28 Ekim 2023 Cumartesi

Sünnet ve Gelenek

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Gelenek: “Öteden bêri yapıla-gelen şeyler, alışkanlıklar. Geçmişle olan bağlantı” anlamlarındadır. Gelenek ya İslâm geleneğidir yada beşerî geleneklerden bir gelenektir. Gelenek ya Allah’a yada insana dayanır, üçüncü bir şık yoktur.  

 

Allah tüm peygamberlere indirdiği vahiylerde, “İslâm’ı yâni Allah’ın dînini hayâta egemen kılın” der. “Dîni dosdoğru ayakta tutmak” onu hayâta hakim kılmakla olur. Allah dînin “hayâta” egemen kılınmasını ister, yoksa sâdece zihinlere zapt-edilmesini değil. Yâni Allah, “Kur’ân’ı zihinlerinize iyice belletin ve iyice ezberleyin” demiyor. Çünkü İslâm sâdece zihinlerin ve iç-âlemin değil, dış-âlemin de İslâm ile belirlenmesini ve İslâm’ın iç-âlemlerde olduğu gibi dış-âlemde de hâkim olmasını ister ve emreder (Şûrâ 13). İslâm’ın hayâta hâkim olması elbette İslâmî yaşayış tarzının ve davranışının hayâta hâkim olması demektir ki bu yaşayış da elbette Peygamberimiz’in örnek yaşayışına göre olacaktır. Çünkü o, tamamlanmış vahye göre olan yaşanmışlığın ve davranmanın en ideâl ve güzel örnekliği ve pratiğidir.

 

Peygamberimiz’deki güzel örnek, en ideâl ve en güzel örnekliktir. Çünkü vahye göre ortaya konmuş bir örnekliktir. Vahye göre oluşturulmuş bir gelenektir. Sünnet denilen bu örneklik, “İslâm geleneği”dir. Fakat şunu hemen söylemek gerekir ki İslâm geleneği, 1.400 yıl boyunca yaşanan ve davranışlar sergilenen “müslümanların târihi” değildir. 1.400 yıl boyunca elbette İslâm’a ve İslâm geleneğine uygun bir-çok yaşayışlar ve davranışlar olmuştur. Fakat bir o kadar da yanlış ve çirkin yaşayışlar ve davranışlar da gösterilmiştir. Bu nedenle İslâm geleneği, mezheplerin ve târikatların zannettiği gibi, “müslümanların 1.400 yıllık târihinin tamâmı” olarak anlamak ve kabûl etmek yanlıştır. İslâm geleneği vahye göre oluşmuş olduğu için, vahye aykırı olan ve uygun olmayan hiçbir davranış İslâm geleneği değildir. Onlar beşerî geleneklerden bir gelenektir sâdece. Açıkçası müslümanların 1.400 yıllık târihi çok büyük oranda sorunlu bir târihtir ve büyük oranda İslâm geleneğine yâni Sünnet’e yâni vahye uygun değildir ve aykırıdır. O-hâlde “İslâm geleneği” ile “müslümanların geleneğini” ayırmak şarttır. 

 

İslâm’ın Hz. Âdem ile yâni ilk peygamber ile başlayan bir geleneği vardır ve kıssalar bu geleneklerin ete-kemiğe bürünmüş anlatımlarını içerirler. Tüm peygamberler İslâm geleneği üzeredirler ve İslâm geleneğini yaşatmışlardır yada bunun için çalışmışlardır. Her peygamber bozulan İslâm geleneğini düzeltmiş yada düzeltmek için çabalamıştır. İslâm geleneği en nihâyet vahyin tamamlanmasıyla Kur’ân’a dayanır hâle gelmiştir ve artık Kur’ân ile belirlenip ve Peygamberimiz’in ve elbette o’na uyanların örnek yaşamı ile tezâhür etmiştir.

 

Tüm müşrik ve kâfirlerin İslâm’a karşı çıkmaları aslında “İslâm’ın geleneğine karşı çıkmaları”dır. Yoksa fikir ve düşünce olarak vahye karşı çıkmamışlardır. Zâten hanifler tevhide uygun söylemlerini yapıyorlardı ve Mekke’liler bunları duyuyorlardı. Fakat hanifler işi amele-eyleme döküp de tevhidi “gelenek” hâline getirmiyorlardı ve böylece Mekke’deki mevcut geleneğe söylem anlamında karşı çıksalar da amel-eylem anlamında karşı çıkmamış oluyorlardı. Günümüzde olduğu gibi “o da onun düşüncesi” deyip geçip gidiyorlardı. Zâten İslâm ne zaman bir hayat-tarzı olarak ortaya çıkıp da konuşulmaya ve amele-eyleme dökülmeye ve mevcudu eleştirip îtirâz etmeye başlamışsa ve de davranmışsa, kâfir ve müşrikler de o zaman Peygamberimiz ile ve mü’minlerle mücâdele etmeye başlamışlar, o’na o zaman düşman olmuşlardır. Çünkü İslâm bir gelenek oluşturmak ister ve bu gelenek, Mekke’lilerin atalardan kalma mevcut geleneğine aykırıdır ve hattâ o atalar geleneğini de yıkıp onu ortadan kaldırmak istediği gibi, İslâm geleneğini hâkim kılmak da ister. İşte kâfir ve müşriklerin tüm zamanlarda İslâm’a düşman olmalarının nedeni budur. Bu -bağlamda müşrikler hep şöyle demişlerdir:

 

“Dediler ki: Bizim için fark-etmez; öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da. Bu, geçmiştekilerin geleneksel tutumundan başkası değildir” (Şuârâ 136-137).

 

“Onlara: ‘Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin’ denildiğinde, ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. (Peki,) ya ataları bir şey bilmiyor ve hidâyete ermiyor idilerse?” (Mâide 104).

 

Şimdilerde İslâm’ı savunanlara yobaz, gerici, orta-çağ karanlığında yaşayan, terörist, ilkel ve çağ-dışı gibi sözler söyleniyor ya, işte bu âyetler, tüm zamanlarda söylene-gelen benzer sözlerin özetidir. Yâni zımnen demek istiyorlar ki, bizim gelişmiş, modern ve ileri geleneğimiz varken eskilerde kalmış geleneklerle mi hareket edeceğiz?. Meselâ şimdilerde şöyle diyorlar: “1.400 yıl öncesinin köhnemiş uygulamalarını yâni geleneğini mi getireceksiniz?, biz bunlara niçin uyalım?. Fakat aslında istemedikleri şey, nefislerinin İslâm geleneği ile kısıtlanmasıdır. Çünkü onlar 1.400 yıl öncesi uygulamalara karşı çıkarken 2.500 yıl öncesi uygulamaları baş-tâcı eden kişilerdir. Üzerinde uzun zaman geçmiş uygulamaları ve gelenekleri istemiyorlarsa 2.500 yıl önceki uygulama olan demokrasiyi neden bu kadar savunuyorlar ki o zaman?. Çünkü o daha eski ama nefse aykırı değil ve çok uygun. Mesele o. Meselâ Türkiye’de günümüzde Atatürk’ün ortaya koyduğu gelenek hâkimdir ve başka gelenekleri işe karıştırmıyorlar hattâ buna katlanamıyorlar. Hele ki İslâm geleneğini hayâta karıştırılmasına zinhar izin vermiyorlar. Fakat Atatürk de getirdiği geleneği batı’dan -sözde- yendiği düşmanlardan almıştır. Yâni Türklere has bir gelenek yâni din değildir inanılan ve yaşanan gelenek. Şamanizm geleneği olsa neyse..

 

Gelenek aslında “ahlâk” demektir ve İslâm geleneği ahlâk-timsâli peygamberler ve ahlâkın kaynağı olan vahiy ile belirlenirken, kötü ve çirkin gelenekler ise beşerî ve yanlış düşüncelerle açığa çıkar ki bunları fısıldayan elbette -Allah olmadığı için- şeytan, nefs ve tâğutlardır. İnsanlık târihi İslâm geleneği ile beşerî gelenekler yâni dinler arasındaki mücâdelenin târihidir.

 

Kıssalarda ortaya konan peygamberlerin vahiy-merkezli hayatları İslâm geleneğini ortaya koyar. Tabi onların ortaya koyduğu bu gelenek vahye uymanın bir sonucudur. Vahye göre davranıldığında İslâm geleneği ortaya çıkar ki buna ilk ortaya koyanlar peygamberler olduğu için onların bu örnek davranışlarına Sünnet diyoruz. Peygamberlerin vahiy-merkezli ideâl ve örnek davranışları “İslâm geleneği”dir. Tüm peygamberler kendilerinden önceki peygamberlerin sünnetlerine yâni ortaya koymuş oldukları geleneklere uymakla emrolunmuşlardır. İslâm geleneğinde çok az değişiklik olmuştur ki bu değişiklikler İslâm Dîni’nin ve geleneğinin temel ilkelerine aykırı olan değişimler değildir.

                                                                                                    

İslâm geleneğine hep “esâtir” yâni “eskilerin masalları ve uygulamaları” denilmesi, yeni geleneğe meftûn ve râm olunmasından dolayıdır. Geleneğe düşmanlık en çok ve en bâriz bir biçimde Modernizm sürecinde olmuştur. Zîrâ Modernizm hayâtiyetini genelde tüm eski olana, özelde ise İslâm geleneğine karşı çıkmakla sağlar ve kendi geleneğini oluşturmak ve insanları buna yönlendirebilmekle ayakta tutar ve devâm ettirir. Modernite, gelenek düşmanıdır. Oysa kendisi de bir gelenek kurmuştur ve zâten kurmak zorundadır. Zîrâ insanlar ancak geleneğe göre hareket ederler ve geleneği tâkip ederler. Çünkü geleneğin etkisi çok güçlüdür, zîrâ gelenek yaşamın kendisidir. Bilmenin etkisi “yapma”nın etkisine göre çok zayıftır. Öyle ki, bilinenler değişir yada unutulur gider ama, yapılanlar âdet ve gelenek olarak -saçma bile olsa- çok uzun yıllar boyunca sürer gider.

 

İslâm’ın kurucu unsuru Kur’ân’dır. Fakat İslâm sâdece ilmî bir konu değildir ve Kur’ân da sâdece bir “ilim kitabı” değildir ve ilmiyle âmil olmak bağlamında iç-âlemleri inşâ edip belli bir seviyeye gelmiş olan kişileri dış-âleme yönlendirir ve dış-âlemin inşâsı için görevlendirir. Buna göre bunu en ideâl olarak gerçekleştiren kişi, güzel örnekliğimiz (Ahzâb 21) Peygamberimizdir ki literatürde onun o örnek davranışı Sünnet olarak bilinir. Bu nedenle Kur’ân “kurucu bilgi ve bilinç” iken, Sünnet “kurucu amel-eylem”dir. “Peygamberimiz’in bizzat ağzından çıkan hikmetli sözleri ve vahiy-merkezli ve vahiy-çıkışlı yada vahiy-kaynaklı amel-eylemleri” demek olan Sünnet “kurucu amel-eylem”dir. Bu, vahye bağlı ve vahye dayalı olan amel-eylem, İslâm’ın geleneği olmuştur. “Sahih gelenek” budur. Vahyin oluşturduğu gelenek, Sünnet olarak yâni “en güzel örneklik” olarak ortaya koyulmuş ve hâkim kılınmıştır. Artık mü’minlerin görevi bu geleneği yeniden diriltmektir. Bunu yapabilecek olanlar da elbette Kur’ân ile bilgilenip bilinçlenen ve Sünnet örnekliğini tâkip edenler olacaktır.

 

Sünnet-hadis ayrımı yapmanın bir anlamı yoktur, çünkü Peygamberimiz hem Kur’ân’ın açık emri ve uyarısıyla, yapmadığı bir şeyi söylemeyeceğinden dolayı, hem de yaptıkları şeyler ortadayken bir de ayrıca “ne dedi”yi araştırmak ve tam metni bulup ortaya çıkarma çabaları çok önemli değildir. Zâten geleneği de bunlar belirlemez, belirlememelidir. Peygamberimiz’in vahyin ışığında neyi nasıl yaptığı önemlidir. Zâten Peygamberimiz’in çeşitli sıfatlarla da söyledikleri sözler yâni hadisler vardır ki bunların hepsini vahye dayandırmak gerekmez. Fakat ne yaptığı önemlidir. Çünkü bir peygamberin davranışlarını vahyin inşâ etmiş olması gerekir. Tabi kendisine bir konu hakkında sorulduğunda buna söz ile cevap da vermiştir ki bu sözler değersiz görülemez. İmam Âzam şöyle der:

 

“Allah’ın Elçisi Allah’ın kitabına aykırı söz söylemez; Allah’ın kitabına aykırı söz söyleyen Allah’ın Elçisi olmaz. Benim reddettiğim kişiler Kur’ân’a aykırı sözleri hadis diye rivâyet etmekteler. Allah’ın Elçisi’nin duyduğumuz ve duymadığımız bütün sözleri başımız-gözümüz üstündedir. Ama biz, Allah Elçisi’nin Allah’ın emrettiği bir şeyi yasaklamadığına, yasakladığı bir şeyi de emretmeyeceğine inanmaktayız. Allah’ın Elçisi, bir şeyi Allah’ın nitelendirmesinin dışında bir nitelemeye de tâbi tutmaz. Onun, bütün işlerinde Allah’a uyma hâlinde olduğuna tanıklık ederiz. O, ne dinde kendinden bir şey îcat eder ne de Allah’ın söylemediği bir sözü Allah’a isnât eder. İşte bu böyle olduğu içindir ki Kur’ân, ‘Resûl’e itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur’ buyurmaktadır” (İmam-ı Âzam, el-Âlim ve’l-Müteâllim, 32-33).

 

“Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı” iken “Sünnet ise amel ve eylemin kaynağı”dır. Kur’ân amele-eyleme dökülmedikçe kuruculuğu eksik kalacağı için Sünnet Kur’ân’ın amel-eylem yönü olmuştur. Böylece Kur’ân ve Sünnet, İslâm geleneğini oluşturur ve ortaya koyar. Amaç, beşerin ortaya koyduğu geleneklere karşı Allah’ın vahiyleriyle İslâm geleneğini oluşturmak ve hâkim kılmaktır.

 

Çeşitli nedenlerden dolayı insanların büyük çoğunluğu Kur’ân’ı okumaz-okuyamaz, öğrenemez, üzerinde çalışamaz ve ayrıntılı olarak bilip idrâk edemez. Zâten Allah da insanların tümünden bunu beklemez ve herkesin din konusunda uzmanlaşmasını ve âlim olmasını emretmez. Fakat gelenek ile dîni öğrenmeyi ve yaşamayı kolayca yapabilir. İşte bu nedenle Sünnet ile yâni vahiy-merkezli en ideâl yaşanmışlık ile ortaya konan İslâm geleneği ile insanların İslâm’ı öğrenmesi ve uygulaması çok daha kolay ve mümkün olur. Zâten târih boyunca müslümanlar genelde dinlerini kitaptan değil, gelenekten öğrenmiştir fakat sorun şudur ki gelenek vahiy-merkezli olduğunda sorun olmazken, vahye aykırı düşüncelerle, kişilerle yada şeylerle belirlendiğinde fitne ortaya çıkmakta ve toplum ayrışıp ifsâd olmaktadır. Artık ortada sâhih din ve gelenek değil, birilerinin vahye aykırı düşünceleri ve görüşleri kalır. Bunlar kısa zamanda gelenek hâline gelir ve kolayca yayılır gider.

 

Günümüzde ise modern gelenek vardır ve tüm Dünyâ’ya hâkimdir. Dîni dışlayarak ortaya konan bir gelenektir bu. İnsana, akla, eşyâya, doğaya yâni maddeye dayalı bir gelenektir. Hak ile alâkasını kesmiş olduğu için bir türlü Hakkı ve hakîkati ortaya koyup da yaygınlaştırmayan ve bunu yapması mümkün de olmayan bir gelenek.

 

“İslâm’ın hâkim olması” demek, “İslâm geleneğinin hâkim olması” demektir. Vahiy ancak bu şekilde hayâta hâkim olur, yoksa masa-başı çalışmalarına mahkûm oluruz ki günümüzde yapılan çoğunlukla budur. Çünkü müslümanlar Kur’ân’ı okuyorlar ama modern geleneğe teslim olmuş durumdadırlar. Üstelik modern geleneğe teslim oldukları için Kur’an’ı da modern geleneğe uygun yorumlamak için çabalıyorlar. Tabi Kur’ân ile modernizmin uyuşması mümkün olmadığı için (çünkü ikisi bambaşka gelenekler üretir) yaptıkları şey “Kur’ân’ı modernizme uydurmak”tan başkası değildir.

 

Eski gelenekten kurtulma isteği, “yeni geleneğe kolayca bağlanma ve adapte olmak”tan kaynaklanır. Bir geleneğe karşı çıkmak mecbûren başka bir gelenek ile olabilir. O-hâlde yeni gelenek -meselâ modern gelenek- de eski geleneğin tümüyle ortadan kalkmasını istemez. Zîrâ ona sürekli olarak bir “düşman gelenek” lâzımdır.

 

Beşerî gelenek ve görenekler, eski yada yeni dinlerin uygulamalarıdırlar. Bu ya İslâm geleneğidir yada beşerî geleneklerden biridir. Romalılar, Roma Uygarlığı’nın köklü geleneklerinden nasiplenmemiş olanları “barbar” sözcüğüyle tanımlanıyorlardı. Bu tutum şu-anda da geçerlidir. Modernizm bir greko-romen gelenek ve uygarlıktır. Bu uygarlığa ayak uydur(a)mayanlar barbar, yobaz, ilkel, gerici ve terörist olarak kabûl ediliyor.

 

Türkler her dîne kolayca girip-çıktılar. Sâdece İslâm’ı çok zor kabûl ettiler. Zâten onu da Kitap-merkezli olarak değil, tasavvuf-bâtınî senkretik ve eklektik şekilde ve kendi şaman geleneklerine uydurduktan sonra benimsediler. Bu -istisnâları saymazsak- hâlen de büyük oranda böyledirler.

 

Bu-gün Modernizm adına bir-çok müslümanın uygarlık olarak algıladığı/bildiği şey, İslâmî gelenekte câhiliye diye bilinen değerlerin uyanışıdır. Modernizmin ağır kuşatması altında seküler sistemlere îtirâza cesâret edemeyen müslümanlar, “gelenek eleştirisi”yle idâre ediyor. Gelenek eleştirisi de olmasa müslümanlar işsiz kalırlardı. Fakat bilsinler ki bu yaptıkları da “modernizm geleneğine göre davranmak”tır.

 

Bir insan, modern-bilim ve teknolojiyi övüyorsa, sürekli olarak kadınları öne çıkaran şeyler söylüyorsa, demokrasiye, lâikliğe ve moderniteye eleştirisi yoksa ve sürekli olarak İslâmî geleneği eleştiriyorsa, o kişi İslâm’dan ziyâde, “modernite dîni ve geleneği” üzeredir.

 

1.400 yıllık “müslüman geleneği”nin (İslâm geleneği değil) eleştirilmeyi hattâ düşman olmayı gerektirecek hak edecek bir-çok yönü vardır. Fakat şu da var ki, Dünyâ’da batı’nın hâkim olduğu modern-seküler şirk geleneğinin içinde yaşamaktansa, Dünyâ’ya müslümanların hâkim olduğu klâsik-geleneksel şirkin içinde yaşamayı tercih ederim. Çünkü İslâm’ın bâtılı yâni “müslümanların 1.400 yıllık geleneği, modernizm denilen şerefsizlikten daha iyidir.

 

Müslüman gelenekçiler, İslâm geleneğinin yozlaştırılmış tarafına “mest” olurlarken; gelenek düşmanları olan modernler ise, İslâmî geleneğin yozlaşmış-yozlaşmamış her tarafına “düşman” oluyorlar. Çünkü onlar kendi geleneklerine şirk koşmazlar ve koşturmazlar.

 

İslâmî gelenek ile beşerî gelenekler bâriz şekilde farklıdır. Geleneksel toplumda bilgelik yaşlılardayken, modern toplumda gençler, modernitenin etkisiyle yaşlıları “bunak” olarak görmektedirler.

 

Modern-bilim ve teknoloji çağı Allahsız olduğu için Allah’ı hatırlatmaz. Oysa doğal-geleneksel İslâmî toplumda doğayla iç-içe yaşandığı için Allah sürekli hatırdadır. Bir çiçek doğal olarak insana Allah’ı hatırlatır, fakat bir entegre Allah’ı hatırlatmaz ve tam-aksine O’nu unutturur. Bu nedenle de doğallıktan uzaklaşıldıkça Allahsızlaşma başlar.

 

Muhâfazakârlık, “İslâm geleneği”ni değil, “geleneksel müslümanlık”ı savunmaktır.

 

Modern dünyâyı ve geleneğini kucaklarken müslüman geleneğini yada İslâmî gelenek eleştirisi yapmak samîmiyetsizliktir.

 

Gelenek ya ilâhî yada şeytânî, nefsî ve tâğûtîdir. Üçüncü bir şık yoktur. İslâm geleneği vahiy-merkezli ve vahye dayalı Sünnet’tir. (Ahzâb 21).

 

Klâsik yada modern anlamda İslâm-*dışı geleneklerden kurtulmadıkça iyi bir dünyâ kurulamaz.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2023

 

 

Devamını Oku »

Hakîkati Aramak ve Bulmak

 

“Onlar yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan (ve hakîkatten) yana hiç-bir yarar sağlamaz” (Necm 28).

 

İnsanlık-târihi boyunca hep bir “hakîkati aramak” çabası olmuştur. Herkes hakîkati arıyor ve hep hakîkati bulmaktan bahsediyor. Fakat sorun şu ki, hakîkatin nerede ve nasıl bulunacağında ortak bir görüşleri yok. Herkes kendi kafasına, inancına ve düşüncesine göre hakîkati arıyor ama bir türlü de bulamıyor. Çünkü hakîkat öyle karambôle aranacak ve şans-eseri denk gelinip de bulunacak bir şey değildir. Zâten hakîkati aramak düşüncesinin ve çabasının kendisi bâtıldır. Hakîkat bir yerlerde gizli ve saklı mı ki hakîkat sürekli olarak aranıp duruluyor ve bulmaya çalışılıyor. Hayır!; hakîkat yapısından ve özelliğinden dolayı “apaçık” olandır, onu aramak ve bulmaya çalışmak diye bir şey olamaz. Apaçık ortada olan şeyin neyi aranacak ve bulunacaktır ki!. O-hâlde “hakîkati arıyorum” diyenler aslında keyiflerine göre bâzı gerçeklikler aramaktan başka bir şey yapmamaktadırlar.  

 

İşin ilginç yanı, “hakîkati arıyorum” diyenlerin çoğu hakîkati bâtılın içinde yada bâtıl ile birlikte bulmaya çalışmaktadır. Bu-bağlamda herkes hakîkatin kendi uzmanlık ve ilgi alanı içinde ve kişisel düşüncesine uygun olduğunu söyleyerek kendi aradıkları yerde aranmasını söylüyor. Hakîkatin ancak böyle bulunabileceğini iddiâ ediyor.

 

Felsefeciler binlerce yıldır hakîkati arıyorlar ama bir türlü de bulamıyorlar. “Gerçekten de hakîkatin arayışı içinde midirler yoksa onlar keyiflerine göre mi takılıyorlar?” diye sorulsa, hakîkati aradıkları iddiâlarının gerçek-dışı olduğu ortaya çıkacaktır. Onlar ön-bilgi ve on-yargılarına delil aramaktan başkasını yapmıyorlar.

 

Târihçiler, matematikçiler, fizikçiler, kimyâgerler, biyologlar, antropologlar, astronomlar, jeologlar, tasavvufçular, modern bilimi ve teknolojiyi din yapmış olanlar vs. herkes hakîkati arıyor ve herkes de kendi alanı içinde bulacağını zannediyor. Şimdiye kadar “hakîkati bulduk” diyen de olmamıştır. Hiç-bir zaman da olmayacaktır. Çünkü hakîkati bulma adına bir kriterleri, dayanacakları sağlam bir temelleri yoktur. Yola nereden ve nasıl çıkacaklarını bilmiyorlar yada biliyorlar ama o yola girmek istemiyorlar.

 

Hakîkat aranacak bir şey değildir. Zîrâ apaçık ortadadır. Peki nedir bu apaçık olan hakîkat?. Hakîkat “Hak’tan gelen”dir. Hak’tan yâni Allah’tan gelendir. Allah’tan gelen elbette vahiydir. Peygamberlere indirilen vahiy hakîkatin ta kendisidir. Peygamberler de zâten hakîkatin tebliğini yapmışlar, hakîkate dâvet etmişler, o hakîkate göre hareket etmişler ve o hakîkate göre yaşam-tarzları ortaya koymuşlardır. Kimisi de o hakîkati ve güzel örnekliği hayâta hâkim kılabilmiştir. 

 

Hakîkati aramak ve bulmaya çalışmak diye bir şey yoktur. “Hakîkati bilmek ve ona uymak” vardır ve aslolan budur. Allah hakîkati zâten bize apaçık bir şekilde indirmiştir ve Peygamberimiz de apaçık bir şekilde hakîkate göre nasıl yaşanacağının örneğini göstermiştir. Öyleyse hâlâ “hakîkati aramak ve bulmaya çalışmak” saçmalığı da nedir?. Hakîkat ortada işte!; Kur’ân’ı okuyup idrâk etmek ve Peygamber örnekliğine uyarak hakîkati günümüzde de yaymak ve hayâta  hâkim kılmaktır. Yapılacak olan budur.

 

Bakmayın siz yana-yakıla hakîkati arıyorum havasında olanlara. Onlar apaçık hakîkate teslim olamadıkları için, teslim olabilecekleri ve keyifle yapabilecekleri şeyleri arıyorlar. Herkes de kendi keyfine, kendi düşüncesine ve kendi aklına uygun bir hakîkat arıyor ve bulmak istiyor. Aslında kafa ve beden konforunu bozmayacak şeyi arıyorlar. Bunlar hakîkati arama konusunda samîmi değiller. Bu yüzden “hakîkati arıyorum” diyenlerle hiç muhâtap olmaya değmez. Çünkü onlar aslında Hak’tan ve hakîkatten kaçıyorlar.

 

İşin ilginç yanı, hakîkati Hak’tan bağımsız arayanların olmasıdır. Hakkı hesâba katmadan hakîkatin bulunması söz-konusu bile olamaz. Zîrâ hakîkatin kaynağı zâten Hak’tır. Siz Hak’tan başka bir hakîkat mi arıyorsunuz?. Hakîkat Hak’tan gelendir, hakîkati ancak Hak bildirir ve gösterir. Hakîkati bulmanın daha doğrusu bilmenin başka da bir yolu yoktur.

 

Hakîkat modern-bilim ve teknoloji ile de bulunamaz. Bakmayın siz onların hakîkati aramak, bulmak ve görebilmek için “tanrı parçacı”ğı falan aradıklarına. Onlar maddeyi ilahlaştırmalarını meşrûlaştırmaya çalışmaktan başkasını yapmıyorlar. Bu yüzden de tanrılaştırdıkları maddenin bir parçasını bulabilirler sâdece. Hakîkatin maddede mündemiç olduğu ne mâlûm ki?. Madde de bir gerçekliktir ama “mutlak gerçeklik” yâni “hakîkat” değildir. Modern-bilim ve teknoloji ile bâzı gerçeklikler bulunabilse de mutlak gerçeklik olan hakîkatin maddenin içinde bütünüyle bulunması mümkün değildir. Çünkü hakîkat “maddeye içkin” değil “maddeye aşkın”dır. Bu nedenle maddeyi parçaladıkça-parçalamakla ve tanrı parçacığı falan aramakla hakîkat bulunamaz. Hattâ böyle bir arama çabası hakîkatin daha beter üstünü kapatır da bulunmasını daha doğrusu bilinmesini engeller. Modern-bilim hakîkat yerine hep “zan” bulmuştur ve bir süre onun hakîkat olarak kabûl eder ama sonra yanıldığını görüp anlayınca yeni arayışlara girer. Bu-bağlamda modern-bilim için “çürütülebilir olandır” diye bir kabûl ortaya atmışlardır.

 

Hakîkat insanda, akılda, eşyâda, doğada yâni maddede bulunamaz, bu nedenle maddeyi ne kadar parçalarsanız-parçalayın yine de hakîkati bulamayacağınız gibi tam-aksine büyük bir yalanın içine düşmüş olursunuz. Çünkü parçaladıkça bütünlük bozulacağı için hakîkat olarak anlamlandırılacak bir şey kalmaz ortada. Bu nedenle de en sonunda “hakîkat yoktur” sonucuna ulaşmak kaçınılmaz olur. Hakîkat ne göklerde, ne yerin dibinde, ne makroda, ne mikrodadır. Hakîkat bir bütündür ve hakîkat yüzde-yüz hakîkattir. Parçalanamaz, bölünemez, bir kısmına bakarak idrâk edilemez. Zîrâ hakîkat “Hak’kın sözü”dür.

 

Hakîkat tasavvufla da bulunamaz. “Hakîkat aramakla bulunamaz ama bulanlar arayanlardır” sözünü söyleyip dururlar ama hakîkati buldukları da görülmez, çünkü onlar da felsefeciler gibi aslında işin eğlencesindedirler. Aslında hakîkati bulmak istemezler. Zîrâ hakîkat insana icâbında ağır sorumluluklar yükler ve malları ve canları bile ortaya koymayı gerektirebilir. Hakîkati görenler ve bilenlerin hayatlarını ona adamaları gerekir, hakîkat-merkezli bir hayat yaşamaları gerekir ki hakîkat bütün bâtılları ve yalanları ortaya serip yok edeceği için hakîkati arıyorum diyenler aslında içten-içe “inşaallah bulamayız” demektedirler. Bu nedenle de hakîkate uymamak için hakîkati aramakla oyalanıp dururlar. Oysa hakîkat aranacak ve bulunacak bir şey değil, bilinip idrâk edilecek ve uyulacak bir şeydir.

 

Hakîkat modern paradigma içerisindeyken bulunamaz. Bâtılın içindeyken, bâtılı seviyor ve savunuyorken, bâtılı mahvedecek olan hakîkati aradıklarını söyleyenler yalancıdır.

 

Târih boyunca hakîkat yanlış yerde arandığı için bulunamamıştır. Oysa peygamberler kendilerine inen vahiyleri Îlân ederek “işte hakîkat budur!” diye haykırmışlar ve insanları bu hakîkate dâvet etmişlerdir. Fakat onlar yine de apaçık hakîkat yerine, şeytanın fısıldadıklarını, nefislerinin arzuladıklarını ve tâğutların uydurduklarını aramaya devâm etmişlerdir. Dolayısı ile de hep eksik ve yanlış sonuçlara ulaşmışlar ve buldukları bâtılları hakîkat olarak kabûl etmişlerdir. Lâkin hakîkat zannettikleri ama kısa süre sonra onun da hakîkat olmadığını gördüklerinde yeniden arayış başlar.

 

Akıl, hakîkati tek-başına ve vahiyden bağımsız olarak idrâk edemez, bulamaz. Ancak vahyin kılavuzluğunda hakîkate doğru gidebilir ve hakîkati idrâk edebilir. Aslında hakîkat ancak akıl-üstü bir bilgiyle bulunabilir ki o bilgi elbette vahiy bilgisi ve bilincidir.

 

İnsanlık-târihi vahyin “aklı tokatlama” târihidir. Vahiy, aklı tokatlaya-tokatlaya yola sokmuştur hep. Fakat o her fırsatını buldukça yoldan çıkmıştır.

 

Hakîkat her-şeyden yola çıkarak bulunamaz. “Hak’ka ve hakîkate giden yollar insanların nefesleri sayısınca” falan değildir, hakîkate giden yol ancak tek bir tânedir o da Hak’kın indirdiği vahiy yoludur. Gerisi bâtıldır, sapıklıktır.  

 

“İşte bu, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var?. Peki, nasıl hâlâ çevriliyorsunuz?” (Yûnus 32).

 

Hakîkat Allah’ın bildirdiğidir ki o da ancak vahiydir. Vahiy tümüyle bir hakîkattir. Vahye göre davrandığınızda hakîkate göre yaşamış olursunuz.

 

“Hak geldi, bâtıl yok olup gitti; bâtıl her zaman yok olmaya mahkûmdur” (İsrâ 81).

 

Dünyâ’ya ya hak ve hakîkat hâkimdir yada bâtıl. Üçüncü bir şık yoktur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2023

 

Devamını Oku »

İslâm’ı Bilgiye İndirgemek

 

“Dediler ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).

 

Allah’ın indirdiği vahiylerle belirlenen İslâm’ın tüm zamanlardaki tahrifi ve tahribi, onu cüzlerine indirgemekle başlar ki İslâm’ı bilgiye ve ilme indirgemek” bu tahrif ve tahrip sürecinde ilk yapılan şeydir. Böylece İslâm parçalanmış ve ilme ve bilgiye indirgenmiş oluyor. Bu durum İslâm-merkezli yaşamak düşüncesini blôke ediyor ve zayıflatıp azaltıyor.

 

Bu bahsettiğimiz şey, İslâm’ın tamamlandığı Kur’ân için de söz-konusudur. Kur’ân’ın emir ve nehiylerini yerine getirmekten üşenen, ağır sorumluluklarını yüklenmekten kaçınan modern müslümanlar, Kur’ân’ın bilgisine yönelmişler ve odaklanmışlar, böylece İslâm’ı bilgiye indirgemişlerdir ve bunu hâlen de sürdürmektedirler. İşin teorik tarafında kalarak pratik amel-eylem yönünü çok az söz-konusu etmekteler ve bu-bağlamda Peygamberimiz’in güzel örnekliğinden (Ahzâb 21) pek bahsetmemektedirler. Hattâ bâzıları güzel örnekli bile bilgiye indirgemiştir.

 

İşte bu nedenle Allah’a, İslâm’a, Kur’ân’a ve Peygamberimiz’e yapılan hakâretlere bile bilgiyle ve ilimle karşılık vermek düşüncesi ortaya çıkmıştır. Oysa bunun Peygamberimiz ve sahabe örneği böyle değildir. Peki modern müslümanlar niçin İslâm’ı bilgiye indirgemektedirler?.

 

Açıkçası modern müslümanlar; korkak, pısırık, tembel, pasif, gevşek, ezik, çekingen vs. bir hâle gelmişlerdir. Çünkü hem modernizmin ağır baskısı, kuşatması ve üretimleri müslümanları korkutmuş, modernizme meftûn, râm ve hayran bırakmış, hem de ulaşılan refah, müslümanları gevşetmiş ve yavşaklaştırmıştır. Artık müslümanların kaybedecek çok şeyleri vardır. Çünkü artık takvâları, îmanları ve inançları zayıflamış, dirâyetlerini, sabırlarını, kararlılıklarını, öz-güvenlerini, celâdetlerini ve delikanlılıklarını kaybetmişlerdir. Artık Allah’a, dinlerine, Kur’ân’a, Peygamberimiz’e, İslâm’a, mü’min kardeşlerine, şereflerine ve nâmuslarına yapılan hakâretlere ve saldırılara bile bir şey diyememektedirler ve işi Allah’a havâle ederek cezâyı âhirete ertelemektedirler. Tabi bu tavrın Dünyâ’daki cezâsı olarak onursuz, ezik ve şerefsiz bir yaşamaya katlanmak zorunda kalmaktadırlar. Zîrâ amel-eylem ve mücâdele unutulmuş ve iş “sâdece ilme ve bilgiye” indirgenmiştir.     

 

Kur’ân sâdece okunmak, bilinmek, anlaşılmak ve üzerinde uzmanlaşmak için indirilmiş bir Kitap değildir. O aynı-zamanda yaşanması gereken bir Kitap’tır ve bu yaşam, vahiy-merkezli en ideâl yaşam-şekli ve amel-eylem pratikliği olan Sünnet örnekliğine göre olacaktır. Yâni Peygamberimiz ve sahabe, kendilerine inen vahiyler ile ne yapmışlarsa, vahiy-merkezli yaşamak o demektir. Bu yaşam-şeklinde ilim ve bilgi edinmek ve bilinçlenmek de vardır elbette fakat iş onunla bitmez. Peygamberimiz ve sahabe İslâm’ı ilme ve bilgiye indirgememişlerdir ve bilgilerinin gereğini yerine getirmişler ve yapılması gerekeni yapmaktan hiç çekinmemişlerdir. Kur’ân, insanı bilgilendirir, bilinçlendirir fakat sonra da amele-eyleme yöneltir. İlimle âmil olmak böyle olur. Aksi-hâlde İslâm ilme ve bilgiye indirgenmiş olur.

 

İşi o hâle getirdiler ki, Kur’ân’a işkence ederek de olsa istedikleri bilgiyi ondan çıkarmak için kendilerini paralıyorlar. Meselâ birileri “Kur’ân’ı açıklama ilmi”nden bahsediyor ve 1.400 yıl boyunca Peygamberimiz de dâhil olmak üzere yapılan hiç-bir açıklamayı beğenmiyorlar ve kabûl etmiyorlar da Kur’ân’ı sâdece Kur’ân ile açıklamaya kalkıyorlar ve üstelik bunun bir ilim olduğunu söylüyorlar. Tabi bu ilimden Peygamberimiz’in ve öncekilerin haberi yoktur. Tabi bunu yaparken Kur’ân’ı bambaşka bir kitap hâline getiriyorlar ve söylediklerine ters düşüyorlar ve yaptıkları açıklamalar bir türlü bitmek de bilmiyor. Yaptıkları Kur’ân meâl ve tefsiri, rûhunu kaybetmiş soğuk bir ansiklopediye dönüşmüş durumdadır. Çünkü ortaya çıkardıkları meâl okunduğunda onun Allah’ın sözü değil de insanların yazdığı bir ansiklopedi gibi olduğunu görürsünüz. Ne iç-âlemlere hitâp ediyor ne de dış-âlem için yapılması gereken bir şeyden bahsediyor. Olduğu gibi bilgi-merkezli bir kitap. Böyle olduğu içindir ki, tabî ki de amele-eyleme dönme ve Dünyâ’daki sorunlar için bir şeyler yapmayı düşünemiyorlar. Zâten onlara göre, İnsan gelebilecek en ileri seviyeye ulaşmış olduğu için bir sorun da yoktur ve sâdece Kur’ân’ın okunma ve anlaşılma sorunu vardır.  

 

Fakat “Kur’ân yeter” diyen bu kişilere meselâ; Kur’ân haram aylardan bahsediyor, bu aylar hangileridir?, bana Kur’ân ile cevap verir misiniz” denildiğinde hemen İslâm târihine başvuruyorlar. Çünkü yapacak başka bir şey yoktur. Peygamberimiz, sahabeler ve o zamanda yaşayan kâfir ve müşrikler için bile açıklanmasına gerek olmayan âyetleri didikliyorlar ve sonunda tabî ki bambaşka bir sonuca, yoruma ve meâle ulaşıyorlar.

 

Çünkü bunlar modernizme yâni mevcut dünyâ zihniyetine meftûn, râm ve hayrân olmuş durumdadırlar ve mevcuda hiç laf bile etmiyorlar ettirmiyorlar. Bu yüzden de yaptıkları yorumlar hep modern dünyâya ve sisteme uygun düşüyor ve hiç aykırı düşmüyor. Zihniyetlerini İslâm ve Kur’ân değil de modernizm belirlemiş olanlar elbette modernizm lehine ve ona  uygun yorumlamalarda bulunacaklar ve bunun için zorlamalara da gideceklerdir. Peygamberimiz’i resûl ve nebî diye ayırıyorlar ve o’nun nebîliğini pek de kâle almıyorlar. İşte bunlar hep, İslâm’ı bilgiye indirgemenin sonuçlarıdır.

 

Tabî ki de bilmek önemlidir ve bilenlerle bilmeyenler bir olmaz. Fakat “bilip yapanlar”la, “bilip yamayanlar” da bir olmaz:

 

“…De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’. Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri öğüt alıp-düşünürler” (Zümer 9).

 

“Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) vâdetmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nîsâ 95).

 

Modern Ilımlı İslâm Projesi, “indirgenmiş İslâm projesi”dir. Bu en bâriz şekilde “İslâm’ı bilgiye indirgemek” ile oluyor.

 

Dîni bilgiye yâni akla indirgemek, “dîni sınırlandırmak” demektir. İslâm’ı akla-rasyonâliteye indirgemek, İslâm’ı din’den bilgiye-bilime çevirmek demektir.

 

İslâm’ı hayâta hâkim olmaktan alıkoyan şey, İslâm’ı cüzlerine indirgemektir.

 

Nasıl ki kâinâtı matematiğe indirgemek, onu ruhsuzlaştırmak demekse, İslâm’ı bilgiye indirgemek de onu ruhsuzlaştırmaktadır.

 

Amele-eyleme dönmeyen fikir ve bilgiler toksikleşir. İslâm’ı bilgiye indirgeyenler de toksik insanlar hâline gelirler. “Ben biliyorum” havasına girmelerinin ana-nedeni budur. 

 

Aşırı bilgi, bilinci blôke eder. Bilinç olmadığında ise elbette amel-eylem düşüncesi yok olur. Çünkü kişiyi bilgi değil bilinç harekete yönlendirir. 

 

Bilgiyi gereğinden fazla övmek ve değerli görmek yanlıştır. Çünkü Âdem’den bêri insanoğlunun ürettiği bilginin %90’ı yanlış, %9’u ise şüphelidir.

 

Yapılması gereken şeyleri yapmayanlar, yapılmaması gereken şeyleri yapmaya başlarlar. Bildiği ile âmil olmayanlar, bilgilerini arttırma yolunda oyalanıp dururlar. 

 

Biz İslâm’ı “dâvâ” edinmedik-edinmiyoruz, çünkü onu sâdece ilme indirgedik. Bu yüzden takvâmızı, îmânımızı, inancımızı, dirâyetimizi ve netîcede de mücâdele gücümüzü kaybettik. Hâl-i pür melâlimizin nedeni budur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2023

 

Devamını Oku »

11 Ekim 2023 Çarşamba

Hakka Teslim Olmak Yada Çelişkiler İçinde Yaşamak


“Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a teslim ettim’. Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de teslim oldunuz mu?’. Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir” (Âl-i İmrân 20).

 

Teslîmiyet, İslâmiyetin kişide ete-kemiğe bürünmesi hâlidir. T-eslîmiyet=İslâmiyettir. Müslüman olmak, “teslim olmak” demektir. İslâm kelimesinin başına “t” harfi konduğunda “teslimiyet” olur. Teslim=T-eslim olmadan İslâm olun(a)maz. İslâm olmak t-eslim olmak demektir. Müslüman olduğunu söylediği hâlde bir türlü hakka teslim ol(a)mayanların müslümanlık iddiâsı laftan öteye gidemez. Zîrâ müslüman olmak, daha doğrusu müslim ve mü’min olmak teslim olmayı zorunlu kılar. Teslîmiyet olmadan İslâmiyet olmaz. Îman; “Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve âhiret gününe kayıtsız-şartsız teslim olmak ve hayatta da buna göre amelde-eylemde bulunmak” demektir. Îman “gayba îman”dır. Gaybı ise sâdece Allah bilir. Gayb bu nedenle sorgulanamaz. O-hâlde îman, “sorgusuz-suâlsiz olan bir teslîmiyet”tir; sâdece Allah’a olan teslîmiyet.

 

Peki teslîmiyet kime olacaktır?. Tabî ki de teslimiyet sâdece, âlemlerin rabbi olan Allah’a yapılacaktır. Çünkü Yaratıcı kim ise, teslîmiyet yâni kulluk da ona yapılmalıdır. Zâten kulluğun göstergesi olan teslîmiyeti hak eden tek varlık Allah’tır. Allah’a kayıtsız-şartsız ve sorgusuz-suâlsiz teslîmiyet göster(e)meyenlerin Allah’tan başka her-şeye teslîm olmaları kaçınılmazdır. Bu yüzden Allah şöyle buyurur:

 

“Deyin ki: Biz Allah’a; bize indirilene, İbrâhim, İsmâil, İshak, Yâkub ve torunlarına indirilene, Mûsâ ve Îsâ’ya verilen ile peygamberlere Rabbinden verilene îman ettik. Onlardan hiç-birini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz O’na teslim olmuşlarız” (Bakara 136).

 

Îman etme noktasında teslîmiyet göstermek yerine akla ve mantığa başvurmak kişiyi yavaş-yavaş îmandan soğutur ve başka mecrâlara sokar. Akıl ve mantık yürütme, “teslîmiyet”in yâni “gayba îmân”ın önüne geçtiğinde tahrif ve inkâr süreci başlar. Böyle olduğunda kişi artık İslâm’ın kazandırmış olduğu ferâseti de kaybeder, çünkü aklını ve mantığını ruhtan, kâlpten ve İslâm’dan bağımsızlaştırarak, şeytan, nefs ve tâğutların lehine kullanmaya başlar. Bu da onu körleştirir. Zâten körleştiğinin farkına varamamasının nedeni de körleşmedir. Ruhtan, kâlpten ve İslâm’dan bağımsız kullanılmaya kalkınca akıl ona doğru yolu göstermediği gibi, onu yanlış yollara kaydırır. Yanlış yolda olanlar çok basit çelişkileri bile fark edemezler de bâtılın peşinden koşup dururlar. Artık çelişkiler içinde yaşamak onların kaderi olur.

 

Hakka teslim ol(a)mayanlar gruplarda bir-kaç örnek olarak şu çelişkiler vardır..

 

1- Tasavvufta “benliği-egoyu öldürmek” diye bir şey vardır. Tasavvufun en büyük iddiâsı (aslında sapkınlığı demek daha doğru olur) olan -hâşâ- “varlığın tamâmı bizzat Allah’tır” düşüncesidir. “Bunu ancak tasavvuf yolunda olanlar bilir” derler. Fakat tasavvuf yolunda olanların da hepsi değil, ancak benliğini-egosunu öldürmüş ve yok etmiş olanlar bunun farkına varabilirler. Bu-bağlamda; “sen çekil aradan, kalsın Yaradan”, “benliğinden sıyrıl”, benlik-ene) davâsı gütme!” gibi benliği (bencilliği değil) kötüleyen şeyler söylerler. Hallâc-ı Mansûr, “benliğim aramızda perde olmaktadır, benliğinle benliğimi aradan kaldır” der. Aynı-şekilde Hallac-ı Mansur: “Seninle benim aramda, bir ‘ben’ var ve bize acı çektiriyor. Ah!; Rahmetinle bu ‘ben’i aramızdan kaldır” der. Böylece “ben”i Allah’tan ayrı tutar. Oysa bu, tasavvuftaki yanlış ve yamuk tevhid düşüncesine aykırıdır.

 

Şimdi; vahdet-i vücût bağlamında hem “lâ mevcûde illallah” = “Allah’tan başka fâil yâni yapan-eden yoktur”, “lâ mevcûde illallah” = “Allah’tan başka mevcut yoktur”, “lâ mevcûde illa ene” gibi sapkınca laflar edeceksiniz, hem de benliği ve “ene”yi kötüleyecek ve onu yok edip aradan kaldırılması gerektiğini söyleyeceksiniz ki ortada yalnızca Allah kalsın ve -sözde- tevhid olsun. İyi de; her-şey ama tüm her-şey Allah ise, benliği niye kötülüyorsunuz?. Vâr olan her-şey Allah da, bir tek benlik mi Allah değil?. Bu nasıl bir çelişkidir?. İster “ene”yi olsun, isterse “enâniyet”i olsun, vahdet-i vücûda göre kötüleyemezsiniz ve onu tasavvufun sapık felsefesine ve vahdet-i vücut denilen sapkınlığa göre yok sayamazsın ve öldürülmesini yada aradan kaldırılmasını teklif edemezsiniz. Çünkü o zaman “Allah olmayan” bir şeyden bahsetmiş olursunuz ki bu, tasavvufun en büyük çelişkisidir ve de vahdet-i vücut felsefesinin temelinden sarsar ve yıkar.     

 

2- Kur’ân: “Her-şeyden de iki çift yarattık, olur ki inceden-inceye düşünürsünüz” (Zâriyat 49) der. Allah’tan gayrı, mikrodan-makroya tüm varlık, çifti-eşi ile birlikte yaratılmıştır. Yaratılmış olan her-şeyin çifti vardır. Bir fizikçi de şöyle der: “Fizik, doğadaki her temel parçacık için karşıt bir parçacık olmasını gerektirir. Örneğin protonun karşıt parçacığı “karşıt proton”dur. Çünkü bir şeyin çiftinin olmaması hem kâinattaki hem de Dünyâ’daki dengeyi bozar. Bu insan için bile böyledir. İslâm’da çifti ve eşi olmamak durumu olan bekâr kalmanın uygun olmaması biraz da bu nedenledir. İslâm’da “nikâh altında ölmek” önemlidir. İslâm’a göre tek ve bir olan “yalnızca Allah”tır. Bu, “yalnızlık (yâni çifti ve eşi olmama durumu) Allah’a mahsustur” sözüyle ifâdesini bulur.

 

Ne ki “tek”tir, “yaratan”dır, ne ki “çift”tir, “yaratılan”dır. Mahlûk olanın mutlakâ çifti ve eşi vardır. Bu durum atom-altı ve atom-üstü tüm yapılarda da böyledir. Her-şeyin çift yaratılması, Allah’ın kâinâta koyduğu temel yasalardan biridir ve bu yasaya uymayan şey ya sorunludur yada yanlıştır. İşte Big-Bang Teorisi de Allah’ın yasasına ve gönderdiği âyetlere uymak bakımından sorunlu yada daha doğrusu yanlış bir teoridir. Bu yanlış “her-şeyin çift yaratılması” hakîkatinde de açığa çıkar

 

Teori’ye göre “büyük patlama”dan kısa bir süre sonra madde ve anti-maddenin çarpışarak birbirlerini imhâ etmeleri gerekeceğinden dolayı evrendeki tüm maddenin yok olması gerekiyordu. Fakat böyle olmadı. Bunun nedeni olarak şöyle deniyor: “Big-Bang’den sonra açığa çıkan protonlar ile anti-protonlar ve nötronlar ile anti-nötronlar birbirini yok eder. Fakat varlığın ve canlılığın oluşabilmesi için proton sayısının anti-protonlardan ve nötron sayısının anti-nötronlardan daha fazla olması gerekiyordu ve öyle olmuştur”. “CP (Charge Parity) İhlâli” denilen “doğanın maddeyi niçin anti-maddeye tercih etmesi” olayıyla birlikte parçacıklar birbirlerini yok etmemiş ve süreç devâm etmiştir.

 

Evet; böyle olmadı ve çiftler birbirini yok etmedi. Çünkü Big-Bang sürecinin belli bir zamânında bâzı nedenler sonucunda meselâ pozitronlar ve anti-protonlar çiftlerinden sayıca daha fazla hâle geldi. Yâni “çiftinin olmadığı-bulunmadığı parçacıklar” açığa çıktı. Kâinât, yâni galaksiler, yıldızlar ve gezegenler işte “çifti olmayan” bu parçacıklardan oluştu. Big-Bang sürecinde kabûl edilen işleyiş ve süreç budur. Fakat bu durumda “çifti olmayan proton, nötron ve pozitronlar”dan bahsetmemiz gerekecektir. Big-Bang sürecinin belli bir ânında bâzı parçacıkların çiftlerinin olmadığı bir sürecin ve durumun yaşandığı söyleniyor. Anti-parçacığı olmayan yâni çifti olamayan parçacıklar olmuş. Big-Bang süreci bunu söylüyor. Teori’nin, ortaya çıkan bu çelişkiden kurtulması için, Allah’ın kâinâta koyduğu yasa ihlâl edildiği gibi, Kur’ân’daki âyet de görmezden geliniyor. Çünkü Allah, bir süreliğine de olsa, belli bir zamanda “çifti olmayan” bir parçacığı yaratmış oluyor. Oysa Allah hiç-bir zaman çifti-eşi olmayan bir varlık yaratmamıştır. “Yok, her zaman çiftleri vardı” deniyorsa, o zaman çiftleri olan parçacıklar zâten ilk başta birbirlerini yok etmiş olmalı ve Big-Bang ile kâinâtın oluşması o-anda sonlanmalıydı. Böylece yaratılışın Big-Bang Teorisi ile olmadığı anlaşılmalıydı.

 

Big-Bang sürecinin bir zamânında “çifti olmayan parçacıklar”ın varlığından bahsediliyor ki, bu, Kur’ân’ı bilen bir müslüman için bu çok büyük bir çelişkidir. Bir müslüman için bu çelişkiyi es geçmek olmaz. Fakat hakka değil de modern-bilime ve teknolojiye meftûn ve râm olmuş ve de aslında teslîmiyeti İslâm’a değil de modern-bilim ve teknolojiye olan, fakat buna rağmen kendini “Kur’ân âşığı ve uzmanı” sanan birileri bu çelişkiyi ya görmüyorlar yada görüyorlar ama dile getirmiyorlar ve es geçiyorlar. Çünkü bu, İslâm-Kur’ân ile modern-bilim arasında bir çelişkinin olduğundan bahsetmek gibi çok büyük bir dangalaklık olur. Maazallah!, sonra herkes ne der!. Herkes bu çelişkiden bahsedenleri gerici, yobaz, orta-çağ karanlıklarında kalmış ve hattâ terörist olarak yaftalanırsınız da üstelik îtibârınız ve boş ve kolay maaşlı mêmuriyetinizden olursunuz. Aman deyim, neme lâzım. Böylece apaçık bir çelişkinin daha üstü örtülür de hakka teslîmiyet yerine “çelişkiler içinde yaşamak” seçilir.

 

3- “Allah katında İsa’nın örneği, Allah'ın topraktan yarattıktan sonra ‘ol’ demesi ile olu-veren Âdem’in örneği gibidir” (Âl-i İmrân 59) apaçık âyetine rağmen Hz. Âdem’den önce insanların yaşadığından bahsedilip duruyor. Peki niçin?. Elbette modern-bilim ve Modernizm denen melânet ile ters düşmemek ve Evrim Teorisi denen sapıklık benimsendiği için. Hakka teslîmiyet gösterilmeyip de çelişkiler içinde yaşamanın bir konusu da budur. Kendilerini Kur’ân’a adadıklarını sanan birileri, Kur’ân’ın apaçık âyetlerini ve mesajlarını “hakka teslim olmadıkları ve çelişkiler içinde yaşadıkları için” göremiyorlar.

 

Kur’ân’da Hz. Âdem’den önce bir insanın yaşamadığı, hakka ve Kur’ân’a teslim olmuş olanlar çok açıktır. Bakara Sûresi 30. âyetinde geçen “câilun” kelimesine farklı anlamlar vermek sûretiyle Hz. Âdem’in ilk insan olmadığı yönünde bâzı görüşler mevcut. Buna göre “câilun” kelimesinin “yaratacağım” anlamına değil de, “kılacağım/seçeceğim” anlamına geldiğini iddia ediyorlar. Böyle olunca da “zâten var olan” bir insan-kitlesinin içinden birini (Hz. Âdem) halife tâyin etmenin kastedildiğini söylüyorlar. Yâni “câilun” kelimesini, “bu insan-grubunun içinden birine vahiy göndermeye başlamak” olarak anlıyor ve anlatıyorlar. Hâlbuki Kur’ân’dan yola çıkarak bu düşünceyi çürümek ve en yakın kanalizasyona atmak çok kolaydır. Şöyle ki..

 

“Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah’a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Birininki kabûl edilmiş, diğerininki kabûl edilmemişti. (Kurbanı kabûl edilmeyen) demişti ki: ‘Seni mutlaka öldüreceğim’ (öbürü de:) ‘Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabûl eder. Eğer beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Şüphesiz kendi günahını ve benim günahımı yüklenmeni ve böylelikle ateşin halkından olmanı isterim. Zulmedenlerin cezâsı budur’. Sonunda nefsi ona kardeşini öldürmeyi kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrâna uğrayanlardan oldu. Derken, Allah ona, yeri eşiyerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösteren bir karga gönderdi. ‘Bana yazıklar olsun’ dedi. ‘Şu karga gibi kardeşimin cesedini gömmekten âciz miyim?’. Artık o, pişmân olmuştu” (Mâide Sûresi 27-31).

 

Bu âyetlere göre; Hâbil’i öldüren Kâbil, onu öldürdükten sonra bir bocalama yaşamış ve kardeşini öldürdükten sonra cesedi ne yapacağını bilemeyerek onu belli bir süre orta-yerde öylece bırakmıştır. Fakat kardeşinin cesedinin orta-yerde öylece durması onu vicdânen rahatsız etmektedir. Zâten işlenen suçun sonucunun görünür olması insanı rahatsız eder. Cesedi ne yapacağını bilemez bir hâldeyken Allah ne yapması gerektiğini göstermek için bir karga gönderiyor ve Kâbil bir çukur kazarak ve kardeşinin cesedini bu çukura gömerek bu sıkıntıdan kurtulma yoluna düşüyor. Fakat burada önemli olan kısım, Kâbil’in karga gelene kadar kardeşinin cesedine ne yapacağını bilmiyor oluşudur. Yâni bir ölüye/cesede ne yapılacağını bilmemektedir.

 

Şimdi; Eğer Hz. Âdem’den önce binlerce yıldır yaşayan insanlar varsa ve bu insanlar öldüklerinde ölülerini gömüyorlar/yakıyorlar ya da orta-yerde öylece bırakıp çürümeye terk ediyorlarsa Kâbil ceset yüzünden niçin rahatsız olmuştur?. Eğer mevcut gelenek cesetleri orta-yerde bırakıyorsa Kâbil de aynısını yapardı ve meseleyi dert etmezdi. Fakat gömüyorlarsa neden karganın o hareketinden ilham alsın ki?. Zâten gelenekte ölülerin gömüldüğünü bildiği için hemen kardeşini gömmeye koyulurdu. Yâni Kâbil mevcut gelenekte ölülere/cesetlere ne yapılacağını a-priori olarak bilir zâten. Bu olayı niçin kafaya taksın ve cesede ne yapacağını neden dert edinsin ki?.

 

Fakat anlaşıldığına göre Kâbil, ölen kardeşinin cesedinin orta-yerde öylece durmasından ve onu ne yapacağını bilmediğinden dolayı rahatsız olmuş, bunu dert edinmiştir. Bu durum onun ölülere ne yapılacağını bilmediğini gösterir. Çünkü kendisi ve âilesi yer-yüzünde yaşayan ilk insanlardır. İlk-insan olan Hz. Âdem’in oğlu ya da torunudur ve henüz daha önce hiç ölüm yaşanmamıştır. İnsan-ölümünü ve insan öldürmeyi de sâdece teorik olarak biliyorlar.

 

Dolayısıyla Hâbil’in ölümü ilk insan ölümüdür ve gömme olayı da ilk gömmedir. Eğer daha önceden uzun zamandır insanlar yaşamış olsaydı ölülere ne yapıldığı tecrübesi sâbit olurdu ve ölmüş olanlara ne yapılacağı ile ilgili ortada bir sorun olmazdı. Kâbil de kardeşinin cesedini meselâ kazdığı bir çukura gömer ve olay kapanırdı. Fakat Hz. Âdem ve Hz. Havva ilk insan ve Hâbil-Kâbil de onların ilk çocukları/torunları olduğu için ve de böyle bir olayla ilk defâ karşılaştıkları için cesede ne yapılacağı ile ilgili bir bilgi ve tecrübe yok. İşte bu akıl-yürütme çok açık bir şekilde göstermektedir ki, Hz. Âdem-Havva’dan önce yada onlarla birlikte insan toplulukları yaratılmadığı gibi yaşamamıştır da. Bu apaçık hakîkat karşısında hakka teslim olmak yerine çelişkiler içinde yaşamak tercih ediliyor.  

 

4- “Zinâya yaklaşmayın, gerçekten o, ‘çirkin bir hayâsızlık’ ve kötü bir yoldur” (İsrâ 32) âyeti sâbit olduğu hâlde, genel evler hâlen yürürlüktedir ve bu, hem müslümanlar hem de lâikler için apaçık bir çelişkiyi göstermektedir. Tabulaştırıp taptıkları “kadın hakları”, çok daha önemli görülen ve Modernizmin olmazsa-olmazı olan, “özgürlüğün göstergesi” olan “serbest cinsellik” nedeniyle bu sapıklığa ve sapkınlığa göz yumularak “hakka teslim olmak”tansa “çelişkiler içinde yaşamak” kabûl edilebiliyor.

 

Lâik-seküler devlet kendini serbest cinselliğe alan açmak ve yol vermek zorunda hissediyor ve bu nedenle de bir iğrençlik merkezleri olan kerhâneler açık tutulmaya devâm ediyor ve büyük bir çelişki içinde kalınıyor. Genel evlerin olması, hem haram, hem günah, hem ayıp ve aslında hem de suçtur. Çünkü buradaki kadınlar oralara mecbur ve mahkûm edilmiş oluyor. Peki buna rağmen hem müslümanlar hem de kadın hakları kurumları niçin büyük olaylar çıkartarak buraların kapatılmasına çalışmıyorlar?. Buradaki kadınlar birilerinin anası-bacısı ve karısı-kızı değil mi?. Nâmusunu-şerefini ve aklını yitirmiş olanlar dışında hangi erkek böyle bir şeye râzı olabilir ki?. Öyleyse bu ne yaman çelişkidir?.   

 

Bu çelişkilerin sonu gelmez ve uzar gider. Zîrâ hakkın ve hakîkatin hâkim olmadığı yerde çelişkilerden başkası yoktur.

 

Kur’ân’ın olduğu gibi kabûl edilememesinin ve “târihsel” falan  denmesinin nedeni, Kur’ân’a teslim olunmamasıdır. Modern Kur’ân okumaları, “teslîmiyetsiz” okumalardır. Böyle okumalar kişiyi Kur’ân’a yaklaştırmadığı gibi onu zamanla Kur’ân’dan uzaklaştırmaktadır.

 

Allah’a ve İslâm’a “gönüllü teslîmiyet” göster(e)meyenler, seküler sisteme “koşulsuz teslim” olmak zorunda kalmaktadırlar. Çünkü Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olmadan, gerçek anlamda özgür olamazsınız. Allah yerine seküler sisteme teslim olduğunuzda ise tam bir esâret altında yaşamak zorunda kalırsınız ki bu esârete bir-zaman sonra âşık olmaya başlarsınız da esir olduğunuzu da unutur gidersiniz. Üstelik Allah’a teslim olana kadar “Allah’lık” iddiasından da kurtulamazsınız. Zîrâ dîne teslim ol(a)mayanlar; dîni teslim almaya kalkarlar. Çünkü Allah’a-hakka teslim ol(a)mayanlarda bir kibir ortaya çıkar ve kibir “kul”luğu kabûl edememekten doğar. Allah’a teslim olamayan, nefsine (kendisine) teslim olarak kibre düşer.

 

Aşırı sorgulama, teslîmiyeti bozar. Modern insana; “sorgulamaktan korkma!” diye-diye onu -Allah dâhil- her-şeyi sorgular ve inkâr eder duruma getirdiler. Oysa İslâmîyet “teslîmiyet” demektir. İslâm’da “sorma” vardır ama “sorgulama” yoktur.

 

Allah yolunda icâbında kelleyi koltuğa al(a)mamışsanız, ya “İslâm’ı idrâk edememişsiniz” yada “tam teslim ol(a)mamışsınız” demektir. Teslîmiyet olmadan temsîliyet olmaz.

 

“Hayır, kim (güzel davranış ve) iyilikte bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse, artık onun Rabbi katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır” (Bakara 112).

 

Bizim güzel örnekliklerimiz peygamberlerin teslîmiyetleri çok güçlü olduğu için bize örnek gösterilirler:

 

“Rabbi ona: ‘Teslim ol’ dediğinde (İbrâhim) ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti” (Bakara 131).

 

“Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a teslim ettim’. Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de teslim oldunuz mu?’. Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir” (Âl-i İmrân 20).

 

Maddeye teslîmiyet, insanı “maddenin kulu” yaparken; Allah’a teslîmiyet, kişiyi “Allah’ın kulu” yapar. Gerçek hürriyet ancak Allah’a kul olmakla elde edilir. Şu da var ki teslim oldukları madde bile Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olmuş durumdadır:

 

“Peki onlar, Allah’ın dîninden başka bir din mi arıyorlar?. Oysa göklerde ve yerde her ne varsa -istese de, istemese de- O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülmektedirler” (Âl-i İmrân 83).

 

Kurtuluş sâdece Allah’a teslim olmaktadır. Böylece hem Dünyâ’da hem de âhirette huzûra ve mutluluğa kavuşursunuz. Allah bizi bu konuda şöyle uyarır:

 

“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslîmiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).

 

“Kim ihsanda bulunan (biri) olarak yüzünü (kendini) Allah’a teslim ederse, artık gerçekten o kopmayan bir kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu Allah’a varır” (Lokman 22).

 

“Azap size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez” (Zümer 54).

 

“...Ve biz âlemlerin Rabbine (kendimizi) teslim etmekle emrolunduk” (En’âm 71).

 

İki şık vardır; ya Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olursunuz yada Allah’tan başka her-şey sizi teslim alır da çelişkiler içinde yaşamaktan kurtulamazsınız.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2023

 

 

 

Devamını Oku »

3 Ekim 2023 Salı

Rüyâ İle Amel Etmek


“Andolsun Allah, elçisinin gördüğü rüyânın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlakâ siz Mescid-i Haram’a güven içinde, saçlarınızı tıraş etmiş, (kiminiz de) kısaltmış olarak (ve) korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğinizi bildi, böylece bundan önce size yakın bir fetih (nasib) kıldı” (Fetih 27).

 

Bu âyetin tefsiri olarak şöyle denir: “Peygamberimiz, rüyâsında kendisinin ve ashâbının başlarını tıraş ederek emniyet içerisinde Mekke’ye girdiklerini görmüş ve bunu ashâbına haber vermişti. Onlar da çok sevinmişlerdi. Nihâyet hazırlıklarını yapıp, kurbanlıklarını alarak sefere çıktılar. Fakat Hudeybiye’de alıkonulup, kurbanları orada keserek geri dönmek zorunda kaldılar. Bu durum onları gerçekten çok üzdü. İşte âyet, Peygamberimiz’in gördüğü rüyânın doğru olduğunu ve rüyâda gösterildiği gibi, müslümanların Mekke’ye girip umre yapacaklarını müjdelemiştir. Nitekim bir sene sonra Peygamberimiz iki bin kişi kadar ashâbıyla birlikte gelip kazâ umresini yapmıştır. Âyetin haber verdiği gaybî mûcize aynen tahakkuk etmiştir”.

 

Bu âyette önemli olan şey şudur ki, Peygamberimiz ve onlarca sahabe, Peygamberimiz’in “bir rüyâ gördüm” diyerek insanları Mekke’ye gitmeye yönlendirmesi yada dâvet etmesi ve sahabenin de “rüyâ ile iş mi yapacağız” gibi bir şey demeden dâvete icâbet etmesidir ki bu açıkça, “rüyâ ile amel etmek” demektir.

 

Rüyâ, amel edilecek şeyden ziyâde, tâbir edilmesi gereken şeydir ki bu da her rüyâ için olmaz. Nice anlamsız rüyâlar vardır ki üzerine konuşmaya değmez. Bu tür rüyâlara herkes birbirine zıt yorumlar yapar durur. Uyurken görülen şeylerin çoğu bilinç-altına yerleşmiş olan düşüncelerin şekil bulmasıyla olur. Halkın, görülen şeyin hiç-bir anlamının olmadığını belirtmek için kullandığı “vücûtta bir yerlerin açıkta kalması nedeniyle” dediği rüyâlar da vardır. Dolayısıyla hayat elbette rüyâ ile gitmez. Fakat rüyâların etkileyici ve kişiyi değiştirip başkalaştırdığı da görülür ki bunlar gerçekten de çok etkili rüyâlardır. Her ne kadar “rüyâ ile amel olmaz”, “rüyâ delil değildir”, “işimiz rüyâlara mı kaldı?” gibi sözler edilse de, Kur’ân’a baktığımızda, peygamberlerin de rüyâları ciddiye aldıklarını ve bâzen buna göre hareket ettikleri yada karar verdikleri görülür. Bu nedenle rüyâların etkisi için kesin tepkiler koymak yanlıştır. Rüyânın hak olup-olmaması yada ne kadar etkili olup-olmadığı önemlidir. Çünkü netîcede rüyâ denilen bir şey vardır ve herkesin sıkça yaşadığı bu görüntülerin hiç-bir anlamının olmadığını söylemenin bir anlamı yoktur.

 

Peygamberimiz’e ilk âyetlerin sahih rüyâlar şeklinde geldiğini ve Peygamberimiz’in ilk 6 ayda rüyâ yoluyla vahiy aldığı söylenir. Bu yüzden “sâlih rüyâ nübüvvetin 46’da biri” olarak nitelenir. Tabi bu konu istismâra çok açık bir şeydir ve bunu târikat ve tasavvuftan bir-çok kişi istismâr etmiştir ve hâlen de etmektedir. Peygamberimiz’in gördüğü sahih rüyâlar, “nübüvvetten önce kendisini vahye hazırlamak için görmüş olduğu etkili ve anlamlı rüyâlar olabilir” diye düşünüyoruz.  

 

Tabi, peygamber bile olsa hiç-kimsenin rüyâsı bağlayıcı değildir. Hele efendilerin, şeyhlerin, kutupların, gavsların, hazretlerin, lîderlerin vs. rüyâlarıyla ortaya koydukları ve fıkıh ve şeriat belirledikleri rüyâlar hiç bağlayıcı değildir. Bağlayıcı ve ibret verici olabilecek olan rüyâlar Kur’ân’da anlatılan rüyâlardır.

 

Burada önemli olan konu, “rüyâlar düşüncemizi ve amellerimizi etkiler mi?” ve “rüyâ ile amel etmek doğru mudur?” sorularıdır. Bu sorulara elbette Kur’ân ve peygamber örneklikleri üzerinden bakacağız.

 

Kur’ân’da Peygamberimiz’in gördüğü üç rüyâ vardır:

 

“Hani Allah, onları sana uykunda az gösteriyordu; eğer sana çok gösterseydi, gerçekten yılgınlığa kapılacaktınız ve iş konusunda gerçekten çekişmeye düşecektiniz. Ancak Allah esenlik (kurtuluş) bağışladı. Çünkü O, elbette sînelerin özünde saklı duranı bilendir” (Enfâl 43).

 

Âyette: “Eğer sana sayıyı çok gösterseydi yılgınlığa kapılacaktınız” deniyor ki, rüyânın Peygamberimiz’i ve sahabeyi etkileyebileceği söylenmiş oluyor. Böylece rüyânın ister-istemez etkileyici ve yönlendirici bir yanının olduğu ortaya çıkmış oluyor. 

 

“Hani biz sana: ‘Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır’ demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyâyı insanları denemek için yaptık, Kur’ân’da lânetlenmiş ağacı da. Biz onları korkutuyoruz. Fakat (bu) onlarda büyük bir azgınlıktan başka bir şey arttırmıyor” (İsrâ 60).

 

Seyyid Kutub bu âyetinde tefsirinde şöyle der: “İsrâ olayından sonra Peygamber’e îman edenlerin bir kısmı dinden dönmüştü. Bir kesim ise dîninde direnmiş ve inancını arttırmıştı. İşte bu nedenle yüce Allah’ın kuluna bu gecede gösterdiği rüyâ insanlar için bir deneme olmuştu”. Bu âyete göre de rüyâlar insanları etkilemede ve hareketlerini belirlemede yönlendirici olurlar.

 

“Andolsun Allah, elçisinin gördüğü rüyânın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlakâ siz Mescid-i Haram’a güven içinde, saçlarınızı tıraş etmiş, (kiminiz de) kısaltmış olarak (ve) korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğinizi bildi, böylece bundan önce size yakın bir fetih (nasib) kıldı” (Fetih 27). Bu âyetin tefsiri bâbında söylenenleri yukarıda yazmıştık.

 

“Peygamberler rüyâ yoluyla vahiy alır mı?” sorusunun cevâbı Hz. İbrâhim’in gördüğü rüyâdır. Hz. İbrâhim bu rüyânın bir sonucu olarak amel etmiş ve oğlu İsmâil’i boğazlamak için harekete geçmişti: 

 

“Biz de onu halim bir çocukla müjdeledik. Böylece (çocuk) yanında koşabilecek çağa erişince (İbrâhim ona): ‘Oğlum’ dedi. ‘Gerçekten ben seni rüyâmda boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun’. (Oğlu İsmâil) Dedi ki: ‘Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşâallah, beni sabredenlerden bulacaksın’. Sonunda ikisi de (Allah’ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası, İsmâil’i kurbân etmek için) onu alnı üzerine yatırdı. Biz ona: ‘Ey İbrâhim’ diye seslendik. Gerçekten sen, rüyâyı doğruladın. Şüphesiz biz, ihsânda bulunanları böyle ödüllendiririz’. Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı. Ve ona büyük bir kurbânı fidye olarak verdik” (Sâffât 101-107).

 

Hz. İbrâhim burada, gördüğü rüyâ ile harekete geçmişti. Üstelik Hz. İsmâil de, babasının rüyâya göre hareket etmesi gerektiğini söyledi. Fakat Allah’ın murâdı Hz. İbrâhim’in rüyâyı gerçekleştirmesi değil, tâbir etmesi ve ona göre hareket etmesiydi. Zâten rüyâların tâbir edilmesi gerektiğinin söylenmesinin nedeni de budur. Rüyânın tâbirini de Allah yapıyor ve Hz. İbrâhim’e büyük bir kurban veriyor. Lâkin burada önemli olan ve konumuzu ilgilendiren şey, bir rüyânın bir peygamberi harekete geçirebildiğinin örneğini görmüş olmamızdır. Çünkü Allah, Hz. İbrâhim’e “oğlunu kurbân et” demiyor ve rüyâ gösteriyor. Hz. İbrâhim de ısrarla gördüğü rüyâyı uygulamaya girişiyor yâni rüyâyı delil olarak görüp rüyâ ile amel ediyor.  

 

Hz. İsmâil’in; “Ey babacığım!, emrolunduğun şeyi yap!. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın” demişti, denmesi, rüyâ aracılığı ile Allah’ın emir verebileceği ve Hz. İbrâhim’in de buna göre kurban eylemine geçtiği görülüyor. Hz. İbrâhim’in gördüğü bu rüyâ açık bir vahiy ile desteklenmiştir. Çünkü “rüyâyı gerçekleştirdin” deniyor. Hz. İbrâhim rüyâsında gördüğü şeyin gereğini yerine getirmeye teşebbüs edince, Yüce Allah ona seslenmiş ve “rüyâyı doğruladın ve gereğini yaptın” demiştir. Rüyâ ile amel etmeyi Hz. Mûsâ’nın annesinde görmekteyiz. Çünkü oğlunu nehre bırakabilmesi rüyâda gördüğü şeydir. Rüyada kendisine söyleneni (vahiy) yapmıştır.

 

Rüyâdan bahsedilince akla ilk gelen peygamber elbette Hz. Yûsuf’tur. Yûsuf kıssasında Hz. Yûsuf’un hayâtını etkileyen üç rüyâ vardır:

 

“Hani Yûsuf babasına: ‘Babacığım, gerçekten ben (rüyâmda) onbir yıldız, Güneş’i ve Ay’ı gördüm; bana secde etmektelerken gördüm’ demişti. (Babası) Demişti ki: ‘Oğlum, rüyânı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır’. Böylece Rabbin seni seçkin kılacak, sözlerin yorumundan (kaynaklanan bir bilgiyi) sana öğretecek ve daha önce ataların İbrâhim ve İshak’a (nîmetini) tamamladığı gibi senin ve Yâkub âilesinin üzerindeki nîmetini tamamlayacaktır. Elbette Rabbin, bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Yûsuf 4-6).

 

Hz. Yâkub burada Hz. Yûsuf’a rüyâsını kardeşlerine anlatmamasını, çünkü eğer rüyâyı duyarlarsa bir kıskançlığa düşüp o’na bir zarar verebileceklerini söylüyor, sonra da rüyâyı tâbir ediyor. Burada da rüyânın etkisini ve rüyâya göre olacak kötü amellerin ortaya çıkabileceği ihtimâlini görüyoruz. Zâten rivâyetlere göre Hz. Yûsuf’un kardeşleri görülen rüyâyı bir-şekilde öğreniyorlar ve yaptıkları kötülükleri de rüyânın etkisiyle yapıyorlar.

 

Onunla birlikte iki genç de zindana girmişti. Biri: ‘Ben (rûyâmda) kendimi şarap sıkıyorken gördüm’ dedi. Öbürü: ‘Ben de kendimi başımın üstünde ekmek taşıyorken gördüm; kuş da ondan yemekteydi’ dedi. ‘Bunun yorumundan bize haber ver. Doğrusu biz seni, iyilik yapanlardan görmekteyiz’. Dedi ki: ‘Size rızıklanacağınız bir yemek gelecek olsa, ben mutlakâ size daha gelmeden önce onun ne olduğunu haber veririm. Bu, rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah’a îman etmeyen, âhireti de tanımayanların ta kendileri olan bir topluluğun dînini terk-ettim. Atalarım İbrâhim’in, İshak’ın ve Yâkub’un dînine uydum. Allah’a hiç-bir şeyle şirk koşmamız bizim için olacak şey değildir. Bu, bize ve insanlara Allah’ın lütuf ve ihsânındandır, ancak insanların çoğu şükretmezler. ‘Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü) Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhâr (kahredici) olan bir tek Allah mı?. Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiç-bir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler’. Ey zindan arkadaşlarım, ikinizden biri efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılacak, kuş onun başından yiyecek. İşte hakkında fetvâ istemekte olduğunuz iş (artık) olup bitmiştir” (Yûsuf 36-41).

 

Hz. Yûsuf, kendisinden rüyâlarına tâbir isteyen kişilere ilk önce tebliğ ve dâvet yapıyor ve rüyânın sonucunu anladığı için onları İslâm’a sıkıca bağlamak istiyor. Sonunda da rüyânın kesinliğini dile getiriyor ve zâten rüyâların sonucu da aynen tezâhür ediyor. Burada bize “rüyâ tâbirinden önce hakîkat tebliği yap” emri verilmiş oluyor.

 

“Hükümdar: ‘Ben (rüyâmda) yedi besili inek görüyorum, onları yedi zayıf inek yiyor; bir de yedi yeşil başak ve diğerleri ise kupkuru. Ey önde gelen (kâhin-bilginler,) eğer rüyâ yorumluyorsanız benim bu rüyâmı çözüverin’ dedi. Dediler ki: ‘(Bunlar) Karmakarışık düşlerdir. Biz böyle düşlerin yorumunu bilenler değiliz’. O (zindandan) kurtulmuş olanı, nice zaman sonra hatırladı ve: ‘Ben bunun yorumunu size haber veririm, hemen beni (zindana) gönderin’ dedi. (Zindana gidip:) ‘Yûsuf, ey doğru (sözlü insan).. Yedi besili ineği yedi zayıf (ineğin) yediği ve yedi yeşil başakla diğerleri kuru olan (rüyâ) konusunda bize fetvâ ver. Umarım ki insanlara da (senin söylediklerinle) dönerim, belki onlar (bunun anlamını) öğrenmiş olurlar’. Dedi ki: ‘Siz yedi yıl, önceleri (ektiğiniz) gibi ekinleri ekin, yediğinizin az bir kısmı dışında (kalanını) biçtiklerinizi başağında bırakın. Sonra bunun arkasından (kuraklığı) zorlu yedi yıl gelecektir, sakladığınız az bir miktar dışında, daha önce biriktirdiğinizi yiyip bitirecektir. Sonra bunun arkasından bir yıl gelecektir ki, insanlar onda bol-bol yağmura kavuşturulacak ve onda sıkıp-sağacaklar’. Hükümdar dedi ki: ‘Onu bana getirin’. Ona elçi geldiğinde (Yûsuf:) Efendine dön de ona sor: Ellerini kesen o kadınların durumu neydi?. Doğrusu benim Rabbim, onların hîleli düzenlerini gerçekten bilendir” (Yûsuf 43-50).

 

Burada Hz. Yûsuf hem rüyâyı tâbir ediyor hem de ne ve nasıl yapılması yâni nasıl amel edilmesi gerektiğini ayrıntılı bir şekilde söylüyor. Duruma göre rüyâ ile amel edilebilecek olmanın en bâriz göstergesi burada anlatılanlardır. Zâten burada rüyâ ve rüyânın tâbirine göre hareket etmeye mecburdular. Çünkü rüyâya yapılan yoruma göre amel etmeselerdi hem kendileri hem de o coğrafyadaki tüm insanlar kıtlık ve açlık çekeceklerdi. Üstelik bu olay bir-çok iyiliklere de vesîle oldu. Kral ve tüm halk, rüyâya göre amel etti. Tabi Hz. Yûsuf’un rüyâya yaptığı tâbir ve aklını kullanmasının etkisi inkâr edilemez. Görülen rüyânın yönlendirmesi ile hareket etmeselerdi büyük sıkıntılara gireceklerdi. O-hâlde “rüyâ ile amel etmeme”yi  bu kadar büyütmenin anlamı yoktur. Rüyâ ile amel edip-etmemek, görülen rüyâya göre değişir.

 

Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu; onun için secdeye kapandılar. Dedi ki: ‘Ey Babam, bu, daha önceki rûyâmın yorumudur. Doğrusu Rabbim onu gerçek kıldı. Bana iyilik etti, çünkü beni zindandan çıkardı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını açtıktan sonra, (O,) çölden sizi getirdi. Şüphesiz benim Rabbim, dilediğini pek ince düzenleyip tedbir edendi. Gerçekten bilen, hüküm ve hikmet sâhibi O’dur” (Yûsuf 100).

 

Rüyâ ile başlayan serüven yüne bir rüyâ ile bitti. Rüyâ gerçeklemiş ve sonuçlanmış oldu.

 

Peki biz de rüyâlara göre emel ediyor muyuz ve rüyâ bizi bizi bir şeyler yapmaya yönlendiriyor mu?. Elbette!. Rüyâda ihtilâm olunca, uyandığımızda netîcede gusül bize farz oluyor. “Ne de olsa rüyâda oldu, rüyâ ile amel edilmez” deyip de gusletmekten vazgeçmiyoruz. Rüyâda gördüğümüzün sonucuna göre hareket ediyoruz.

 

İstihâre diye bir şey vardır. İstihâre: “Hayırlı olanı isteme” anlamına gelen istihâre, terim olarak “bir iş veyâ davranışta Allah katında hayırlı olanı, kılınan nâfile bir namaz ve duâ ile talep etme” mânasında kullanılır. “Bir işâret almak amacıyla kişinin veyâ bir başkasının onun adına rüyâ görmek üzere uyuması ve görülen şeyin yorumlanarak ona göre hareket edilmesi” uygulamasıdır. İstihâre, Allah’a tevekkül edip tedbir alınması ve aklın işletilmesi sonucu bir karara varmada araç olabilir. Fakat istihâre de istismâra açık bir konu olduğu için yapılması çok uygun değildir ve bunun yerine istenecek şeyi ve yardımı Allah’tan istemek doğrudur.

 

Anlatılanlara göre Çanakkale Savaşı’nda Albay Cevat, denize dizdiği 26 mayını, gördüğü rüyâdaki sıraya ve yere göre dizmiş. Rivâyete göre rüyâsında bu tâlimâtı Peygamberimiz vermiş. (Çanakkale Mahşeri, Mehmet Niyazi). Burada “rüyâya göre amel etme” durumu vardır ama kitap olayları roman tadında anlatan bir kitaptır. Gerçekliği nedir Allah bilir.

 

Peki; “rüyâ ile amel olmaz”, “rüyâ delil değildir” sözlerinin kaynağı nedir?. Sanki bu sözler Kur’ân’ın sözleriymiş gibi ha-bire kullanılıp duruyor. Allah bizi “sakın ha!, rüyâ ile amel etmeyin, rüyâ delil değildir” diye uyarıyor mu?. Peki nereden çıktı bu sözler?. Nerden olacak; modernitenin, pozitivizmin ve maddeciliğin etkisiyle ortaya çıkan “olağan-üstü olan”a karşı duyulan alerjiden. Hâlbuki sahih rüyâlar olağan-üstü şeylerdir. İslâm âlimlerinin bâzılarının bu konuda yorum yaparken kullandıkları sözlerdir sâdece. Yoksa ne âyettirler ne de hadis.

 

1996 yılında gördüğüm ve sanki dün gece görmüşüm gibi hatırladığım ve etkilendiğim bir rüyâ beni değiştirmiş ve bambaşka biri hâline getirmişti. Düşüncelerimin, konuşmalarımın ve davranışlarımın İslâmî yönde değişmesi, gördüğüm o rüyâ ile başlamıştı. Görülen her rüyânın yorumuna bakıp araştırmak ve ciddiye alarak herkese yorum yaptırmak yanlış olsa da rüyâların etkileyici olabildiği ve kişiyi amel-eylem noktasında değiştirebildiği de bir gerçektir.

 

Bizim düşüncelerimizi elbette Kur’ân belirler ve amellerimizi de elbette ancak Kur’ân ve Peygamber örnekliğine göre yaparız. “Bir rüyâ görsem de ona göre hareket etsem” diye bir beklentiye girmeyiz. Fakat sahih rüyâlar etkili, yönlendirici ve değiştiricidirler. Bu nedenle; kendisiyle amel edilecek rüyâlar da vardır, lafını bile etmeye değmeyecek rüyâlar vardır. Rüyânın sahihi de sahtesi de kendini belli eder vesselam..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2023

 

 

Devamını Oku »