“Hayır, zulmedenler,
hiç-bir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır.
Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir?. Onların hiç-bir yardımcıları
yoktur” (Rûm 29).
Tasavvuf: “Allah’ın niteliğini ve evrenin oluşumunu
varlık birliği (vahdet-i vücut) anlayışıyla açıkladığını iddiâ eden dînî ve
felsefî akım”.
Tabi tasavvuf “felsefî
tasavvuf” ve “amelî tasavvuf” diye yada “enfüsî tasavvuf” ve “âfâkî tasavvuf”
diye ikiye ayrılır. Amelî-âfâkî tasavvuf, enfüsî-felsefî tasavvuf gibi, sâdece
kuru laf yapmak ve güçten-güçlüden yana durmak gibi değildir. Amelî-âfâkî
tasavvufçuların, meselâ âhilerin zulme rızâları yoktur ve insanlara faydalı
işler yaparlar. Tabi amelî-âfâkî tasavvuf da tasavvuftur ama tasavvuf felsefesinden
dem vursalar da “şatahat” denilen sözlere pek girmezler yada bunu yaygın olarak
kullanmazlar. Bu nedenle daha dengelidirler. Ayrıca ilim, kültür ve sanat
erbâbıdırlar. Enfüsî-felsefî tasavvuf müntesipleri ise, sapkınlığa varan
düşünceler ve sözler (şatahat) ederler ki zâten tüm yaptıkları budur. Âhi Evren
amelî-âfâkî tasavvuf tarafındayken, Celâleddin Rûmî enfüsî-felsefî tasavvuf
tarafındadır.
Felsefe: “Varlığın ve
bilginin bilimsel olarak araştırılması. Bir bilimin veyâ bilgi alanının
temelini oluşturan ilkeler bütünü. Bir filozofun, bir felsefe okulunun, bir
çağın öğretisi. Dünyâ görüşü. Bir konuda soyut düşünüş”.
“Felsefe (Yunanca: φιλοσοφία, philosophia, ‘bilgelik sevgisi’ veya
‘hikmet arayışı’; varlık, bilgi, gerçek, adâlet, güzellik, doğruluk, akıl ve
dil gibi konularla ilgili özsel sorunlara ilişkin yapılan çalışmalardır.
Felsefe düşünce sanatı olarak da bilinir” denir fakat bunlar hep felsefenin,
felsefecilerin ve filozofların iddiâlarıdır. Bertrand Russell’e, “felsefe
nedir?” diye sorulduğunda şu yanıtı vermiştir: “Oldukça tartışmalı bir sorudur
bu. Size aynı cevâbı verecek iki ayrı filozof yoktur. Benim görüşüm ise şu
şekilde; felsefe, kesin bilginin henüz mümkün olmadığı meseleler üzerine
yürütülen tahminlerden meydana gelmektedir. Bana göre filozofun işi Dünyâ’yı
değiştirmek değil, onu anlamaktır”.
Bâzılarının zannettiği gibi din, tasavvuf ve felsefe
aynı şey değildir ve zâten aynı şeyden yola çıkmadıkları gibi, aynı sonuçlara
da ulaşmazlar. Tasavvuf ve felsefe kesin bir temele yâni ilâhî bir köke
dayanmadığı için nihâî bir sonuca ulaşamaz. Kesin ve nihâi sonuca ulaşmak için
ilâhî bir temele dayanmak şarttır. Bu temel de ancak Allah, âhiret, gayb,
melek, vahiy, peygamber yâni İslâm-temelli ve İslâm-merkezli bir temel
olabilir. Yoksa bunları göz-ardı edip de akla, beyne, zihne, insana, eşyâya,
doğaya yâni maddeyi merkeze alarak hakka ve hakîkate ulaşabilmek söz-konusu
bile değildir. İşte tasavvuf ve felsefe, Hak’tan geleni değil de, aslında
şeytandan, nefsten ve tâğutlardan gelenleri hakîkat zannederek bâtılın peşine
düşmekte ve ulaştığı bâtıl ve boş şeyleri ise gerçeklik zannetmektedirler.
Sorsanız hem tasavvufçular hem de felsefeciler “hakîkat arayıcısı”dırlar ve
kendilerini -güyâ- hakîkati bulmaya adamışlardır. Fakat sağlam bir temele dayanmadıkları
için hakîkat yerine hep bâtıla ulaşmaktadırlar ve ulaştıkları bâtılı hakîkat zannederek
kabûl edip baş-tâcı yapmaktadırlar. Oysa hakîkat ancak Hak’tan gelendir ki o da
güzel bir örneklikle (Sünnet) pratiğe dökülmüş olan Kur’ân ile açığa çıkar.
Lâkin hem tasavvufçularda
hem de felsefecilerde aşırı bir kibir vardır ve kendilerini dev-aynasında
görmektedirler. “Ancak biz biliriz” havasındadırlar. Bu da felsefecilerin
çoğunun vahyi hesâba katmamalarına, tasavvufçuların büyük çoğunluğunun ise
vahyi-Kur’ân’ı, altını üstüne getirecek şekilde yorumlamadan kabûl
edememelerine sebep olmaktadır.
Aslında felsefenin de tasavvufun da -bir temele
dayanmadığı için- bilgiyi ve bilinci amele-eyleme dökme düşünceleri ve
niyetleri yoktur. Bu nedenle de onların bir sorunu çözdükleri hattâ bir sorunu
çözmeye çalıştıkları görülmez. Bir yaraya merhem olmazlar ve hattâ yaralı
parmağa bile işemezler. Bunlar kendilerini “çözümcü” olarak değil, “çözümlemeci”
olarak tanıtırlar. Fakat çözüm olmadıkça çözümlemenin hiç-bir faydası yoktur.
Tasavvufun ve felsefenin kibri, hakîkate daha doğrusu -bunların hakîkate ulaşma
ihtimâli olmadığı için- gerçeğe ulaşma yolunda şaşmaz ve değişmez bir ölçüleri
ve hiç-bir işâret levhaları yoktur. Zâten bu nedenle birinin söylediği
diğerinin söylediği ile birebir tezat teşkil eder. Şeytan her birine farklı şeyler
fısıldadığı için her biri farklı düşünceler ve fikirler üretir. Bu düşünce ve
fikirler çoğunlukla saptırıcıdır ama hiç-biri de iknâ edici değildir. Zâten
kutsal metinler bile onları iknâ etmez de kendilerine şeytanın fısıldadığı
vahiylerden oluşan felsefeyi ve tasavvufu vahiyden üstün görürler. Bu da onların
bâtıla kaymasına, şaşırmalarına ve yoldan çıkmalarına neden olur. Bunların
güvenilir rehberler olamamalarının nedeni budur.
Tasavvufun da felsefenin de
bir sistematiği yoktur. Seyr-i sülûk ve felsefi öğretiler net ve kesin bir
görüşü ve düşünceyi ortaya koymaz. Zîrâ -dediğimiz gibi- şaşmaz bir temele
dayanmadıkları için buna güçleri yetmez. Bu da önüne gelenin keyfine, daha
doğrusu nefsine göre konuşmasına sebep olur. Tasavvufta da felsefede de “ne
desen gider” durumu vardır. Çünkü temelsiz oldukları için söylenen havalı ama
bâtıl bir sözü bile çürütemezler. Bu nedenle herkes, felsefe bilmese de felsefe
yapabilir, tasavvuf bilmese de tasavvufça konuşabilir. Zîrâ ikisi de “ne desen
gider felsefeleri”dir. İkisinde de birbirine tamâmen zıt düşüncelerin olmasının
nedeni budur. Bunların bir temeli yoktur, kriterleri yoktur. Boş laf ve
zırvalık üretmekten başka bir şey değildir yaptıkları. O-anda şeytan ne fısıldarsa
dile getirebilirsiniz ve bunları tasavvuf ve felsefe olarak kabûl edebilirsiniz
ki zâten tasavvuf “kadim bir şirk felsefesi” olduğu gibi, felsefe ise dinsizlikten
dolayı “sonsuz bir şirk felsefesi”dir. İkisi birbirinin neden-sonucudur. Hakkın
ve hakîkatin yâni Allah katındaki tek hak din olan İslâm’ın tahrif edilmesi en
başta dînin felsefe ve tasavvufa dönüşmesiyle başlar. Tasavvuf kadim bir şirk
felsefesidir ki felsefe zâten insanlığın en kadim şirk düşüncesidir.
Hem tasavvuf hem de felsefe,
insanı ve aklı yüceltir ve ilahlaştırır. Felsefede “üst-insan”, tasavvufta ise
“insan-ı kâmil” denilen süpermenler vardır ki bu insanlar -güyâ- kâinâtı ve
Dünyâ’yı yönetip ayakta tutan güçlerdir. Oysa bu kişiler daha büyük-abdestlerini
bile tutmaktan âcizdirler.
İkisinin de aşkın bir ilah
yâni Allah inancı yoktur. Çünkü felsefeye göre Allah denilen şey “doğa” iken,
tasavvufa göre ise Allah, doğa da dâhil her-şeydir. Bu nedenle tasavvuf ve
felsefenin birbirini inkâr etmesi çok saçma olur. Çünkü ikisi birbirinin
besinleridirler. Zâten felsefecilerin tasavvufu hoş görmeleri ve sıcak bakmaları,
tasavvufçuların da felsefeyi çok sevmesi ve benimsemesinin nedeni budur. Tasavvuf
aslen bir felsefedir. Hint, Çin, Îran, Anadolu, Mısır, Yahudilik, Hristiyanlık,
Yunan felsefesi ve Yeni Eflâtunculuk gibi felsefî sistemlere dayanır. Kendilerini
İslâm’dan göstermek için aşırı yorumlarla ters-yüz edilmiş âyetleri ve özellikle
de hadis-i kutsî denilen uydurmaları tuz-biber ve sos olarak kullanırlar. Felsefe
ise zâten tüm düşüncesini dîne karşı çıkmak ile sağlar. Vahiy-merkezli İslâm
bunları mahveden en etkili panzehirdir.
Hak öğreti olan vahiy ve
peygamber örnekliği ifsâd edildiğinde ortaya çıkacak olan şey en temelde
felsefe yada sözde dînî adıyla tasavvuftur ki bunun önceki isimleri bâtınîlik
ve mistisizmdir. Hakîkat tahrif edildiğinde ortaya ilk başta felsefe yada
tasavvuf çıkar. Sonuçta Allah yerine insana tapılmaya başlanır, akıl ilahlaşır
ve madde kutsanır. Zâten felsefede maddenin sonu olmadığı gibi madde yok-olucu
da değildir. Tasavvufta ise madde -hâşâ- bizzat Allah’ın kendisidir.
Tasavvuf da felsefe de din
zayıfladığında ve etkisizleştiğinde ortaya çıkar. Hristiyanlık en etkili olduğu
zamanda felsefeyi ezip geçmişti. Tasavvufun en etkili olduğu zamanlar ise,
İslâm devletlerinin Haçlı Seferleri ve Moğol akınlarıyla zayıfladığı zamanlardır.
Hristiyanlık henüz tam olarak bozulmadığı zamanlarda antik felsefeyi ortadan
kaldırmış ve onu 1.000 yıl boyunca yer-altına itmişti. Ne zaman ki Hristiyanlık
iyice yozlaştı, “antikçağ düşüncesine yeniden dönüş” demek olan Rönesans ile
dinsiz felsefe yeniden hortladı ve günümüzdeki seküler düşünceyi ve küresel dünyâyı
ortaya çıkardı.
Felsefenin tasavvufu yada
tasavvufun felsefeyi kötülemesi çok tutarsız ve saçma bir şeydir. Gazâli’nin
felsefeye iyice bir sövdükten sonra -Kur’ân ve Sünnet yolu dururken- en sonunda
gidip tasavvufun yoluna girmesi çok büyük bir absürdlüktür.
İç-âlemlerin inşâsında sonra
dış-âleme yâni hayâtın sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî,
siyâsî vs. her alana karışmayan şey din değil, tasavvuf yada felsefedir. Oysa
din bir “hayat-felsefesi” değil, “hayat-tarzı”dır.
Tasavvuf ve felsefe argümanlarını
fil-dişi kulelerinde oluşturur ve oradan seslendirir. Çünkü ikisinde de
amel-eylem sorunu vardır ve boş laftan vakit bulup da amel-eylem anlamında harekete
geçemezler ki zâten öyle bir niyetleri de yoktur.
Dîni sekülerleştirdiğinizde
yâni dîni dinden-Kur’ân’dan bağımsız yorumlamaya başladığınızda ortaya
felsefe-tasavvuf çıkar. Felsefe-tasavvuf, dînin fesada uğratılmış şeklidir.
Felsefe ve tasavvuf “eylemi olmayan şey”dir. Vahiy de eylemden koparıldığında
tasavvufa ve felsefeye döner. Fakat İslâm dîni, pasifliği sembôlize eden bir
felsefe ve aslında din görünümlü bir felsefe olan “tasavvuf” değildir. Tasavvuf
bir felsefedir, din değil. Platon felsefesinin İslâm’casına “tasavvuf” denir.
Felsefe ve
tasavvuf târihi; filozofların ve tasavvufçuların “bir mûcize olarak” yaratılmış
olan varlığı net olarak açıklayamayınca, (çünkü en doğrusunu sâdece Allah
bilir) varlığı ya “mutlak varlık” olarak görmeleri, yada “varlığı yok
saymalarının” târihidir.
Peygamberi
olmayan yâni pratiği olmayan dinler, bir felsefe ve tasavvuf olmaktan öteye
gidemez.
Bir din, inanç, düşünüş ve
felsefe yada tasavvuf “basit ve uygulanabilir” değilse, “hak” değildir,
“Hak’tan” gelmemiştir, Hak’ka da götürmez. İnsanı yarı-yolda bırakır.
Dünyevileşmek, dinden
uzaklaşıp felsefeye, tasavvufa ve bilime yaklaşmayla sonuçlanır.
Felsefe, “Allah’ı hesâba
katmadan” düşünme, konuşma ve yazma sanatıdır. Çünkü tasavvuf ve felsefe, bir
“söz tapıcılığı”dır.
Felsefe, eyleme dönük
değildir. O yüzden İslâm’da temel bir konu değildir.
Modern müslümanlar; “dinde
şu yok, bu yok, şöyle değildir, böyle değildir, şu anlamdadır” vs. diye-diye
İslâm’ı eleyip, tam da moderniteyle uyumlu bir felsefe ortaya çıkarıyorlar.
Tasavvufa da felsefî içerikli olduğu için yanaşmaya başlıyorlar.
Tasavvuf tüm dinlerden ve
felsefelerden etkilenmiş ve alıntı yapmış eklektik bir felsefi sistemdir. Fakat
en az alıntıyı Kur’ân’dan yâni İslâm’dan yapmıştır. Çünkü tasavvuf, her türlü
bâtıl düşünceyi kabûl edip içselleştirmeye uygun bir felsefedir. Bu yüzden müslümanların
tasavvufa ve felsefeye kapılmaları ve destek vermesi, İslâm’a yapılan bir
ihânettir.
Nefsinin güdümünde olanlar,
aradıklarını Kur’ân’da bulamamışlarsa daha doğrusu Kur’ân’ın cevaplarını
beğenmedilerse, felsefeye ve tasavvufa kapılmaktan başka çâreleri yoktur.
Çüke dil
takılsaydı, felsefe ve tasavvuftan bahsederdi. Çünkü felsefe ve tasavvuf
“çük”üne göre konuşmaktır.
Tasavvuf ve felsefe, bozuk
psikolojilerin düşünceleridir. Psikoloji bozulup anormâlleşince, felsefi ve
tasavvûfî düşünce ortaya çıkmaya başlar.
Kibir, iki bâtıl akımın
ortak özellikleridir ve ikisi de genel halkı câhil ve avam olarak görürler.
Fakat aslında kendileri de bir bok değildirler.
İslâm adına hiç-bir
sorumluluk almak ve hiç-bir şey yapmak istemiyorsanız, mecbûren tasavvufa ve
felsefeye sığınmak zorunda kalırsınız.
Felsefe, mistisizm, bâtınîlik
ve tasavvuf, “işgüzarlık”tan başkası değildir. Allah’ın insanlardan böyle bir
beklentisi yoktur.
“Tasavvuf ve felsefe nedir?”
sorusuna verilecek tek kelimelik cevap şudur; “tembellik”.
Tasavvuf ve felsefe,
laçkalığın bir sonucudur. İnsan laçkalaştıkça tasavvufa ve felsefeye yamanır.
Dikkat edin!; “aldatıcı”
sizi tasavvuf ve felsefe ile aldatmasın. Zîrâ:
“..Allah kimi saptırırsa
ona doğruyu gösterecek yoktur” (R’ad
33).
Tasavvuf ve felsefe,
“kitlelerin afyonu”dur vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder