11 Kasım 2023 Cumartesi

Gazze’nin Gösterdikleri


“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve o ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz?. Baksanıza: ‘Ey bizim Rabbimiz!, bizleri zâlim olan bu memleketten kurtar, bize bir yiğit, bir bahâdır gönder’ diye yalvarıp duruyorlar” (Nîsâ 75).

 

“Eee, onlar da zamânında arâzilerini İsrâillilere satmasalardı” yalanına körü-körüne inanan câhil-cühelâ takımına şunları söyleyelim..

 

Güyâ Filistinliler 1948’den önce topraklarını Siyonist İsrâillilere sattı ve ülkeyi gönüllü olarak terk ettiler. İsrâilliler de satın aldıkları topraklarda devlet kurdular. Peki bu yalana inananlara soralım: Siz olsaydınız topraklarınızı satar mıydınız?. Elbette hep bir ağızdan; “aslâ satmazdık” diyeceksiniz değil mi?. Peki Dünyâ’da tek şeref-sâhibi ve tek akıllı siz misiniz?. Niçin söz-konusu kişiler Arap, müslüman ve doğu’lu olunca böyle bir düşünceye kapılıyorsunuz?. Bu yalan, emperyâlistlerin, ahmakları ve câhilleri kandırmak için uydurduğu zırvalıklardan başkası değildir. Tabi Arap, müslüman ve doğu’lu düşmanı olan lâik sazanlar da hemen bu yalanlara sarılırlar. Zîrâ Arap, müslüman ve doğu’lu düşmanlığından dolayı buna çok inanırlar yada inanmak isterler. Bu aynen: “Araplar Türkleri akadan vurdu” yalanında olduğu gibidir. Oysa bu yalanı ortaya atanlar Araplara da: “Türkler de dinden-îmandan çıktı” diyerek onları birbirlerinden soğutup birbirlerine düşman ediyorlardı. Böylece ilişkilerini kesiyor ve orta-doğunun yer-altı zenginlikleri de sömürgen emperyâlistlere kalıyordu.   

 

1948 ‘li yıllarda Filistin’de etnik bir temizlik girişimi yapıldığı için Filistinliler topraklarından uzaklaşmak ve ayrılmak zorunda kaldılar. Bu konuda bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Filistinliler topraklarını gönüllü olarak terk etmedi, siyonist güçler tarafından topraklarından etnik olarak temizlendiler ve topraklarından sürülmelerine geniş-çaplı cinâyetler eşlik etti. Bölge sâkinleri siyonist güçler tarafından saldırıya uğradıktan sonra bölgeyi terk etti. 41 olayda bölge-sâkinleri zorla tehdit edildikten sonra bölgeden sürüldü. 90 olayda ise bölge-sâkinleri, başta 1948 Deir Yassin katliâmı olmak üzere siyonist güçlerin diğer bölgelerde gerçekleştirdiği katliamları duyduktan sonra korkudan bölgeyi terk etti. Çünkü kurumlar zayıftı ve yerel lîderler çok az nüfûza sâhipti. Filistinli paramiliter örgütler de siyonist muâdillerine kıyasla zayıftı.

 

Büyük şehirler düştükten sonra kırsal kesimdeki Filistinlilerin morali çöktü, zîrâ siyâsî lîderlik için şehirlere bel bağlamışlardı. Filistinli köylüler kentli orta-sınıfı taklit etti ve korkudan ülkelerini terk etti. Filistinlilerin en büyük göç-dalgası Nîsan ve Hazîran 1948 arasında gerçekleşti. Bunun nedeni büyük ölçüde, siyonist para-militer bir örgüt olan Haganah’ın 1947 paylaşım plânında Birleşmiş Milletler tarafından yahudi devletine tahsis edilen tüm toprakların kontrôlünü ele geçirme projesi olan Dalet Plânı’ydı. Bu durum çoğu Filistinlinin kasaba ve köylerini terk etmesine neden oldu. Filistin şehirlerine, kasabalarına ve köylerine acımasızca saldırarak ve onları yok ederek Dalet Plânı’nı uyguladılar. Siyonist güçlere dirensinler yada direnmesinler, sâkinleri yerlerinden sürüldü”.

 

Şu da var ki, parayla arâzileri satın ala-ala ülkeyi komple satın almak durumu olmuş olsa bile, yapılan bu iş, toprakları satın alanları meşrûlaştırmaz. Çünkü bir ülkeyi parayla satın almak da bir işgâl şeklidir. Bir ülkeyi parayla satın almak düşüncesi de bir şerefsizliktir. Böyle olduğu için toprakları satın alarak bir ülkeye sâhip olmak da normâl ve haklı gösterilemez.

 

Aynen günümüzde (Ekim-Kasım 2023) olduğu gibi. Büyük katliamlar nedeniyle halk zorla topraklarından sürüldü, olay bundan ibârettir. Toprak satma diye bir şey yoktur. Hem toprak ala-ala koca bir devlet-ülke satın alınabilir mi ki!. Satın ala-ala 20.000 km. kare toprağa sâhip olunabilir mi?. Lâikler bu zırvalıklara inanacaklarına, Filistin’in Osmanlı’dan çıkıp İngilizlerin eline nasıl ve neden geçtiğini araştırsınlar. Filistin’in kaderini belirleyen Osmanlı-İngiliz savaşında 7. ordu komutanının kim olduğunu ve niçin cepheyi terk-ederek diğer kolordu ve orduların da durumunu bozduğunu ve yenilgiye neyin sebep olduğunu “resmî olmayan” târihi inceleyerek görsünler.

 

Yine; “Gazzeliler durup-dururken ve sonucunu hiç düşünmeden niçin Aksa Tufânı’nı yaptılar?” ve “İsrâilliler teröristtir ama Gazzeli Hamas da teröristtir” diyenlere de şunu söyleyelim..

 

Gazzeliler durup-dururken değil; “zulme uğrayıp dururken, aşağılanıp dururken, yaralanıp ve ölüp dururken, muhtaç ve âciz duruma getirilip dururken, açık-hava hapishânesinde ezilip dururken, zor ve sıkıntılı bir hayat içindeyken” vs. bu işi yaptılar. Bir-kaç senede verecekleri kayıpları bir ayda vermeyi göze alarak bu işe kalkıştılar. Bin kere ölmektense bir kere ölmeyi göze alarak bu işi yaptılar ve yapmak istediklerini de gerçekleştirdiler. İsrâil’i rezil ettiler. İsrâil devletinin onca teknolojisine rağmen at-arabasıyla rehine aldılar. Aksa Tûfânı’nda ölenler olmuştur, fakat İsrâil’de 16 yaşından büyük herkes asker sayılır ve insanlar büyük oranda da silahlıdır. Zâten Hamas’lı yetkililer “baskında kadınları ve çocukları öldürmedik, onları esir aldık” şeklinde açıklamalar yapmışlardır. Fakat bizim bilmediğimiz bir zulüm de olmuşsa, onu da kabûl edecek değiliz elbette. Mâsumlar kim olursa-olsun her yerde mâsumdur.

 

Yaşanan Gazze-İsrâil savaşı bize bir-çok şeyin sağlamasını yapmış ve bize bir-çok şeyi çok açık ve net olarak göstermiştir. Gazze’nin bize gösterdiklerini sayacak olursak şunları söyleyebiliriz..

 

Gazze bize, İsrâil’in aslında kağıttan kaplan olduğunu, çünkü gerçek ve sonsuz gücün sâdece Allah’a âit olabileceğini göstermiştir. Hz. Mûsâ nasıl ki Firavun’un bilim-adamları olan sihirbazların üstün teknolojisini kuru bir değnek (âsâ) ile yendiyse, Gazzeliler de İsrâil’in üstün(!) teknolojik gücünü pat-pat motorlarla ve eşek arabalarıyla alt etmiştir.

 

Gazze bize, -tüm Dünyâ ile savaştığı için- Dünyâ’daki gerçek askerî gücün ne kadar olduğunu ve sanıldığı kadar da korkutucu olmadığını gösterdi.

 

Gazze bize, tüm Dünyâ bir-araya gelse bile; inanmış, tedbirini almış, hazırlanmış, plân ve programını yapmış ve hiç beklenmeyen bir savunma şekli ve gerilla taktiğiyle mücâdele edenleri yenemeyeceğini bize göstermiştir. Yeterli îmâna, sabra, gayrete, plân ve programa sâhip olanların yenilmeyeceğini yada en azından ezilmeyeceğini ve -sözde- çok üstün güce sâhip olanları korkutup rezil edebileceğini göstermiştir.

 

Gazze bize, bilim ve teknolojinin gücünün de bir sınırı olduğunu, bunların basit araçlarla bile alt edilebileceğini göstermiştir.

 

Gazze bize, modern savaşların, “ne kadar binâ yıkarsan o oranda gâlip görülürsün” sahte düşüncesini oluşturduğunu göstermiştir. Oysa ortada bir bozgun yoktur. Eskiden kılıç-kalkan ile savaşırken taktiği ve sabrı fazla olanlar bir hücum ile karşı tarafı bozguna uğratıp savaş meydanından kaçırınca gâlip gelmiş oluyordu. Şimdi ise “binlerce metre yükseklikten atılan bombalarla ne kadar çok betonarme yapı yıkarsan o kadar güçlü ve gâlip sayılırsın” düşüncesi vardır. Dolayısı ile uçağı olmayanların uçağı olanlara karşı savaşması saçma ve yanlış olarak görülmektedir. Fakat Gazze bu düşüncenin yanlışlığını ortaya koymuştur.

 

Gazze bize, -müslümanlar da dâhil- genel dünyâ insanlarının paraya, eşyâya, maddeye ve güce büyük bir bağlılıkla bağlı ve güce meftûn, râm ve hayrân olduğunu göstermiştir.

 

 Gazze bize, müslüman ülkelerin lîderlerinin, hükümetlerinin ve insanlarının büyük çoğunluğunun ne kadar da duyarsız, korkak, pısırık, yavşak ve şerefsiz olduğunu göstermiştir. Oysa bir-kaç müslüman ülke bir-araya gelip askerî bir atılım yapsa savaş duracaktır.

 

Gazze bize, -müslümanlar da dâhil- insanların kafa ve beden konforlarına ne kadar da alıştığını ve bu konforu zinhar ve ne olursa-olsun bozmak istemediklerini çok net olarak göstermiştir.

 

Gazze bize, modern insanın, -sözde- çok önem verdiği insan hakları, insan değeri, yaşama hakkı vs. gibi sözlerin boş zırvalıklar olduğunu göstermiştir. Gazze bize, hümanizm, demokrasi, temel haklar vs. sözlerin ve kurumların bok kadar bile değeri olmadığını çok net olarak göstermiştir.

 

Gazze bize, Thomas Hobbes şerefsizinin, “insan insanın kurdudur” lafının günümüzde de geçerli olduğunu göstermiştir.

 

Gazze bize, BM’nin, AB’nin, İİT’nın ve ne kadar insan haklarını koruma ve insanı değerli görme kurumları varsa, alayının aslında beş para etmez ve bir güce sâhip olmayan “kâğıt üzerinde kurumlar” olduğunu göstermiştir.

 

Gazze bize, -müslüman (mü’min değil) ülkeler de dâhil- hükümetlerin ve lîderlerin, tüm Dünyâ’yı kontrôl eden ve yönlendiren işte bu küresel güçler olan tâğutlara kul-köle olduklarını onlardan Allah gibi hattâ çok daha fazla korktuklarını çok net olarak göstermiştir.

 

Gazze bize,bir halkın tüm Dünyâ ile tek-başına ve basit araçlarla da savaşılabileceğini ve mücâdele edilebileceğini çok net olarak göstermiştir.

 

Gazze bize: “Tâlût, orduyla birlikte ayrıldığında dedi ki: ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse, artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç alanlar hâriç- onu tatmazsa bendendir’. Küçük bir bölümü hâriç (hepsi sudan) içti. O, kendisiyle berâber îman edenlerle (ırmağı) geçince onlar (geride kalanlar): ‘Bugün bizim Câlût’a ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok’ dediler. (O zaman) muhakkak Allah’a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) dediler: Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir; Allah sabredenlerle berâberdir” (Bakara 249) âyetini tezâhür ettirircesine, aslolanın nicelik değil nitelik olduğunu net olarak göstermiştir.

 

Gazze bize, mü’minlerin bağlı olduğu İslâm hâriç, Dünyâ’da (ehl-i kitap da dâhil) hiç-bir dînin, inancın, ideolojinin, felsefenin, sistemin, söylemin, akımın, ülkenin, devletin, lîderin, bilimin, teknolojinin ve modernitenin aslında hiç vicdânı, merhâmeti ve kâlbi olmadığını, hakkı ve hakîkati umursamadığını, Allah ve âhiret korkusu olmadığını, dîni-îmânı takmadığını, söylediğim tüm bu şeylerin beş para etmez şeytan îcâdı olarak görüldüğünü, bunların hiç-bir yaraya merhem olamayacaklarını hattâ yaralı parmağa bile işemeyeceklerini, bunları savunanların ve bunlara bağlı olanların da ne kadar câhil, aptal, ahmak, kâfir, müşrik, münâfık, zâlim ve şerefsiz olduklarını göstermiştir.   

 

Gazze bize, tüm hükümetlerin ve insanların, Dünyâ’yı yöneten bir-kaç âilenin kulu, kölesi ve köpeği olduğunu, herkesin onlara maddî ve ekonomik anlamda bağlı ve bağımlı yâni mahkûm olduğunu, böylece aslında herkesin onlara taptığını ve -bırakın Gazze’yi korumak ve savaşı durdurmak için yola çıkmayı- onlardan izin almadan sıçmaya bile gidemeyeceklerini göstermiştir.

 

Gazze bize, -müslümanlar da dâhil- insanların Allah’tan ve âhiretten değil, işte bu küresel sermâyedarlardan korktuklarını ve aslında Allah’a değil, bilim-teknoloji ve para üzerinden bu kişilere taptıklarını göstermiştir.

 

Gazze bize, modern- bilim ve teknolojinin özünde zâlim ve Allahsız olduğunu gösterdi.

 

Gazze, “ateş (yâni bomba) sâdece düştüğü yeri yakar” sözünü gözümüze-gözümüze sokmuştur-sokmaktadır.

 

Yine Gazze bize, İslâm’ın “boş laflar antolojisi” olmadığını, sâdece lafla ve sözle bir şeylerin değişmediğini ve değişmeyeceğini, sâdece lafla en küçük bir yaraya bile merhem olunamayacağını, İslâm’ın bilgi-bilinçten sonra amel ve eylem dîni olduğunu, hattâ amele ve eyleme dönmediğinde ve amel ve eylem olarak gözükmediğinde İslâm’ın “dinlerden bir din” ve “Kur’ân’ın da “kitaplardan bir kitab”a dönüşeceğini ve hiç-bir zarârı def edemeyeceği gibi hiç-bir yarârı da ortaya koyamayacağını çok net olarak göstermiştir.  

 

Gazze bize, insan ne kadar âlimse Kur’ân’ı o kadar fazla anlayacağını fakat uygulamak için âlim olmaya gerek olmadığını göstermiştir. Gazze bize, artık herkesin âlim olduğunu ama hiç kimsenin mücâhit olmadığını ve olmak da istemediğini göstermiştir-göstermektedir. 

 

Gazze bize, Kur’ân’ı sâdece “okuma kitabı” yapmanın (iç-âlemlerde bâzı neşeler oluştursa ve zihinsel orgazmlar sağlasa da) amel-eylem anlamında ortaya bir şey konulmadığında dış-âlemde hiç-bir işe yaramayacağını, acıları gideremeyeceğini hattâ mâsumlara doğru gelen bir kurşunu bile sektiremeyeceğini, yıkıntıların ortaya çıkardığı tozlara bile engel olmayacağını çok net olarak göstermiştir.

 

Gazze bize, İslâm’ın sâdece ilim işi olmadığını, ilim ve amel birlikte olmadığında rezilliğin, zulmün ve mazlûmiyetin kaçınılmaz olduğunu göstermiştir.

 

Gazze bize, fil-dişi kulelerde masa-başında oturarak “çözüm”ü hiç düşünmeden “çözümleme” yapmanın boş ve boktan bir iş olduğunu, bilgiyi arttırmanın, akla çok önem vermenin, yeni düşünceler ve fikirler üretmenin, yeni yazılar, makâleler, kitaplar yazmanın, sükseli laflarla süslenmiş ve artist-artist tavırlarla kabara-kabara konuşmalar yapmanın bok kadar bile bir değerinin olmadığını, okumayı, yazmayı, konuşmaları, kitap, dergi ve yazıların sayısını arttırmanın, amel-eyleme dönülmediğinde hiç-bir anlamı ve yararı olmadığını çok net olarak göstermiştir. 

 

Gazze bize, Kur’ân ve Peygamber hakkında -sözde- doğruyu bulmak için yapılan çalışmaların, sapkınlığı, adâletsizliği, küfrü, şirki ve en önemlisi de zulmü önlemede hiç-bir yarârının olmadığını göstermiştir-göstermektedir.

 

Gazze bize, Peygamberimiz’den sonra ortaya çıkan, mezhep, meşrep, târikat, tasavvuf, cemaat, cemiyet, parti, grup, hizip vs. hiç-bir akımın Peygamberimiz ve sahabe gibi İslâm’ı idrâk edip de o idrâk ile amel-eylem ortaya koyamadığını ve koyamayacağını çok net olarak göstermiştir-göstermektedir.

 

Gazze bize, İslâm’ın, Kur’ân ve vahye göre ortaya konulmuş “en ideâl davranış modeli” olan ve Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği Sünnet dışında hiç-bir düşünme biçimiyle idrâk edilemeyeceğini ve bu nedenle de bir hareket ortaya koyamayacağını, bu-bağlamda Kur’ân’ın târihselci, modernist, bilimsel, hadisçi-gelenekçi ve şeytan-işi pislik din-dışı diğer düşüncelerin domuz boku kadar bile bir değerinin olmadığını çok net olarak göstermiştir.

 

Gazze bize, Kur’ân’ın en iyi şekilde, kelimelerini didiklemekle değil, gereğini yapmakla idrâk edilebileceğini net olarak göstermiştir. Gazze bize, İslâm’ın ilim ve amel olduğunu ve ancak bu ikisi birlikte olursa iki kanatlı olarak uçulabileceğini, aksi-hâlde tek kanatla hareket bile edilemeyeceğini göstermiştir.  

 

Gazze bize, aslında dîni sınırlayarak insanların îmânını, güvenini, takvâsını, samîmiyetini, amel ve eylemini azaltan DİB gibi kurumların ancak lâik-seküler devletlerin uşaklığını yaptıklarını ve amel-eylem noktasında bir hareketinin olmadığını ve hattâ öyle bir niyetinin de bulunmadığın göstermiştir. 

 

Gazze bize, sürekli olarak -başta Emevi ve Abbâsi olmak üzere- orta-çağda kurulmuş olan devletlerin İslâm’ı ne kadar da bozduğunu, İslâm’ı yozlaştırdığını, bugünkü hâl-i pür melâlimizin sebebinin bu olduğunu söyleye-dursun, hem bu devletlerin, zamanlarının süper güçleri olduğunu ve bu yüzden de hiç kimsenin müslümanları Gazze’deki gibi aşağılayamadığını ve hiç-bir gücün de müslümanlara zulmedemediğini göstermiş, hem de Emevi-Abbâsi’ye (bir-çok konuda haklı da olarak) yaptıkları eleştirilerden fırsat ve zaman bulup da, modern sistemlere, ideolojilere, ABD’ye, AB’ye ve diğer tâğûtî devletlere ve güçlere, yada en azından İsrâil’in zulümlerine hiç-bir eleştiri getir(e)mediklerini ve onları sorgulamaya mâbadlarının ye(t)mediğini çok net olarak göstermiştir.    

 

Gazze bize, gerçek bir kahramâna olan ihtiyâcı göstermiştir. Elini taşın altına koyacak ve masaya yumruğunu vuracak kerîm öfkelere sâhip ve kararlı bir lîder, önder, imam vs. olmadıkça birilerinin harekete geçmesinin mümkün olmayacağını ve zulmün önüne geçilemeyeceğini göstermiştir.  

 

Gazze bize, başta İsrâil olmak üzere Dünyâ’daki süper güçlerin(!) “sözde güçler” olduğunu, aslında onların öyle çok da bir güçlerinin olmadığını ve sünnetullah gereğince de olamayacağını, onların güçlerinin propagandadan kaynaklandığını göstermiştir. Bunların “kağıttan kaplan” olduğu ortaya çıkmıştır. Zâten bunlar hep, uçağı, hava savunma sistemleri, gerekli silahları bulunmayan, askerî bakımdan yeterli donanıma sâhip olmayan ülkelere saldırırlar ve onların tepelerine 2.000 metre yüksekten bomba atarak ve evlerini yıkarak, bir de bunları kameraya çekip tüm Dünyâ’da yayınlayarak kendilerinde sanki çok üstün bir güç olduğunun propagandasını yapıyorlar. Şimdiye kadar güçlü ve askerî bakımdan tam donanımlı ve arkasında destekçisi de olan bir ülkeye saldırmadılar ve onları yenmediler ki!. Onlar aynen, nerede zayıf, çelimsiz ve güçsüz adam varsa onları döven ama güçlü-kuvvetli bir adamla kavga ettiği görülmemiş olan eski kabadayılar gibidirler.

 

Fakat yaptıkları propaganda işe yaramakta ve birilerini fenâ hâlde korkutmaktadırlar ve bu korkaklar bunlarda çok-çok üstün bir güç olduğu vehmine kapılmaktadır. Bir zamanlar bir tartışma sırasında ABD ve İsrâil’e hayrân olanlardan birisi bana; “İsrâil istese Türkiye’yi iki saatte haritadan siler” demişti. Oysa o zamandan bu yana askerî alanda daha çok güçlenen İsrâil daha tek bir şehir büyüklüğündeki Gazze’yi, değil iki saatte, iki ayda bile ele geçiremedi. Hattâ belki de ele geçiremeden yenilip rezil olup çekip gidecektir. Bunlar, askerî açıdan hazır ve insan olarak da kararlı olan hiç-bir ülkeyi-devleti yenemezler ve üstünlük sağlayamazlar. Bunu Gazze bize çok açık ve net şekilde göstermiştir. 

 

Gazze bize, üretilen onca düşüncenin, yapılan onca konuşmanın, yazılan onca kitap, dergi ve yazıların mazlumlara gerçek bir faydasının olmadığını göstermiştir. Bu-bağlamda amel-eylemin yâni “yapma”nın bilmekten çok daha üstün olduğunun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Zîrâ üretilen onca düşüncenin, yapılan onca konuşmanın, yazılan onca kitap, dergi ve yazıların mâsum ve mazlumlara hiç-bir faydası olmamış hattâ mâsum ve yaralı çocukların başlarını bile sıvazlayamamıştır.

 

Gazze bize, Kur’ân’ı arapçasından “anlamadan” okumakla ve okuyanlarla, türkçesinden “anlayarak” okumanın ve okuyanların arasında bir fark olmadığını göstermiştir. Zîrâ iki kesim de “etkili bir şey yapma” anlamında bir şey ortaya koymamışlardır ve iki kesim de sâdece seyretmektedir. İki kesim de etkili bir şey yapmadıkları gibi böyle bir niyetleri de yoktur. Kur’ân’ı “anlayarak” okumanın da, anlamayarak okumak gibi  “harekete geçirici” olmadığı görülmüştür. Zîrâ tam bir teslîmiyetle teslim olan mü’min sayısı çok azdır.

 

Gazze bize, Allahsız lâik, seküler, demokratik modern sistemlerde her zaman “güçlülerin” haklı ve hâkim olduğunu ve olacağını göstermiştir.

 

Gazze bize, İslâm’ın yanına konulan; “bilimsel İslâm, sosyâl İslâm, kapitâlist İslâm, modernist İslâm, geleneksel İslâm, Türk-İslâm vb. gibi sentezlerin hiç-bir anlamının, öneminin ve faydasının olmadığını çok net olarak göstermiştir. Gazze bize, İslâm’ın “Kur’ân ve Sünnet demek olduğunu, İslâm’ın da ancak Kur’ân ile bilineceğini ve Sünnet örnekliğine göre eyleme dökülebileceğini, İslâm’ın da zâten bu olduğunu göstermiştir.

 

Gazze bize, “ey îman edenler!; îman ediniz” âyetini hatırlatmaktadır. Zîrâ mevcut îmanlar kişiyi harekete geçirmiyor yada etkili şeyler yapmasına neden olmuyor.

 

Gazze bize, -bâzı istisnâlar hâriç- genelde tüm dünyâ, özelde ise müslüman ülke lîderlerinin ve insanlarının, ağızlarını bile açmaktan korkan birer korkak olduklarını gösterdi.

 

Gazze bize, zulmü kaldırmak ve zulmü cezâlandırmak için “öküzün trene baktığı gibi” bakıp durmanın hiç-bir yararının olmadığını, zulmü ve zâlimi def etmek için gayretli bir fizikî mücâdelenin şart olduğunu göstermiştir.

 

Gazze bize tek-başına sâdece “îman ettim” demenin yeterli olmadığını: “İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2) ve îmânın gereğini yerine getirmekçe hiç-bir kötülüğün ve zulmün ber-tarâf edilemeyeceğini göstermiştir.

 

Gazze bize, sâdece “inandık” demekle işin bitmediğini ve kuru-kuruya îman ettim” demekle bir sorunun çözülemeyeceğini göstermiştir. Gazze bize, öncekilerin başına gelenlerin benzerinin bizim de başımıza gelmeden cennete giremeyeceğimizi göstermiştir.

 

Gazze bize, kâfir kimmiş, müşrik kimmiş, münâfık kimmiş ve zâlim kimmiş açıkça göstermiştir.

 

Gazze bize, birilerinin Allah aşkı ve insan sevgisi içinde oldukları söylemlerinin ne kadar da yalan ve içi boş bir zırvalık olduğunu göstermiştir. “Aşkın ve sevginin gücü” denilen şeyin mâsumlara ve mazlumlara çâre olmadığını ve hiç-bir zaman da olmayacağını göstermiştir.

 

Gazze bize, gavs, gavsûl âzam, kutup, kutbûl aktap, evliya, veli, efendi, mele, mütref vs. gibi -sözde- kâinâtı elinde tespih gibi çeviren zâtların aslında osuruğunu bile tutamayan yavşaklar gürûhu olduğunu çok net olarak göstermiştir. Gazze bize, bunların değil kâinâtı ellerinde tespih gibi çevirmesi, daha çişlerini tutamayan ve donlarını bile toplamaya güçlerinin olmadığı âciz mahlûklar olduğunu çok net olarak göstermiştir.

 

Gazze bize, Gazze’nin ağır mazlûmiyetine rağmen Mehdinin hâlen çıkmamış olmasının nedeninin, mehdi diye bir şeyin de “mehdinin gelmesi” diye bir şeyin de olmadığını ve hiç-bir zaman da olmayacağını-gelmeyeceğini göstermiştir. Çünkü şimdi değilse ne zaman gelecektir?.

 

Gazze bize, “İslâm’da savaş sâdece savunma savaşıdır, İslâm’da saldırı savaşı yoktur” diyen “kelekler”in söylediklerinin ne kadar boş laflar olduğunu göstermiştir. Üstelik bu keleklerin, mükemmel bir savunma savaşı örneği olan Gazze Savaşı için müslümanları Gazze’ye destek olmaya çağırmamakla korkaklıkları, ciddiyetsizlikleri ve münâfıklıkları ortaya çıkmıştır. 

 

Gazze bize, “muâsır medeniyet” denilen batı’lı toplumlara âit olan sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî ve siyâsî düşüncelerin, söylemlerin ve uygulamaların, gerçek anlamda “tüm insanlık için” derde devâ ve hiç-bir yaraya merhem olmadığını ve olmayacağını göstermiştir.

 

Gazze bize, müslümanlar da dâhil, hümanist, liberâl, demokratik ve sözde barışçı sistemleri savunanların aslında üç maymunu oynadıklarını ve böylece maymunlaştıklarını ve domuzlaştıklarını göstermiştir-göstermektedir.

 

Gazze bize, “insan hakları” denen her-şeyin kâğıt üzerinde olduğunu, kâğıt üzerinde olan ve eyleme dökülmeyen bir şeyin ise hiç-bir faydasının olmadığını-olmayacağını göstermiştir. 

 

Gazze bize, kınamanın ölüm ve zulüm noktasında hiç-bir şeye yaramadığını, kınamanın sonunun “kına yakmak” olduğunu gösterdi.

 

Gazze bize, bir kötülüğün ve bir zulmün güzellikle, sevgiyle, anlaşarak, uzlaşarak, kırmadan ve dökmeden düzelmesinin söz-konusu bile olmadığını ve olamayacağını göstermiştir. Zâten insanlık-tarihinde şirkin, küfrün, adâletsizliğin, eşitsizliğin, ahlâksızlığın, kötülüğün, çirkefliğin, zulmün vs. güzellikle, sevgiyle, anlaşarak, uzlaşarak, kırmadan ve dökmeden düzelebileceğinin tek bir örneği bile yoktur. Sâdece Hz. Yûnus’un ikinci görev yerinde tebliğ ve dâvet işe yaramıştır ama onlar da zulmün geleceğini anlamış ve görmüş olduklarından dolayı îman etmiş olsalar gerektir. Çünkü işin ayrıntısını bilmiyoruz.

 

Gazze bize, müslümanların Kur’ân’ın emirlerini yerine getirmeye hiç niyetlerinin olmadığını, çünkü yazının başındaki apaçık âyetin gereğini yerine getirmek düşüncesinin bile onları ürpertip dehşete düşürdüğünü, bu nedenle de bu tarz âyetleri yorumladıkça-yorumlayarak başkalaştırdıklarını, böylece müslümanların, dîni âhirete, kâlplere, vicdanlara, masa-başına, dört-duvar arasına ve ilme indirgediğini göstermiştir.

 

Gazze bize, müslümanların, Allah’ın şu uyarısına rağmen: “Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85) âyetinin de işâret ettiği gibi, Kitab’ın yarısını kabûl edip de diğer yarısından vazgeçtiklerini göstermiştir.

 

Gazze bize, aslında işgâl edilen yerin “tüm Dünyâ” olduğunu, Gazze dışında tüm Dünyâ’nın işgâl edilmiş olduğunu gösterdi. Tüm Dünyâ’nın kâlbinin, rûhunun, zihninin, beyninin, dilinin ve elinin işgâl edildiğini gösterdi.

 

Gazze bize, bir köpek yada kedi yaralandığında yada öldüğünde kıyâmetleri koparanların, kâlplerinde ve vicdanlarında insanlara karşı bir merhâmetin, vicdânın ve acımanın olmadığını göstermiştir. Zîrâ bir kedi yada köpek için ortalığı velveleye veren insanlar, yarısı çocuk-bebek olan 20.000 insanın ölmesine karşı bir tepki göstermiş değildirler.

 

Gazze bize, “akıl-çağı” denilen bu çağda, insanların aklı fazla yücelttikleri ve hattâ aklı ilahlaştırdıklarından dolayı vicdanlarını, merhâmetlerini ve duygularını kaybettiklerini göstermiştir. Zîrâ akla gereğinden fazla önem verilince bu duygular azalmış yada bitmiştir. Zâten akla fazla yönelenlerde ve onu aşırı yüceltenlerde “duygu”lar birer zaaf olarak görülmeye başlanır.

 

Gazze bize, birilerinin, modernizmin etkisinde kaldıkları için akıl-merkezli bir düşünce içinde olduklarını, resmî yâni yalan-merkezli târihlerden öğrendiklerine göre tutum takındıklarını, bu-nedenle de câhilce ve ahmakça, “Filistinlilerin, zamânında akıllarını kullanmamalarının cezâsını çektiklerini” düşündükleri için tepkisiz ve duyarsız kaldıklarını göstermiştir.

 

Gazze bize, yine, vahiyden vazgeçip felsefeye ve kâlpten vazgeçip akla yönelenlerin, eskiden Gazze için söyledikleri ve yaptıklarına karşı “reddi mîras” yaparak, bugün yapılan zulme karşı Gazze lehine bir yorum bile yapamayacak duruma geldiklerini göstermiştir. Bu, felsefeyi ve aklı merkeze alanların “şerefsizleşme temâyülü”dür.  

 

Gazze  bize, barışın, iyiliğin, adâletin, eşitliğin, hakkın ve hakîkatin ikâmesinin sâdece bâzı çözümlemeler yapmakla olmayacağını, kafa ve beden konforunu bozmadan bunların hayatta hâkim duruma getirilemeyeceğini, “konfor içinde kendinden geçmiş” olanların ise acıyı, gözyaşını, feryâdı, çığlığı, yalvarışları ve haykırışları duyamayacağını ve göremeyeceğini göstermiştir. Konforun sarhoşluğu içinde olanların ana-gündemi Gazze değildir.

 

Gazze bize, uluslar-arası hukuk ve kânunların hiç-bir karşılığının olmadığını göstermiştir.

 

Gazze bize, insanların  kâlplerinin “ran” ile paslandığını ve artık taş kesildiğini göstermiştir.

 

Gazze bize, kameralar aracılığı ile gösterilenlerin vicdâna ve kalplere pek de dokunmadığını, kameradan görülenlerin daha çok “nefislere yönelik” olduğunu göstermiştir.

 

Gazze bize, post-modernizm, post-truth, metaverse ve yapay-zekânın insanları gerçeklikten ne kadar kopardığını-kopartabileceğini, insanları duyarsızlaştırdığını çok net olarak göstermiştir. Gazze bize, modern insanın acıları ve mazlûmiyetleri bir film izler gibi izlemelerinin nedeninin, modern-bilim, teknoloji ve modernizm zihniyetinin “kâlpleri taşlaştırmış olması” olduğunu göstermiştir.

 

Gazze bize, bir futbol maçın için toplananların, mâsum bebeklerin ölümlerini protesto etmek için toplanmadığını zîrâ modern insanın neredeyse tamâmının şeytanın, nefislerin ve tâğutların ellerinde ve güdümünde birer oyuncağa ve birer robota dönüşmüş “hayvandan daha aşağı” mahlûklara dönüştüklerini göstermiştir.

 

Gazze bize, İsrâil’in, “AB ve ABD’nin ileri karakolu” olduğunu vebu yüzden onlar tarafından nasıl da desteklendiğini ve destekleneceğini göstermiştir.

 

Gazze bize, modern insanın ve küresel şeytanların, yumurtalarını pişirmek için Dünyâ’yı bile yakabileceklerini göstermiştir.

 

Gazze bize, modern insanın mâneviyatını kaybettiğini ve tümüyle maddiyata değer ve önem verdiğini hattâ onu ilahlaştırdığını göstermiştir.

 

Gazze bize, aslında kağıttan kaplan olan ama modern insan tarafından olağan-üstü güçlere sâhip olanların güçlerinin sâdece kadınlara, çocuklara, bebeklere, hastalara ve yaşlılara yettiğini-yeteceğini göstermiştir. Kassam Tugayları ise ilk günkü gibi ayaktadır.

 

Gazze bize, tüm Dünyâ’ya karşı ortaya konan bir direnişin, insanları nasıl da etkileyip müslüman olmalarına neden olabileceğini göstermiştir.

 

Gazze bize, insanlığın iflâs etmiş olduğunu çok net olarak göstermiştir. Artık her-şey yeniden düşünülmeli ve yorumlanmalıdır.

 

Gazze bize, Kur’ân’daki: “Ey îman edenler!; yahudi ve hristiyanları dostlar (velîler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edînirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet vermez” (Mâide 51) âyetinin nasıl da tezâhür ve tecelli ettiğini göstermiştir. .

 

Gazze bize daha neler-neler göstermiştir ve göstermektedir ki, bunları anlatmaya sayfalar da kitaplar da yetmez.

 

Gazze olayı genel anlamda tüm dünyâ insanlarının, özel anlamda ise müslümanların “bitmişliğini, âcizliğini ve onurunu, haysiyetini ve şerefini kaybederek insanlıktan ve müslümanlıktan çıktığını göstermiştir-göstermektedir.

 

Gazze bize yüreğin ve teslîmiyetin, akıldan da bilgiden de daha üstün olduğunu çoook net olarak göstermiştir ve göstermektedir.

 

Gazze bir “mîlad” olmuştur ve eskiden anlamlı görülen her-şey artık anlamsızlaşmıştır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

 

Devamını Oku »

İhtirasların Esiri Olmak

 

“Andolsun, onları hayâta karşı (diğer) insanlardan ve şirk koşanlardan (bile) daha ihtiraslı bulursun. (Onlardan) her-biri bin yıl yaşatılsın ister; oysa bunca yaşaması onu azaptan kurtarmaz. Allah, onların yapmakta olduklarını görendir” (Bakara 96).

 

İhtiras: “Aşırı güçlü istek, hırsla istemek” anlamındadır. Arapça ḥrṣ kökünden gelen iḥtirāṣ “şiddetle isteme, arzulama” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça ḥaraṣa “şiddetle istedi, arzuladı” demektir.

 

İhtiras “hırs”la alâkalıdır ve hırsın zıddı olan takvâ azaldıkça hırs, dolayısıyla ihtiras artar. İhtiras sınırı olmayan bir şeydir. Aslâ tatmin olunmaz ve istemenin sonu bir türlü gelmez. Bu nedenle Allah: “Malı ‘bir yığma tutkusu ve hırsıyla’ seviyorsunuz” (Fecr 20) der.

 

İnsan tek-boyutlu bir varlık değildir. Onun bir de iç-âlemi vardır ve onun da tatmin edilmesi şarttır. Aksi-hâlde insan dışta da tatminsiz ve ihtiraslı biri hâline gelir. İç-âlemin tatmini ise ancak Allah’ın sözü olan Kur’ân ile olabilecek bir şeydir. Çünkü: “Kâlpler ancak Allah’ın zikri ile tatmin bulur” (Ra’d 28).

 

İçteki boşluğun dıştaki bir şeyle doldurulabilmesi mümkün değildir. Zâten ihtirâsı arttıran da budur. İç-âlem sürekli olarak boşlukta kaldığı için dışarıdan tamponlamakla bu boşluk kapatılmak isteniyor ama iç boşluk ancak Allah’ın vahyi ile dolabileceğinden dolayı iç boşluk günden-güne büyüyor. Bu da kişiyi “bâri dışarıyı tatmin edeyim” diyerek  dıştakine sâhip olmaya yöneltiyor. Lâkin bunun bir sonu olmadığından dolayı bu düşünce ihtirasların başlamasına ve gün geçtikçe çoğalmasına neden oluyor. 

 

En ağır kölelik, “ihtirasların kölesi” olmaktır. Modern insan, ihtirasları tarafından kuşatılmış ve köle hâline getirilmiş durumdadır. İnsanlar târih boyunca şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından “arzularından ve ihtiraslarından” yakalanmışlar ve vurulmuşlardır. Şeytan, Âdem ve Havvâ’yı bile ihtiras ile yakalamış ve onları “yok olmayacak bir mülk” ile ayartmıştır,

 

Aslında ihtiraslar arttıkça ihtiyaçlar fazlalaşır. Çünkü madde, ihtiyaçları gerçek anlamda giderebilecek bir özellikte değildir ve ancak geçici bir süreliğine tatmin eder. Zâten maddeye ve eşyâya olan bağlılığın ve düşkünlüğün sebebi, eşyânın ve maddenin fâni olmasından dolayı bitip gitmesi ve yenisine ihtiyaç duyulmasıdır. Maddeye ve eşyâya ihtiyaç duyulması doğal ve normâldir elbette. Normâl olmayan, ihtiyaçların ihtiras hâline gelmesidir. Çünkü ihtiras bir kere başladığında insanı esir eder ve yozlaştırır. Çünkü gerçek olmayan ihtiyaçlar ihtirâsa döndüğünde insanı yozlaştırmaya başlar. Bu nedenle ne kadar çok şeye ihtiyaç duyarsanız o kadar çok yozlaşırsınız. Modern dünyânın hâl-i pür melâlinin sebebi bundandır.

 

İhtiyâca göre değil de ihtirâsa göre olan tüketim, bereketi de kaçırır. Çünkü bereket çok olanda ve hırsta değildir. Hattâ çoğaldıkça berekette azalma olur. Çünkü fâni olan şey ne kadar çok olursa o oranda azalmaya da başlar. Oysa az olduğunda herkes tarafından paylaşılmış olacağından dolayı bir artış olarak gözükür. İhtiyâcı kadar kullananlar bunu fark ederler. İhtiras sâhipleri ise şeytan ve nefisleri tarafından sürekli olarak kandırıldıkları için, bitmeyecek, tükenemeyecek ve yok olmayacak oranda şeye sâhip olmaya çalışırlar ve bunun için hırsla isterler. İşte ihtirasların esîri olmak budur.   

 

İhtiras, yâni maddeye karşı olan hırs, insanların etrâfına bir yalan ve sahtecilik duvarı örmekte ve insanların hakkı ve hakîkati anlayıp kavramasını engellemektedir. Bu ise iç-âlemi boşlukta bırakmakta ve iç-âlemi bomboş olanlar mecbûren dış-âlemi irileştirme yoluna koyularak ihtiras peşine düşmektedir. 

 

İhtiras, insanların en kadim ve onulmaz hastalığıdır. Birileri ihtirasları yüzünden hep pastanın çoğunu almak istemiştir. Bunun için hiç olmayacak kötülükleri ve zulümleri bile işlemekten kaçınmamışlardır. Başta peygamberler olmak üzere iyi insanlar bu azınlığın ihtiraslarını önlemek ve adâleti ve eşitliği sağlamak için uğraşmışlardır. Zîrâ Dünyâ’daki adâletsizliğin, eşitsizliğin, merhâmetsizliğin, vicdansızlığın, şirkin, küfrün, ahlâksızlığın ve zulmün nedeni hep ihtiraslar ve ihtiraslarının esîri olmuş olanlardır. Bu uğurda adâleti ve eşitliği sağlamaya çalışanlardan biri de Halife Ömer bin Abdülaziz olmuştur. Halife seçildiği gün, mensubu bulunduğu Emevi hânedânının kodamanlarına şöyle der: “Hesap ettim, Muhammed ümmetinin tüm servetinin üçte ikisi sizin elinizdedir. Bu böyle yürümez”. Fakat ihtiras sâhipleri ihtirasları nedeniyle vazgeçmeyi zinhar kabûl etmeyecekleri için Emevi kodamanları Ömer bin Abdülaziz’i adâleti sağlayamadan zehirleyerek öldürmüşlerdir.

 

Bu durum günümüzde de sürmektedir ve Dünyâ’daki tüm sorunların nedeni ihtiras sâhiplerinin bitmek bilmeyen ve gün geçtikçe artan ihtiraslarıdır. Üstelik tüm insanları da ihtiraslı yapmaya çalışmaktadırlar. Bunu düzeltmek öyle güzellikle, konuşarak ve anlaşarak olacak şey değildir. Serveti ve gücü elinde tutan ve bunu sürekli olarak ihtiraslarını karşılamak için kullanan küresel güçleri etkisiz hâle getirmedikçe adâlet ve eşitlik sağlanamayacak ve Dünyâ’ya huzûr gelmeyecektir. Çünkü ihtirasları söndürmek lafla-sözle olabilecek bir şey değildir. Zîrâ insanın gözünü ancak bir parça toprak doyurabilir. O-hâlde ihtiras sâhibi küresel güçleri topraklaştırmak gerekir.

 

Unutmayın ki, ihtiraslarınız ihtiyaçlarınız değildir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

 

Devamını Oku »

Allah’a Din Öğretmek

 

“De ki: Siz Allah’a dîninizi mi öğreteceksiniz?. Oysa Allah, göklerde ve yerde olanları bilir. Allah, her-şeyi bilendir(Hucurât 16)

 

İnsanlık-târihi “Allah’a din öğretme”nin târihidir desek yeridir. Kanımca yukarıdaki âyet tüm peygamberlere gelen vahiylerde vardı. Çünkü insanlar Allah’ın indirdiği ve peygamberler aracılığı ile öğrettiği dîni beğenmeyip uygulamadıkları için, o psikolojiyle kendilerine gelen dîni yorumlaya-yorumlaya tahrif ederek yeni ve bambaşka bir din ortaya çıkarmışlar ve bu dîni de yeniden, Allah’a, peygamberlere ve insanlara öğretmeye kalkmışlardır ki bu tüm zamanlarda olduğu gibi günümüzde de aynen yapılmaya devâm etmektedir.   

 

Tüm peygamberler dîni Allah’tan öğrenmişler ve insanlara da “Allah’ın dînini” öğretmişlerdir. Bu konuda tek bir âyeti bile göz-ardı etmedikleri gibi, Allah’ın dîninden başkasını da öğretmeye kalkmamışlardır. 

 

Peygamberlerin gönderildiği toplumlar, kendilerine öğretilen dîni çok iyi anlamışlar fakat işlerine gelmediği ve çıkarlarına uygun düşmediğinden dolayı benimseyip de uygulayamadıkları için vahyi aşırı yorumlama ve te’vil etme yoluna girmişlerdir. Fakat yorumun ve te’vilin sonu bir türlü gelmediğinden dolayı din zamanla başkalaşmış ve değişmiştir. Zâten sürekli yeni peygamber gönderilmesinin nedeni de bu olmuştur. Peygamberler, dîni net olarak ortaya koymuş ve en ideâl şekilde uygulayarak hakkı ve hakîkati ortaya koymuşlar yada bunun için çalışmışlardır.    

 

Allah’ın öğrettiği din’de bilmek, amel etmeyle kemâle ulaşan ve tamamlanan bir süreçtir. Peygamberimiz bu nedenle: “Siz bildiklerinizle amel ederseniz, Allah size bilmediklerinizi öğretir” demiştir. Fakat dîni “olduğu gibi” kabûl edip de amel etmeyenler, şeytana, nefislerine ve tâğutlara göre yorumladıkları dîni dönüp Allah’a öğretmeye kalkıyorlar. Dîni benimseyip de bir türlü kabûl edemeyenler, Allah’a din öğretmeye kalkıyorlar. Bunu da mecbûren Peygamber’i eleştirmek ve yok saymak üzerinden yapıyorlar. Zîrâ Allah’ın öğrettiği din sâdece söz ile öğretmek ile değil, Peygamber’in örnekliği ile “uygulayarak göstermek” ile yapılıyor ve tamamlanıyor. Allah, dînini, indirdiği vahiy ile insanları bilgilendirip bilinçlendirmek ve gönderdiği peygamberler ile de uygulatarak öğretiyor. Böylece uygulayarak öğretilince insanlar dîni daha iyi benimseyip aynı uygulamayı devâm ettiriyorlar ve artık zamanla bu davranışlar meleke hâline gelip nesiller boyunca devâm ediyor.

 

İşte Allah’a din öğretmeye kalkanlar da bundan rahatsız oluyorlar. Çünkü ortada tamamlanmış ve uygulanmış bir din vardır ve üstelik Allah bu uygulamaya “en güzel örneklik” diyor. Uygulama yoruma açık olmadığı için de dîne ilâveler, çıkarımlar ve olmadık yorumlar yapmak mümkün olmayınca, Allah’a din öğretmeye kalkanlar mecbûren, “güzel örneklik” denilen Sünnet’i göz-ardı ederek iptâl etmek yoluna giriyorlar. Sonunda da ortada sâdece Kur’ân kalıyor. Kur’ân ise bir “kitap” olduğundan ve her kitap gibi okunup yorumlanmaya açık olduğundan dolayı onu laf ebeliği ile, beyin fırtınası ile ve çeşitli akıl yürütmelerle, şeytanın da fısıldamalarıyla yardım etmesinin sonucunda farklı yorumlar yaparak istedikleri hâle getiriyorlar.

 

Bunun niçin yapıyorlar?. Çünkü uygulamayla da en ideâl şekilde ortaya konulmuş olan Kur’ân’ı “olduğu gibi” kabûl etmek çeşitli nedenlerle işlerine gelmiyor. Birilerine yaranmak, din’den daha çok mevcut zamâna, mekâna, lîdere, mezhebe, meşrebe, târikâta, hizbe, cemaate, gruba, benimsedikleri ideolojilere, çıkarlara, düşmanlığa vs. çeşitli nedenler yüzünden bu yola koyuluyorlar. Günümüzde bu en çok, lâik, seküler demokratik, liberâl, feminist, milliyetçi, komünist, sosyâlist, kapitâlist, ideoloji ve sistemler uğruna ve de en ziyâde “modernizm ve modern-bilim ve teknolojiye aykırı düşerim” korkusuyla yapılıyor. Tabi bu en çok ve bâriz şekilde, moderniteye meftûn, râm ve hayrân olmuş olan ve tasavvur ve düşünceleri din ile değil de bu şeytânî ideoloji ve sistemler tarafından belirlenmiş olan akademisyenler tarafından yapılıyor.  

 

İslâm sâdece ilim değil, ilim ve ameldir. Bu nedenle Allah peygamberler gönderir ve onları, indirdiği vahyi ete-kemiğe büründürmekle görevlendirir. Böylece İslâm ilim ve amel olarak en ideâl şekilde ortaya konulmuş olur. Son 150 yıl öncesine kadar bu durum devâm etmiş ve bir sorun ortaya çıkmamıştır. Fakat Allah’tan, âhiretten, peygamberlerden, din’den ve vahiyden koparak oluşturulan bambaşka bir sistem ve din olan Modernizm ile birlikte her-şey değişmeye başlayıp da mekân çok farklılaşınca ve de buna göre düşünceler ve eylemler de değişlince, Kur’ân’ın da bu zaman ve mekâna uygun olmadığı görülünce, modernizmin ağır baskı ve kuşatması altında ezilen bâzı ezikler Kur’ân’ı moderne uygun yorumlamaya kalkmışlar ama Kur’ân uygulama yâni Sünnet ile sâbitlenmiş olduğundan dolayı bunu bir türlü istedikleri gibi yapamamışlardır. Bu nedenle de “sâdece Kur’ân”, “bize Kur’ân yeter” gibi görünüşte mâsum laflarla Sünnet’i ve Peygamber’i iptâl yoluna girmişlerdir. Bunda bir ölçüde başarılı olmuşlar ve Kur’ân ile baş-başa kalınca onu istedikleri gibi yorumlamaya başlamışlar, zorlandıkları yerde ise işkence ederek Kur’ân’a istediklerini söyletmişlerdir. Böylece tam da moderniteye uygun bir din anlayışı ve yorumu ortaya çıkmıştır. Orijinâl metne ve lafza aykırı olan bu yorumlara yapılan eleştirilere ise “Allah’ın maksadı budur”, “Allah bunu demek istemiştir”, “âyetin mânâsı budur”, “şu-şu kişiler böyle yorumlamıştır”, gibi sözlerle cevap vermişlerdir ki işte “Allah’a din öğretmek” tüm zamanlarda böyle olmuştur ve günümüzde de böyle yapılmaktadır.

 

Allah’a din öğretmek işi, “Allah’ın ne indirdiği” göz-ardı ve iptâl edilerek, “o âyet ile Allah’ın ne demek istediği” öne çıkarılarak yapılmaktadır. Oysa Allah’ın ne demek istediği, “ne dediği”dir. Allah ne demek istiyorsa tam da onu indirmiştir ve bunu metin ve lafız olarak apaçık şekilde ortaya koymuştur. Allah -hâşâ- merâmını anlatmaktan âciz bir varlık değildir ki!. Allah; “bakalım insanlar indirdiğim âyetlerden, aslında ne demek istediğimi anlayacaklar mı?” diye bir beklentiye girmemiştir. Çünkü Kur’ân zâten apaçık bir kitaptır ve onda hiç bir kuşku da yoktur. Üstelik Kur’ân, hayatlarında hiç kitap bile görmemiş olan insanların da bulunduğu bir topluma indirilmiştir ve Peygamberimiz ve sahabe de onu nasıl anlaşılması ve idrâk edilmesi gerekiyorsa o şekilde idrâk etmişler ve en güzel şekilde uygulamaya da koyarak hayâta hâkim kılmışlardır. Zâten Allah da bu uygulamaya “en güzel uygulama” demiştir. En güzel örneklik “en güzel idrak”ten sonra olmuştur elbette.

 

Peki târih boyunca Allah’a din öğretenler kimlerdir ve bunu nasıl yapmışlardır ve yapmaktadırlar?.

 

İlk başta, Peygamberimiz’in vefâtından sonra ortaya çıkan fırkalar bunu yapmıştır. Her-biri farklı yorumlarla ve uygulamalarla Allah’ın indirdiği dîni farklılaştırmış ve “işte Allah’ın gerçek dîni budur” iddiâsında bulunmuşlardır. Buna taraftar bulmaları ise hiziplerin lîderlerini olağan-üstüleştirmeleriyle olmuştur. Lîderleri insan-üstü konuma getirince insan-üstü olan elbette dîni en iyi şekilde yorumlayacak ve ortaya koyacak düşüncesiyle taraftarlar çoğalmıştır. Böylece tüm hizipler lîderleri üzerinden Allah’a din öğretme yarışına girmiştir.

 

Daha sonra, ilk başta sapkınları eleştirmek için yola çıkan ama bir süre sonra çeşitli mistik-bâtınî akımların etkisinde kalarak aynı yanlışı farklı din yorumuyla yapan tasavvufçular Allah’a din öğretmeye kalkmışlardır. Bunlar Allah’ın dînini belirleyen vahyin âyetlerinin tümünün bâtınî-gizli bir mânasının olduğunu, bunu ancak kendilerinin bildiğini ve aslında Allah’ın maksadının lafızla ortaya konan sözler değil, şu-şu olduğunu söyleyerek çeşitli sapık yorumlar yapmış ve ortaya bambaşka bir din çıkarmışlardır. “Kur’ân lafızları avam denilen câhil ve aşağı halk-tabakası içindir, biz ise havastanız ve Kur’ân’ın gerçek mânâsı olan bâtınını biz biliriz” diyerek Allah’a din öğretmeye kalkmışlardır-kalkmaktadırlar. Allah apaçık şekilde “her-şeyi Ben yarattım” derken bunlar vahdet-i vücûd bağlamında, “hayır, her-şey Sen’sin” diyerek Allah’ın bilmediği bir şeyi O’na öğretmeye kalkarak küstahlaşmaktadırlar.   

 

Onlardan başka lîderlerin ilah gibi görüldüğü ve âdetâ tapıldığı hizipler olan târikatlar yeni dinler ve inanışlar ortaya çıkarmışlar ve Allah’a bu dîni öğretmeye hattâ dayatmaya kalkmışlardır ki buna hâlen devâm etmektedirler.

 

Bu-arada çeşitli uydurma rivâyetleri işe karıştırarak yapılan tefsirler ve yazılan kitaplar da bu işe ortak olmuş ve Allah’a din öğretmenin çeşitli ve farklı yolları ortaya konmuştur.

 

Bu böyle bin yıl boyunca devâm ettikten sonra müslümanlar cihangir devletlerini ve güçlerini yitirdiklerinde yepyeni bir din ve anlayış olan moderniteyle birlikte Allah’a din öğretmek işi profesyonelleşmiştir. Bu-bağlamda târihselciler ve evrenselciler diyeceğimiz modernistler denilen iki kol Allah’a din öğretme işinde başı çekmektedirler. Bunların her-biri birer ilah edâsıyla ortaya çıkıp, sırtlarını yasladıkları modernitenin de desteği ile Allah’a din öğretmeyi zirveleştirmişlerdir. Çünkü bu konuda en küstah, en cüretkâr ve en şerefsiz olanlar bunlardır. 

 

Peki bunlar Allah’a dîni öğretme işini neye dayandırıyorlar?. Tabî ki de ilahlaştırdıkları ve taptıkları akla. Sonra da ahlâksızlığın timsâlleri olmalarına rağmen dîni indirgedikleri ahlâka. Daha sonra ise, kutsallaştırdıkları, insanlığın ulaşabileceği en ileri seviye olarak gördükleri fakat aslında şerefsizliğin zirvesi olan mevcut zaman ve mekâna. Yine lâik, sekeler demokrasiye, feminizme, kapitâlizme, liberâlizme, sosyâlizme, komünizme ve çağın en yüce tanrıları olan modern-bilim ve teknolojiye. Herkes tutmuş bir şeytan kuyruğu, arkasından gidiyor.

 

Bu yavşaklar, terk ettikleri Allah yerine ilahlaştırıp da taptıkları akıllarıyla tahrif edip değiştirdikleri dîni Allah’a öğretmeye kalkıyorlar. Vahyi gönderene vahyi öğretmeye kalkıyorlar ve “bak öyle değil bak böyle”, -hâşâ- “Sen’in anlattığın gibi değil, şöyledir” diyorlar. Elbette akıl kullanılarak vahyin yorumu yapılabilir ve vahiy anlamlandırılabilir. Fakat vahiy, akıl-üstüdür. Akıl ancak akıl-üstü olana göre hareket ederse doğru yolu bulabilir.

 

Bakın bahsettiğim modernist kâfirlerden biri ne diyor: “Bizim kanaatimize göre Arapça Kur’ân da dâhil hiç-bir dildeki Kur’ân veyâ önceki vahiyler Allah’ın murâdını bire-bir yansıtamaz”. Yâni bu şerefsiz diğerlerinden daha da ileri giderek zımnen diyor ki; “Allah merâmını hiç-bir zaman anlatamamıştır ki Kur’ân ile anlatabilmiş olsun”. Böylece Allah’a: “Allah’ım; Sen’in anlatamadığını ben anlatayım…” demiş oluyor. Tereciye tere satıyor.

 

Târihselciler “fazla âyet göndermişsin” diyerek Kur’ân’ın yarsını inkâr ve iptâl ederken, modernistler ise “günümüze uymuyor, o kelimenin anlamı böyle olmalı” diyerek vahyi tahrif ediyor ve tahrif ettikleri şekilde ortaya çıkan yeni dini Allah’a da öğretmeye kalkıyorlar. Bundan daha âdice ve daha şerefsizce bir şey olabilir mi?. Birileri de Kur’ân’ı yâni Allah’ın dînini modern-bilime uydurmaya çalışıyor ve uymadığı yerde de din’den şüpheleniyor. Modern-hümanist bilim, “evreni Allah’tan bağımsız olarak anlamlandırma(!)” öğretisidir.

 

Bir de bunlar, “bizi anlamıyorsunuz” deyip duruyorlar. Kafamız basmıyormuş. Hayır!; sizde îman ve güven problemi var. Dîne değil, mevcuda uyuyorsunuz ve Allah’a değil, çeşitli akımlara tapıyorsunuz. Sapık akımlar târih boyunca, kendilerini eleştirenleri, “öğretilerini anlayamamakla” suçlamışlardır.

 

Allah’a din öğretmeye kalkışan her öğreti şirk ve küfürdür.

 

Allah Kur’ân boyunca dîni hep Kendisi’nin öğrettiğinden bahseder ve nasıl öğrettiğini şu şekilde söyler:

 

“Ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti. Hayır; gerçekten insan, azar. Kendîni müstağni gördüğünden” (Alâk 4-7).

 

“Rahmân (olan Allah) Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı öğretti. Güneş ve Ay (belli) bir hesap iledir” (Rahmân 1-5).

 

Âdem’e bütün isimleri öğretmişti:

 

“Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: ‘Eğer doğru sözlüyseniz, bunları bana isimleriyle haber verin’ dedi” (Bakara 31).

 

Allah’a din öğretmeye kalkan çok çeşitli sapık düşünceler ve inanışlar vardır ki bunları anlatmaya kitaplar yetmez.

 

Peki niçin böyle yapıyorlar?. Çünkü bunlar dîni Allah’tan, vahiyden ve Peygamber’den değil de sapkınlardan, oryantâlistlerden, şeytânî ideolojilerden, filozoflardan, yalancı bilim-adamlarından vs. öğreniyorlar. Sonra da öğrendiklerini Allah’a öğretmeye kalkıyorlar. Tamamlanmış ve en güzel örneklik ile ortaya konulmuş dîni aykırı şekilde yorumlayarak, tefsir ve te’vil ederek hiç kimse Allah’a, Peygamber’e ve insanlara din öğretmeye kalkmasın. Çünkü gerçek din Kur’ân ile ortaya konulmuş ve Peygamber ile en güzel pratiği gösterilmiştir. Artık geriye, dîni bilmek, idrâk etmek ve uygulamak kalmaktadır.

 

İnsanın samîmi ve gayretli olarak Allah için verdiği emekler ve yaptıkları şeyler samîmiyeti ve gayreti gösterme açısından değerlidir. Fakat şu iyi bilinsin ki; Peygamberimiz son nefesini verip gözlerini kapadığında ve dolayısıyla artık vahiy ve vahyin en güzel uygulaması olan güzel örneklik olan Sünnet tamamlandıktan sonra, 1.400 yıl boyunca söylenen, yazılan, konuşulan, düşünülen vs. tüm sözler, düşünceler, yazılar vs. bir-anda yok olsa yada unutturulsa, İslâm dînine zerre kadar bile bir eksiklik gelmiş olmaz. Peygamberimiz’den ve vahiyden sonra diller lâl olmuş olsaydı ve hiç kimse hiç-bir şey düşünmemiş, konuşmamış (şu benim yazmış olduğum satırlar, kelimeler ve harfler de dâhil) yazmamış ve söylememiş olsaydı bile yine de İslâm’a atom-altı parçacık kadar bile halel gelmiş olmazdı ve İslâm’da bir eksiklik olmazdı. Çünkü Allah 1.400 yıl önce şöyle demiştir: “Bugün size dininizi tamamladım” (Mâide 3).

 

Tamamlanmış bir dînin ancak tebliğini yapabilirsiniz. Dîne aykırı olan öğreticiliğini yapamazsınız. Şu da var ki, tamamlanmış bir dînin ancak uygulaması yapılabilir.

 

Allah’a din öğretmeye kalkanların dîni en iyi öğreneceği yer cehennemdir. Çünkü pişmanlık ateşi iyi bir öğretmendir.

 

“Dediler ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın(Bakara 32).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

 

 

Devamını Oku »

28 Ekim 2023 Cumartesi

Şeref(sizlik) Üzerine

 

“Ve muhakkak ki o (Kur’ân) hem senin için, hem kavmin için bir şereftir ve ileride bundan sorulacaksınız” (Zuhrûf 44).

 

Şeref: “Başkasının, birine gösterdiği saygının dayandığı mânevî değer; onur. Toplumca benimsenmiş iyi şöhret” (TDK).

 

Arapça “şrf” kökünden gelen şaraf; yücelme, öne çıkma, astronomide yıldızın zirve noktası, onur, îtibar” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça şarafa, “öne çıktı, yükseldi” fiilinin fa’al vezninde masdarıdır.

 

Peki şerefin kaynağı nedir?. Şeref kimden yada nereden gelir?. Şerefin ne ve nasıl olduğunu kim belirleyebilir?. Elbette şerefin ne ve nasıl olduğunu belirleyecek olan, şerefin mutlak kaynağı, yaratıcısı ve sâhibidir ki O, âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Peki Allah şerefi ve dolayısıyla şerefin yokluğu hâli olan şerefsizliği ne ile belirler?. Allah insanlarla ancak vahiy ile iletişim kurduğu için elbette şerefi ve dolayısı ile şerefsizliği belirleyecek olan şey vahiydir. O-hâlde insan şerefini vahiyde bulurken ve oradan alırken, vahiysizlik de şerefsizlik anlamına gelecektir.

 

“Vahiy ile hiç alakaları olmadığı hâlde şerefsizlik yapmayanlar vardır” diye bir îtirâz gelecektir elbette. Fakat bu, şerefin erdem ile karıştırılmasından dolayıdır. Erdem de iyidir ve insanlar erdemli olmalıdır. Fakat erdem “sonuna kadar” şerefli davranmayı sağlayamaz. Çünkü erdem sonuna kadar ahlâklı olmayı sağlayamaz. “Sonuna kadar ahlâklı davranmayı ancak, vahiyle kazanılmış olan şeref sağlayabilir. Eski Türkçe erdem; “yiğitlik, şan” sözcüğünden evrilmiştir. Bu sözcük Moğolca erdem “bilgi, bilgelik, yetenek, beceri” sözcüğü ile eş kökenlidir. Erdem bir etik üretebilir ve ona göre davranış ortaya koyabilir. Fakat erdem “sonuna kadar” ahlâklı olmayı sağlayamaz. Zîrâ “sonuna kadar ahlâklı olmak” ancak âhiret bilinci ve îmânı ile mümkündür. Ancak âhiret endişesi taşıyanlar, yaptıklarının karşılığını mutlakâ göreceklerine inandıkları için ne pahasına olursa-olsun şerefli olmak zorunda hissederler kendilerini. Eğer âhiret inancı yoksa sonuna kadar erdemli olmak saçma olur. Sonuna kadar ve her ne pahasına olursa-olsun erdemli olmak bâzen ahlâklı olmayı yanlış olarak bile görebilir. “Sonuna kadar” ahlâklı olabilecek olanlar ancak, vahyin kazandırmış olduğu şeref sâhipleridir. O şerefi onlara, vahiyle bildirilmiş olan âhiret-merkezli düşünmek ve yaşamak bilinci kazandırmıştır.  

 

 Meselâ birini düşünün, çok dürüst olarak bilinen erdemli biri. Fakat bu kişi ilâhi olana inanmayan biri olsun. Yâni ahlâkı değil, etiği olan biri. Bu kişinin kimsenin malında-canında-nâmusunda gözü yoktur. Kimsenin hakkını yemez, yalan söylemez, kimseye ve hiç-bir şeye zarar vermez vs. Bu tabî ki iyi bir şeydir. Fakat eğer bu kişi inançsız bir kişiyse ve doğal olarak ölümden sonraki hayâta inanmıyorsa, etiği ve erdemi yâni şerefi onu bir yerden sonra korumayacaktır. Bu kişinin çok sevdiği biri; ana-babası yada eşi-kızı-oğlu çok büyük bir suç işlese, meselâ mâsum birisini öldürmüş olsa ve olayı gören de sâdece bahsettiğimiz o erdemli kişi olsa; bu kişi, çok sevdiği ana-baba-eş-çocuklarının îdam ile yada müebbet hapis ile cezâlandırılmasına göz yumabilir mi?. Bu kişinin meselâ annesi yada oğlu, mâsum birini öldürse ve cinâyeti de sâdece o görse, anasını yada oğlunu ihbâr eder mi?. Çünkü cinayeti sâdece o görmüştür ve eğer ihbâr etmezse hayat boyunca olayı kimse bilmeyecek ve cinâyeti işleyen kişi icâbında 90 yaşına kadar yaşayacak. Âhiret inancı ve korkusu yoksa, anasını yada oğlunu niye ihbâr etsin?. Onu, sevdiği kişiyi ihbâr etmeye ne zorlayacak?. Toplumun oluşturduğu töre için, birilerinin keyfinden çıkardığı yasalar için mi fedâ edecek sevdiklerini?. Kesinlikle yapmaz bunu. Hattâ olay cinâyet değil de meselâ hırsızlık olsa, yine de ihbâr etmez sevdiklerini. Ben şahsen inançsız biri olsam, kesinlikle fedâ etmem sevdiklerimi. Niye edeyim ki?. Ne de olsa ölünce her-şey bitiyor. Fakat gerçek bir “ölüm sonrası inanç” ve âhiret bilincine sâhip olanlar bunu kesinlikle saklayamaz. Müslümanların güzel örnekliği olan Peygamberimiz, hırsızlık yapan zengin birinin affedilmesi isteği üzerine; “hırsızlığı yapan, kızım Fâtıma da olsa vallâhi elini keserim” demiştir. İşte îman, âhiret bilinci, inancı ve korkusundan kaynaklanan ahlâk ve şereftir bunu yaptıran. İnsan-merkezli olan etik ve erdem göz-ardı edebilirken, ilâhi-merkezli olan ahlâk ve şeref zinhar göz-ardı edemez. 

  

Dünyâ’da “nasırlaşmış bir şerefsizlik” hüküm sürüyor. Çünkü her alanda her-şeyi belirleyenler büyük oranda, âhiret bilinci ve îmânı olmayan ahlâksızlar ve şerefsizlerdir. Her alanda şerefsizler hüküm sürüyor ve şerefsizce hüküm veriyorlar. Bu da insanlara adâletsizlik, eşitsizlik, merhâmetsizlik, vicdansızlık, cehâlet, ahlâksızlık ve zulüm olarak dönüyor.  

 

Peygamberler insanların en şereflileridirler. Çünkü onları insanlar içinden Allah seçmiştir ve Allah insanlar içinden en ahlâklı ve dolayısı ile şerefli olanları peygamber seçmiştir. Niçin başkasını değil de kendisini peygamber olarak seçtiğini sorgulayan Peygamberimiz’e Allah şöyle karşılık vermiştir:

 

“Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).

 

Muhteşem bir ahlâk ve şeref üzere olduğu için “âlemlere rahmet” olmuştur:

 

“Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107).

 

Bu nedenle de insanlara “en güzel örnek” kılınmıştır:

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Allah peygamberleri insanlar içindeki en ahlâklı olanlar arasından seçer ve bu seçim onlara ayrıca büyük bir şeref kazandırır. Vahyin onlar aracılığı ile inmesi de peygamberlerini ve vahyi tâkip edenlere şeref kazandırırken, vahye ve peygamberlere karşı olanlara da şerefsizlik kazandırır. O-hâlde şeref, “Allah’a ve peygamberlere itaat” demekken, şerefsizlik ise bunun zıddıdır. Şerefsizlik itaatsizliktir. Bu bağlamda seküler batı’nın “özgürlük” bağlamında, hiç kimseye ve hiç-bir şeye gösterilmeyen itaatsizliği övmesi, onu şerefsizleştirmektedir. Bu şerefsizliktir işte onları şerefsizce işler yapmaya iten sebep. Oysa İslâm’da hiç kimse ve hiç-bir şey Allah’tan bağımsız ve özgür olamaz. İslâm ile İslâm-dışı arasındaki en bâriz fark budur. Dünyâ’ya İslâm hâkim olmadığında ortaya çıkan ve hayâta hâkim olan şerefsizlik de bu nedenle ortaya çıkar. Şeref, Allah’a olan bağlılıkla, şerefsizlik ise, Allah’a olan bağın gevşemesi yada kopmasıyla ile alâkalı olan şeydir. Şerefsizlik ne kadar artıyorsa, Allah’a olan bağın o oranda gevşediği yada koptuğu anlaşılmalıdır.

 

İnsan şerefini kazandıracak şey “sâdece Allah’a tapmak” iken, insanı şerefsizleştirecek olan şey ise, “O’ndan başka her-şeye bağlanmak ve tapmak”tır. Yaratan’a tapmak insana şeref kazandırırken, yaratılana tapmak ise şerefsizlik kazandırır.

 

Şerefli olmak yada şerefi arttırmak; zenginlik, ilim, soy-sop, güç, boy-pos, güzellik, güç, başarı, gündemde ve göz-önünde olmak, popüler işler yapmak, malı-mülkü ve parayı arttırmak vs. ile değil; takvâ yâni sorumluluk bilinciyle sorumlu davranmakla ve adâletsizlikten, eşitsizlikten, merhâmetsizlikten ve vicdansızlıktan, küfür ve şirkten, ahlâksızlıktan ve zulümden uzak durmakla ve bunlarla sâbit kadem olmakla kazanılır ve arttırılır. Bunu sağlayacak olan da Allah ve âhiret bilinci ve korkusu, vahiy-merkezli yaşamak çabasıdır. Çünkü bütün şeref oradadır:   

 

“Kaf. Şerefli üstün Kur’ân’a andolsun” (Kâf 1).

 

“Hayır; o (Kitap), ‘şerefli-üstün’ olan bir Kur’ân’dır” (Burûc 21).

 

“O (Kur’ân), ‘şerefli-üstün’ sâhifelerdedir” (Abese 13).

 

Şerefli Kur’ân’ı Allah’tan alıp Resûl’e getiren elçi de (Cebrâil), Kur’ân’ın kâlbine indiği Resûl de şeref-sâhibidirler:

 

“Şüphesiz o (Kur’ân), üstün onur sâhibi bir elçinin gerçekten (Allah’tan getirdiği) sözüdür; (Bu elçi,) bir güç sâhibidir, arşın sâhibi katında şereflidir” (Tekvir 19-20).

 

“Hiç şüphesiz o (Kur’ân), şerefli bir elçinin kesin sözüdür” (Kâf 40).

 

Bu nedenle tüm şeref, Allah’ın sözü olan Kur’ân’dadır:

 

“Hayır, biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar” (Mü’minûn 71).

 

Câhiller idrâk edemese ve fâsık, zâlim, kâfir, müşrik, münâfık ve şerefsizler kabûl etmese de, Dünyâ ancak vahyin hükümleriyle düzene kavuşabilir. Zîrâ şerefsizlik ancak vahiy sâyesinde bitebilir.

 

Birileri arkalarına almışlar şerefsiz-zâlim batı’nın argümanlarını, sürekli olarak 1.400 yıllık İslâm târihine vuruyorlar. Bunu da “iyi müslümanlık” zannediyorlar. İslâm’ın “modern seküler çağ”a uymaması, onun “geriliği”nden değil, “şerefinden”dir. O-hâlde ey mü’minler!; izzetinizi ve şerefinizi İslâm’dan-Kur’ân’dan almazsanız, onu size hiç kimse veremez. Şerefsizlerden şeref beklemeyin.

 

Lâik-seküler-liberâl-kapitâlist-konformist-modernist sistem insanları öyle bir hâle soktu ki; İslâm’ın bâtılı bile ondan daha şereflidir.

 

Modern uygarlığın geçtiği yoldan müslümanların da geçmesi gerektiği, yâni müslüman muhayyilenin modern paradigmayı taklit etmesi (oksidentâlizm) gerektiği söylemleri var. Eğer müslümanlar böyle yaparlarsa, bir zaman sonra; batı’nın birilerini sömürdüğü gibi müslümanlar da birilerini sömürmeye başlarlar. Bu sömürme “öldürerek sömürme” şeklinde de olacaktır. Bu durumun İslâm’ın özüyle uyuşması söz-konusu bile olamaz. Çünkü batı’nın kalkındığı şartlarda kalkınmak şerefsizliktir.

 

Savaş uçakları olmayan bir topluma karşı, uçaklardan atılan bombalarla savaşmak şerefsizliktir.

 

Kafaların konforu bozulmadan; tâğutların-zâlimlerin-şerefsizlerin konforu bozulmaz.

 

Bir yanlışın “câhillik nedeniyle” yapılmış olmasıyla, “şerefsizlik nedeniyle” yapılmış olması arasında fark vardır. Fakat insanın başına gelen musîbetlerin büyük çoğunluğu insanın ahmaklığından yada şerefsizliğinden dolayıdır. Modern insan, şerefsizliği “akıllılık” zannediyor. Bu yüzden de yaptığı şerefsizliklerle övünüyor.

 

Modernizm en temelde köleciliğe, öldürmeye, sömürmeye ve zulme yâni şerefsizliğe dayandığı için hiç-bir zaman genel hayır getirmedi, getirmez, getirmeyecektir.

 

Küresel anlamda ve Dünyâ’nın kaderini etkileyecek oranda sermâyedar ve servet-sâhibi olmanın yolu akıllı/zeki olmaktan değil, şerefsiz olmaktan geçer. Çünkü hakka ve hukûka uyarak o kadar zengin olunamaz. Şerefsizlik, profesyonelce yapıldığında “şerefsizlik” olmaktan çıkmaz.

 

Modern insan, popüler olan her-şeyi hayâtına yansıtmaya başlıyor. O şey isterse şerefsizce ve ahmakça olsun fark-etmiyor.

 

Kadın için şeref, görünürlülük, bir işte çalışmak okumak makyaj ve giysilerle dikkat çekmek vs. modern şeylere sâhip olmak değil, iffet, dürüstlük, mü’mine bir insan olmak ve iyi bir ev-hanımlığıdır. Annelik kadının en büyük şerefidir. Zîrâ cennet bile “annelerin” ayakları altındadır.

 

Şerefin göstergesi beşerî makam ve mevkîler değildir. Bir ülkenin en başındaki kişi şerefsiz olabilirken, dağdaki çoban üstün bir şerefe sâhip olabilir.

 

Tutuklanmaya/eziyet edilmeye/öldürülmeye değer yazılar yazmak mü’min için bir şereftir.

 

Sömürülerek ölmektense, sömürüye karşı isyân edip savaşmak ve ölmek “şerefli bir ölüm”dür.

 

Birilerinin zannettiği gibi, hiç kimse İslâm’a katılmakla İslâm’ı şereflendirmiş olmaz, tam-aksine, o İslâm ile şereflenirse şereflenir.

 

“Kim izzeti ve şerefi istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, sâlih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azap vardır. Onların tasarladıkları ‘boşa çıkıp bozulur” (Fâtır 10).

 

İslâm’dan başka bir yerde şeref arayanlar, şerefsizlerin önde gidenleridir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2023

 

Devamını Oku »

Tasavvuf ve Felsefe

 

“Hayır, zulmedenler, hiç-bir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir?. Onların hiç-bir yardımcıları yoktur” (Rûm 29).

 

Tasavvuf: “Allah’ın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliği (vahdet-i vücut) anlayışıyla açıkladığını iddiâ eden dînî ve felsefî akım”.

 

Tabi tasavvuf “felsefî tasavvuf” ve “amelî tasavvuf” diye yada “enfüsî tasavvuf” ve “âfâkî tasavvuf” diye ikiye ayrılır. Amelî-âfâkî tasavvuf, enfüsî-felsefî tasavvuf gibi, sâdece kuru laf yapmak ve güçten-güçlüden yana durmak gibi değildir. Amelî-âfâkî tasavvufçuların, meselâ âhilerin zulme rızâları yoktur ve insanlara faydalı işler yaparlar. Tabi amelî-âfâkî tasavvuf da tasavvuftur ama tasavvuf felsefesinden dem vursalar da “şatahat” denilen sözlere pek girmezler yada bunu yaygın olarak kullanmazlar. Bu nedenle daha dengelidirler. Ayrıca ilim, kültür ve sanat erbâbıdırlar. Enfüsî-felsefî tasavvuf müntesipleri ise, sapkınlığa varan düşünceler ve sözler (şatahat) ederler ki zâten tüm yaptıkları budur. Âhi Evren amelî-âfâkî tasavvuf tarafındayken, Celâleddin Rûmî enfüsî-felsefî tasavvuf tarafındadır.

 

Felsefe: “Varlığın ve bilginin bilimsel olarak araştırılması. Bir bilimin veyâ bilgi alanının temelini oluşturan ilkeler bütünü. Bir filozofun, bir felsefe okulunun, bir çağın öğretisi. Dünyâ görüşü. Bir konuda soyut düşünüş”.

 

“Felsefe (Yunanca: φιλοσοφία, philosophia, ‘bilgelik sevgisi’ veya ‘hikmet arayışı’; varlık, bilgi, gerçek, adâlet, güzellik, doğruluk, akıl ve dil gibi konularla ilgili özsel sorunlara ilişkin yapılan çalışmalardır. Felsefe düşünce sanatı olarak da bilinir” denir fakat bunlar hep felsefenin, felsefecilerin ve filozofların iddiâlarıdır. Bertrand Russell’e, “felsefe nedir?” diye sorulduğunda şu yanıtı vermiştir: “Oldukça tartışmalı bir sorudur bu. Size aynı cevâbı verecek iki ayrı filozof yoktur. Benim görüşüm ise şu şekilde; felsefe, kesin bilginin henüz mümkün olmadığı meseleler üzerine yürütülen tahminlerden meydana gelmektedir. Bana göre filozofun işi Dünyâ’yı değiştirmek değil, onu anlamaktır”.

 

Bâzılarının zannettiği gibi din, tasavvuf ve felsefe aynı şey değildir ve zâten aynı şeyden yola çıkmadıkları gibi, aynı sonuçlara da ulaşmazlar. Tasavvuf ve felsefe kesin bir temele yâni ilâhî bir köke dayanmadığı için nihâî bir sonuca ulaşamaz. Kesin ve nihâi sonuca ulaşmak için ilâhî bir temele dayanmak şarttır. Bu temel de ancak Allah, âhiret, gayb, melek, vahiy, peygamber yâni İslâm-temelli ve İslâm-merkezli bir temel olabilir. Yoksa bunları göz-ardı edip de akla, beyne, zihne, insana, eşyâya, doğaya yâni maddeyi merkeze alarak hakka ve hakîkate ulaşabilmek söz-konusu bile değildir. İşte tasavvuf ve felsefe, Hak’tan geleni değil de, aslında şeytandan, nefsten ve tâğutlardan gelenleri hakîkat zannederek bâtılın peşine düşmekte ve ulaştığı bâtıl ve boş şeyleri ise gerçeklik zannetmektedirler. Sorsanız hem tasavvufçular hem de felsefeciler “hakîkat arayıcısı”dırlar ve kendilerini -güyâ- hakîkati bulmaya adamışlardır. Fakat sağlam bir temele dayanmadıkları için hakîkat yerine hep bâtıla ulaşmaktadırlar ve ulaştıkları bâtılı hakîkat zannederek kabûl edip baş-tâcı yapmaktadırlar. Oysa hakîkat ancak Hak’tan gelendir ki o da güzel bir örneklikle (Sünnet) pratiğe dökülmüş olan Kur’ân ile açığa çıkar.

 

Lâkin hem tasavvufçularda hem de felsefecilerde aşırı bir kibir vardır ve kendilerini dev-aynasında görmektedirler. “Ancak biz biliriz” havasındadırlar. Bu da felsefecilerin çoğunun vahyi hesâba katmamalarına, tasavvufçuların büyük çoğunluğunun ise vahyi-Kur’ân’ı, altını üstüne getirecek şekilde yorumlamadan kabûl edememelerine sebep olmaktadır.

 

Aslında felsefenin de tasavvufun da -bir temele dayanmadığı için- bilgiyi ve bilinci amele-eyleme dökme düşünceleri ve niyetleri yoktur. Bu nedenle de onların bir sorunu çözdükleri hattâ bir sorunu çözmeye çalıştıkları görülmez. Bir yaraya merhem olmazlar ve hattâ yaralı parmağa bile işemezler. Bunlar kendilerini “çözümcü” olarak değil, “çözümlemeci” olarak tanıtırlar. Fakat çözüm olmadıkça çözümlemenin hiç-bir faydası yoktur. Tasavvufun ve felsefenin kibri, hakîkate daha doğrusu -bunların hakîkate ulaşma ihtimâli olmadığı için- gerçeğe ulaşma yolunda şaşmaz ve değişmez bir ölçüleri ve hiç-bir işâret levhaları yoktur. Zâten bu nedenle birinin söylediği diğerinin söylediği ile birebir tezat teşkil eder. Şeytan her birine farklı şeyler fısıldadığı için her biri farklı düşünceler ve fikirler üretir. Bu düşünce ve fikirler çoğunlukla saptırıcıdır ama hiç-biri de iknâ edici değildir. Zâten kutsal metinler bile onları iknâ etmez de kendilerine şeytanın fısıldadığı vahiylerden oluşan felsefeyi ve tasavvufu vahiyden üstün görürler. Bu da onların bâtıla kaymasına, şaşırmalarına ve yoldan çıkmalarına neden olur. Bunların güvenilir rehberler olamamalarının nedeni budur.

 

Tasavvufun da felsefenin de bir sistematiği yoktur. Seyr-i sülûk ve felsefi öğretiler net ve kesin bir görüşü ve düşünceyi ortaya koymaz. Zîrâ -dediğimiz gibi- şaşmaz bir temele dayanmadıkları için buna güçleri yetmez. Bu da önüne gelenin keyfine, daha doğrusu nefsine göre konuşmasına sebep olur. Tasavvufta da felsefede de “ne desen gider” durumu vardır. Çünkü temelsiz oldukları için söylenen havalı ama bâtıl bir sözü bile çürütemezler. Bu nedenle herkes, felsefe bilmese de felsefe yapabilir, tasavvuf bilmese de tasavvufça konuşabilir. Zîrâ ikisi de “ne desen gider felsefeleri”dir. İkisinde de birbirine tamâmen zıt düşüncelerin olmasının nedeni budur. Bunların bir temeli yoktur, kriterleri yoktur. Boş laf ve zırvalık üretmekten başka bir şey değildir yaptıkları. O-anda şeytan ne fısıldarsa dile getirebilirsiniz ve bunları tasavvuf ve felsefe olarak kabûl edebilirsiniz ki zâten tasavvuf “kadim bir şirk felsefesi” olduğu gibi, felsefe ise dinsizlikten dolayı “sonsuz bir şirk felsefesi”dir. İkisi birbirinin neden-sonucudur. Hakkın ve hakîkatin yâni Allah katındaki tek hak din olan İslâm’ın tahrif edilmesi en başta dînin felsefe ve tasavvufa dönüşmesiyle başlar. Tasavvuf kadim bir şirk felsefesidir ki felsefe zâten insanlığın en kadim şirk düşüncesidir.

 

Hem tasavvuf hem de felsefe, insanı ve aklı yüceltir ve ilahlaştırır. Felsefede “üst-insan”, tasavvufta ise “insan-ı kâmil” denilen süpermenler vardır ki bu insanlar -güyâ- kâinâtı ve Dünyâ’yı yönetip ayakta tutan güçlerdir. Oysa bu kişiler daha büyük-abdestlerini bile tutmaktan âcizdirler.

 

İkisinin de aşkın bir ilah yâni Allah inancı yoktur. Çünkü felsefeye göre Allah denilen şey “doğa” iken, tasavvufa göre ise Allah, doğa da dâhil her-şeydir. Bu nedenle tasavvuf ve felsefenin birbirini inkâr etmesi çok saçma olur. Çünkü ikisi birbirinin besinleridirler. Zâten felsefecilerin tasavvufu hoş görmeleri ve sıcak bakmaları, tasavvufçuların da felsefeyi çok sevmesi ve benimsemesinin nedeni budur. Tasavvuf aslen bir felsefedir. Hint, Çin, Îran, Anadolu, Mısır, Yahudilik, Hristiyanlık, Yunan felsefesi ve Yeni Eflâtunculuk gibi felsefî sistemlere dayanır. Kendilerini İslâm’dan göstermek için aşırı yorumlarla ters-yüz edilmiş âyetleri ve özellikle de hadis-i kutsî denilen uydurmaları tuz-biber ve sos olarak kullanırlar. Felsefe ise zâten tüm düşüncesini dîne karşı çıkmak ile sağlar. Vahiy-merkezli İslâm bunları mahveden en etkili panzehirdir.

 

Hak öğreti olan vahiy ve peygamber örnekliği ifsâd edildiğinde ortaya çıkacak olan şey en temelde felsefe yada sözde dînî adıyla tasavvuftur ki bunun önceki isimleri bâtınîlik ve mistisizmdir. Hakîkat tahrif edildiğinde ortaya ilk başta felsefe yada tasavvuf çıkar. Sonuçta Allah yerine insana tapılmaya başlanır, akıl ilahlaşır ve madde kutsanır. Zâten felsefede maddenin sonu olmadığı gibi madde yok-olucu da değildir. Tasavvufta ise madde -hâşâ- bizzat Allah’ın kendisidir.

 

Tasavvuf da felsefe de din zayıfladığında ve etkisizleştiğinde ortaya çıkar. Hristiyanlık en etkili olduğu zamanda felsefeyi ezip geçmişti. Tasavvufun en etkili olduğu zamanlar ise, İslâm devletlerinin Haçlı Seferleri ve Moğol akınlarıyla zayıfladığı zamanlardır. Hristiyanlık henüz tam olarak bozulmadığı zamanlarda antik felsefeyi ortadan kaldırmış ve onu 1.000 yıl boyunca yer-altına itmişti. Ne zaman ki Hristiyanlık iyice yozlaştı, “antikçağ düşüncesine yeniden dönüş” demek olan Rönesans ile dinsiz felsefe yeniden hortladı ve günümüzdeki seküler düşünceyi ve küresel dünyâyı ortaya çıkardı.

 

Felsefenin tasavvufu yada tasavvufun felsefeyi kötülemesi çok tutarsız ve saçma bir şeydir. Gazâli’nin felsefeye iyice bir sövdükten sonra -Kur’ân ve Sünnet yolu dururken- en sonunda gidip tasavvufun yoluna girmesi çok büyük bir absürdlüktür.

 

İç-âlemlerin inşâsında sonra dış-âleme yâni hayâtın sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsî vs. her alana karışmayan şey din değil, tasavvuf yada felsefedir. Oysa din bir “hayat-felsefesi” değil, “hayat-tarzı”dır.

 

Tasavvuf ve felsefe argümanlarını fil-dişi kulelerinde oluşturur ve oradan seslendirir. Çünkü ikisinde de amel-eylem sorunu vardır ve boş laftan vakit bulup da amel-eylem anlamında harekete geçemezler ki zâten öyle bir niyetleri de yoktur.

 

Dîni sekülerleştirdiğinizde yâni dîni dinden-Kur’ân’dan bağımsız yorumlamaya başladığınızda ortaya felsefe-tasavvuf çıkar. Felsefe-tasavvuf, dînin fesada uğratılmış şeklidir. Felsefe ve tasavvuf “eylemi olmayan şey”dir. Vahiy de eylemden koparıldığında tasavvufa ve felsefeye döner. Fakat İslâm dîni, pasifliği sembôlize eden bir felsefe ve aslında din görünümlü bir felsefe olan “tasavvuf” değildir. Tasavvuf bir felsefedir, din değil. Platon felsefesinin İslâm’casına “tasavvuf” denir.

 

Felsefe ve tasavvuf târihi; filozofların ve tasavvufçuların “bir mûcize olarak” yaratılmış olan varlığı net olarak açıklayamayınca, (çünkü en doğrusunu sâdece Allah bilir) varlığı ya “mutlak varlık” olarak görmeleri, yada “varlığı yok saymalarının” târihidir.

 

Peygamberi olmayan yâni pratiği olmayan dinler, bir felsefe ve tasavvuf olmaktan öteye gidemez.

 

Bir din, inanç, düşünüş ve felsefe yada tasavvuf “basit ve uygulanabilir” değilse, “hak” değildir, “Hak’tan” gelmemiştir, Hak’ka da götürmez. İnsanı yarı-yolda bırakır.

 

Dünyevileşmek, dinden uzaklaşıp felsefeye, tasavvufa ve bilime yaklaşmayla sonuçlanır.

 

Felsefe, “Allah’ı hesâba katmadan” düşünme, konuşma ve yazma sanatıdır. Çünkü tasavvuf ve felsefe, bir “söz tapıcılığı”dır.

 

Felsefe, eyleme dönük değildir. O yüzden İslâm’da temel bir konu değildir.

 

Modern müslümanlar; “dinde şu yok, bu yok, şöyle değildir, böyle değildir, şu anlamdadır” vs. diye-diye İslâm’ı eleyip, tam da moderniteyle uyumlu bir felsefe ortaya çıkarıyorlar. Tasavvufa da felsefî içerikli olduğu için yanaşmaya başlıyorlar.

 

Tasavvuf tüm dinlerden ve felsefelerden etkilenmiş ve alıntı yapmış eklektik bir felsefi sistemdir. Fakat en az alıntıyı Kur’ân’dan yâni İslâm’dan yapmıştır. Çünkü tasavvuf, her türlü bâtıl düşünceyi kabûl edip içselleştirmeye uygun bir felsefedir. Bu yüzden müslümanların tasavvufa ve felsefeye kapılmaları ve destek vermesi, İslâm’a yapılan bir ihânettir.

 

Nefsinin güdümünde olanlar, aradıklarını Kur’ân’da bulamamışlarsa daha doğrusu Kur’ân’ın cevaplarını beğenmedilerse, felsefeye ve tasavvufa kapılmaktan başka çâreleri yoktur.

 

Çüke dil takılsaydı, felsefe ve tasavvuftan bahsederdi. Çünkü felsefe ve tasavvuf “çük”üne göre konuşmaktır.

 

Tasavvuf ve felsefe, bozuk psikolojilerin düşünceleridir. Psikoloji bozulup anormâlleşince, felsefi ve tasavvûfî düşünce ortaya çıkmaya başlar.

 

Kibir, iki bâtıl akımın ortak özellikleridir ve ikisi de genel halkı câhil ve avam olarak görürler. Fakat aslında kendileri de bir bok değildirler.

 

İslâm adına hiç-bir sorumluluk almak ve hiç-bir şey yapmak istemiyorsanız, mecbûren tasavvufa ve felsefeye sığınmak zorunda kalırsınız.

 

Felsefe, mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf, “işgüzarlık”tan başkası değildir. Allah’ın insanlardan böyle bir beklentisi yoktur.

 

“Tasavvuf ve felsefe nedir?” sorusuna verilecek tek kelimelik cevap şudur; “tembellik”.

 

Tasavvuf ve felsefe, laçkalığın bir sonucudur. İnsan laçkalaştıkça tasavvufa ve felsefeye yamanır.

 

Dikkat edin!; “aldatıcı” sizi tasavvuf ve felsefe ile aldatmasın. Zîrâ:

 

“..Allah kimi saptırırsa ona doğruyu gösterecek yoktur” (R’ad 33).

 

Tasavvuf ve felsefe, “kitlelerin afyonu”dur vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2023

Devamını Oku »