemediği yerde durmak zorunda kalır.
‘Ilımlı fideizm’ denilen fideizmde
akla yer vardır. Ilımlı fideizm, îmânın mâkûl gerekçelerinin olması gerektiğini
kabûl etmekle birlikte dînin istediği îmânın bu gerekçelerin sınırını ve gücünü
aşan sarsılmaz bir kabûl ve teslîmiyet olduğunu savunur. Bu-bağlamda
Augustinus; ‘anlamak için inanıyorum’ der. Augustinus, insan aklının bir-çok
şeyi bulabileceğini kabûl etmekle birlikte, bâzı açıklamaların ancak Tanrı’da
bulanabileceğini beyân eder. Augustinus burada önceliği akla değil inanca
verir. O dışarıdan saçma görünen şeylerin, îman ettikten sonra artık saçma
görünmediğini, onlara değişik ve mantıklı bir anlam verebileceğini söyler.
Özü îtibâriyle özellikle radikâl fideist ekol,
aklı dînî alanda gerekli görmemektedir, hattâ zararlı bulmaktadır. Dînî
bilginin kaynağı vahiydir. Vahyin söz-konusu olduğu yerde aklın bir işlevi
yoktur. Dînin önermelerini mantık ilkelerine ve akıl kriterlerine göre değerlendirmeye
kalkmak, onları bağlamı dışına çıkarmak demektir”.
Lâkin Fideizm sâdece gayb ve îman alanında
geçerlidir, fakat amel-eylem alanında geçerli değildir. Çünkü amel-eylemin aklî
açıklamaları vardır. “Mutlak fideizm” adına söylenenler Hristiyanlık için
geçerlidir, çünkü Hristiyanlık’ta teslis gibi açıklanması imkânsız olan ve
hayâta uygulanması da mümkün olmayan şeyler vardır. Tertullianus; “saçma olduğu
için inanıyorum” (credo quia absurdum) sözünü bu nedenle söylemiş olsa
gerektir. Hristiyanlık daha doğrusu İsevîlik diye adlandırılabilecek olan din
de elbette İslâm’dır ama Pavlus öncülüğünde İslâm tahrif edilmiş ve Hristiyanlık’a
evrilmiştir. Ortaya çıkan Hristiyanlık’ta ise tevhidden bâzı izler olsa da Hristiyanlık
akıl yürütmeye ve “akıl ile uygulama”ya tamâmen kapalı olan bir inanç hâline
gelmiştir.
Blaise Pascal: ‘’Ey
beceriksiz akıl, zavallılığını anla. Ey budala doğa, sus, Tanrı’nın varlığını,
kanıt ve tanıtlarla değil, inanca varmakla elde edebilirsin” der.
“Saçma olduğu için
inanıyorum” [Credo quia absurdum est]
diyen Hıristiyan teolog Tertullian, bu
anlayışı çok veciz bir biçimde hulâsa eder. Çünkü Hıristiyan skolastiğindeki
teslis gibi abes inanışları örtmenin ve kısmen bertarâf etmenin başka yolu
yoktur.
İslâm’da ise akıl gayb
alanında işlevsizdir ama tamâmen de dışlanmaz. Zâten İslâm sâdece
iç-âlemlerin inşâsını değil,
iç-âlemlerden sonra dış-âlemi de inşâ edip hâkim olmayı hedefler. Bu da İslâm’a
göre yapma”yı yanında getirir. İslâm ‘a göre yapma ise elbette mutlakâ akıl yürütmeyi
gerekli kılar. Hristiyanlık’ta böyle bir şey olmadığı için ve mevcut Hristiyanlık
sâdece îmâna dayalı bir iç-âlem dîni olduğu için îman ve akıl kesin anlamda
birbirine aykırı olur. Zâten Modernizm ile birlikte işte bundan vazgeçilip
tersinden bir dengesizlik ile bu sefer de îman dışlanıp tamâmen akla
yönelinmiştir ve bu sefer de akıl ilahlaştırılmıştır.
İslâm’a göre akıl ve îman
aslâ bir-arada bulunamaz değildir. Fakat İslâm’da akıl “îmânı belirleyen ve yönlendiren”
değildir ve tam-aksine akıl, îmânın yönlendirmesinde ve kontrôlündedir. Çünkü
ancak böyle olursa akıl en ideâl, en doğru ve en işlevsel hâline gelir ve en
kesin ve net olana ulaşabilir. İslâm’da din sâdece iç-âlemlere değil de
dış-âleme de hitâp ettiğinden hattâ dış-âleme de hâkim olma hedefi olduğundan
dolayı, bunu sağlamak için kesin olarak akla ihtiyaç duyar ki zâten bu noktada
en büyük görev de, vahiy-merkezli olarak inşâ olmuş olan akıldır. Vahiy-merkezli
değil de şeytan ve nefs-merkezli olan aklın ise zâten böyle bir hedefi yoktur
ve böyle bir akıl işe Allah’ı, dîni, îmânı karıştırmaz ve bunları kâlplere ve
vicdanlara hapseder ve hayâtın dışına atar.
“… O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik
kılar” (Yûnus 100).
Yûnus 100. âyetin mutlakâ
kullanılmasını istediği akıl, gaybı anlama-bilme konusunda değil, anlaşılabilecek
olanı anlama ve özellikle de uygulama alanında kullanılması gereken akıldır.
İslâm’da akıl îman etme ve
gaybı anlama noktasında değil, uygulama alanındadır. Akıl gayb alanında işlevsizdir. Akıl bu alanda işlevsiz
olduğunu akledebilir. Zîrâ gayb alanı ile ilgili tutarlı bir şey söyleyemez.
Çünkü İslâm akıl-dışı olmasa da akıl-üstüdür. Akla tamâmen kapalı bir alan vardır,
bu alan gayb alanıdır. Buna rağmen bu alana akıl ile ulaşmaya çalışmak insan
aklının bir küstahlığıdır. Bergson: “Akıl’ı akıl ile mat ettim” der. İslâm’a
göre de Allah ve gayb, bilinecek olan değil, îman ve itaat edilecek olandır. Allah
insandan, Kendisinin ve gaybın bilinmesini beklemez. Aklın Allah’ı yada gaybı
bilmesini beklemek akla zulmetmek demektir. Îman, “neye inanıldığıyla” değil, “nasıl
inanıldığıyla” ilgilidir.
İslâm akıl-dışı değildir ama
akıl-üstüdür. Akıl, vahyi ancak indirildikten sonra kısmen idrâk edebilir.
Fakat onun benzerini ortaya koyamaz. Kur’ân zâten bu konuda tüm insanlara
meydan okur:
“De ki: Eğer bütün ins ve cin (toplulukları), bu
Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansa, -onların bir kısmı bir kısmına
destekçi olsa bile- bir benzerini getiremezler” (İsrâ 88).
Diyelim ki akıl gaybın alana girdi, o zaman aklın
karşılaşacağı şey çelişki ve paradokstan başka bir şey olmayacaktır. Aklı gayb
konusunda zorladığınızda kısır-döngüye düşmesi kaçınılmazdır. Aklın gayb konusundaki
sınırı, o içine düştüğü kısır-döngü göstermiş olur.
Fideizme göre akıl, aklın ulaşabileceği son sınırında
bırakılmadıkça îman edilemez. Çünkü îman alanı akla kapalıdır. Îman aklın çok
ötesindedir. Burada geçerli olan şey îrâde, kararlılık ve sezgi gibi şeylerdir.
Katı bir fideist olan Kierkegaard’ın
fideizm hakkındaki görüşleri bir yazıda şöyle derlenmiştir:
“Fideizme göre akıl nesnel araştırma
sürecinde insanı îmâna götürebileceği gibi, onu büsbütün Tanrı’dan
uzaklaştırabilir de. Aklın ölçütleri ve yöntemleri îmandan farklıdır.
Dolayısıyla bu ölçütleri dînî alanda kullanmak, istenilen sonuçları
vermeyecektir. Bilimin yada felsefenin görevi dînî önermeleri kendi pratikleri
içinde anlamaya çalışmak olmalıdır, yoksa onları aklî ölçütlere göre yargılamak
değil.
İnanç insanın zihninde öznel bir tutarlılık
verecektir zâten. Bazı fideist düşünürler akla belli bir yere kadar bir rôl
yüklerken, bâzı radikâl fideistler ise akla, bırakın bir rôl biçmeyi, aklı bu
alanda zararlı bulurlar.
Dînî alanda aklın işlevsiz olmasında
aklın algılama kapasitesinin azlığı gelmektedir. Akıl işleyiş olarak bu dünyânın
kavramları ve mantık örüntüsüyle hareket eder. Dolayısıyla öte-dünyâ, Tanrı
gibi kavramlarla ilgili bir fikri olmadığı gibi bu alanda akıl yürütmek de
mümkün değildir. Çünkü insan sınırlı ve sonlu bir yaradılışa sâhiptir ve böyle
bir varlığın ezeli-ebedî olan Tanrı’yı bulması, kavraması ve dînî dogmaları
idrâk etmesi mümkün değildir. Ontolojik olarak mevcut olan bu uçurumun aşılması
da fideizm açısından mümkün değildir.
Çünkü dînî alanda mutlak teslîmiyet
vardır. Ya inanırsınız ya inanmazsınız; onun mantıkî açıdan geçerli
olup-olmadığına bakmaksızın. Îmânın değeri de buradan ileri gelmektedir, îmânın
objesi rasyonel olarak ispatlanamaz, ispatlanırsa o îman olmaz. İnsan aklının
sınırları bellidir. Îman önermeleri konusunda aklın bir-takım faaliyetlerde
bulunmasını beklemek, akla, kapasitesinin üstünde bir görev yüklemek olur. Îmânın
olduğu yerde bilgi, bilginin olduğu yerde îman yoktur. Îmânın sınırları
bellidir, aklın da sınırları bellidir. Îman bir sıçramadır.
Îman, dînin vahye dayalı îman
esaslarına aklî deliller ve karşı delilleri dikkate almadan bir îman atlayışı
yaparak teslim olma ve bu şeksiz-şüphesiz kabûl, samîmiyet ve güvenle içselleştirilmiş
dînî yasamadır.
Îmânın konusu spekülatif akıl değildir.
Spekülatif akıl, îmanla tatmin olmaz. Aklın tatmin alanı farklıdır. Îman rûhun
tatmin alanıdır. Burada ne bir kanıt, ne bir delil vardır. Delil îmânı
zayıflatır. Îmânın sağlamlığı, delillerin sağlamlığı yada çokluğu değil,
tutkudur.
Metafizik alanda objektif bilgiden
bahsedilemez. Bu alanda doğru bilgiden değil doğru inançtan söz edebiliriz. Doğru
inancın tahkiki de mantık kriterleriyle değil; dînin sâhip olduğu verilerle
mümkündür. Aklımızın sınırlı olduğu ve metafizik alanının da aşkın bir alan
olduğu doğrudur; bu durumda bu alanla ilgili kesin rasyonel bilgiye hiç-bir
zaman ulaşamayacağımız da doğrudur.
Îman edildikten sonra ancak rasyonel îzah
yapılır. Bir inanan, inancı için mâkûl nedenler bulur. Yoksa mâkûl nedenlere sâhip
olduğu için herhangi bir dînî önermeyi kabûl ve tasdik etmez.
Objektif yöntemlerle dînî önermelerin
bir mantığını bulmaya çalışmak gereksiz bir uğraştır. Çünkü dînî önermelere
inanmadan onların mantığını anlamak mümkün değildir. Dînî önermeler tahlil
edilmeye, ampirik olarak doğruluğunun araştırılmasına uygun değildir. Bu dogmalara
kayıtsız-şartsız teslimiyet gerekmektedir. Araştırma ile îman önermelerini anlamaya çalışmak nihâî bir sonuca varmayı ve
karâra ulaşmayı sürekli güçleştirerek biteviye bir iç-gerginliğine yol
açabilmektedir. Bir araştırma bitince diğeri başlayacağından dolayı, dînin
istediği teslîmiyet de hiç-bir zaman gerçekleşmeyecektir. Bir şeye inanıyorsan
onu bilmiyorsun demektir; bir şeyi biliyorsan da ona inanmıyorsun demektir.
Şimdi kişi, bir ayakkabıcı, terzi yada
basit insanlar gibi inanmadığını, buna karşılık uzun bir düşünme sonunda îman
ettiğini söylemeye cesaret ediyor. Ancak onun îman etmesi mümkün değildir. Îman
kesinlik taşır onda şüpheye rastlanmaz. Nesnel akıl yürütme de çoğu-zaman
ihtimâlli sonuçlara ulaştığından şüpheyi dışarıda bırakmaz. Îman kararı hatâ
ihtimâlini kabûl etmeyen bir karardır. Îman, inanan kişinin bütün samîmiyetiyle
îman objesine sınırsız bir ilgi duymasıdır.
Akıl yürütme sürecinde birey, hatâlarla
karşılaştıkça bunların üstesinden gelmeye çalışacaktır; ancak çözdüğü her sorun
onu başka çözmesi gereken soruna götürecektir. Bu süreç böylece süreceğinden,
inanan bir türlü dînin istediği pratikleri yapma noktasına gelemeyecektir.
Îman kendisine has kuralları olan,
kendisine has iç-dinamikleri olan farklı bir dil kullanmaktadır. Onun dilinden
ancak inanan kişi anlar ve bu tecrübe kendine hastır, aktarılamaz. Bu yüzden
zihinsel faaliyetlerle îmânı anlamaya çalışmak, zihni kendi alanının dışına
çıkarmak olur.
Risk olmadan îman olmaz. Eğer biz Tanrı’nın
vâr olduğunu bilseydik, onun vâr olduğuna dâir elimizde kesin kanıt olsaydı, o
zaman îmâna gerek olmazdı. Îmânın tutarlılığı
sürekli olarak yeniden onaylanması yâni tekrarlanmasıdır. Îman düşünülebilecek
olanın ötesindedir. Ona sâhip olan kişi, neye sâhip olduğunu söyleyemez”.
Îman artıp eksilebilir.
Çünkü îman bilinemese de yaşanan yada yaşanmadığında eksilen bir şeydir. Kişi
gerçek bir îman sâhibiyse ne Tanrı’nın varlığından ne de O’nun yapabileceklerinden
şüphe duyar. Teslîmiyette güven esastır. Îman, kişinin her-şeyi ile kendini
Allah’a adamasıdır. Îman bilinemeyeceği gibi anlatılamaz da, çünkü îman anlatılacak
bir şey değil, yaşanacak bir şeydir. O-hâlde îman etmek, “îmâna göre yaşamayı
kabûllenmek” demektir ve bu şarttır.
Aklı, Allah’a ve gayba îman
etmek için değil, vahye ve îmâna göre kullanmak için lâzımdır. Akletmek “îman
etmek” demek değildir. Akletmek “yapmak”la alâkalı bir şeydir. Allah’ın mutlak
varlığının ve gaybın akledilecek bir yanı yoktur. Allah’ın yarattıkları üzerinde
düşünülür, araştırılır ve aklederek sonuca ulaşmaya çalışılır ama aklı, Allah’ı
ve gaybı bilmek için kullanmak aklın işi değildir.
İslâm’daki îmânı Hristiyanlık’taki îmandan ayıran şey
İslâm’da körü-körüneliğin olmamasıdır. Îman bir körü-körünelik değildir. Teslis,
enkarnasyon, öldükten sonra dirilmek vs. bir körü-körüne îmandır. Allah’a,
âhirete ve peygamberliğe inanmak öyle değildir. Bunlar akıl-üstüdür ama insan
bunları içten-içe doğru ve mümkün bulur ve kabûl eder. Çünkü körü-körüne
değildir. Fakat teslis, enkarnasyon vb. gibi şeylere şüphe duymamak mümkün değildir.
Bunlara sorgusuz-suâlsiz îman etmek ve teslim olmak insana yakışmaz. Çünkü
bunlar sağlam bilgiler olmadığı için sağlam bir îman da sağlayamaz. Ancak körü-körüne
bir îman olur. Bu îmânın kişiyi hakka ve hakîkate götürmesi mümkün değildir. Enkarnasyon,
teslis ve ilk günah gibi hristiyan teolojinin temelini oluşturan bu dogmaların
tamâmen irrasyonel bir özelliğe sâhip olması onları aşırı fideist bir tutuma
götürmüştür. Bu nedenledir ki hristiyan teologların çoğu, aklı dînî alandan
mümkün olduğunca uzak tutmaya çalışmıştır. Bu nedenle Hristiyanlık’ta şüphe
aslî bir unsur olarak îmânın yanında sürekli bir şekilde bulunmuştur. Modernizm
ile birlikte ise bu şüphe batı âlemini dinden soğutmuş ve koparmıştır. Bu
kopuş, îmânın ötelenip bu sefer de aklı kutsallaştırmıştır.
Evet; Fideizm Allah ve gayb alanında geçerlidir fakat
amel-eylem alanında akla ihtiyaç vardır. Salt bir îman dînine çevrilmiş olan
Hristiyanlık’ta fideizm “bulunmaz bir nîmet” olabilir ama İslâm’da Fideizm
sâdece gayb konusunda geçerlidir. İslâm iç-âlemlerden sonra dış-âlemi de inşâ
etmek ve dış-âlemin her alanında hâkim olmak isteyen bir dîn’dir. İşte bu
noktada hem îmâna hem de akla ihtiyaç vardır. Îman-merkezli bir akla ihtiyaç
vardır.
“Dediler ki: Sen yücesin,
bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi
bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder